Zıplanacak içerik

Kemend

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Kemend tarafından postalanan herşey

  1. Sayın israil, Siz de mazlumların yanında olmalı, siz de hesap sormalısınız. Haksızlığa izin vermemelisiniz. Sizin dürüst karateriniz haksızlığı, adaletsizliği kabul edemez. "HERKESE ORİJİNAL KİTAP" Platformu adına şimdiden çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Saygılarımla.
  2. Sayın Gece Kuşu, Sizin okuduğunuz yazı aşağıda yazıldığı gibi olmalı: İşyerimdeki atölyeme bir eleman aldım, bu eleman benim işyerimde, benim cihaz ve malzemelerimi kullanarak, takıldığı, içinden çıkamadığı yerlerde benden akıl alarak, benden aldığı akıl vasıtası ile bir ürün üretti., sonra da bakın bunu sadace ben yaptım, kimseden destek görmedim dedi, ben de onun münasip bir yerine tekmeyi bastım, bunun normal karşılanması lazım. Ama Allah biz kulları gibi değildir. Sabırlıdır, merhametlidir. Oysa yazdığım yazı şöyle: İşyerimdeki atölyeme bir eleman alsam, bu eleman benim işyerimde, benim cihaz ve malzemelerimi kullanarak, takıldığı, içinden çıkamadığı yerlerde benden akıl alarak, benden aldığı akıl vasıtası ile bir ürün üretse, sonra da bakın bunu sadace ben yaptım, kimseden destek görmedim dese, ben de onun münasip bir yerine tekmeyi bassam, normal karşılanır. Ama Allah biz kulları gibi değildir. Sabırlıdır, merhametlidir. Bu iki metin arasındaki farkı anlayabilen kişinin - ki vasat bir akıl bu iş için yeterlidir - kendine verdiği anlayış için Allah'a hamdetmesi yerinde olur. Bu iki metin arasındaki farkı anlayamayan kişinin de Allah'a hamdetmesi yerinde olur. Anlamasa bile en azından okuyup yazabilecek imkanlar kendisine verilmiş. Sizin dediğiniz gibi, Allah'ın kendisine verdiği nimetleri güzel kullanabilenle kullanamayan bir olur mu hiç.
  3. Sayın Tna, İşyerimdeki atölyeme bir eleman alsam, bu eleman benim işyerimde, benim cihaz ve malzemelerimi kullanarak, takıldığı, içinden çıkamadığı yerlerde benden akıl alarak, benden aldığı akıl vasıtası ile bir ürün üretse, sonra da bakın bunu sadace ben yaptım, kimseden destek görmedim dese, ben de onun münasip bir yerine tekmeyi bassam, normal karşılanır. Ama Allah biz kulları gibi değildir. Sabırlıdır, merhametlidir.
  4. Sayın Merkür2 Yazınızı bir kez daha okursanız eminim size de çok çocukca gelecektir. İslam ve Şeriat Bölümde yer alan, " Kader ve Kazâ'yı Anlamak " başlıklıklı yazıyı okumanızı öneririm.
  5. Sayın İsrail, Gözden kaçırmışsınız, Tevrat ve İncil'de, Tevrat ve İncil'in içeriğinin insanlar tarafından değiştirilemeyeceği yazmaz, içeriğinin korunması sadece Kur'an'da müjdelenen Kur'an için geçerli bir husustur. Ayrıca Tevrat ve İncil'de Allah sözünün değiştirilemeyeceği değil değişmeyeceği ifadesi vardır. Bu ikisi aynı anlamları taşımaz. Daha iyi anlamanız için; Yukarıda yazmış olduklarınızı değiştirerek sizin takma adınızla bir başka siteye koysam sizin söyleminizi değiştirmiş olmam. Siz hala aynı şeyleri düşünüyor, söylüyor olursunuz. Ben sadece söylediklerinizi çarpıtarak nakletmiş olurum. Bu da güzel bir tavır olmaz tabii ki, insanlar benim hakikate sadık bir kişi olmadığımı düşünürler Allah korusun. Bilmem düşünceniz değişti mi.
  6. "KADER VE KAZÂ"YA ÎMÂNI ANLAMAK Mânevî alanda insanın ayağını kaydıran önemli tuzaklardan biri de Akl'ın (Akl-ı Meaş'ın1) "Kader ve Kazâ" sırrını, gene Kader'in iktizâsı olarak, idrâk etmek için çaba sarfetmesi fakat bu konuda vehminin esiri olmasıdır. Oysa insan "Kader ve Kazâ"nın sırrını fehmetmekden âcizdir. Nitekim, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz de sırf bunun için: "Bana Kader'in sırrından sual etmeyin!" buyurmuştur.Kader Cenâb-ı Hakk'ın mükevvenâtı yaratmadan önce zaman içinde vuku bulacak olan her şeyi Zât'ına has: 1) Hikmeti ve 2) Hükmü ile tesbit etmiş olmasıdır. Kazâ ise Cenâb-ı Hakk'ın: "Ol! (Kün!)" emr-i ilâhîsiyle bu mükevvenâtı ve zamanı halk etmesinden sonra, bu vuku bulacak olanların zaman içinde Kader'de tesbit edilmiş olan sıralarına göre tecellî edip vuku bulmalarıdır. Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'den ilgili âyetler ile bir bölük hadîs "Kader ve Kazâ" faslının, sırrının değil de, yalnızca îmânî temelinin anlaşılması için mealleri ve yorumlarıyla birlikte aşağıya dercedilmiştir: Âyetler: ... Göklerin ve yeryüzünün ve her ikisi arasındakinin mülküAllāh'ındır. O dilediğini yaratır ve Allāh her şeye kādirdir. (Mâide/120). Allāh: Mâlikü-l Mülk'tür; yâni bütün mükevvenâtın Hâlikı ve Mâliki'dir. Mülkünde bütün tasarruf yetkisi ancak Zât'ına mahsûstur. Dilediğini, dilediği gibi yâni bütün kader ve kazâsı ile birlikte yaratır. Bunu tâyin etmek konusunda yegâne Yetki, Hikmet, İlim, İrâde, Hüküm, Hilkat (Yaratma) ve Kudret'in sâhibi sâdece ve sâdece O'dur. Allāh sana bir zarar verirse o zararı O'ndan başka giderecek yoktur ve eğer sana bir hayır verirse zâten her şeye gücü yeten de O'dur. O, kullarının üzerinde her türlü tasarrufa sâhiptir. (En'am/17-18) Eğer bir zarara uğradığın zehâbına kapılırsan o zararı Allāh'dan başka giderecek bir zât yoktur. Zararını ortadan kaldırdıklarını zâhiren gözlediklerinin hepsi de bil ki Allāh'ın senin hakkında Ezel'de vermiş olduğu Kader hükmüne uygun hareket etmektedirler, ve çoğu da bunun bilincinde değildir. Görünüşe aldanma! Allāh yüce Hikmeti ile bütün mükevvenâtın Kader'ini Ezel'de tesbit etmiştir. Görünüşün ardında, aslında, her şeyin gerçek sebebi yalnızca ve yalnızca O'nun Hükmü'dür. Şurası gerçektir ki Biz her şeyi Kader'e göre yaratırız. (Kamer/49) Kader bütün bu Mükevvenât'ın ilâhî, yâni Allāh'a mahsûs olan, programı ya da senaryosudur. Allāh, her bir nesnenin vücûd âlemindeki zuhûrunun Ezel'de "Ol!" emriyle yaratmış olduğu bu programa, bu sanaryoya uygun olmasını İlâhî Hikmeti'yle murâd ve takdîr etmiştir. Dünyevî bir misâl aracılığıyla konuyu daha iyi anlamamızı sağlayacak bir mukāyese yaparsak, bir tiyatro oyunu mutlaka bir senaryoya dayanır. Senaryosuz tiyatro denemeleri de yok değildir ama sahneye çıkarken nasıl davranacakları, ne türlü bir oyun sergileyecekleri hakkında aralarında en ufak bir anlaşma olmayan aktörlerin ve figüranların plânsız programsız ve tulûatvârî (doğaçlamasına) sergileyecekleri bir gösterinin seyircide bırakacağı intiba eninde sonunda bir karmaşadan (kaos'tan) ibârettir. Oyuna düzen ve anlam bahşeden ancak senaryodur. Senaryonun 1) amacı, ve 2) ele alınış biçiminin hikmeti ise ancak yazarının peşinen bildiği, seyircilerin ise oyun bittikten sonra tahmin ya da îman edebilecekleri hususlardır. Senaryo, oyunun: 1) başını, 2) sonunu ve 3) iç dinamiğini belirler. Her bir aktörün, her bir figüranın oyun içindeki: 1) konumunu, 2) davranışını ve 3) konuşmasını yâni, kısacası 4) oyun içindeki kaderini tâyin eder. Buna göre her bir aktör ya da figüran, söz konusu oyun çerçevesinde, iki türlü sorumlulukla yükümlüdür. Bunlardan biri senaryoya sadâkat sorumluluğudur. Buna göre bir oyuncunun: 1) senaryonun dışına çıkma hürriyeti yoktur, aksine 2) senaryoya cebren uymak, senaryoya kayıtsız şartsız teslim olmak zorunluluğu vardır! Bu zorunluluk oyuncunun uyduğu yegâne hakikî sorumluluktur.İkinci sorumluluğu ise senaryonun kendisine yüklediği zâhirî sorumluluktur. Oyuncunun senaryoca belirlenmiş olan bütün hareketleri ve konuşmaları (yâni rolü)gene senaryonun çerçevesi içinde kendisine sorumluluklar yükler. Oyunda, senaryo icâbı, meselâ birisini öldüren ya da evlilik dışı bir çocuğu olan aktör senaryoya göre bunun maddî, mânevî ve adlî sorumluluğunu taşır ve bu sorumluluğu üzerinden atamaz. Zâten senaryolar, genellikle, hep bu türden sorumluluklar üzerine kurulmuş olur. Bütün oyun süresince oyuncudan beklenen ise rolünü senaryonun vaz ettiği kurallara göre: 1) teslimiyetle ve 2) sabırla oynamasıdır. Buna göre, bütün mükevvenâtı oluşturan nesnelerden her biri bu senaryoda kendisine rol verilmiş olan birer aktör ya da figüran mesâbesindedir ve de rolünü en mükemmel tarzda (yâni İlâhî Senaryo'ya harfiyyen riâyet ederek) oynar. Kimse bu senaryonun dışına çıkamaz. Senaryo îcabı kendisine yüklenmiş olan sorumluluklardan da kurtulması imkânsızdır. İdrâk sâhibi bir aktör arada sırada kendisini sahneden tecerrüd eder de sahneyi seyircinin sahneye bakış açısından seyredecek olursa, senaryo icâbı sergilenen oyunun hikmetini daha iyi kavrayabilir ve bu da ona büyük bir iç huzuru bahşeder. Ama bu,dengede tutulması zor ve ipin ucunun rahatlıkla kaçabildiği bir tavırdır. Eğer bu tavrını bütün piyes boyunca sürdürecek olursa senaryonun kendisine doğal olarak yüklemiş olduğu zâhirî sorumlulukları (yâni Şeriat'ı) unutabilir ve tavrı da hakîm bir kimsenin tavrından zındık bir kimsenin tavrına kayabilir. Arzdaki her yürüyen canlının rızkının sorumluluğu yalnızca Allāh'ın üzerindedir. Allāh onun durduğu yeri de (sonunda) gideceği yeri de bilir. Bunların hepsi de apaçık bir Kitap'da kayıtlıdır. (Hûd/6) Canlıların maddî ve mânevî rızıklarının sorumluluğu Zât'ına Rezzâk ismini lâyık görmüş olan Allāh'a aittir. Bunların zaman içindeki bütün durum, konum ve rızıkları Allāh tarafından tesbit edilmiş olan Kader kitabında (Levh-i Mahfûz'da) apaçık yazılıdır. Hiç bir canlı bu kitaptaki programın dışında hiç bir şey yapmağa kādir değildir. Onlar hakkındaki hüküm Ezel'de her şeyi bilen ve Zât'ına Aliym ismini lâyık gören Allāh tarafından verilmiştir. Herkes bu ilâhî senaryoda kendisine takdîr edilmiş olan rolü Mükevvenât sahnesinde en mükemmel şekilde oynar. Siz yeryüzünde de gökte de (Allāh’ı) âciz kılanlardan değilsiniz. Sizin Allāh'dan gayrı ne bir dostunuz ve ne de bir yardımcınız vardır. (Ankebût/22) Sizler ister vehminizin, ister aklınızın dürtüsüyle ya da Şeriat'a uygun olsun diye bilmecbûriye alacağınız tedbirlerle Allāh'ın takdirinin önünü kesemez, Ezel'de sizin hakkınızda vermiş olduğu hükmünün tasarrufunda O'nu âciz kılamazsınız. Aslında, bilebilseydiniz ki, aldığınız bütün tedbirler de O'nun Ezel'deki hükmüne uygundur. Ama nefsiniz bunun apaçık idrâkine engel olmaktadır. Ama bilin ki bu engelleme dahi sizin hakkınızda Ezel'de verilmiş olan Kader hükmünden bir cüzdür; başka bir şey de değildir. Gaybın anahtarları O'nun indindedir, onları ancak O bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O'nun bilgisi dışında bir yaprak dahi düşmez. Ve yeryüzünün karanlıkları içinde bir tek tâne bile yoktur ki, yaş ve kuru hiç bir şey bulunamaz ki apaçık bir Kitap'da tesbit edilmemiş olsun. (En'am/59) Gayb âlemini de Şehâdet âlemini de en ince ayrıntısına kadar bilen Allāh'dır. Çünkü her ikisinin de Hakiym ve Aliym olan Hâlıkı O'dur. O bütün bunları Kader kitabında tesbit etmiştir. O'nun hükmünün dışında tecellî eden hiçbir şey yoktur. Ölüleri, hiç kuşkusuz, Biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her işi yazarız. Biz her şeyi bir öncü'de yazmışızdır. (Yâsin/12) Yeryüzünde insan sûretinde fakat kalpleri ölü olanların kalplerini de, bedenen ölerek toprağa girip Cezâ Günü'nü bekleyenleri de Biz diriltiriz. "Ölmeden evvel ölünüz!" sırrına erdirdiklerimizi huzurumuzda Hayy kılarak dirilten de Biz'iz. Bu olacakların hepsi de mükevvenâttan önce takdîr ve tesbit etmiş olduğumuz Kader kitabında kayıtlıdır. Hiç bir şehir yoktur ki Biz o şehri Kıyâmet'ten önce helâk etmeyelim ya da şiddetli bir azâba uğratmıyalım. İşte bu, Kitap'da yazılmış bulunmaktadır. (İsrâ/58) Biz, "Külli şey'in hâlikun illâ vechehû" âyetinin mânâsı akıllarını isâbetle ve dirâyetle kullananlar tarafından idrâk edilsin diye, Kader kitabında, Kıyâmet'den önce her bir şehrin kendisi için biçtiğimiz bir vakitte helâk olmasını bir kural olarak vaz etmişizdir. Bilmez misin ki Allāh gerçekten de göklerde ve yeryüzünde ne varsa bilir; şüphe yok ki bu, bir Kitap'da bulunmaktadır; şüphe yok ki bu, Allāh için pek kolaydır. (Hacc/70) Gökte ve yeryüzünde hiçbir gizli şey yoktur ki apaçık bir Kitap'da bulunmamış olsun. (Neml/75) Arzda yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varse ancak hepsi de sizleri andıran topluluklardır. Biz o Kitap'da hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonunda hepsi de haşredilip Rabb'lerinin huzûruna getirilirler. (En'am/38) Ezel'den Ebed'e kadar vuku bulacak olan her şey Bizim: Rubûbiyet'imizin, Hikmet'imizin, İlm'imizin, İrâde'mizin, Kudret'imizin, ve Rahmet'imizin eseri olarak eksiksiz olarak hükm ve kayd edilmiş bulunmaktadır. Görünüşe aldanarak cüz'î irâde sâhibi olduklarına îman edenlerin ya da vehimlerinin kendilerini: "İnsan kendi kaderini kendi yaratır" diye avuttuğu insanların Kader'in sırrı hakkındaki nasibsizlikleri de, vukuat karşısındaki ısyânları da, bütün insanların haşrı da, Cezâ Günü de hep Bizim tertib etmiş olduğumuz o Kader Kitabı'nın (Levh-i Mahfûz'un) iktizâsıdır. Gerçekten de yeryüzünün onlardan neyi eksilttiğini Biz biliriz. (Bu bilgiler de dâhil olmak üzere) Her şeyi zabta geçirip koruyan Kitap ise Bizim indimizde bulunmaktadır. (Kaf/4) Sizin büyüleriniz de, fallarınız da, eşyâ ya da hâdisâtı uğurlu–uğursuz diye sınıflandırmanızdaki vehimleriniz de hiç Bizim indimizdeki bu kitaba te'sir edip de bu Kitab'ın sırlarını sizlere fâş edebilir mi?Ne kadar da bâtıl îtikatlarınız var! Hiç değilse bu bâtıl îtikatların dahi Levh-i Mahfûz'da sizin hakkınızdaki Hükmün gereği olduğunu bir idrâk edebilseniz! Yeryüzüne ya da nefislerinize gelip çatan hiç bir musîbet yoktur ki Biz, onları yaratmadan önce onu, bir Kitap'da tesbit etmemiş olalım. Şüphe yok ki bu, Allāh'a pek kolaydır. (Hadîd/22) Yeryüzüne ya da nefsinize gelip çatan bir musîbet karşısında haddi hudûdu aşmayın! Şeriat'ın böyle bir durumda gerektirdiğini yapın! Ama görünen sebeplere bakıp da Allāh'ın Fâil-i Mutlak olduğunu unutmayın! Bu musîbetler karşısında Allāh'ın takdîrine teslim olarak: "Allāh, demek ki, böyle takdîr etmiş. Mâlikü-l Mülk O'dur. O dilediğini yapar. Başıma bu gelen de ancak onun Fazl'ındandır" diyerek tevekkül edip Hakk'a teslim olun; gerçek Müslümanlar'dan olun: De ki: "Bize, Allāh'ın bizim için yazmış olduğundan başkası kesinlikle isâbet etmez. O'dur bizim dostumuz ve inananlar da Allāh'a dayanıp tevekkül etmelidirler." (Tevbe/51) Binlerce oldukları hâlde ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allāh onlara "Ölün!" dedi... (Bakara/243) İnsanların bazı olayların zuhûruna engel olmak üzere aldıkları tedbirler o olayların zuhûruna her zaman engel olmazlar. Eğer Allāh bir kimsenin ölümüne hükmetmiş ise ve o kimse kendi aklınca bulunduğu şehirden çıkıp gitmenin ölüm tehlikesini izâle edeceğine inanır da o şehri terkederse ölüm Kader'deki hükme uygun olarak onu gittiği yerde de bulur. Nitekim bir hadîsde, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz: "Allāh bir kulun bir yerde ölmesini takdîr etmişse onun oraya gitmesine sebep olacak bir ihtiyaç yaratır" demektedir (Tirmizî, Kader:11/C.Uşşak:660) Hadîsler: Bir kul hayrı ve şerri ile Kader'e îman etmedikçe tam îman etmiş olmaz. Gene, başına gelecek olan bir şeyin mutlaka geleceğine, gelmeyecek olanın kat'î sûrette gelmeyeceğine inan­madıkça tam îman etmiş olmaz. (Tirmizî, Kader:10/C.Uşşak: 662) Kader'e îman tevhîdin nizâmıdır. (Deylemî, Müstedrek/Câmiü's Sağîr: 1681, Yeni Asya). Üç şey îmanın aslındandır: 1) "Lâ ilâhe illâllah" diyen kimseye sıkıntı vermemek, hiçbir günah sebebiyle onu günahla damgalamamak ve hiçbir amelinden dolayı onu İslâm dışına atmamak. 2) Cihâd. Allāh beni peygamber olarak gönderdiği günden itibâren tâ ümmetimin sonu Deccâl ile savaşıncaya kadar devâm edecektir. Ne bir zâlimin zulmü, ne de bir âdilin adâleti onu ortadan kaldıracaktır. 3) Kader'e îman. (Ebû Dâvûd, Cihâd: 33/Câmiü's Sağîr:1849, Yeni Asya). Allāh bir kulun bir yerde ölmesini takdir etmişse onun oraya gitmesine sebep olacak bir ihtiyaç yaratır. (Tirmizî, Kader:11/C.Uşşak:660) Resûlullah bir gün oturmuş ve elindeki deynekle yeri çiziyordu. Bir ara başını kaldırdı ve: "Sizden hiçbirisi yoktur ki Cennet ve Cehennem'deki yeri bilinmesin" buyurdu. Bunun üzerine orada bulunanlar: Yâ Resûlullah, öyle ise niye çalışıyoruz ki? Her şeyi bir kenara bırakıp tevekkül etmeyelim mi?" dediler. Resûlullah dedi ki: "Hayır; çalışınız, kendinizi bırakmayınız! Çünkü herkes ne için yaratılmışsa, o iş kendisine kolay hâle getirilir" buyurdu. Sonra da şu meâldeki âyet-i kerîmeyi okudu: “Muhtaç olanların hakkını veren, Allāh’dan korkup emir ve yasakla­rına riayet eden ve o en güzel sözü (Kelime-i Tevhîd’i) tasdik eden kimseye gelince ... Biz onu Cennet’e hazırlarız. Allāh’ın hakkını yoksullara vermeyen, sevâbına karşı ilgisiz görünen ve o en güzel sözü (Kelime-i Tevhîd’i) yalanlayanı da en güç olana (yâni Cehennem’e) hazırlarız (Leyl Sûresi/5-10)”. (Buhârî, Kader:4; Müslim, Kader:7; Ibni Mâce, Mukaddime:10/C. Uşşak: 654) ... Eğer başına kötü bir şey gelirse: "Keşke şunu isteseydim, şunu yapsaydım" deme! Ancak: "Allāh böyle takdîr buyurdu ve O dilediğini yapar" de! Çünkü "keşke" sözü Şeytân'ın işe karışmasına kapı açar. (Ibni Mâce, Mukaddime: 10/C.Uşşak: 656) Lânet ettiğim altı çeşit kimse vardır ki onlara Allāh ve gelmiş geçmiş bütün pey­gam­berler de lânet etmiştir. Bunlar: 1) Allāh'ın kitabına ilâve yapan, 2) Allāh’ın Kader'ini tasdîk etmeyen, 3) Allāh'ın alçalttıklarını yükseltmek ve yücelttiklerini de alçaltmak için ceberutlukla insanların başına musallat olan, 4) Mekke haremi dâhilinde yasak olan işleri yapan, 5) Ehl-i Beytim'e zulmeden, ve 6) benim Sünnetimi terkedenlerdir. (Tirmizî, Kader: 17/C. Uşşak: 665). Her şeyin bir hakîkatı vardır. Kul, başına gelen bir şeyin mutlaka geleceğine, gelmeyen şeyin de gelmesine imkân olmadığını bilmedikçe îmanın hakîkatına erişemez. (Ebû Dâvûd, Sünnet:16/Câmiü's Sağîr: 1346, Yeni Asya). Bir kişi Resûlullah'a gelerek: "Yaptırdığımız muskaların,tedâvîde kullandığımız ilâçların ve yaptığımız perhizlerin Allāh'ın kaderinden gelecek herhangi bir şeyi geri çevireceği görüşünde misiniz?" diye sordu. Resûl-i Ekrem: "Onlar da Allāh'ın Kader'indendir" buyurdu. (Tirmizî, Kader: 2/C.Uşşak: 667). Adak Allāh'ın insanoğlu için takdîr ettiğinden başkasını yaklaştırmaz (yâni hükmettiği kaderi değiştirmez). Fakat adak bazan Kadere uygun düşerde bu da cimrinin vermek istemediği malı vermesine sebep olur. (Müslim, Nezir:7/Câmiü's Sağîr:1227,Yeni Asya). Allāh tarafından takdîr edilene râzî olması insanoğlunun mutluluğundan ve Allāh'dan hayır dilemeyi terketmesi de bedbahtlığındandır. Gene, Allāh tarafından kendisine takdîr edilene karşı şikâyetçi olması insanoğlunun bedbahtlığındandır. (Tirmizî, Kader: 15/C.Uşşak:664) Allāh'dan (bir işin) hayırlısını dilemesi insanoğlunun iyi olduğunun işâretidir. Allāh'ın takdîr ettiğine rızâ göstermesi insanoğlunun iyi olduğunun işâretidir. Allāh'dan (bir işin) hayırlısını dilememesi insanoğlunun kötü olduğunun işâretidir. Allāh'ın takdîrine hoşnutsuzluk göstermesi de insanoğlunun kötü olduğunun işâretidir. (Müslim, Müsned:168, Tirmizî, Kader:15, Müslim, Hac:402). Allāh bir kulu hakkında bir şey takdîr etmişse, bu takdîrini hiç bir şey geri çeviremez. (İbni Kânî'den/Câmiü's Sağîr: 958, Yeni Asya). Allāh bir kulun Kader'inde kendisi için bir şeye hükmetmişse O'nun bu hükmünü dua da, adak da, Şeriat'a uygun ya da Şeriat-dışı tedbirler de değiştiremez. Bunların Allāh'ın hükmü üzerinde hiç ama hiçbir tesiri yoktur.Bununla beraber kul, Allāh'ın takdîrinin nasıl tecellî edeceğini bilmediği için, ekseriyetle kendi nefsine hoş gelecek bir beklenti içindedir ve dua ve niyâzları da daha çok nefsini tutmin edecek bir tecellînin vuku bulması yönünde olur (Aslında onun bu beklentisi de, ve dua ve niyâzları da gene Allāh'ın kendisi için Kader'ine yazmış olduğu hükümlerinden başka bir şey değildir). Hâlbuki yukarıdaki bir başka hadîsde de belirtilmiş olduğu vechile bir insan: 1) bir işin hayırlısını dilemek ve 2) Allâh'ın kendisi için takdîr etmiş olduğu şeyin vukuunda da bu takdîre rızâ göstermek mecbûriyetindedir. Bu konuda belki de her şartta geçerli olabilecek, efrâdını câmî' ve ağyârına mânî' olan bir dua: "Yâ Rabbi! Bildiğim ya da bilmediğim her türlü şerden Sana sığınır, bildiğim ya da bilmediğim her türlü hayrı Sen'den niyâz ederim" şeklinde olmalıdır. Fazla kaygılanma! Senin için takdîr edilen olur, rızık olarak yazılan gelir. (Beyhakî’nin Şaâbü-l Îman’ından/Câmiü’s Sağîr:3873, Yeni Asya). İnsanın vukuat karşısında ya da beklediği rızık bakımından kaygılanması kendi nefsinin doğal bir tepkisidir. Ancak, insan nefsine hâkim olarak bu konuda aşırıya kaçmamalıdır. İnsanın, Allāh'ın Ezel'de kendisi için vermiş hükümden başka bir şeyin aslā vuku bulamayacağının ve takdîr edilmiş olan rızıktan da başka bir rızka aslā nâil olamayacağının idrâkini zinde tutarak Rabb'ine teslim olması kendisi için daha hayırlıdır. Kuş dahi Kader'le uçar. (Ömer Fevzi Mardin, Hadîs-i Şerifler, s.101). Muhtac olduğunuz şeyleri (yüz suyu dökmeden, zillete düşmeden) izzet-i nefis ile isteyiniz. Zîrâ umûrun kâffesi Allāh'ın takdîri ile cereyân eder. (a.g.e.,s.102). Üç huy vardır ki onlar kimde bulunursa o, Allāh'ın sevgili has kullarından olur. Bu üç huy: 1) Kader'in hükmüne râzî olmak, 2) Allāh'ın haram kıldığı şeylere karşı sabretmek, 3) (sâdece) azîz ve celîl olan Allāh'ın zâtı için öfkelenmek. (Deylemî'nin Müsnedü-l Firdevs'inden/Câmiü's Sağîr: 1835, Yeni Asya). Şunlar îmanın zayıflığındandır: 1) Allāh'ı kızdırmak bahâsına insanları râzî etmen, 2) Allāh'ın verdiği rızıktan dolayı insanları övmen, 3) Allāh'ın sana vermediği rızıktan dolayı insanları kötülemen. Bir kimse ne kadar şiddetle isterse istesin, Allāh'ın nasîb etmediği şeyi sana getiremez. Hiç kimsenin hoşnutsuzluğu da Allāh'ın sana verdiğini geri alamaz. Allāh, hikmetiyle ve büyüklüğüyle, huzur ve ferahı: 1) Kader'e rızâ'ya, ve 2) kuvvetli îmana; kaygı ve üzüntü­yü de: A) şüpheye, ve "kaderine itiraz etme"ye yerleştirmiştir. (Ebû Nuaym'ın Hılye'si ve Beyhâkî'nin Şi'bü-l Îman'ından/Câ-miü's Sağîr: 1389, Yeni Asya). Bu âyet ve hadîslerden anlaşılmaktadır ki eğer bir kimse bir hâcet için dua eder de o duanın muhtevâsı bi hikmet-i Hudâ gerçekleşecek olursa bu duanın, o kimsenin nefesinin kuvvetinin bir emâresi ya da Kader'ini değiştirmiş bir dua olarak değil de: 1) onun, ezelde Cenâb-ı Hakk'ın tâyin ve takdîr etmiş olduğu hükme (zâhirde) tesâdüfen paralel düşmüş bir duası, ve kezâ 2) gene ezelde, o kimse için takdîr edilmiş olan hükmün gereği olarak kabûl edilmesi gerekir. Kazâ'nın zâhirine bakıp da işin aslında bir sebeb-sonuç ilişkisinin mevcûd olduğunu vehmetmek vahim bir hatâdır. Cenâb-ı Hakk, Ezel'de, Zât'ını bir sebeb-sonuç ilişkisiyle kayıt altına almaksızın Kader'i tâyin etmiştir. Kader'de, yalnızca, Cenâbı Hakk'ın (hikmeti sâdece ve sâdece Zâtı'na mâlûm olan) Hükmü vardır. Bu Hüküm ise: 1) "sebeb-sonuç ilişkisi"nden bağımsızdır; ve 2) bu ilişkinin, insanın nefsinin kendi hayâlinde tahrik ettiği, vehmî zuhûruna da takaddüm eder. Beşerin Akl-ı Meâş'ının kendisine telkîn ettiği sebeb-sonuç ilişkisi Kader'in halkedilmesinin temelinde yoktur. Bu ilişki ancak, Kazâ'nın zuhurunda, olayların zaman içinde bir silsile teşkil etmesinin mâkûlemizde (gene de Ezel'deki Kader hükmüne uygun olarak) ihdâs ettiği bir vehimden ibârettir. Hiç bir işin Kader hükmünün dışında vuku bulmadığı ve kimsenin Kader'in hükmünü değiştiremeyeceği idrâki dâimâ zinde tutulmalıdır. Bu itibarla, bâzı hareket ve davranışların "uğurlu" ya da "uğursuz" olduğu vehmine, yâni nefsin insana, açık ya da kapalı bir biçimde, telkin ettiği "Kader'in hükmünü değiştirebileceği vehmi"ne kapılmamak gerekir. Bu kabil bir inanç bir tür şirk-i hafî'den başka bir şey değildir. İnsan bir takım hareket ve davranışlarla ya da mezarlardan, meczublardan, falcı ve cincilerden meded umarak Kader'i değiştiremez. Başına ne gelecekse gelecektir. Bu anlamda uğurlu sayılabilecek tek şey insanın kendi nefsinin hiyle ve oyunlarını teşhis ve tesbit etmek hususunda irâde ve idrâk sâhibi olmasıdır. Ayrıca unutulmamalıdır ki Cenâb-ı Peygamber Efendimiz: "El hayru fi mâ vak'a" yâni: "Vuku bulanda hayır vardır" ve gene "Bir işin sonunu sabırla beklemek ibâdettir" demiştir. O hâlde vuku bulanın hayrının tecellî etmesini sabırla ve îmanla beklemek mahzâ edeb ve ibâdet olmaktadır. Böyle bir fırsat, ele geçtiğinde, aslā hebâ edilmemelidir. Beşer, herhangi bir hususta: 1) Şeriat'a, 2) Akl'a ve 3) İlm'e uygun olan bütün gerekli tedbirleri eksiksiz almakla yükümlüdür. Bu tedbirler alınmaksızın Kader'in hükmüne teslimiyet göstermek ise: 1) isâbetli de değildir, 2) Peygamber'in sünnetine uygun bir tavır da değildir. İnsan Kader'in kendisi hakkındaki nihaî hükmünü (yâni Dünyâ'daki hayâtında kazandığı sevab ve günahlar yüzünden Cennet'e mi Cehennem'e mi gideceğini) remil atarak da, zâiçe çıkartarak da, fal açarak da, medyumlar ya da cinler ...vb vâsıtasıyla da bilemez. Bununla beraber, insanın Dünya hayatındaki fiilleri Kader'in kendisi hakkındaki nihaî hükmünün ne olacağının şaşmaz bir göstergesidir. Eğer bir insan bütün hayâtında emr-i bi-l mâ'rûf ve nehy-i ani-l münker'e uygun hareket ederse bu onun Kader'inde tesbit edilmiş olan nihaî yerin Cennet olduğunun işâretidir. [1] Akl-ı Meâş ve Akl-ı Meâd arasındaki fark için İslâm'da Aklın Önemi ve Sınırı başlıklı kitabıma bakınız. (Kırkambar Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1998, s. 333-337) Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre www.ozemre.com
  7. Kemend şurada bir başlık gönderdi: Doğal Afetler
    Deprem ve İlmî Temkin Ocak 1985'te Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanlığı'na atandığım zaman başkan yardımcılarının dikkatime sunmak istedikleri acil dosyalardan biri de Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi'ndeki (ÇNAEM) reaktör binasının tahkimi meselesiydi. Bana, Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nden bir jeolog doçentin TAEK'e sunmuş olduğu bir raporda: 1) Altı yıl sonra 1991'de İstanbul'da büyük bir deprem olacağı bildirilmekte, 2) Bu depremde reaktör binasının yıkılacağı ve bunun sonucu olarak da etrafa radyasyon yayılacağı senaryosunun geliştirilmekte, 3) Bu binanın mutlaka tahkim edilmesi gerektiği ifade edilmekte, 4) Bu tahkimatın yaklaşık 450 milyon TL (yani doların 525 TL değerinde olduğu o tarihteki yaklaşık 850.000 dolar ya da bugünün parasıyla 425 milyar lira) tutarındaki bir masrafla yapılabileceğine, ve 5) Böyle bir tahkimatın dünyada ilk ve tek olacağına dikkat çekilerek bunun Türkiye için kaçırılmaması gereken bir fırsat (!) olduğunun da vurgulanmakta olduğu hakkında bilgi verildi. Doçentin bu hayal genişliğinden ve kuruntusundan etkilenmiş (1) olan kurum elemanları böyle bir tahkimatın bir an önce yapılması hakkındaki kendi vehimlerini de bana yüklemeye çalıştılar. Ben ise şu hususlarda onlardan bilgi istedim: 1) Doçent bu raporu İdârenin isteği üzerine mi yazmıştır?, 2) Doçent'e reaktör binasının inşaatına başlanmadan önce yapılmış olan zemin dayanıklılığı testlerinin sonuçları ile binanın statiğinin hesapları verilmiş midir? 3) Doçent altı yıl sonra 1991'de İstanbul'u bu derecede etkileyecek olan depremi neye dayanarak öngördüğünün bilimsel kanıtlarını takdim etmiş midir? Bu soruların cevapları hep "Hayır!" oldu. Bu durumda söz konusu raporun müellifinin "kendi kendine gelingüvey olduğu" ve bir depremin bilfarz vukuunda "Ben zâten bunu kaç sene önce haber vermiştim." diye kendisine pay çıkaracak ucuz bir kehâneti garanti etmek istediği ve dünyâda ilk ve tek olacak böyle bir reaktör binası tahkimatının şerefini de kendisine tahsis etmek eğiliminde olduğu anlaşılıyordu. Bununla beraber resmi evrak muamelesi görmüş olan bir raporu hiç yokmuş gibi farz etmek de mümkün değildi. Kurumun Nükleer Güvenlik Dairesi'nden bir elemanı 6 yıl sonra İstanbul'da reaktör binasını da ağır hasara uğratabilecek bir depremin ihtimalinin hesaplanması için görevlendirdim. Birkaç ay sonra bana böyle bir ihtimalin "yüz milyonda bir" mertebesinde olduğu bildirildi. Bu, mühendislik açısından, kabul edilebilir bir risk idi. Bu durumda dosyanın işlemden kaldırılması emrini verdim. Doçent'in kehaneti gerçekleşmedi: 1991 yılında deprem olmadı ve reaktörün binası da çökmedi. 17 Ağustos 1999'da vuku bulan 7,4 büyüklüğündeki Marmara depreminin hemen akabinde ÇNAEM'deki arkadaşlardan bilgi aldım: Marmara depremi de reaktör binasına tesir etmemişti; binada sıva çatlağı dahi ortaya çıkmamıştı. Bilim adamları, bilimin ilerlemesi için, daima şüphe sahibi olmalıdırlar; ancak bu şüphenin bilim adamını, aramakta olduğu gerçekten saptıran bir paranoya değil yaratıcı şüphe niteliğinde olması gerekir. Bilim adamı, kendi vehimlerini asla ilmi sonuçlar olarak addetmemeli ve böyle de takdim etmemelidir. Fakat ne yazıktır ki bu temkine sahip olmak: 1) Çok istisnai yüksek ve sağlam bir ilim düzeyi, ve 2) Objektiflik bilinci ile birlikte 3) Nefse karşı büyük bir hakimiyeti gerektirdiğinden ortaya bilim adamı kisvesiyle çıkan herkeste bu olgunluğun bulunduğunu kabul etmek abestir. Bilimsel tartışmaların yeri televizyon stüdyoları değil akademik ortamdır. Sırf kendi rating çıkarları için televizyon takdimcilerinin bilim adamlarını istismar etmeleri etik dışı bir durum; fakat kendileri açısından kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Bilim adamları, bu istismarcıların bilim adamları arasındaki bilgi düzeyi ya da tavır ve metot farklılıklarını öne çıkarıp bunları biribirlerine düşürmek ve sonra da keyifle kendi yorumlarını halka enjekte etmek zevkini ve fırsatını bunlara vermemelidirler. Son günlerin medyadaki deprem tartışmaları deontoloji açısından da genel etik açısından da maalesef bu kabil bir pejmürdelik ve avamilik sergilemektedirler. Bilim adamları ilmi gevezeliklerini akademik ortamda gerçekleştirmeli, halkın huzurunda ise ilmin kendilerini donatmış olması gereken temkin, teenni ve vakarla az konuşmalıdırlar. Aksi takdirde halkta kolektif bir paranoyaya sebep olabilirler. Fransa Nükleer Bilimler ve Teknoloji Milli Enstitüsü'nde 1957-1958 senelerinde atom mühendisliği tahsilim esnasında bizlere, İngiltere'de 1957'de vuku bulmuş olan Windscale Nükleer Reaktörü kazasında etrafa yayılan; fakat hayati bir tehlike arz etmeyen radyasyon hakkında her gün halka bilim adamları tarafından verilen ölçüm sonuçlarının ve yapılan tartışmaların halkı ne kadar etkilemiş ve toplumsal bir histeri ve paranoyaya yol açmış olduğu, ibret alınması gereken bir vaka olarak sunulmuştu. 26 Nisan 1986'da vuku bulan Çernobil kazası eğer halkımızda, uyandırması doğal olan endişelere ve medyanın önemli bir kesiminin bütün gayretlerine rağmen, bir panik ve kolektif bir paranoya ihdas edememişse bunda Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun vakarının ve konunun tartışmasını ayağa düşürmemeye özen göstermesinin büyük rolü vardır. Çernobil kazasının Türkiye'yi etkilemesiyle ilgili ölçüm sonuçları, ancak: 1) bu sonuçları anlayıp yorumlayacak düzeyde olan ve 2) bu sonuçları resmen talep eden ulusal ve uluslararası kurumlara verilmiştir; şahıslar muhatap olarak kabul edilmemiştir. Buna karşılık ölçüm sonuçlarını her gün açıklayan Almanya ve Yunanistan'da büyük panik yaşanmıştır. Özellikle Yunanistan'da doğacak çocuklarının sakat olacağına inanan ya da inandırılan on binlerce hamile kadın, kazayı takip eden aylarda kürtaja başvurmuşlardır. Bir an önce başlatılması medyada dile getirilen ileri düzeyde, sofistike deprem araştırmaları önemli bir bilimsel konudur; ama yalnızca fay hatlarının daha kesin ve rafine bir şekilde tespitine yarayacaktır; bunlar, ne depremleri önleyebilirler ve ne de depremin hasarlarını, bırakın ortadan kaldırmayı, hafifletebilirler. Depreme karşı yegane çare: 1) yapıları depreme dayanıklı olarak inşa etmek, ve 2) halkı eğitmektir. Bu bakımdan devletin bu araştırmalara, temkini elden bırakmadan ve abartmadan, destek olması isabetlidir. Ama bu araştırmalara destek olması devleti sorumluluktan kurtarmaz. Devlet, yapıların depreme dayanıklı yapılması için gerekli idari ve cezai tedbirleri acilen ve dirayetle almakla ve bunları gevşemeyen ciddi bir kontrol altında tutmakla yükümlüdür. Bu kabil önlemleri almak ise ne Kandilli Rasathanesi'nin ve ne de herhangi bir başka kurumun sorumluluğundadır. ABD'de ve Japonya'da, yersizlik dolayısıyla, bazen fay hatlarının üzerinde inşa edilmek zorunda kalınmış olan nükleer santraller depremlere rağmen hiç aksamadan işlemektedirler. Bunun sebebi bu nükleer santrallerin o yerlerde vukuu muhtemel en şiddetli depreme mukavemet edecek şekilde inşa edilmiş olmalarıdır. Her ülkede araştırma fonları bilim adamları arasında iştah ve ihtirasın artmasına sebep olur. Amaç da daima bu fonlardan en büyük dilimi alabilmektir. Bunun için de bilim adamları ve kurumları arasında kıyasıya bir rekabet hüküm sürer. Bu, akademik geleneği iyice oturmuş olan gelişmiş ülkelerde belirli kurallara uygun ve iş ayağa düşürülmeden belli bir zahiri zerafetle yapılır. Marmara depreminin, depremle ilgilenen bilim adamlarımız ve mensubu bulundukları kurumlar açısından: 1) Daha sofistike deprem araştırmalarının yapılmasına, ve 2) Bu araştırmalar için devletin dolgun araştırma fonları tahsis etmesine vesile teşkil edecek bir imkan olarak algılanmakta olduğu gözlenmektedir. Ekranlarda gördüğümüz asabiyete, sübjektif iddialara, vekar ve zerafet yoksunu beyanlara, çiğ ithamlara ve suçlamalara biraz da işte bu paylaşılması gereken pastaya karşı duyulan iştah sebep olmaktadır. Marmara depremi dolayısıyla medyanın rating ihtirasına bilmeden alet olmuş olan tüm bilim adamlarımızın, alet edildikleri bu oyunu artık berrak bir biçimde idrak etmeleri, kamuoyundaki imajlarının daha fazla yara almaması için de, televizyonlarda arzı endam edecek yerde, çenelerini tutarak meseleyi akademik ortamlara taşımaları gerekir. (1) Bugün Profesör olan bu zât bir büyük ilmî kurumun depremle ilgili bir alt biriminin başında bulunmaktadır. Aynı zâtın Akkuyu Nükleer Santral siti için yıllar boyunca yapılmış olan deprem araştırtırmaları sonuçları hakkında da şüpheler ihdâs etmeğe mâtuf vehimlerini bir rapor hâlinde Başbakan Bülent Ecevit'e iletmiş olduğu rivâyet edilmiştir. Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre www.ozemre.com
  8. Nükleer Enerji Karşıtlarına Özgü Düalist Dinin Anatomisi 1985 yılındanberi Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde ve tabiî Türkiye'de de pekçok "nükleer enerji karşıtı" kimseyle karşılaşıp tartışmak fırsatını buldum. Bunları: 1) samimî ve tartışmaya açık olanlar, ve 2) fanatik (yâni müfrit) nükleer enerji karşıtları diye ikiye ayırmak mümkündür. Nükleer enerji karşıtları Avrupa'nın bazı ülkelerinde, seçimlerde %8'lere varan bir oy potansiyeline sâhip bir baskı grubu oluşturmaktadırlar. Bunların ortak amacı: nükleer enerjiyi yeryüzü'nden silmektir. Nükleer enerji karşıtı hareketin pekçok vechesi vardır. Ama bu hareketin yandaşlarının, ve özellikle de hareketin sürükleyici grubunu oluşturan fanatik nükleer enerji karşıtlarının, sosyo-psikolojik yapısını çözümlemeden hareketin diğer vechelerini sağlıklı bir biçimde teşhis edip anlamak mümkün değildir. Dikkatli bir biçimde incelenecek olursa "fanatik nükleer enerji karşıtları"nın bütün davranışları ve inançları (tıpkı eski Persler'in iki ilâhlı düalist dini olan Zerdüşt Dini'ni andıran bir biçimde) yeni bir düalist dinin müfrit, mutaasıp ve yobaz sâlikleri gibi hareket etmekte olduklarını ortaya koymaktadır. Bu dinin ilâhları: 1) bir yanda Evren'i ışıtan ve ısıtan Aydınlıklar Prensi: Güneş-Ahura Mazda (ya da Güneş-Hürmüz); 2) diğer yanda da Karanlıklar Prensi: Nükleer Enerji-Ehrimen'dir. Ancak, Zerdüşt dininde Hürmüz ile Ehrimen arasında süre-giden zıtlaşma ve savaş kozmik ölçekte vuku bulurken, bu sefer bu savaş bu yeni dinin ilâhları olan Güneş ve Nükleer Enerji arasında, ama şimdilik yalnızca Dünyâ ölçeğinde vuku bulmaktadır. Bu çatışmanın nihaî hedefi: Aydınlıklar Prensi'nin ordusunu oluşturan fanatik nükleer enerji karşıtlarının her ne bahâsına olursa olsun Karanlıklar Prensi'nin ordusunu oluşturan nükleer enerji uzmanlarına gâlip gelmesi ve (Karanlıklar Prensi'nin kullarının böylece elenmesiyle de) Dünyâ'nın ilk sâfiyetine kavuşup Cennet'e dönüşmesidir. Bu, Aydınlıklar Prensi'nin ordusunun Dünyâ'nın Cehennem'e dönüşmemesi için sürdürdüğü "Kutsal Savaş"'ı ya da eski tâbiriyle "Mukaddes Cihâdı"dır. Eski Zerdüşt Dini'ni yeni bir kisve içinde hortlatan bu düalist dinin: * Yeryüzünü iki ilâh arasındaki zıtlaşmanın alanı olarak kabûl eden düalist bir inancı, * Müminlerini Karanlıklar Prensi'nin ordusuna yâni nükleer enerji uzmanlarına karşı savaşa çağıran bir Kutsal Savaşı, * Kütlesel olarak Cennet ya da Cehennem vaad eden bir nihaî ödüllendirme ve cezâlandırma sistemi (1), * Cennet'e kavuşmak için (yâni nükleer enerjiyi ve nükleer enerjinin insanlığın enerji ihtiyâcı için vaz geçilmez olduğunu ifâde eden bilim adamlarını Yeryüzü'nden silmek için) yalan, dezinformasyon, iftirâ ve komplo gibi her vâsıtayı geçerli sayan bir ahlâk anlayışı, * Adına Greenpeace denen, değer hükümlerinde inanırlılığı olmayan, faaliyet ve kampanyaları bilimsel olgulara değil düpedüz slogan ve propagandaya dayanan resmî bir Kilisesi, * Örgütlü bir ruhbân sınıfı: kardinalleri ve misyonerleri, * Hac fârizası gibi topluca ziyâret edip Karanlıklar Prensinin ordusuna lânetler yağdırdıkları (nükleer santral sitleri, Güney Pasifik'de atom bombası deneylerinin yapılmış olduğu Moruroa ve Fngataufa atolleri, Türkiye'de Türkiye Elektrik Kurumu'nun önü, Boğaziçi Köprüsü vb... gibi) kutsal ziyâretgâhları, * "Atom çekirdeği kabak çekirdeği değildir!", "Daha fazla enerji değil, daha az enerji!", "Teknolojiye gereksinimimiz yoktur!", "Ne termik santral, ne nükleer santral!" kabîlinden, müminlerini vecde getiren veciz(!), ve realist(!) zikirleri, * Afarozları ve yaptırımları, * Kendilerine özgü ritüelleri (âyinleri), ve * Müminlerini Karanlıklar Prensi'nin ordusuna karşı güçlendirmek üzere, sağlıklı akıl yürütmelerini engelleyen propaganda yayınları vardır. Görünen odur ki bütün bu dinsel faaliyetler için epeyi de paraları bulunmaktadır. Ama bu paranın kaynağı, her nedense, Kilise ulularının titizlikle sakladıklarını sandıkları bir sırdır. Pekiyi ama bu insanları bu yeni dine cezbeden nedir? Görülüyor ki bu yeni din: 1) inançların zayıfladığı, ve 2) karmaşıklığı gitgide artan ileri teknolojilerin, bunları gerektiği kadar anlamaktan âciz kalan bir takım insanların vehimlerini kamçılayıp onları ürküttüğü Dünyâ'mızda, bu fanatik nükleer enerji karşıtlarına: * Sorumlulukları az, ibâdet tarzı (yâni şerîatı) kolay, ritüelleri de çoğunlukla toplu eğlence ve şamatadan ibâret olan bir inanç, * Kendilerini şövalyevârî bir tarzda kanıtlayabileceklerini umdukları ütopik bir amaç, * Bir gruba ait olma içgüdüsünü yâni iştirâk içgüdüsünü tatmin eden bir imkân, sağlamaktadır. Bununla beraber amaçları kendilerine ne kadar ulvî görünürse görünsün fanatik nükleer enerji karşıtları nev'i şahsına mahsûs (sui generis), ilginç fakat marjinal bir marazî zümre oluşturmaktadırlar. Bunlar: * Nükleer enerjinin: A) insanlık için kesinlikle zararlı olduğu ve, Dünyâ'nın enerji sorununun yalnızca alternatif enerji kaynakları ve enerji tasarrufuyla çözülebileceği saplantısı içindedirler. * Nükleer enerjinin sulhçu amaçlara yönelik uygulamaları husûsunda bu konunun Dünyâ'daki bütün uzmanlarının "birilerinin emrinde, lobici, rüşvetçi, ahlâk yoksunu câhiller", ama ulvî bir ahlâkla bezenmiş gerçek âlimlerin de yalnızca kendilerinin oldukları vehmi ile mâlûldürler. * Konunun süper câhili olduklarını bilmeyecek kadar âciz, ve konuyu sürekli inanç düzeyinde tutmak eğilimleri dolayısıyla da mutaasıb ve yobazdırlar. * Konuyu objektif referans kitaplarından inceleyemeyecek kadar tembeldirler. * Tecrübeyle sâbittir ki "risk", "kabûl edilebilir risk" ve "nükleer risk" kavramları sabırla ve mükerreren kendilerine izah edilse bile gene de fehmedip anlamayacak ve bir istatistiğin ne olduğunu, nasıl yapılması gerektiğini bilmeyecek kadar da anlayışı kıt (fehâmetsiz) kimselerdir. * Konunun uzmanı olan millî kuruluşları ve uzman bilim adamlarını her fırsatta "rüşvetçi, nükleer lobinin uşağı, sözde bilim adamı, insanlık düşmanı..." gibi iftirâlarla aşağılamak saldırganlığı ile tezâhür eden bir eziklik ve bir küçüklük kompleksi içinde bulunduklarının farkında bile olmadıkları bir narsisizm (kendini beğenmişlik) ile mâlûldürler. * Bütün mutaasıb yobazlar gibi, kendilerine şimdiki zamanı ve geleceği korkunç tehlikeler içinde gösteren hallüsinasyonların esiri olmaktan aslā kurtulamamaktadırlar. * İddialarını savunurken dâimâ mitomanyak eğilimlerini de yansıtan, uyduruk verilerle süslü bilimsi görünüşlü bir lâf salatası sergilemekte olduklarının aslā farkına varmamaktadırlar. (Meselâ şimdiye kadar yalnızca 3 büyük nükleer kazâ vuku bulmuş olmasına rağmen büyük nükleer kazâların 350 olduğunu; Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın Çernobil kazâsında sâdece 59 kişi ölmüş olmasına rağmen ölenlerin 125.000 kişi olduğunu; normal miyâdını doldurmuş 5 nükleer santralinin çalışmasına son vermiş olan A.B.D.nin nükleer enerjiden tümüyle vaz geçip 109 nükleer santralini de kapatmış olduğunu... iddia etmeleri gibi). * Cehâlet ve aczlerinin kendilerine telkin ettiği bîçârelik dolayısıyla sık sık paranoia persecutoria'ya bağlı şirret ve saldırgan bir tutum ittihâz etmekte, kamu mülküne ve özel mülklere tecâvüz etmekte, tarlalardaki ekinleri genetik muameleye tâbî tutulmuş diye ateşe vermektedirler. Aslında bir minoritenin istibdâdından başka bir şey olamayan kānunsuzluklarını ve işledikleri suçları demokratik bir eylemmiş gibi göstermektedirler. "Fanatik nükleer enerji karşıtları"nın bu eğilimleri ve davranışları, bir "geri besleme" (feed back) mekanizması aracılığıyla, kendi aralarında kollektif bir paranoyaya ve histeriye de yol açmaktadır. "Fanatik nükleer enerji karşıtları" iflâh olmaz bir kendini âlim ve uzman sanma zibidiliği'nin temsilcileridir. Bu vasıfları sebebiyle de çok çabuk tava gelmekte ve özel bazı çıkar çevreleri tarafından çok rahat manipüle edilebilmektedirler. Hepsi de, kendilerinin bu biçimde robotlaştırılmış olmasından ziyâdesiyle memnûn oldukları görüntüsü veren sâf bir idrâksizlik içindedirler. Bunlara "Haydi! Antinükleer gösteriye gidiyoruz" denildi miydi, kendilerini bu gösteriye katılan 1500 kişinin 5 gün boyunca taşınma, beslenme ve konaklama masraflarının, Türkiye şartlarında, 300.000,-$ (üçyüzbin dolar) kadar bir paraya mal olduğunu ve bu meblâğın da bu işten muhakkak bir çıkarı olan birilerinin kasasından ödenmekte olduğunu idrâk edemeyecek ve bu meblâğın niçin sarfedildiğini kendi kendilerine soramayacak kadar da saftoroz olabilmektedirler. Bu zerdüştvârî yeni düalist dinin sâliklerine karşı ne önlem alınabilir? Fanatik nükleer enerji karşıtlarının sergiledikleri taassub ve yobazlık dolayısıyla bunlarla rasyonel bir diyalog kurulması mümkün değildir. Bunları, kendilerini içine hapsetmiş oldukları cehâletin sefâletinden kurtarmak da, bu yüzden, maalesef imkânsız görünmektedir. Onun için "fanatik nükleer enerji karşıtlarını" kendi izolâsyonlarına terketmek ama yalan ve dezinformasyonla iğfâl etmeğe çalıştıkları gençlere ise yılmadan usanmadan bilimsel gerçekleri açıklamak, kanaatimce, yegâne isâbetli tedbir olacaktır. [1]Dikkat! Bu sistemde kişisel değil ancak kütlesel bir selâmet vardır! [2]Çernobil kurbanlarının sayısının Ocak 1995 itibariyle 3.014.000 (üç milyon on dört bin) kişi olduğuna dair bir ifâdenin Ümit Otan'ın Çaynobil isimli kitabında yer almakta olduğunu da ilâve edelim. (Yayıncısı: İzmir Kitaplığı/İzmir, 1995) Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre
  9. Direnenlere gülümseyip acilen nükleer enerjiye geçmeliyiz. Nükleer enerji küresel ısınmaya hiç bir katkı sağlamaz. Nükleer enerji geleceğin enerjisidir.
  10. İklim değişikliği konusunda yürütülen çalışmalara destek için, Greenpeace Türkiye Ofisi'nin önünde "İklim Değişikliğine Hayır Nükleere Evet" gösterisi / protestosu yapılması hakkında ne düşünüyorsunuz?
  11. Sevgili çevreciler, Dünyamızı bekleyen küresel ısınma tehlikesine karşı bütün bilim insanları acil tedbirler alınması gerektiği konusunda birleşiyorlar. Karşı çıkan bir tek kuruluş var. Bir sivil toplum örgütü. Sırtını hiçbir şirkete dayamıyor. Desteğini halktan alıyor. Diyor ki, Nükleer enerji küresel ısınmaya karşı en temiz enerji olabilir, kabul, ama biz dünyada yeni nükleer santraller kurulmasına karşı çıkalım, alternetif enerji kaynaklarının ihtiyaçları karşılayacak kadar gelişmesini bekleyelim. -Niye? -İşte öyle. -Vakit var mı ? -Yok. -O zaman? -Lodos var sesin gelmiyor.
  12. Kemend şurada cevap verdi: Freyja başlık Çevreciler - Greenpeace
    Shell Company nükleerle yaşamaya hazır olmadığı için şirketin 250.000 adet hissesini greenpeace'e hibe etmişti!
  13. Deveye demişler boynun eğri. Bu yazının neresini düzeltilir. Arkadaşım bilmiyor olabilirsin ama yazmak zorunda değilsin. Kimse seni bu konuda yazı yazmaya zorlamıyor, bilmeye de zorlamıyor. Yapma kardeşim, bildiğin konularda yaz lütfen.
  14. Nükleer santrallerin zararları konusunda toplumu bilinçlendirmek için santral bacalarının devâsa büyüklüklerini ve bacalardan çıkan duman yoğunluğunu gösteren fotoğrafları kullanmak bile kanaatimce yeterli olmaktadır. Bir hafta kadar önce Greenpeace Akdeniz sitesinin anasayfasında böyle bir fotoğraf vardı ve gerçekten korkunçtu. Fakat ben korkmadım, nükleer santrallerin bacalarından çıkmakta olan dumanın sadece su buharı olduğunu biliyordum. Fakat toplumumuzun kahir çoğunluğu bunu bilmediği için bu tip fotoğraflardan ürkecektir. Çevreci arkadaşların toplumu nükleerin zararlarına karşı bilinçlendirmek için, nükleer santral fotoğraflarını daha fazla kullanmaları gerektiğine inanıyorum.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.