Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Tasavvuf


mmustafa

Önerilen İletiler

DİNİN ÖZÜ TASAVVUF

 

Bilindiği gibi her bilgin Dini kendine göre yorumlamıştır. Mesele, bu yorumların Dinin özüne en uygun olanını seçebilmektir. Tasavvufi Din yorumu İslâm’a en uygun olanıdır. Çünkü Tasavvuf: Dinin özünün öğretisidir. Kabukla - dışla, şartla - şeriatla yani, teferruatla uğraşmaz. Tasavvuf ; Allah, Doğa ve İnsanı ve bunların gerçeğini öğretmeye çalışır.

 

Doğadaki güzellikler, düzen ve hikmet Allah’ın doğaya yansımasıdır. Doğa, Tanrı’nın eseridir. İnsan ise en büyük eseridir. Çünkü insan ten ve Ruhtan (Akıldan) oluşmuştur. Dış ve iç Âlemin bileşimi (sentezi) olduğundan tüm âlemlerden üstündür. Tasavvufçu, işte bu doğadaki bilgiyi, düzeni, hikmeti ve güzelliği yaşamaya, insandaki fiziki ve ruhi güzelliği görmeye ve insanın hakikatini öğrenmeye çalışır. “Kendini bilen Tanrı’yı bilir. Kısaca, Tasavvuf Mârifet, Hikmet (Bilgi) ve Aşktan, Sevgiden ibarettir.

 

Tasavvuf: Allah’ı, insanın ve doğanın özü bilir. Bu ise; sonsuz İlim ve Hikmet (Bilgi) ve sonsuz Sevgi ve Aşktır. Vücud-u Mutlak’ı bilmek, Hüsn-ü Mutlak’a âşık olmaktır. Tasavvuf, bunun dışındaki Dini Şeriat ve Fıkıh bilgileri ile uğraşmaz. İbadet edecek kadar İlmihal bilgisinden ötesi Tasavvufçuyu alakadar etmez. Şeriat, Tarikat onun için amaç değil ayrıntılardır.Tali araçlardır. Asıl olan değil, Füru’dur (teferruattır, simgelerdir, şekildir). “Yere göğe sığmayan, sonsuz bilgi ve güç (enerji) olan Allah’ı insanda ve kendi kalbinde arar Tasavvufçu”.

 

Yine Tasavvufçu; Tefekkür (Düşünce) ile Mârifet-hikmet ve hakikatı öğrenmeye, insandaki ve doğadaki güzellikler ile de İlâhi Cemali - Hüsn-ü Mutlakı sevmeye, yani mecâzi sevgiden, hakiki sevgiye kavuşmak ister. Bunun sonucu ise: Güzel ahlâk ve dürüstlüktür. Toplumun çıkarını kendi çıkarından üstün tutmak ve riyadan tamamen soyutlanıp gerçekçi olmaktır. Kavgayı, tartışmayı, fitneyi, fesadı terk edip, başkaları ile değil kendi nefsi, heva ve hevesi ile cihad yapmaktır. Merhametli ve cömert olup, dünya yaşamında az ile mutlu olmaktır. Şiddete karşı olmaktır.

 

Gerçek Tasavvufçu şekil ve kisve Müslümanlığına karşıdır. Medrese, tekke ve mescide önem vermez. Hakikati kendinde bulur, Allah’ı kalbinde arar. Onun medresesi, tekkesi ve mescidi kendi kalbidir. Önemi her zaman kalbe verir. Çünkü gerçek tekke ve mescid kalptir. Kalp içinse en önemli olan Allah’ın Zikri ve sevgisidir. (Kalbin Zikri ve Kalbin Sevgisidir) Zahiri bir zikir ve cismani bir sevgi değildir. Tefekkür (düşünce), Tezekkür (Rabbi hatırda tutmak ve asla unutmamak, en önemlisi de Tanrı’yı ve O’nun büyük ve gizemli olan eseri İnsan-ı Kâmil’i, Âdemi ve çocuklarını ve doğayı sevmektir. Ham iken pişkin İnsan olmak ve Kemâle ulaşmaktır. Bütün Tasavvufçular bunu böyle izah etmiştir.

 

İlâhi mesaj Kur’an-ı Kerim, İlâhi Mesajcımız Hz. Muhammed’in Sünnet ve Hadisleri, Hz. Ali ve Hz. Ebubekir’in ve onları izleyen tüm Tasavvufçuların öğretisi üzere bu fakir, Tasavvuf konusunda Varlık, İslâm’da Mezhepler ve Yükseliş, Muhammed-İsa-Âdem isimli ve diğer yazmış olduğumuz kitaplarda Tasavvufu çok ayrıntılı bir şekilde işlemiştir. Yunus Emre ve Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri ise bir deniz olan Tasavvufu şu şekilde özetlemişlerdir. Yunus:

 

“Şeriat, Tarikat yoldur varana,

 

Mârifet, Hakikat ondan içeru”

 

 

 

Seyyid Ahmed er Rufai ise:

 

“Tasavvufçunun kalbi sevgi ve aşkla Nurludur,

 

Gönlü ise Mârifet nuru ile geniştir (Göğsü dar değildir)” demişlerdir.

 

Biz bu iki görüşe inanıyoruz ve bulmaya çalışıyoruz.

 

10-03-2000 Alanya

KÂZIM YARDIMCI (1936 Adıyaman)

www.varliktanveriler.com

 

Kaynak: “Yunus Divanı”, Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinin “Onların Âlemi” isimli kitabı, 25. Hadis

 

TASAVVUF’UN KÖKENİ

Tasavvuf medreseden değil; Tekke’den zuhur etmiştir.

Bir Tasavvufçu gösterilemez ki 0 tarikat pirlerinden olmasın. Ya da bir pire hizmet etmeden tarikat piri olmuş bir Zât gösterilemez. Mutlaka bir Pirin terbiyesinden geçtikten ve Olgunlaştıktan sonra Pir olmuştur. Yani İnsan-ı Kâmil olmuştur.

 

Ayrıca Tasavvufçular, İtikad kurmazlar. Ve bunu yapanları kendilerini Peygamberin yerine koymuş görürler.

 

İtikadı, Peygamber oluşturur.

 

Tasavvufçular, Peygamberin İlahi mesaja islinaden oluşturduğu Itikadı (iman gerçeklerinı) izah ederler.

Öyleyse Tasavvufçular, İlahi mesaja, Vahye ve bizzat Peygamberin metafizik öğretisine bağlıdırlar. Çünkü Onlar, felsefecilerin ve kelamcıların Aristo Mantığının kuralları ile Cüzi normal akılla yaptıkları itikadları reddederler. Ve hatta bunu Peygambere, ilahi Mesaj’a karşı yapılmış büyük küstahlık olarak

nitelerler.

 

Tasavvufçuların tamamı derlerki; “birmilyon kitap okusan, İlâhi Mârifete eremezsin. İman umdelerinin gerçeğini çözemezsin. Metafizik gerçekleıi Cüz’i akılla öğrenemezsin.” Zaten akıl bu gerçekleıi çözebilseydi; Yüce Allah, İlahi Mesajını ve Peygamberlerini göndermeyerek, herkes kendi aklıyla Kur’an’ın, Tevrat’ın, lncil’in, Zeburun ve Peygamberlerin haber verdiği Manevi Gerçekleri öğrenirdi.

 

Okumak ve düşünmek yoluyla, yani her Cüz’i akıl sahibi Tannsını kendi bulurdu. O’nu ve Sıfatlarını (Esma-i Hüsnasını), Ruh ve Melekler âlemini, madde ötesi gerçekleri, varlıkları, hepsini aklıyla Peygambere ve

Vahye ihtiyaç duymadan öğrenirdi. Yani sanki her akılcı ve mantıkçı düşünür, birer Peygamber olurdu.

 

Yağma yok!..

 

Akıl, sadece fizik alemini araştırır ve öğrenir. Bir de yazılı olan İslam Hukukunu öğrenir. Ki o hukukun da (Fıkıh) kurucusu, yani Alimi gene İlâhi Mesajcı Peygamberdir. Şeriatla ilgili Ayetler, muhkemattandır, açıktır.

İşte, görülüyor ki İslamın, felsefe ve bir nevi felsefe olan kelam

bilgisinin dışında, doğrudan İlahi Mesaja-Vahye;ilahi Mesajcı’nın Kutsal Ruhuna tutunarak yeniden itikat oluşturmadan, doğrudan Peygamberin metafiziköğretisinin Amentu Umdelerinin gerçeğinin ve gerçek anlamlarının izahını yapan Islam Tasavvufçularının tek kaynağı vardır; O da İlâhi Mesaj Kur’an ve ilâhi Mesajcımız Hazret-i Peygamber efendimizdir. O’nun kutsal sözleridir.

 

Tasavvuf, İslamın iman ve iman ilkelerinin irfanıdır. Tasavvufun konusu doğrudan iman hakikatleridir ve kaynağı lslâm’dır. Dinin, iman yönüdür. iman gerçeklerini öğrenmektir. “Men Araf”ı bilmektir.

 

Tasavvuf, İslâmın fıkıh-hukuk, ekonomi, sosyal (kısaca Şeriat yönünün) öğretisi ile uğraşmaz. Onu fıkıhçılara, müctehidlere bırakır. Çünkü Kitap ve Sünnet ile belli olan Şeriatın kurucusu ve alimi zaten Peygamberdir. Şeriatla ilgili âyetler ve Hadisler muhkemattandır. Kapalı, mecazi (kinayeli) değildirler. Açıkça ve her müslümanın anlayacağı; müphem-kapalı tarafı olmayan âyet ve hadislerdir.

 

Kitap ve Sünnetten öte ictihadle gelişen fıkhı da müctehidler oiuşturmuşlardır. Zira Islam’da ictihad vardır. Müctehidler ise Peygamber değillerdir. 0 nedenle hata da edebilirler. Isabet de edebilirler. Bu nedenle hiçbirictihad (mezhep anlamında) yüzde yüz doğru değildir. Her mezhepte hak da vardır; hata da vardır.

 

Çünkü ictihad, beşerin Kitap ve Sünnete uygun olduğunu iddia ettiği ve delillerini getirerek ortaya koyduğu beşeri görüşüdür. Nübüvvet Sıfatı olmayan müctehidin ictihadları Semavi (Göksel) değildir.

Gökten inen, Kitap ve Sünnet’tir. Mezhepler gökten inmemiştir. Islamda ictihad vardır. İctihada ihtiyaç da vardır. 0 nedenle mezhepler (ya da müctehidler) inkar edilemez. Onlardan Emir el Mü’minin ve insanlar yararlanır. Gelişmeyi ve ilerlemeyi sağlarlar.

 

Ayrıca İslâm, statik değildir. Dinamiktir.

 

‘Külle yevmin höve fi şa’n -(Allah) her an bir Şan’da- bir faali’ yettedir.” (Rahman, 29)

Allah, Hay’dır. Daimidir. Öyleyse Allah’ın işi bitmez. Bitmemiştir. Halk-ı Ula ve Halk-ı Cedid; yani ilk ve yeni Halk vardır.

 

Bunlar Kur’an-ı Kerim ile sabittir. Aslında ictihad, Emir-el Mü’minin ve onun valilerinin hakkıdır. Peygamber, tain ettiği valisine yani Muaz isimli sahabesine ictihad etme hakkını tanımıştır. Bu hadise göre ictihadın, Emir makamında olan İslam umerasına ait olması gerekir. Diğerleri ancak reyini bildirir. Oda Emir sorduğu taktirde. Rey sahibi de o ilimde uzman kişi olacaktır. Emir el Mü’minin ve Islam umerası her konuda uzman olanların reyini sorar. İsterse onlardan birini kabul eder veya kabul etmez. Kendi reyi ile ictihad eder. Sorumlu reyini bildiren değil, Emir’dir. Ya da Valisidir.

 

 

Kâzim YARDIMCI

[email protected]

 

V A R L I K

 

 

 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM...

 

 

"Külhüvallahü ehâd - De ki O Allah’tır, tekdir." (İhlas, 1)

....Hazret-i Kur’an Allah kelâmıdır. Kur’an’ın bir dış, bir de iç anlamı vardır. Dış anlamı geneldir, iç anlamı özeldir. İç anlamı çok derindir. Çok yüksek Tanrısal bir tefekküre dayanır. Kur’an, en yüksek bilimsel kitaptan daha bilimsel ve daha yüksektir. Bazı mollaların sandığı gibi O sadece okumakla bilinmez. Bu gün bir cebir, bir yüksek matematik ne kadar zor ise, Kur’an’ın gerçek anlamına ermek, onlardan çok daha zordur. Öyle Kur’an, bazı hocaların zannettiği gibi, Arapça gramerini bilmekle okunup anlaşılmaz. Bilhassa Tanrı tekliği ve Ruhaniyetle ilgili bölüm ve Âyetleri…

Halbuki Kur’an, insanlığı aydınlatsın, bilmediğimizi öğretsin diye geldi. Okuyup geçmemiz için gelmedi. Kur’an’ı anlayarak okumak, O’nun yüksek tefsiri olan İlâhiyat bilgini Velilerin eserini okumakla olur ve Rahman olan Allah, her yüzyılın başında Kur’an’ın yüksek anlamını tekrar rahmeti ile kullarına açar.

 

 

 

 

AHADİYET-TEKLİK

 

 

“De ki O Allah’tır, tekdir." (İhlas, 1) Arapçada Hu –O, zamiridir. Şimdi, bu Hu –O- zamiri üstünde duracağız. Bilindiği gibi O zamirdir. Ben, sen, o gibi. O sıfat değildir. Zamir ise bir şeyin kendisi, varlığı demektir. Sıfat bir nesnenin nasıllığı ve niteliğidir. Meselâ gül zamirdir. Gülün kırmızılığı veya beyazlığı onun sıfatıdır. Bunun gibi, Hu -O- Tanrı’nın kendisidir, sıfatı değildir. Tanrı’nın Rahman –acıyıcı-, Afuv –af edici, Gafur-bağışlayıcı- ve benzeri adları, sıfatlarıdır. Hu, kendisinin vücududur, onun için Tanrı Kur’an’da, O Tanrı’dır ve O tektir -eşsizdir- buyurmuştur.

 

 

 

 

 

VAR NEDİR VE BİRTEK VARDAN BAŞKA VAR VAR MIDIR?

 

 

 

“Var olan, varlığını ispat edendir. Var olan, varlığını gösterendir."

Varın varlığını isbatı, kendisini bir yandan göstermesi ve etkilemesi ile olur. Kendimize ve çevremize baktığımız zaman, bir varın var olduğunu ve çevremizi altı yönden kuşattığını apaçık görürüz. Ayrıca gördüğümüz varı ve Onun belirtileri olan nesneleri, gökte ve yerde olan nesneleri hem görür, hem düşünürüz. Demek ki bir varın var olduğunu hem görüyoruz, duyuyoruz, hem de düşünüyoruz. Mesele Varı kabul etmemizdir. Varın var olduğu güneş gibi meydandadır. Var vardır ve sonsuzdur. Öyleyse yok yoktur. Çünkü yoktan var olmaz, var da yok olmaz. Var olursa yok olmaz, yok olursa var olmaz. Varın varlığı isbatlı olduğuna göre, yok diye bir şey yoktur. Yok kelimesi gramerlerde vardır ve âlet bir kelimedir. Varı, daha kuvvetli belirtmek için bu kelime icat edilmiştir.

 

“Nefsini bilen, Rabbini bilir.” “Ya Rabbi, bana eşyanın mahiyetini- cevherini, aslını göster" Peygamber sözü, konumuza ışık tutar ve bizi gerçeğin özüne iletir. Eşya - şeyler, taayyünler -beliren nesnelerin aslı nedir? Yüce Peygamberimiz, “Ya Rabbi! Bana eşyanın aslını göster" diye dua edince, Yüce Tanrı Ona “yukarı bak" dedi. Peygamber yukarı baktığında; Melekût bir daire, Ceberut bir daire ve varlığın kaynağı Lahut bir daire olarak kendine göründü. O zaman, o çok anlayışlı Peygamber anladı. Yerden bir taş aldı, kırdı. İyice kırdı, ufaladı, avucunun içine koydu baktı. O taşın küçük küçük daire şeklinde zerreciklerden meydana geldiğini gördü ve gerçeği Rabbının yardımı ile öğrendi. Bunun üzerine her şeyin aslının olduğu gibi, insanın da küçük birer daire şeklindeki zerreciklerden- atomlardan- meydana geldiğini anladı. Bunun üzerine: “Kendini bilen, Rabbini bilir” dedi. Yani aslını. O büyük Peygamber, her nesnenin O büyük var, her yöne yayılan, sonsuz varın belirtileri olduğunu ve eşyanın aslının Tanrı olduğunu kesinlikle bildi. Bu bilgiyi sözü edilen Hadis ile beşeriyete açıkladı. Demek ki; küçük veya büyük her nesnenin asli cevheri daire şeklindeki küçük zerreciklerden meydana geliyor ve cevher mutlak var Tanrı oluyor.

 

Daire 360 derece, başı sonu yok. Büyür, sonsuza gider, küçülür sonsuza gider. Şimdi çevremize bir bakalım: Kâinatı büyük bir daire olarak görürüz. Öyleyse nokta da küçük bir dairedir. Demek ki daire büyük bir nokta, nokta da küçük bir dairedir. Pi sayısı da bunun isbatıdır. En küçük daire olan noktanın ve en büyük nokta olan dairenin, hatta evren’in çevresini çapa bölsek aynı pi sayısını verir.

 

Atom en küçük parça. Bu çok önemli. Atomu ilk sebep kabul eden Eflatun ve onun etkisinde kalan Maturidi ve Eş’arinin yanılmış olduklarını, Muhiddin-i Arabi, Abdülkadir Geylâni, Seyyid Ahmed er Rufai, Celaleddin-i Rumi ve tüm Tasavvufçular iddia etmişler ve bugün atomun bölünmesi ile bu ilk sebep teorisi ve dolayısıyla Maturidi - Eş’ari felsefesi, ekolu iflas etmiştir. Çağın bilimi, İslâm Tasavvufçularını haklı çıkarmış ve ilk sebebin atom olmadığını isbatlamıştır. Gerçek su yüzüne çıkmıştır. İslâm bilginleri ilk sebebin Tanrı’nın ilk belirtisi, Tanrı’nın Yüzünün Nurundan, yani Zâtından peyda ettiği büyük Muhammedi Ruh olduğunu açıklamış ve isbatlamışlardır. En küçük parça atom bölününce, Maturidi ve Eş’ari’nin iddia ettiği gibi yok olmamış, tersine büyümüş ve sonsuza açılmıştır. Bu da; hiçbir şeyin “adem” yokluktan yaratılmadığını ve nesnelerin aslının Nur - Işık, elektrik olduğunu isbatlamıştır.

 

Varın kenarı olmaz, var sonsuzdur. Eğer varın kenarı olsa, onun bittiği yerde yokluk düşünülür ki, yokluğu akıl mantık ve bilim kabul etmez. Yok yoktur. Bunun en güzel ifadesi şudur: “Var vardır, yok yoktur”. Lâ İlâhe İllallah’tan maksat da budur. Lâ, yok’u, nefi, illa varı isbat eder. Onun için bu güzel kelimeye nef-i isbat denir.

Daire bir bütündür, dairenin başladığı ve bittiği nokta olmaz. Dairenin her noktası hem başlangıç, hem de bitim noktasıdır. Bunun gibi, varın da başı sonu olmaz. İlk de O vardır, son da. Var ezeli ve ebedidir. Varın kenarı olmaz. Kenarı olsa yokluk başlar, yokluğu bilim kabul etmez. Öyleyse var eşsiz birdir. Mutlaktır ve sonsuzdur. Birdir, çünkü varın kenarı olmadığı gibi, bölünmesi de mümkün değildir. Var bir bütündür, bölünse yine sınırlanır, sınırlanırsa yokluk kabul edilir. Yani yokluk başlar. Yokun olmadığı isbatlı olduğundan, var bütündür, kenarsız, sonsuz ve eşsizdir, bir tektir.

 

Şeyler -nesneler-, bir tek varın içinde, ondan ayrılmadan ve onun üstünde görülen geçici varlıklardır. Denizin üstündeki köpükler gibi. Köpükler sınırlı, büyük ve küçük hallerde boldur. Ancak, hepsi denizdendir ve deniz onları çepeçevre kaplamıştır. İki köpüğün arasında onları birleştiren ve onları yaratan deniz vardır. Bizi şaşırtan, nesneler ve şekillerdir. Bunlar, hep O varın (bir tek) çeşitli belirtileridir. Hiç bir şey yoktur ki onların arasında yokluk olsun. Biz boşluğu yokluk zannederiz. Aslında, boşluk dediğimiz yerde illa bir şey vardır. Hava kürecikleri, gözle görülmeyen gazlar ve benzeri gibi…

 

Var birdir, eşsiz birdir, yani bir tektir. Örneği: her şeyin bir benzeri, eşiti veya eşdeğerlisi vardır. İnsan birdir, ağaçlar ve nesneler birer birerdir. Fakat başka insan, ağaç ve başka nesneler de vardır. Ama kenarsız var olan Tanrı’nın eşi yoktur. Tanrı hem birdir, hem de eşsiz, benzersiz tektir. Nesneler çoktur, fakat nesneleri kendinden kendi nefsinden peyda edip, şekil ve suret veren mutlak ve sonsuz var olan Tanrı tek’dir, birdir.

 

Yukarıda; daire bir nokta, nokta ise küçük bir dairedir denildi. Geometride de nokta ile dairenin formülü aynıdır. Pi sayısı bunun delilidir. Vücut bir noktadır, büyür sonsuza gider, küçülür sonsuza gider. Yok olmaz. Çünkü yok yoktur. Nesnelerde bir kapanıp açılma, yumulup çözülme vardır. Düz bir yere bir bardak su döksek, açılır geniş bir sahayı kaplar. Toplasak, yine bir bardak sudur. Varlığında büyüyüp küçülmesi ile artma ve eksilme olmaz. Sıkleti aynıdır. Yoktan da var olmaz ve var yok olmaz. Varın varlığı isbatlı olduğuna göre, öyle ise yok yoktur. Çünkü varın kenarı olmaz. Kenar kabul etsek, sonra yokluk başlar ki; yoku akıl kabul etmez.Yok diyoruz, ötesi kaldı mı?...

 

Yok denen şey olur mu? Yok denen şey olsa, o da bir şey, yani var olur. Demek ki ne varsa varda var. Bir varlık var ki; düşünüyoruz ve konuşuyoruz. Yok olsaydı, ne varlık olurdu ve ne de biz olurduk, ne düşünen, ne düşünülen, ne konuşan, ne de konuşulan… Bu hareketler, bu renkler, bu hayat, bu ses seda, bu düşünüş, bu heyecan ve zevkler olmazdı. Yoku kabul etmek, ikinci bir var aramaktır ki; bu imkânsızı imkânlı kılmaya kendini zorlamak olur. Bir nevi delilik, şaşkınlıktır. İki var olmaz. Var ikiliği red eder. Çünkü varın kenarı olmaz, var sonsuzdur. Var bölünmeyi de kabul etmez. Bölünse sınırlanır. Mutlak varın, nesnelerin özü mutlak çekirdeğin kenarı olmaz.

 

Sonsuzluk… İşte bu Ulûhuyettir, Tanrılıktır. Her nesne, tek tek noktalardan meydana gelmiştir. Deniz binlerce su damlalarından, madde binlerce atomdan, insan binlerce hücrelerden ve benzeri… meydana gelmiştir. Hangi şeyi zerrelerine ayırsak, teker teker hep birer noktadır. Yağmur birer birer yere düşer, her yağmur damlası bir daire çizer ve sonsuza gider. Yıldızlar dediğimiz zaman, onlarda bir birlik görürüz ve yıldız âlemi akla gelir. Ev , hayvan, insan, ağaç dediğimizde onlarda bir birlik görürüz, birerden hep küme küme...

 

Bir insan, evine “bu benim evim” der. Halbuki; evin çocukları da evin hanımı da “benim evim” der, hizmetçiler de “evim” der, o evdeki kedi de “evim”, fare de “evim” der. Tanrı da öyledir. O hiç kimsenin değil, herkesin, her nesnenin Tanrı’sıdır. Hepsi onun Rahmet kubbesinin altındadır. Herkesi görüp gözetir, herkese niyetine göre verir, esirger, yardım eder. Biz biribirimize düşeriz, kötülük ederiz. O hiçbir yaratığından vazgeçmez. Nasıl vazgeçer ki, onlar ister ulvi, ister süfli olsunlar hep kendisinin Cemâli ve Celâli tecellileri, taayyün -belirti-leridirler.

 

 

 

 

Not: Yazar Kazım YARDIMCI’NIN www.varliktanveriler.com adresinde Yayınlanın ‘ Varlık ’ İsimli kitabından alıntıdır..

 

ÇOKLUKTA TEKLİK

 

Denizin üstüne baktığımız zaman, milyonlarca köpükler biribirine bitişik yüzlerce dalga görürüz. Aslında bu sınırlı köpükler ve dalgalar o denizin coşup, çeşitli şekilde belirmesinden başka bir şey değildir. Köpükler ve dalgalar çoktur. Ancak bunların aslı bir tek denizdir. Onlar bozulduğu zaman, tekrar bir olan deniz kalır. Köpüklerin denizden oluşu, denizi ne artırır, ne eksiltir ve ne de denizin birliğini değiştirebilir.

Belirli miktarda su dolu fıskiyeli havuz da böyledir. Fıskiyeyi açtığımız zaman, bir tek havuz fışkırır, binlerce su damlacıkları halinde yükselir, bir kavis çizip tekrar havuza döner. Bu durumda değişen bir şey yoktur. Havuzdan yükselip çoğalma ve tekrar havuza dönüp tekleşme olayını apaçık görürüz. Bu havuzdaki su miktarını ne azaltır, ne de çoğaltır. Su yine sudur. Ağırlık aynı ağırlıktır, birliği değişmemiştir. Her şeyde olduğu gibi, meyveler de böyledir; bir incir, bir nar meyvesini açtığımız zaman; o bir meyvenin, binlerce çekirdeğinin bir araya gelmesinden meydana geldiğini görürüz. Binlerce bir toplanıp yine bir olmuştur. Bir hakimdir

 

TEKLİKTE ÇOKLUK

 

Teklikte çokluk da, çoklukta teklik örneğinde verdiğimiz örneklerde açıkça görülür. Deniz tektir. Ancak, deniz üzerinde birçok köpükler vardır. Köpükleri, deniz kendi nefsinden peyda etmiştir. Onlar da yapı itibari ile sudur, asılları denizdir. Nihayet yine onlar da tek olan denizden başka bir şey değildir. Bir de sonradan olma konusu var. Evet, köpükler önce yok idi, önceden var olan denizden oldular ve deniz, köpüksüz de vardır. Ancak, köpükler yoktan var olmadılar, denizden oldular ve denizin bir başka belirtisidirler. Bu sonradan “yoktan var olma” deyimi işte bu mânayadır. Bir var olmasa, diğer varlar nesneler olmazdı. Yoktan varlık olamaz. Köpüklerin varlığı ise denize bağlıdır, denize muhtaçtırlar. Denizin varlığı köpüğe bağlı olmayıp, köpüklere ihtiyacı da yoktur. Deniz, köpüksüz de vardır. Köpük ve dalgalar denizsiz olamazlar. Ayrıca deniz yine hepsinden çok büyük ve hepsini kaplamıştır. Bunun gibi nesneler, tüm âlemler de evet sonradan var olmuştur. Tıpkı köpük ve dalgalar gibi. Kenarı olmayan büyük var ezelidir. Âlemler sonradan ve fakat sonsuz var Tanrı’dan olmuşlardır. Nur denizinin tıpkı o köpükler ve dalgalar gibi çeşitli suret ve şekillerdeki belirti ve görünüşleridir. Zira yok yok ki, yoktan bir şeyler olsun. Sonra o köpük ve dalgalar gibi mutlak varlıkta yok olurlar. O mutlak varlık Tanrı, Baki –daimi- ve ebedidir."Yok olurlar diyoruz", yani köpüğün şeklinin denizde bozulduğu ve fıskiyeden sıçrayan su damlacıklarının tekrar su havuzunda gizlendiği gibi. Yoksa var yok olmaz, yoktan da var olmaz. Bunu daima düşünüp hatırda tutmağa çalışacağız. Var her zaman isbatlı olduğuna göre yok yoktur. Ve varın kenarının olmadığı da isbatlı olduğuna göre var sonsuzdur. Bu ise Tanrı’lıktır.

 

Tanrı sınır kabul etmez. Kimse, Allah’ın kenarı vardır diyemez. Tanrı’nın kenarı olmadığına göre, öyleyse Onun olmadığı bir mahal düşünülemez. Şu halde nesneler hep Tanrı’nın çeşitli belirtileri, yine kendisidir. Kendisinin bittiği yer olmaz ki yokluktan bir şey yaratsın. Böyle bir şey düşünüp, Tanrı’nın Kâdir ismini müdafaa edelim derken, Tanrı’nın Zâtını sınırlamış oluruz. Bir sıfatını yanlış müdafaa edelim derken, Zâtına hakaret etmiş durumuna düşeriz. "Yoktan yarattı" demek; önce bu âlemler, nesneler yok idi, mutlak varlık olan Tanrı vardı, çokluk âlemi sonradan denizin üstündeki köpükler gibi zuhur etti demektir. Sonradan ve fakat sonsuz Nur denizi Tanrı’dan…

 

“Ela innehu bi külli şey’in muhit - Ayık olun, O Tanrı her şeyi kapladı." (Fussilet, 54)

Bu durumda, her nesne Tanrı’nın içindedir. O hiçbir şeyin içinde değil. Bu Âyet, gerçeği arayanlara apaçık bir delildir.

 

Yukarıdan beri açıklıkla anlatmaya çalıştığımız realite şudur: Yoktan var olmayan, evvelinin evveli, sonunun sonu, dışının dışı olmayan, aynı zamanda kenarsız, bu suretle eşsiz ve sonsuz ve de bölünmeyen, böylece yine birliği ortada olan ve nur yani ışık ve kuvvet olan çok muazzam bir varlık var. Öyle bir varlık ki; tüm nesneler de kendisinden olmakta ve yine kendisinde yok olup gizlenmekte ve kendisi daimi var kalmaktadır. Bir varlık ki ilk O, son O, iç O, dış O. Bir varlık ki bir ve eşsiz. Bir varlık ki; sonsuz aydınlık…

Şimdi Tanrı’ya inanmayanlara soruyoruz. Peki bu muazzam Varlık nedir? Kenarsız, sonsuz, bir ve eşsiz, büyük varlık Tanrı’dan başka ne olabilir? Ezelî, Ebedî ne demektir? Kenarsızlık nedir? Sonsuz ışık neyi ifade eder? Bir tek sonsuz vücut ne demektir? Hangi feylezof bunları tarif edebilmiş, hangi felsefe bu gerçekleri inkâr edebilmiş ve inkâr edebilir?

 

Bu kadar muazzam Var, bir tek var Tanrı’dan başka ne olabilir. Sonsuz, Ezelî, Ebedî, Daimî ve esrarengiz… Sonra çevremize ve kâinata bir baktığımız zaman; Gök ve Dünyamızı daimi aydınlatan, ısı ve enerjisiyle dış âlemin yaşantısını devam ettiren büyük bir ışık kaynağı Güneşi ve milyarlarca Yıldızları, Seyyareleri, Ay’ı görürüz. Bu milyarlarca Yıldızlar, hem Güneş ve hem de kendi aralarında orantılıdır. Birinin orantısı bozulsa, hepsinin ki bozulur şekilde tanzim edilmiştir. Milyarlarca en ince hesaplarla yapılmış orantı ve tanzime tesadüf denilip bir kalemde çıkılmak isteniyor. İnsafsızlığın bu kadarını insanlık vicdanı kabul etmez.

Tesadüf, nedret demektir. Milyarlarca ve nâmütenahi tesadüfü kabul etmek delilik olur. Akıl denen kutsal nesneye en büyük hakarettir. Dolayısıyla insana hakarettir. Ayrıca, bileşik moleküllerin, orantılı şekilde atomlardan meydana geldiği ilmen isbatlanmıştır. Bu orantı Yıldızlardan çok daha fazla sayıya sığmayacak kadar sonsuzdur. Bu bileşikler hep atom sayılarına göre orantılıdır. Mesela iki hidrojen atomu, bir oksijen atomu ile birleşince, su olur, biyolojik hayata katkıda bulunur. 3 oksijen atomu birleşince ozon gazı meydana gelir, zehirleyicidir. Bütün bileşikler hep böyle orantılıdır ve nâmütenahidir. Tesadüf nedrettir. Milyarlarca ve sonsuz orantıya tesadüf denemez.

 

Atomların yapısı da böyledir. Onlar da elektron sayılarına göre orantılıdır. Her elementin atomunun elektron sayısı değişiktir. Bu yüzden hiçbir elementin, insan tarafından yapılamayacağı isbatlanmıştır. İnsanoğlu hiç bir zaman altın, gümüş, bakır, oksijen, hidrojen atomlarını yapamayacaktır. Buna gücü yetmez. Artık bu ilmen açıklığa kavuşmuştur. Atomlardaki bu orantıyı ancak ve ancak büyük kuvvet, ilim ve sanat sahibi Tanrı yapar. Bu düzenli âlem kenarsız ve hepsi kendi olan Tanrı’nın, hareketli ve şuurlu bilgin ve de büyük sanatçı olduğunu isbatlar.

 

Sınırsızlığın bir vasfı da; sınırsız varı tam görmek olanağı yoktur. Tam görülse yine sınırlanır. Mutlak var sınır kabul etmediğine göre, varı görebildiğimiz kadar görüyoruz. Görüşümüz ötesinde var yine devam eder. Ve sonsuza gider. Bu şuna benzer, ufka baktığımız zaman, Gökle yerin, sahilde durup denize baktığımızda ötelerde Gökle denizin birleştiğini görürüz. Ancak, ufuk noktasının ötesinde yer, deniz ve Gök yine vardır. Şu halde gördüğümüz kısma varın dışı, görmediğimiz kısma da varın içi diyebiliriz. Zaten Kur’an’da

“Hüvel evvelü vel âhirü vezzahirü vel batın ve Hüve bi külli şey’in Alim - İlk ve son, dış ve iç O Tanrı’dır. Ve O Tanrı her şeyi bilir.” (Hadid, 3)

demektedir.

 

Tanrı’dan başkası olmayan, bir tek, eşsiz, mutlak varı 1400 yıl önce bu kadar bilimsel ve bu kadar güzel anlatan Tanrının kitabı Kur’an’a ve Tanrı’nın son ve sevgili elçisi büyük insan Hazret-i Muhammed’e hayran olmamak ve inanmamak için gerçekten çok cahil ve insafsız olmak gerekir…

“Allahüssamed - Tanrı, varlığında hiçbir şeye muhtaç değildir, nesneler var olmak ve varlıklarını devam ettirmekte Tanrı’ya muhtaçtırlar.”(İhlas,2)

 

Mutlak var Tanrı, nesnelerden öncedir. O en evveldir, kadim’dir. Mutlak var varlığında ihtiyaçtan beridir. Varlığı kendindendir. Büyük varın varlığı, kenarsızlığı, eşsiz birliği, sonsuzluğu isbatlı olduğundan, yokunda yokluğu isbatlıdır. Öyleyse varın varlığı yokun da yokluğu mecburidir. Gerçek böyle çünkü yok yoktur. Nesneler mutlak varın şânı, tecellileri, belirtileridir. Denizin üstündeki köpükler ve dalgaları ve şafak aydınlığı gibi. Köpük, dalga, şafak aydınlığı, güneşin ve denizin belirtisidirler. Var olmaları için denize ve Güneşe muhtaçtırlar. Gölge de öyledir. Doğrudan doğruya, bizatihi olamazlar. Gölgenin varlığı ışığa bağlıdır. Ama deniz, Güneş ve Işık, köpüklerden, dalgalardan, gölgelerden ve şafaklardan önce vardır ve onları yaratanlardır. Yani onlar, onların belirtileridir. Tüm nesneler ve Âlemler de Ezeli, Ebedi, sınırsız ve Bir Tek var olan Tanrı’nın belirtisidir. Zaten çağın ilmi, nesnelerin aslının atomlar, atomların aslının da pozitif ve negatif elektriğin en küçük birimi yani bir tek şey olduğunu, bunun da sonsuz bir ışık ve kuvvet - enerji olduğunu isbatlamıştır. Demek ki Kâinatı ve içindeki nesneleri atomlarına bölsek ve atomları da parçalasak; bir tek büyük, sınırsız ışık yığını ile karşılaşırız. Zaten Tanrı da Kur’an’da; Varlık BEN’ im ve ben NUR’um - aydınlığım- demektedir. Nuru muazzam Huuu’dur.

 

Nesneler varlığında Tanrı’ya muhtaçtır. Ancak Tanrı da nesnelere müştaktır. Çünkü, Tanrı da nesnelere müştaktır. Çünkü, Tanrı’da belirme zevki vardır. Tanrı, belirmeyi sever. Onun için, “ Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi -belirmeyi- sevdim ve nesneleri yarattım” buyurmuştur. Kur’an’da,

“Allahü yebdeül halke sümme yüidühü –Mahlûkların -nesnelerin- kaynağı Allah’tır, sonra Allah’a -O kaynağa – iade olacaklardır- döneceklerdir.” (Rum, 11)

Âyeti ile, bu gerçeği çok açık bir şekilde açıklamıştır. Tıpkı fıskiyeli bir havuz gibi bütün su damlaları o havuzdan fışkırıp çoğalmakta, bir kavis çizip, tekrar o havuza dönmektedirler.

 

“ Lemyelid velem yuled - Tanrı doğmadı ve doğurmadı” (İhlas, 3)

 

Mutlak ve eşsiz varlık Tanrı, âlemleri -nesneleri- kendi nefsinden peyda etmekle artmadı ve kendinden bir şey eksilmedi. Peygamber: “Tanrı var idi ve onunla beraber bir şey yok idi”, yine: “Eğer Gökten yere bir ip sarkıtsaydınız, Tanrı’ya değerdi” sözleri ile bu durumu açıklamıştır. Tanrı’nın nesneleri yaratmazdan önceki durumu ile nesneleri yarattıktan sonraki durumunu apaçık anlatmak istemiştir. Var, türlü şekil ve suretlerle belirmekle ne artar, ne de eksilir gerçeğini, Tanrı ve onun çok bilgin Elçisi son Peygamber, işte bu şekilde akıllara hayret verecek bir surette cömertçe açıklamışlardır. Bir ip yumağını tartsak ve onu çözüp uzatsak, yine tartsak durum değişmez.

 

Yukarıda sözü edilen belirli miktarda su dolu bir fıskiyeli havuzu yine düşünelim; Fıskiyeyi açtığımızda o havuzdan yüz binlerce su damlacıkları peyda olur, bunlar yükselir ve tekrar o havuza düşerler. Bu olayda, havuzda ne bir çoğalma -artma- ve ne de bir eksilme olmaz. Bir şeyler olur fakat havuzdaki su yine sudur ve mikdarı aynıdır. Artmamıştır, eksilmemiştir ve aslî yapısı da değişmemiştir. Tanrı Kur’an’da:

“İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” (Bakara,156)

 

Âyeti ile bizim Tanrı’dan olduğumuzu ve sonra O’na döneceğimizi açıklamıştır. Yine Tanrı,

“Külle yevmin Hüve fi şa’n - O her an bir şanda - bir tecellide, bir belirmededir.” (Rahman,29)

Âyeti ile de o fıskiyenin durmadan fışkırdığı gibi nesnelerin de mutlak varlık Tanrı’dan peyda olup, tekrar O mutlak varlıkta yok olduğunu, Tanrı’nın Ezelî, Ebedî ve Bâki -daimi – olduğunu bildirmiştir. Bu, Tanrı’nın durmadan düzenli ve şuurlu bir şekilde hareket halinde bulunduğunu gösterir.

O Nur denizi Tanrı olmasaydı, nesneler olmazdı. O denizde, O’ndan var olduk, O denizde O’nda yok olacağız. O deniz Bâki -daimi- var kalacaktır.

 

“Küllü şey’in halikün illa vechehü - Tanrı’nın yüzünden - Zâtından başkası helâktır.”(Kasas, 88)

Âyetindeki yüksek ilmi anlama bir zaman dal… Kur’an’ın ve onu insanlığa sunan Ulu İnsan Muhammed’in yüce şanlarını düşün!..

 

“Velemye küllehu küfüven ahad - Hiç bir şey Tanrı’nın dengi değildir.” (İhlas, 4)

 

Eşya nesneler, nasıl onun dengi olur ki? O Tanrı hem sınırı olmayan sonsuz var, hem de tüm nesneleri kendi varlığından - nurundan peyda eden ulular ulusu Allah’tır. Dolayısıyla hepsi O’dur. “Heme Ost - Hepsi O” olana bir şey ve şeyler nasıl denk olabilir. Sınırlı ne kadar büyük de olsa, sınırsızın, sonsuzun yanında nedir? Milyarlarca köpük, denize nasıl ki denk olamaz ve denizin yanında bir şey değildir, sonu, ucu, bucağı olmayan mutlak varlık Tanrı’nın yanında da nesneler, âlemler hiçbir şey değildir. Ona misil -denk- olamazlar.

 

“Leyse kemislihi şey’ün – Hiçbirşey O Tanrı’nın misli – dengi değildir.” (Şura,11)

 

Âyeti ile Kur’an, bu durumu ayrıca açıklığa kavuşturmuştur. Kenarsızlığı, kenarlı varlıklar temsil edemezler. Geçici, daiminin yanında nedir. Tüm nesneler, O sonsuz muazzam nur denizi -sahili olmayan- ulu Tanrı’nın yanında bir zerre bile değildirler. O nesneler de yine kendisindendir. Kendi belirtileri, kendi şânıdır.

Kur’an’da, Tanrı’nın varlığı, birliği, tekliği ve sonsuzluğu ile ilgili müstesna bir yeri olan İHLAS Sûresi adı ile bilinen, “Kulhüvallahü ahad, Allahüssamed, lem yelid, velemyuled, velemyeküllehü küfüven ahad” mübarek Sûresinin anlamını burada bu kadarı ile bağlıyoruz ve bu kısmı aşağıda karalamış olduğumuz bir manzume ile bitiriyoruz.

 

 

HAKİKAT

 

İsbat ettinse, varın var olduğun,

Çözüldü esrar, bitti yorgunluğun.

İsbat-ı vücut, yoku yok etmektir.

İşte bu hikmeti: LÂ vü İLLA nın.

 

LÂ ile söyle yokun yok olduğun,

Hem İLLA ile VAR’ın var olduğun.

Gerçek budur. Âlem-i Eşya ise,

Zahiridir, bir tek mutlak varlığın.

 

Coşar deniz, ilân eder birliğin,

Tekliğine köpük şahit denizin,

Teklikte çokluk var, çoklukta teklik,

Zuhurudur çokluk, tek bir vücudun.

 

Denizde var olan yüz bin köpüğün

Açıktır, evveli deniz olduğun.

Köpükler yok olur gene denizde,

Bu da isbatıdır, âhir olduğun.

 

Bir bütündür, olmaz kenarı varın

Zira yok yok ki; ola haddi varın,

İşte Ulûhiyet budur, SONSUZLUK…

Eşya, hep kendi zuhurudur Hakkın.

 

Hiçbir şey yoktan olmamıştır kesin,

Halk olan nurundandır Zât-ı Hakkın.

Sınırsızı tam görmek mümkün olmaz.

Açık gizli O, O’dur zahir batın.

 

“Hüvel evvelü vel âhir” buyruğun,

Bildirdi zahir batın kendolduğun.

İlk HU’dur, son HU, dış HU’dur, iç de HU.

Şerhi bu; var yokun, LÂ vü İLLA’ nın

 

 

Kaynak:

 

KÂZIM YARDIMCI (Adıyaman)

www.varliktanveriler.com

 

VARLIK VE MERTEBELERİ (OLUŞUM)

 

 

“Hüvel evvelü vel âhirü vezzahirü vel batın ve hüve bi külli şey’in Alim. Hüvellezi halekessemavati vel arda fi sitteti eyyamin sümmesteva alal arş - İlk ve son, dış ve iç O Tanrı’dır ve O her şeyi bilendir. O Tanrı Gökleri ve yeri altı günde halk -peyda- edip, kendisi Arş’a -Taht’a- istiva etti (yayıldı)” (Hadid, 3-4)

Bu, şu demektir: Yukarıdan aşağıyı yönetmeye karar verdi. Nitekim diğer bir Âyette,

“Yüddebbirül emre minessemâi ilel ard - Tanrı semâdan yeri- yukarıdan aşağıyı- emri ile yönetir” (Secde, 5)

buyurulmuştur. Bu Âyetlerin ışığı altında bir ve eşsiz olan varlığın –Tanrı’nın- mertebelerini (belirtilerini) dolayısıyla Âlemlerin oluşumunu anlatmaya çalışacağız.

 

 

 

 

VAR BİR, TAAYYÜNLERİ -BELİRTİLERİ- YEDİ’ DİR

 

 

 

1-Ahadiyet-Teklik: Buna Tasavvufta “Lâ taayyün-belirsizlik” denir. Bu âlem, 18 bin âlem dediğimiz nesnelerin daha mutlak ve ezeli varlıkta zuhur ve peyda olmadığı belirmezlik, bilinmezlik ve görülmezlik âlemidir. Bu durumda; mutlak varlık Tanrı’dan başka hiçbir şey yoktur. Peygamber bu durumu: “Allah var idi, Onunla beraber bir şey yok idi” sözü ile açıklamıştır. Bu âlem öyle bir âlemdir ki, orada yalnız O, bütün nesnelerin kaynağı olan bir tek Tanrı vardır. Bu âlemde, Tanrı’dan başka bir şey yoktur. Tanrı’dan başka Tanrı’yı bilen de yoktur. Bu âlem bütün nesneler için meçhuldür. Çünkü daha henüz bir belirme yoktur. Onun için bu âleme büyük Tanrı Ârifleri, bilinmezlik âlemi “Lâ taayyün” demişlerdir.

 

 

2-İlk Belirti: Yukarıda sözü edilen belirsizlik âleminin belirmesi, varlığın kendini göstermeye başlamasıdır. Bu âlem, bulutlu ve Ay’sız bir gecenin karanlığından ve meçhullüğünden sonra şafakın atmasına benzer. O koyu karanlık esrar perdesi aralanmış, meçhul çözülmeye başlamıştır. Gizliliğin,

görünmezliğin ardından bir ışık, bir aydınlık belirmiştir. Bir gerçeğin, bir varın, bir aydınlığın varlığı görülmeye, sezilmeye başlamıştır. Bir bilgi doğmuştur. İşte bunun gibi, Tanrı mutlak gizliliğini, tekliğini “gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi -belirmeyi- sevdim, onun için nesneleri, mertebeleri peyda ettim” yani, tabaka tabaka belirdim, Kutsal Sözü ile açıklamıştır.

 

 

İlk belirtiye “ilk tecelli, akl-i kül, Ruh-u kül ve Hakikat-ı Muhammediye" denilir. En büyük Ruh, Ruhların babası, kutsal baba yani Ruhların dolayısıyla tüm nesnelerin, âlemlerin kaynağı, aslî cevheri vatanıdır. Onun için Peygamber, “Vatan sevgisi imandandır” demiştir. Buradaki Vatandan gaye, işte bu Tanrı’nın emri olan en büyük Ruh, Tanrı’nın ilk belirtisi, Hakkın ışığı Ruh-u Muhammediyedir. Muhammed, öğülmüş demektir. Tanrı bu mertebeyi öğmüş ve “Sen olmasaydın, felekleri yani diğer nesneleri yaratmazdım” ve yine,

“Seni âlemlere rahmet olarak gönderdim” (Enbiya,107)

 

Âyet ve Kutsal Sözleri ile açıklamış ve öğmüştür. Bu ilk belirti, Tanrı’nın ilk ve en büyük Ruhudur. Bütün Ruhlar Ondan yaratılmıştır. Güneş gibidir. Ay ve Yıldızlar gibi diğer Ruhlar, Melekler, Arş -Gökler-, yer küresi ve tüm kâinat, âlemler hep bu ilk belirtiden sırası ile yaratılmışlardır. Demek ki Ruh, Hakikat-ı Muhammediye ve benzeri adlar ile adlanan bütün nesnelerin kaynağı, Tanrı’nın ilk belirtisidir. Onun kaynağı da sınırsız, sonsuz mutlak varlık Tanrı’dır.

 

Bu ilk Nur, sınırsız Nur olan Tanrı’nın ziyası -ışığı- dır. Bu gerçeği bir Ârif Peygamber hakkında, “Ruh-u pâkidir Onun zâtı Akdesten peyda” mısraı ile çok güzel ve açık bir şekilde ifade etmiştir

 

 

 

Kaynak:

 

KÂZIM YARDIMCI (Adıyaman)

www.varliktanveriler.com

 

VARLIK VE MERTEBELERİ (OLUŞUM)

 

 

“Hüvel evvelü vel âhirü vezzahirü vel batın ve hüve bi külli şey’in Alim. Hüvellezi halekessemavati vel arda fi sitteti eyyamin sümmesteva alal arş - İlk ve son, dış ve iç O Tanrı’dır ve O her şeyi bilendir. O Tanrı Gökleri ve yeri altı günde halk -peyda- edip, kendisi Arş’a -Taht’a- istiva etti (yayıldı)” (Hadid, 3-4)

Bu, şu demektir: Yukarıdan aşağıyı yönetmeye karar verdi. Nitekim diğer bir Âyette,

“Yüddebbirül emre minessemâi ilel ard - Tanrı semâdan yeri- yukarıdan aşağıyı- emri ile yönetir” (Secde, 5)

buyurulmuştur. Bu Âyetlerin ışığı altında bir ve eşsiz olan varlığın –Tanrı’nın- mertebelerini (belirtilerini) dolayısıyla Âlemlerin oluşumunu anlatmaya çalışacağız.

 

 

 

VAR BİR, TAAYYÜNLERİ -BELİRTİLERİ- YEDİ’ DİR

 

 

1-Ahadiyet-Teklik: Buna Tasavvufta “Lâ taayyün-belirsizlik” denir. Bu âlem, 18 bin âlem dediğimiz nesnelerin daha mutlak ve ezeli varlıkta zuhur ve peyda olmadığı belirmezlik, bilinmezlik ve görülmezlik âlemidir. Bu durumda; mutlak varlık Tanrı’dan başka hiçbir şey yoktur. Peygamber bu durumu: “Allah var idi, Onunla beraber bir şey yok idi” sözü ile açıklamıştır. Bu âlem öyle bir âlemdir ki, orada yalnız O, bütün nesnelerin kaynağı olan bir tek Tanrı vardır. Bu âlemde, Tanrı’dan başka bir şey yoktur. Tanrı’dan başka Tanrı’yı bilen de yoktur. Bu âlem bütün nesneler için meçhuldür. Çünkü daha henüz bir belirme yoktur. Onun için bu âleme büyük Tanrı Ârifleri, bilinmezlik âlemi “Lâ taayyün” demişlerdir.

 

2-İlk Belirti: Yukarıda sözü edilen belirsizlik âleminin belirmesi, varlığın kendini göstermeye başlamasıdır. Bu âlem, bulutlu ve Ay’sız bir gecenin karanlığından ve meçhullüğünden sonra şafakın atmasına benzer. O koyu karanlık esrar perdesi aralanmış, meçhul çözülmeye başlamıştır. Gizliliğin,

görünmezliğin ardından bir ışık, bir aydınlık belirmiştir. Bir gerçeğin, bir varın, bir aydınlığın varlığı görülmeye, sezilmeye başlamıştır. Bir bilgi doğmuştur. İşte bunun gibi, Tanrı mutlak gizliliğini, tekliğini “gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi -belirmeyi- sevdim, onun için nesneleri, mertebeleri peyda ettim” yani, tabaka tabaka belirdim, Kutsal Sözü ile açıklamıştır.

İlk belirtiye “ilk tecelli, akl-i kül, Ruh-u kül ve Hakikat-ı Muhammediye" denilir. En büyük Ruh, Ruhların babası, kutsal baba yani Ruhların dolayısıyla tüm nesnelerin, âlemlerin kaynağı, aslî cevheri vatanıdır. Onun için Peygamber, “Vatan sevgisi imandandır” demiştir. Buradaki Vatandan gaye, işte bu Tanrı’nın emri olan en büyük Ruh, Tanrı’nın ilk belirtisi, Hakkın ışığı Ruh-u Muhammediyedir. Muhammed, öğülmüş demektir. Tanrı bu mertebeyi öğmüş ve “Sen olmasaydın, felekleri yani diğer nesneleri yaratmazdım” ve yine,

“Seni âlemlere rahmet olarak gönderdim” (Enbiya,107)

Âyet ve Kutsal Sözleri ile açıklamış ve öğmüştür. Bu ilk belirti, Tanrı’nın ilk ve en büyük Ruhudur. Bütün Ruhlar Ondan yaratılmıştır. Güneş gibidir. Ay ve Yıldızlar gibi diğer Ruhlar, Melekler, Arş -Gökler-, yer küresi ve tüm kâinat, âlemler hep bu ilk belirtiden sırası ile yaratılmışlardır. Demek ki Ruh, Hakikat-ı Muhammediye ve benzeri adlar ile adlanan bütün nesnelerin kaynağı, Tanrı’nın ilk belirtisidir. Onun kaynağı da sınırsız, sonsuz mutlak varlık Tanrı’dır.

Bu ilk Nur, sınırsız Nur olan Tanrı’nın ziyası -ışığı- dır. Bu gerçeği bir Ârif Peygamber hakkında, “Ruh-u pâkidir Onun zâtı Akdesten peyda” mısraı ile çok güzel ve açık bir şekilde ifade etmiştir

 

 

 

Kaynak:

 

KÂZIM YARDIMCI (Adıyaman)

www.varliktanveriler.com

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

kardeş yazdıklarının okunmasını istiyorsan mümkün olduğunca kısa ve öz yazmalısın...mesela yukardaki onca yazdığın şeyi özetleyerek veya bazı yerlerini seçerek yazarsan daha makul olur kanaatindeyim.çünkü bu yazdıklarını nette daha ayrıntılı bir şekilde tek tıklamayla bulabilme imkanına sahibiz .sencede öyle değilmi.

 

saygılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

Sevgili İhgg islamın kitabı bellidir.Anlamıda bellidir çelişkileride sizin benden fazla anladığınız bişeymi var anlatın bileyim.Kurandaki çelişkiler üzerine bu çelişkileri insanlara anlatmaya kendilerini vazifeli sayan kişiler mezhepler tarikatlar,tekke ve tasavvuf ocaklarını çıkarmış kendilerini üst makama Allah la en yakın makama koymuş ....... halkıda kandırmıştır.Daha sonra yazdıkları eserlerinde allah tan vahy aldıklarını söyleyecek kadar ileri gitmiş bu insanlar (buna peygamberler de dahil) Halkın cennet cehenneme zaafını kullanarak paşalar gibi yaşamışlardır.Bunun kalıntılarıda günümüze kadar ulaşmıştır ama fazla sürmez bitmesi çünki insanlar bilinçlenmeye başladılar.

 

 

7:73 - Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i (gönderdik): "Ey kavmim dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. İşte şu, Allah'ın devesi, size bir mucizedir; bırakın onu Allah'ın yeryüzünde yesin (içsin), sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa sizi acı bir azap yakalar."

 

54:29 - Bunun üzerine arkadaşlarına bağırdılar. O da (bıçağı) çekerek (deveyi) kesti.

 

91:14 - Fakat onlar peygamberi yalanlayıp deveyi kestiler. Rableri de günahlarını başlarına geçiriverdi de orayı dümdüz etti.

 

Bir deve için koca kavmi yokeden Allah ne hikmetse bir avuç yahudi 2 tane asker için lübnan'ı kan gölüne çevirirken ortada yok.Yani bu ölen müslümanların bir deve kadar kıymeti yokmu? Yoksa ne Allah ne din hikayemi?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sevgili arkadaşım islamla tasavvuf birbirine uymaz eğer kurana bakarsanız bunu anlamanız daha kolaylaşır saygılarımla.

 

Bunu neye Hikmetle söylediğini açıklar mısın? Tasavvuf, İslam'la birbirine uymaz diyosun yani tam olarak?... Bence öncelikle Tasavuftan neyi anladığına bakmalısın... Ben tasavvufla ilgilenen biri olarak, İslam'la Tasavvuf arasında en ufak bi ayrılık göremiyorum... Ya ben bunca zamandır Tasavvufu yanlış anlıyorum, yada sen?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sevgili İhgg islamın kitabı bellidir.Anlamıda bellidir çelişkileride sizin benden fazla anladığınız bişeymi var anlatın bileyim.Kurandaki çelişkiler üzerine bu çelişkileri insanlara anlatmaya kendilerini vazifeli sayan kişiler mezhepler tarikatlar,tekke ve tasavvuf ocaklarını çıkarmış kendilerini üst makama Allah la en yakın makama koymuş ....... halkıda kandırmıştır.Daha sonra yazdıkları eserlerinde allah tan vahy aldıklarını söyleyecek kadar ileri gitmiş bu insanlar (buna peygamberler de dahil) Halkın cennet cehenneme zaafını kullanarak paşalar gibi yaşamışlardır.Bunun kalıntılarıda günümüze kadar ulaşmıştır ama fazla sürmez bitmesi çünki insanlar bilinçlenmeye başladılar.

7:73 - Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i (gönderdik): "Ey kavmim dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi. İşte şu, Allah'ın devesi, size bir mucizedir; bırakın onu Allah'ın yeryüzünde yesin (içsin), sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa sizi acı bir azap yakalar."

 

54:29 - Bunun üzerine arkadaşlarına bağırdılar. O da (bıçağı) çekerek (deveyi) kesti.

 

91:14 - Fakat onlar peygamberi yalanlayıp deveyi kestiler. Rableri de günahlarını başlarına geçiriverdi de orayı dümdüz etti.

 

Bir deve için koca kavmi yokeden Allah ne hikmetse bir avuç yahudi 2 tane asker için lübnan'ı kan gölüne çevirirken ortada yok.Yani bu ölen müslümanların bir deve kadar kıymeti yokmu? Yoksa ne Allah ne din hikayemi?

 

 

 

Sayı saklıgerçek ;

Yazınızı okudum fakat İslamı eleştiren islama saldıran bir ateistin Tasavvufla ilgili yazdığı yazı samimiyetten uzak boş cümleler içeren yazıdan ibaret benim için..

Ayrıca yukarda yazdığınız Peygamberler böyle zevki safa içerisinde yaşan insanlarda değildi sana bunu anlatan yanlış anlatmış.

Bizim kaynaklardan da değil avrupalı tarihçilerin peygamber efendimiz hakkında neler yazdıklarını nasıl bir yaşam sürmüş ne yemeiş ne içmiş ne giymiş bunları öğren tarihi gerçekleri bul ordan oku üç beş cümle öğrenipte papağan gibi ortaya çıkmayın.

Adam gibi tartışacaksan tartışırım yok çoğu cahil ukala ateistin yaptığını gibi herşeye saldırmaya başlarsan seni kale bile almam düzgün bir üslupla oturup konulacaksak tartışacaksak buyur yoksa İşin Rast gelsin sana güle güle kardşim..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 ay sonra...

Mutasavvıfların İslam'a yaptıkları hizmetleri terazinin sağ kefesine; radikal ideoloji mensuplarının yaptıkları hizmetleri (!) sol kefesine koydum. Sanki sol kefede hiç bir şey yok gibiydi. Havada duruyordu. Bu nedenle radikaller daima zeytinyağı gibi su üstüne çıkmışlardır. Bilmiyorsanız bilenlere sorun...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

TASAVVUF BÜYÜKLERİNİN SÖZLERİNDEN ÖRNEKLER.

 

Cüneyd Bağdadî; Bir kimse ki sözünde, hal ve hareketinde kitap ve sünnete uymazsa, ona uyulmaz. Kuşeyri risalesi s. 40.

 

 

Hoca Bahâeddin Nakşbend; " Bütün hallerinde ayağını emir ve nehiy seccadesi üzerine koyasın. Sünnete bağlanıp, mucibince amel edesin. Taviz ve bid'atlardan uzaklaşıp ,her an Resulullah a.s.v. ın hadislerini rehber kabul edesin. Mevlana Cami a.g.e. s. 177.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 7 ay sonra...

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.