Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Kemend

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    39
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Kemend tarafından postalanan herşey

  1. Arkadaşlar, konunun tartışılması sırasında nefs ve rûh kelimelerinin birbiriyle karıştırıldığını gördüm. Bu konuda net bir bilgi edinmek isteyen arkadaşlar -http://www.ozemre.com/index.php?option=com_content&task=view&id=215&Itemid=57- adresinde yer alan makâlenin konuyla ilgili birinci bölümünü okuyabilirler.
  2. -http://ean.btturk.net/nukleer-enerji-greenpeace-ve-turkiyenin-enerji-politikasi/- Ersin Arslan 08.04.2010 Nükleer Enerji, Greenpeace ve Türkiye’nin Enerji Politikası Uzun zamandır (belki birkaç senedir) değerlendirmelerimi aktarmak istediğim bu ağır konuyu, son günlerde Greenpeace’in internette (özellikle facebook’ta) çok sık rastlamaya başladığım insanları korkutarak yönlendirme faaliyetlerinin ardından derhal yazmaya ve buradan paylaşmaya karar verdim. Yazı biraz uzun fakat sizi sıkmadan tanımları, iddiaları ve bu iddialara yanıtlarımı açık ve anlaşılır bir biçimde vermek istiyorum. Nükleer güç (nükleer enerji ile elde edilen elektrik), atom çekirdeğinde mevcut olan nükleer enerjinin kontrollü bir biçimde çıkarılması ile elde edilir. Bunu kısaca açarsak; Nükleer reaksiyon sırasında ortaya çıkan ısı aracılığıyla santralde bulunan su buharlaştırılarak yüksek kinetiğe ulaşması sağlanır. Sonraki süreç ise fosil yakıtların kullanıldığı elektrik santrallerine benzer şekilde devam eder: Kinetik kazanmış su buharı, jeneratör milini tahrik eder ve böylelikle nükleer enerji, elektrik enerjisine çevrilmiş olur. Su buharının dönüşümünü yapmak için çevredeki su kaynaklarından (deniz, göl..) yararlanılır. Bildiğiniz gibi ülkemizde nükleer enerjiye karşı olan çeşitli Sivil Toplum Kuruluşları (STK/NGO) mevcuttur. Bu grupların önde gelenleri Greenpeace, Nükleer Karşıtı Platform (NKP) ve Küresel Eylem Grubu (KEG)’dur. Öncelikle bu grupların hiçbiri nükleer enerjinin neden kullanılmaması gerektiğini bilimsel argümanlarla insanlara anlatmazlar. Elbette nükleer enerji ile elektrik üretiminin avantajları olduğu gibi dezavantajları ve çözmesi gereken problemleri olabilir. Fakat bilimsel olarak nükleer enerjiye karşı çıkmak için elimizde ciddi bir argüman yoktur. Söz konusu gruplar çeşitli nedenlerle nükleer enerjinin çevre düşmanı olduğunu iddia ederler. İddialarını kısaca inceleyecek olursak; Nükleer enerjinin karbon salınımını azaltmadığını ve iklim değişikliğini engellemeye giden yolu tıkadığını, küresel ısınmaya karşı mücadele etmek için nükleer enerjiye karşı olmak gerektiğini savunurlar. Son 20 yılda Batı’da inşaasına başlanan reaktör sayısının sadece 2 olduğunu belirterek artık dünyada nükleer santral kurulmadığını ifade ederler. 1986 yılında Çernobil’de yaşanan kazanın her an tekrarlanabileceği konusuna tekrar tekrar vurgu yaparlar. Korku yayarlar. Nükleer enerjinin sadece elektrik üretimi için kullanıldığından ısınma, sıcak su ve ulaşım ihtiyaçları için fosil yakıtlar kullanılmaya devam ettiğini belirtirler. İşletme masraflarını çok yüksek bulurlar. En çok üzerinde durdukları iddia nükleer enerjinin çevresel etkisi olduğu için 1. iddia ile başlayalım. 1. İddia Küresel ısınmaya neden olan gazların azalması için nükleer enerjiye karşı çıkmak teknik olarak çok büyük bir tutarsızlığı içinde barındırmaktadır. 2008 yılında Benjamin K. Sovacool tarafından yapılan çalışmada [1] nükleer enerjinin CO2 emisyonuna katkısı 66.08 g/kWh olarak belirtilmiştir. Bu hesaplamada sadece sistemin çalışır haldeyken yaptığı katkı değil, inşaat, işletme ve söküm sırasındaki toplam katkı hesaplanmıştır. Sovacool’un çalışmasında yer alan bir çizelgeyi paylaşmak istiyorum; Çizelge 1 [1] Evet burada açık ve net olarak görüyoruz ki, karbon emisyonu bağlamında nükleer santraller, fosil santrallerin değil yenilenebilir enerji kaynaklarının yanında sıralamaya konması gereken bir enerji kaynağıdır. Önümüzdeki 50 yıl içinde nükleer enerji santralleri ömürlerini doldurup söküm sürecine girdikten sonra yaşanacak büyük çaplı karbon emisyonlarını aşağıdaki grafiğe bakarak görebilirsiniz; CO2 emisyonu & Nükleer Santrallerin Sökümü Grafiği Diğer yandan Greenpeace’in kurucularından Patrick Moore 2006 yılında kaleme aldığı Going Nuclear adlı makalesinde şöyle söylemiştir; “1970′lerin başında Greenpeace’ın kuruluşuna yardım ettiğimde diğer arkadaşlarım gibi ben de nükleer enerjinin nükleer tahribat ile aynı şeyler olduğuna inanırdım. Bu kanı Greenpeace’in Alaska’nın Aleutian adalarında yer alan kayalıkların kuzeybatı sahiline ABD’nin hidrojen bombaları testini protesto yolculuğunda oluşmuştu. 30 yılın ardından, bakış açım değişti, ve geri kalan tüm çevresel hareketler artık bakış açılarını değiştirmelidir. Çünkü nükleer enerji gezegenimizi bir başka muhtemel felaketten koruyabilecek tek enerji kaynağı olabilir; yıkımsal iklim değişikliği!” [2] Şimdi soruyorum, sevgili Greenpeace, NKP ve KEG destekçileri hani nükleer enerjiye karşı çıkarak küresel ısınmayı durduruyorduk? “Küresel ısınmaya hayır demek, ‘nükleersiz türkiye’ için çalışmak…” Bu sloganın ne kadar gülünç olduğunu ifade etmek için eklemem gereken başka bir şey kaldı mı yorumu siz değerli okuyucuma bırakıyorum. 2. İddia Son 20 yılda sadece 2 reaktör üretilmiş bu batının artık nükleer enerjiden vazgeçtiğini göstermekteymiş. Burada bir grafik ekleyelim.. Nükleer Güç Tarihi Son 60 yıllık süreçte yaşanan 2 kaza var. İlk kazanın ardından gördüğünüz gibi nükleer santrallerin yapımı yavaşlamış olsa da devam etmiştir. Hatta 1990’lara dek bu artış süreci devam ediyor. Sonra durağanlaşıyor. 1990 yılında sanayileşmiş ülkelerin elinde 400 GW’a yakın nükleer güç oluyor. Çok yüksek miktarda enerji üretim seviyesine ulaşıldığı ortada. Mutlaka bu kazaların yeni santral ihalelerinde etkisi olmuştur, fakat bu durağanlaşmanın en büyük nedeni sanayileşmiş ülkelerin sanayi ihtiyaçlarını karşılayacak enerji üretim düzeyine ulaşmış olmasıdır. Bir diğer yandan önümüzdeki yıllarda planlanan yeni santrallere bakacak olursak; Çin 100 adet, ABD 35 adet, Rusya 26 adet, Güney Kore 12 adet santral kurmayı planlamaktadır. [7] Şimdi bu noktada biz neden STK’lar aracılığıyla engellenmeye çalışılıyoruz? Neden dizi izlemekten sürmenaj olmuş halkın aklını korku reklamları ile çelmeye çalışıyorlar? Çünkü bizim sanayileşmemiz istenmiyor. 3. İddia Bir diğer iddia olan Çernobil kazasının tekrar olabileceği konusuna gelelim. Bu kazanın neden gerçekleştiği ile ilgili konuyu bilen herkesin kafasında iyi kötü bir fikir vardır. Ben teknik değerlendirmeden önce ekşi sözlükte gördüğüm ve çok beğendiğim bir benzetmeyi paylaşacağım; “cernobil reaktorundeki kazayi ozetlemek gerekirse, rus yapimi plastik bir lada otomobili, frenlerini cikartip, direksiyonunu sokup, camlarini siyaha boyayip ondan sonra yoku$tan a$agi salarak, “acaba kaza yapacak mi bu yav?” diye beklemek neyse, nukleer reaktor operasyonunda cernobil’de yapilan hatalar da onlardir.” [3] Olayı kısaca hatırlamak gerekirse, Rus bilim adamları reaktörde acil bir durum yaşandığında nasıl davranmaları gerektiğini test için bir tatbikat yapacaklardır. Bu tatbikatın Kiev elektriksiz kalmasın diye gece yapılmasına karar verilir ancak deneyimli bilimadamlarına bu gece mesaiye kalın denmez. Gece mesaide sadece stajyerler vardır. Reaktörün ilginç özelliği kendi çalışmasını sağlayan elektriği kendi üzerinden alması aynı zamanda soğutma işlemini sağlayan su devirdaiminin buhar türbinlerini döndüren su olmasıydı. Teknisyenler reaktörde denemeye başlamadan evvel devirdaimdeki su miktarını arttırırlar. Bunun sonucunda reaktörün içi aşırı soğur ve türbinlerin dönmesi için gerekli su buharını üretemez. Reaktördeki su buhar basıncının düştüğünü gören başka bir teknisyen toplam 52 tane olan ve hiçbir suretle asla 26′nın altına düşmemesi gereken kontrol çubuklarının sayısını niye bilinmez 6′ya düşürür. Muhtemelen buhar basıncının düşmesini hızlı bir şekilde kontrol altına almak için yapmıştır bunu. Bu olaydaki en önemli ve kritik noktalardan biri su buharını ayarlayan teknisyenle kontrol çubuklarını ayarlayan teknisyen arasında iletişim olmamasıdır. Kontrol çubuklarının sayısının 6′ya düştüğünü bilmeyen su buharı denetçisi teknisyen bir anda devirdaim sistemine çok su verdiğini fark eder ve çok kritik bir kararla sistemden su çeker. Bir anda azalan su seviyesi, 26 nın altına düşmemesi gereken kontrol çubuklarının sadece 6 adet olması sonucu az evvel aşırı ısı kaybeden reaktör çekirdeğinin çok hızlı bir şekilde aşırı ısınmasına neden olur. Hemen arkasından patlama gelir. Görüldüğü üzere bu kazanın gerçekleşmesi için adeta plan yapılıp uygulanmıştır. 1970’lerin teknolojisine sahip ve patlama gerçekleşmesi için gerçekten büyük çaba sarfedilen bu santral nedense bizim için artık bir korku filmine dönüştürülmüş durumda. Çünkü birileri yıllık elektrik enerjisi üretiminin, gelişmişlik düzeyine ait bir parametre olduğunu çok iyi biliyor! Bu kaza sonrası direkt ölü sayısı 56’dır. Sonrasında yayılan radyasyon sonrasında ölenlerin sayısı en fazla 4000 olarak belirlenmiştir.[4] Toplam 4056 ölü olduğunu varsaysak dahi bir yılda kömür ocaklarında yaşanan kazalarda ölen kişi sayısı yaklaşık 5000’dir.[2] Yani düz bir hesapla Çernobil’den bu yana 120000 insan maden ocaklarında ölmüştür. Kanser vakalarına gelirsek fosil yakıtlar çevreye sürekli çeşitli gazlar yayarak havanın kirlenmesine neden olurlar bizler de o gazları soluyarak hastalanırız. Nükleer santrallerin havaya yaydığı tek gaz “SU BUHARI” dır. Son 60 yılda sadece bir kez ölümcül kaza olmuştur ve bunun nasıl bir “kaza” olduğu yukarıda açıkça ortadadır. Bize STK’ların yaptırmaya çalıştıklarını şu örnekle çok daha iyi anlayabiliriz. İstanbul’dan Newyork’a gitmek istediğinizi düşünün. Uçak çok tehlikelidir, geçmişte önemli kazaları vardır diye uçağa binmemiz engellenmektedir (nükleer santraller, ki nükleer santraller aslında uçakla karşılaştırılamayacak kadar güvenlidir). New York’a en uygun seyahatin ancak oraya varıp varmayacağımız meçhul olan sıcak hava balonlarıyla yapılması uygun görülmektedir (yenilenebilir enerji teknolojileri) ayrıca bavullarımızı bırakmamız ve üzerimizdeki ağırlıkları da olabildiğince azaltıp balona öyle binmemiz isteniyor (enerji verimliliği). Gemiyle gitmemize de denizi kirlettiği için karşı çıkmaktadırlar (fosil santraller). Ben kısaca ne demek istediklerini ifade edeyim; “Newyork’a gitmeyin.” Eğer “evet gitmeyelim”, “evet sanayileşmeyelim ve gelişmeyelim” diyorsanız durum artık bu yazının konusu olmaktan çıkmıştır. Yaşanan bu kazayla ve radyasyonla ilgili bir yorum için; -http://www.uniksad.org/portal/ugur-akdag/turkiyede-nukleer-cehalet.html- bağlantısına da göz atabilirsiniz. 4. İddia Nükleer santral, sıcak su, ısınma ve ulaşım için çözüm değilmiş. Aslında cevap yazmaya dahi gerek olmayan garip ve gülünç bir iddia daha. Konuyu saptırmak ve insanların zihnini bulandırmak için söylendiği gayet açık. Fransa Nükleer enerjiyi burada bahsedilen her 3 alanda da kullanıyor. (yerden ısıtma sistemleri, sıcak su ve hızlı trenler) [5] Yeri gelmişken Fransa’daki toplam enerji üretimi grafiğine bakalım; Fransa’da Elektrik Üretimi Grafiği Ayrıca Elektrikli Arabalar dolaşıma girdikten sonra bunları neyle hareket ettirmeyi düşünüyordunuz? Kömür yakarak elde edeceğimiz elektrikle mi? 5. İddia İşletme masrafları konusuna gelince bir yenilenebilir enerji araştırmacısı olarak nükleer enerjinin işletme masrafları açısından yenilenebilir enerji ile kıyaslanmasını anlamakta gerçekten güçlük çekiyorum. Yenilenebilir Enerji ürünlerinin ne kadar uçuk rakamlarda olduğunu ifade etmek için World Solar Challenge yarışında 9. olan son güneş arabamız SAGUAR’ın 800.000 Türk Lirasına mal olduğunu ifade etmem yeterlidir sanıyorum. Aşağıdaki çizelgede Nükleer ile Kömür Santrallerinin enerji üretim maliyetleri karşılaştırılmıştır; Çizelge 2 [6] Görüldüğü üzere Nükleer ile Kömür santralleri hemen hemen aynı işletme giderlerine sahiptirler. Üstelik 2008 yılında MIT’de yapılan yeni bir çalışmada[8] teknolojinin gelişmesi ile durumun hızla Nükleer Santraller lehine kaydığını görmekteyiz. Yeni rakamlar 25 $/Mwh olarak bildirilmektedir. Gördüğünüz gibi astronomik işletme giderleri iddiası da safsatadan ibarettir. Sonuç Ben bu konuda Nükleer Enerji’ye tarafım, fakat iddiaları tarafsız bir gözle inceledikten sonra değerlendirme yaptım. Ortada STK’ların abarttığı gibi bir durum olmadığının uzun süredir farkındayım, dilerim ki herkes bu farkındalığa sahip olsun. Önüne gelen güzel tasarlanmış iyi paketlenmiş fikirleri düşünmeden insanlar ile paylaşmasın. STK’lar önce kendi kendilerine neden nükleer santrallere karşı olduğunu açıklamalılar. Ama bunu yaparken havadan ve sloganlaşmış içeriklerle değil, teknik geriplanda durumu değerlendirmeliler. Bildiğiniz gibi elektrik enerjisi kullanımı ülkelerin gelişmişlik düzeylerinin göstergesidir. Bir ülkenin az gelişmesini isterseniz enerji kullanım oranını minimum seviyede tutmanız gerekir. Bu durum en basit ifade ile o ülke halkının “otlanarak yaşadığı” anlamına gelir. Gelişmiş ülkeler kendileri dışındaki ülkelerin otlanarak yaşamasını isterler. Bunu da gizli kapalı değil, sivil toplum kuruluşları aracılığıyla gerçekleştirirler. Greenpeace ve benzeri STK’lar halkı yanlarına çeken göstermelik eylemler ile gelişmiş ülkelerin politikalarını insanlara onların yararınaymış gibi anlatarak uygulama çabasındadırlar. Sonuç olarak TAEK’in nükleer enerji ile ilgili açıklamasını paylaşıyorum; Nükleer santralların güvenlik değerlendirmesi bağımsız lisanslama kuruluşları tarafından son derece tutucu varsayımlara göre yapılmaktadır. Ayrıca bu santrallar işletmede oldukları sürede sürekli denetim altındadır. Bu nedenle nükleer santralların çevre ve insana zarar verebilecek şekilde kaza yapma riski, günümüzde kullandığımız diğer teknolojik ürünlere göre, yok denecek kadar azdır. Bir nükleer santralın çevresinde yaşayan insanlara yüklediği yıllık doz doğal radyasyonun çok altındadır. CO2 emisyonuna neden olmaz. Dünyada kurulu bulunan nükleer santraller yılda 2300 milyon ton CO2 emisyonuna engel olmaktadır. SO2 emisyonuna neden olmaz. Dünyada kurulu bulunan nükleer santraller yılda 42 milyon ton SO2 emisyonuna engel olmaktadır. NOx emisyonuna neden olmaz. Dünyada kurulu bulunan nükleer santraller yılda 9 milyon ton NOx emisyonuna engel olmaktadır. Atık kül üretimine neden olmaz. Dünyada kurulu bulunan nükleer santraller yılda 210 milyon ton kül üretimine engel olmaktadır. [9] Lütfen araştıralım, okuyalım, değerlendirelim ardından karar verelim. Lütfen oyuna gelmeyelim. Kaynaklar [1] Valuing the greenhouse gas emissions from nuclear power: A critical survey, Benjamin K. Sovacool, 2008 [2] Going Nuclear, A Green Makes the Case, Patrick Moore, 2006 [3] -http://sozluk.sourti...rnobil+faciası- [4] -http://en.wikipedia....rnobyl_disaster- [5] -http://www.world-nuc.../info/inf40.htm- [6] -http://www.nuclearto...asics/costs.htm- [7] -https://docs.google....pplications.pdf- [8] Business Risks and Costs of New Nuclear Power, Craig A. Severance, 2008 [9] -http://www.taek.gov....re-dostumu.html-
  3. Kur'ân'da ilgili âyet: A'râf sûresi âyet 172: Ve iz ehaze Rabbüke min beniy Ademe min zuhûrihim zürriyyetehüm ve eşhedehüm alâ enfüsihim* elestü BiRabbiküm* kalu belâ şehidna* en tekulu yevmel kıyameti inna künna an haza ğafiliyn; Hani Rabbin AdemoğulLARından, onların bellerinden (sülblerinden, genlerinden) kendi zürriyyetlerini ahzedip (alıp);onları kendi enfüslerine (nefslerine) işhad ederek (şahidlendirerek; ruhlarını kuvveden fiile çıkararak): “Elestu Bi-Rabbiküm= (Ben) değilmiyim Bi-Rabbiniz (olarak) ?”, (onlar da) “KALU=dediler, BELÂ=evet, Şehidna=bilfiil şahidiz”... Kıyamet Günü, “Biz bundan gâfil idik” demeyesiniz. İmtihanla ve imtihanın bize sorulup sorulmamasıyla ilgili olarak, üzerinde düşünebileceğimiz bir örnek vermek istiyorum. Bildiğiniz gibi ikinci dünya savaşı esnasında naziler musevîleri ellerinden geldiği kadar katletmeye gayret etmişler. Uyguladıkları imhâ yöntemlerinden birisi de gaz odaları. Musevîler duş alacaksınız kandırmacası ile bu odalara sokulup, süreç tamamlanıp, kapı tekrar açıldığında rutin olarak karşılaşılan manzara şöyleymiş: Cesetler üstüste yığılmış vaziyette. En altta çocuklar, çocukların üstünde kadınlar, en üstte ise erkekler. Verilen gaz havadan ağır olup yere çöktüğü için en üste çıkanlar, gaz oraya ulaşıncaya kadar bir iki dakika fazla yaşıyorlarmış. Bu örnekle ilgili olarak iki şey üzerinde düşünmek lazım. Birincisi bu insanlar normal yaşantılarını sürerken, daha henüz naziler ortada yokken böyle bir durumdan bahsedilse ve "Siz bir iki dakika daha fazla yaşamak için kadın ve çocukları ayaklarınızın altında çiğner misiniz" diye sorulsa verecekleri cevabı tahmin ediyorsunuzdur. "Aslâ yapmam." Bu olay imtihan konusuna ışık tutan bir örnek. İkincisi ise "Ben imtihan olmak yerine yok olmayı tercih ediyorum" diyenlerin, yok olmakla yüzyüze kaldıklarında imtihanı tercih edebilecekleri gerçeği. İnsanoğlu bir dakika daha fazla yaşamak için neler yapabiliyor. Bu durumla karşılaşmadan, yani bu konunun imtihanına girmeden, bizim neler yapabileceğimizden emin olamayız. Ayrıca sonuçta zaten hepimiz varlık sahnesinden silinip yok olmayacakmıyız.
  4. Allah Bizi Sınava Sokarken Sordu mu? Ahzâb sûresi 72. âyet: İnna aradnel emanete ales Semavati vel ‘Ardı vel cibali feebeyne en yahmilneha ve eşfakne minha ve hamelehel İnsan* innehû kâne zalumen cehûla; Muhakkak ki biz O Emanet’i (İlahi Hüviyet), Semavat’a, Arz’a ve dağlara arzettik de Onu yüklenmekten imtina ettiler (istidatları yetmedi) ve Ondan işfak ettiler (korktular, sakındılar)... Onu İnsan (?) yüklendi... Muhakkak ki O (İnsan) çok zalim ve çok cahildir.
  5. Güzel düşünce, sizi bu iş için uzaya gönderelim. Belki uzaylı sermayedarların dünyada yatırım yapmasını da sağlarsınız. Ayrıca nükleer atıklardan uzak kalmış olur, sağlıklı bir çevrede yaşarsınız.
  6. Yanlış anlamışsınız. Dedikleri şudur: Nükleer enerjiye bulaşma. Nükleer enerji tehlikeli. Nükleer enerji pahalı. Nükleere teknolojin yetmez, yine bağımlı olursun. Dünya nükleer enerjiden vazgeçiyor. Nükleer santraller birer birer kapatılıyor. Sen nükleere bulaşma, güneş enerjisi, rüzgar enerjisiyle idare et. Az enerji az üretim, üretemediklerini biz sana satarız. Bunların hepsi de palavra. Bu palavralarını yaymak için greenpeace gibi sivil toplum kuruluşları (!) nı kullanıyorlar. Nükleer santrallerin dışa bağımlılık oluşturduğu da tamamen bir palavra. Güney Kore 80'li yıllarda yurtdışından firmalara 3 adet nükleer santral yaptırmıştı. Şimdi ise Güney Kore'de bu üç santralin dışında, tamamen güney kore yapımı tam 18 santral daha mevcut. Bunlardan üretilen toplam enerji 15.000 MWe gücünde. 10 santral ise halen inşa halinde. Toplum olarak zaafımız söylenenleri araştırmadan kabullenmek. Bunu da gayet güzel kullanıyorlar. quote name='CYRANO' date='03 Mayıs 2010 - 12:53' timestamp='1272880394' post='870783'] Yani gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelere enerji satmak yerine, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmeyi mi dayatmaktadır ? Bir ülkenin enerji ihtiyacını kendi başına karşılayabilmesinin bazı şartları vardır. O ülkenin toprakları içerisinde yeterli doğal kaynağın olması. Hidrolik santrallerin yapımına uygun akarsular. Petrol ve doğalgaz kaynakları, kömür madenleri gibi. Eğer bunlar yeterli değilse o ülkenin iki seçeneği vardır. Ya dışarıdan enerji ithal etmek ya da doğal kaynak gerektirmeyen Nükleer enerjiye başvurmak. İkinci seçenek için de şartlar vardır. Nükleer santral inşa edecek ve işletecek teknolojiye sahip olmak. Bu da yoksa, o zaman bir ülke ile anlaşırsınız sizin topraklarınızda nükleer santral inşa eder, işletir üretilen enerjiden elde edilen geliri bölüşürsünüz. Yine dışarıya bağımlı olursunuz. Zira yaptığınız sadece teknoloji kiralamaktır. Emin ol gelişmiş ülkeler, enerji ihraç etmek yerine, yenilenebilir enerji kaynaklarına yöneltmeye yönelik politika yapmazlar Yüzmilyarlarca doların döndüğü dev bir pazardır, enerji ve enerji teknolojisi ihracı. Türkiye'ye bakarsak. Türkiye Nükleer enerjiye geçiş kararı alınca, kendi nükleer santrallerini inşa edip, enerjide dışa bağımlılıktan kurtulmayacak. Zira henüz kendisine ait bir televizyon bile üretemeyen Türkiye'nin, Nükleer enerji kullanacak teknolojiye ulaşması ne bileyim ölçülebilir bir zaman diliminde görünmüyor şu an
  7. Uzaylı sermayesini dünyaya çekmek için bazı ekonomik paketler uygulamaya konulup işsizlik azaltılabilir. Vergi muafiyeti, yatırım indirimi, teşvikli veya serbest bölgeler (sibirya, 51. bölge, niğde gibi sevdikleri yerler cazip gelebilir) önerilebilir. İşgücü olarak dünyalılar çalışacak. Üretilen mal uzaylılar tarafından evrene pazarlanacak. Dünya'da istihdam sorunu kalmaz. Ama yatırım yapacak olan gelsin. Uzaylının sıcak parasını istemiyoruz. Fakir bir gezegen olabiliriz ama gururluyuz.
  8. ben uzaylının zeki, çevik ve greenpeace dolduruşuna gelmeyenini severim. kaç uzaylı ile karşılaştınız muhtemelen?
  9. "yenilenebilir enerji kaynaklarının gelişmesinin beklenmesi" gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkeleri uyutmak için "acele etme, biraz daha bekle" politikasıdır. bir gün bir uzaylı ile karşılaşırsam " niye bu kadar acele ettiniz kardeşim, yenilenebilir enerji kaynaklarının gelişmesini bekleseydiniz " derim.
  10. 1989 yılında Bob Lazar adında bir fizik mühendisi, Las Vegas televizyon istasyonlarından biri olan KLAS’da bir basın açıklaması yapmış ve S4 Bölgesi’nde UFO’ları yeniden oluşturmayla ilgili mühendislik projesinde görev almış olduğunu iddia etmişti. UFOların yerçekimini itici güç sistemine dayalı motorları üzerinde çalışmalar yaptığını söyledi. Bunların güç kaynakları bir anti-madde reaktörüydü. Bob Lazar'aa göre disk şeklindeki uzay araçları bir tür atom reaktörüne sahiptirler.bir tür termoelektrik jenaratörü olan bu reaktör elektrik enerjisi üretiminde kullanılıyor.bu reaktörü çalıştırmak için element 115 denen yüksek oktanlı bir sıvı, element 116 denen bir başka elemente dönüşerek çekirdek parçalanması ile anti nükleeer tepkime meydana getirmektedir.bu işlem sonucu % 100 enerji dnüşümü gerçekleşerek reaktörde muazzam bir ısı oluşturulmaktadır.bu antimadde reaktörü bir tür anti nükleer enerjiyle işletilen mini bir termoelektrik santralidir.burdan elde edilen elektrik enerjisi dalga klavuzuna ve yerçekimi amplifikatörlerine sürülmektedir....
  11. Dünya üzerinde şu anda çalıştırılmakta olan toplam 349.063 MWe gücündeki 104 Nükleer Santralin ürettiği enerji Kömür Santrallerinden elde ediliyor olsaydı: 1. 872.657.500 ton kömür kullanılacaktı 2. 2.094.378.000 ton CO2 havaya salınacaktı 3. 41.887.560 ton SO2 havaya salınacaktı 4. 8.762.575 ton NOX havaya salınacaktı 5. 209.473.800 ton atık kül üretilecekti 6. 69.812.600.000 becquerel radrasyon yayılacaktı Ülkemizde nükleer santral yapımını engellemeye çalışan Green Peace örgütünün saf ve temiz kalpli üyeleri ! Kimlerin, hangi amaçlarına hizmet ettiğinizi düşünün !!!
  12. AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYÎ'de Mİ'RÂC NEŞ'ESİ Ahmed Yüksel Özemre Mi'râc Nedir? Mi'râc insanın, bedeninin ölümü vuku bulmadan önce, Yaradan'ına visâlinin yâni kavuşmasının idrâkini yaşamasıdır. Bu, hayâl ve vehimden âzâde, Cenâb-ı Hakk tarafından lûtfedilen otantik ve ontolojik bir mânevî tecrübedir. Bu mânevî tecrübe esnâsında insan esfel-i sâfiliynin idrâkinden Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna yükseltilerek Aslına rücû' ettiğine, kendi katresinin Hakk'ın Zât ummânında, ya da zerresinin O'nun Nûr'unda yok olarak, fânî olduğunun idrâkinde iken, aslında bizâtihî Hayy ve Bâkıy olduğuna şâhit olur. İşte bu, Kur'ân'da Yakıyn kelimesiyle ifâde olunan hâldir. Bu kesbî değil vehbî bir hâdisedir. Cenâb-ı Hakk bunu dilediği kuluna lûtfeder. İlk Mi'râc irâdî değil, gayrı irâdîdir. İlk defâ Mi'râc'ı gerçekleşen kimse havsalanın ihâta edemediği bu olayın Celâl'inin ve Cemâl'inin dehşet ve letâfeti karşısında böyle bir olayın bir daha zuhur etmesini ihtirâsla arzular. Bu muazzam olayın bahşettiği mânevî zevk ve hayret dünyevî hiçbir zevk ve hayretle kıyaslanamaz. Ancak Cenâb-ı Hakk seçtiği bâzı kullarına bu ilk Mi'râc'dan sonra istedikleri zaman huzûruna ref olunmalarına izin vermektedir. Kendisine Mi'râc lûtfedilen kimseye "velî" ya da bir galat-ı meşhûr olarak "evliyâ" denilir. Arapça bir kelime olan velînin Türkçe'deki karşılığı "dost"tur. Velâyet'in olmazsa olmaz şartı Mi'râc'ın gerçekleşmiş olmasıdır. Demek ki kendisine Mi'râc lûtfedilen kimse "Allāh'ın Dostu" olmaktadır. Bir hadîs-i kudsîde: "Benim Velîlerim kubbelerimin altında gizlidir" denilmektedir. Velî, çok istisnaî hâller hâriç, kendisinin velî olduğunu ve Mi'râc esnâsında Cenâb-ı Hakk ile arasında vuku bulan harîmiyyeti aslā dile getirmez; Mi'râc'ını bir öğünmeye ya da bir iddiaya, dâvâya mesned vesiylesi kılmaz. Mi'râc'ın edebi budur. Mi'râc öylesine sırlı bir hâdisedir ki Cenâb-ı Hakk bâzı velî kullarını bu olayın idrâkinden dahî setreder; yâni velî olduğunun idrâkinde olmayan velîler de vardır. Kezâ öyle velîler vardır ki ilk defa Mi'râc'a mazhar olduklarında bu yaşadıklarının bir Mi'râc olduğunu idrâk etmezler de daha sonraki bir Mi'rac'larında bu olayın ve öncesinin idrâki kendilerine verilir. Mi'râc'da Cenâb-ı Hakk kuluna çok lûtfda ve ikrâmda bulunur; ona Yakıyn ve Hikmet verir ve Esmâ'ü-l Hüsnâ'sı ile bezeyerek tekrar esfel-i sâfiliynin idrâk düzeyine rahmeten irsâl eder. İlk Mi'râc'ını yapanlarda genellikle büyük bir cezbe zuhur eder. Eğer bu cezbe hazmedilemezse, Hallâc-ı Mansûr misâlinde olduğu gibi, garib hâller ve herkesin kolaylıkla hazmedemeyeceği bir takım şathiyât-ı sôfîyâne zuhur eder. Her velî cezbesini hazmedebilmek için bu hâlinden anlayan bir mürşide muhtaçtır. Cezbesini hazmeden bir Velî ise Mi'râc'ında kendisine ne lûtfedilmişse bu Şehâdet Âlemi'ne yeniden irsâl edildikten sonra onu izhâr etmeğe başlar. Eğer İlm bahşedilmişse İlm-i Ledün'ü ehline tevdî eder. Eğer Eş Şâfi' ismi gâlib kılınmışsa maddî ve mânevî şifâ dağıtıcı olur. Eğer Er Rabb ismine mazhar kılınmışsa kâmil bir Mürebbi'-i Mânevî olur, ve ilh... Bunun ötesinde velî bu Şehâdet Âlemi'nin esrârı artık kendisine gizli olmadığından bütün bu âleme ve bu âlemdekilere "Fe eynemâ tüvellû, fe semme vechullāh" âyetinin medlûlünün gerektirdiği biçimde hep bir Rahmânî Nazar ile bakar. Anlayana bu, O'nun en mütebâriz vasfıdır. Cenâb-ı Hakk'ın Velî kullarına Mi'râc'da bâzen lûtfettiği bir husûs daha vardır. O da Mi'râc'dan sonra bu velî kulların herhangi bir olay hakkında sarf ettikleri sözlerin Kader'in hükmüne paralel olması keyfiyetidir. Avâm bunu müşâhede ettiği zaman bu zevâta sanki "bütün bu olaylar, onlar, bunların böyle olmasını irâde ettikleri için böyle tecellî ediyorlarmış" zannıyla Kutupluk izâfe eder. Mi'râc sübjektif bir olaydır; bunu objektifleştirmek mümkün değildir. Onun için herhangi bir kimsenin evliyâ olduğunu ifâde etmek ancak bir hüsn-i zandan öteye geçemez. Filâncanın büyük bir evliyâ olduğunu şiddetle iddia edenleri bir ân için durup düşünceye sevk eden ve verilmesi gereken en iyi cevap: "Bu zâtın evliyâ olduğunu nereden biliyorsunuz? Yoksa Mi'râc'a beraberce mi çıktınız?" olmalıdır. Bununla berâber Mi'rāc'ı yaşayanların bir kısmı cezbelerini söndürmek ve hem gönül ehli kimseleri Mi'râc'ın künhüne âşinâ kılmak hem de Mi'râc'dan sonra kavuştukları hâlete, Mi'râc Neş'esi'ne işâret etmek üzere şiirlerinde, nefeslerinde, ilâhîlerinde yaşamış oldukları bu mânevî tecrübeye ve bunu izleyen devreye şu ya da bu şekilde temâs etmekten de kendilerini alıkoyamazlar. Fakat bu olay gerçekte söz kalıplarına sığmadığı, tam anlamıyla dile getirilemediği için de sâdece istiârelere sığınılır. Bundan ötürü Mi'râc'ı, hakkıyla, ancak yaşayan bilir. Bununla berâber bunu şiir ve nefesle dahî paylaşmaktan tevakkıy eden çok çok sırlı velîler de vardır. Hüdâyî Dîvânı'nda Mi'râc Neş'esi Azîz Mahmûd Hüdâyî (1541-1628) Dîvânı'nın büyük bir bölümü sâdece onun Mi'râc neş'esini aksettirmektedir. Bu Dîvân'daki şiirlerden yalnızca birinin bir mısraı bu olayın bizzât yaşanmış olduğune delâlet etmektedir: Şu cân kim sırr-ı Ev-ednâ'ya erdi1, Beğim ol matlab-ı a'lâya erdi, Safâ-i zirve-i ulyâya erdi, Riâyet eyleyen saff-ı niâli. Bakıp kalma nükūş-i Kâinat'a! Çalış ma'nâya, er bâkıy hayâta! Hüdâyî vâsıl oldu Nûr-i Zât'a; Geçen âşık Celâl'i vü Cemâl'i. Bu Mi'râc'dan sonra Hüdâyî yeni bir Mi'râc özlemini de şu türlü dile getirmektedir: Yine gönlüm Dost illerin özledi, O illere bir kez dahî varam mı? Dost dîdârın bizden yeter gizledi, Bir gün ola hûb cemâlin görem mi? Hüdâyî diğer şiirlerinde ise Mi'rac'ın mâhiyetini ve hâlâtını istiârelerle tasvîr etmekte, Mi'râc'ın vukuuna özlemini dile getirmekte ve Mi'râc'ı gerçekleşen bir kimsenin nelere nâil olacağını coşkulu bir dille anlatmaktadır. İlk üç beyiti Vahdet Âlemi'nden Nüzûl'ü son dört beyiti de İnsân Âlem'inden Hakk katına Mi'râc'ı anlatmakta olan şu nefesi de ilgi çekicidir: Ezelden aşk ile yanageldik2; Hakîkat şem'ine pervâne geldik. Tenezzül eyleyib Vahdet İli'nden, Bu kesret âlemin seyrâna geldik. Geçib fermân ile bunca avâlim, Gezerken âlem-i insâna geldik. Fenâ buldu vücûd-i fânî mutlak; Bıraktık katreyi Ummân'a geldik. Nemiz ola Hudâyâ3 Sana lâyık Hemân bir lûtf ile ihsâna geldik. Umarız irevüz bâkıy huzûra, Civâr-ı Hazret-i Rahmân'a geldik. Geçib âhir bu kesret âleminden, Hüdâyî halvet-i Sultân'a geldik. Burada insanın Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna çıkışını remzeden "katre-Ummân", istiâresi önem taşımaktadır. Bu istiâreye ve buna benzer "katre-Bahr", "katre-Deryâ", "zerre-Âfitab", "zerre-Hurşîd" ve "zerre-Şems" istiâreleriyle daha başka nefeslerde de sık sık karşılaşıyoruz: Güneş'den nûr alıb zerre, Ola kim Bahr ola katre, Gidib usr, erile yüsre; Hudâ zulmâtı Nûr ede! * * * İstersen deryâ edersin katreyi Kudretin Hurşîd eder her zerreyi Cümle âlem Senden alır behreyi Hep Senindir Pâdişâhım hep Senin * * * Varlığın eyle zâil! Olagör Hakk'a vâsıl! Geç katreden ey gāfil! Bahr ile Ummân gelsin! * * * Her kim ki katreden Bahr'e erişti, Kapıdan bakarken sadre erişti. Hüdâyî, şüphesiz kadre erişti, Hakk'ın ihsânına erüb gelenler. * * * Hurşîd'e atub zerreyi, Bedr-i temâme lem'ayi, Deryâya salub katreyi, Ummân ederler Hû ile. * * * Nice bir ehl-i kıyl u kāl olalım, Bedre irgür yeter, hilâl olalım, Vâsıl-ı Şems-i bîzevâl olalım, Sâkin-i suffe-i kemâl olalım!... * * * Sâlik bula ümidi, Zerre bula Hurşîd'i, Bulmağa bu tevhîdi, Gel Hû diyelim yâ Hû. * * * Varlığın eyle zâil, Olagör Hakk'a vâsıl, Geç katreden ey gāfil, Bahrile Ummân gelsin! * * * Ey katreyi Ummân eden, Ey nutfeyi insân eden, Ey dertlere dermân eden, Senden meded, Senden meded. * * * Geç Hüdâyî sûret-i mânâyı gör! Katreyi ko, lücce-i Ummân'a bak! * * * Hüdâyî eriştir feth-i bâbe, Varalım hazret-i ni'mel maâbe, Geçür zerrâtı, iregör Âfitâb'e, Efendi katreden Deryâ'yı iregör! Mi'râc'da katre yalnızca Ummân olmamakta, ya da zerre yalnızca Âfitâb'a ermemekte fakat kul aynı zamanda Kadîmî Yâr'a erip Nûr-i Kadîm'i (yâni öncesi olmayan Nûr'u) görüp Envâr-ı Zât'a da garkolmaktadır: Gönül verme nükūş-i Kâinât'a, Geçip fânîden ir bâkıy hayâta, Safâ bul gark olup Envâr-ı Zât'a, Yürü bülbül kadîmî Âşiyân'a! * * * Sıdk ile gir yoluna dildârın, Bezl et ol matluba cümle vârın, Ârif ol, görme yüzün ağyârın, Gör cemâlin kadîmî Yâr'ın! Zulmet-i gafleti dilden süregör, Aç gözün Nûr-i Kadîm'i göregör, Kasdedib Hakk'ı Yakıyn'e iregör, Tâ kemâle erişe ikrârın! Âkil ol, hayr işi ta'cil eyle, Evliyâ hâlini tahsil eyle, Fânîyi Bâkıy'e tebdil eyle, Bîhisab Iss'ı ide bâzârın! Özetlemek gerekirse, Hüdâyî'ye göre: İnsânın Mi'râc'a mazhar olması tıpkı katrenin Ummân'da, zerrenin Şems'de, insanın Zât Nûru'nda fenâ bulmasına benzer şekilde, izafî varlığının zâil olmasıdır. Bu fenâ, mücerred anlamda fânî olmak değildir; bu bir anlamda "aslen bâkıy" olmaktır. Bu "fenâ ender fenâ" ve "bekā ender bekā" makāmıdır. Yâr'ın vechini idrâk ettiren bu olay Yakıyn'ın da ne olduğunu idrâk ettiren kemâlin ta kendisidir. Böylece her zerre tıpkı Güneş gibi nûrlu ve kudretli olur. İşte evliyâların hâlleri böyledir, vesselâm! * * * [1] Vezni: Mefâîlün + Mefâîlün + Feûlün. [2] Vezni: Mefâîlün + Mefâîlün + Feûlün. [3] Hudâyâ: Ey Hudâ!
  13. Yazılmış alnına her ne ise, reddi nâ kabil. Hüner bu defter-i âmâl-i ömrü hoşca dürmektir. Musaddaktir tâ Ezel'den mühr-i Hikmet'le, Cihân'a gelmekden maksad bu tatbikati görmektir Neyzen Tevfik
  14. Kemend

    Rüzgâr Enerjisi

    RÜZGÂR ENERJİSİNİ İHMÂL ETMEMEK, AMA ABARTMAMAK DA GEREKİR! Yakın Gelecekteki Enerji Darboğazı Dünyâ'nın birincil enerji kaynakları maalesef sınırlıdır. Bugünkü tüketim oranları göz önünde tutulacak olursa, en iyimser tahminlerle: 1) ham petrol rezervlerinin 2030-2050, 2) doğalgaz rezervlerinin 2070-2090, ve 3) kömür rezervlerinin de 2150-2170 yıllarında tükenmiş olacağı hesaplanmaktadır. Bu birincil enerji kaynaklarının hepsi de kimyasal yanma sonucu enerji sağlar ve bu enerji genellikle elektrik enerjisine dönüştürülür. Dünyâ'nın şimdilerdeki enerji ihtiyâcının % 75 kadarını bu üç kaynak karşılamaktadır[1]. Bu birincil kaynaklar aracılığıyla elektrik üretiminin avantajları, bu üretimin: 1) sürekli, ve 2) üretim düzeyinin âyarlanabilir olmasıdır. Böylece üretim süreci tamâmen üreticinin irâdesine ve kontrolüne bağlı olmaktadır. Sürecin dezavantajı ise çevreye verdiği kesin zarardır. Bu zarar: 1) salgılanan gazlar, ve 2) arta kalan küller aracılığıyla ortaya çıkar. Salgılanan karbon dioksit "sera etkisi"ne, azot oksit ve sülfür oksit de "asit yağmurları"na sebeb olur. Arta kalan küller ile bunların havaya karışan tozları yalnızca çevre kirliliğine yol açmakla kalmaz, aynı zamanda kansere kadar varabilen bir dizi akciğer hastalığına da yol açabilmektedir. Özellikle petrol ve kömürün kansere sebeb olan maddeler ihtivâ ettiği bilinmektedir[2]. Bu birincil enerji kaynaklarının "kesinlikle çevre dostu olmadıkları" aslā red edilemeyecek bir gerçektir. Bununla beraber bunların birdenbire gözden çıkarılmasının maddî refahı da toplumsal kalkınmayı da sürdürebilmeyi imkânsız kılacağı âşikârdır. Bu bakımdan "Sürdürülebilir Kalkınma" modeli ileri sürülmüştür. Sürdürülebilir kalkınma, beşerî ihtiyaçlar ile Tabîat arasında mâkul bir denge kurarak doğal kaynakları tüketmeden, gelecek nesillerin ihtiyaçlarının karşılanmasına imkân verecek şekilde bugünün ve geleceğin hayatını ve kalkınmasını kabûl edilebilir sınırlar içinde programlamak demektir. Böyle bir program teknolojik ve stratejik bir dizi etkin tedbirin tasarımlanıp uygulanmasını da zorunlu kılmaktadır. Bu tedbirlerin başında: 1) yenilenebilir enerji kaynaklarını devreye sokup yaygınlaştırılması, 2) enerji tüketiminin de bir takım kayıtlara bağlanması, 3) isrâfın önüne geçilmesi gelmektedir. Meselâ bir ton çelik üretimi için A.B.D.nde 700 litre petrol sarf edilirken, bu üretimi teknolojik olarak optimize etmiş olan Japonya'da aynı iş için yalnızca 550 litre petrol sarf edilmektedir. Şu hâlde, bütün üretim zincirleri daha az enerji tüketerek daha fazla üretim sağlayacak şekilde teknolojik gelişmeye tâbî tutulmalıdır ki bu da 1) ek araştırma-geliştirme, ve buna uygun olarak da 2) yeni teknoloji üretimi için yatırımlar ve dolayısıyla da mâliyetin artması demektir. Bunun için gerekli olan sürenin ve mâliyet artışının alınmak istenen bu tedbirlere frenleyici etkisi göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür. Bütün bu tebdirler atmosfere salgılanan karbon dioksitin, azot ve sülfür oksitlerinin mikdârının azaltılması için elzemdir. Aksi takdirde Dünyâ'mız sera etkisiyle global bir ısınmaya sebeb olacak bir sona doğru gidecektir. Bu, Dünyâ'daki hayat için ölümcül sonuçlara yol açabilecektir. "Kyoto Sözleşmesi" bu global ısınmanın önüne geçmek ve atmosfere salgılanan karbon dioksit mikdârını azaltmak için alınması gereken bir dizi tedbirler içermektedir. A.B.D. ise, millî sanayiini olumsuz yönde etkileyeceğini savunarak, bu anlaşmaya uymayacağını ilân etmiştir. İşte bunun içindir ki yenilenebilir enerji üretiminin önemi Kyoto Sözleşmesi'nden sonra iyice artmış bulunmaktadır. Dünyâ elektrik ihtiyâcının % 16 sını sağlamakta olan ve karbon dioksit, azot ve sülfür oksitleri gibi gazlar salgılamayan nükleer santraller göz önüne alınacak olursa, hâlen faal olan 432 nükleer santralin tümü, bir yılda: 872.657.500 ton kömür isrâfına, 2.094.378.000 ton CO2 gazının salgılanmasına, 41.887.560 ton SO2 gazının salgılanmasına, 8.726.575 ton NOx gazının salgılanmasına, 209.437.800 ton atık külün üretimine, ve 69.812.600.000 Becquerel'lik bir radyasyonun yayılmasına engel olmaktadırlar. Bu veriler nükleer santrallerin, bu bağlamda, ne denli çevre dostu olduklarını göstermek husûsunda yeterlidir. Rüzgâr Enerjisi Tıpkı nükleer enerji gibi rüzgâr enerjisi de karbon dioksit, azot ve sülfür oksit gazları salgılamadan ve kül bırakmadan elektrik enerjisi üretebildiği için günümüzde önemi artan, "Kyoto Sözleşmesi" ideallerine uygun, yâni sera etkisine katkısı olmayan bir üretim biçimidir. Ancak bu enerji üretim biçiminin günün birinde petrolün, ya da doğalgazın veyâhut kömürün, ya da en azından nükleer enerjinin yerini alabilecek kadar verimli ve vüs'atli bir üretim biçimi olduğunu savunmak aslā mümkün değildir. Durumu aydınlatmak üzere bir mukāyese yapmak isâbetli olacaktır. Bugün elektrik üreten rüzgâr türbinlerinin en yaygın tipinin: 1) rotoru yerden 40-50 metre kadar yüksekte, 2) palet çapı 43 metre, ve 3) nominal kurulu gücü de 600 kW (0,6 MW) civârındadır. Böyle bir türbinin verimi ise optimal rüzgâr şartlarında % 20 civârındadır[3]. Yâni bu türbinin, pervânelerinin optimal rüzgâr hızında döndüğü varsayılacak olursa, kurulu gücü yalnızca: 600 kW x 0,20 = 120 kW gibi bir etkenliğe sâhip olacaktır. Türkiye'nin sâhillerinin uzunluğu 8333 km dir. Sâhillerimizin her kilometresine bu türden bir rüzgâr türbini kurulmuş olsa en iyi verim şartı altında bu 8333 rüzgâr türbininin[4] etken kurulu gücü, ancak: 8333 x 0,60 MWe x 0,20 = 1000 MW, yâni tek bir nükleer santralin etken kurulu gücü kadar olacaktı[5]. Bu kabil bir projenin ilk safhada iki önemli hendikapı vardır: Bir rüzgâr türbininin ömrü 20 yıldır; oysa, bir nükleer santralinki 40 yıldır. Bu vüs'atte bir projenin mâliyeti 5 milyar € civârındadır[6] ; oysa, aynı etken kurulu güce sâhip iyi bir nükleer santrali % 44 kadar daha ucuza yâni 2,8 milyar €'ya tesis etmek mümkündür. Kurulu güç ile etken kurulu güç arasındaki kavram farkının ve yukarıdaki mukāyesenin karar mercileri tarafından mutlakā idrâk ve temyiz edilmesi lâzımdır. Bununla beraber, bu mülâhazalar rüzgâr türbinlerinden sarf-ı nazar edilmesi gerektiği şeklinde aslā algılanmamlıdır. Dünyâ hızla bir enerji darboğazına doğru gitmektedir. Bu durumda enerji üretiminin her türünden yararlanmak gerekecektir; ve hattâ öyle bir an gelecektir ki mâliyet mülâhazaları dahi üretim biçimi seçiminde bir kıstas olmakdan çıkacaktır. Rüzgâr Türbinleri Bugünkü yaygın teknolojisiyle, rüzgâr türbinleri: 30-120 metre arasında değişen bir sütûnun tepesine yerleştirilmiş olan, uzunluğu 15-36 metre arasında değişen 2 ya da 3 paletin rüzgârın kinetik enerjisiyle döndürdüğü yatay bir rotordan ibârettir. Rüzgârın etkisiyla dönen rotor kendisine bağlı bir jeneratör aracılığıyla elektrik üretir. Rotorun çıkış gücü paletlerin süpürdükleri alanla orantılıdır. Meselâ 27 metre uzunluğunda paletleri olan bir santralin çıkış gücü 225 kW ise palet uzunluğu 2 misli arttırılırsa paletlerin süpürdükleri alan 4 misli artacağından çıkış gücü de 900 kW olacaktır. Şimdiye kadar gerçekleştirilen en büyük rüzgâr türbini ise 2000 yılında Almanya'da Gravenbroich'da hizmete girmiştir ve 2,5 MW nominal güce sâhiptir. Bir rüzgâr türbinin paletlerinin dönebilmesi için mâruz kaldıkları rüzgârın hızının en az 4,5-5 m/s ya da 16,2-18 km/h olması gerekmektedir. Rüzgâr türbininin tatminkâr bir verimle çalışması için ise yıllık rüzgâr hızı ortalamasının 15 m/s yâni 54 km/h olması optimaldir. Eğer rüzgârın ânî hızı 25 m/s yâni 90 km/h ise orta çaptaki bir rüzgâr türbini, 30 m/s yâni 108 km/h ise de hangi çapta olursa olsun, paletlerin parçalanmaması için, bütün rüzgâr türbinlerinin derhâl durdurulması gerekmektedir. Bu münâsebetle rüzgâr türbinleri en az iki türlü otomatik frenleme sistemiyle donatılmaktadır. Çağdaş bir rüzgâr türbininin rotorunu ve paletleri taşıyan konik, tüp sütûn şeklindeki gövdesi çelikden ya da nâdiren betonarmeden îmâl edilir ve içindeki merdivenle, bakım ekibinin rotora ulaşmasını sağlar. Yirmi yıl önce bir rüzgâr türbininin fabrika teslim (FOB) fiyatı, ortalama olarak, 3000 $/kW iken bugün bu fiyat 1000 €/kW gibi bir meblâğa düşmüş bulunmaktadır. Buna: 1) türbinin kurulacağı alanın bedelini, 2) türbinin, kurulacağı yere kadar taşıma masrafını, 3) türbin temelinin inşaat masrafını, 4) montaj masrafları, 5) sigorta masraflarını, 6) çeşitli banka masraflarını, ve 7 ) millî elektrik şebekesine bağlanma masraflarını da ilâve etmek gerekir. Bir rüzgâr türbininin yıllık bakım masrafı ise mâliyetinin, genellikle % 2 ya da % 3'ü kadar bir meblâğ tutmakta, fakat santral yaşlandıkça bu oran artabilmektedir. Rüzgâr türbinlerini: 1) karada, ve 2) kıyı ötesinde (off shore), yâni denizde kıyıya yakın bir yerde kurulu tipler olmak üzere mütâlea etmek gerekir. Kıyı ötesi bir rüzgâr türbini, en azından 1000 ton çeken betonarme bir kesonun içi birkaç bin ton çakılla doldurularak deniz dibine indirilmiş zemini üzerine ve taşıyıcı sütûnun 4 ilâ 10 metre kadarı su içinde kalacak şekilde inşâ edilmek zorunda olduğundan mâliyeti de, bakım masrafları da, montaj masrafları da, çeşitli aksâmın yıpranma oranları da daha yüksek olur. Bir rüzgâr türbininin ömrü genellikle 20 yıldır. Ancak türbinin çabuk aşınan paletleri ve rotorun bir bölümü gibi aksâmını zamanında yenileriyle değiştirmek sûretiyle bu ömrü bir mikdar uzatmak mümkündür. Bunun için türbinin mâliyetinin % 20 ilâ % 30'u kadar ek bir masraf yapmak gerekir. Önemli sayıda rüzgâr türbinini bir araya toplayan bir rüzgâr çiftliği (ya da rüzgâr tarlası) kurulmak istenir ve kezâ fabrika ile tesis sâhası arasında 1000 km'den daha büyük bir uzaklık olursa, taşıyıcı sütûnların tesis sâhasına yakın bir yerde îmâl edilmesi mâliyetin nisbeten düşük olmasını sağlayacak bir önlemdir. Rüzgâr türbinleri îmâlâtçıları bunların disponibilitesinin yâni emre âmâde olmasının % 98 civârında olduğunu bildirmektedirler. Geriye kalan % 2 nin ise türbini işletmenin mümkün olmadığı rüzgâr hızlarından kaynaklandığını bildirmektedirler. Bu görünüşe de aldanmamak gerekir. Kullanıcıyı ilgilendiren, disponibiliteden çok, türbinin bulunduğu mevkide esen rüzgârlar dolayısıyla türbinin bir yılın ortalamasında ne kadar etken bir güçle enerji ürettiğidir. Ayrıca bu % 2 lik oranda türbinin altı ayda bir bakım ve aşınmış parçalarının değişim süresi de hesaba katılmış değildir. Rüzgâr Türbinlerinin Bellibaşlı Mahzurları Bir rüzgâr türbininin bir taraftan rotorunun içindeki dişlilerin, diğer taraftan da paletlerin çıkardıkları uğultu eski rüzgâr türbinlerinin 300 metre kadar uzağında dahi rahatsız edici nitelikte iken bugünkü teknolojik ilerlemeler sâyesinde uğultu düzeyini yarı yarıya düşürmek mümkün olmuştur. Bugün 600 kW nominal güçte, ve palet uzunluğu 21-22 metre olan bir türbinin 200 metre uzağındaki uğultu düzeyi 60 desibel civârındadır. Eğer bir yerine, kulaklarımıza eşit uzaklıkta iki türbin varsa bu durum uğultu düzeyini 3 desibel arttırır. Bu konuda uğultu kısıtlayıcı uluslararası bir standart bulunmamaktadır. Bununla beraber, rüzgâr türbinlerinin en çok bulunduğu ülkelerden biri olan Danimarka'da bir santralin 300 metre uzağındaki uğultu düzeyinin 45 desibel'den daha düşük bir düzeyde olması taleb edilmektedir. Uçan kuşların rüzgâr türbinlerinin dönen paletleri tarafından parçalanması da çevrecileri düşündüren bir husûstur. Özellikle A.B.D.nde Kaliforniya'da Altamont'da kurulu olan rüzgâr türbinlerinin âdetâ bir duvar oluşturmaları bu mevkide nâdîde bâzı kuş sürülerinin büyük ölçüde itlâfına yol açmaktadır. En fazla rüzgâr türbinine sâhip olan Danimarka'da bu sebepden dolayı vuku bulan kuş itlâfının, ülkenin millî elektrik şebekesinin tellerine takılarak itlâf olan kuşlara oranla daha az olduğu iddia edilmişse de, bunun isâbetli bir mukāyese olmadığı, ve olayı tahfîf etmeye yönelik olduğu açıktır; çünkü Danimarka'nın millî elektrik şebekesinin tellerinin kapladığı alan rüzgâr türbinlerinin paletlerinin toplam rotasyon alanından kat kat büyüktür. Rüzgâr türbinlerinin bir büyük mahzuru da elektromagnetik dalga ahîzeleri üzerindeki bozucu etkileridir. 2002'de Fransa'da Sanayi Bakanı'nın talebi üzerine Millî Frekans Kurumu tarafından hazırlanmış olan 22 sayfalık "Radyo Dalgalarının Rüzgâr Türbinleri Tarafından Bozulması" konusundaki rapor[7] bu olguyu bir kere daha gözler önüne sermiş bulunmaktadır. Bu olgu rüzgâr türbinlerinin yayınlayabilecekleri bozucu elektromagnetik sinyallerden ileri gelmemektedir. Nitekim rüzgâr türbinlerine uygulanmakta olan Elektromagnetik Uyumluluk (CEM) normları türbinler tarafından yayınlanan sinyallerin civardaki alıcılar üzerinde herhangi bir etki icrâ etmelerinin önüne geçmektedir. Rüzgâr türbinlerinin sebeb oldukları pertürbasyonlar bunların taşıyıcı sütûnlarının ve paletlerinin elektromagnetik dalgaları yansıtma ve difraksiyona uğratma yeteneklerinden ileri gelmektedir. Böylece radyo alıcılarında sinir bozucu parazitler, televizyon ekranlarında da ses ve imaj kalitesinde düzeltilmesi mümkün olmayan bozulmalar zuhur etmektedir. Rüzgâr Enerjisiyle Üretilen Elektriğin Mâliyeti Rüzgâr enerjisinden elektrik üretimi son 5-6 yılda, teknolojisi bakımından olduğu kadar yaygınlığı bakımından da hızlı bir gelişme göstermiştir. 1997 yılında Dünyâ'daki kurulu toplam nominal güç 7183 MW, Avrupa'daki ise 4453 MW iken 2002 yılı sonunda bu, Dünyâ genelinde 31.127 MW'a ve Avrupa'da da 23.291 MW'a yükselmiştir. Özellikle nükleer enerji karşıtı çevreciler durumu abartarak 2020 yılında Dünyâ'daki kurulu nominal gücün 1.200.000 MW'a erişeceğini(!?), ve kilovatsaat (kWh) başına üretim bedelinin de 0,05 €'dan 0,03 € civârına inebileceğini iddia etmektedirler. Bu duruma da aldanmamak gerekir; zîrâ özellikle Avrupa ülkelerinde rüzgâr enerjisi hükümetler tarafından değişik fonlarla % 30 civârında desteklenmektedir. Rüzgâr enerjisi teknolojisini araştıran araştırma enstitülerinde bu destek oranı daha da fazladır. Buna karşılık Dünyâ'nın hiçbir ülkesinde nükleer enerji için devlet sübvansiyonu yoktur. Hâlen Dünyâ'da 31.127 MW kurulu toplam nominal güce sâhip olan tüm rüzgâr türbinlerinin ortalama etken üretim gücü: 31.127 x 0,2 = 6.225,4 MWe civârında yâni ancak 6 adet nükleer santralin etken gücüne bedeldir. Bugün rüzgâr türbinleriyle üretilen elektriğin kilovatsaati, en optimal şartlarda bile, 0,05 € dan biraz fazladır. Bu değer nükleer santrallerde üretilen elektriğin kilovatsaati ile hemen hemen atbaşı gitmektedir denilebilir. Son Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi'nde AECL firmasının teklifi kuruşlandırıldığında bunun üreteceği elektriğin kilovatsaati 0,0456 $, Westinghouse'ınki ise 0,0726 $ bulunmuştu. Buna karşılık Fransa gibi, nükleer kökenli elektrik üretimi toplam elektrik üretiminin % 76 sını oluşturan ve nükleer santrallerini standartlaştırmış bir ülkede nükleer kökenli elektriğin mâliyeti kilovatsaat başına, 0,01-0,02 $ mertebesindedir. Hollanda için bu, 0,02 € dur. Buna karşılık çevrecilerce sıkı bir işbirliği içinde olan rüzgâr türbini yapımcıları ve pazarlayıcıları yayınlarında, tam bir dezinformasyon stratejisiyle, nükleer kökenli elektriğin kilovatsaat başına mâliyetinin 0,115-0,14 $ arasında olduğunu(!?) yaymaya çalışmaktadırlar. Sonuç Dünyâ'nın birincil enerji kaynakları sınırlıdır. Öyle bir an gelecektir ki her türlü enerji kaynağından elverdiği kadar yararlanmak yoluna gidilecektir. Rüzgâr enerjisi de, tıpkı nükleer enerji gibi, sera etkisine ve asit yağmurlarına yol açmayan, dolayısıyla Kyoto Anlaşması'nın şartlarına uygun bir üretim türüdür. Ancak, rüzgâr enerjisi: Nükleer enerji de dâhil olmak üzere, bugünkü birincil enerji kaynaklarının boşluğunu doldurması mümkün olmayan, Sürekli üretim yapamayan, ve Birincil enerji kaynaklarının aksine, üretim düzeyi de isteğe göre değil, esen rüzgârın keyfine göre zuhur eden bir üretim türüdür. Gerek çevre gerekse çıkar mülâhazalarıyla rüzgâr enerjisini destekleyenler karar mercilerine tesir etmek için yaygın bir dezinformasyona başvurmakta ve bir rüzgâr türbininin nominal gücünü ön plâna çıkarmaktadırlar. Oysa önemli olan enerji üretim sisteminin nominal gücünden çok etken üretim kapasitesidir. 600 kW nominal güçteki bir rüzgâr türbini ancak bunun % 20'si kadar bir etken güçle elektrik üretebilmektedir. Meselâ 600 kW nominal gücündeki bir diesel jeneratörüyle bir yılda üretilen elektrik 600 x 365 x 24 = 5.256.000 kWh'tir. Ama aynı nominal güce sâhip bir rüzgâr türbini bir yılda ancak: 5.256.000 x 0,2 = 1.051.200 kWh civârında elektrik üretebilmektedir. Türkiye'nin önce (petrol, doğalgaz, kömür, uranyum, toryum gibi) kendi birincil enerji özkaynaklarını değerlendirmesi ve bunların yetmemesi hâlinde rüzgâr enerjisinden yaygın bir biçimde yararlanması isâbetli olacaktır. [1]Geri kalan % 25'lik bölüm ise: nükleer enerji, hidrolik enerji, rüzgâr enerjisi, güneş enerjisi, jeotermal enerji ve biyomas enerjisi tarafından sağlanmaktadır. Bu kategori içinde nükleer enerji, kandi başına, Dünyâ elektrik enerjisi ihtiyâcının % 16'sını karşılamaktadır. [2]Kömür yataklarında toryum ve uranyum filizlerinin de bulunması, kömürün yanmasıyla çevreye radyoaktif tozların yayılmasına sebeb olmaktadır. Elbistan termik santralinden çıkan küllerin serili olduğu alanda radyoaktivite düzeyi bu alanda sürekli dolaşmanın riskini arttıracak kadar endîşe vericidir. [3]Filvâki çok iyi rüzgâr şartlarına sâhip birkaç mevkide % 20 yi birkaç puan aşan sonuçlar elde edilmiş ise de bu istisnaî birkaç hâldir. [4]Hâlen Dünyâ'da hiçbir ülkenin bu kadar çok rüzgâr güç santrali yoktur. [5]Meselâ son Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi'nde Westinghouse firmasının teklif ettiği 1218 MWe nominal kurulu gücü olan santralin etken kurulu gücü: 1218 MWe  0,85 = 1035 MWe idi. [6]600 kW nominal gücünde ve karada kurulu bir rüzgâr türbininin fabrika teslim (FOB) fiyatı, Nisan 2002 îtibâriyle, 585.000,- € idi. Bugün ise karada kurulu bir rüzgâr türbininin fabrika teslim (FOB) fiyatı, ortalama olarak, 1000 €/kW olarak hesaplanmaktadır. [7]Bk.- -http://www.anfr.fr/f...rt_eolienne.pdf- Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre -www.ozere.com-
  15. Kemend

    Tasavvuf ile Taoizm

    Bir Nuriye Akman Röportajı Sabah Gazetesi 08.10.2001 Tasavvuf ile Taoizmin anahtarı bir Türkiye'nin ilk atom mühendisi, çeşitli uluslararası bilim kurumunda Türkiye'yi yıllarca temsil eden, Atom Enerjisi Kurumu'nun eski başkanı, Ahmet Yüksel Özemre, enerjiden tasavvufa, fizikten müziğe, felsefeden edebiyata kadar ilgilenip üretmediği bir alan kalmayan, çok özel bir insan. Türkiye'deki pek çok "önemli" değil de "değerli" insan gibi bugün kıyıda, arka cephede, kendi entelektüel çalışmaları içinde yaşıyor. Vaktiyle solcuların "sağcı", sağcıların da "solcu" diye damgalayıp hayatını zindana çevirmeye çalıştığı Özemre, olaylar, mahkemeler, hastalıklarla dolu zorlu yaşamındaki bilimsel ve sosyal birikimlerini 300 makaleye, halen üniversitelerde okutulan 12 cilt ders kitabına ve ayrıca 14 kültür içerikli kitaba aktarmayı ihmal etmedi. Bu arada çeviriler de yaptı. "Meraklısının" heyecanla izlediği bu kitaplardan biri Kaknüs Yayınları arasında 1998'de çıktı: "İbn Arabi'nin Füsus'undaki Anahtar-Kavramlar". Kitabın yazarı Prof. Toshihiko İzutsu, ömrünü dünya tarihindeki pekçok mistik düşünceyi incelemeye adayan bir Japon. İzutsu, orijinal adıyla, "Tasavvufta ve Taoizmdeki Felsefi ve Anahtar Kavramların Karşılaştırmalı Bir incelemesi"nde İbn Arabi ile, Türk okurunun kısaca Tao olarak bildiği, Lao Tzu ve Çuang Tzu'nun dünya görüşlerinin şaşırtıcı benzerliklerini ortaya koymuştu. Özemre'nin yetkin çevirisiyle iki yıl önce meraklılarıyla buluşan birinci cildin ardından sabırsızlıkla beklenen ikinci cilt de geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Özemre bu ciltte de çarpıcı güzellikte bir çeviri sunuyor okura. Hem tad alıyor, hem anlıyorsunuz. "Entelektüel blokajları" nedeniyle birinci kitaptaki İbn Arabi ile ilgilenmeyen okurları, hiç değilse bu ikinci kitaptaki "Tao" ile buluşmaya çağırıyorum. - İzutsu'nun kitabından sayenizde çok yararlandım, sağolun, varolun. Bu kitabı tercüme etme ihtiyacı nasıl doğdu sizde? - Efendim; küçüklüğümden beri benim tasavvuf ve özellikle de İbn Arabi'nin Vahdet-i Vücud öğretisini idrak etmek hususunda bir şevkim ve heyecanım vardı. Bunda, gayet tabii, hem okuduğum hem de bulunduğum muhitlerin tesiri büyük olmuştur. 1967'de rahmetli Prof. Toshihiko İzutsu'nun bu kitapları elime geçtiği zaman, okur okumaz hemen tercüme etmeye başladım. Bir buçuk sene sonra bu tercümeye ara verdim. Aradan yirmi beş sene geçtikten sonra şevkim yeniden geldi. Tercümeyi 3,5 yılda bitirdim. - Izutsu'nun Arapça'dan İngilizceye yetkin bir tercüme yapabileceğine dair kafanızda soru işaretleriniz oldu mu? - Olmadı; çünkü Prof. Izutsu hem Japonya'da Kyoto üniversitesinde hem de Kanada'da McGill Üniversitesi'nde zamanını paylaşan, pekçok batı dili yanında çok iyi Arapça, Farsça, Çince, Türkçe bilen kıymetli bir zat. Eserlerinin beş-altı tanesi de zaten muhtelif zevat tarafından Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Sadece Füsus ve Taoculukla ilgili eseri büyük zorluklar arzettiğinden tercüme edilmemişti. Bu tercüme de fakire nasip oldu. - İlk kitap ne kadar sattı? - "İbn Arabi'nin Füsus'undaki Anahtar Kavramlar" Prof. Isutzu'nun eserinin birinci bölümünü teşkil eder.Baştanbaşa Füsus'un semantik bir incelenmesi ve şerhi olan bu eser, onbir ay gibi kısa bir zamanda, üçbin tane sattı. İkinci baskısı ise bitmek üzere. Bu eserle ilgili olarak pekçok kişiden teşekkür babında faks, e-mail, telefon aldım. Çoğu evime kadar gelerek "Allah senden razı olsun" dediler. Kanaatimce Füsus'un ruhunu bu eserden daha iyi bir şekilde anlatan başka bir şerh yoktur. - Türk okuru da bayağı açmış İbn Arabi'ye demek. Hiç ummadığınız insanların elinde görüyorum kitabı. - Sebebi şudur: Türkçe'de bulunan ve yeni harflerle basılmış iki Füsus tercümesi var. Nuri Gençosman'ın Milli Eğitim Bakanlığı klasiklerinde yayınlanan ve Ahmet Avni Konuk'un Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı yayınlarında çıkan. Bunlardan biri tercüme diğeri de lisanının çok ağdalı olması sorunu bakımından anlaşılamıyordu. Prof. Izutsu'nun batı felsefesi kalıplarına göre yazmış olduğu ve de benim de çevirmiş olduğum bu kitapta ise, idraki yeterince olgunlaşmış bir kimse için, Füsus'un anlaşılmayacak bir tarafı kalmıyor. Bu bakımdan Füsus'a ve İbn Arabi'ye aşık olan Türk halkı bundan memnun oldu, çeviri büyük ilgi gördü. - Tabii Türk halkı dediğniz zaman 70 milyondan değil, tasavvuf kültür ve terbiyesine aşina kimselerden bahsediyorsunuz herhalde. - Elbette. Füsus'u anlaşılabilir bir kitap halinde ortaya koyabilecek bir şerhin bulunması gerekiyordu. Bundan evvel Kaşani, Sofyalı Bali Efendi, Bosnalı Abdullah, Muhammed Nurül Arab vb... gibi pekçok kimsenin şerhi var. Ama bunlar dil açısından ve latin harfleriyle basılmamış yayınlar. Yeni Türkçe'yle basılmış, bugünkü Cumhuriyetin bize kazandırmış olduğu idrak düzeyi ve felsefe kavramlarıyla anlaşılabilecek tek şerh Profesör Izutsu'nun kitabıdır. - Tao'yu içeren ikinci kitabın çevirisi ne kadar zamanda bitti? - Füsus'u okuyanlar, Izutsu'nun kitabının ikinci kısmını da tercüme etmemi telefonla, e-postayla ve evime kadar gelerek benden taleb ettiler. Benim, Türk halkını ilgilendirmeyeceği düşüncesiyle, bu ikinci kısmı tercümeye hiç niyetim yoktu. Fakat bu kadar ısrar karşısında dayanamadım ve bu tercümeyi bir buçuk senede bitirdim. - Taoizm-Tasavvuf buluşması hiç ilgiyi çekmez olur mu? Görürsünüz bu kitap da çabuk tükenecek. - Milattan dört beş asır önce Çin'de Pekin civarında zuhur eden Lao-Tzu adında (artık efsanevi biri midir yoksa gerçekten yaşamış biri midir buna kimse tam manasıyla karar veremiyor) bir bilgenin yazdığı Tao Te Çing diye bir kitap var. 81 bölümden oluşan kısa bir kitap. Buna yaklaşık yüz sene sonra bir yorum getiren Çuang-Tzu diye bir başka Taocu düşünürün bir kitabı daha var. Profesör Isutzu, Tao Te Çing ve Çuang-Tzu'nun buna getirdiği yorumu temel alarak Taoculuk'taki anahtar kavramların da semantik bir incelemesini yapıyor. - Ve sonra benzerliklerine şaşıyor, değil mi? - Evet, görüyor ki semantik olarak incelediği İbn Arabi'nin tasavvufundaki anahtar kavramlarla Lao-Tzu ve Çuang-Tzu'nun Taoculuğundaki anahtar kavramlar arasında hemen hemen birebir bir tekabüliyet var. Birbirinden 9500 km uzaklıkta üç kişi...İkisi Pekin'de Milat'tan dört beş asır önce zuhur etmiş. Üçüncüsü Milat'tan oniki asır sonra İspanya'da zuhur etmiş. 17-18 asırlık bir zaman aralığı ve büyük bir lisan farkı var: 28 harfle yazılan Arap alfabesi, 40 bin idiogramla yazılan Çin alfabesi. Şimdi bu düşünürlerin aynı şeyleri söylemesi ve aynı dünya görüşünü dile getirmesi ve bu aynı dünya görüşünü dile getirirken de bunların arkalarındaki kavramsal çerçevenin hemen hemen aynı oluşu, Profesör Izutsu'yu ve buna vakıf olan herkesi hayran bırakan bir özellik. - Sizin bu eşsiz buluşmaya yorumunuz nedir? - Cenab-ı Hakk kendi esrarını muhtelif iklimlerde ve muhtelif zamanlarda istediği şahısların gönlüne istediği neşve ve renklerle bezenmiş olarak indirme kudretine sahiptir. İbn Arabi gibi Hz. Muhammed'in şeriatına bağlı biri de, herhangi bir peygamberin şeriatına bağlı olmayan Lao-Tzu ve Çuang-Tzu da, tek bir ilah olduğunu ve bu ilahın Varlığın çeşitli kademelerden nüzul ederek (inerek) tecelliler halinde idrakimize hitab etmesini de kozmik istihalenin (dönüşüm, transformasyon) mahiyetini de aynı görüş açısından teşhis etmişlerdir. - Allah şunu mu demek istiyor; varlık bilgisinin tekeli tek bir dinde değil? - Herkes Allah'ın kulu. İslam itikadına göre Adem de bir İslam peygamberidir, Musa da, İsa da, Muhammed (s.a.v.) de... İslam, Allah'ın insanlara: 1) kendisine ve 2) kendi yarattığı kadere iman etme ve teslim olma çağrısıdır. Adem'den Muhammed'e kadar hepsi bu öğretiyi getirmiştir. Yalnız aralarında zaman ve zemine uygun olarak farklı şeriatlar vardır. Mühim olan Allah'a ve O'nun hükmüne inanmak ve teslim olmaktır. Nitekim Kuran'da Bakara suresinin 62. ayeti şöyle demektedir: "Şüphe yok ki inananlar ile yahudilerden, hıristiyanlardan ve sabiilerden Allah'a ve ahiret gününe inanalar ve iyi işler yapanlar için Rabb'lerinin katında ecirler vardır. Onlar için artık korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır". www.ozemre.com
  16. Kemend

    KURBAN KESİLMELİ Mİ?

    Sayın AED Yazdıklarınızı gerçekten anlayamıyorum. Neden kurban konusunda yapılmış değişik yorumları buraya aktarmak mecburiyetinde olayım? Mantık yapınızı gözden geçirmenizde fayda var.
  17. Sayın AED, Anlayışsızlığımdan olsa gerek, yazdıklarınızın tamamını anlayamadım. Anlayamadığım yerleri yazsam, lütfedip cevap yazar mısınız? (Yazınızın başında "Kendi aklımızı Kur'ân'ın önüne geçirmediğimiz sürece" cümlemi alıntıladığınız ve ayrıca inandığım dini inanç İslam olduğu için burada sizin kullandığınız dinsel inanç kavramı yerine İslâm'ın kitabı olan Kur'ân'ı koyuyorum.) Doğru anladıysam, yazınızda aklımızı Kur'ân'ın önüne geçirmememiz nedeniyle gerçekleşen bazı toplumsal olaylara değinip bu olayları yorumlayarak, herkesin aklını Kur'ân'ın önüne geçirmesi gerektiği sonucunu ortaya koymayı amaçlamışsınız. Anlayamadığım kısımlara gelince; 1. Sorum: Bi kere günah olur biiir.. (Bu ihtimal düşünüldüğü için ceza hazırdır. Bundan o kadar korkulur ki bunun için bile tanrıya yalvarılır<beni inançtan ayırma> diye) Kur'ân'da mükâfaat ve cezâ kavramları vardır. Bu kavramlar diğer dinlerde de vardır. Toplumsal hayatın âileden başlayıp devlete kadar uzanan her diliminde de toplumlara göre farklılık arz eden bir mükâfaat ve cezâlandırma sistemi vardır. Kur'ân'da da cezâlandırma kavramının bulunmasında, müslümanların tespit edemediği, sizin tespit etmiş olduğunuz problem nedir? Örneğin ben aklımı Kur'ân'ın önüne geçirmeye korkarım. Fakat ben de sizin gibi aklımı Kur'ân'ın önüne geçireceksem, öncelikle Kur'ân'da cezâ kavramının bulunmasından kaynaklanan sakıncayı bilmek isterim. Yazınızda bu sakıncanın ne olduğu yer almıyor. Lütfedip cevap verirseniz sevinirim. 2. Sorum: "Hurafelerden kurtulunacağı için o insana diş geçmez ." Bu cümlenizi anlamadım. Siz anlayıp yazdıysanız bravo. Türk Dil Kurumunun hurâfe kelimesi karşılığında verdiği açıklama: "Dine sonradan girmiş yanlış inanç" Hurâfelere karşı birlikte mücâdele edebiliriz. Bu aklınızı Kur'ân'ın önüne geçirmenizi hiç mi hiç gerektirmez. 3. Sorum "O insanı alıp <sen müritsin> <sen kulsun> deyip istediğiniz yere bir koyun misali yönlendiremezsiniz." Kur'ân'da diğer insanlara, nefsimize, aya güneşe v.b kulluk etmemiz istenmez. Sâdece Allah'a kulluk etmemiz istenir. Kur'ân'a göre cezâi sorumluluk taşımayanlar çocuklar ve akıl hastalarıdır. Bu iki grubun dışında kalan herkes, bütün fiillerinden sorumlu tutulmaktadır ve yine Kur'ân'a göre bu sorumluluk bir başkasına devredilemez. Yâni müslüman "Ben falancaya uydum, dolayısıyla günah işlediysem suç benim değil" diyemez. Müslüman Kur'ân'ı okumak, muhkem âyetleri anlamakla yükümlüdür. Bu sorumluluğunu da başkasına veyâ başkasının aklına devredemez. Günümüz toplumlarının hukuk sistemlerinde olduğu gibi mukâfaat ve cezâlar şahsîdir. Kur'ân'a inanan kimse nasıl olur da Kur'ân'ın tüm bu uyarılarına rağmen koyun gibi güdülmeyi kabul eder de yine Kur'ân inancına göre hem dünya hem ahiret hayatını tehlikeye atar? Ayrıca Kur'ân'da " bir tarîkata mürid olun, şeyhin dediklerini Kur'ân'a aykırı olsa bile yapın, para verin, hizmet edin, villa alın, bmw - mercedes alın, yoksa başınıza şu gelir" diyen bir âyet de yok. Dolayısı ile Kur'ân'a tâbî olan kişinin Kur'ân'a tabî olmasından dolayı niçin bir koyun gibi yönlendirilebileceğini anlamadım. Sayın AED acabâ size özel vahy geliyor da, size gelen bu vahyi Kur'ân'ın içeriği ile mi karıştırıyorsunuz? Lütfedip cevap verirseniz sevinirim. 4. Sorum: "O insanın parasının bir kısmını <kurban sektörüne> akıttıramazsınız." Bu cümlenizden kurban sektörünün para akıtılmaması gereken zararlı bir sektör olduğunu düşündüğünüz anlaşılıyor. Fakat niçin zararlı olduğuna dâir bir bilgi vermemişsiniz. Elinizdeki bu önemli bilgiyi lütfen gizlemeyin, bizimle paylaşın. 5. Sorum "Yine maddiyatının bir kısmını bilmem ne vakfı ve derneği, bilmem ne kursları," Vakıf, dernek ve kurslara para verilmemesini söylüyorsunuz, fakat bunun sebebini de açıklamamışsınız. Vakıf, dernek ve kursların zararlı kuruluşlar olduğuna dâir bir bilginiz varsa lütfen gizlemeyin, bizimle paylaşın. Yardımda bulunma (infak) konusunda Kur'ân'ın emrettiği, ana- baba, akrabâ, yetim, fakir ve yolda kalmış olanlara yardım etmemizdir. Bu konuda aklımızı Kur'ân'ın önüne niçin geçirmemiz gerektiğini de anlamadım, açıklarmısınız. Lütfedip cevap verirseniz sevinirim. 6. Sorum "Bilmem ne tarikatının militan yetiştirilecek talebelerine yurt yapmak için parasını alamazsınız." Sanırım yine, size gelen "şahsınıza özel" vahy ile Kur'ân vahyi karışmış. Kur'ân'da şu veyâ bu tarîkata veyâ hepsine para vermemizi emreden âyet veyâ âyetleri yazarsanız minnettâr olurum. Bugüne kadar vermeyerek günah mı işledim acabâ? Sayın AED, Bu yazı çok uzayacak, anlayamadığım çok yer ve her cümlenizle ilgili sorum var. Sormuş olduğum sorulara lütfedip yanıt verir, beni aydınlatırsanız sevinirim. Kalan kısmı da ayrı bir yazı ile sorarım inşallah. Belki de siz ben sormadan yazınızın tamamını gözden geçirip güncellersiniz.
  18. Kemend

    KURBAN KESİLMELİ Mİ?

    Sayın AED, İnşallah ömrünüzün kalan kısmında merak ettiklerinizin yanıtını bulursunuz. Kolay gelsin.
  19. Kemend

    KURBAN KESİLMELİ Mİ?

    KURBANIN REMZÎ (SEMBOLİK) ANLAMI (Makâlenin tam metninde başlık "ABDEST VE KURBANIN REMZÎ (SEMBOLİK) ANLAMI" şeklindedir. Abdest kısmı konu başlığı dışında kaldığından dışarda tutulmuştur. İsteyenler -http://www.ozemre.com/index.php?option=com_content&task=view&id=58&Itemid=57- adresinden makâlenin tamamını okuyabilirler.) İslâm Dininde İbâdetler İslâm dininde ibâdetler: 1) hâlis tefekkür, 2) hâlis niyet, 3) hâlis zikir, 4) hâlis söz, 5) hâlis ahvâl, 6) hâlis cihâd ve de 7) menâsik1 (ritüel) aracılığıyla gerçekleştirilir. Burada hâlis sıfatı Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine ve Cenâb-ı Peygamber’in öğretisine uygun anlamındadır. Bunların hepsi de emri bi-l ma’rûf ve nahyi ani-l münker (III/104)2 çerçevesi içindedir. Bu itibarla, eğer emsâl göstermek gerekirse, sırasıyla: 1) Hakk'ın kudret ve azametini tefekkür de (LXVII/1), 2) Allāh için mücâdele etmeğe niyetlenmek de (XXII/78), 3) Hakk'ın güzel isimlerini zikretmek de (XXIX/45), 4) insanlara hakkı ve sabrı tavsiye etmek de (CIII/3), 5) Cenâb-ı Peygamber'e itaat etmek de (XXXIII/21), 6) Allāh rızâsı için savaşa katılmak da (II/216), 7) namaz kılmak da (II/43) bu kabil ibâdetlere birer misâldir. Belirli bir menâsiğe bağlı olmayan ibâdetlerin herkesin uyması gereken bir şekli yoktur. Buna karşılık, menâsiği Kur'ân ve Cenâb-ı Peygamber tarafından tesbit edilmiş olan ibâdetlerde şekil fevkalâde önemlidir. Kimsenin bu şekli değiştirmek hakkı ve yetkisi yoktur. Meselâ: 1) akşam namazının sünnetini farzından önceye almak husûsunda kimsenin yetkisi yoktur; 2) hac ibâdetini yerine getirirken, kimse "Arafat’taki vakfe" ile "sa’y"in yerini değiş-tokuş edemez; 3) kimse kurbanı önce yüzüp de boğazını sonra kesemez; ya da 4) oruç tutarken imsâka akşam ezânında başlayıp sabah ezânında iftar edemez. Menâsiğe bağlı bir ibâdetin şeklinde yapılan bu kabil değişiklikler, ondan, Allāh’ın emrettiği ibâdet olmak vasfını ortadan kaldırır. Bu kabil indî şekil değişiklikleri: 1) bunları tesis eden Cenâb-ı Hakk'ın ve 2) bunları uygulatan Cenâb-ı Peygamber'in emirlerine, ve dolayısıyla da Kur’ân’a muhâlif (XLVII/33) şahsî ve nefsânî tasarruflardan başka bir şey değildir. Bununla beraber İslâm târihinde bu gibi şekil değişiklikleri çeşitli sebeplerden dolayı maalesef vuku bulmuş ve hattâ Sünnet'denmiş gibi kabûl görüp yaygınlaştırılmıştır bile. Bunlara: 1) 2. halîfe Ömer'in terâvih namazını 20 rek'at olarak vaz ve icbâr etmesi, 2) gene aynı halîfenin kadınların mehirlerine bir üst sınır vaz etmesi3, 3) Muâviye'nin Cum'a namazında hutbeyi namazdan önceye alıp bunu bütün İslâm Âlemi'nde uygulatması4, 4) Osmanlı ulemâsının 2 rek'at kılınan Cum'a namazını 16 rek'ate yükseltmesi misâl olarak gösterilebilir. Menasiğe bağlı ibâdetlerin Kur'ân ve Cenâb-ı Peygamber tarafından belirlenmiş olan şekillerinin niçin böyle belirlenmiş oldukları hakkında bir açıklama verilmemiştir. Bu konuda yalnız yorumlar yapılmıştır. Kezâ şekle bağlı bu ibâdetlerin hangi gerekçelerle ibâdet sayıldığı hakkında da, bunların Allāh'ın emri olmalarının ötesinde, elimizde pek az ipucu bulunmaktadır. Yorumcular ise bu konuda kendi bilgi ve tefekkür dağarcıkları nisbetinde konuya eğilmişlerdir. Bu yorumlar ise kesin ve nihaî açıklamalardan çok her bir yorumcunun o mesele hakkındaki takvâ düzeyini, hassasiyetini, bilgisini, meşrebini ve zevkini yansıtmaktadır. Kurbanın Remzî Anlamı Kur'ân: "Ve Biz, hayvanların dört ayaklı olanlarından8 kendilerine rızık olarak takdîr ettiğimizin üstüne Allāh’ın adını zikretmeleri şartıyla, her ümmete kurban kesme ibâdetini meşrû kıldık..." (XXII/34), ve "Rabb’ine mahsûs olmak üzere namaz kıl ve kurban kes!" (CVIII/2) âyetleriyle kurban kesmenin her ümmete Allāh (CC) tarafından vaz edilerek meşrû kılınmış bir ibâdet olduğunu beyân etmektedir. Şu hâlde kurban, ancak: 1) hayvanlardan, 2) ama bu hayvanlar arasında dört ayaklı hayvanlardan, ve 3) bu dört ayaklı hayvanlar arasından da insanlara rızık olarak helâl ve meşrû kılınmış olanlarından olabilir; ve bu kurban ancak 4) Allāh'ın adı zikredilerek ve Allāh için kesilir. Buna göre: 1) nebatlardan, taşdan, toprakdan, 2) böceklerden, tavuklardan, kuşlardan, sürüngenlerden, balık ve sâire gibi deniz ürünlerinden, 3) domuzdan, ayıdan, gergedandan, filden ve benzerlerinden ve de 4) Allāh'ın adı anılmadan ya da Allāh'dan başka bir şeye izâfeten kesilen hayvan kurban olmaz. Bunlar yukarıdaki âyetlerin muhtevâsına aykırıdır. Hazret-i Peygamber'in (SA) devrinde kurban olarak yalnızca koyun, keçi, sığır, manda ve deve kurban edilmiştir. Kutup bölgelerinde ehlileştirilmiş olan ren geyiklerinin9 etinin de at10 etinin de helâl rızık, ve dolayısıyla da (XXII/34) âyetinin müsaadesi kapsamında olmalarına rağmen bunların kurban niyetine kesilmeleri husûsunda yaygın bir uygulama yoktur. Kur'ân, mü'minleri: "Onların etleri de kanları da Allāh’a ulaşmaz; O’na, ancak, Allāh’ın emîrlerine karşı gelen nefse engel olma irâdeniz11 ulaşır. Bundan dolayı Allāh’ın, sizin hidâyetinize sebeb olanların üstünde bir ululuğa mâlik olduğunu tasdîk edesiniz diye, onları sizin tasarrufunuza vermiştir. Artık, ihsânda bulunanları müjdele!" (XXII/37) diye îkaz etmektedir. Buna göre, kurbanın eti de akan kanı da bizâtihî bir ibâdet mesâbesinde olmayıp yalnızca bir araçtır. Asıl ibâdet, "Kendi hevâsını kendisine ilâh (ya da put) kılarak onun emirlerine teslim olan kimseyi gördün mü? Allāh onu bilgi bakımından dalâlete uğratmıştır..." (XLV/23) âyetinde de işâret edildiği gibi: 1) Allâh'ın emirlerine karşı gelen, 2) bu emirleri hayatın ilkeleri hâline getirmeyen, ya da 3) bu emirlere îman etmiş olsa bile bunları uygulamamakta direnen nefse engel olma irâdesidir. Hâlbuki: "Nefis, emir ve cebir altında tutucudur" (XII/53), yâni kendi hevâ ve hevesinden başka bir şeye ve de özellikle Allāh'ın emirlerine uymamakta direnir durur. Bundan dolayıdır ki hadîslerde: "En kuvvetli düşmanın içindeki nefsindir" "Cihâdın en büyüğü kişinin kendi nefsiyle, kendi hevâ ve hevesiyle savaşmasıdır" "Nefsini zelîl kılan dinini azîz kılmış olur, nefsini yükseltmeye çalışan dinini zelîl kılmış olur..." "Göğün altında Allāh’dan başka kendisine tapınılan en büyük mâbud kendisine boyun eğilen nefistir" denilmiştir. İşte, asıl kurban edilip hayatiyet damarınn kesilmesi gereken kurban, ya da kırılması gereken put bu nefistir. Düşmanla cihâd (savaş) farz olduğu zaman bazı sahâbî bu sorumluluktan kurtulmayı dilemişlerdi (IX/24, 86-90). Hâlbuki Cenâb-ı Hakk, savaşa katılanların: 1) rütbe bakımından Kendi katında daha üstün olduklarını, ve 2) tarafından bir rahmet ve hoşnutlukla, içinde tükenmez nimetler bulunan cennetlere gireceklerini müjdelemişti (IX/20-21). Cenâb-ı Peygamber de en büyük savaşın (cihâd-ı ekber'in) kişinin kendi nefsine karşı açtığı cihâd olduğunu beyân etmekle nefsine karşı cihâd edenin mertebesinin diğer düşmanlara karşı cihâd edenlerinkinden daha yüce olduğunu telmih etmişti. Diğer yandan Hazret-i İbrâhim (AS), sırf Rabb'ine olan teslimiyetini ifâde edebilmek için canı gibi sevdiği, nefsinden âdetâ bir parça olan oğlunu Rabb'ine kurban etmeye teşebbüs etmişti. Rabbü-l Âlemiyn de onun bu hâlis teslimiyetine karşılık bir koçu bu kurbanın yerine ikāme etmişti. İşte kurban, bu sebeplerden ötürü, insanın nefsini Cenâb-ı Hakk'ın rızâsı için gene Cenâb-ı Hakk'a fedâ etmesinin bir remzidir. Bu itibarla da kurbanın aslî amacı fıkarayı infak değildir. İnfak ifâ edilen kurban ibâdetinin doğal bir yan-ürünüdür, o kadar! Kurban ibâdetini vaz etmiş olan Cenâb-ı Hakk bizlere lisân-ı hâl ile sanki: "Ey benim kullarım! İçinizde kendi nefsine karşı dört başı ma’mûr bir cihâdı üstün bir idrâk ile gerçekleştirebilecek pekaz kimse vardır. İşte İzzet ve Rahmet’imin bir lûtfu olarak Ben de size bu işi kolaylaştırdım. Kim ki, künhüne vâkıf olsa da olmasa da, Benim rızâm için kurbanın menâsiğini gerektiği gibi yerine getirirse Ben de onu tıpkı nefsine karşı dört başı ma’mûr bir cihâd açmış gibi kabûl edeceğim" demektedir. [1]Menâsik: fiilî ibâdetleri icrâ ederken izlenecek olan sıra, usûl, yol-yordam. [2]"Sizlerden hayra dâvet eden, iyiliği emreden ve kötülükden men eden bir topluluk bulunsun! İşte kurtuluşa erenler onlardır" [3]Halîfe Ömer bu hususta yapılan bir îtirazdan sonra bu sınırı kaldırmıştır. [4]Bu günümüzde de böyledir. [5]Alıntılanmayan bölüme âit dipnot. [6]Alıntılanmayan bölüme âit dipnot. [7]Alıntılanmayan bölüme âit dipnot. [8]Min behîmeti-l en’âm. En’âm: aynı türden evcil hayvanlar. Behîme: dört ayaklı hayvanlar. [9]Arabistan’da Hazret-i Peygamber’in zamanında da şimdi de ehlileşmiş geyik davarları yoktur. [10]At eti Hanefî mezhebine göre mekruh fakat Şafî, Mâlikî ve Hanbelî mezheblerine göre mubahtır. [11]Allāh’ın emirlerine karşı gelen nefse engel olma irâdesi: takvâ. Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre
  20. Günlük hayatımızda çoğumuzun sık sık kullandığı hamd ve şükür kavramları arasında ne gibi farklar vardır. İki kavramın maalesef birbirinine karıştığı, birbirinin yerine kullanıldığı sıkça gözlenmektedir. Konu hakkında bilgi sahibi arkadaşların görüşlerini islam dini açısından yazmasını ricâ ediyorum.
  21. Bunca sözden sonra, sonuç olarak; Her namazda okuduğumuz, Kur'an'ın ilk sûresi olan Fâtiha sûresinin 2. âyetinde "Hamd âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur." denilmektedir. Kendi aklımızı Kur'an'ın önüne geçirmediğimiz sürece; Kişilerden görmüş olduğumuz iyilikler, faydalar karşısındaki doğru tutumumuz teşekkür etmek, minnet duymak ve kendilerine hâyr dua etmek şeklinde olmalıdır.
  22. "Havada bulut, vay bana ördek dedin" davası! Vatandaşın sıkça yakındığı konulardan biri, mahkemelerden çıkan adaletsiz kararlar. Bunun birçok nedeni var. En başta da iş yükü geliyor. Yargıç ve savcıların bir dava ile ilgilenirken, acele etmeden, sakin kafayla düşünmeleri gerekiyor. Ama üstlerindeki yük arttığında, bu mümkün olmuyor. Ayrıntı gibi gözüken çok önemli noktalar atlanabiliyor. Bazı kararlar ister istemez üstünkörü veriliyor. 'İş yükü' deyince... Bunun 'brütü' var, 'neti' var. Şöyle: Net iş yükü, hukuksal normlar açısından yapılması gereken işleri kapsıyor. Eğer birisi, diğerini silahla yaralamışsa, bu olay elbette adalet sisteminin içine alınacak ve yargılama yapılacak. *** Bir de sistemi gereksiz yere meşgul eden sudan olaylar var. Geçen gün avukat arkadaşımdan öğrendim: Akıl hastaları dava açıyorlarmış. Örneğin 'raporlu' bir vatandaş başvuruyor: Faraza diyor ki "İbrahim Tatlıses'in söylediği 'Saza niye gelmedin' parçası bana aittir. Telif hakkımı isterim." Başvuru sırasında kişinin akıl hastası olduğu fark edilmediği takdirde, iş bir anda ciddileşiyor. Sistem mecburen işlemeye başlıyor. Adam mahkemeye çıkıp "Sadece o parça değil bana ait olan... Sezen Aksu'nun da tüm parçalarını ben yazdım" diyene kadar mekanizma boşuna çalışıyor. *** Başka tür olaylar da var. Gazetecilerin başına sıkça gelen bir olayı, geçenlerde bir başka arkadaşım yaşadı. Vatandaşın biri, köşe yazarı olan arkadaşımı şikâyet etmiş. Kadın diyormuş ki "Vay efendim bu yazar nasıl olur da 'erken cumhuriyet' dönemi için diktatörlük der?" Allah, Allah! Nerede denmiş? Sözü geçen yazı bulundu. Defalarca okundu. Yok böyle bir ifade! Kadın ya okuduğunu anlamadığından ya da 'havada bulut, vay bana ördek dedin' cinsinden bir yorum yaparak, böyle bir sonuca varmış. Savcı da mecburen olayla ilgileniyor. Arkadaşımı ifade vermeye çağırmıştı. *** Demiş ki arkadaşım: "Samimi fikrime göre o döneme diktatörlük denilemez. Zaten yazıda da böyle bir iddia bulunmuyor. Dönemin tek parti rejimi olduğu doğrudur ama o başka konu..." Ardından da eklemiş: "Ama diyelim ki öyle düşünüyorum ve sebebini anlatıyorum. Bundan kime ne? Eğer fikir özgürlüğü varsa ben bunu söylerim. Başkası da çıkıp tersini söylesin." Avrupa Birliği diyoruz... Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi diyoruz... Demokratikleşme diyoruz... Fikir özgürlüğü diyoruz... Ondan sonra da böyle bir nedenle savcının en az yarım saatini işgal ediyoruz. Şimdi artık internet aracılığıyla da şikâyet yapılabildiğine göre, varın hesap edin iş yükünün artış hızını. *** Peki, ne yapılabilir? Öğrendim ki bu tip olaylarda şikâyetçi, harç yatırmıyormuş. Büyük bir hata! Şöyle yapılmalı: Kardeşim madem şikâyet edeceksin; önce 100 lira yatır. Sonra yap şikâyetini. Eğer savcılık bir iddianame hazırlamaya karar verirse ne ala! O zaman şikâyetinin makul, mantıklı olduğu anlaşılır ve paranı geri alırsın. Yok eğer savcı kavuşturmaya gerek görmeyip şikâyeti yersiz bulursa, 100 liran yanar! Böyle bir tedbir, 'Ya tutarsa' türü şikâyetleri ciddi biçimde azaltacaktır. Yargı sisteminde kim bilir daha nice bu tip hantallaştırıcı durum vardır. Sanırım basit bazı tedbirlerle adli mekanizmalar hızlandırılabilir. Emre Aköz - Sabah
  23. Benim tecrübem, bir konuşursam diyenlerin konuşacak birşeyleri olmuyor, kendilerini korumak için bu lafın arkasına saklanıyorlar. Konuşacak şeyleri olan bir konuşursam demez.
  24. Sayın Gece Kuşu, Cümle örnekleri: "Buradan denize atlasam soğuktan donarım." "Buradan denize atladım, soğuktan dondum." Bu iki cümlede ifade edilen mana aynıysa siz haklısınız, özür dilerim. Aynı değilse benden bu kadar, gerisi size kalıyor.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.