Zıplanacak içerik

SeDatsan

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

SeDatsan tarafından postalanan herşey

  1. Elbette ekonomik büyümenin nasıl bir büyüme olduğu ortadadır. Ancak son yıllarda ulusal gelirde önemli bir artış olduğu aşikardır. Ama, bu büyümenin ve ulusal gelirdeki artışın bir avuç rantçıya, iktidar yandaşı zenginlere, ulusal ve uluslararası büyük firmalara aktarıldığını ve yüzde 8-9’luk rekor büyümelerden bir avuç haramzade yararlanırken, halkın yoksulluğunun arttığını, işsizliğin, özellikle de genç nüfus içinde hızla artarak, son 5 yılda neredeyse yüzde yüze varan bir artışa yükseldiği acı bir gerçektir. Bütün kamu alanlarını “serbest piyasa” denilen kuralsızlığa terk ederek, yaratılacak iktisadi ve sosyal yıkımları görmezden gelen gözler bu ülkenin sonunu hazırladıklarının farkında mıdır acaba?
  2. İNSANA ve YAŞAMA aykırı hertürlü zorlamaya-dayatmaya-yasağa karşı, İNSANİ DUYARLILIĞIMIZ VE VİCDANIMIZ ile HEP BİRLİKTE MÜCADELE EDELİM.
  3. SeDatsan şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Ülkemiz de yıllardır, halkımızın etnik, dinsel-mezhepsel farklılıklarını kullanarak, insanlarımızı birbrine karşı kışkırtan, çatıştıran-boğazlatan sözde vatansever-milliyetçilerin, toplumun temeline kin,nefret,husumet tohumlarını eken bu ırkçı, şoven çevrelerin, yılardır dillerinden düşürmedikleri bu söylemlerden artık gına gelmiştir. Derin devletiçi hukuk dışılığı, mafyacılığı-çeteciliği, vatanseverlik diye yutturmaya çalışan bu gürühun, aynı zamanda, halkı ve halkın insanca yaşam mücadelesini sindirmek ve yok etmek için, CIA nin NATO şemsiyesinde oluşturduğu kontragerilla-gladio örgütlemesinin halkı aldatmaya ve kışkırtmaya yönelik propaganda- ajitasyon argümanlarının bir parçası olan bu yazıyı, birçok kez birkaç yerde, farklı farklı başlıklar altında görmüştük.Şemdinli orada sadece değiştirilmiş bir yer ismidir. Kürt düşmanlığı propagandasının bir parçası olan, bu VATAN-MİLLET-SAKARYA duygu sömürüsünün, süslü ve soslu imgeler ile süslendiği, kontracı Irkçılığın,şovenizmin,faşizmin,kafatasçılığın kan içen ağzının dişleri arasından süzülen, insan kanını görür gibi oldum. İnsanlık onuru elbet bir gün, insana aykırılığın ta kendisi olan kapitalizmi, onun en vahşi hali emperyalizmi, en azgın oyuncağı faşizmi-kafatasçılığı, en ilkel hali barbarlığı, terörü, savaşı, sömürüyü ve işkenceyi yenecektir. Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Türkmen, Arap, Yörük, Alevi, Sünni, Şii...Hepsi insan, Hepimiz kardeşiz. Yaşasın Emekçilerin Birliği ve Halkların Kardeşliği. Yurtta Sulh, Cihanda Sulh.
  4. NASIL BİR EKONOMİ VE NASIL BİR KALKINMA ? Bizlere her gün ( hükümetin borazanı yalaka medya aracılığı ile) anlatılan, “EKONOMİ DÜZELDİ - İYİ YOLDA” türünden masallara bakarsak ve aldanırsak, hayal alemine dalarak daha çok aç kalacağız. Yada değerli bir bakanımızın da dediği gibi, 1 tabak pirinç ile mutlu olmaya çalışacağız. ))))))))) Gerçekler ile yüzleşmek zorundayız. Tek bir doğru vardır o da, gerçeğin gözünün içine bakmak. Yani kral üryan ise (çıplaksa) “KRAL ÇIPLAK” diye haykırmak. Ben sadece bugünün iktidarının yönetim anlayışını değil, izlenen ekonomik (NEO-LİBERAL ) İMF programların özüne-içeriğine karşı olunması taraftarıyım. İnsanı ve insana hizmeti hedef almayan , sadece belli çıkar gruplarının-holdinglerin-patronların daha fazla karını amaçlayan ( ABD endeksli/destekli, IMF PROGRAMLARI) programların yol açtığı, çöküşe ve hezimetlere dikkat çekmek istiyorum. DEDİKLERİNE GÖRE, EKONOMİ DÜZELMİŞ RAYINA GİRMİŞ! -Peki bu ekonomi nasıl düzeldi de bizler göremiyor- hissedemiyoruz? – -Neden yansımıyor hiç, yaşantımıza? -Bizler alt gelir grupları uzaylı mıyız da bu düzelmeyi hiç hissedemiyoruz? Kör, sağır, yada deli olmadığımıza göre ( ne kadar dayanırız bu olanlara böyle, o da ayrı bir mesele ya) neden yaşantımız da olumlu bir iyileşme olmuyor? -Neden yansımıyor hiç, çarşıya-pazara, ekmeğe-peynire-zeytine-ete, benzine-ulaşıma kısacası fiyatlara? -Neden yansımıyor maaşlarımıza, alım gücümüze, yaşam standartlarımıza? -Neden yansımıyor İNSANLIK AYIBI olan ASGARİ ÜCRETLERE? -Neden yansımıyor işsizliğe, açlığa, yoksulluğa? -Neden yansımıyor sokakta aç susuz yatan gariplerin yaşamına? -Neden yansımıyor sokak çocuklarına, tinerci-balici, zavallılara? -Neden dur diyemiyor, suç oranındaki bunca artışa, kara paraya, kayıt dışı ekonomiye, mafya tezgahlarına, yolsuzluğa, hırsızlığa, Vurguna, hortuma, kap-kaça, gaspa. -Neden yansımıyor bu ülke insanının bu gününe-geleceğine? Yani kendimizi hiç boşuna aldatmayalım, her geçen gün daha da kötüye gidiyoruz.. Soruyorum size Marllboro ve Cargill gibi kartellerin-tröstlerin, ABD yönetimi nezdinde ki lobi ve dayatmaları neticesinde, bu gün ülkemizde yaşananlar arasında, bir bağlantı kurabiliyor musunuz? -Ülkemizde Şeker ve Tütün, yasası ile birlikte,Yabancılara hazine arazilerinin satış yasası da çıkartılmadı mı?. GAP ın en verimli arazileri İsrail’e satılmıyor mu?. - Ülke ve kaynakları parça -parça satılıyor, birilerine peşkeş çekilmiyor mu?. -Yerli ve yabancı hırsızlar, hortumcular, sömürücüler tüyü bitmemişin hakkı olan paraları götürmüyorlar mı?. -KİT ler neden özelleşiyor?Gerçekten zarar ettikleri için mi? Düşünün bir kere, Bu ülkede gerçek-çıplak ücretinin neredeyse üç katı vergi alan, TEKEL, TELEKOM, TÜPRAŞ, PETKİM, ERDEMİR, SEYDİŞEHİR nasıl zarar edebilir? Medyanın bu konularda ki söylediklerine inanıyor musunuz? İşte özelleştirilen yada kapatılan kurumların şimdiki durumları, tam anlamıyla içler acısı. ETİBANK,SÜMERBANK,METAŞ, EBK, SEK,TEKEL, ŞEKER KURUMU vs. Bir çocukluğumuzun modası SÜMERBANK giymekti en kaliteli elbise ve ayakkabılar orada üretiliyordu. Devletin resmi kurumlarını çok ucuza ve kaliteli kıyafetlerle giydiriyordu. İzmir SÜMERBANK fabrikasında zamanında 7000 işçi çalışıyor x 4 kişiden 28 000 kişinin ekmek kapısıydı . Birde zincirleme olarak bu insanların alış verişte bulunduğu bakkalı-kasabı-manavı-terziyi vs. esnafı düşünün. Ya şimdi? Koskocaman arsası ve devasa tesisleri ile fabrika, içindeki trilyonluk makineleriyle birlikte adeta ÇÜRÜMEYE terkedilmiş durumda. İnsanın içi sızlıyor. Neden çağdaş bir yapıya kavuşturulup, modernize edilmedi, yeniden üretime geçirilmedi, bu ülke ekonomisine hizmete sokulmadı? Neden 7 000 kişilik üretim ve istihdam göz göre- göre çöpe atıldı. Çünkü; çok uluslu sermaye böyle olsun istedi, Büyük emperyalist güç odakları, ABD, DTÖ, IMF, DB. GATS, MAİ, MİGA, vardı işin içinde. Yer altı yer üstü kaynaklarıyla, tarımı hayvancılığı ile, Kendi kendine yetebilen bu cennet ülke, başta buğday-hububat,sebze-meyve ve et olmak üzere, dışarıdan ithalatla beslenen dışa bağımlı bir hale geldi. . Yine, bugün İthalatımızın ihracattan kaç kat fazla olduğunu, başta tarım ve hayvancılık olmak üzere, sanayi ürünleri üretimimizin ( kapasite küçültme ve kapatılan fabrikalar) ile git gide azaldığını, kısıtlı üretim mallarımızı satmakta ne kadar zorlandığımızı, buna karşın batılı ülkelerin stoklarında ki malların (çoğunlukla eski teknoloji) açık pazarı durumunda bulunduğumuzu, sokakta ki çocuk bile hissediyorlardır. Son yılların bütçe kalemlerine bakarsak nerelere ne kadar pay ayrıldığını, vergi yükünün kimlerin sırtında olduğunu net bir şekilde görürüz. Üretimin nerdeyse bitme noktasına doğru yaklaştığı ülkemizde, Sanayide reel ücretler, önceki iki yıla göre % 7,2 oranında gerilemiştir. Kaldı ki, sorun sadece ücretlerin gerilemesiyle de sınırlı değil. İsterseniz, Ekim 2002'den Kasım 2004'e bazı temel ürünlerdeki fiyat artışlarına kısaca bir bakalım... Dana eti, %56, Beyaz peynir %52, Çay %59, Toz şeker %42, Kömür % 56,6, Tüpgaz % 61, Mazot %66, Bu dönemde dışarıda içilen bir bardak çayın fiyatı % 58 oranında, Üniversite öğrencisinin harç bedeli % 73 oranında artmıştır. Kitap fiyatlarındaki ortalama artış da % 83 olmuştur. Hükümet ne diyordu, enflasyonu düşürdük... Hangi enflasyon düşmüş? Kimler, nasıl, ne kadar kalkınmış? Gelir dağılımındaki adaletsizlik, neden düzeltilmiyor? Neden işsizlik azalmak bir yana her geçen gün çığ gibi büyüyor? Neden bu ülkenin gençleri, işsizlik ve geleceksiz kalıp, son çare olarak, ABD nin paralı askeri olarak, Irakta MAZLUM İNSANLARA KARŞI KURŞUN SIKMAYA GİTMEK İSTEYEBİLİYOR ? Not: ABD ülkemizde ilan vererek, Irak işgalinde kullanmak üzere paralı asker aramış, bu ilana ülkemizden yaklaşık 4000 kişi başvuru yapmıştır. İşsiz, güçsüz, geleceksiz, çözümsüz, çaresiz kalmış gelecekten umudunu ve beklentilerini yitirmiş, ülkemizin bu gençleri, bu onursuz teklifi kendileri için son çare olarak gördüler beklide. Bu onursuz teklife sıcak bakıp başvuru yapanlardan daha çok, onları bu yola iten ve mecbur bırakanları sorgulamak lazım.
  5. ÖZELLEŞTİRMENİN GERÇEK VE ÇİRKİN YÜZÜ, YANİ DEVLETİN ASLİ GÖREVLERİ DAHİLİNDEKİ HİZMETLERİN, ASIL SAHİBİNE (VATANDAŞA) PARA SATILMASI (PARALI HALE GETİRİLMESİ) VE ACI SONUÇLARI. Devlete ödediğimiz vergiler karşılığında ve devletin temel amacı niteliği gereği bizlere sunmakla yükümlü olduğu, en temel insani hizmetlerin, bizlere para ile satılacak. Böylece gelir dağılımının en adaletsiz ve çarpık olduğu ülkelerden biri olan ülkemizde , alt gelir grupları, dar gelirliler, bu en temel insani hizmetlerden, paraları yetmediği için ya hiç faydalanamayacak yada çok kalitesiz olana ancak parası yetecektir. Bu mudur İNSANA Verilen değer? Bu mudur en büyük ve önemli yatırım denen, İNSANA YAPILAN YATIRIM ? Özelleştirme neticesinde herşey PARAN KADAR senin olacak. YANİ paran kadar eğitim, paran kadar sağlık, paran kadar sosyal güvenlik, , paran kadar adalet, paran kadar demokrasi, paran kadar özgürlük, paran kadar saygınlık, paran kadar itibar, paran kadar huzur, paran kadar aşk-mutluluk, paran kadar hayat. Ya paran yoksa? EVET !!! YA PARAN YOKSA!!! NE OLACAK HALİN ???? NASIL EĞİTİM GÖRECEK ? NASIL TEDAVİ OLACAK ? NASIL YAŞAYACAKSIN ? Yoksa OSMAN DURMUŞUN dediği gibi, "PARASI OLMAYAN ARNAVUTLUĞA GİTSİN, HASTANEMİZE GELMESİN, BANA NE KARDEŞİM PARAN YOKSA, BURASI DARÜLACİZE Mİ, PARAN YOKSA GİT, NEREDE ÖLÜRSEN ÖL" İşte ÖZELLEŞTİRME zihniyeti !
  6. Gelir dağılımında Tanzanya'dan kötüyüz Türkiye, Tanzanya ve benzeri birçok ülkeden daha kötü duruma gelen dağılım adaletsizliğiyle, dünyanın gelir dağılımı en bozuk 55'inci ülkesi konumuna geldi. Gelir dağılımı Türkiye'den daha bozuk ülkelerin büyük çoğunluğunu Afrika, Güney Amerika ve Asya ülkeleri oluşturuyor. Gelir dağılımında ABD'ye benzer bir gelişme gösteren Türkiye, girmek istediği AB ve diğer aday ülkeler arasında ise gelir dağılımı bozuk ülke görünümü sergiliyor. Tablo çok vahim Ancak Türkiye ile ilgili asıl çarpıcı sonucu ise en zengin ve en yoksul yüzde 10'luk dilimlerin gelirden aldığı payların karşılaştırılmasıyla ortaya çıkarıyor. Türkiye'de nüfusun en yoksul yüzde 10'unu gelirden yüzde 2.3 oranında pay alırken, en zengin yüzde 10'un aldığı pay ise yüzde 30.7'ye çıkıyor. Yüzde 20'lik dilimlerin karşılaştırılmasında 7.6 kat olan en yoksul ve en zengin kesim arasındaki gelir farkı, yüzde 10'luk dilimlerin karşılaştırılmasında 13 kata yükseliyor. Türkiye'de gelir dağılımı araştırmalarını yapan Devlet İstatistik Enstitüsü, sonuçları Türk kamuoyuna sadece yüzde 20'lik dilimler halinde açıklıyor, dağlımdaki çarpıklığı daha fazla ortaya çıkaran yüzde 5'lik ve 10'luk dilimleri ise açıklamaktan kaçınıyor. Sıfıra doğru indikçe gelir dağılımındaki adaleti, 100'e yaklaştıkça da adaletsizliği gösteren Gini katsayısı ise Türkiye için 40 olarak hesaplandı. Gelir dağılımı Türkiye gibi bozuk olan ülkeler arasında İMF nin acı reçetelerinin uygulandığı ülkeler göze çarpıyor. İşte gelir dağılımı adaletsiz ve çarpık olan diğer ülkeler; Meksika, Arjantin, Şili, Brezilya Lesoto, Bostvana, Sierre Leone, Guetamala, Paraguay, Kolobmiya, Zimbabve, Panama, Honduras, El Salvador, Nijerya, Peru, Malezya, Bolivya, Filipinler, İran, Kenya, Senegal, Singapur, Kosta Rika, Madagaskar. bulunuyor.
  7. Geride bırakmakta olduğumuz 2005 yılı hükümet çevreleri ve medya iktisatçıları tarafından sürdürülmekte olan istikrar programının artık rayına oturduğu, makro dengelerin sağlanıldığı ve ekonominin sürdürülebilir bir büyüme sürecine girdiği şeklinde kamuoyuna duyuruldu. Bu mutlu haberin temel dayanakları olarak dış borçların milli gelire oranındaki azalma, ihracatın milli gelire oranındaki artış ve ihracat eşliğinde gerçekleşen % 9.7 düzeyindeki büyüme oranı gösterildi. Gerçi henüz işsizlik oranı azalmamıştı ama istihdam artmıştı. İşsizlik düzeyindeki azalmamanın nedeni ise işgücüne katılım oranındaki artışın istihdamdaki artışından daha hızlı olmasıydı. Bu durum ekonominin bir yandan kısa dönem cari dengelerinin sağlanıldığı diğer yandan ise ekonominin üretken potansiyelinin geliştiği anlamına geliyordu ki bu “aydınlık” tablo üzerine eleştiri getirmek şom ağızlılık ve kötü niyet belirtisinden başka bir şey olamazdı. İktisat eğitimi alanların çok iyi bildikleri gibi iktisadi gerçekliğin “bir tek” yorumu olmaz. Başka bir deyişle iktisadi olguyu analiz edenler arasında her zaman şom ağızlı ve kötü niyetli olarak tanımlanacak kişiler ve yorumların çıkması işin doğası gereği mevcuttur. Nitekim tarih, iktisadi düşünce geleneğindeki kuralını tekrarlamış ve şom ağızlı iktisatçıların 2004 yılına ilişkin farklı değerlendirmeler yapmasını mümkün kılmıştır. Hemen belirtelim ki tek tür bir şom ağızlılık yoktur. Yine de şom ağızlıların 2004 yılına ilişkin ortak kanılarını şu noktalarda toplamak mümkün görünmektedir: Dış borçlardaki azalma tespiti eksik ve yanıltıcıdır. Azalan TL cinsinden hesaplanan borçların milli gelire oranıdır. Bu azalışın arkasında ise büyük ölçüde TL’nin aşırı değerlenmesi yatmaktadır; dolar cinsinden hesaplanacak borç stokunda benzer bir azalma gözlenmediği gibi ekonominin net borç ihtiyacı sürmektedir. Doların TL karşısında değer kazanması durumunda borç yükünün artması ve ekonominin kırılganlığının yoğunlaşması mümkündür. İhracatın milli gelire oranı artmakta ancak ithalat artışları daha hızlı gerçekleştiğinden dış ticaret açığı büyümektedir. Bu durum ödemeler dengesindeki dış finansman ihtiyacının halen yoğunlaşarak sürdüğü anlamına gelmektedir.Bu anlamda ekonomi net ihracat gelirleriyle borç yükünü finanse edememekte, aksine dış borç bağımlılığını artırmaktadır. Ekonomik büyüme yapay olarak şişirilmiş gözükmektedir. Bu açıdan en önemli uyarı uzunca süredir gözlemlenen stoklardaki artıştır. Sürekli olarak stoka büyüyen bir ekonomi olamayacağına göre, ya teknik bir hesap hatası ya da “bilinçli bir” düzeltme operasyonu söz konusudur. Ekonomi iddia edildiği gibi büyümüş olsa da bu büyümenin refah sonuçlarından söz etmek mümkün değildir. Dahası hükümet çevrelerinin sıkça vurguladığı gibi önce büyümenin ve ardından da refahın yavaş yavaş geleceği yönündeki iddiaları pek de inandırıcı değildir. Bu türden iddianın geçersizliğinin en önemli kanıtları reel ücretlerde gözlemlenen gerileme ve işsizlik oranındaki artıştır. Üstelik sözü edilen istihdam artışları da önemli ölçüde kayıt dışı istihdam artışı şeklinde gerçekleştiğinden bu tür bir gelişmenin refah sonuçlarından kolayca söz etmek mümkün görünmemektedir.
  8. alien: Çağdaş, modern ve uygar mısın, yoksa “üçüncü dünya”dan mısın? Bir süredir Holding medyasının etkili köşe yazarları tarafından, “üçüncü dünyacılık” tartışmasıyla, küreselleşme karşıtı olmak, Batı karşıtı olmak, uygarlık ve çağdaşlık karşıtı olmaktır; üçüncü dünyacı olmaktır biçiminde özetlenebilecek yoğun bir kampanya başlatıldı. Gazete köşelerinden, TV’lerden ve özenle çarpıtılmış, işlenilmiş ya da imal edilmiş haberlerle sürdürülen kampanyanın hedefinin, ulusal çıkarları savunan ya da en azından ulusal çıkarlar ve küreselleşme konusunda tereddütler yaşayan, küreselleşmeye karşı çıkmasa da, en azından biraz daha dengeli olunması gerektiğini mırıldananlar olduğu görüldü. Bir başka dikkat çekici önemli yan ise, bu kampanyayı ısrarla sürdürenlerin tamamının ABD’nin Irak işgalini bir Amerikan generali kadar istek ve azimle savunmaları, Türkiye’nin bu işgalde yer alması için kendilerini paralayan kişiler olmasıydı. KÜRESELLEŞMEY KARŞI OLMAK ÜÇÜNCÜ DÜNYACI OLMAK"MIŞ" ! Eğer günümüzde küreselleşmeye karşı çıkıyorsan, dünyadaki gelişmelerden zerre kadar bir şey anlamamış, çağın gereklerine gözlerini kapamış, yıllar öncesinde kalmış bir zavallısın demektir! Çünkü küreselleşme kapitalizmin insanlığa sunduğu büyük bir hediye olduğu kadar, kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Ve fırsatlar sık sık çıkmaz. Arada bir doğan bu fırsatlardan faydalanan, çağdaş dünyadaki yerini alır. Faydalanamayan ise, tarihin karanlıklarında kalmaya mahkumdur! Küreselleşme trenine binenler Batının gelişmiş ve çağdaş ülkeleri ile aynı yoldan yürüyüp aynı imkanlardan faydalanırken, trene binmekte geç kalanlar üçüncü dünyanın geri ve zavallı ülkeleriyle aynı kaderi paylaşmak zorundadırlar! Burada teknolojinin kimlerin elinde kime karşı, uygarlık denen şeyin ne, çağdaşlığın ölçütünün ne olduğunun önemi yoktur. Hal böyle olunca, aya insan göndermek de, ABD’nin Irak’a on binlerce ton bomba yağdırıp yakıp yıkması, işgal etmesi de modernizim ve çağdaşlıktır. Buna karşın, ABD’nin Irak işgaline karşı çıkmak ise, çağ dışılık, üçüncü dünyacılıktır. Küreselleşmenin gereği ve büyük bir erdemi olarak memleketin yabancı tekellerin yağmasına sınırsızca açılmasını savunmak, gümrük duvarlarını, yabancı sermayenin önündeki tüm engelleri kaldırmak, kendi öz kaynaklarını yabancı tekellere teslim etmek, çağdaş dünyanın gerekleri, gelişmenin şartıdır. Memleketi savunmak, kaynakların tekeller tarafından yağmalanmasına karşı çıkmak ise uygarlık dışıdır! Hal böyle olunca da, ABD’nin ve emperyalizmin dünya üzerinde sınırsız yağması ve buna karşı çıkmanın adının uygarlıklar çatışması olarak konulmasında şaşırtıcı bir yan yoktur. Burjuva ideologlarına göre Batıcılık, ya da Batılılaşma, Batının ortaya sunduğu, dayattığı kavram ve uygulamaları bir bütün olarak kabullenmekle, gelişmenin ve çağdaşlığın ancak ve ancak ona tümüyle biat ederek olabileceğini peşin olarak kabul etmekle olur. Bu, ekonomik kararlardan, siyasi köleliğe kadar sınırsız bir alanı kapsamaktadır. Eğer gelişmek ve çağdaşlaşmak istiyor, modern dünyadaki yerini almak istiyorsan, Batının bütün yaptırımlarına koşulsuz şartsız ‘evet’ demen, önüne konan her şeye gözü kapalı imzanı atman gerekmektedir. Yok, bazı şeylere karşı tereddüt gösteriyorsan, sen o zaman hâlâ Doğunun geri yapılanmasını aşamamışındır demektir ki, senin yerin uygarlık dışıdır! Üçüncü dünyadır. -Ki önceleri yine bir burjuva kavram olarak piyasaya sunulan geri ülkelerin birleşerek iki büyük emperyaliste kafa tutabileceği tezi, şimdi geri, uygarlık ve çağdışı ülkeler anlamında kullanılmaktadır.- Peki Batı nedir? Dün Fransa, İngiltere, Almanya, bugün bunlarla birlikte ABD’dir. Sözünü ettikleri modernizmin, uygarlığın, çağdaşlığın, gelişmişliğin karşılığı nedir? Dün kapitülasyonlar, bugün küreselleşmedir! KÜRESELLEŞME UYGARLIK MIDIR ? Burjuva ideologlarınca kapitalizmin insanlığa büyük bir lütfu olarak reklam edilen küreselleşme, kısaca ifade etmek gerekirse, uluslararası tekelci sermayenin serbest dolaşımının önündeki tüm engellerin kaldırılması ya da başka bir ifadeyle, büyük balığın küçük balığı yutması için aynı havuza konmasıdır. Büyük tekelci sermayenin önündeki engellerin kalkmasıyla, büyük ve gelişmiş ülkelerdeki teknolojik ve uygar olan her şeyin dünyanın en ücra köşelerine kadar gideceği, dünya nimetlerinden herkesin faydalanacağı, gelişmemiş, uygarlıktan nasibini almamış hiçbir bölgenin kalmayacağı yaygarasıyla ortaya atılan küreselleşme, burjuva ideolog ve propagandislerine göre ekonomik ve sosyal düzeyin yükseltilmesinin yanı sıra savaş tehditlerinin de ortadan kalkması demekti! Çünkü paylaşımda adalet sağlanacak, uygarlık, teknoloji, dünyanın her tarafına dağılacak, bütün toplumlar bundan pay alacağı için artık savaşlara gerek kalmayacaktı. Çünkü küreselleşme, aynı zamanda bilgi toplumları yaratacak, cehalet ortadan kalkacağı için de, insanlar savaşmak yerine birbirlerini seveceklerdi! Böylelikle savaşların nedeni de ortadan kalmış olacaktı. Sanki savaşların nedeni, bu sistemin kendisi, paylaşım ve hegemonya mücadelesi değil de, insanların içindeki kaba, hayvani duygulardı. Sanki savaşların nedeni emperyalizm değildi. Küreselleşme yaygarasının ortaya atılmasından bu yana geçen süre zarfında, bırakın paylaşımda adaletin sağlanmasını, dünyanın en ücra yerlerinde ekonomik ve sosyal anlamda gelişme kaydedilmesini, işler daha da kötüye gitti. Dünya nüfusunun büyük bir bölümü yoksulluk, bir bölümü de açlık sınırının altına sürüklendi. Bugün dünyada on milyonlarca kişi açlık ve yetersiz beslenme ve onun doğurduğu hastalıklar sonucu yaşamını yitirirken, dünyadaki yeraltı kaynaklarının yüzde sekseni ABD, Almanya, Fransa gibi beş altı emperyalist büyük devlet tarafından emiliyor. Küreselleşme refah seviyesini artırmadı, dünyanın büyük çoğunluğunun yaşam seviyelerinde iyileşmeler yapmadı. Yapamazdı da, varlık nedeni dünyanın yerüstü ve yeraltı kaynaklarına el koyma, kendisine yeni pazarlar yaratma olan emperyalist kapitalizmin, işi gücü bırakıp, kitlelerin refah düzeyini düzeltmeye çalışmasını beklemek, “ben çok kazandım, biraz da yoksullarla paylaşayım” diyeceğini düşünmek, kapitalizmi kapitalizm yapan nedenlerden vazgeçmesini beklemekti! Yine aynı şekilde, küreselleşme, savaşları yok edip barış ortamını sağlamadı, ama tersine emperyalist yağma ve tahakkümün dozajı arttı. Emperyalistler arasındaki dalaş kızıştı ve kızışmaya devam ediyor. Emperyalizm, sermaye dolaşımının önündeki tüm engellerin kaldırılması, kapıların sonuna kadar açılması, kaynakların kendi denetimine sunulması vb. isteklerini yerine getirmeyen ya da tereddüt edenleri hedef listesine, moda deyimiyle “terörist devletler” listesine koyuyor. Dünya Ticaret örgütü, GATT, vb. örgütlenmeler ve yapılanmalar aracılığıyla aldığı kararları tüm dünyaya dayatıyor. Gümrük duvarlarının sıfırlanması, vergi indirimi yada muafiyeti, yatırım kolaylık ve ayrıcalıkları sağlayarak, gelişmekte olan ülkelerin mali denetimlerini eline alıyor, merkez bankasını ve diğer bütün yürütücü fonksiyona sahip bulunan kurumları özerkleştirip çeşitli adlar altında komisyonlar, “üst kurullar” kurarak yetkiyi bunların üzerine devrediyor. Diğer yandan, önündeki tüm engeller kaldırılan ve ağırlıklı olarak spekülatif amaçlarla kullanılan mali sermaye aracılığıyla geri ülkelerde büyük vurgunlar yapıyor. En küreselleşmeci ABD’li iktisatçıların bile itiraf ettiği gibi, spekülatif sermaye, “serseri mayın” gibi oradan oraya dolaşıyor, ülkelerin, halkların iliğini kemiğini emiyor. Sadece ülkemizde gelinen duruma göz atmak bile, küreselleşme, dev bir ahtapot gibi kollarını oradan oraya uzatan mali sermayenin yarattığı dev çark hakkında bilgi vermeye yetiyor. Sadece son yirmi yıllık dönemde ülke borçlarının 5-10 kat artması, daha 1985 yılında 39 milyar dolar olan toplam borcun 2002 yılında 212 milyar dolara fırlaması, ülke gelirlerinin tamamının borç ödemelerine yönelmesi, toplanan vergilerin tamamının dahi artık dış borçların sadece faizlerini bile karşılamaya yetmemesi, işçilerin, emekçilerin, köylünün ve genel olarak halkın yaşam düzeyi sürekli gerilerken, bir avuç vurguncunun, borsa simsarının, faizcinin, spekülatörün bütün değerleri ceplerine aktarıyor olması, durum hakkında kaba bir bilgi veriyor. İşte Osmanlı’dan bu yana, gelişme ve uygarlığın ancak Batılı büyük devletlerden gelebileceğine yemin eden, bir başka deyişle, Batılı baronların lütfetmesiyle uygarlık ve çağdaşlık seviyesine ulaşabileceğimizi iddia eden burjuvazinin sözcülüğüne ve avukatlığına soyunmuş burjuva, küçük burjuva yazar çizer takımın ve TÜSİAD, TİSK, TOBB gibi örgütlerin savunduğu modernizm budur. Ve onlar, vahşi sömürüye, bir avuç büyük sermayenin tüm dünyayı yağmalamasına karşı çıkanları ise, gelişmeye, uygarlığa karşı çıkmakla suçlayabilmektedirler. Onlar, bu düşünceden hareketle, ABD’nin dünya çapında yaptığı her hareketi ve eylemi uygarlığın doğal ve gerekli bir sonucu olarak değerlendirmektedirler. ABD, Irak’ı işgal ile tehdit mi ediyor? Onlar, hemen ayağa kalkıp, Irak’ın derhal teslim olmasını, ABD’nin isteklerini yerine getirip üstelik bir de özür dilemesini istiyor. Çünkü ABD; Irak’a uygarlık götürecektir. ABD’ye karşı çıkmak ise, uygarlığa karşı çıkmaktır ki, uygar ve medeniyet isteyen herkes bu işgalin yanında yer almak mecburiyetindedir. Irak, ABD’nin isteklerine boyun eğmedi, enerji kaynaklarını ABD’li petrol tekellerini hesabına devretmedi mi, işte o zaman, Irak, işgali hak etmiştir. Kaldı ki, medeni ve çağdaş olmadığı, üçüncü dünyanın bir parçası olduğu için, zaten o zengin petrol yataklarını işletmek, Irak ve Irak halkının taşıyamayacağı bir lükstür! Şimdi emperyalizm, işgalci ABD ve şaklabanları bir kez daha dayatıyor: Eğer çağdaş, modern ve uygarlıktan yana isen, ABD’nin yanında İran’ı, Suriye’yi işgale hazır ol ve koşulsuz şartsız ABD’nin hizmetinde olduğunu açıkla. Irak için ABD’den diz çöküp af dile. Çünkü Irak işgalinde ayak sürçmekle, gelişme, modernizm, çağdaşlık ve uygarlık yerine “üçüncü dünya”yı seçtin. Şimdi önünde kendini kanıtlamak, modern dünyadaki yerini almak için bir fırsat var ve bu fırsatı kaçırma. Osmanlı’dan bu yana, Türk aydının geleneksel ifadesi olan uygarlığın, gelişmişliğin ancak Batı ülkeleri tarafından bize getirilebileceği tezi, bugün değişik biçim ve adlar altında sürüyor. Ama o kafa, o tarihten bu yana, ülkenin emperyalizmin elinde oyuncak olduğunu, beladan belaya sürüklendiğini, onurunu, itibarını yerlere düşürdüğü ve ülkenin kaynaklarının elden gittiğini, ekonomiden politikaya, kültürden sanata kadar emperyalizmin egemenliği altına girildiğini göremiyor, görmüyor. Bir de, maaş aldıkları patronlarının düşüncelerini savunmak göreviyle işe asılanlar var ki, onlara denecek söz zaten yok. ABD’nin hedefinde İran, Suriye, Hazar ve Kafkaslar var. Türkiye bu bölgenin tam ortasında ve hem ABD, hem AB, hem de Rusya, Çin, Japonya açısından önem taşıyor. Ayrıca şu gerçek de hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, emperyalistler arası egemenlik mücadelesinin yaşandığı, hammadde ve pazar alanları için tekellerin birbirlerinin gözlerini oyduğu dünyada, her ülke emperyalizm için önem arzediyor. Kendisine özel bir avantaj sağlamıyor olsa bile, rakiplerine bırakmamak önem taşıyor. ABD, Irak’ta tekleyen Türkiye’yi tam olarak köşeye sıkıştırarak, her şeyi ile teslim alma faaliyetini dört bir taraftan sürdürüyor. Hükümet devirmekten adam satın almaya, tehdit ve şantajdan psikolojik savaşın unsuru olarak propaganda kampanyalarına kadar pek çok şeyi örgütlüyor. Bugün yeniden bir kampanya biçiminde başlatılan üçüncü dünyacılık tartışmasının ardındaki nedenler bunlardır. ABD’ye koşulsuz şartsız biat etmek. Avrupa Birliği önünde secdeye varmak. İşgal ve savaşlarda hazır kıta yer almak. Ülkenin kaynaklarını sınırsızca yağmaya açmak. Ulusallığı çağrıştırabilecek en küçük bir şeyin sözünü etmemek. Soyulmak soğana çevrilmek, kendi ülkende kaderini ve bütün imtiyazları emperyalizmin eline vermek; küreselleşme bu. Burjuva ideologlar, Amerikancı, küreselleşmeci yazar çizer takımı tarafından kastedilen aydınlanma, modernizm, çağdaşlık, uygarlık denilen şeyin kendisi de budur. SONUÇ OLARAK: Dünya halkaları üzerinde dizginsiz at koşturan emperyalizm kartlarını açık oynuyor: Ya benden yanasın, benim hizmetimdesin, ya da karşısın diyor. Bu yüzden de, ya küreselleşmeye, emperyalist yağmaya, işgalci savaşlara karşı mücadele ya da uşaklık etmek gerekiyor. Ve artık çok açık biçimde bilinmelidir ki, halkların ve Dünya ezilenlerinin tek alternatifi, EVRENSEL ADALETİN,EŞİTLİĞİN,,DEMOKRASİNİN,EMEĞİN,BARIŞIN,KARDEŞLİĞİN,SEVGİNİN,PAYLAŞIMIN yeniden sahiplenilmesi tüm bu İNSANİ DEĞERLER için mücadele edilmesidir. İNSANCA VE ONURLU BİR YAŞAM ın yolu, işimize, ekmeğimize, haklarımıza, geleceğimiz dahası ülkemize sahip çıkmak, ulusal bağımsızlığımız için Kuvai Milliye sancağıyla, emperyalizme karşı dişe diş mücadele etmekten geçiyor.
  9. Bu ülke tüm etnik, dinse-meshepsel unsurları ve tüm toplum kesimleri ile bir bütündür. Hiç birinin ötekinden üstünlüğü yoktur, olmamalıdır. Ne birisi asli unsur, ne de diğeri sözde vatandaş değildir, olamazda. Bu ülkenin bütün unsurları asli unsurdur. Bize düşen, toplum kesimlerini, AYRIŞTIRICI-DIŞLAYICI-YANLIZLAŞTIRICI davranmak değil, İNSANİ DEĞERLERİN ORTAK PAYDALARIYLA, BİRLEŞTİRİCİ-BÜTÜNLEŞTİRİCİ olmaktır. Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Türkmeniyle, Alevisiyle, Sünnisiyle bu ülke bir bütündür ve halklar özünde kardeştir. T.C vatandaşlığına sahip olan herkes, her alanda göstermelik değil, gerçek anlamda eşit olmalıdır. ASIL MÜCADELEMİZ; -Ülkemizin etiyle kemiği olan, tüm toplum kesimlerinin, barış içerisinde İnsanca koşullarda yaşaması için olmalıdır. : İnsanın insana kul olmadığı, kimsenin açlıktan, çocukların hastalıktan ölmediği, işsizlikten, yoksulluktan veya borç batağından dolayı ailelerin parçalanıp insanlarımızın kendilerini veya ailelerini öldürmediği,bir ülkede İNSAN YAKIŞIR BİR YAŞAM için olmalıdır. -Ulusal kimliğimizi, kültürümüzü ve değerlerimizi korumak, bilim ve uygarlık yolunda ilerleyerek, EVRENSEL İNSANİ DEĞERLER ile birleştirmek, toplumsal çürümenin, çözülmenin, çöküşün ve yozlaşmanın önüne geçmek için olmalıdır. Ulusal Onurumuzu ve Ulusal Bağımsızlığımızın yeniden kazanılması için olmalıdır. Ülkemizde KARDEŞLİĞİN, BARIŞIN, DOSTLUĞUN, BİRLİĞİN-BÜTÜNLÜĞÜN VE ULUSAL BAĞIMSIZLIĞIMIZIN YENİDEN TESİS EDİLMESİ DİLEĞİYLE. Saygılarımla. Sedat.
  10. Bugünlerde eğitimin ve sağlık gibi temel hizmetlerin, aşama- aşama piyasaya düşürülmesine-özelleşmesine yol açmak ve gerekçe yaratmak için, siyasi iktidarlarca, halen kamu tarafından verilen bu hizmetlerin KASTEN ÜCRETLERİ YÜKSELTİLEREK, KALİTELERİ-NİTELİKLERİ DÜŞÜRÜLMEKTEDİRLER.. Böylece özelleştirmeye zemin ve gerekçe hazırlanmaktadır. Kamu kurumlarına ve kamu hizmetlerine karşı propaganda bizzat siyasi iktidarlar ve arkalarında ki güç odakları tarafından yürütülmektedir. Bu plan doğrultusunda, holding medyasının da yoğun ajite etkisi ve kışkırtması ile halktan kamu kurumlarına ve kamu hizmetlerine karşı tepki oluşturularak, özelleştirmeye zemin hazırlamak, özelleştirmeyi tek çıkar yol ve çözüm olarak göstermek amaçlanmaktadır. İzmir de Sanayi sitesinde çalıştığı makineye kolunu kaptıran bir işçiyi, apar topar en yakın hastane olan bir ÖZEL HASTANEYE götürmüşlerdi. Koluna dikişi atılan işçi genç çıkışta ÖZEL HASTANENİN fahiş ücretini ödeyemediği için koluna atılan dikişler Hastane sahibinin talimatı ile sökülmüştü. Hastane sahibi “Burası ticari bir işyeridir, imarethane değil, parası olmayan gelmesin” demiştir. Her koşulda ve şartta insana ve insan sağlığına hiçbir ayrım gözetmeden, hizmet etmeye HİPOKRAT YEMİNİ etmiş doktorlar ise bu duruma sadece seyirci kalabildiler. Çünkü emir büyük yerden PATRONDAN gelmişti, ya uyacak yada çekip gidecekti. İşte SAĞLIKTA ÖZELLEŞTİRMENİN ulaşacağı nokta. Eski bir Sağlık Bakanının “Parası olmayan hastaneye gelmesin, burası Arnavutluk değil oraya gitsin, bana ne kardeşim, nerede ölürse ölsün” şeklindeki ibretlik sözü, Serbest Piyasacı Ekonominin ve KAR MARJI ilkesinin, insana verdiği (doğrusu vermediği) değerin en bariz ve ibretlik göstergesidir. Özelleştirmeden en büyük çıkarı sağlayanlar elbette ki özelleştirmeyei canhıraş savunacaklardır. Çünkü özelleşen kurumların altın tepside peşkeş çekildiği hatırı sayılır patronlar ve yine devletin çekildiği sektörlere göz dikip, bu alanı çokbüyük rant alanınına çevirmek isteyen sermaye sahipleri kontrollerindeki MEDYA nın devasa etkileyici gücü ile ÖZELLEŞTİRMEYİ-GÜZELLEŞTİRME şeklinde göstermek için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Ancak tüm bunların yanı sıra, bilinçsizce özelleştirmeyi savunanlar, holding medyasının devasa imkanlarını kullanarak yaptıkları propagandaların saptırma ve aldatmacasının etkisiyle de, özelleştirmenin kaliteyi artıracağı yanılsamasına-sanrısına kapılıp, özelleştirmenin gerçek ve çirkin yüzünü göremiyorlar. Özelleştirmenin aynı zamanda, en büyük adaletsizliği-eşitsizliği-haksızlığı-gelir dağılımındaki-bölüşümdeki çarpıklığı daha da derinleştirerek artıracağını düşünemiyorlar. Özelleştirmenin paralı-pahalı eğitim ve paralı-pahalı sağlık olduğu, bunun ise eğitimsizliği, sağlıksızlığı körükleyeceği gerçeğini göremiyorlar.
  11. :excl: Yeryüzünün türlü şekilde kirletilip, doğal çevrenin ve ekolojik dengenin tahrip edildiğine, güzelim Dünyamızın git gide yaşanmaz hale getirilişine tanık olmaktayız. Tüm bunlara neden olarak bir çok etmen sayabiliriz. Ancak kanımca asıl ve gerçek etmen; İnsanın, insani "ÖZ"den uzaklaşmasıdır. Asıl ve en büyük kirlenme; Yozlaşan insanlık, kirlenen insani değerlerdir. Çevrenin kirlenmesi, havanın kirlenmesi, içme sularının kirlenmesi, denizlerin kirlenmesi, sebzelerin-meyvelerin kısacası besinlerin kirlenmesi-kirletilmesi, yeryüzünün tahribatı, nükleer patlamalar-bombalar, savaşlar, katliamlar, soykırımlar, işkence, insanın ve emeğinin sömürüsü ve daha sayabileceğimiz insana ve yaşama aykırı pek çok şey, tüm bu insanlık dışılık, insani "ÖZ"ün kirletilmesinin (insanın ve insani değerlerin kirletilmesinin-yozlaştırılmasının) elim bir sonucudur. Hemen hemen hepsinin kökeninde, sevgisizlik,saygısızlık,hoşgörüsüzlük,acımasızlık, şiddet-yıkıcılık, gözü doymaz bir hırs ve ihtirasın varlığıdır. Bu hırs ve ihtiras , çoğunlukla daha fazlasına-tümüne sahip olma şeklinde, marjinal düzeyde, kar-para-güç-mülkiyet-iktidar hırsıdır . Kapitalizmin ve onun üst aşaması emperyalizmin temelini oluşturan bu gözü doymaz korkunç hırsın, önüne çıkan herşeyi ne kadar acımasızca yok ettiğini bugünlerde ABD nin emperyalist sömürü ve işgal politikalarında,işgal ettiği ülkeler de gerçekleştirdiği katliam ve işkencelerde açıkça görüyoruz. Yakın tarihte İnsanlığın yaşadığı 2 büyük emperyalist paylaşım savaşına yol açmış, üçüncüsüne ise gebe durumdadır. Bu gün Irakta, Afganistan da, Filistin de ki işgal ve dökülen kan (enerji kaynakları, petrol, pazar ve toprak elde etmek için) bu kirli hırsın, insanlığın sonunu getirebilecek kadar korkunç olduğunun, acı ve ibretlik bir göstergesidir. Çözüm (kanımca): kısa yoldan köşe dönmeciliğin, avantacılığın-hazır yiyiciliğin, daha fazlasına-tümüne sahip olma şeklinde ki, marjinal-maksimum düzeyde, kar-para-güç-mülkiyet-iktidar hırsının yerine, İnsana yakışan en güzel yönetim anlayışı olan “DEMOKRASİNİN” (sadece parası olanın elde ettiği, sözde ve göstermelik “Burjuva Demokrasi” değil, gerçek anlamda bir demokrasinin), adaletin, paylaşımın, dayanışmanın, barışın, sevginin, kardeşliğin, sosyal adaletin, halkça ve hakça bölüşümün esas alınmasıdır. Bir başka değişle, İnsanlık tarihinin yüzyıllardır kat ettiği yollar boyunca, türlü tecrübe ve deneyimler sonucunda elde edinilen ve insanın özünde de var olan insanlığın birikimi "EVRENSEL İNSANİ DEĞERLERİN" yeniden sahiplenmesidir. Ulusal insani değerlerimizin bu Evrensel değerler ile bütünleştirilmesidir.( Anadolu kültüründe de, "İnsana insan olarak değer verildiği" Yunus, Mevlana, ve Pir Sulatan gibi hümanist felsefelerde fazlaca yer almaktadır Kısaca değinmek gerekirse, “İNSANIN YAŞAMIN ÖZNESİ” olduğu gerçekliğine sarılıp, Hümaniter bir anlayışa ve İNSANİ BİR DÖNÜŞÜME ihtiyaç vardır. İnsani “ÖZ”ün ve Evrensel İnsani Değerlerin, yozlaştırılarak kirletildiği, doğanın ve Yeryüzünün hoyratça kirletilip yok edildiği bir Dünyada, kaybeden yine “İNSANLIK” olacaktır.
  12. VERGİ YÜKÜ ALT VE ALT-ORTA GELİR GRUBUNUN, YANİ ÇALIŞANLARIN VE ESNAFIN ÜZERİNDEDİR. Kişi başına her ay 85 YTL dolaylı vergi ödüyoruz Kişi başına düşen aylık ortalama dolaylı vergi ödemesi, bu yılın ocak-ekim döneminde 84.8 YTL’ye ulaştı. Böylece geçen yıl aylık ortalama 70.4 YTL olan kişi başına dolaylı vergi ödemesi, bu yılın 10 aylık döneminde yüzde 20.4 arttı. Kişi başına aylık ortalama dolaylı vergi tutarının 2006 yılının bu yılın tümünde 87 YTL’ye gelecek yıl ise 96.3 YTL’ye çıkacağı belirlendi. Kayıt dışı ekonominin yüksekliği ve vergi tabanının genişletilememesi nedeniyle Türkiye’deki vergilerin yüzde 70’inden fazlası dolaylı olarak tahsil ediliyor. Adeta Devlet günlük hayatın her anından vergi alıyor. Türkiye’de insanlar, elektriğin düğmesini, suyun musluğunu açtığında, kaloriferini yaktığında, telefonla konuşmaya, ekmek yemeye, su içmeye başladığı andan itibaren dolaylı vergi de ödemeye başlıyor. Hatta sigaradan, içkiye, akaryakıttan, dayanıklı tüketim mallarına kadar bir çok ürün için de birden fazla dolaylı vergi ödeniyor. Hem ÖTV hem de KDV alınan söz konusu ürünler için ödenen ÖTV’nin de KDV’si alınıyor. Maliye Bakanlığı’nın bu yılın ilk 10 aylık bütçe uygulama sonuçlarına göre, bu dönemde toplanan vergi gelirlerinin yüzde 70.85’i dolaylı vergilerden sağlandı. Bu dönemde dahilde alınan KDV’den 10.4 milyar YTL, ÖTV’den 26.3 milyar YTL, motorlu taşıtlar vergisinden 2.1 milyar YTL, özel iletişim vergisinden 2.5 milyar YTL, şans oyunlarından 190.6 milyon YTL, özel işlem vergisinden 16.3 milyon YTL, gümrük vergilerinden 1.1 milyar YTL, ithalde alınan KDV’den 14.4 milyar YTL, damga vergisinden 1.7 milyar YTL, harçlardan 2.3 milyar YTL tahsilat yapıldı. Böylece Ocak- Ekim 2005 döneminde tahsil edilen 86.3 milyar YTL’lik verginin, 61.2 milyar YTL’sini dolaylı vergiler oluşturdu. Bu yıl ortası için 72.1 milyon olan nüfus tahmini dikkate alındığında 10 ayda kişi başına yapılan dolaylı vergi ödemesinin 848.2 YTL olduğu hesaplandı. Böylece aylık kişi başına yapılan ortalama dolaylı vergi ödemesi de 84.8 YTL’ye ulaştı. Geçen yılın tümünde tahsil edilen dolaylı vergi tutarı ise 60 milyar 184 milyon YTL ile toplam 90 milyar YTL olan vergi gelirlerinin yüzde 66.8’ini oluşturmuştu. 71.2 milyon olan yıl ortası nüfus tahmini dikkate alındığında, ortalama kişi başına yapılan dolaylı vergi tahsilatı geçen yıl 845.3 YTL oldu. Aylık ortalama kişi başına tahsil edilen dolaylı vergi de 70.4 YTL olarak hesaplandı. Bu yılın ilk 10 aylık döneminde tahsil edilen kişi başına aylık ortalama dolaylı vergi tutarı geçen yıla göre yüzde 20.4 artış gösterdi. 2005 yılına ilişkin olarak yapılan son gelir tahminleri, dolaylı vergilerin bu yıl sonunda 75 milyar 641 milyon YTL ile 107 milyar YTL’ye ulaşması beklenen toplam vergi gelirlerinin yüzde 70.7’sine ulaşacağına işaret ediyor. 2006 yılında ise vergi iadeleri hariç 118.3 milyar YTL’ye ulaşması öngörülen vergi gelirlerinin 84 milyar 348 milyon YTL ile yüzde 71.28’inin dolaylı vergilerden sağlanacağı öngörülüyor. Gelecek yıl ortası nüfus tahmininin 73 milyon olduğu dikkate alındığında kişi başına yıllık dolaylı vergi tahsilatının 1155 YTL’ye, aylık ortalama dolaylı vergi tahsilatının ise 96.3 YTL’ye ulaşarak, 2005 yılına göre yüzde 10.1 artacağı hesaplanıyor.
  13. ÖZELLEŞTİRME VE ULUSAL-EKONOMİK BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİ. 19 yy sonunda Osmanlı Devletinin 1. Dünya Emperyalist paylaşım savaşı sonucunda yenilenler tarafında yer almasının ardından, teslimiyeti ve işgali kabulleniş olan Sevr’in son Osmanlı Padişahı tarafından imzalanmasının ardından, Anadolu’nun emperyalist sömürgeciler tarafından işgali başlamıştır.. Ancak Sevr’ e imza atan işgal yanlısı-işbirlikçilerin, yada emperyalistlere sempati duyan mandacıların aksine, bu işgale-tecavüze-haksızlığa- onursuzluğa karşı Anadolu’da başlatılan yurtsever Redd-i İlhak ve Kuvay-i Milliye hareketi ile birlikte Mustafa Kemal önderliğinde halkımız Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle,Yörüğüyle, Alevisiyle, Sünnisiyle tüm unsurları ile, omuz omuza mücadele ederek ve savaşarak emperyalist sömürgecilerin ülkemizi işgaline karşı, Dünyanın tüm esir ve mazlum halklarına da örnek olan, bir zafer kazanmışlardır. İmzalanan Lozan barışı ve ardından Cumhuriyetin ilanı ile bu büyük kurtuluş savaşı ve zaferi, daha da büyük bir anlam kazanmıştır. Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlıdan kalan tüm ekonomik ve politik bağımlılıklarından ve kapitülasyonlardan da kurtulmalıydı. Bu amaçla yapılan tüm yenilik ve devrimler, ülke insanının aydınlanması, bilinçlenmesi eğitimli, sağlıklı ve nitelikli bireyler olarak yetişmesinin yanı sıra insanca yaşaması içindi. İşte bu dönemde bağımsız Türkiye’nin ekonomisi de bağımsız olmalı şiarı ile, 1930’dan itibaren “Devletçilik” ilkesi kabul edilmiş ve 1933 yılında hazırlanan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile bu ilke yaşama geçirilmiştir. Bu plan doğrultusunda, 1933 yılında 2262 sayılı Kanun’la kurulan Sümerbank’a bağlı olarak 1934 yılında Kayseri ve Bakırköy fabrikaları faaliyete başlamıştır. 1935 yılında faaliyete başlayan Isparta gül yağı fabrikası, Paşabahçe şişe ve cam fabrikası ve Zonguldak soma-kok işletmesi bunu izlemiş, 1936 yılında ise bugün kapatılmak istenen İzmit kağıt fabrikası faaliyete geçmiştir. Bunun ardından da 1980’li yıllara kadar çeşitli alanlarda devlet eliyle birçok kamu işletmesi kurulmuştur. 1930’lardan 1980’lerin başına kadar geçen dönemde ekonominin, üretimin baş tacı edilen kamu işletmeleri, bu dönemde bir taraftan, emek gücünün nitelik kazanması, bulundukları bölgenin gelişmesi gibi toplumsal birçok yarar sağlarken, diğer taraftan Türkiye’de özel sermayenin gelişimine de önemli katkılar sağlamıştır. Ancak 1970’li yılların başında tekrar krize giren merkezi kapitalizm, 18. yüzyıldaki serbest piyasacı-özel girişimciliği kutsayan anlayışını, krizden çıkış için kurtarıcı olarak görmüş ve tekrar yaşama geçirmiştir. WTO (Dünya Ticaret Örgütü) nun 1979 yılında ki, Fas’ın Marakeş kentinde ki toplantısında, Dünyada ki bütün ulus devlet ve kamu ekonomilerinin, etkisiz hale getirilerek, zaman içerisinde, yavaş yavaş ortadan kaldırılması ile birlikte, ulusötesi sermayenin, dilediği ülkeye, dilediği koşullarda, sorunsuzca girip çıkacağı, yüksek karlar elde edeceği, bir zemin hazırlanması kararlaştırıldı. Yine bu süreçte, 3.Dünya Ülke ekonomilerin de, etkin bir yere ve büyük öneme sahip, KİT’ lerin de, küçültme, kapatma veya özelleştirme neticesinde, ulusal-kamu ekonomilerinin tasfiye edilmesi planlanmıştır. Bu amaçla, uygulanacak yöntemler de belirlenmiştir. Bu yöntemler, KİT’lere kaynak aktarılmaması, makine-donanım yenileme yatırımı yapılmaması, çağın ihtiyaçlarına ve günün teknolojisine uygun şekilde modernize edilmemesiyle birlikte, dönemin siyasi iktidarlarınca atanan “işbilir” hortumcu-vurguncu bürokrat tayfasına, (ENGİN CİVAN vb. gibi) kasıtlı olarak kötü yönettirilmesi, içlerinin boşaltılmasıyla, zarar ettirilmesine böylelikle de adım adım, çöküşe doğru sürüklenmesine,kasten göz yumuldu. Ayrıca bu dönemde, WTO nun 1979 Marakeş toplantısında belirlenen ve diğer 3. Dünya ülkelerinde de kullanılan, paket- program argümanlar- (kitler devletin sırtında yüktür-kamburdur, kamu ekonomileri ve KİT ler demodedir, özelleştirmek satmak gerekirse bedava verip kurtulmak lazım, KİT lerde çalışanlar- işçiler asalaktır vb söylemler.), ülkemizde siyasi iktidarlar ve onların kontrolündeki iletişim araçlarıyla, (icraatın içinden gibi) sıkça kullanılmaya başlandı. Bu doğrultuda, ulusal ekonomilerinin temel direği olan ve kar marjı yerine hizmet marjını, yani toplumsal faydayı amaçlayarak, halka ucuz ve nitelikli mal ve hizmet üretmeye çalışan KİT’ lere yönelik, yoğun bir PROPAGANDA ile YIPRATMA ve KARALAMA KAMPANYALARI düzenlenmiştir. Bu dönemlerde sıkça duyduğumuz halen günümüz devam eden Argümanlar; “KAMU EKONOMİLERİ DEMODE OLDU”, “KİTLER DEVLETİN SIRTINDA KAMBURDUR”, “KİTLER ZARAR EDİYOR, SATALIM VEYA KAPATALIM, GEREKİRSE BEDAVA VERELİM, KURTULALIM”, “KİTLERDE ÇALIŞAN İŞÇİLER ASALAKTIR” vs. şeklinde, bir propaganda savaşı ile, bu kurumların, kamuoyundaki itibarları sarsılmaya ve gitgide yok edilmeye başlandı. Başta siyasi iktidarların kontrolünde ve güdümündeki yayın organları (tv, radyo, gazete,dergi) olmak üzere, ellerini ovuşturarak Kitlerin satılmasını bekleyen, hatırı sayılır patronların HOLDİNGLERİNİN MEDYA KARTELİDE, özelleştirmeyi meşrulaştırma ve kanıksatma çabalarını yoğunlaştırdılar. Bu amaçlı yapılan,çeşitli programlar, özelleştirme propagandistleri ile yapılan söyleşiler ve reklamlarla, özelleştirmeyi, “güzelleştirme” olarak, ülke halkına şirin göstermeye başladılar. (Petrol Ofisi reklamlarındaki ÖZELLEŞTİ GÜZELLEŞTİ sloganı buna bir örnektir.) Doğan Holding e değerinin çok çok altında bir fiyatla ucuz bedava satılan, üstelik satılmasına rağmen, tüm istasyonlarının yenilenmesi tadilatı devletin kesesinden,yani bizlerin vergileri ile yapılan Petrol Ofisinin güzelleşmesi özelleştirmenin bir nimetimidir acaba? Artık sıradan vatandaş bile, sürekli olarak yapılan bu propaganda bombardımanından etkilenip özelleştirmeye olan tepkisi azalıp yok oldu. Düşünün ki bir işçi, bu propagandaların etkisinde kalarak, özelleştirmelerin asıl amacını ve altında yatan asıl gerçeği tam olarak bilemeden, kendi çalıştığı fabrikanın, yani ekmek kapısının yok edilmesini, tasfiye edilmesini-kapatılmasını-satılmasını yani özelleştirilmesini, işte bu aldatmacanın-kandırmacanın etkisi ile, beyhude savunur duruma getiriliyor.. Özelleştirmeden en büyük çıkar sağlayacak olanlar hakim sınıflar- sermayedarlar, sadece kendi çıkarlarına olan özelleştirmeleri ve halkın zararına olacak tüm uygulamalarını, sanki halkın tümünün çıkarınaymış gibi, ellerindeki iletişim araçlarıyla gerçekleri tersyüz ederek, öyle bir lanse ediyorlar ki, bunun sonucunda, olası özelleştirme karşıtı tepkileri yok edip, dahası kendilerine desteğe dönüştürebiliyorlar. Elbette bu işin, yani KİT lere yönelik, tasfiyenin-kapatmanın- özelleştirmenin kaymağını yiyen-yiyecek büyük patronlar, kendi kontrollerindeki medyayı da, bu amaca uygun şekilde kullanıyorlar. Düşünün bir kamu kuruluşunun verdiği kamu hizmeti, bugün toplumun bütün kesimlerine az çok ulaşabiliyorsa yarın, özelleştirme sonunda, sadece daha fazla parası olana ulaşabilecek. Özelleştirmenin temel amacı ve mantalitesi ; HİZMET MARJINDAN, KAR MARJINA geçiştir.. HİZMET MARJINDA Amaç; Ülke halkına, devlete ödedikleri çeşitli vergilerinin karşılığı olarak, verilemesi gereken mal ve hizmetlerin, eşit, ucuz, nitelikli ve ulaşılabilir olmasını sağlamaktır. Hizmet marjında, Her koşulda, kayıtsız-şartsız, İnsana hizmet amaçlandığı için, dolayısı ile özne “insandır”. Bu hizmetlerin en başında SAĞLIK, EĞİTİM VE SOSYAL GÜVENLİK gelmektedir. KAR MARJINDA ise;Tam tersi bir durum söz konusudur. Kar Marjı ilkesinde mühim olan, işverenlerin-sermayedarların MARJİNAL KAR beklentileri ve en yüksek karı elde etmeleridir. Burada ÖZNE insan değil KARDIR. Bu nedenle her koşulda ve şartta insana hizmet değil, sermaye sahibinin kar beklentisi ve en yüksek karı elde etmesi önemlidir. En temel mantalitelerden birisi de, AZ MALİYETLE ÇOK KAR ve AZ ÇALIŞAN İLE ÇOK İŞ tir. Her şey bir fiyata tabidir. Her mal ve hizmet daha çok para verene satılmalı ve sadece daha çok talep edilen mal üretilmelidir. Herkes ancak parası oranında, tüm bu nimetlerden faydalanabilir. Yani paran kadar sağlık, paran kadar eğitim, paran kadar sosyal güvenlik, , paran kadar adalet, paran kadar demokrasi, paran kadar özgürlük, paran kadar saygınlık, paran kadar itibar, paran kadar huzur, paran kadar aşk-mutluluk, paran kadar hayat. Ya paran yoksa? İzmir de Sanayi sitesinde çalıştığı makineye kolunu kaptıran bir işçiyi, apar topar en yakın hastane olan bir ÖZEL HASTANEYE götürmüşlerdi. Koluna dikişi atılan işçi genç çıkışta ÖZEL HASTANENİN fahiş ücretini ödeyemediği için koluna atılan dikişler Hastane sahibinin talimatı ile sökülmüştü. Hastane sahibi “Burası ticari bir işyeridir, imarethane değil, parası olmayan gelmesin” demiştir. Her koşulda ve şartta insana ve insan sağlığına hiçbir ayrım gözetmeden, hizmet etmeye HİPOKRAT YEMİNİ etmiş doktorlar ise bu duruma sadece seyirci kalabildiler. Çünkü emir büyük yerden PATRONDAN gelmişti, ya uyacak yada çekip gidecekti. İşte SAĞLIKTA ÖZELLEŞTİRMENİN ulaşacağı nokta. Eski bir Sağlık Bakanının “Parası olmayan hastaneye gelmesin, burası Arnavutluk değil oraya gitsin, bana ne kardeşim, nerede ölürse ölsün” şeklindeki ibretlik sözü, Serbest Piyasacı Ekonominin ve KAR MARJI ilkesinin, insana verdiği (doğrusu vermediği) değerin en bariz ve ibretlik göstergesidir. Özelleştirme sonucunda, piyasaya düşecek ve.pahalılaşacak olan eğitim ve sağlığın, zaten kıt geliri ile ancak gıda ve barınma ihtiyaçlarını karşılayabilen asgari bir yaşam süren alt gelir gruplarına yeterince ve nitelikli olarak ulaşamayacak olması, yani onların alım gücünün üstünde bir fiyat ile satılacak olması, bu insanların, eğitimsiz ve sağlıksız kalmasına neden olacaktır. Bugünlerde eğitimin ve sağlık gibi temel hizmetlerin, aşama- aşama piyasaya düşürülmesine-özelleşmesine yol açmak ve gerekçe yaratmak için, siyasi iktidarlarca, halen kamu tarafından verilen bu hizmetlerin KASTEN ÜCRETLERİ YÜKSELTİLEREK, KALİTELERİ-NİTELİKLERİ DÜŞÜRÜLMEKTEDİRLER.. Böylece özelleştirmeye zemin ve gerekçe hazırlanmaktadır. Kamu kurumlarına ve kamu hizmetlerine karşı propaganda bizzat siyasi iktidarlar ve arkalarında ki güç odakları tarafından yürütülmektedir. Bu plan doğrultusunda, holding medyasının da yoğun ajite etkisi ve kışkırtması ile halktan kamu kurumlarına ve kamu hizmetlerine karşı tepki oluşturularak, özelleştirmeye zemin hazırlamak, özelleştirmeyi tek çıkar yol ve çözüm olarak göstermek amaçlanmaktadır. Özelleştirmelerin bir başka boyutu da,kamu kurumlarının, KİT lerin boşaltacağı sektörlerin, ulusötesi emperyalist sermaye ve onların yerli işbirlikçisi-ortağı sermaye grupları ve yandaş holdingler için, çok büyük karların elde edileceği, çok devasa bir rant alanı haline dönüşecek olmasıdır. Bütün bunlar bir ön görünün ötesinde, canlı örnekleri diğer az gelişmiş ülkelerde, özelliklede 3. Dünya Ülkelerinde yaşanmış olan,birer acı İMF reçeteleridir. Türkiye, 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte bu sürece dahil olmuştur. 12 Eylül 1980 darbesinin de katkılarıyla uygulamaya konulan bu anlayış doğrultusunda bir dönemin baş tacı olan kamu işletmelerine yenileme yatırımları yapılmamış, verimsiz hale getirilmiş, ve bu işletmeler kasıtlı olarak çürümeye terkedilmiştir.. Şimdi bu işletmeler, 25 yıldır uygulanan bu politikanın ardından yine aynı politikaların temsilcileri tarafından verimsizlikleri gerekçe gösterilerek kapatılmak ya da özelleştirilmek istenmektedir. Bunun ardındaki temel düşünce, kuşkusuz bu alanların uluslararası ve ulusal sermayeye yok pahasına sunulmasıdır. 1980’lı yılların başından bu yana gündemde olan bu politikaların sonucunda ÇİTOSAN, Et ve Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu, Sümerbank gibi birçok işletme özelleştirilmiş ya da kapatılmıştır. Böylece bu alanlar özel sermayenin ve büyük ölçüde de uluslararası özel tekellerin eline geçmiştir. Bu özelleştirmelerin gerçekleştirildiği süreçte, sadece bu işletmelerde çalışan emekçiler direnç göstermiş, ancak sendikaların pasif, hatta çoğu zaman özelleştirmeyi kabullenir tavırları ve diğer emekçilerin yeterli destekte bulunmaması nedeniyle bu direnç kolayca kırılmıştır. Ayrıca, direncin yoğun olduğu bazı işyerlerinde çalışanların ek tazminat, istedikleri ilde başka bir kamu kurumuna yerleştirilme gibi birtakım çıkarlara tevessül edilmesi de bu direncin kırılmasında etkili olmuştur. Ancak, SEKA ve diğer kamu işletmelerinin kapatılması ya da özelleştirilmesi AKP’nin iktidara gelebilmek için IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği ve onlarla işbirliği halinde olan yerel sermayeye verdiği taahhütlerin en başında gelmektedir. AKP’nin iktidarını sürdürebilmesi bu taahhütleri yerine getirmesine bağlıdır. Bu nedenle de emekçilerin direncini kırmak için her türlü yolu deneyecektir. Deneyecekleri ve halen en etkili olarak kullandıkları yöntemlerin başında, holdinglerin ve siyasi iktidarın sözcüsü ve borazanı durumundaki medyadır. İletişim araçlarının tüm imkan ve olanaklarını, gerçekleri tersyüz etmek, asıl gündemi saptırmak- çarpıtmak için, halk kitlerini yozlaştırmak ve dejenere etmek için televizyondan-radyoya, gazeteden-deriye, internete kadar iletişim araçlarını son kertesine kadar kullanmaktadırlar. Tele-vole, tele-magazin formatı ile ekranlarda yaratılan kültürel ve ahlaki kirlilik, şiddet içerikli, mafya ve ağalık özendirici birbirinin kopyası diziler ve popçu-topçu, çöpçatan yarışmalar ile had safhaya ulaşmıştır. Halkın haber alma ve gerçekleri öğrenme hakkı ellerinden alınarak, sahte gündemler, suni-sanal hayatlar naylon starlar ile oyalanarak, avutulmaları sağlanmaktadır. Ülkemizin sosyo-ekonomik-politik durumuyla ilgili konularda yada Halkın en temel yaşamsal talep ve sorunlarına ilişkin, eğitim sağlık, sosyal güvenlik gibi hayati öneme sahip konularda bile, gündemi ve haberleri çarpıtarak, sulandırarak magazinleştirerek veren holding medyasının televizyon kanalları, böylelikle, konuların önemini sabote ederek, gerçeklikle konuşulup tartışılmasını ve bu konuda kamuoyu yaratılmasını taa en başından önlemiş olmaktadırlar. İşte hakim sermaye sınıfının çıkarına olan özelleştirmeyi, halka emekçi- kitlere şirin göstermeye, alıştırıp kanıksatmaya, karşı tepkiyi yok etme ve duyarsızlaştırma politikalarında yürütülen propagandist kampanyanın en önemli unsuru olan, medya-iletişim araçları, gerçekleri tersyüz etmek için böylesi sinsi bir misyon ve göreve sahiptir. Tüm bu olumsuzluklar karşısında dahi, -Ulusal bağımsızlıktan yana olanların, -Ulusal onura sahip çıkanların, -İnsandan, barıştan, sevgiden, kardeşlikten, eşitlikten, adaletten, emekten yana olanların, -Tüm onurlu insanların, emekçi halkın, Bu çarpıklığa, haksızlığa, adaletsizliğe ve gayri insani vaziyete karşı, onurlu bir duruş ile mücadele etme gibi, insanca bir görevi ve sorumluluğu vardır. Bu köhne adaletsiz ve gayri insani çarkı, tersine çevirmek için, Tam bağımsız demokratik bir Türkiye’de, insan onuruna haiz ve insana yakışır bir yaşam için, asgari ücretlisiyle, işçisiyle, memuruyla, işsiziyle, küçük üreticisi ve esnafıyla, kentte yaşayanıyla, kırda yaşayanıyla alt ve altorta gelir grubuna mensup, tüm toplum kesimlerinin, bu mücadeleye ve direnişe destek vermesi gerekir.
  14. ÜLKEYİ KİM YÖNETİYOR? İMF+ABD+TÜSİAD+MÜSİAD
  15. SeDatsan şurada cevap verdi: seREnaDE başlık İzmir
    İZMİR’İN İÇİNDE AMERİKAN NEFERİ İzmir’in içinde Amerikan neferi Nereye baksam. Cemseler mi, cipler mi, arabalar mı… Bu mu benim Güzelyalım, Bu mu benin Karşıyakam. Bre dostlar gönlünüze sığar mı, İzmir’in içinde Amerikan neferi Yiğit olan evinde duramaz gayrı. Bir deniz anımsıyorum, bizim körfezin denizi, Özgür alabildiğine özgür ve zeybek Bir adam görüyorum Harmandalı Çok adam görüyorum kavgada Elleri yukarı, başları yukarı Yaprak mı dökülürmüş İzmir’in kavağında. İzmir’in içinde Amerikan neferi Anaa kordonda geziyor, bayrak yırtıyor. Anaa, yargılanmıyor adam öldürdüğü halde. Bre dostlar elimiz böğrümüzde kalıyor Nerede redd-i ilhak, Hasan Tahsin nerede? İzmir’in içinde Amerikan neferi Yiğit olan evinde duramaz gayrı. ŞÜKRAN KURDAKUL
  16. SeDatsan şurada bir başlık gönderdi: Politika Bilimi
    : İÇİ BOŞALTILMIŞ BİR KAVRAM OLARAK “SOLCULUK”; Kavramlar o kadar aslından gerçeğinden saptırılmış-çarpıtılmış ki, iyi nedir-kötü nedir, güzel nedir-çirkin nedir, doğru nedir-yanlış nedir, karma karışık edilmiş. Yani ortalık toz duman bürünmüş, tabir yerindeyse AT İZİ, İT İZİNE KARIŞMIŞTIR. Kurt hep puslu havayı sever ya, bu ortamlardan meden umanlar da elbette bu kavram kargaşasından faydalanmışlardır. TÜRKİYEDE SOLCULUK; Bazı terimler, tanımlamak istedikleri olayı, nesneyi, olguyu ya da akımı açıkça tanımlamaktan çok, karıştırırlar. Türkiye'de, 'solculuk', böyle terimlerden biridir. 'Solcu' terimi, yaygın olarak 1960'tan sonra, özellikle de Türkiye İşçi Partisi'nin 1961'de kuruluşundan sonra komünistleri, sosyalistleri, sosyal demokratları, Kemalistlerin bir bölümünü kapsayan terim olarak kullanılmaya başladı. Bir yandan, 'komünistim, sosyalistim' demeyi göze alamayanlar için kolaylık sağlıyordu, diğer yandan da temel bazı sorunlarda ortak görüşlere sahip olan bir grup aydını adlandırıyor; onlar arasındaki kimi görüş ayrılıklarını örtüyordu. Örneğin 'kalkınma' sorununda devletçiliği benimsemek, askeri, siyasi, diplomatik bakımdan Amerika'dan bağımsızlığı savunmak, sanat ve edebiyatta halkçı-gerçekçi, kültürel bakımdan Batıcı-Aydınlanmacı olmak, solcu olmanın ölçütleri gibiydi. Siyasal bakımdan işçi sınıfının örgütlenmesi ve toplumsal hareketin öncü gücü olarak düşünülmesi, sermaye ve emek arasında net, kesin ayrım gözetmek ve emekten yana açık tavır koymak, işçi sınıfının iktidarını hedeflemek 'solculuğu' tanımlamak için o kadar önemli görülmüyor, bunların sözü edilmiyordu. Bu yalnızca, 'sol' içindeki çok önemli olmayan ayrım noktalarından biri olarak görülebiliyordu. 'Elbette sosyalistim, ama proletarya diktatörlüğüne karşıyım!', 'elbette sosyalistim, ama millî özel teşebbüsse karşı değilim!', 'benim için sosyalizm, İsveç sosyalizmidir!' diyenlerin hepsi 'solcu' sayılıyordu. 'Proletarya devrimini' savunanlar da, 'parlamenter rejim dışındaki bütün yollara gayrimeşrudur' diyenler de, ya da enternasyonalistlerle - milliyetçiler de, 'sol' ortak kavramının altında toplanabiliyordu. Terimin kapsamı bunca geniş tutulunca, tanımlanmasında kullanılan ölçütler de genelleşiyor, kapsadığı varsayılan grupların görüşlerinin ortak ve genel özelliklerini berraklaştırma uğruna darlaştırıyordu. Tanım öğeleri azaldıkça terimin kapsamı genişliyordu. Örneğin Mete Tunçay, 'Türkiye'de Sol Akımlar - I' adlı eserinin 'Giriş' bölümünde, terimin 'ideolojik içeriği'ni, şöyle özetliyordu: 'Solun çıkış noktası, insan, insanın akıl gücü, insan doğasının değiştirilebilirliği ve insanın eylem yoluyla kendini geliştirebileceği, yetkinleştirebileceği inancıdır. Bunun için solculuk, her insanın eşit özgürlüğe hakkı olduğunu ileri sürer.' (BDS yayınları, 1991, s.18) Görülebileceği gibi, 'sol'un tanımı, bu içeriğiyle Aydınlanma'nın ve Fransız Devrimi'nin temel felsefi önermelerine kadar indirgenmiştir. Kuşkusuz bu öğeler, aynı zamanda herhangi bir ülkenin komünistleriyle, sosyal demokratlarını olduğu kadar, liberalleri, hümanistleri de özdeşleştirebilir. Öyleyse, 'solcu' terimi, bir bakıma kapsadığı kavramları temel özellikleri bakımından belirsizleştirirken, kimi ikincil özellikleri öne çıkarmaktadır. Birbirlerinden farklılıkların esas olarak sınıf mücadelesi ölçütünde bulacak bu grupları açıklayıcı olmayan bir genelleme içinde eritmesi, terimin siyasal bakımdan da işlevsiz olmasına yol açmaktadır. Ayrıca, temel olmayan özellikler bakımından yapılan genellemeler, terimin kapsamı içinde görülebilenlere, üstlenmedikleri siyasal işlevler de yükleyebilmektedir. Bu yüzden, asla bir araya gelemeyecek olan siyasal görüşler, sınıf tavırları, 'birleşebilir', 'birleşmesi gerekli' akımlar gibi algılanabilmektedir. Her ideoloji, toplumsal örgütlenme ve sınıf mücadelesinin hedefleri içinde oynadığı rol bakımından anlamlıdır. Bu hedefler, tutumlar söz konusu edilmeksizin, 'sol' kavramının kendisinin birleştirici olabileceğini düşünmek yanıltıcıdır. İDEOLOJİ, SİYASETİN İÇİNDE AÇIKLIK KAZANIR İşçi sınıfı ideolojisine, bilimsel sosyalizme özgü olarak, Türkçe'de 'dünya görüşü' biçiminde oldukça yerinde bir karşılık bulunmaktadır. Bu terim, burjuva, feodal ideolojiler için, bilimsel sosyalizmde olduğu kadar yerinde bir içerik bulmamaktadır Bilimsel sosyalizm dışındaki ideolojiler, bilimsel olmamak, geleneklerden, alışkanlıklardan, mülk sahibi sınıfların siyasetlerinden izler taşımak gibi özellikleri dolayısıyla iç tutarlılıktan yoksundur; hayatın bütün alanlarını aynı ilkelere göre kavramak endişesi taşımazlar, açıklayıcı değillerdir. Daha çok, hitap ettiği grubu, topluluğu bilinçten farklı duygu, inanç, gelenek gibi bağlarla bir arada tutmaya hizmet ederler. Dünyayı açıklamaktan çok, onu bulanık bir biçimde ve 'tersine çevrilmiş' haliyle yansıtırlar. Bundan dolayı da, her siyaset içinde farklı görünümler kazanırlar. Burjuva siyaset, burjuva ideolojiyi de eğip bükerek, gündelik çıkarlara uygun hale getirmeye çalışır. Burjuvazinin ideolojisi, tarih boyunca da köklü değişiklikler göstermiş, burjuvazinin değişen karakterine uygun olarak değişik içerikler kazanmıştır. Buna karşılık işçi sınıfının bilimsel ideolojisi, bütün zamanlar boyunca temel karakteristiklerini dünya çapında korumuş, iktidar uğruna mücadelenin bir bileşeni olmuştur. Ülkeden ülkeye kimi tarihsel-kültürel özellikler dolayısıyla farklı renkler kazanmış olsa da, esas olarak dünya işçi sınıfının tek bir bilimsel ideolojisi olmuştur. Bu özelliği kazandıran, işçi sınıfının ulusal, bölgesel etkilerle değişmeyen temel nitelikleridir. KAPİTALİS SİSTEMİN FİNANS KURUMLARINDAN, DÜNYA BANKASININ YÖNETİMİNDEN GELEN, KEMAL DERVİŞ BİLE "SOLCU" OLURSA!!! Bu kısa özet, ideolojilerin kesin bir sınıfsal nitelik taşıdığını gösteriyor. Bu noktada, 'sol'u, bir ideoloji olarak tanımlamak, ama onun hangi sınıfın ideolojisi olduğunu belirsiz bırakmak doğru olmaz. Sınıf niteliği netleştikçe, 'sol'un yukarıda değindiğimiz kapsamı daralacak, genel ve soyut nitelikler ekseninde yapay olarak özdeşleştirilmiş siyasi akımlar arasındaki temel farklılıklar görülecektir. Türkiye'de 'sol'un tanımının genellikle sınıf ölçütünü dışarıda bıraktığı görülebilir. 'İlericilik', 'insancılık', 'değişime inanmak' gibi özellikler, açıkça emek ve sermaye arasındaki ayrımdan söz etmeksizin ve hangi sınıfın hangi yöndeki ilericiliği, hangi insan, hangi değişim gibi soruları yine sınıf açısından tanımlamaksızın açıklayıcı olamazlar. Günümüzde genellikle 'ilericilik', 'çember sakallı, örümcek kafalılara karşı olmak, başörtüsü takan öğrencileri üniversiteye sokmamak' biçiminde anlaşılmakta, ama bu terim çürümüş kapitalizmi savunup savunmamayı kapalı tutmaktadır. Hem kapitalizmden yana, hem de 'ilerici' olmak mümkün değilken, sırf dinsel gericiliğe karşı olduğu için en koyu kapitalizm savunucuları 'ilerici' gibi görünebilmektedir. Başörtüsüne savaş açanlar, üniversitelerdeki bilim düşmanlığına, YÖK gericiliğine gözlerini kapamaktadır. Ya da, örneğin küreselleşmeyi savunmak, 'değişime inanmak'la süslenirken, özelleştirmeye, tekelleşmeye karşı çıkanlar 'tutucu' olarak adlandırabilmektedir. Günümüzde emperyalizmin propagandacılığını yapanların en çok kullandıkları sözcükler bunlardır. Kendilerini bu kavramlarla reklam etmekte, işçi sınıfına ve emekçilere yönelik her saldırı, 'radikal, devrimci' olarak övülebilmektedir. Örneğin Kemal Derviş, IMF programlarının uygulanmasındaki güçlükleri soran gazetecilere 'devrim sancısız olmaz!' diyebilmektedir. Aynı zat, 'kalbim soldadır' da demiştir. Kemal Derviş'in anladığı 'sol' hiç kuşkusuz, yukarıda sayılan değerleri de kapsamaktadır. Çerçevesi bunlarla çizilmiş bir 'sol'un, onu kapsamadığı gerçekten söylenemez. SOLUN' BİRLİĞİ YERİNE SINIFIN BİRLİĞİ 'Solcu' çevrelerin inanmaya ihtiyaç duydukları 'solun birliği' efsanesi, işte bu gerçekler üzerine kurulmuştur. Aslında hepsini toplasanız 100 bin kişi etmeyecek olan bu 'bilinçli solcular', kendi aralarında defalarca birlik arayışına girmişler, her defasında yine bu temel gerçekler yüzünden, eskisinden daha kötü bir biçimde bölünmüşlerdir. 'Sol' teriminin aldatıcı özdeşlik görüntüsü, asla bir araya gelemeyecek olan siyasal görüşlerin, sınıf tavırlarının, 'birleşebilir', 'birleşmesi gerekir' akımlar gibi algılanmasına yol açmaktadır. Birleşememek ise, yine 'sol'un hastalığı gibi görünmektedir. Aslında bu 'solun' hastalığı değildir. Her biri farklı ideolojik ve siyasal yönelişleri, farklı sınıf kimliklerini ifade eden fakat 'solcu' oldukları için aynıymış gibi algılanan bu grupların, partilerin, kişilerin birliği ya imkansızdır, ya da geçicidir. Türkiye'de bu yolda harcanan zaman ve enerji, boşa gitmiştir, bundan sonra da aynı sonuca ulaşacaktır. Her şeyden önce, 'solun birliği' nesnel-toplumsal gerçekler açısından bir ham hayaldir. Bu, farklı sınıf ve tabakaların aynı ideoloji ve siyasette birleşmesini istemek anlamına gelmektedir, ki bilimsel değildir. Diğer yandan, 'solun birliği' uğruna mücadele, Türkiye'de daima işçi ve emekçilerle birlik gerekliliğinin önüne geçmiştir. 'Solcular', sanki birbirleriyle birleşmeden hiçbir iş yapamazlarmış gibi bu sorunu daima gündemlerinde tutmuşlardır. Bu da aslında, kendine güvensizliğin, halk kitleleri karşısında ürküntüye kapılmanın bir ifadesidir. Bugün açıkça anlaşılması gereken nokta, işçi ve emekçilerin birliğinin sağlanmasının, bütün bu boş uğraşlardan daha önemli olduğudur. İŞÇİ VE EMEKÇİLER, SAĞCI - SOLCU, DOĞULU - BATILI, ALEVİ - SÜNNİ, TÜRK - KÜRT, LAİK - ANTİ-LAİK ŞEKLİNDE, SAÇMA VE SUNİ BÖLÜNMELER İLE BİRBİRİNDEN YALITILMIŞ, BİRBİRLERİNE KARŞITLAŞTIRILMIŞ VE ÇATIŞTIRILMIŞLARDIR. İşçi sınıfı ve emekçiler, çok uzun zamanlardan günümüze, din, mezhep, siyasi görüş, milliyet, bölge, meslek grubu gibi ölçütlerle bölünmüş ve birbirlerine düşman edilmeye çalışılmıştır. Aynı sınıftan olduklarını, her işçinin bir diğerinin 'sınıf kardeşi' olduğunu anlayabilmesi için, Türkiye XIX. yüzyıl kapitalizminde yaşayan işçilerden daha geri durumda bırakılmıştır. Kuşkusuz bunda kapitalizmin kendisine özgü gelişme koşullarının da etkisi vardır. Ancak egemen sınıf politikaları ve propagandaları da, işçiler ve emekçi halk arasında ciddi duvarlar örmeyi başarmıştır. Farklı siyasal partilere oy veren, farklı mezhepten, milliyetten, farklı bölgelerden olan işçiler, tek ve aynı hak ve çıkarların peşinde kavga verdiklerini fark edebilecekleri koşullardan uzak tutulmuşlar, sendikalar özellikle bu ayrılıkları kışkırtacak biçimde örgütlenmişlerdir. Sınıfın birliğinin sağlanması mücadelesi, önümüzde son derece önemli bir mücadele alanı olarak durmaktadır. Bu yüzden, bir tek 'gerici' işçiyi sınıfın birliği davasına kazanmaya çalışmak, on 'ilerici solcuyu' sınıfa kazanmaktan daha önemlidir. Henüz içinden geçmekte olduğumuz çetin ekonomik-siyasal koşullarda bile, işçilerin ve emekçilerin mücadelesi gerçek bir birliğin çok uzağındadır. Aynı işkolundaki işçilerin mücadelesi bile, bölgesel farklıkların engeline takılabilmektedir. Emek Platformu Programı'nın bu bakımdan taşıdığı önem, kendi birliklerine kafayı takmış 'solcular' tarafından anlaşılamamıştır. Sınıfın birliği hedefini, "ideolojik netlik olmadan birlik nasıl olabilir, bir MHP'li işçiyle biz nasıl bir araya gelebiliriz" gibi sığ itirazlarla karşılamalarında da, kendisini gösteren şey 'ideolojik solculuk'tur. Oysa işçi sınıfının bilimsel ideolojisiyle donanmış bir bilinçte bu türden karışıklıklar yaşanmaz. Siyasi iktidar hedefini sınıfsal içeriğiyle birlikte tanımlayıp kavramış bir sosyalist için, sınıf içindeki farklı siyasal eğilimlerin ortak çıkar kavgasına engel olamayacağı ve işte bunun asıl değişimin kaynağı olduğu açıktır. İşçi–emekçi sınıfının iktidarını ve sınıfsız-sömürüsüz toplumu amaçladığını ileri süren her siyasi akımın, ilk yapması gereken şey, Türkiye'ye özgü 'solculuk'tan kurtulmak olmalıdır. SOLCULARIN BİRLİĞİ, NASIL BİR BİRLİK OLUR: Farklı ideolojik ve siyasal görüşlere sahip, öyleyse temelde farklı sınıf çıkarlarını temsil eden grupların bir araya gelerek işçi sınıfı gibi mütecanis bir sınıfın çıkarları adına konuşması olanağı zaten yoktu. Bu, sınıfın ve halkın değil, 'solcuların birliği' idi, bu yüzden de, 'sol' teriminin içinde taşıdığı aldatıcı birlik görüntüsünün kurbanı oldu. Türkiye'de artık bu tipte 'solculuk' tarihinin son demlerini yaşıyor. Belirsiz ideolojik ilkeler ekseninde yapay birlikler oluşturmak, sosyal demokratlar bakımından da yolun sonunu bulmak üzeredir. Çünkü artık, insanseverlik, ilericilik, laiklik, demokratlık, halkçılık, 'değişime inanmak', 'özgürlükçülük' gibi kavramların hepsi, çok açık olarak işçi-emekçi hareketiyle tanımlanmak, bu açıdan sorgulanmak zorundadır. Bu temelde anlam bulmayan, bununla tamamlanmış bir siyaset içinde somutlanmadan bu kavramların bir anlamı olamaz, kimseyi de etrafında gerçekten birleştiremez. 'İdeolojik solculuk', kapalı devre siyaset, kapalı devre demokrasi, kapalı devre mücadele demektir. Sınıfın büyük gücünü harekete geçirmeyi düşünmekten bile korkan bu 'solculuk', burjuva ideologların dediği gibi modası geçmiş bir akım halini almaktadır. Sadece 'fikirler üreten', 'her şeyin doğrusunu, haklısını bilen' ama bu fikirlere, doğrulara, haklılığa hayat verecek toplumsal güçle, işçi ve emekçilerle hiçbir ilişkisi olmayan 'solculuğun', egemen sınıflar tarafından ciddiye alınması beklenemez. ASIL OLAN EMEKÇİ SINIFIN BİRLİĞİDİR: Bugün Kapitalis sistemin küresel sömürü düzenini kurarak,azgelişmiş ülkeleri ve emekçi halkları sömürü savaşına karşı, dünden daha yakıcı bir zaruriyet olarak, sınıfın birliğinin sağlanması mücadelesi, önümüzde son derece önemli bir mücadele alanı olarak durmaktadır. Bugün sağlanması gereken bir tek birlik en geniş kesimleri ile emekçilerin birliğidir. Birlik konusunda açıkça anlaşılması gereken nokta, dil-din-mezhep-ırk-renk vb.gibi hiç bir suni-yapmacık ayrıma tabi tutmadan, aynı haksızlıklara, eşitsizliklere, yoksulluğa, işsizliğe ve sömürüye maruz kalan,aynı kaderi paylaşan, toplumun en geniş kitlelerin, tüm ezilenlerin ve alt gelir gruplarının, (işçilerin, işsizlerin, memurların, çiftçilerin, köylülerin, küçük esnafın, küçük üreticinin)emekçi kitlelerin birliğinin sağlanmasıdır. Bu gerçekten hareketle, toplumun tüm katmanlarından tüm işçi ve emekçilerin birliğinin sağlanmasının, "solcuların birliği" gibi bütün bu boş uğraşlardan daha önemli olduğu aşikardır.
  17. İyi de kardeş daha ne kadar kemer sıkcaka bu asgari ücretli, köylü,işçi, memur? çöpten ekmek toplayana kadar mı? İyi de neden hep biz kemer sıkıyoruz? Neden zengin çocukları laila da gece de milyar harcarken yoksul halk çocuğu simitle karın doyurmak zorunda?
  18. bence bu ülkeyi görünürde yönetenler değil, imf ve tüsiad yönetiyor.
  19. Çok teşekkür ederim. Eline sağlık zeynoo. Bence de konuyu özetlemesi açısından çok yerinde bir seçim.
  20. :excl: : HÜKÜMET ASGARİ ÜCRETE ZAM YAPACAKMIŞ.[/u] Oran: ilk 6 aylık % 2,5 + ikinci 6 aylık 2,5 toplam yıllık % 5 yani toplam 16 ytl 350+16 = 366 milyon Bu ücretle ancak 6.5 gün yaşanır! . El insaf ya ,insafınız yok mu sizin?Bu para birçoki semtlerde bir aylık kira parası bile değil. Peki ne yesin bu insanlar, nasıl okutsunlar çocuklarını, neyle karşılasınlar soyal ihtiyaçlarını. Nasıl yaşasınlar? Saygıdeğer patronların, onların hizmetindeki hükümetin ve kasımpaşalı beyin, umurunda mı acaba bu insanların hali ? Sanmıyorum, zerre kadar bile umurlarında değil, onları insan yerine bile koysalardı bu gülünç ücretin bir zulüm olduğunu görürlerdi. İşte araştırma sonuçları ve acı gerçekler. Türk-İş’in araştırmasına göre kasım ayında açlık sınırı 530 YTL, yoksulluk sınırı ise 1.610 YTL. Bu rakamlara göre net 350.15 YTL olan asgari ücretle bir işçi ancak 6.5 gün insanca yaşayabiliyor. Asgari Ücret Tespit Komisyonu ise bugün, 1 Ocak 2006’dan itibaren geçerli olacak asgari ücreti belirlemek üzere çalışmalarına başlayacak. Hükümet asgari ücrete yüzde 5 zam yapmayı planlıyor. Şu an işçinin 6.5 gün insanca yaşamasına izin veren asgari ücret yüzde 5’lik zammın ardından 367.66 YTL’ye çıkacak. Bu artış işçiye sadece 7 saat daha insanca yaşama şansı verecek. Türk-İş Araştırma Merkezi’nin yaptığı hesaplamaya göre, dört kişilik bir ailenin dengeli beslenebilmesi için yapması gereken ve açlık sınırı olarak nitelendirilen aylık harcama tutarı kasımda bir önceki aya göre yüzde 0.78 oranında artarak 529.79 YTL oldu. Açlık sınırı ekimde 525.71 YTL düzeyinde bulunuyordu. Yoksulluk sınırı Dört kişilik ailenin gıdanın yanı sıra, kira, ulaşım, yakacak, aydınlatma, su, giyim, eğitim, telefon, kültür gibi temel gereksinimleri için yapması gereken ve yoksulluk sınırı olarak nitelendirilen harcama tutarı ise kasımda 1610.30 YTL olarak gerçekleşti. Net asgari ücretin halen aylık 350.15 YTL olduğunu hatırlatan Türk-İş açıklamasında, “Örgütsüz çalışanların yarıdan fazlasının geliri bu düzeydedir. Ele geçen asgari ücretle sadece 6.5 gün insana yakışır bir yaşam sürdürebilmek mümkündür” denildi. Açıklamada, uygulanan ekonomi politikaları gereği ücretlere “hedef enflasyon” oranında zam yapıldığı dile getirilerek, düzelmeyen ekonomik koşullarda sürekli düşük zam yapılan maaşların yoksulluğu yaygınlaştırdığına dikkat çekildi. Aile bütçesi harcamasının yaklaşık 3’te birini oluşturan gıda fiyatlarındaki artışın TÜİK verilerine göre bu yılın ilk on ayında yüzde 3.75 oranında olduğu belirtilen açıklamada, aynı dönemde tüketici fiyatlarındaki artışın ise bu oranın iki katı olduğu kaydedildi. Açıklamada, toplumun büyük bölümünü oluşturan dar ve sabit gelirli kesimin, tasarruf etmesi mümkün olmayan konut, ulaşım, eğitim gibi harcamalarını karşılamak üzere gıda harcamalarında kısıntıya gittiği ifade edildi. ________________________________________ 11 AYLIK ARTIŞ Gıda harcamalarında yılın ilk 11 aylık döneminde yüzde 3.09 oranında artış gerçekleşti. Kasım ayı itibariyle geçen yılın aynı dönemine göre artış ise yüzde 6.71 olarak hesaplandı. Yıllık ortalama artış ise yüzde 9.65 olarak gerçekleşti. Geçen yılın sonunda 513.93 YTL düzeyinde bulunan açlık sınırında 15.86 YTL’lik artış yaşandı. Geçen ay 1597.90 YTL düzeyinde bulunan yoksulluk sınırında yılbaşına göre ise 48.20 YTL’lik artış yaşandı. Yoksulluk sınırı geçen yıl sonunda 1562.10 YTL olarak hesaplanmıştı. Türk-İş açıklamasında, yılın ilk 11 ayında gıda fiyatlarındaki artışın yüzde 3.09 ve halen 12 aylık fiyat artışının yüzde 6.71 olduğu dikkate alındığında fiyat artışlarında geçmiş yıllara göre istikrar sağlandığının görülebileceğine işaret edilirken, “Ancak fiyatlarda sağlanan istikrar geçim koşullarını iyileştirmemiştir” denildi. Türk-İş’in belirlemelerine göre, kasım ayında süt ve yoğurt fiyatı bir önceki aya göre aynı kalırken, peynir fiyatı arttı. Et ve sakatat ürünlerinin fiyatı değişmezken tavuk fiyatı bu ay da geriledi. Balık ürünlerinin bollaşması fiyatlara olumlu yansırken, meyve ve sebze fiyatı mevsim koşullarına bağlı olarak az da olsa artış gösterdi. Kasım ayında zeytinyağı ve margarin fiyatı arttı.
  21. VERGİ İNDİRİMİ...HERŞEY BÜYÜK SERMAYE PATRONLARI İÇİN... Bölgesel Kalkınma Ajansları, bölgesel kalkınma konusunu bölgeler arası rekabet esasına göre yürütme projeleri üzerinde çalışmaktadır. Bölgeler arası rekabet ise açıktır ki, her bölgenin, başta emek olmak üzere, tüm girdi maliyetlerinin baskılanması esasına dayandırılmaktadır. Böylece, geri bölgelerde uygulanacak asgari ücretin düzeyi ülke düzeyinin altına çekilecek, diğer girdiler de daha ucuz değerden üretime katkı yapacak. Baskılanan ücret ve girdi maliyetleri sermayeye kâr olarak dönüşecektir. Bunun tersi olası değil, zira sermaye hassastır; kırılır, hatta ülkeyi dahi terk edebilir! Küreselleşmenin emeğe ve doğal kaynaklara getirdiği üstün demokrasi anlayışı böyle bir şey! Ankara'da bir meslek kuruluşu başkanı da, tam bu noktada ince bir konuyu bugünlerde gündeme getirmiş bulunmaktadır. Başkana göre geri bölgelerde uygulanacak çok düşük ücret, sadece bölgesel kalkınma stratejisine değil, aynı zamanda yöre halkının anarşi ve bölücülük faaliyetlerinden uzak tutulmasına da katkı yapacaktır. Bu iddia yöre halkının da bir tercihi olarak iletilmektedir. İddianın bu kısmı doğru olabilir. Zira, uygulanan politikaların geleceğinden ve siyasilerin soruna yaklaşımından umudunu kesmiş olan insanlar her şeye razı olabilir. İç ve dış sömürücü sermayenin insafı dahilinde ve piyasa kuralları ile bölgesel kalkınma politikasına gönül vermiş olan bir siyasal iktidarın, zaten yöre halkına verebileceği fazla bir şey olamaz! Bu iddialar havada uçuşurken, Maliye Bakanlığı da uzun komisyon çalışmalarından sonra, vergilerde tasarlanan değişiklikleri gerçekleştirme yoluna girdi. Detayı bir tarafa bırakırsak, değişikliklerin özü, sermaye yanlı yeni düzenlemeden ibaret gibi gözüküyor. Gelir vergisi üst gelir dilimine uygulanan oranlar geriletiliyor, Kurumlar Vergisi oranı da geriye çekiliyor. Kısacası, vergi yükü hafifletiliyor. Anlaşılan, Maliye Bakanlığı ve birlikte çalıştığı komisyonlar, ilginç tasarının hazırlanması esnasında sermaye ile epey bir istişarede bulunmuş! Vergi oranlarının hafifletilmesi, Başbakan tarafından vergi kaçağının önlenmesinde önemli bir adım olarak topluma sunuldu. Başbakan, biraz da tehditkâr bir tarzda, bundan böyle vergi kaçıranların çok şiddetle cezalandırılacağını ifade etti. Ancak herhalde Başbakan da farkındadır ki, tasarıda, idareyi mükellefin harcamalarının kaynağını sorma yetkisi ile teçhiz eden etkili bir önlem bulunmadığı gibi, göstermelik de olsa servet beyanı gibi bir kurum da yer almamaktadır. Herhalde, vergi kaçakları karine usulü ile saptanacaktır! Bazı çevreler de vergi oranlarının hafifletilmesini, ekonomiyi canlandıracağı ve neticede düşük oranlara rağmen daha yüksek vergi geliri sağlayacağı öngörüsü ile olumlu görmekteler. Maliye yazımında ''Laffer Etkisi'' olarak bilinen vergi oranları ile vergi hasılatı arasındaki ters ilişki, ne yazık ki, uygulamada kâğıt üzerinde sergilenen hoş sonucu vermemektedir. Bu test, 1970'lerin sonlarına doğru ABD'de başarısızlıkla sonuçlandığı gibi, Türkiye'de 1980 politikaları çerçevesinde bu yönde yapılan düzenlemeler de tam bir fiyasko ile sonuçlanmış, bugünleri bizlere miras bırakmıştır. 1980 politikaları mimarları da aynı mantıkla, yani vergi oranlarını hafifletip, cezaları ağırlaştırarak vergi kapsama alanını genişletmeyi hedeflemişti. İlk bakışta olumlu ve netice alınabilir bir politika gibi görülen bu uygulama, vergi oranlarının hafifletilmesi yanında, zamanla ağır cezalar da hafifletilerek, daha düşük vergi oranlarında, vergi kaçağı alanının aynı düzeyini koruması, hatta bir miktar arttırması ile neticelendi. Umalım, yeni deneme, geçmişteki senaryonun bir tekrarı niteliğinde olmaz! Sermaye kesimine bu kadar avantaj da yetmiyor olabilir. Hele de altyapısı oldukça geri bir sermaye yapısı, çok doğal olarak, başta emek olmak üzere, girdi maliyetlerini baskılamaya ve devlete yüklenmeye yönelir. Sermayenin genetik yapısını, bakın İsmet İnönü , 1933 yılında Kadro dergisinin 22. sayısında nasıl sergiliyor: ''...devlet inhisarları ve devletçilik aleyhinde hayalât kuran nice müteşebbis görmüşümdür ki, mevsiminde inhisarların piyasaya müdahale etmesi için, bütün idraklerini sarf ederler.'' Doku ve bu doku üzerinde yükselen güç ilişkisi böyle şekillenince, oda başkanının da, Maliye Bakanı'nın da, Başbakan'ın da gerçeği yansıttığını düşünmemek elden gelmiyor! İktisatçı Prof.İZZETTİN ÖNDER Cumhuriyet 06.12.2005 Evet her şey o kadar açık ki, prof. İzzettin Önder Hocanın da dediği gibi, memlekette her şey zenginlerin holdinglerin patronların çıkarı için.. Zaten biz çalışanlar bile onlar için,onların marjinal kar amaçları için bir araç değil miyiz? Tüm devlet organları onların emrine amade değil mi,? Çıkarılan tüm yasalar, tüm uygulamalar, tüm organizasyonlar, uygulanan tüm ekonomik,siyasal ve sosyal politikalar onların çıkarına göre düzenlenmiyor mu? Onlar daha fazla kar etsin, daha fazla zenginleşsin diye değil mi her şey? Turgut ÖZAL “ben zenginleri severim” ve “aklını kullanan kısa yoldan köşeyi döner, zengin olur” sözlerini boşuna dememiştir. O ait olduğu ve hizmetinde olduğu (sermaye-patron ) sınıftan yana tercihini, ortaya koymuştur. İktidara gelirken toplumsal kalkınmadan,hukuksal eşitlikten ve sosyal adaletten dem vuran, bu söylemler ile halı kandırıp oyunu alan AKP de aynı yoldan giderek aynı sınıfın hizmetinde sırtını ülke halkına ve emekçilere dönmüştür. -İktidara gelirken türlü popülist söylemler ile ve kutsal değerleri istismar ederek din sömürücülüğü ile halkı kandıran, fakirin fukaranın,garibanın ve haksızlığa uğrayanın iktidarı olacağı vadinde bulunan AKP acaba bugün neden sadece sermayenin patronların vergilerini düşürerek azaltıyor.? -Ülkenin kaymağını yiyen hakim sınıf-erk, Sermayeye, her türlü vergi muafiyeti,teşviki, vergi indirimi gibi kolaylıklar sunulurken, sık sık Kurumlar Vergisi indirimi yapılırken, ki pek çok holding patronunun devletin gözünün içine baka baka vergi kaçırdığı orta da iken, neden hala patronların yarı buçuk zar zor ödediği bu vergiler düşürülüyor indiriliyoır? Vergi yükünün yaklaşık %76 lık çok büyük kısmını omuzlayan, biz çalışanların ve alt gelir gruplarına mensup,asgari ücretli-işçi,memur,küçük esnaf,küçük üretici-atölyeci,çiftçi-köylü vs. gibi toplum kesimlerinin vergi yükünü neden hafifletmiyor? -En bariz örnek asgari ücretlilerin aldığı insanlık ayıbı ücret ortada iken ve bu ücret açlık sınırının bile çok altında ve bir aylık kira parasına yeterken, neden asgari ücretlileri vergi yükünden kurtarmıyor? -Yapılan gülünç zamlar ile, yaşantısı dar gelirliler arasında asgari ücretlilere daha da yaklaşan ve anca borç çevirerek hayatta kalmaya çalışan, iki yakası bir araya bir türlü gelmeyen kamu çalışanlarından-memurlardan neden yapılmıyor bu indirim? Zaten üç kuruş maaş alan, daha parası cebine girmeden vergisi kesilen memurların sefalete doğru sürüklenmesine göz yuman iktidar, emrinde ve hizmetinde olduğu İMF ve sermaye sınıfının direktifleri doğrultusunda, memurların iş güvencelerini elinden almak isteyerek, kamu çalışanlarının gelecekten ve yaşamdan umudunu ve bağlarını daha da zayıflatarak, onları esnek ve kuralsız bir çalışma şartlarında, ücretli köleliğe mecbur etmek istemektedir. -Dünyanın hiçbir yerinde böyle adaletsiz ve çarpık bir vergi sistemi mevcut değildir. Zira tüketimden alınan ÖTV,ÖİV,KDV vs gibi dolaylı vergiler ile gelirimiz daha da erimektedir. Tabir yerindeyse boğazımıza giden her lokmadan bile haraç niteliğinde vergiler kesiliyor. -Yine Dünyanın hiçbir yerinde mevcut bulunmayan ve akla mantığa zarar bir vergi olan, kira geliri sahibi dururken, gider yapan kiracıdan alınan STOPAJ VERGİSİ zulmü neden ortadan kaldırılmıyor ? Küçük esnafın,küçük üreticinin, küçük işyeri olanların zaten harcı borcunu zor kurtarırken, bu alt gelirli kesimlerin sırtlarındaki vergi yükü neden azaltılmıyor? Ülkemizde %76 gibi büyük bir çoğunluğu, alt gelir gruplarından ve çalışan halktan toplanan bu vergiler, acaba nerelere gidiyor? Neden halka hizmet olarak neden dönmüyor? Neden hala bu vergilerin karşılığı olarak, en temek insani hizmetler olan EĞİTİM VE SAĞLIK nitelikli,ulaşılabilir ve parasız olarak halka verilmemeye çalışılıp, para ile satılmaya çalışılıyor? İşte AKP iktidarının ADALET VE KALKINMA anlayışı. AKP iktidarının bu zihniyeti, başta Vergi Sistemindeki çarpıklık ve adaletsizlik olmak üzere, tüm ekonomik ve sosyal yaşamda, daha da adaletsizlik haline dönüşmektedir. Saygı ve dostlukla. Sedat.
  22. zeynoo,kralx ve şevval ilgi ve desteğiniz için teşekkür ederim sevgili arkadaşlar. Varolunun.
  23. SeDatsan şunu cevapladı bir başlıkta ileti içinde Güncel Konular
    Bu konuda şevval ve illaki rumuzlu arkadaşların söylediklerini daha gerçekçi buluyor ve kendilerine katılıyorum. 2.Emperyalist paylaşım savaşından sonra ABD bütün Dünyada bir Sosyalizm düşmanlığı yaratmak için milyar dolarlık bir bütçe ayırmış, Sosyalizmi yıkmak için başta gizli şer örgütü CIA i kurup, diğer kapitalist ülkeleri bu amacın arkasına yığmak için de, askeri bir örgüt olan NATOyu kurmuştur.Ayrıca ekonomik alan da kurulan örgütler bellidir ancak, konumuzun dışında kaldığı için değinmeye gerek yoktur. İşte emperyalist ABD nin Bütün Dünyada yürüttüğü anti-sosyalist--anti-kominist propaganda ve soğuk savaş dahilinde, CIA aracılığı ile NATO şemsiyesi altında bir yandan birçok Avrupa ülkesinde GLADİO örgütleri kurdurulduğu gibi, diğer yandan da aşırı islamcı-şeriatçı örgütlere destek verilerek, Afkanistanda Taliban gibi şeriatçı örgütleri iktidara taşımıştır. Yine Türkiyede NTV de yayınlanan belgeselde kanıtları iyice ortaya çıktığı gibi, 68 hareketiyle başlayan ve gitgide yükselen İşçi-emekçi mücadelesini, KAPİTALİST SINIFIN güdümünde bastırıp yok etmek amacıyla ve Devrimci harekete, kin-nefret ve düşmanlık ekseninde, CIA eliyle çeşitli dernek,vakıf ve Ocaklar kuruldurulmuş,bunlara milyar dolarlık kaynaklar ve antisosyalist söylemler aktarılmıştır. Öyleki bu dernek,vakıf ve Ocaklardan yetişenler, DİSK başkanı Kemal TÜRKLER gibi pekçok işçi emekçi önderin ve pekçok davrimci insanın katliamını üstlenmiş, birçok faili meçhul cinayeti de bu doğrultuda gerçekleştirilmişlerdir. Yine NTV de yayınlanan belgeselde, bu CIA tabanlı örgütlerin bir ucu, önceki hükümette iktidar ortaklığı yapan, Milliyetçi-Gerici-ırkçı siyasi partiye kadar dayananmaktadır. ABD nin SSCB nin etrafına adeta bir yeşil kuşak örerek halkı sosyalizme düşman etmekle, SSCB yi içerden ve dışardan çökertme planının bir parçası olan ve bizzat kendisi tarafından büyütüp geliştirilen El-Kaide- Usama Bin LADEN, bugün ABD ile "tavşan kaç tazı tut" danışıklı dövüşünü oynamaya devam etmektedir. SUSURLUKTA ortaya çıkan ancak,SEDAT BUCAK ve MEHMET AĞAR gibi ( ki bu olayın faiilerinden biri bu şahsı telefonla arayıp talimat almıştır)DERİN-SUSURLUKÇU şahısların Türk adaleti tarafından konuşturulamamasının neticesinde, MAFYA-SİYASET-DEVLET üçgeninin HUKUKSUZLUĞUNUN üzerine gidilemeyerek örtbas edilmiştir. İşte Şemdinlide ortaya çıkan bu DERİN ilişkiler ağı, KONTRA GERİLLA nın halkı birbirine karşı kışkırtma PROVAKASYON oyununun suçüstü yakalanmasıdır.
  24. SeDatsan şurada bir başlık gönderdi: Güncel Konular
    Ne kadar kolaydır birilerine ETİKET yapıştırmak. Hele hele bu birileri bizden değilse ve bizim gibi düşünmüyorsa, yandı vurun abalıya. Son zamanlara bazı çevrelerin önüne gelen herkese VATAN HAİNİ dediğine şahit oluyoruz. Bu sıfatı rastgele kullananların yaşayış, kültür, bilinç düzeyine ve hayata bakışına şöyle bir baktığımızda, bu insanların hiçbir birikime sahip olmadan sadece kulaktan dolmalar ve medya dan yapılan şoven yönlendirmeler ile birlikte feodal ilişkiler ile siyaseti tanımladıklarını görüyoruz. Eğer ille de birilerine VATAN HAİNİ denilecekse. Şöyle bir ülkeyi yöneten hakim erk e gelmiş geçmiş iktidarlara bakılmalıdır. Mustafa Kemal ATATÜRK önderliğinde Emperyalizme karşı verilen dillere destan kurtuluş mücadelesi ile elde edilen ulusal bağımsızlığımızı ve ulusal onurumuzu, başta ekonomik ve siyasal alanda bugün ayaklar altına aldıranlara şöyle bir bakılmalıdır. EĞER İLLEDE BİRİLERİNE VATAN HAİNİ DENİLECEKSE: Bu ülkenin et ile tırnağı olmuş toplum kesimlerini birbirine karşı kışkırtan dinsel-mezhepsel ve etnik ayrımcılıkla toplum kesimlerinin birbirine düşman olmasını sağlayan bir takım ırkçı ve şoven güruhun yaptığı hataya düşmeyelim. Eğer biz gerçek vatansever isek, önce kendimizi şöyle bir gözden geçirelim. BEN VATANIM İÇİN NE YAPIYORUM. VATANDAŞLIK GÖREVİMİ HARFİYEN YERİNE GETİRİYORMUYUM. Şayet biz gerçek vatan sevgisi ve yurttaşlık bilinci ile doluysak bu bize yeter. Ama ille de birilerini vatan hainliği ile suçlayacak olursak, bu Ne sağcılar, ne solcular, ne Türkler, ne Kürtler,ne Lazlar,ne Çerkezler,ne Türkmenler, ne Aleviler ,ne Sünniler, ne Laikler Ne anti-laikler değil. Ki bu tür ayrıştırmaları da kabul edilir bulmuyorum. VATAN HAİNİ DENİLECEKSE: -Değil 70 milyon, 175 milyonu doyuracak bu bereketli topraklarda,yeraltı ve yerüstü kaynaklarımızı yerli ve yabancı talancılara yağmalatıp peşkeş çekenlere, nihayetinde ülkede milyonlarca aç işsiz ve yoksul insanın sefalet çizgisinde yaşamasına neden olanlara denmelidir. -Dünyanın en güzel ülkesini götürüp İMF ye teslim edenlere, -Ayrıca AMERİKAYA Köle olup UŞAKLIK EDENLERE. -Memleketi pazara çıkarıp pazarlayanlara -İMF zoruyla 15 günde 15 yasa çıkaranlara, -Şeker ve tütüne konulan kotayı yasalaştıranlara. -Hortumcuların milyar dolarlık yüzlerce borcunu affedip birde üstüne üslük onlara İSTANBUL YAKLAŞIMI numarasıyla kredi verenlere -Hazine arazilerinin yabancılara satışına onay verenlere. -Her türlü kirli işi, mafyacılığı, çeteciliği yapanlara, -Karapara aklayanlara,kayıt dışı istihdam yapanlara, -Hayali ihracat ve vergi kaçıranlara, -İhalelerde yolsuzluk fesat rüşvet yiyen yada tüyü bitmemiş hakkını peşkeş çekenlere -Özelleştirme adı altında devletin en stratejik kurumlarını, yok pahasına altın tepsine yerli ve yabancı talancılara peşkeş çekenlere Şöyle iyice bir bakılmalıdır. O zaman Atatürk'ün de dediği gibi, şahsi emellerinin ülkenin geleceğinden önde gören hiyanet içerisndeki dahili ve harici bedbahları kolayca görebiliriz. SAYGILARIMLA.. Sedat.
  25. orhan pamuk pek severek okuduğum bir yazar değildir. ama eğer birilerine VATAN HAİNİ denilecekse. Şöyle bir ülkeyi yöneten hakim erk e gelmiş geçmiş iktidarlara bakılmalıdır. Mustafa Kemal ATATÜRK önderliğinde Emperyalizme karşı verilen dillere destan kurtuluş mücadelesi ile elde edilen ulusal bağımsızlığımızı ve ulusal onurumuzu, başta ekonomik ve siyasal alanda bugün ayaklar altına aldıranlara şöyle bir bakılmalıdır. EĞER İLLEDE BİRİLERİNE VATAN HAİNİ DENİLECEKSE: Bu ülkenin et ile tırnağı olmuşl toplum kesimlerini birbirine karşı kışkırtan dinsel-mezhepsel ve etnik ayrımcılıkla toplum kesimlerinin birbirne düşman olmasını sağlayan bir takım ırrkçı ve şöven güruhun yaptığı hataya düşmeyelim. Eğer biz gerçek vatansever isek, önce kendimizi şöyle bir gözden geçirelim. BEN VATANIM İÇİN NE YAPIYORUM. VATANDAŞLIK GÖREVİMİ HARFİYEN YERİNE GETİRİYORMUYUM. Şayet biz gerçek vatansevgisi ve yurttaşlık bilinci ile doluysak bu bize yeter. Ama illede birilerini vatan hainliği ile suçlayacak olursak, bu Ne sağcılar, ne solcular, ne Türkler, ne Kürtler,ne Lazlar,ne Çerkezler,ne Türkmenler, ne Aleviler ,ne Sünniler, ne Laikler Ne anti-laikler değil. Ki bu tür ayrıştırmaları da kabül edilir bulmuyorum. VATAN HAİNLİĞİ DENİLECEKSE: Değil 70 milyon, 175 milyonu doyuracak bu bereketli topraklarda,yeraltı ve yerüstü kaynaklarımızı yerli ve yabancı talancılara yağmalatıp peşkeş çekenlere, nihayetinde ülkede milyonlarca aç işsiz ve yoksul insanın sefalet çizgisinde yaşamasına neden olanlara denmelidir. Dünyanın en güzel ülkesini götürüp İMF ye teslim edenlere, Ayrıca AMERİKAYA Köle olup UŞAKLIK EDENLERE. Memleketi pazara çıkarıp pazarlayanlara İMF zoruyla 15 günde 15 yasa çıkaranlara, Şeker ve tütüne konulan kotayı yasalaştıranlara. Hortumcuların milyar dolarlık yüzlerce borcunu affedip birde üstüne üslük onlara İSTANBUL YAKLAŞIMI numarasıyla kredi verenlere Hazine arazilerinin yabancılara satışına onay verenlere. Her türlü kirli işi, mafyacılığı, çeteciliği yapanlara, Karapara aklayanlara,kayıt dışı istihdam yapanlara, Hayali ihracat ve vergi kaçıranlara, İhalelerde yolsuzluk fesat rüşvet yiyen yada tüyü bitmemiş hakkını peşkeş çekenlere Özelleştirme adı altında devletin en stretejik kurumlarını yok pahasına altın tepsine peşkeş çekenlere iyice bakılmalıdır.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.