Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

mmustafa

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    30
  • Katılım

  • Son Ziyaret

mmustafa tarafından postalanan herşey

  1. Bilimin, bir insanın eserlerini, bilimsel buluşlarını; din, dil, ırk,mezhep ve siyasal kimliği gözününde bulundurmadan değerlendirdiğini düşünüyorum. Ve böyle olmasınıda yeğliyorum.. Ayrıca sizin bu yaklaşımınızın günümüz türkiyesinde yaşayan insanlar için geçerli olduğunu da biliyorum. Bunları Günlük hayatta her gün yaşıyor ve sizin yukardaki örneklerinizde de bolca görüyoruz. Sizin nobel olayına yaklaşımınız, bu coğrafyada yaşayan bir insanın düşünce ve yorumlama kısırlığını göstermektedir. Türkiyede ne yazkki, fikirler, eserler ve buluşlar kadar bunları ortaya koyan insanların Bağlı oldukları sendikaları, üye oldukları partileri, mensubu oldukları din ve mezhebleri, gittikleri kulüb, bağlı olduğu cemaat .... vesiresi daha önemli bir konumda olduğu için sizinde Bilim adamı yaklaşımınızda Müslüman ayrımını yapmanız gayet normal. İşte bilimin yozlaştığı ve sınırılarının daraldığı nokta bu olsa gerek.. Ayrıca bırakın yunandan, grekten, farstan ve almandan etkilenmeyi... bunlar basit ve gereksiz savunmalar.. Kimin kimden etkilendiği hiçte önemli değil, önemli olan insanlık yararına bir şeyler ortaya koymaktır. Saygılar / Sevgiler
  2. Bu mink ve aynı zamanda temelsiz bilgileri bir yana bırakıp büyük bir bilgi vermek istiyorum. Önemli olan nobel ödülü almak mı yoksa nobelin ödülünü verdiği bilimlerin mucidi olmak mı? İslam bilginleri ni tanıyalım ozaman : --- İslam Uygarlığının, Bilim ve Teknolojiye Olan Katkıları Medeniyet, dünyadaki bütün milletlerin ortak malıdır.Her toplumun bugünkü medeniyet çizgisinde az olsun çok olsun bir payı vardır.Sadece bu pay Avrupalılara ait değildir.Bu medeniyet paydasında Çin,Mısır, Hint, Roma, v.b. Medeniyetlerin de bir payı vardır.Medeniyet yarışı uzun koşulu bir bayrak yarışına bezer.Ortaçağda bu bayrağı İslam Medeniyeti almış olup sonra gerileme dönemine girince bu bayrağı Batılılar almıştır.Batı bugünkü seviyesine sadece kendi kendilerine gelmemiştir.Müslüman bilim adamlarından bir çok sahada etkilenmişlerdir. Bilim alanındaki keşiflerin bir çoğu, 9. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar uzanan dünya tarihinde , dönemin en ileri uygarlığı olan "İslam Uygarlığı"nın ürünüdür. Akıla ve bilgiye dayanan bu uygarlık, dünyanın bugün sahip olduğu pek çok değere de kaynaklık etmiştir. Kur?an'da, evrenin yaratılışı ve kainatın düzeni ile ilgili ayetlerin bildirilmesi, İslam?da akla, bilgiye ve bilgi sahibi olmaya büyük önem verilmesi, doğada Allah'ın varlığının delillerinin görülmesi, evrendeki her nesne ve varlığın birbirine olan uyum ve bağlılığı; Ayrıca toplumsal yaşantının getirdiği ihtiyaçtan kaynaklanan ( Oruç, namaz vakitleri için Astronomi v.b.) sebeplerle söz konusu dönemde bilimsel ilerleme Müslümanlarda görülmüştür. Teknik ilimler, tıp, astronomi, cebir ve kimya gibi birçok alanda önemli neticeler elde eden Müslüman bilim adamları, medeniyet ve kültür sahasında kısa zamanda kendilerini tüm dünyaya kanıtlamışlardır. Buluşlarıyla uygarlığa vesile olan Müslümanlar, ilerlemenin yolunu açmışlardır.Batı?daki Rönesans ve Reform hareketlerine öncüllük etmişlerdir. ( Prof.J.Risler ?Müslüman astronomistler, matematik alimleri derecesinde Rönesans?ımıza tesir ettiler.? -E.F.Gautier ? Yalnız Cebir değil, diğer matematik ilimlerini de, Avrupa kültür dairesi, Müslümanlardan almış olduğu gibi, bugünkü Batı matematiği gerçekten İslam matematiğinden başka bir şey değildir.?) Müslüman bilim adamları öncelikle, bilim evrensel olduğu için ? İlim Çin?de dahi olsa gidip alınız.(Hadis) - Batı'da Roma ve Doğu'da başta Çin olmak üzere, diğer devletlerde geliştirilen bilim ve teknolojiyi rehber almışlar ve önemli kaynakları tercüme etmişlerdir. Bu bilgi birikiminin içinden imanî ve teknik anlamda yanlış ve tutarsız olan noktaları çıkartarak, kendilerine fayda sağlayacak duruma getirmişlerdir. İlk adım niteliğindeki çalışmalarının ardından, elde ettikleri bilgileri değerlendirip yorumlayarak bilim ve teknolojiye özgün olarak katkıda bulunmaya başlamışlardır. Beşinci yüzyılın ikinci yarısında doğup gelişen İslamiyet, deneye ve gözleme dayalı bilimin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. İslam Tarihi'ne baktığımızda, Kuran'la birlikte Ortadoğu coğrafyasına bilimin de girdiğini görürüz. İslam öncesindeki Araplar, türlü batıl inanışa ve hurafeye inanan, evren ve doğa hakkında hiçbir gözlem yapmayan bir toplumdur. Ancak İslam'la birlikte bu toplum medenileşmiş, bilgiye önem verir hale gelmiş ve Kuran'ın emirlerine uyarak evreni ve doğayı gözlemlemeye başlamıştır. Sadece Araplar değil, Türkler, Kuzey Afrikalılar gibi pek çok toplum, İslamiyet'i kabullerinin ardından aydınlanmıştır. Kur?an'da insanlara öğretilen akılcılık ve gözlemcilik, özellikle 9. ve 10. yüzyıllarda büyük bir medeniyetin doğmasına yol açmıştır. Bu dönemde yetişen çok sayıda Müslüman bilim adamı, astronomi, matematik, geometri, tıp gibi bilim dallarında çok önemli keşifler gerçekleştirmiştir. Tıp ve eczacılıkta İbn-i Sina ve Razi gibi alimler, anatomi ve tedavi alanına pek çok yeni bilgi eklerken ; tarih ve coğrafya bilimlerinde İbn-i Haldun, İdrisi ve Taberi gibi pek çok İslam âlimi, bilimsel teorilerde önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. Özellikle optik alanında, on birinci yüzyılda İbn-i Heysem, bu bilim dalını tek başına yeniden inşa etmiştir. İslam dünyasında yetişen bilim adamlarından * Cabir Bin Hayyan, ?'Kimyasal maddeleri, uçucu maddeler, uçucu olmayan maddeler, yanmayan maddeler ve madenler'? olarak dört grupta toplar. Cabir Bin Hayyan'ın bu çalışması, modern kimyanın kurucusu olarak bilinen Lavoisier'e öncülük eder. * El-Kindi, Einstein'dan 1100 yıl önce 800 yılında, izafiyet teorisi ile uğraşır. El-Kindi, ?'Zaman cismin var olma süresidir, zamanla bilinebilen ve ölçülebilen hız ve yavaşlık da hareketin sonucudur. Zaman, mekan ve hareket birbirinden bağımsız değildir, göğe doğru çıkan bir insan ağacı küçük görür, inen insan ise büyük görür' der. 9. yüzyılda yaşamış olan * Sabit bin Kurra, astronomi alanındaki ilk büyük yeniliği gerçekleştirmiş Diferansiyel hesabı, Newton?dan önce belirlemiş, Geometriyi aritmetiğe ilk uygulayan kişi olmuştur. Bunlar, gerçekten zamanlarının çok ilerisinde çalışmalardır. Söz konusu çalışmaları ile bilim tarihine adlarını yazdıran Müslüman bilim adamları, çoğunlukla devlet tarafından maddi-manevi destek görmüş, teşvik edilmiş, halk arasında itibar kazanmışlardır. * Ahmet Fergani,fen bilimlerinde, deneyle sabit olmayan bilgilere itibar edilmemesi gerektiğini söylemiş, enlemler arasındaki mesafeyi hesapladığı gibi, Dünya'nın eksenindeki ekliptik eğimi 23° 27' ilk defa en doğru şekilde hesapladı. * El-Battani, Trigonometrik bağlantıları bugünkü kullanılan şekliyle formülleştirmiş, 877 yılından 929 yılına kadar sürekli astronomik gözlemler yapar; Tanjant ve Kotanjant'ın tanımını yaparak Sinüs, Tanjant ve Kotanjant'ın sıfırdan doksan dereceye kadar tablosunu hazırlar. J.Risler: ?Trigonometrinin gerçek manada mucidi Battani?dir.? * Ebubekir er-Razi, cerrahide dikiş malzemesi olarak ilk kez hayvan bağırsağını kullanır; tıp biliminde deney ve gözlemin çok önemli olduğundan bahseder. * Ebü'l-Vefa trigonometriye "Sekant ?Kosekant- tanjant-cotanjant" kavramlarını kazandırır. Gözün görülebilir cisimler doğrultusunda ışınlar yaydığını söyleyen Öklid ve Batlamyus'a karşı; ?'Görülecek cismin şekli, ışık vasıtasıyla gözden girer ve orada mercekler vasıtası ile nakledilir' diyerek, yaptığı sayısız denemelerle 'göze gelen uyarıların görme sinirleri ile beyne iletildiğini' belirtmiştir. * İbnü-l-Heysem ise optik biliminin öncüsüdür. Roger Bacon ve Kepler onun eserlerinden faydalanmışlar, Galileo onun eserlerinden faydalanarak teleskopu bulmuştur. * el-Beyruni; Çeşitli maddelerin birbirinden ayırt edilme yollarından birinin, maddelerin özgül ağırlıkları olduğunu söyleyerek, sıcak su ile soğuk su arasındaki özgül ağırlık farkını tespit etmiştir. Galilei'den 600 yıl önce dünyanın döndüğünü kanıtlamış, Newton'dan 700 sene önce dünyanın çapını hesaplamıştır. Bu konuda ortaya attığı kanun, Avrupa?da ?Beyruni Kuralı? diye bilinir. El-Beyruni, 973 yılında 'Bilimsel çalışmaların, deneylerle ispat edilmesi gerektiğini ve belgelere dayanmasının zorunlu olduğunu' söylemiştir. * İbnu'n-Nefis, 1200'lü yıllarda, Avrupalılardan 300 sene önceden küçük kan dolaşımını keşfeder. Bütün İslam ülkelerinde matematik, tıp, uzay bilimleri ve daha birçok ilimin okutulduğu eğitim kurumları, rasathaneler; dönemin en gelişmiş teçhizatları ile donatılmış hastaneler, herkese açık kütüphaneler bulunmaktaydı. 794 yılında Bağdat?ta ilk kağıt fabrikası kuruldu. Bağdat, Harran,İstanbul ve Endülüs başta olmak üzere Mısır, Kuzey Afrika ve Doğu Fırat çevresindeki birçok İslam şehrinde, eğitim sistemi ve ilim, söz konusu döneme örnek teşkil edecek düzeyde geliştirilmişti. Müslümanlar, yaşadıkları şehirleri uygarlık merkezleri haline getirmişlerdi. Bunlardan biri olan Kurtuba, hastaneleri, kütüphaneleri ve Orta Avrupa'dan öğrencilerin eğitim görmek üzere geldiği okulları ile Avrupa'nın en modern şehri olarak bilinmekteydi. * El Cezeri XIII. yüzyılın başında, Diyarbakır Artuklu Sarayı'nda 32 yıl başmühendislik görevi yaptı. El Cezeri, su saatleri, otomatik kontrol düzenleri, fıskiyeler, kan toplama kapları, şifreli anahtarlar ve robotlar gibi, pratik birçok düzeni tasarlayan ve bunların nasıl gerçekleştirileceğini anlatan "Kitab-el Hiyal" adlı kitabın yazarıdır. Cezeri, tarihte sibernetiğin kurucusudur. Sibernetik; haberleşme, denge kurma ve ayarlama bilimidir. İnsanlarda ve makinelerde bilgi alışverişi, kontrolü ve denge durumunu inceler. Bu bilim zamanla gelişerek bilgisayarların ortaya çıkmasına imkan tanımıştır. Sibernetik ve otomatik sistemlerin başlangıcı konusunda Fransızlar Descartes ve Pascal'ı; Almanlar Leibniz'i, İngilizler de R. Bacon'ı öne sürseler de, aslında Cezerî bunu ortaya koyan ve ilim dünyasına sunan ilk bilgindir. * Hazinî, ölçü ve tartı teorilerine yaptığı katkı ile tanınır. Bilime yaptığı diğer bir önemli katkı da yerçekimi hakkındaki görüşleridir. Hazinî, Newton'dan 500 yıl önce, "her cismi yer kürenin merkezine doğru çeken bir güç" olduğunu söylemiştir. Roger Bacon'dan yüzyıl önce de, dünyanın merkezine doğru yaklaştıkça, suyun yoğunlaştığı fikrini ortaya atmıştır. Hazinî, kimyasal maddelerin yoğunluk ve özgül ağırlıklarını ölçmek amacıyla icat ettiği hassas terazilerle, kimya bilimine de önemli katkılarda bulundu. Öyle ki, icat ettiği ve "Mizanü'l-Hikme" (Hikmet Terazisi) adını verdiği bu hassas terazi ile yaptığı yoğunluk ve ağırlık ölçümleri, günümüz teknolojisi kullanılarak yapılan ölçümlerden pek farklı değildir. Elementler ** **** Altın 19.05 19.26 Civa 13.56 13.59 Bakır 8.66 8.85 Pirinç 8.57 8.40 Demir 7.74 7.79 Kalay 7.32 7.29 Kurşun 11.32 11.35 Hazini , Zîc-i Sanacarî (Yıldız Kataloğu) adlı eserinde, yıldızlar ve gezegenlerle ilgili bilgilere ve Selçuklu Devleti'nin enlem ve boylamlarına da yer vermiştir. ?Risale fi'l-Âlât' (Aletler Bilgisi) adlı kitapçığında ise gözlem aletlerini konu almıştır. * Benu Musa kardeşler, Abbasi Halifesi Memun (M.S. 813-833) ve onu izleyen halifeler zamanında, matematiksel bilimlerin gelişmesi yönünde etkin rol oynamış kişilerdi. Topkapı Sarayı III. Ahmed Kütüphanesi'nde bulunan eserlerinde (A3474), sihirli kaplar, fıskiyeler, kandiller, bir dansimetre, bir körük ve bir kaldırma düzeninden bahsedilmektedir. * Hârizmi 9. Yüzyıl'da Hârizm'de dünyaya geldiği için Hârizmî adıyla tanınan (Batı?da Al Gharasmus olarak anılan) ve büyük bir olasılıkla Türk olan Muhammed ibn Musa, Memun'un Bağdat'ta kurduğu Bilgelik Evi'nde bulunmuş ve bu kurumun kütüphanesinde matematik ve astronomi alanlarında araştırmalar yapmıştır. Aritmetik ve cebirle ilgili iki yapıtı, matematik tarihinin gelişimini büyük ölçüde etkilemiştir. Harizmi,(780-850) Hint rakamlarına sıfır?ı bularak bu rakam sayesinde bugün kullandığımız rakamları oluşturuyor; ve bu sayede matematikte önemli bir çığır açılmış oluyordu. Logaritmayı ortaya koyan ilk kişidir. Hârizmî'nin cebirle ilgili yapıtı,(El-Cebir) 12. Yüzyıl'da Chesterlı Robert ve Cremonalı Gerard tarafından Latinceye (Al Gebra) tercüme edilmiştir. Yapıtların en ilginç yönlerinden biri, açıların, trigonometrik fonksiyonlarla ifade edildiğini gösteren bir takım tablolar ihtiva etmesidir. Bunların dışında, Hârizmî'nin yön bulmada kullanılan usturlabın biri yapımını ve diğeri de kullanımını anlatan iki eseri daha mevcuttur. Hârizmî, Batlamyus'un Coğrafya adlı yapıtını, ?Kitâbu Sureti'l-Ard' (Yer'in Biçimi Hakkında) adıyla Arapça'ya tercüme etmiş ve böylece, Yunanlıların matematiksel coğrafyaya ilişkin bilgilerinin İslâm dünyasına girişinde önemli bir rol oynamıştır.. * Ali Kuşçu Semerkant Rasathanesi'nin Müdürlüğü'nü yaptığı sırada, Akkoyunlular adına Osmanlılarla barış görüşmelerinde bulunmak için İstanbul'a geldi. Fatih Sultan Mehmet'in büyük desteğini gördü ve Ayasofya Medresesi'nde görevlendirildi. Burada, Mirim Çelebi, Sarı Lütfü, Sinan Paşa gibi değerli bilim adamlarını yetiştirdi. Bilhassa, astronomi ve matematik konularında çağının sınırlarını aşacak kadar önemli eğitim ve öğretim çalışmalarında bulunan Ali Kuşçu; Ayasofya Medresesi'nin çalışma programlarını da yeniden düzenlemiştir. Semerkant Rasathanesi'nde iken bir Türk hükümdar ve bilim adamı olan Uluğ Bey?in ?Zic-i Uluğ Bey' (Uluğ Bey'in Yıldız Kataloğu) adlı eserin hazırlanması için gerekli gözlem ve hesaplamaları yaptı. Söz konusu eser, çağının en ileri kurumsal matematik bilgilerini içerir. ?Risaletü'l-Fethiye' adlı eseri ise 19. yüzyılda, İstanbul Mühendishanesi'nde (İstanbul Teknik Üniversitesi) ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu eserde, gök cisimlerinin yere olan uzaklığına yer vermiş; ayrıca dünya haritasını da kitabının sonuna eklemiştir. Burada yer kürenin eksenindeki eğikliği 23°30'17" olarak tespit etmiştir. Bu, günümüz modern astronomi verilerine oldukça yakın bir tespittir. 15. yüzyılda yaşayan Ali Kuşçu Ay'ın ilk haritasını çıkarmıştır ve bugün NASA tarafından Ay'da bir bölgeye onun ismi verilmiştir. * Şerafeddin Sabuncuoğlu Fatih Sultan Mehmet döneminin ünlü doktoru ve tıp bilginidir. ?Mücerrebname' adlı eserinde, kendi deney ve gözlemlerine yer vermiştir. Asıl çalışma alanı cerrahlık ve deneysel fizyolojidir. ?Cerrahiyatü'l-Haniye' eserinde, cerrahlıkla ilgili çalışmalarına yer vermiş ve yaptığı cerrahi müdahaleleri resimlerle tasvir etmiştir. *Bursalı Ali Münşi Tıp bilimine yaptığı en önemli katkılardan biri ?Kınakına' hakkındaki çalışmasıdır. Burada bu ağacın kabuklarının humma, sıtma gibi hastalıklara iyi gelmesi ile ilgili gözlemlerine yer vermiştir. Fatih Sultan Mehmet?in Hocası *Akşemseddin , Pasteur'den yaklaşık 400 sene önce yaşayan ve ilk olarak mikropların varlığını keşfeden kişidir. *Gıyaseddin Cemşid,(1429)Ondalık kesir sistemini bulan, Virgülü, aritmetik işlemlerde ilk defa kullanan kişidir. * Ömer Hayyam, (12.y.y.) Newton?a dayandırılan binom formülünü cebire kazandıran kişidir. * Ali Bin Abbas, 10. yüzyılda yaşamıştır ve ilk kanser ameliyatını gerçekleştirmiştir. * Mağribi, bugün Paskal üçgeni olarak bilinen denklemi Paskal'dan 600 yıl önce bulmuştur. * Sabit Bin Kurra , 9. yüzyılda yaşamış ve Newton'dan asırlar önce diferansiyel hesabını keşfetmiştir. * İbn-i Sina (980-1037), Anatomik çalışmalar yapan Müslüman,Türk bilim adamlarının başında gelir. Daha çok küçük yaşta edebiyat, matematik, geometri,müzik, fizik, doğa bilimleri, felsefe ve mantık öğrenen İbn-i Sina sadece Doğu'da değil Batı'da da ünlenmiştir. En ünlü eseri olan El-Kanun fi't-Tıb, 12. yüzyılda Latince'ye çevrilerek Avrupa üniversitelerinde 19. yüzyıla kadar temel ders kitabı olarak kabul edilmiş,okutulmuş ve Avrupa?da bu kitap ?Tıbbın İncil?i olarak ün yapmıştır. Bundan başka felsefe ve doğa bilimleri üzerine yüzden fazla eser vermiştir. El-Kanun'da söz edilen tıbbi bilgilerin büyük bir bölümü bugün dahi geçerliliğini korumaktadır. *Ali bin İsa (?-1038)'nın üç ciltlik göz hastalıkları üzerine yazdığı ?Tezkiretü'l-Kehhalin fi'l-Ayn ve Emraziha? isimli eserinin birinci cildi tamamen göz anatomisine ayrılmış olup çok değerli bilgiler mevcuttur. Bu eser daha sonraları Latince'ye ve Almanca'ya çevrilmiştir. *el-Kazvini (1281-1350) ve *İbnü'n-Nefis'in anatomi üzerine olan çalışmaları modern tıp biliminin temelini atmıştır. Bu bilim adamları daha 13. ve 14. yüzyılda kalp ve akciğerler arasındaki bağlantıları ve atar damarların temiz kan, toplar damarların kirli kan taşıdığını, kanın akciğerlerde temizlendiğini, kalbe dönen temiz kanın beyne ve vücudun diğer organlarına aort tarafından taşındığını göstermiştir. *Piri Reis, O güne kadar çizilen haritalarda yanılma payları çok olmasına rağmen bugün uydudan çekilen dünyanın haritasını %99?u doğru %1 yanılma payı ile Coğrafya alanında bir baş yapıt olan dünya haritasını çizmiştir. *İbn-i Haldun, Tarih ve sosyal alanda yaptığı çalışmalar ile ve özellikle ?Mukaddime ? adlı esri ile Sosyoloji?nin kurucusu olmuştur. Modern Sosyoloji?nin kurucusu olan A.Comte?a öncüllük etmiştir. M.K. ATATÜRK?ÜN ;?Bizim dinimiz en makul ve en tabii dindir.Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olabilmesi için akla, fenne, ilme, mantığa uygun düşmesi gereklidir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygun düşer.? İfadesindeki gibi İslam?da "din-bilim çatışması" yoktur. Özellikle İslam Dini akla ve bilime önem veren bir dindir.Dinin tarih boyunca bilime karşı olduğu, bilimin ancak din terk edildiğinde gelişebileceği gibi iddialar vardır.Oysa bilimin tarihine biraz göz atmak bile, bu iddiaların yanlışlığını görmek için yeterli olacaktır.Orta Çağda Allah?a inanan Müslüman bilim adamları sayesinde İslam medeniyeti bilimsel alanda ileri gitmiştir. Tarihe baktığımızda medeniyet adına eserler ortaya koyanların ister tek Tanrılı olsun ister çok tanrılı olsun, Tanrı?nın (Allah?ın) var olduğuna inanan ,Ateist (Tanrı?ya inanamayan) olmayan ve bir dine inanan toplumlardır.Bütün Arkeolojik kazılarda ve Tarih biliminin ortaya koyduğu sonuçlarda Tanrı?yı inkar eden, bir dine inanmayan topluma rastlanmamıştır.Toplumsal olarak değil sadece bireysel çıkışlarla ateist olanlar mevcuttur. Çin,Hint,Yunan,Mısır,Arap, Türk v.b. Medeniyetlerin hepsi bir dine,Tanrı?ya inanmışlar ve ortaya muhteşem medeniyetler, eserler (Efes,Ayasofya,Selimiye,Piramitler, Katedraller v.b??) bırakmışlardır. Yani özetle din, toplumları geri bırakmaz,medeniyete,bilime katkı sağlar ve sevgi,yardımlaşma,doğruluk,adalet v.b. noktalarda da toplumları bir arada tutar. Bu konular 11.sınıf Din K.A.B. Ders kitabındaki müfredatta olan ünite konularıdır. Kaynaklar: 9.10.11. Sınıf Din K.A.B. Ders Kitapları //// Diyanet İşleri Başkanlığı Kaynak Kitapları Milli Eğitim-Din Öğretimi Genel Müdürlüğü ;Din Öğretimi,Eğitim,Bilim ve Sanat Dergisi,1985 T.C. Dokuz Eylül Üniversitesi. / İlahiyat Fakültesi Dergisi III. Ayrıca Batı medeniyetine baktığımızda da, çağdaş bilimin doğuşunun yine Allah inancı üzerine kurulu olduğunu görürüz. Allah?ı inkar eden bazı bilim adamları olsa da "Bilimsel devrim çağı" olarak bilinen 17. yüzyıl, Din?de Reform hareketlerinin büyük bir etkisiyle Din dışlanarak değil reform edilerek Allah'ın yarattığı evreni ve doğayı keşfetme niyetiyle araştırma yapan bilim adamları ile doludur. Bu dönemde İngiltere, Fransa gibi ülkelerde kurulan bilim enstitüleri, "Allah'ın kanunlarını keşfederek O'nu tanımak" hedefini benimsemiştir. Aynı eğilim 18. yüzyılda da devam etmiştir. Newton, Kepler, A.Einstein, Kopernik, Bacon, Galilei, Pascal, Boyle, Paley, Cuvier, Mendel gibi isimler, bilim dünyasına önemli katkıları bulunan ve aynı zamanda Allah'a olan imanları ile tanınan bilim adamlarından sadece birkaçıdır.Ayrıca bu bilim adamlarına ışık tutan filozofların % 90?ı da Allah?ı inkar etmeyen,Ateist olmayan inançlı kişilerdir ( Aristoteles, Descartes, J.Locke, v.b.). Bu bilim adamları Allah'a inanan, dahası bu inançtan gelen şevkle bilim yapan kişilerdir. Bu gerçeğin göstergelerinden biri, 19. yüzyılın başlarında İngiltere'de düzenlenen ve "Bridgewater Treatises" olarak anılan bir dizi bilimsel yapıttır. Çok sayıda bilim adamı farklı bilim dallarında araştırma yapmış ve vardıkları sonuçları "Allah'ın evrende ve doğada yarattığı ahenk ve uyumun delilleri" olarak tanımlamışlardır. Bu bilim adamlarının kullandıkları yöntem de, "Allah'ı doğayla tanıma" anlamına gelen "Natural Theology" (Doğal İlahiyat) kavramıyla ifade edilmiştir.
  3. Kişiler, zannıyla hareket ettiği sürece hep yanılgıdadır ve hep hata yapmaya mahkumdur. ek olarak : Kişilerin Zanna dayanılarak söylediği sözlerin hepsi yanılgıdır. Doğruyu bulmada ki en büyük engeldir. Selamlar, Saygılar.
  4. Sayın bilimselci, verdiğiniz cevapları beğenmesem bile teşekkür ederim. ***** Selamlar, Saygılar.
  5. Sayın haveran, İnananların diye ben cümle kurmuştum. Sizin masal dediğinize, inananların, birde mutlu sonla biten bir masalı olsa gerek değil mi? İnananlar kelimesini Tanrı’ya inanlar diye anlamalıydınız! Babasını reddeden bir evladı nasıl ki babası evden kovarsa, tanımazsa, Tanrı’da kendi yarattığı ve kendini tanımayan, birlemeyen ve reddeden birini de herhalde cennetine almaması ve kovması da normaldir. Sayın bilimselci, ben cinden felam bahsetmedim ve bu konuda bir cümle bile yazmadım. Ama siz kendi kendinize sormuş ve bilimsel bir şekilde de cevaplamışsınız maşalllah. Kimse size Araplara inanın demiyor. Tanrı Arap’ta değil Acem de değil.. Hiçbir ırkın hiçbir ırka bir üstünlüğü yok. Hz. Muhammed’in bu söylemi Veda Hutbesi ile de sabittir.. İşin özü Tanrı’ya inanmaktır. Kuran da Araplara iman edin diye bir cümle yoktur.. İslam Tanrı’ya ve metafizik gerçeklere ve gönderdiği Peygamberlerine iman yani inanmaktan ibarettir ve Güzel ahlakı öğütler. Gen bilimin ulaştığı seviye hepimizi heyecanlandırıyor ve mutlu ediyor. Tıb bilmine bizim bir itirazımız yok ki, olsa zaten İslam dünyasından yetişen tıp adamlarının kitapları yurt dışında okutulmazdı. Sayın Tengerin; dine masal diyen bilimselciydi aynı cümleyi bende değiştirip tarihi materyalizm masalı dedim ve siz kükrediniz Eğer bilimselci ve sizler de ta Hz. Ademle yeryüzünde söylenmeye başlayan Tek Tanrı inancına masal diyorsanız. Size tabiî ki gülerim ve bende sizin savunduğunuz fikirlere masal derim. Ayrıca Materyalizme de benim masal demem sizi şaşırtmasın.. Bu zorunuza gitmesin.. Ne güzel siz konuşurken ve insanların inançlarına saldırırken her şey güzel hoş ama birisi aynı söylemi size yönlendirdiğinde hayır sen buna masal diyemezsin diyeceksiniz.. Ne güzelll.. Evet böyle davranan dediğiniz gibi bir dini kesim var. Böyle davranan bir dini kesimin olması, bütün dindarların da aynı düşünceyi ve davranışı Savunması anlamına gelmez. Bunu genellemek yanlış olur. Zira ben hem demokrat hem cumhuriyetçi hem özgürlüklerden yana birisiyim ve yobazlığa şekilciliğe, her türlü sömürüye karşıyım. Sizin tabirinizle de dinciyim ve İslami bir sosyalistim. Buyurun bende Tanrı’ya inanan birisiyim ve yaptığınız genellemenin dışındayım. Saygılar ve Selamlar,
  6. Evet : Tarihi Materyalizm masalı gün be gün tasviye oluyor Korku masalına inananların birde Mutluluk masalları var ama siz hiç dinlemek istemediniz. Eğer siz kötü değilseniz ve çevrenizdeki kişilere kötülük yapmıyorsanız, iyilik, doğruluk, sevgi ve güzellik çereçevesinde yaşamınızı sürdürmeye gayret ediyorsanız neden hikayeniz kötü bir sonla bitsin ki? Cehennemden varsın kötüler korksun. Biz sadece kebap yemeyi seviyoruz, gayet pozitif ve mutluyuz
  7. Resimler gerçekten çok ilginç.. Bu işlerden anlayan birisi yorumlayabilirse güzel olur. Soldaki güneş sağdaki ay fakat içindeki adamların görevi nedir onu bilmiyorum. Hatta Biraz işin içine espiri katarsak: Soldaki CHP'yi (Oklar 7 adet- Demekki 2 si eskikkk kalmış yada ihmal var ) Sağdaki MHP'yi de temsil ediyor olabilir. (Hilal ve 3 ok var )
  8. Birincisi konuya espirili bir açıdan bakmak istedim. İkincisi Espiride olsa yazdığım şeyler gerçekçi yaklaşımlardır. Beni başkası ile karıştırıdınız galiba Her soruya cevap veren şahıs ben değilim benim öyle bir vaadim ve görevim yok. Konuyu açan arkadaşla beni karıştırmayın o size heralde cevap verecektir. Şahsımın verdi cevaplar sizi tatmin etmediğini biliyorum.. Ama... Sorduğunuz soruyu siz bile cevaplayamıyorsunuz cevaplasınız bile ispat edemezsiniz. Bir başkasından bu soruya nasıl cevab bekliyorsunuz onu anlamıyorum. ''dünyaya insanlardan daha üstün teknolojileri ile gelirlerse'' Diye verdiğiniz örneğe amerika uyuyor, ulaştıkları teknoloji ile zaten dünyayı işgal etmiş ve sömürüyorlar.. Uzaylılar gelene kadar dünya da bişey kalmayacak... Selamlar, (Not: Gülümsemeden bir cevap yazdım.. Umarım kale alır ve beğenirsiniz.)
  9. Sayın Artropod, uzayı hiç gezdinizmi diye soru sorulduğu için, bende hayır gezmedim görmedim dedim. Bu konuyu sadece ben değil, bir çok dinden ve ırktan insan da hayali ve saçma buluyor.. Şu bir gerçektir insan oğlu ilk çağlardan beri hep yıldızlara, gezegenlere ilgi duymuş ve merak etmiştir. Bir çok çalışmalar yapmış ve yeni şeylerde icad etmişlerdir. Zamanla Kendi kendine acaba bu gezegenlerde ve yıldızlarda hatta evrende bizden başka varlıklarda varmı? Sorusunu sormaya başlamıştır.. Benim komik bulduğum bundan sonrası.. Tamam evrende bizden başkaları da varmı diye merak etmeyi anlıyorum ama bizden üstün yaratıklar fikrini anlamıyorum.. Bu uzaylıların insandan üstün yaratıklar olduğu fikrine nerden varıldığını çok merak ediyorum. Acaba kaçtane uzaylıyı inceleme fırsatı buldular?? Yakaladılar diyemiyorum çünkü bizden üstün olan bize yakalnmaz heralde:) Yada bizden üstün olan yanları neler??Bizden üstün olmaları fikri, uzaylı oldukları için mi ? Eeee Bizde uzaylıyız Birde hakketten uzaylılar, biz bir gün dünyaya geleceğiz ve bu dünyayı ele geçireceğiz diye birşey söylemişler mi?? Yaf bu ekolojik dengesi bozulmuş, ozon tabakası delinmiş, herşeyin hormonlu olduğu bir dünyayı ne yapacaklar Bütün uzaylı tiplerine baktım bir çokta ufo masalı dinledim ve izledim. Yaf en azından bizim onlardan yakışıklı olduğumuz su götürmez bir gerçek.. Çok tipsizler çoookkk:) Şimdi ben tipsiz dedim diye bunlar benim evi de basmasınlar. Birde amerikadaki annelerin çocuğum sütünü iç ve yat.. Yoksa uzaylı amcaların gelir sana cıssss yapar!! diye çocuklarını korkuttuklarını biliyorum Ufo hikayeeleri içerisinde en çok üzüldüğüm konu bu uzaylı arkadaşlarımızın ikidebir dünyaya gelip tecavüz olaylarına karışmaları.. Hani insanların bastırılmış cinsel duyguları olduğunu biliyoruz ama yaf bir uzaylının tecavüzcü olmasını cidden yakıştıraamadım Sen bu kadar üstün bir yaatık ol bu kadar üstün teknolojiye sahip ol dünyayı istila etmek gibi bir evrensel ideolojin olsun ama egona yenik düş olacak şeymi çoookkk ayıp çokkkk.. Gerçekten Bir uzaylıya yakıştıramadım Adamların işi gücü yok dünyaya bir amerikalı kıza tecevüz etmeye gelecekler.. Yoksa orada da aile planlaması mı var Hani her fırsatta bilimsellik diye çığırtkanlık yapılıyorya elle tutmak gözle görmek karşılatırmalar yapmak bir sürü bilimsel deneyden hipotezden bahsediyoruz ya hani herşeyi bilimsel temellere oturtmaya çalışıyoruz ya, bu uzaylılar konusu için bilimsellik geçerli değil mi...! Ben konuyu ciddiye alıyorum fakat çokta komik buluyorum. Hangi ufo yada uzay filimi izlesem, Cem Yılmaz'ın GORA filimine güldüğüm kadar gülüyorum. Ama bu senaryoları yazan insanların zekasına ve hayal gücüne her zaman hayranıdmdır. Uzaylılar kadar olmasalarda Süper zeki insanlar gerçeekk
  10. Sadece İslâm Dinine Göre değil, bir çok Dine göre de İnsan en üstün yaratılan canlıdır. Bizler Uzayı gezmedik ve araştırmadık:) olmayan hayali ve filim kahramanı olan uzaylıları araştırma gereğide duymuyoruz . Sadece Kutsal Kitabımız Kuranı Kerimin açıklamalarına dayanarak Cinlerin ve Meleklerin varlığına inanıyoruz. Onlarında Soyut varlıklar olduğunu biliyoruz. Uzaylılar üsütün bir teknoloji ile bir gün dünyaya gelirse demişsiniz, yahu sanki Amerikan filiminden bir sahne anlatmışsınız. Peki size bir soru ya tam tersi olursa, buraya geldiklerinde biz onlardan daha üstün ve teknolojide daha ileri olursak ne olacak?? Bu seneryoları yazan senaristler hiç böyle bir senaryo yazmıyorlar değil mi ?? İnsan oğlu herzaman kendisini kurtaracak kensinden güçlü ve gelişmiş özellikleri olan He- Man - Bad Man- Örümcek Adam- SuperMan gibi insanları hayal etmiştir. BuNA uzaylılarda dahil.. Ezilen, sömürülen toplumlar bir kurtaracı beklentisi içerisinde hep böyle şahsiyetleri hayal etmiştir. Bu istek ve arzuarı beyaz perdeye yansımış ve uyarlanmıştır. Bu uzaylı masalları senaristlerin uydurmasıdır. Yıllarca Hortlak filimleri izledik ama hiç hortlak görmedik. Yada yıllarca Vampir filimleri izledik üstün yaratıklar havada uçup milletin kafalarını koparan yaratıkları hiç görmedik. Hayalet adam da görmedik... Bu örnekler çoğaltılabilir.... Bir filim seneryosuda ben yazardım ama ne uzayı nede uzaylıları hiç görmedim
  11. ŞEKİLCİ OLMAMAK İslâmiyet ve Son Peygamber Hz. Muhammed'de (a.s.v.) asla şekilcilik yoktur. İslâmiyet baştanbaşa samimiyete, kişiye ve kişinin düşüncesine saygıya, sevgiye, hoşgörüye dayanır. Bu nedenle kişiyi, ibadetinde serbest bırakmıştır. Tanrı'nın her yönde olduğunu ve O'na her temiz yerde ibadet edilebileceğini önermiştir. İslâm'ın diğer Dinlerden ayrıldığı en önemli yanı, bu yönüdür! İslâmiyet Tanrı'yı her yerde bilir. Bu nedenle Camide ibadeti şart koşmamıştır. Bu zorunlu tutmama özelliği çok önemlidir. Gerçi, büyük bir zâtın ardında topluca Namaz kılmak, hep beraber içtenlikle, riyâsız olarak Tanrı'ya dua etmek çok faydalıdır. Sevabı çoktur. Ancak, bununla beraber kişiyi Camiye gelmeye zorunlu tutmaması, çok düşündürücüdür! Nedenleri vardır. İslâmiyet'ten başka bütün Dinlerde mabet (tapınak) vardır. İslâmiyet, mabedi kabul etmez. Çünkü mâbed; içinde mâbud (tapınılan şey) bulunan kutsal yer demektir. Bir totemci, toteminin bulunmadığı; bir Hristiyan, Hz.İsa'nın (a.s.) ve Hz.Meryem'in temsili resimlerinin bulunmadığı bir yerde ibadet edemezler. Onun için İslâmiyet, Mescit ve Cami (toplanılan yer) kabul etmiştir. İslâm'ın ilâhı Bir’dir ve "bir yerde" düşünülemez! O, Tanrı'yı "her yerde" bilir!.. Sonsuzu getirip, bir binanın içine sığdıramaz! (1) Ayrıca her kişinin, Tanrı'yla ilişki kurabileceğini kabul ettiğinden; kişinin düşünce ve ibadetine saygılıdır. İslâmiyet, kişide daha çok "istikamet (doğruluk), samimiyet (içtenlik) ve güzel ahlâk " arar. -"Kâlu Rabbünallahu sümmestekâmu- O inançlı kişiler, Rabbımız (yöneticimiz, büyüğümüz, efendimiz) Allah'tır.’’ Derler; sonra 'doğru' olurlar (Eğrilikten,yalancılıktan, dolandırıcılıktan, her türlü samimiyetsiz ibadet, söz ve davranışlardan kaçarlar.)!" Fussilet 30). Âyeti, bunun kesin ve tartışmasız delilidir. Demek ki, Tanrı'ya göre; "Tanrı'ya1 inanan; Rabbım, Efendim, Allah deyip, sonra doğru olandır!" Eğer bir kişi doğru değilse; "O kişi Rabbım Allah" dememektedir. Rabbımız Allah'dır diyen, doğru olandır!.. Mevlâna'nın, "Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol!" sözü, işte İslâm'ın bu gerçeğini yansıtan, çok önemli bir kural­dır. İslâmiyet'te, "Kilise disiplini" yoktur! Her konu, tartışmaya açık bırakılmıştır. Din adamı da yoktur! Herkes, Din adamıdır. Ancak bir öğreten ve bir de öğrenen vardır. Bu da kişinin, vazgeçilmez haklarındandır. İşte İslâmiyet bu hakkı kişiye tanıyan yeryüzündeki tek Dindir. Son Peygamber Hz. Muhammed (a.s.v.), toplumun her kesimindeki insanlarla her konuyu konuşur. Onlara saygılı davranırdı! Onları dinler, sözlerini kesmez, "Sus kâfir oldun!" demezdi. Herkesi insan bilir, her sınıfla konuşur, her sınıfla oturur (kalkar, yer içer), kimseye üstünlük taslamaz, asla büyüklenmez; Din öğreti ve hizmetinden dolayı kimseden ve toplumdan ücret almazdı! Kimseyi sıkmazdı. Gayet toleranslı (hoşgörülü) davranırdı. îbadeti öğrettikten sonra kişi yi zorlamaz, sıkmaz, serbest bırakırdı. Amellerine değil, fikirlerine ve toplum içindeki doğruluğuna, toplum ile olan ilişkilerindeki davranışlarına bakardı. İbadetlerde kimseyi tecessüs (anlama merakı, gizlice bakma) etmez bunu şiddetle men ederdi! (2) Gerçek ve ilk Müslümanlık böyleydi ve onun özüne erenler arasında, halen de böyledir!. Ama sonraları, kral-papa ikilisi gibi Sultan-Şeyhülislâm ikilisi kabul edilince; durum, şekilciliğe, türlü Dini merasimlere dönüştürüldü. Bir nevi siyasi örgüt haline sokuldu. Kralların, Sultanların burjuvanın ve onlardan yana papaz ve mollaların, sahte şeyhlerin, kişisel çıkarlarına âlet edildi!.. İbadetlerde, Kilise Disiplinini aratan, Ruhbanlıktan da ötede bir "Sus! itaat et!.," şeklinde zorbalığa dönüştürüldü!.. Bunun acısını yüreğinde duyan gerçek Müslümanlar; Mevlânalar, Abdulkadir-i Geylâni, Seyyid Ahmed er Rufai, Muhyiddin-i Arabi, Maktul Suhreverdi, Cüneyd-i Bağdadi, Bayazıd-ı Bestami, Cemaleddin-i Efgani, Pakistan'lı Muhammed İkbal, Niyazi Mısri, Muhammed Abduh, Şeyh Bedreddin, Urfalı Şeyh Saffet, Mehmet Akif gibi aziz insanlar çok çırpındı, çok uğraştılar ama kimi öldürüldü, kimi sürüldü.,. İkbal'in dediği gibi; "İmparatorluğun fidanı kuvvetlenince, cihangirliğin adı, cihad oldu." Netice ne oldu?.. İzzetin yerini, zillet aldı. çünkü ne yapılırsa yapılsın; Sâf ve temiz Muhammed Dini kendi rayından çıkarıldığında, sonumuz zillet olur!.. Din'e ne olur?.. O'na hiçbir şey olmaz! Ornu sahibi korur!.. Sen korumaz da.O'nu başka yorumlarsan; O'nu doğru yorumlayacak başka bir millet yaratır. Önce yıkar, sonra en güzel nitelikte gerçekçi ve gerçeğe saygılı aydın bir millet yaratır!.. Ama tutucular, bağnazlar beğenmezmiş!.. Saçı uzunlara, başı açıklara kâfir dermiş!.. Zaten başka silahları yok ki; varsın desinler.... Ama unutmasınlar ki; O, Tanrı’nın öz eliyle yarattığı Güzel Muhammed (a.s.v.)de saçlı idi! Ve mübarek Efendimiz (a.s.v.) dalgalı saçlarını ortadan ikiye ayırıp tarar ve güzelliğine güzellik katardı! (3) Öyle ki; aşıklarını, deli edercesine!. (1) Allah, ancak kalp aynasında yansır."Yere,Göğe Sığmam Mü'min kulumun kalbindeyim". Bu Tanrı’'nın bir yere hulul ettiği, yani girdiği anlamında değildir. Zira "Mânevi Kalp", Nur'dan bir Ayna, bir yansıtıcıdır. Güneşin bir aynada yansıması gibi. (2)"Şu bîr gerçek ki ben Haniflik, hoşgörü ve kolaylık Peygamberi olarak gönderildim". (Ibn. Hanbel, C.5, S.266 Buhari, İman, 29) (3) Bkz. Sevgili Peygamberimizin "Hilye"sinİ anlatan Hadis ve İslâm Tarihleri. KAZIM YARDIMCI/ADIYAMAN
  12. mmustafa

    Tasavvuf

    Sayı saklıgerçek ; Yazınızı okudum fakat İslamı eleştiren islama saldıran bir ateistin Tasavvufla ilgili yazdığı yazı samimiyetten uzak boş cümleler içeren yazıdan ibaret benim için.. Ayrıca yukarda yazdığınız Peygamberler böyle zevki safa içerisinde yaşan insanlarda değildi sana bunu anlatan yanlış anlatmış. Bizim kaynaklardan da değil avrupalı tarihçilerin peygamber efendimiz hakkında neler yazdıklarını nasıl bir yaşam sürmüş ne yemeiş ne içmiş ne giymiş bunları öğren tarihi gerçekleri bul ordan oku üç beş cümle öğrenipte papağan gibi ortaya çıkmayın. Adam gibi tartışacaksan tartışırım yok çoğu cahil ukala ateistin yaptığını gibi herşeye saldırmaya başlarsan seni kale bile almam düzgün bir üslupla oturup konulacaksak tartışacaksak buyur yoksa İşin Rast gelsin sana güle güle kardşim..
  13. mmustafa

    İŞİN ÖZÜ

    İŞİN ÖZÜ Hazret-i Peygamber’den(S.A.V.) 30 yıl sonra Haşimi’lerin ezeli düşmanı Emeviler Nebevi sistemi(Hilafet’i) kaldırmış, yerine faşizmden başka bir şey olmayan krallık(meliklik) sistemi kurmuşlar. Ne Kur’an tanımışlar ne Sünnet tanımışlar. Beşeri emirlerle Devlet’i ve Millet’i şedit baskı altında yönetmişlerdir. Ve hep Haşimoğulları ve onları sevenlerle uğraşmışlardır. Onların ne dini vardır ne de imanı. (Zaten Fetih Günü korkularından kerhen Müslümanlığı kabul etmişlerdir. Allah, Fetih günü iman edenlerin imanlarını kabul etmemektedir.) '’Ve yekulune meta hazel fethu in küntüm sadikıyn-Eğer doğru söyleyenler iseniz şu fetih ne zamanmış? diyorlar'(Secde 28) 'Kul yevmel fethı la yenfeullezıne keferu iymanühüm ve la hüm yünzarun- Deki; fetih gününde inkarcılara imanları fayda vermeyecek ve kendilerine nazar da edilmeyecek.'(Secde 29) 'Fe ağrid anhüm ventezir innehum muntezirun- Artık sen onlardan uzak dur ve gözetle, onlar da gözetlemektedirler.(Secde 30) (Süleyman Ateş-Kuran'ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Tercümesi) Peygamber Efendimize(S.A.V) bu fetih günü korkularından iman edenler hakkında sorulduğunda, 'Bunlar müellefetil fil kulûb'-Bunların kalbi dönmemiştir'buyurmuşlardır (yani kalplerinden al-ver ediyorlar, bir türlü inanamıyorlar) (Hadisi Şerif) (Bakınız Kazım Yardımcı-Rufai Külliyatı 2.cilt sayfa 296, 303 Ayrıca M.Asım Köksal,İslam Tarihi Devleti Aileleştirmeyi de onlar yapmıştır. Kayzerin, Kisranın zulüm sistemini getirmişlerdir. Tamamen gayri İslami olan zulüm devletini kurmuşlardır. Sonra Haşimi Abbasiler bu küfür devletini imha etmiş ancak onlar da Kayzerin sistemini benimsemişlerdir. Fakat onların zamanında Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli Mezhepleri kurulmuş Tasavvuf tekkeleri serbest bırakılmış, Felsefe ve Kelam çalışmalarına izin verilmiş, Abbasiler Hanefi mezhebini resmi mezhep olarak kabul etmişler, Eş'ariliği de benimsemişlerdir. Ama onlar da taht elden gider korkusu ile halkın sevdiği Evlad-ı Resul-ü, Evlad-ı Ali’yi incitmişlerdir. Devlet sistemi olarak küfridir. Ancak İtikat ve Fıkıh olarak İslami bir devlettir. Abbasi Devleti yarı İslami bir devlettir. Türki devletler olan Gazneliler ve Selçuklular da; Haşimi-Abbasi devlet sistemini ve Haşimi-Abbasi din yorumunu benimsemişlerdir yani Sünniliği. Sünnilik şudur: Dört mezhep, Tasavvuf, Eş'arilik, maturidilik. Osmanlılarda aynı Haşimi-Abbasi din yorumunu kabul etmişlerdir. Ancak Sultan Selim ve Şah İsmail’in kavgalarından sonra(1514) Osmanlılarda bir kırılma olmuştur. Hem Şiiliğe şiddetli bir aleyhtarlık hem de Haşimi Abbasi sultanlarına bir aleyhtarlık başlatılmıştır. Hilafeti Abbasilerden savaş neticesi aldıkları için Abbasilik aleyhtarlığı yapılmıştır. (Bakınız; Hoca Sadeddin’in Tacut Tevarih isimli kitabı, Kültür Bakanlığı yayınlarındandır.) Bunu fırsat bilen Osmanlı ulemasının bir kısmı Emevi din yorumcularına (İbn-i Hazm ve İbn-i Teymiye gibi) yönelmiş, Abbasi din yorumu ile Emevi din yorumu sentez yapılarak karma bir din yorumu yapmışlar ve Emevi Meliklerinin aleyhine gitmeyi yasaklamışlardır. Bunu Selim’den sonraki Osmanlı Medreseleri ve Şeyh-ül İslamlar yapmıştır. Medreseler kaldırıldı ama sonra açılan İmam Hatipler işte bu son Osmanlı karma din anlayışını devam ettirmişler ve devam ettirmektedirler. Bununla Şii bahanesi altında hem Ehl-i Beyt’e, Evlad-ı Ali’ye, Seyyidlere karşı hem de Haşimi Abbasilere karşı bir tavır sergilemektedirler. Bu bir batıl zihniyettir. Bu zihniyeti belki Padişahlarını korumak için geliştirmişlerdi. Ama şimdi Padişahlar yok. Peki ne diye devam ettiriyorlar, Padişahlara ve Şeyhül İslamlara toz kondurmuyorlar? Akla gelen şudur: Şiddetten yana, baskıcı ve dünyevi (seküler) düzen olan Padişahlığı özlüyorlar ve bu hayalleri ile yaşamak istiyor olabilirler. Ütopyaları, umutları yok olmasın istiyorlar. Bu durumda, bu zihniyette olanların gerçek cumhuriyetçi olmaları mümkün değildir. İşte Türkiye’mizdeki sıkıntı da bundan kaynaklanmaktadır.İŞİN ÖZÜ BUDUR.Diğerleri, türban, haşema ve benzerleri meselenin özü değil, şeklindendir. Türban ve benzeri şeyler dinin aslından olmayıp, füruundandır. Dinde ve İslam’da bu gibi şekli konular kebairden olmayıp, sağairdendir. Yani türban, tesettür büyük günahlardan olmayıp, küçük günahlar kategorisindedir. Küçük günahları ise, Allah’ın affedeceği vâdi vardır. Bunun böyle olduğunu bütün din bilginleri bilir. Şeriat(fıkıh ilmi) İslam Devletini yönetenler ve kadılar için geçerli idi. Peygamber’den 30 yıl sonra Şeriat(Nebevi Hilafet) kaldırılmış yerine Sultani Hilafet getirilmiştir. ‘’ Elhilafetü badi selasune seneten summe caele melikül adud ‘’(Benden sonra Hilafet-yani şeriat 30 senedir, sonra ısırıcı-vahşi bir melik gelir.) ’’ Gerçek nebevi hilafetin olmadığı yerde şeriat olmaz. Sultani hilafeti, Emeviler icad etmiştir. Sahte ve batıldır. (Hadisi Şerif- Said Bin Ümhandan Ebu Davut, Tirmizi, Nesei, Tac terc. Cilt 3 sayfa 79 Bekir Sadak İst. 1973, ayrıca Sahihi Buhari ve Tecridi Sarih terc. Diy. İşl.Bşk. Yayınları) Ama şu var ki: Nebevi Hilafet’in(ilk dört Halife gibi) olmadığı yerde Şeriat(İslam Fıkhı-hukuku) olmaz. Dört Halifeden sonraki devletlerin hiç birisi İslami değildir. Hepsi sözde İslami’dir ve şeriatın cezai hükümlerini fukara halklara baskı aracı olarak kullanmışlar, şeriat adına zulüm yapmışlardır. Şeriat’ın, İslam Devletinin olmadığı yerde ise Fıkıh-İslam Hukuku okutmaya gerek yoktur. Herkes kadı olacak diye İslam’da bir emir de yoktur. Şeriat –Fıkıh yani İslam hukuku kadılar için gereklidir. Dört halifeden sonraki sözde İslam devletlerinin kadılarının beş-on tanesi dışında adil bir kadıya rastlanamaz. Hepsi şeriat adına, sultanlar şahlar, padişahlarla yani sarayla işbirliği yaparak şeriat adına zulüm yapmışlardır, hep kitabına uydurmuşlardır. Onun için diyoruz ki; sadece ibadet edecek kadar özet bir ilmihal bilgisi kafidir, diğeri Maneviyattır. Ledünni-Allah katından gelen manevi ilimlerdir ki Allah’ın “ilim” dediği de budur. Okuma-yazma ile öğrenilen Fıkıh ilmi değildir. Onun adı Fıkıh-Hukuktur. Kadılar için lazımdır. Bu Maneviyat ilmi ise Tasavvuf Pirleri, Arif Velilerdedir. İlahiyat Fakülteleri boşuna Fıkıh ilmi okutmakta; ayrıca İtikatta da, Tasavvuf-Kelam (Eş'arilik-Maturdilik’ten) uzaklaşmış Abbasiler çağında geliştirilen Aristo-Yunan Felsefelerine yönelmişlerdir. İlahiyat’ta ağırlıklı ders; Felsefe ve Rasyonalizm(akılcılıktır) -Vahiycilik değildir, felsefedir. Allah Kur’an’da, dini ikmal ettiğini buyurmaktadır. Elyevme ekmeltü leküm dineküm’’ Bugün sizin dininizi ikmal ettim. (Maide 3) Ama hiçbir kimse Allah’ın İman işini tamamladığını iddia edemez. İman ve İrşat devam etmektedir ve kıyamete kadar sürecektir. Allah’ın ilim dediği: okuma-yazma, defter-kalem ile olsaydı, Allah’ın ve Peygamber’in muhataplarının yüzde 97’si ümmi olan(okuma-yazma bilmeyen) ilk Müslüman kardeşlerimiz olan Ashab-ı Kiramdır, hiçbir kimse bu okuma yazma dahi bilmeyen büyük kardeşlerimize cahil diyemez. Onlara Allah, derece derece ilim verdiğini beyan buyurmuştur. ‘’Utul ilme derecatin’’ -Derece derece ilim verildi.(Mücadele 11) Peygamberimiz sadece sohbet etmiş, ilk Mü’minler de sohbetinde bulunarak onun İlahi lisanından kulak yolu ile ilmi öğrenmişlerdir. Peygamberimiz, hiç bir Ashab-ı Kiram’a “kağıt-kalem getirin, size ders vereceğim.” “Öğrenin gelin sizi müzakere yapacağım” dememişlerdir. Bu bir tarihi gerçektir. Sadece sohbet(söyleşi yapmış) Mü’minler de dinlemişlerdir. Bütün Peygamberler de böyle yapmışlardır. Ancak Peygamberimiz(S.A.V) yazı öğrenmeyi teşvik etmiştir. Fıkıh kitaplarının yazdığına göre, Efendimiz(S.A.V) zamanında Fıkıh ilmi bilenlerin sayısı, 10 binleri aşan eshab içinde 20 yi geçmez. Bu yirmi kişi de peygamberi dinleyerek öğrenmişlerdir. Nebevi sistemde medrese yolu ile tedrisat-öğretim yoktur. Medreseler, Peygamber’den 50 yıl sonra işte hep o Sultanlar(Melikler-Krallar) tarafından açılmış ve ondan sonra, Din-İman, kültür olmuştur.(Kültür, İman ve İlahi ilim değildir) . Okuma yazma yolu ile sadece fiziki bilimler, hukuki ve sosyal bilimler öğrenilir. Akılla metafiziği (Uhrevi bilimler) bilmek mümkün değildir. Akıl fizik ötesi RUH, melek, cin, şeytan, cennet ve cehennem gerçeklerinin ne olduğunu vahyin dışında bilemez. Çünkü bu saydıklarımız soyut varlıklardır. Aklın gücü fizik aleminin bittiği yere kadardır. ‘’Onlar zahiri bilirler ancak maneviyatı (ahireti) yani fizik ötesi gerçekleri bilemezler.’’ (Sure-i Rum Ayet 6) (Bknz.’’Aklın Çeşitleri’’isimli yazı Rufai Külliyatı 3.Cilt Kazım Yardımcı Ayrıca www.varliktanveriler.com den ‘’59 nolu Veri-Aklın Çeşitleri’’) Bu ayet açıkça aklın neleri bileceğini ve neleri bilemeyeceğini açıklamıştır. Zaten bu bir gerçektir. Akıl, soyut varlıkların nasıllık ve nitelikleri hakkında fikir yürütemez. Bilgi elde edemez. Ancak kutsal kitaplar yolu ile bu gerçeklerden haberdar olabilir. Zaten aklın Türkçe'si anlama yeteneğidir. İnsandaki akıl ise, ancak fizik aleminin gerçeklerini anlayabilir.fizik ötesi gerçekleri, evreni yaratan Allah, istediği kullarına bildirir, öğretir. Bunlar başta peygamberlerdir. Eğer akılla fizik ötesi gerçekleri anlamak, çözmek, bilmek mümkün olsaydı her akıl sahibi peygamber veya arif veli olurdu. Yağma yok! Ayet: ‘’Amenna ve Ata’na ‘’(Nur 47) (Ya Muhammed inandık ve itaat ediyoruz diyenler iman etmedi) .’’Semi’na ve Ata’na’’ (İşittik ve İtaat ediyoruz diyenler İman ettiler(Bakara 285 Nolu Ayet) .) Hazreti Peygamberdeki O İlahi ve tatlı sesi, pâk ve kutsal nefesi işitip etkilenenler-Algılayanlar; İman ettiler. Bu bir gerçektir.İman, Okuma-Yazma ile öğretilemez. Ama; Dini Fıkıh ilimleri Okuma-Yazma ile olur. Bir gerçektir ki; Okuma-yazma ile İslam Fıkhını gayri Müslimlerde (Papazlarda, Ateistlerde) öğrenebilir. Ancak gene de Papaz papaz, ateist ateisttir. Salih Mü’min’i ve onun yüzündeki Muhammedi(İlahi) Nurlu yüzü ve ondaki Fazileti, dürüstlüğü görmeden bir kimse (onun tatlı sesini duymadan) okuma ve yazma ile İman’ı bulamaz. İman kesin olarak Hidayet meselesidir ve Vehbidir, Kesbi değildir. Bir Mevhibe-i Rahman’dır. İlahi bağıştır. İman kazanç değildir. Allah’ın Hibesi-bağışı, Hidayetidir. Bu yazdığım Hidayet meselesi Kur’an ile sabittir. Okuma-yazma ile herhangi bir dini veya tüm dinleri öğrenebilirsin. Ancak İman’ı öğrenemezsin. İman gökseldir, gökten kula gelir. Allah diridir ve her an bir şanda-bir tecellidedir. İstediğine İman’ı hibe ve Hidayet eder ve O’na bir veli-mürşid gönderir. Allah inanmayanlar için: Onlara bir veli-mürşid yoktur.(Kehf Suresi 17) ayetini Kur’an ile açıklamıştır. Demek ki, inananlar için Allah Onlar’a birer Veli mürşid lütfetmek suretiyle yardım etmektedir. Bu bir İlahi nusrettir (yardımdır) . Not: İbni Hazm (Kurtuba 994- Manta Lişan 1064) Soy olarak Emevi kökenli olup, Emevi bilginlerindedir. Hem dört mezhebe, hem de Şii mezheplerine karşı Zahiriye mezhebini kurmuştur. O dört mezhebe ve şii mezheplerine karşıdır ve kendisi mezhep müctehididir.Mezhebinin adı Zahiriye mezhebidir. Yani asla Ehli sünnet ve Sünni değildir. İbni Teymiye (Harran 1263-Şam 1328) de onun mezhebini benimsemiş ve onun yolunda yürümüş zahiriye mezhebi müçtehitlerindendir. O da Sünni ve ehli sünnet değildir. (Bu iki zahiriye mezhebinin kurucusu ve bilginlerini birer Sünni müçtehidi ve bilgini olarak (halkımızın bu konuda bilgisizliğinden yararlanarak) bazı çevrelerce Sünni alimi diye sinsice sunulmaktadır ve ehli sünnet halkımız bu suretle şaşırtılmaktadır. Bu iki zahiriye mezhebinin kurucusu ve taraftarı olan bu iki bilgin asla ehli sünnet (Sünni alimi) değildir. Sünniliğe karşı oldukları gibi şiiliğe de karşıdırlar. Bunlar dört mezhebe olduğu gibi diğer bütün İslami mezhepler ve ilk dört halifeye de (Hz.Ebubelir, Hz.Ömer, Hz.Osman, Hz.Ali) muhalefet etmektedirler. İşte Vahhabilik, Zahiriye mezhebinin kurucularından İbni Hazm ve İbni Teymiye’nin görüşlerinin pratikleştirilmiş şeklinden başkası değildir. Asla bilimsel bir mezhep olmayıp katı, zorbacı, dayatmacı şiddet içeren bir ideolojidir. Vahhabilik, asla İslami bir mezhep olamaz. Zaten 18.asrın sonları ile 19.asrın başlarında zuhur etmiştir. Yani bu dört mezhep ve diğer İslami mezheplerin kuruluşundan 1000 sene sonra ortaya atılmış bir görüştür. Bunlar, bütün eski kadim İslâmi mezhepleri, İslam tasavvufu ve İslam felsefesini protesto etmektedirler. Yalnız kendi görüşlerinin doğru olduğunu; diğerlerinin hepsinin yanlış olduğunu vurgulamak suretiyle bir nevi İslam'ı ve ilmi tekellerine almak istemektedirler. Yani ilmi inkâr etmektedirler. Kendilerinden evvelki, bütün İslam bilginlerini, tasavvuf ariflerini, İslam'ın velilerini, İslam'ın Feylezoflarını, kelam alimlerini (Eş'ariliği ve Maturidiliği) de inkâr etmektedirler. Bu suretle, ilmi ve İslam'ı tekellerine alıp, sadece kendi görüşlerinin doğru olduğunu türlü demagoji ve propagandalarla dayatmak istemektedirler. Tartışmalarda hep karşı tarafın sık sık sözünü kesip, bir nevi şamata yapmaktadırlar. Halbuki İslam’da şiddet,dayatmacılık, zorbalık ve şamata yoktur ve İslam’ın kendilerinden evvel yetiştirdiği binlerce İslam Alimlerini inkâr etmek yanlıştır. İslam’ı ve ilmi tekeline almak hiçbir kimsenin ve hiçbir gerçek mezhebin haddi değildir. Bunlar İslam’ı ve ilmi tekellerine almak isteyenlerdir. İslam'ı ve ilmi tekeline almaya çalışmak ise en büyük sapıklıktır. Hiçbir bilgin kendisinden evvelki binlerce İslam Alimini reddedip, kendi görüşünün doğruluğunu Müslümanlara dayatamaz. Zaten o eski İslam Alimlerini inkâr etmek, ilmi de inkâr etmektir. İlim, Alimlerle yaşar ve sonsuza dek devam eder. Gerçek Alimleri (İslam'ın bilginlerini) inkâr, ilmi inkardır. İlmi inkâr edenin dinden söz etmek hakkı yoktur. Onların ki olsa olsa bir ideolojidir-bir düşüncedir.Mezhep ve inanç değildir. İbni Hazmın ve İbni Teymiyenin her ikisinin de gayesi, Seyyidleri (ki bunların hepsi Evlad-ı Resul, Evlad-ı Ali, Evlad-ı Fatime, Evladı Hasan ve Hüseyin'dir) ve evliyaları, Müslümanların gözünden düşürüp, Seyyidlere ve evliyalara düşman etmektir. Emevilerin onulmaz Haşimi düşmanlığını devam ettirmektir. Bu arada, koskoca Tasavvuf ilim ve kültürünü yok etmeye çalışmaktır. Yani maneviyat, metafizik aleyhtarlığı yapmaktadırlar. Şu bir tarihi gerçektir ki; tasavvuf medreseden tezahür etmemiştir. Tasavvuf, tekkeden tezahür etmiştir. Türk edebiyat tarihindeki, tekke ve tasavvuf edebiyatı bunun kesin şahididir. Hiç bir gerçek tasavvufcu yoktur ki; O bir tekke piri veya mensubu olmasın. Bu tekke tasavvuf pirlerinin ise yüzde doksanı Evlad-ı Resul olan seyyidlerdir, Haşimoğullarıdır. Tabii ki biz, rant peşinde koşan ZAMANE ŞEYHLERİNDEN söz etmiyoruz. Bunlar hakkında biz konuşmayalım ama iki büyük fikir adamımız söz etsin istiyoruz: 1-Yahya Kemal Beyatlı'dan: 'Aradım İstanbul'u dergâh dergâh Aradım bir pir-i dilaragâh Aba var, post var meydanda 'ER' yok Horasan erenlerinden hiç bir eser yok' 2-Kaygusuz Abdal'dan: 'Zengin konuşunca beli (evet) diyorlar, Fakir konuşunca deli diyorlar. Zamane ŞEYLERİNE VELİ diyorlar, Gittikçe çoğalır DELİMİZ bizim. Bu yukarıda genişçe söz ettiğimiz İbni Hazm ve İbni Teymiye zihniyetini devam ettirmek isteyenler; dini, dünyevi (seküler) kılıp, Müslümanların özgürlüğünü elinden alıp; baskıcı ve dayatmacı, şedid krallıklar, diktatörlükler kurmak istemektedirler. ONLARIN DEFTERİNDE ASLA CUMHURİYET VE ÖZGÜRLÜK YOKTUR, OLAMAZ. KAYNAK KAZIM YARDIMCI / ADIYAMAN 18.08.2006 [email protected] www.varliktanveriler.com
  14. mmustafa

    GERÇEK DİYALEKTİK

    GERÇEK DİYALEKTİK Allah bir, eli ikidir. Allah, Mukaddes Kitabı Kur'an-ı Kerim'de; 'iki elinden' söz etmektedir. Bunun anlamı: Tanrı'nın vücudu, kendisi bir,- Sıfatları - nicelikleri iki kategoride top­lanmıştır. Bunlara "Celâl" ve "Cemâl" denir. Yani Tanrı'nın Celâli (şiddeti) ve Cemâli (merhameti, şefkati) vardır. "Biliniz! Allah, şedidü'l ikâb'dır ve Allah, Gafurürrahim'dir". (Maide-98) "Halaktübiyedeyye - iki elimle yarattım". (Sâd -75). Yani Tanrı'nın Zâti zamiri (özne) Bir, Tek, Eşsiz, Son­suz; Sıfatları: ikidir. İşte doğadaki "dualizim, ikilik", yani "çelişkiler", hep bu "İki Sıfatından" kaynaklanmaktadır. Zi­ra doğa, Tanrı'nın 'kozmik görüntüsüdür. "Ayna" sıdır. Ayna­da bu iki Sıfatını göstermekte ve temaşa (görüp gözetmek) et­mektedir. Pozitif-Negatif, Erkek-Dişi, Sert-Yumuşak, Öfke-Şefkat, Kuvvetli-Zayıf, Güzel-Çirkin, Bilgin-Cahil, İyi-Kötü. Gece-Gündüz, Gök-Yer... Tüm çelişkiler; dualizmin-ikiliğin temel nedeni ya da kaynağı, Tanrı'nın Celâl ve Cemâl niteliğinin çeşitli yansımalarıdır. Celâlinden; kahri, şiddet, keskin koyu kırmızı ışınlar; Cemâlinden; şefkat, merhamet, tüm güzellikler, tatlı yeşil, sarı, pembe ışınlar yansır. Ve bu ışınlar, doğada ve insanda "çelişkiler" yaratır. Ve dengeyi sağlar. Bazen Celâli, bazen da Cemâli, objektif ve sübjektif âlemde hâkim olarak doğa ve bi­rey yaşamına devam eder. "O, her an bir şandadır (bir belirmede, bir iş yapmakta­dır)". (Rahman-29). Bu durumda Allah, Hay-diri ve Fail'dir-işleyendir. Tüm işleri; bazen Celâlinden ve bazen da Cemâlindendir. O neden­le doğada ve insanda "hal-durum" bir değildir. Hal-durum iki­dir. Zaten hal bir olsa; doğada hayat-yaşam çekilmez olur. Do­ğa ve insan hal-durum değişiklikleri ile her an yeni bir durum alır yeni bir değişiklik olur. Doğa ve insan tazelenir. Yaşam, heyecanlı canlı ve tatlı olur. Doğada statik durum yoktur. Dinamizm hâkimdir. İşte diyalektik budur. Diyalektiğin Özü, gerçeği de budur. Tanrı-Vücud, Var olan "Bir" ve "Tek" ve de "Eşsiz (Zira Tanrı, gerçek var. Gerçek varın, yani vücud'un yapısı Nur, Işık ve Kuvvettir)", Var (Vücud) Bir, Eli (nitelikleri) ikidir: Celâl-Şiddet ve Cemâl-Şefkat ve güzellik. Celâl ve Cemâl'in teza­hürleri-belirtileri doğada yaygındır. Bu çelişkiler yukarıda da söz ettiğimiz gibi "İlk İnsan", "Âdem"in cesedinde ise toplu haldedir. Âdem'in cesedinde (dış yapısında) doğada olan "her şey”in özü-cevheri (element­leri) bulunur. Onun için çok girift ve karmaşık bir durum al­mıştır. Doğadaki vahşet, tüm vahşi bitki’de hayvanlar; İnsan'ın bedeninde gizlenmiştir. İnsanda iç güdüler özelliği olarak gö­rülen 'şiddet ve saldırganlık' içgüdüsü, 'tahakküm etmek' içgü­düsü, 'seks' içgüdüsü v.b. kötü ve tehlikeli içgüdüler... KAYNAK KÂZIM YARDIMCI / ADIYAMAN www.varliktanveriler.com
  15. mmustafa

    İTIKAT - İMAN - TASAVVUF

    İTIKAT - İMAN - TASAVVUF Başlangıçta da söylediğimiz gibi itikat ve iman meselelerinin Fıkıh’la, amel’le, Dört Mezhep’le hiçbir alakası yoktur!.. Selefiyyun : Arif olan Tasavvufçular, Evliyalar: soyut akılla (küçük akılla) Aristo Mantığına göre iman gerçeklerini açıklamayı kabul etmezler. Onu Kelamcılar ve İslâm Felsefecileri yapmış. Peygamberimizden 100 yıl sonra yeniden İtikat Mezhepleri kurulmuş, Abbasiler zamanında. Selef (Arifler); Âyet, Hadis-i Şerif ve Hadis-i Kudsi’lerle bildirilen iman gerçeklerini izah ve tefsir ederler. Yeniden Kelâmcılar gibi akıl ve Mantık’la (rasyonal olarak), Itikat kurmaya kalkmazlar. (31) Bir de; İsmailiye Mezhebi’nden, Batıniler vardır. Onlar da; ‘Kur’an, batın’dır. Âyetlerin ve Hadislerin zahiri anlamı yok’, diyorlar, bu da yanlış. İsmailiye’nin batıniye kolu ise; Âyetleri batınen yorumlayalım derken; giderek aşırı teşbih yaparlar. Bunun sonucunda da gene mütecessime, yani Cisimcilik çıkar. Bu da Şekilcilik olur. Dolayısıyla bu da Putçuluktur. Kur’an ve Hadis’in hem zâhir, hem de bâtın anİamı vardır. Zâhir anlamının da, bâtın (Manevl) anİamının da yorumu ve yorumcuları vardır. Mesela, Kuran-ı Kerim’de Allah, ‘Kendi yüzünden, gözünden, elinden” söz etmekte ve ayrıca ‘Arş’a (tahta) oturduğunu”, buyurmaktadır. “Errahmanü Alel arşisteva- Rahman, Arş’a istiva etti”. (Ta-Ha:5 ) Bunlar ve buna benzer birçok mecazi (kapalı, kinayeli) Âyetler vardır. Bu Âyetler, izah edilmez, yorumlanmazsa; Allah-ü Taâla’ya şekil verilmiş olur. Şekil vermek ise putçuluktur. Onun için Tasavvufçular, Gazali ve büyük Din bilginleri, Kur’an’ın muhakkak yorumu lazım geldiğini ve batın’i (manevi) anlamları da olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu ittifaka karşı olan tek kişi, İbni Teymiye’dir Gerçek Selef olan Tasavvufçular (Veliler), Ehl-i Sünnet’in ve Şia’nın kabul ettiği budur. Doğru olan da budur. Batıniler ve Zahiriyeciler; İslâm’da çok az, ifrat ve tefrite gitmiş azınlıklardır. İtikat’ta Ârif olan Selef ve Onların yolunu tutanların delili; Âyet, Hadis-i Şerif ve Hadis-i Kudsi’lerdir. Bunun en büyük izahçısı Peygamber Efendimiz (A.S.) ve Âl-i, Ashabı’dır. Ve Onlardan öğrenenlerdir. Onlar İtikat tefsircileridir, açıklayıcılarıdır. Itikat kuruculuğu yapmazlar. Yani İtikat’ta, Kur’an ve Hadis-i Şerifler ne diyorsa; odur. Bu Itikat meselelerinin hepsi zaten Kur’an ve Hadis’lerde var. Bunlar ancak Peygamberimiz ve O’nun Mânevi Vârisi olan Ârifler cüz’i aklı, Kül’li Akıl’la irtibata geçirerek; Kül’li Aklın (Ruhu Muhammediye Aleyhisselamın) yardımıyla; Aklı, Ruhu gelişen büyük Veliler tarafından açıklanabilir. Bizler de Onlardan öğrenebiliriz. İtikat’ı Allah ve Resulü kurmuştur. Başkaları kuramaz! Kelamcılar, Âyet ve Hadis’lerin izahını yapmamış, Onlar Aristo Mantığına göre; nazari (rasyonel) olarak Kadim, Muhdes, Zat, Sıfat, Fiil (kader) konularında soyut akılla hükümlere (yargılara) vamışlardır. Yeniden Itikat oluşturmuşlardır. Kelamcıların delili, Âyet ve Hadis’ler değildir. Onların delili ‘Akıl ve Mantık’tır’. Âyet ve Hadis’lere göre ltikad’ın izahını yapmazlar. Selef olan Ârif Evliyalar (Tasavvufçular), “Biz Âyet ve Hadis’lerden kaynaklanmayan bir İtikadı kabul etmeyiz, derler. Bir ‘UsuI-u Kelam’ kitabı alıp okuyan insan; Kelamcıların, Âyet ve Hadis’lere göre hareket etmediklerini, hep akılla hareket ettiklerini görür. Onların Itikat ve iman gerçeklerini bildiren Âyet ve Hadis’lerle ilgilenmediğini; Onların izahını yapmadığını görür. Onların konusu hep Vücud (Varlık, Zat), Vacib-ül Vücud (Varlığı zorunlu), Mümkün-ü Vücud (Varlığı mümkün), adem(yokluk), Mevcud (Var olan), Kadim (İlk) muhdes (sonradan oluşmuş), ayn (belli, açık), araz (kendiliğinden oluşmayıp başka bir cevherden oluşan), Cüz’i lâ yeteceza (atom), hayz (bir şeyin uzayda doldurduğu yer), hayula (zihinde tasarlanan şey), Zat, Sıfat, Ef’al (Fiiller, yani dolayısıyla Kader meselesi) v.b.’dir. Bunların hepsi de cüz’i -küçük akılla ve Aristo Mantığı’nın kuralıyla (tikel’den tümel’e, tümel’den tikel’e); akli kıyasla istidlal yaparak (Bir delile dayanarak bir şeyden sonuca varma); izah ve ispata kalkışmışlardır. Bu nedenle de türlü litikat Mezhepleri doğmuştur. Zaten bu konular eski Yunan Felsefesinde daha milattan önce var idi. Bunlar ve Aristo’nun mantık kuralı; Emevi, Abbasi çağında İslâm bilginlerine geçmiştir. Kitap (Kur’an) ve Sünnet’le hiçbir alakası yoktur. Kur’an-ı Hakim ve Sünnet’i Nebi’de ise; herbir İtikat (İman gerçekleri - metafizik konular) mevcuttur. Bunları Kelam’da ve Felsefe’de aramaya gerek yoktur İşin tehlikesi de şu ki: Mu’tezile olsun (Şiiler ekseriyetle), EhI-i Sünnet bilginleri olsun (Eş’ariler ve Maturidi’ler ekseriyetle), bu Kelami, Akılcı hükümlerin, Kur’an’a ve Hadis’lere uygunluğunu sağlamaları gerekirken; sonradan bunların taraftarı olan Medrese Alimleri, ‘İtikat konusunda Âyetleri ve Hadisleri Kelami, Akılcı Mezhep kurucularının görüşlerine uydurmaya çalışmışlardır’. En tehlikeli olan da şu ki; Hatta bu İtikat’lara uymayan Âyetleri mensuh (hükmü kaldırılmış) saymaya kalkışmışlardır. Hadis-i Şeritleri görmezlikten gelmişlerdir!.. Çok tutucu (skolastik) bir şekilde itikat’la ilgili Âyet ve Hadis’i; Eş’ari’ye, Maturidi’ye, Cubaiye (Mutezile) göre izah etmeyen bir Ârifi, dalâlet ve sapıklıkla itham etmişlerdir. Halbuki Âyetler ve Hadis-i Şerif’ler Kelam’dan, Eş’ari’den, Maturidi’den, Cubai’den (Mu’tezile) ve benzerleri Mantıkçı Itikat kurucularından 150 yıl önce var idi. Gel gör ki; Kur’an ve Hadis’le sabit, itikat bırakıldı; yukarıda adı geçen akılcı bilginlerin görüşleri, Itikat kabul edildi. Bunu Şii Medrese Âlimleri de yaptı, Sünni Medrese Âlimleri de yaptı... Şu da var ki; Tasavvufçular akIi istidlal -akılcı delillerle Allah’ın varlığı, Ruh’un varlığı, metafizik gerçeklerin varlığı hakkındaki Felsefeci ve Kelamcıların savunmalarına karşı değildir. Bilakis bunu destekler ve kendileri de icabederse yapar. Bu mücadeleyi, kim olursa yapanın yanındadırlar. Ancak; Allah hakkında, Allah’ın Zatı, Sıfatı, Fiilleri, Vasıfları hakkındaki görüşlere karşıdır (Felsefi ve Kelami görüşlere). Hak’kın Varlığını müdafaa ayrı şey, Hakkın Vasıfları hakkında görüş ortaya atmak ayrı şeydir! Hak ve Hakkın gerçeği, vasıfları hakkındaki görüş, Âyetler ve Hadis’lerle bildirilmiştir. İtikat’ı Allah ve Resülü oluşturmuştur. Bunun en büyük izahçısı (açıklayıcısı) ise; Fahr-i Âlem Efendimiz, Ehl-i Beyt, Ashab’ın bilginleri ve Ârif olan Evliyalar, yani Tasavvufçulardır; Selefi Salihin’dir. AkIi delil ile itikad oluşturan Farabi, İbn-i Sina, Kindi, İbn-i Rüşd, Mu’tezile Kelamcıları; Eş’ari, Maturidi kim olursa olsun; kendini Allah ve Peygamberinin yerine koymuş olur. Çünkü İman gerçekleri (İtikad) Kur’an Âyetleri, Hadis-i Şerif’ler ve Hadis-i Kudsi’lerle bildirilmiştir. Hatta Tasavvufçular, yukarıda adı geçen İslâm Felsefeci ve Kelamcıları bir yana; Batıdaki Allah’ı ve Din’i savunan Felsefecileri de destekler. Dehri, Materyalist Felsefeyle mücadele eden Descartes, Spinoza, Kant, Hugo, Goethe ve Hegel’i de destekler. Desteklemek ayrı şeydir. (Hakkı her şekilde savunmak her dindarın görevidir.) Ama onların oluşturduğu bir itikad’ı kabul etmek (Mu’tezile, Eş’ariye, Maturidiye vb, gibi) ayrı şeydir. Kitap ve Sünnet’le bildirilen itikadi Gerçekleri, Ârif Evliyalar izah etmiştir. Öyleyse Tasavvufçu olan Selef’in ltikadı’ndan başkası; Şii olsun, Ehl-i Sünnet olsun, Müslümanların Itikadı değildir! Ancak, Ehl-i Sünnet’in Medrese Âlimleri, Selefıye Mezhebi’ni de İtikad’da kabul etmişlerdir. Mesela biz şimdi, Eş’ari, Maturidi’ye sempati ile bakıyoruz. Fakat Onların Itikadını kabul etmeyiz. Cüz’i akıl’Ia yapılan Itikadı değil; biz ‘Selefi Itikadı’ kabul etmişiz, Selef-i Salihin nasıl inanmışsa; biz de öyle inanmışız. Tasavvuf erbabı nasıl inanmışsa biz de öyle inanmışız. Tasavvufçuların (SufiIer) Piri, İmam-ı Hasan el Basri Hazretleridir. 0 da Tasavvufu hidayet yolunun İmamı Hazret-i Ali (K.V.) Efendimizden almıştır. Selef-i Saihin olan Sûfiler ve Onları destekleyen Gazali Hazretleri, Maturidiye ve Eş’ariye’nin akılcı - Mantıkçı Metodlarını, reddederler; yoksa Onların hükümlerinin Kitap ve Sünnete ve Selef-i Salihin’in İtikadına uygun olanlarını değil. Onlar, Akıl ve Mantık Metodu’yla İtikat oluşturmanın ve bunların yargılarının çoğunun Kitap ve Sünnete ters olacağını savunurlar. Selef-i Salihin’in İtikad yolunu seçen büyük Arifler, Maturidi’nin ve Eş’ari’nin her sözünü reddetmezler. Biz de bu görüşteyiz. Tasavvuf :Yukarda da epeyce anlatıldığı ve bilindiği gibi Tasavvuf, İman hakikatleri ile uğraşan bir kol’dur. Peygamber (A.S.)’in Ruh-u Muhammedi ile temas ederek Kur’an’ı öğrenmektir. ‘Kur’an’ın Fıkıh tarafını değil; İtikad, iman tarafını...” Mârifet-i İlâhi, Zât- Sıfat-ı İlâhi Ef’alini, Asarını, Kader, Ruh, Melek ve Seyr-i Sülük’ü (İnsanın Ruhunun tekasüf, yani kesif-yoğun âlemden, latif-güzel aleme geçişi.) öğrenmektir. Peygamber (A.S.) Tasavvuf’u, Hz. AliyyeI Mürteza Elendimize ve Ebubekr-i Sıddık Efendimize vermiştir. Tasavvuf tarihi bunun şahidi. Tasavvuf’ta bir de ‘mârifet’ ve ‘aşk’ meselesi vardır. Üstadlar, kendilerine bağlanan insanların bir kısmını aşk’la, bir kısmını da mârifet’le Ruhlarını parlatıp tekrar Rab’larına kavuşmalarını sağlarlar. Fenafi Resül, Fenafillah, Bakabillah sırlarına kavuşturup, iman Hakikatlerine Ârif kılarlar. Yani “Men arafı öğretirler. “Men arefe nefsehu, kad arefe Rabbehu -Nefsini (kendini) bilen, Rabbını bilir... (32) Tasavvuf, Peygamber (A.S.)’ın kendisinde mevcut! Kur’an-ı Kerim’de Mevcut (vardır)! Çünkü Tasavvuf, İman ve İrfan meselesidir. Peygamber’in (A.S.) bütün meselesi zaten; Allah’a İman ve İrfan’ı artırmaktır. Peygamber (A.S.) en büyük Ariftir Hocayı Kâinat’tır. Bu, Enbiyalarda da var. Meleğin hakikati, Ruhun hakikatı, Nübüvvet, Velâyet, Risalet, Vahy’in, Kelam’ın hakikati, Zât-ı Akdes, Allah’ın kadimliği, Allah’ın Kelamı, Allah’ın Sıfatları, Allah’ın Esma-i Hüsna’sı... Tasavvuf budur işte! Tasavvuf, sonradan çıkan birşey değildir! Peygamber (A.S.) bunu Şah-i Velayet’e ve Ebubekr’i Sıddık Efendilerimize öğretmiş, Onları yetiştirmiştir. Bu iki büyük zat, Peygamberimizin iki büyük kapısıdır. Öbür Ashablardan da istidatlı (yetenekli) olanlara öğretmiştir. Öbür Ashab’lardan da gelen kollar varsa da; sonradan ya unutulmuş, ya inkita’a (kesintiye) uğramış; ama Hz. Ali ve Hz. Ebubekir’deki Tasavvuf devam etmektedir. Çünkü Mârifet son bulmaz! Bazıları der ki; Tasavvuf, ‘Keşf’dir... Tasavvuf, yalnızca bir hal değildir. Tasavvufta Ruh, Peygamber’e (A.S) ve Allah’a kavuştuğu zaman, Allah ve Resülünden ilim öğretilir. İman hakikatleri; hakiki İtikad öğretilir. Hak’kel yakin iman öğretilir. Abdülkadir-i Geylâni’nin, Rufai Hazretlerinin, Muhyiddin-i Arabi, Maktul Suhreverdi, Mevlâna’nın, Hacı Bektaş’ın, Yunusun, Şeyh Hasan-ı Şazili’nin, Bedevi, Dusuki Hazretlerinin, Ahmed Yesevi’nin, Muhammed Bahaeddin, Ahmed Faruk-u Serhindi Hazretleri, Gazâli Hz.’leri ve benzeri zatların eserleri okunduğu zaman; Tasavvuf’un bizzat Peygamberlerde, Aleyhisselat Efendimizde, Âl-i Aba’da, Hulefa-i Raşidin (Dört Halife)’de, On iki Ehl-i Beyt İmamı’nda, büyük zatlarda; Hasan el Basri’de, Cüneyd-i Bağdadi’de, Maruf-u Kerhi’de, Sırri Sakati’de olduğu görülür. Hasan el Basri Efendimiz, Hz. Ali Efendimizin talebesidir. Bizzat O’ndan Mânevi Hilafet almıştır. Tasavvuf, Mârifetullah ve Aşkullah’dır. İki tecellisi var. Talibin istidadına (dileyenin yeteneğine) göre yada 0 aşk’la, ya da Mârifetle Allah’a kavuşturulur. Bir Tasavvuf şairimiz şöyle diyor: “Savm-ı Selat ile sanma biter işin senin, Meğer Salike vuslat, Zikr ile İrfan imiş...” Allah, “Beni çok zikredin” diyor. Tasavvuf, Allah’ı çok çok, gayet çok çok, kesir kesir zikretmektir. Zikir Aşktır; Aşkı doğurur. Bismillahirrahmanirrahim: “Ya eyyühellezine âmenüzkürüllahe zikren kesira - Ey İman edenler! Allah’ı çok çok zikredin!..” (Ahzab: 41) “Vezkürüllahe kesiren lealleküm tüflihun - Allah’ı çok zikredin ki; kurtulasınız’. (Cuma: 10) “Elâ bizikrillahi tatmeinnül kulûb - Ayık olun! Allah’ın zikri, kalpleri yerine oturtur’. (Râd: 28) Bakınız! Kalp ne ile otururmuş yerine?.. Zikrullah ile!.. Yerine oturmayan Kalp n’oldu?.. Olmadı!.. “Fezkürûni ezkürküm - Beni zikredin ki! Ben de sizi zikredeyim”. (Bakara: 152) Yani beni anın! Beni çağırın! Anlamlı, şuurlu biçimde... Zaten Peygamber (A.S.) buyurur: “Efdeli zikri Lâ ilâhe İllallah -Zikrin efdeli, Lâ ilâhe illallah’dır (Allah’dan başka ilâh yoktur)”. (33) Allahu Taâlâ, “Fezkur isme Rabbike - Rabbı’nın ismini zikret!” (34) “Ya Muhammed! Allah’ı tesbih et!” (35). Bütün Peygamberlere de emir var; Resülüllah Efendimize de, Mü’minlere de emir var. “Allah’ı, sabah-akşam tesbih ediniz” (36) “Vele zikrullahi ekber - Allah’ın zikri en büyüktür; En büyük şey, Allah’ın zikridir’. (37) Selat; ‘dua, yalvarma’ anlamınadır. Ayrıca; İbadet, Rüku, Secde Âyetleri de var. Bu konuda Allah ne buyuruyor?.. “Ve akimüsselate, innesselate tenha ani’l fehşai’vel münker - Selat’a ikame edin; Selat’a yönelin. Yani Namazınızı kılın! Namaz insanı kötülüklerden, fuhuştan, münkerden alıkor”. (38) Ama Âyetin sonunda ne buyuruyor?.. “Vele zikrullahi ekber - Allah’ın zikri ise, ‘en büyüktür”. Zikir, kalbi yerine oturtturacaktır. “Zikri ise” diyerek; Zikri, Selat’tan ayrı kılıp; en büyük şeyin Zikir olduğunu buyuruyor, Rabbımız Allah. Zikir, İman’la ilgilidir. Önce ‘Allah’ denilecek ki; sonra Namaz kılına. Allah’ı zikretmeden Namaz olmaz. “Allahu Ekber - Allah en büyüktür’, demek; Allahu Taâlayı büyüklemektir. “Ya Muhammed! Sabah akşam beni zikret!” (39) “Sabah akşam beni tesbih et!” (40). 31) Şimdi biryeni Zahiriyeciler (Teymiyeciler) çıkmış; biz Selefiyeyiz, diyorlar. Bütün Fıkhi Mezhepleri, Kelami ve Felsefi Mezhepleri, Tasavvuf’u (Mâneviyatı) inkar ediyorlar. Kur’an’ın ve Hadis’lerin, Hadis-i Kutsi’lerin batıni (Mânevi) anlamı yok, diyorlar. Bunlar Selef değil, bir nevi hariciler, yani Zahiriyecilerdir. İbni.Teymiye’ye göre ‘Kuran izah edilmez’, Arapçası okunur veya tercüme edilir. 0 kadar. Hem öyle deyip izahçılarını reddediyor; ondan sonra kendi izah ediyor.Yani kendine caiz, başkalarına caiz değil! ilmi tekeline almaya çalışıyorlar... 32) Binbir Hadis, Şemseddin Yeşil, 1983, İst., S.212 ve diğerleri 33) Cabir(r.a.)’dan;Tirmizi, Riyazü’s-salihin, Diy.İşl.Bşk.Ya., 1976, 3. Cild, S. 39 Ayrıca; ibn-i Mâce, Sünen C. 2, S. 1249. 34) Müzzemmil :8 35) Ahzab:42 36) “Ve tüsebbihûhü bükraten ve asîla” Fetih: 9 37) Ankebut:45 38) Ankebut : 45 39) Â’raf: 205 40) Tâ-Hâ: 130 KAYNAK KÂZİM YARDIMCI / ADIYAMAN www.varliktanveriler.com
  16. DÖRT İNCİLDE DE HAZRETİ İSA’NIN ALLAH’IN OĞLU OLMADIĞI’NA DAİR BİR VERİ Dört İncil’de de, Hz.İsa’ya hitaben ‘’Ey Oğul, Ey Oğlum’’ diye bir hitap yoktur. İncillerde, Hz.İsa’nın ağzından da Ben ‘’Allah’ın Oğluyum’’ diye bir sözcük yoktur. Peki baba, oğul, ruhul kuddus üçlemesi İncil’de olmadığı halde kim ortaya attı. Bu yorum, Hazreti İsa’nın havarisi olmayan Pavlos ve benzeri rahiplerin uydurmasıdır. Bu şekilde, Kilise İncil’e ters düşmüyor mu? Dört İncil’in hangi eshahında ve ve bablarında böyle bir söz vardır? Var ise isbatlasınlar. İşte meydan! Bu baba oğul ruhul kuddus üçlemesi ne Tevrat'da, ne Zeburda, ne İncil’de ne de Kur’an da vardır. Bu üçleme ilahi mesajlara aykırıdır. Yani bu üçleme klasik bir felsefi yorumdur. İspatlanması ne vahiy ile, ne ilim ile, nede akıl ile mümkün değildir. Bu ispatı mümkün olmayan bir teoridir. Dört semavi kitapta da yoktur. Bu görüş Hazreti İsa, Peygamber ve Havarilerin görüşü olmayıp, Kilise tarafından sonradan oluşturulmuş bir teori, bir yorumdur. Yani Kilise, Tevrat, Zebur, Kur’an’ın dışında İncil’ede ters düşmüştür. Bütün İnciller Türkçeye tercüme edilmiştir. Hiçbirinde Oğul sözcüğü yoktur. İbranice ve Aramice lisanlarında Eb(baba) sözcüğü Rab anlamınadır. Abd (köle,kul) bu lisanlarda ve Araplar arasında oğul anlamına da kullanılır. Yani Abd’ın (kul, köle) bir anlamıda, Mevlanın (sahib’in ,efendinin) oğlu anlamınadır. Bu anlayış İbrani’ler Arami’ler ve Arap’lar arasında o kadar yaygındır ki; abd’ın kölenin- kızı ile, evlenmek bile efendisi için ayıp ve hatta haram sayılmaktadır. Hazreti Mesih’in Allah için ‘’benimde babam sizinde babanız’’ ifadesi benimde rabbım sizinde rabbınız anlamınadır. Eğer Cenab-ı Mesih’in bu sözünü gerçek anlamda ele alırsak, o zaman Hazret’i İsa’nın üstünlüğü, yok olur. Çünkü sizinde babanız sözü ile çoğullaştırılmıştır. O zaman bütün insanlar Allah'ın oğulları ve kızları olur. İsa Mesih (a.s.) de, Allah’ın yanında diğer insanlardan biri olur. O zaman her erkek ve kadın Allah’ın (Tanrı’nın) yanında İsa derecesinde olur. Herkes Hz.İsa gibi kutsal ve yüce olur. Ve İsa’nın kutsallığının anlamı kalmaz.O da herkes gibi sıradan basit bir insan olur. Ya da tüm insanlar mukaddes ve masum-günahsız olur. Onlar için dine, imana, ibadete gerek kalmaz. Hakikatte tüm babalarda, rububiyet sıfatının yansıması vardır. Çünkü Rabbin sözcük anlamı terbiye edici, eğitici ve sahip anlamınadır. Bu sıfatlar zaten her babada da mevcuttur. Baba da, aynen çocuklarını eğitir (terbiye eder) ve onu reşit oluncaya kadar yönetir. Çünkü Allah, uluhiyet (varlık) sıfatı hariç, bütün sıfatlarını Adem (a.s.) ve evlatlarına vermiştir. İnsan, Tanrı’nın aynasıdır. ‘’ Ve alleme, Ademel Esmae Külleha ‘’ (Bütün isimleri Ademe öğrettim) Bakara-31 ‘’ Ve nefehtu fihimin ruhi’’ [Ona (Ademe) Ruhumdan üfürdüm.] Hicr- 29, Sad-72 Ve Ademe Allah, bütün melekleri yani, gök ehlinin tamamı olan yüce varlıkları secde ettirmiştir. Öyle ise Adem –insan, Tanrıyı yansıtmaktadır. Tanrının aynasıdır. Ancak, ulûhiyet (ilahlık) sıfatını hiç kimseye vermemiştir. Çünkü Ulûhiyet Allah’ın varlığı zatıdır. Sıfatı değildir. Adem, Kâmil İnsan İLAH değildir. Ancak, İlahi vasıflar taşır. Hu sırrındandır. Hu- O zamiri, doğrudan kadim vücudu ifade eder. Kadim vücud; sonsuz nur, kuvvet, kudret, ilim ve hikmettir ve Allah’ın Kadim varlığının sınırı – kenarı yoktur. Öyle ise kadim var olan Allah bir, tektir. Zaten iki sınırsız var düşünülemez. Vücud ,varlık Allah’a aittir. Tanrıdan öteki nesnelerin varlığı izafidir, gelip geçicidir. Tanrıdan; öteki nesneler Tanrının nurunun derece derece tekasüf edip (yoğunlaşıp) basitleşmesidir. Tanrı ezelden beri kâmil ve mükemmeldir. Hiçbir eksiği yoktur. Ama kendi taayünü (belirtileri) olan nesneler basittir, kısıtlıdır ve Tanrıya göre kusurludur, noksandır. Tanrı, bir basit yaratmıştır ki, kendi mükemmelliği bilinsin. Basit olmasaydı, mükemmel bilinemezdi. TANRI TAM MÜKEMMELDİR VE HERŞEYDEN MÜNEZZEHTİR VE MÜSTAĞNİDİR. ‘’Ela İnnehu Bi Külli Şey’in Muhit’’(Fussilet-54) ayeti ile de, Tanrı’nın her şeyi kapladığı bildirilmektedir. O halde bütün nesneler, hakikatte Tanrı'nın içindedir. Tanrı hiç kimsenin içinde değildir. Çünkü kenarsız olan Tanrı, kenarlı olan nesnelerin içine sığmaz. Ancak Tanrı, ruhunu insana üfürmüştür ve mukaddes nefesi ve ruhu insanın içindedir. Yani insanın içinde Tanrının zatı değil, nur ve sıfatı olan kutsal ruhu vardır. İşte meleklerin secde ettiği de Adem’in bu kutsal ilahi ruhu’dur. Yoksa insanın cesedine secde edilmiş değildir. İnsanın içindeki ilahi ruha, secde edilmiştir. Yani, Allahın sıfatına secde edilmiştir. Ruh Allahın emri olduğu için Allahın emir sıfatına secde edilmiştir. Buradaki ‘’Emr’’ gramerlerdeki eylem anlamına değildir. Emrin gerçek anlamı, hal-durum- dur. Hal, hal sahibin vasfıdır, sıfatıdır(niteliğidir). Yani, ruh Tanrının emri( hal-durum-) sıfatıdır. Tanrının durumu, Tanrı’nın niteliğidir. Tanrının sıfatına secde, hürmet, Tanrının zatına sayılır. Sıfat zat’tan ayrılmaz. Zatsız sıfat olmaz. Sıfatsızda zat olmaz. Zat, sıfat ile bilinir. Zat- Varlık, öznedir, zamirdir. Hu (O) zamiridir. O zamirdir. Yani bir şeyin kendisi varlığı’dır. ‘Hu’ sıfat değildir. Allah’ın varlığı ezeli ve daimi, hududu- sınırı- olmayan sonsuz nur ve kuvvettir. Diğer nesneler kendi nurunun yoğunlaşmış ve kendi zatına göre basitleşmiş yaratıklarıdır. Nur ve kuvvet olan Allah’ın hududu- sınırı-kenarı olmadığı gibi oğulları ve kızları da olmaz. Hakikatte nur ve kuvvet olan Allah’ın oğlu kızı olmaz. Allah’ın oğlu- kızı yoktur. Allah Nur’dur- Allah güçtür. Nur ve güç olan Tanrı varlığında ilim ve hikmet ve sanat ve yaratıcılık vardır. Tanrının cinsiyeti yoktur. Tanrı erkek ve kadın değildir. Tanrı bir anadan doğmamıştır ve Tanrı bir ana gibi doğurmaz. Eğer Tanrıya Eb,( baba), üm( ana) denilecek olursa Tanrıya cinsiyet verilmiş olur. Allah cinsiyetten münezzehtir. Nur ve kuvvetin cinsiyeti olmaz ve Tanrının varlığı kendindendir. Yani, Tanrı bizatihi mevcuttur. Tanrı’yı yaratan yoktur, Tanrı bir yerden gelmemiştir, ezelden beri kendiliğinden mevcuttur. Allah sonsuz nurdur. Mutlak varlıktır, bütündür, çözülmez, pörsümez, tükenmez, bitmez, parçalanmaz, kendiliğinden var olan mukaddes bir varlıktır. Rabbımızdır. Bir uyarı, bir işaret: Şu masmavi tertemiz göğün genişliğine baksınlar; bu gök sonsuz ve kenarsız nur olan Allah’ın ezeli varlığının taayyünlerinden bir taayyün, tezahürlerinden bir zuhurdur. Tanrının bir belirtisidir; güneşin şafağı gibi. Acaba bu gök hiç parçalanır mı? Bundan bir parça koparmak mümkün mü? Kimse bu göğü yarabilir mi? Göğü parçalamak mümkün değilken, göklerin ve her şeyin özü olan Allah’ın temizliğini, güzelliğini, varlığını , bölünmez, parçalanmaz, kenarsız bütünlüğünü düşünsünler. Kilisenin Oğuldan söz etmesi saçma olduğu gibi, Yahudilerin ‘’melekler Allah’ın kızlarıdır’’ sözü de saçmadır. Eğer Allah’ın oğlu kızı olsa idi onlarda ilah olurdu. Allah ise dört kitapta, Allah’tan başka ilah yoktur buyurmuştur. (Ve huvellezi fis semahi ilahın ve fil erdi ilah ve huvel hekimul alim) Sure-i Zuhruf 84( Göktede ilah yerde de ilah Allah’tır. Vema min ilahin illailahun vahid (Vahid-Bir tek ilahtan başka ilah yoktur. ) Maide- 73 Vema muhammedin illa resul( Muhammed resuldan başkası değildir.) Ali İmran -144 Mel Mesih ibnü Meryeme illa resul( Meryem oğlu Mesih Resuldan başkası değildir.) Maide -75 Kilisenin üçleme teorisi, ne dört kitapta, ilahi mesajlarda vardır, nede ilimle ve akılla bağdaşabilir. Sonsuz nur ve kuvvet olan Allah’ın oğlu ve kızı olmaz. Bu saçma sözler, ispatlanması mümkün olmayan tamamen safsata olup Allah’a da İsa’ya da Meryem’e de iftira ve hakarettir. Allah şirkten ve her türlü noksanlıktan münezzehtir. (Övgü Allah’a mahsustur. Selam, Allah’ın seçtiği kullarının üzerinedir. Allah müşriklerden hayırlıdır, şirkten münezzehtir.) ( Ve kululhamdülillahi ve selamun ala ibadihillezi nestefa Allahu hayrun emma yüşrikun ) Neml-59 Bütün Müslüman kardeşlerime, ''Allah Bir'' diyen bütün kitap ehline sevgilerimle, Hepinizin gözlerinden öperim. KAYNAK: KÂZİM YARDIMCI / ADIYAMAN www.varliktanveriler.com 06.10.2005
  17. mmustafa

    İŞİN ÖZÜ

    İŞİN ÖZÜ Hazret-i Peygamber’den(a.s.) 30 yıl sonra Haşimi’lerin ezeli düşmanı Emeviler Nebevi sistemi(Hilafet’i) kaldırmış, yerine faşizmden başka bir şey olmayan krallık(meliklik) sistemi kurmuşlar. Ne Kur’an tanımışlar ne Sünnet tanımışlar. Beşeri emirlerle Devlet’i ve Millet’i şedit baskı altında yönetmişlerdir. Ve hep Haşimoğulları ve onları sevenlerle uğraşmışlardır. Onların ne dini vardır ne de imanı. (Zaten Fetih Günü korkularından kerhen Müslümanlığı kabul etmişlerdir.) Devleti Aileleştirmeyi de onlar yapmıştır. Kayzerin , Kisranın zulüm sistemini getirmişlerdir. Tamamen gayri İslami olan zulüm devletini kurmuşlardır. Sonra Haşimi Abbasiler bu küfür devletini imha etmiş ancak onlar da Kayzerin sistemini benimsemişlerdir. Fakat onların zamanında Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli Mezhepleri kurulmuş Tasavvuf tekkeleri serbest bırakılmış, Felsefe ve Kelam çalışmalarına izin verilmiş, Abbasiler Hanefi mezhebini resmi mezhep olarak kabul etmişler, Aşariliği de benimsemişlerdir. Ama onlar da taht elden gider korkusu ile halkın sevdiği Evlad-ı Resul-ü, Evlad-ı Ali’yi incitmişlerdir. Devlet sistemi olarak küfridir. Ancak İtikat ve Fıkıh olarak İslami bir devlettir. Abbasi Devleti yarı İslami bir devlettir. Türki devletler olan Gazneliler ve Selçuklular da; Haşimi-Abbasi devlet sistemini ve Haşimi-Abbasi din yorumunu benimsemişlerdir yani Sünniliği. Sünnilik şudur: Dört mezhep, Tasavvuf, Aşarilik, maturidilik. Osmanlılarda aynı Haşimi-Abbasi din yorumunu kabul etmişlerdir. Ancak Sultan Selim ve Şah İsmail’in kavgalarından sonra(1514) Osmanlılarda bir kırılma olmuştur. Hem Şiiliğe şiddetli bir aleyhtarlık hem de Haşimi Abbasi sultanlarına bir aleyhtarlık başlatılmıştır. Hilafeti Abbasilerden savaş neticesi aldıkları için Abbasilik aleyhtarlığı yapılmıştır. (Bakınız; Hoca Sadeddin’in Tacut Tevarih isimli kitabı, Kültür Bakanlığı yayınlarındandır.) Bunu fırsat bilen Osmanlı ulemasının bir kısmı Emevi din yorumcularına (İbn-i Hazm ve İbn-i Teymiye gibi ) yönelmiş, Abbasi din yorumu ile Emevi din yorumu sentez yapılarak karma bir din yorumu yapmışlar ve Emevi Meliklerinin aleyhine gitmeyi yasaklamışlardır. Bunu Selim’den sonraki Osmanlı Medreseleri ve Şeyh-ül İslamlar yapmıştır. Medreseler kaldırıldı ama sonra açılan İmam Hatipler işte bu son Osmanlı karma din anlayışını devam ettirmişler ve devam ettirmektedirler. Bununla Şii bahanesi altında hem Ehl-i Beyt’e, Evlad-ı Ali’ye, Seyyidlere karşı hem de Haşimi Abbasilere karşı bir tavır sergilemektedirler. Bu bir batıl zihniyettir. Bu zihniyeti belki Padişahlarını korumak için geliştirmişlerdi. Ama şimdi Padişahlar yok. Peki ne diye devam ettiriyorlar, Padişahlara ve Şeyhül İslamlara toz kondurmuyorlar? Akla gelen şudur: Şiddetten yana, baskıcı ve dünyevi (seküler) düzen olan Padişahlığı özlüyorlar ve bu hayalleri ile yaşamak istiyor olabilirler. Ütopyaları, umutları yok olmasın istiyorlar. Bu durumda, bu zihniyette olanların gerçek cumhuriyetçi olmaları mümkün değildir. İşte Türkiye’mizdeki sıkıntı da bundan kaynaklanmaktadır. İşin özü budur. Diğerleri, türban, haşema ve benzerleri meselenin özü değil, şeklindendir. Türban ve benzeri şeyler dinin aslından olmayıp, füruundandır. Dinde ve İslam’da bu gibi şekli konular kebairden olmayıp, sağairdendir. Yani türban, tesettür büyük günahlardan olmayıp, küçük günahlar kategorisindedir. Küçük günahları ise, Allah’ın affedeceği vâdi vardır. Bunun böyle olduğunu bütün din bilginleri bilir. Şeriat(fıkıh ilmi) İslam Devletini yönetenler ve kadılar için geçerli idi. Peygamber’den 30 yıl sonra Şeriat(Nebevi Hilafet) kaldırılmış yerine Sultani Hilafet getirilmiştir. ‘’ Elhilafetü badi selasune seneten summe caele melikül adud ‘’(Benden sonra Hilafet-yani şeriat 30 senedir, sonra ısırıcı-vahşi bir melik gelir.)’’ Gerçek nebevi hilafetin olmadığı yerde şeriat olmaz. Sultani hilafeti emeviler icad etmiştir. Sahte ve batıldır. Hadisi Şerif Said Bin Ümhandan Ebu Davut, Tirmizi, Nesei, Tac terc. Cilt 3 sayfa 79 Bekir Sadak İst. 1973, ayrıca Sahihi Buhari ve Tecridi Sarih terc. Diy. İşl.Bşk. Yayınları) Ama şu var ki: Nebevi Hilafet’in(ilk dört Halife gibi) olmadığı yerde Şeriat(İslam Fıkhı-hukuku) olmaz. Dört Halifeden sonraki devletlerin hiç birisi İslami değildir. Hepsi sözde İslami’dir ve şeriatın cezai hükümlerini fukara halklara baskı aracı olarak kullanmışlar, şeriat adına zulüm yapmışlardır. Şeriat’ın, İslam Devletinin olmadığı yerde ise Fıkıh-İslam Hukuku okutmaya gerek yoktur. Herkes kadı olacak diye İslam’da bir emir de yoktur. Şeriat –Fıkıh yani İslam hukuku kadılar için gereklidir. Dört halifeden sonraki sözde İslam devletlerinin kadılarının beş-on tanesi dışında adil bir kadıya rastlanamaz. Hepsi şeriat adına, sultanlar şahlar, padişahlarla yani sarayla işbirliği yaparak şeriat adına zulüm yapmışlardır, hep kitabına uydurmuşlardır. Onun için diyoruz ki; sadece ibadet edecek kadar özet bir ilmihal bilgisi kafidir, diğeri Maneviyattır. Ledünni-Allah katından gelen manevi ilimlerdir ki Allah’ın “ilim” dediği de budur. Okuma-yazma ile öğrenilen Fıkıh ilmi değildir. Onun adı Fıkıh-Hukuktur. Kadılar için lazımdır. Bu Maneviyat ilmi ise Tasavvuf Pirleri, Arif Velilerdedir. İlahiyat Fakülteleri boşuna Fıkıh ilmi okutmakta; Ancak İtikatta Tasavvuf-Kelam(Aşarilik-Maturdilik’ten) uzaklaşmış Abbasiler çağında geliştirilen Aristo-Yunan Felsefelerine yönelmişlerdir. İlahiyat’ta ağırlıklı ders; Felsefe ve Rasyonalizm(akılcılıktır) -Vahiycilik değildir, felsefedir. Allah Kur’an’da dini ikmal ettiğini buyurmaktadır. Elyevme ekmeltü leküm dineküm’’ Bugün sizin dininizi ikmal ettim. (Maide 3) Ama hiçbir kimse Allah’ın İman işini tamamladığını iddia edemez. İman ve İrşat devam etmektedir ve kıyamete kadar sürecektir. Allah’ın ilim dediği: okuma-yazma, defter-kalem ile olsaydı, Allah’ın ve Peygamber’in muhataplarının yüzde 97’si ümmi olan(okuma-yazma bilmeyen) ilk Müslüman kardeşlerimiz olan Ashab-ı Kiramdır, hiçbir kimse bu okuma yazma dahi bilmeyen büyük kardeşlerimize cahil diyemez. Onlara Allah derece derece ilim verdiğini beyan buyurmuştur. ‘’Utul ilme derecatin’’ (Mücadele 11) derece derece ilim verildi. Peygamberimiz sadece sohbet etmiş, ilk Mü’minler de sohbetinde bulunarak onun İlahi lisanından kulak yolu ile ilmi öğrenmişlerdir. Peygamberimiz, hiç bir Ashab-ı Kiram’a “kağıt-kalem getirin, size ders vereceğim.” “Öğrenin gelin sizi müzakere yapacağım” dememişlerdir. Bu bir tarihi gerçektir. Sadece sohbet(söyleşi yapmış) Mü’minler de dinlemişlerdir. Bütün Peygamberler de böyle yapmışlardır. Nebevi sistemde okuma-yazma(medrese-mektep) yolu ile tedrisat-öğretim yoktur. Medreseler, mektepler Peygamber’den 50 yıl sonra işte hep o Sultanlar(Melikler-Krallar) tarafından açılmış ve ondan sonra, Din-İman, kültür olmuştur(Kültür, İman ve İlahi ilim değildir). Okuma yazma yolu ile sadece fiziki bilimler, hukuki ve sosyal bilimler öğrenilir. Akılla metafiziği (Uhrevi bilimler) bilmek mümkün değildir. Akıl fizik ötesi RUH , melek, cin, şeytan, cennet ve cehennem gerçeklerinin ne olduğunu vahyin dışında bilemez. Çünkü bu saydıklarımız soyut varlıklardır. Aklın gücü fizik aleminin bittiği yere kadardır. ‘’Onlar zahiri bilirler ancak maneviyatı (ahireti) yani fizik ötesi gerçekleri bilemezler.’’ (Sure-i Rum Ayet 6 ) (Bknz.’’Aklın Çeşitleri’’isimli yazı Rufai Külliyatı 3.Cilt Kazım Yardımcı Ayrıca www.varliktanveriler.com den ‘’59 nolu Veri-Aklın Çeşitleri’’) Bu ayet açıkça aklın neleri bileceğini ve neleri bilemeyeceğini açıklamıştır. Zaten bu bir gerçektir. Akıl, soyut varlıkların nasıllık ve nitelikleri hakkında fikir yürütemez. Bilgi elde edemez. Ancak kutsal kitaplar yolu ile bu gerçekleri öğrenebilir.(Anlayabilir) Zaten aklın Türkçesi anlama yeteneğidir. İnsandaki akıl ise, ancak fizik aleminin gerçeklerini anlayabilir.fizik ötesi gerçekleri , evreni yaratan Allah, istediği kullarına bildirir, öğretir. Bunlar başta peygamberlerdir. Eğer akılla fizik ötesi gerçekleri anlamak, çözmek, bilmek mümkün olsaydı her akıl sahibi peygamber veya arif veli olurdu. Yağma yok! Ayet: ‘’Amenna ve Ata’na ‘’(Nur 47) (Ya Muhammed inandık ve itaat ediyoruz diyenler iman etmedi) .’’Semi’na ve Ata’na’’ (İşittik ve İtaat ediyoruz diyenler İman ettiler(Bakara 285 Nolu Ayet).) Hazreti Peygamberdeki O İlahi ve tatlı sesi, pâk ve kutsal nefesi işitip etkilenenler-Algılayanlar; İman ettiler. Bu bir gerçektir.İman, Okuma-Yazma ile öğretilemez. Ama; Dini Fıkıh ilimleri Okuma-Yazma ile olur. Bir gerçektir ki; Okuma-yazma ile İslam Fıkhını gayri Müslimlerde (Papazlarda, Ateistlerde)öğrenebilir. Ancak genede Papaz papaz , ateist Ateisttir, Salih Mü’min’i ve onun yüzündeki Muhammedi(İlahi) Nurlu yüzü ve ondaki Fazileti, dürüstlüğü görmeden bir kimse (onun tatlı sesini duymadan) okuma ve yazma ile İman’ı bulamaz. İman kesin olarak Hidayet meselesidir ve Vehbidir, Kesbi değildir. Bir Mevhibe-i Rahman’dır. İlahi bağıştır. İman kazanç değildir. Allah’ın Hibesi-bağışı, Hidayetidir. Bu yazdığım Hidayet meselesi Kur’an ile sabittir. Okuma-yazma ile herhangi bir dini veya tüm dinleri öğrenebilirsin. Ancak İman’ı öğrenemezsin. İman gökseldir, gökten kula gelir. Allah diridir ve her an bir şanda-bir tecellidedir. İstediğine İman’ı hibe ve Hidayet eder ve O’na bir veli-mürşid gönderir. Allah inanmayanlar için: Onlara bir veli-mürşid yoktur.(Kehf Suresi 17) ayetini Kur’an ile açıklamıştır. Demek ki, inanalar için Allah Onlar’a birer Veli mürşid lütfetmek suretiyle yardım etmektedir. Bu bir İlahi nusrettir (yardımdır). Not: İbni Hazm (Kurtuba 994- Manta Lişan 1064) Soy olarak Emevi kökenli olup, Emevi bilginlerindedir. Hem dört mezhebe, hem de Şii mezheplerine karşı Zahiriye mezhebini kurmuştur. O dört mezhebe ve şii mezheplerine karşıdır ve kendisi mezhep müctehididir .Mezhebinin adı Zahiriye mezhebidir. Yani asla Ehli sünnet ve Sünni değildir. İbni Teymiye (Harran 1263-Şam 1328) de onun mezhebini benimsemiş ve onun yolunda yürümüş zahiriye mezhebi müçtehitlerindendir. O da Sünni ve ehli sünnet değildir. (Bu iki zahiriye mezhebinin kurucusu ve bilginlerini birer Sünni müçtehidi ve bilgini olarak halkımızın bu konuda bilgisizliğinden yararlanarak bazı çevrelerce Sünni alimi diye sinsice sunulmaktadır ve ehli sünnet halkımız bu suretle şaşırtılmaktadır. Bu iki zahiriye mezhebinin kurucusu ve taraftarı olan bu iki bilgin asla ehli sünnet (Sünni alimi) değildir. Bunlar dört mezhebe olduğu gibi ilk dört halifeye de muhalefet etmektedirler.) İşte Vahabilik, Zahiri mezhebinin kurucularından İbni Hazm ve İbni Teymiye’nin görüşlerinin pratikleştirilmiş şeklinden başkası değildir. Asla bilimsel bir mezhep olmayıp katı, zorbacı, dayatmacı şiddet içeren bir ideolojidir. Vahabilik, asla İslami bir mezhep değildir. Çünkü İslam’da şiddet ve dayatmacılık yoktur ve İslam’ın kendilerinden evvel yetiştirdiği binlerce İslam Alimlerini inkâr etmek yanlıştır. İslam’ı ve ilmi tekeline almak hiçbir kimsenin ve hiçbir gerçek mezhebin haddi değildir. Bunlar İslam’ı ve ilmi tekellerine almak isteyenlerdir. İslamı ve ilmi tekeline almak ise en büyük sapıklıktır. Hiçbir bilgin kendisinden evvelki binlerce İslam Alimini reddedip, kendi görüşünün doğruluğunu Müslümanlara dayatamaz. Zaten o eski İslam Alimlerini inkâr etmek, ilmi de inkâr etmektir. İlim, Alimlerle yaşar ve sonsuza dek devam eder. Geçek Alimleri (İslamın bilginlerini) inkar ilmi inkardır. İlmi inkar edenin dinden söz etmek hakkı yoktur. Onların ki olsa olsa bir ideolojidir. Din, mezhep ve iman değildir. KAZIM YARDIMCI/ ADIYAMAN 18.08.2006 [email protected] www.varliktanveriler.com
  18. mmustafa

    İşin Özü

    İŞİN ÖZÜ Hazret-i Peygamber’den(a.s.) 30 yıl sonra Haşimi’lerin ezeli düşmanı Emeviler Nebevi sistemi(Hilafet’i) kaldırmış, yerine faşizmden başka bir şey olmayan krallık(meliklik) sistemi kurmuşlar. Ne Kur’an tanımışlar ne Sünnet tanımışlar. Beşeri emirlerle Devlet’i ve Millet’i şedit baskı altında yönetmişlerdir. Ve hep Haşimoğulları ve onları sevenlerle uğraşmışlardır. Onların ne dini vardır ne de imanı. (Zaten Fetih Günü korkularından kerhen Müslümanlığı kabul etmişlerdir.) Devleti Aileleştirmeyi de onlar yapmıştır. Kayzerin, Kisranın zulüm sistemini getirmişlerdir. Tamamen gayri İslami olan zulüm devletini kurmuşlardır. Sonra Haşimi Abbasiler bu küfür devletini imha etmiş ancak onlar da Kayzerin sistemini benimsemişlerdir. Fakat onların zamanında Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli Mezhepleri kurulmuş Tasavvuf tekkeleri serbest bırakılmış, Felsefe ve Kelam çalışmalarına izin verilmiş, Abbasiler Hanefi mezhebini resmi mezhep olarak kabul etmişler, Aşariliği de benimsemişlerdir. Ama onlar da taht elden gider korkusu ile halkın sevdiği Evlad-ı Resul-ü, Evlad-ı Ali’yi incitmişlerdir. Devlet sistemi olarak küfridir. Ancak İtikat ve Fıkıh olarak İslami bir devlettir. Abbasi Devleti yarı İslami bir devlettir. Türki devletler olan Gazneliler ve Selçuklular da; Haşimi-Abbasi devlet sistemini ve Haşimi-Abbasi din yorumunu benimsemişlerdir yani Sünniliği. Sünnilik şudur: Dört mezhep, Tasavvuf, Aşarilik, maturidilik. Osmanlılarda aynı Haşimi-Abbasi din yorumunu kabul etmişlerdir. Ancak Sultan Selim ve Şah İsmail’in kavgalarından sonra(1514) Osmanlılarda bir kırılma olmuştur. Hem Şiiliğe şiddetli bir aleyhtarlık hem de Haşimi Abbasi sultanlarına bir aleyhtarlık başlatılmıştır. Hilafeti Abbasilerden savaş neticesi aldıkları için Abbasilik aleyhtarlığı yapılmıştır. (Bakınız; Hoca Sadeddin’in Tacut Tevarih isimli kitabı, Kültür Bakanlığı yayınlarındandır.) Bunu fırsat bilen Osmanlı ulemasının bir kısmı Emevi din yorumcularına (İbn-i Hazm ve İbn-i Teymiye gibi) yönelmiş, Abbasi din yorumu ile Emevi din yorumu sentez yapılarak karma bir din yorumu yapmışlar ve Emevi Meliklerinin aleyhine gitmeyi yasaklamışlardır. Bunu Selim’den sonraki Osmanlı Medreseleri ve Şeyh-ül İslamlar yapmıştır. Medreseler kaldırıldı ama sonra açılan İmam Hatipler işte bu son Osmanlı karma din anlayışını devam ettirmişler ve devam ettirmektedirler. Bununla Şii bahanesi altında hem Ehl-i Beyt’e, Evlad-ı Ali’ye, Seyyidlere karşı hem de Haşimi Abbasilere karşı bir tavır sergilemektedirler. Bu bir batıl zihniyettir. Bu zihniyeti belki Padişahlarını korumak için geliştirmişlerdi. Ama şimdi Padişahlar yok. Peki ne diye devam ettiriyorlar, Padişahlara ve Şeyhül İslamlara toz kondurmuyorlar? Akla gelen şudur: Şiddetten yana, baskıcı ve dünyevi (seküler) düzen olan Padişahlığı özlüyorlar ve bu hayalleri ile yaşamak istiyor olabilirler. Ütopyaları, umutları yok olmasın istiyorlar. Bu durumda, bu zihniyette olanların gerçek cumhuriyetçi olmaları mümkün değildir. İşte Türkiye’mizdeki sıkıntı da bundan kaynaklanmaktadır. İşin özü budur. Diğerleri, türban, haşema ve benzerleri meselenin özü değil, şeklindendir. Türban ve benzeri şeyler dinin aslından olmayıp, füruundandır. Dinde ve İslam’da bu gibi şekli konular kebairden olmayıp, sağairdendir. Yani türban, tesettür büyük günahlardan olmayıp, küçük günahlar kategorisindedir. Küçük günahları ise, Allah’ın affedeceği vâdi vardır. Bunun böyle olduğunu bütün din bilginleri bilir. Şeriat(fıkıh ilmi) İslam Devletini yönetenler ve kadılar için geçerli idi. Peygamber’den 30 yıl sonra Şeriat(Nebevi Hilafet) kaldırılmış yerine Sultani Hilafet getirilmiştir. ‘’ Elhilafetü badi selasune seneten summe caele melikül adud ‘’(Benden sonra Hilafet-yani şeriat 30 senedir, sonra ısırıcı-vahşi bir melik gelir.) ’’ Gerçek nebevi hilafetin olmadığı yerde şeriat olmaz. Sultani hilafeti emeviler icad etmiştir. Sahte ve batıldır. Hadisi Şerif Said Bin Ümhandan Ebu Davut, Tirmizi, Nesei, Tac terc. Cilt 3 sayfa 79 Bekir Sadak İst. 1973, ayrıca Sahihi Buhari ve Tecridi Sarih terc. Diy. İşl.Bşk. Yayınları) Ama şu var ki: Nebevi Hilafet’in(ilk dört Halife gibi) olmadığı yerde Şeriat(İslam Fıkhı-hukuku) olmaz. Dört Halifeden sonraki devletlerin hiç birisi İslami değildir. Hepsi sözde İslami’dir ve şeriatın cezai hükümlerini fukara halklara baskı aracı olarak kullanmışlar, şeriat adına zulüm yapmışlardır. Şeriat’ın, İslam Devletinin olmadığı yerde ise Fıkıh-İslam Hukuku okutmaya gerek yoktur. Herkes kadı olacak diye İslam’da bir emir de yoktur. Şeriat –Fıkıh yani İslam hukuku kadılar için gereklidir. Dört halifeden sonraki sözde İslam devletlerinin kadılarının beş-on tanesi dışında adil bir kadıya rastlanamaz. Hepsi şeriat adına, sultanlar şahlar, padişahlarla yani sarayla işbirliği yaparak şeriat adına zulüm yapmışlardır, hep kitabına uydurmuşlardır. Onun için diyoruz ki; sadece ibadet edecek kadar özet bir ilmihal bilgisi kafidir, diğeri Maneviyattır. Ledünni-Allah katından gelen manevi ilimlerdir ki Allah’ın “ilim” dediği de budur. Okuma-yazma ile öğrenilen Fıkıh ilmi değildir. Onun adı Fıkıh-Hukuktur. Kadılar için lazımdır. Bu Maneviyat ilmi ise Tasavvuf Pirleri, Arif Velilerdedir. İlahiyat Fakülteleri boşuna Fıkıh ilmi okutmakta; Ancak İtikatta Tasavvuf-Kelam(Aşarilik-Maturdilik’ten) uzaklaşmış Abbasiler çağında geliştirilen Aristo-Yunan Felsefelerine yönelmişlerdir. İlahiyat’ta ağırlıklı ders; Felsefe ve Rasyonalizm(akılcılıktır) -Vahiycilik değildir, felsefedir. Allah Kur’an’da dini ikmal ettiğini buyurmaktadır. Elyevme ekmeltü leküm dineküm’’ Bugün sizin dininizi ikmal ettim. (Maide 3) Ama hiçbir kimse Allah’ın İman işini tamamladığını iddia edemez. İman ve İrşat devam etmektedir ve kıyamete kadar sürecektir. Allah’ın ilim dediği: okuma-yazma, defter-kalem ile olsaydı, Allah’ın ve Peygamber’in muhataplarının yüzde 97’si ümmi olan(okuma-yazma bilmeyen) ilk Müslüman kardeşlerimiz olan Ashab-ı Kiramdır, hiçbir kimse bu okuma yazma dahi bilmeyen büyük kardeşlerimize cahil diyemez. Onlara Allah derece derece ilim verdiğini beyan buyurmuştur. ‘’Utul ilme derecatin’’ (Mücadele 11) derece derece ilim verildi. Peygamberimiz sadece sohbet etmiş, ilk Mü’minler de sohbetinde bulunarak onun İlahi lisanından kulak yolu ile ilmi öğrenmişlerdir. Peygamberimiz, hiç bir Ashab-ı Kiram’a “kağıt-kalem getirin, size ders vereceğim.” “Öğrenin gelin sizi müzakere yapacağım” dememişlerdir. Bu bir tarihi gerçektir. Sadece sohbet(söyleşi yapmış) Mü’minler de dinlemişlerdir. Bütün Peygamberler de böyle yapmışlardır. Nebevi sistemde okuma-yazma(medrese-mektep) yolu ile tedrisat-öğretim yoktur. Medreseler, mektepler Peygamber’den 50 yıl sonra işte hep o Sultanlar(Melikler-Krallar) tarafından açılmış ve ondan sonra, Din-İman, kültür olmuştur(Kültür, İman ve İlahi ilim değildir) . Okuma yazma yolu ile sadece fiziki bilimler, hukuki ve sosyal bilimler öğrenilir. Akılla metafiziği (Uhrevi bilimler) bilmek mümkün değildir. Akıl fizik ötesi RUH, melek, cin, şeytan, cennet ve cehennem gerçeklerinin ne olduğunu vahyin dışında bilemez. Çünkü bu saydıklarımız soyut varlıklardır. Aklın gücü fizik aleminin bittiği yere kadardır. ‘’Onlar zahiri bilirler ancak maneviyatı (ahireti) yani fizik ötesi gerçekleri bilemezler.’’ (Sure-i Rum Ayet 6) (Bknz.’’Aklın Çeşitleri’’isimli yazı Rufai Külliyatı 3.Cilt Kazım Yardımcı Ayrıca www.varliktanveriler.com den ‘’59 nolu Veri-Aklın Çeşitleri’’) Bu ayet açıkça aklın neleri bileceğini ve neleri bilemeyeceğini açıklamıştır. Zaten bu bir gerçektir. Akıl, soyut varlıkların nasıllık ve nitelikleri hakkında fikir yürütemez. Bilgi elde edemez. Ancak kutsal kitaplar yolu ile bu gerçekleri öğrenebilir.(Anlayabilir) Zaten aklın Türkçesi anlama yeteneğidir. İnsandaki akıl ise, ancak fizik aleminin gerçeklerini anlayabilir.fizik ötesi gerçekleri, evreni yaratan Allah, istediği kullarına bildirir, öğretir. Bunlar başta peygamberlerdir. Eğer akılla fizik ötesi gerçekleri anlamak, çözmek, bilmek mümkün olsaydı her akıl sahibi peygamber veya arif veli olurdu. Yağma yok! Ayet: ‘’Amenna ve Ata’na ‘’(Nur 47) (Ya Muhammed inandık ve itaat ediyoruz diyenler iman etmedi) .’’Semi’na ve Ata’na’’ (İşittik ve İtaat ediyoruz diyenler İman ettiler(Bakara 285 Nolu Ayet) .) Hazreti Peygamberdeki O İlahi ve tatlı sesi, pâk ve kutsal nefesi işitip etkilenenler-Algılayanlar; İman ettiler. Bu bir gerçektir.İman, Okuma-Yazma ile öğretilemez. Ama; Dini Fıkıh ilimleri Okuma-Yazma ile olur. Bir gerçektir ki; Okuma-yazma ile İslam Fıkhını gayri Müslimlerde (Papazlarda, Ateistlerde) öğrenebilir. Ancak genede Papaz papaz, ateist Ateisttir, Salih Mü’min’i ve onun yüzündeki Muhammedi(İlahi) Nurlu yüzü ve ondaki Fazileti, dürüstlüğü görmeden bir kimse (onun tatlı sesini duymadan) okuma ve yazma ile İman’ı bulamaz. İman kesin olarak Hidayet meselesidir ve Vehbidir, Kesbi değildir. Bir Mevhibe-i Rahman’dır. İlahi bağıştır. İman kazanç değildir. Allah’ın Hibesi-bağışı, Hidayetidir. Bu yazdığım Hidayet meselesi Kur’an ile sabittir. Okuma-yazma ile herhangi bir dini veya tüm dinleri öğrenebilirsin. Ancak İman’ı öğrenemezsin. İman gökseldir, gökten kula gelir. Allah diridir ve her an bir şanda-bir tecellidedir. İstediğine İman’ı hibe ve Hidayet eder ve O’na bir veli-mürşid gönderir. Allah inanmayanlar için: Onlara bir veli-mürşid yoktur.(Kehf Suresi 17) ayetini Kur’an ile açıklamıştır. Demek ki, inanalar için Allah Onlar’a birer Veli mürşid lütfetmek suretiyle yardım etmektedir. Bu bir İlahi nusrettir (yardımdır) . Not: İbni Hazm (Kurtuba 994- Manta Lişan 1064) Soy olarak Emevi kökenli olup, Emevi bilginlerindedir. Hem dört mezhebe, hem de Şii mezheplerine karşı Zahiriye mezhebini kurmuştur. O dört mezhebe ve şii mezheplerine karşıdır ve kendisi mezhep müctehididir.Mezhebinin adı Zahiriye mezhebidir. Yani asla Ehli sünnet ve Sünni değildir. İbni Teymiye (Harran 1263-Şam 1328) de onun mezhebini benimsemiş ve onun yolunda yürümüş zahiriye mezhebi müçtehitlerindendir. O da Sünni ve ehli sünnet değildir. (Bu iki zahiriye mezhebinin kurucusu ve bilginlerini birer Sünni müçtehidi ve bilgini olarak halkımızın bu konuda bilgisizliğinden yararlanarak bazı çevrelerce Sünni alimi diye sinsice sunulmaktadır ve ehli sünnet halkımız bu suretle şaşırtılmaktadır. Bu iki zahiriye mezhebinin kurucusu ve taraftarı olan bu iki bilgin asla ehli sünnet (Sünni alimi) değildir. Bunlar dört mezhebe olduğu gibi ilk dört halifeye de muhalefet etmektedirler.) İşte Vahabilik, Zahiri mezhebinin kurucularından İbni Hazm ve İbni Teymiye’nin görüşlerinin pratikleştirilmiş şeklinden başkası değildir. Asla bilimsel bir mezhep olmayıp katı, zorbacı, dayatmacı şiddet içeren bir ideolojidir. Vahabilik, asla İslami bir mezhep değildir. Çünkü İslam’da şiddet ve dayatmacılık yoktur ve İslam’ın kendilerinden evvel yetiştirdiği binlerce İslam Alimlerini inkâr etmek yanlıştır. İslam’ı ve ilmi tekeline almak hiçbir kimsenin ve hiçbir gerçek mezhebin haddi değildir. Bunlar İslam’ı ve ilmi tekellerine almak isteyenlerdir. İslamı ve ilmi tekeline almak ise en büyük sapıklıktır. Hiçbir bilgin kendisinden evvelki binlerce İslam Alimini reddedip, kendi görüşünün doğruluğunu Müslümanlara dayatamaz. Zaten o eski İslam Alimlerini inkâr etmek, ilmi de inkâr etmektir. İlim, Alimlerle yaşar ve sonsuza dek devam eder. Geçek Alimleri (İslamın bilginlerini) inkar ilmi inkardır. İlmi inkar edenin dinden söz etmek hakkı yoktur. Onların ki olsa olsa bir ideolojidir. Din, mezhep ve iman değildir. KAZIM YARDIMCI/ ADIYAMAN 18.08.2006 [email protected] www.varliktanveriler.com
  19. Hadisin Sınıflandırılması: 1-Genel Sınıflandırma: a-Nebevî Hadisler; Ef. (sas) e ait söz, takrir ve davranışlardır. Yani Peygambere ait hadislerdir. b-Kudsî Hadisler; Bunlara İlahî hadisler Rabbanî hadisler de denir ki; Manası Allah'a ait ifadesi yani sözü Peygambere (sas) ait olan hadisledir. Bir mesele İlham veya Rüya yoluyla Peygambere bildirilir bunu peygamber kendi lisanı ile ifade eder. Bunlar "Allah şöyle buyurdu ki," gibi ifadelerle Allah'a nisbet edilerek rivayet edilmiştir. Kudsî hadisleri ayetten ayrılan tarafı; Ayetin ifadesi yani sözleri de Allah(cc) a ait olmasıdır. 2-Senede Göre Sınıflandırma: a)Senedinde kopukluk olmayan hadisler; Müsned, muttasıl, mevsîl hadisler b)Senedinde kopukluk olan hadisler: Mürsel, munkatı, muallak, müdelles hadisler. 3-Ravi Sayısına Göre Hadisler: a)Âlî isnad; Bir nesilden aynı hadisi çok kişinin rivayet etmesi b)Nazil isnad; Bir nesilden aynı hadisi az kişinin rivayet etmesi 4-Metne Göre Sınıflandırma: a)Sahih Hadis; Sağlamlığında ve Hz. Peygambere (sas) ait olmasında şüphe olmayan hadislerdir. "Adalet ve zabt sahibi ravilerin kesiksiz bir senetle birbirlerinden rivayet ettikleri; şâz ve illetli olmaktan uzak olan hadisdir. b)Hasen Hadis; Adalet şartını haiz olmakla beraber zabt yönünden sahih hadis ravilerinin derecesine ulaşmayan kimselerin, kesiksiz isnatla rivayet ettikleri ş'az ve illetten uzak hadislerdir. c)Zayıf Hadis; Kendisinde sahih ve hasen hadislerin vasıfları bulunmayan hadislerdir. (Bunların ya ravilerinde adalet yoktur veya zabt yönünden kusurludur veya senedinde kesiklik vardır veya şâzlıdır veya gizli bir kusurla illetlidir.) Zayıf Hadisler; Mürsel,Munkatı', Mu'dal, Müdelles, Tedlîsu'ş-Şuyuh, Mu'allel, Muzdarib, Maklûb, Şâz, Münker ve Metruk olmak üzere on gurba ayrılır. Metin konusunu teşkil eden şahıslara göre de hadis çeşitleri a)Merfu' hadisler; Hz. Peygamber'e (sas) ait olan söz,fiil ve takrirlerdir. b)Mevkûf hadisler; Sahabeden rivayet edilen söz fiil ve takrirlerdir. Bunlar daha çok ibabdet dışı konulardır. c)Maktû hadisler; Tabi'îndan rivayet edilen söz ve fiillerdir. Bunlar maktu' hadisin içine girerler ki dinde hüccet sayılmazlar. --------------------------- KUTSİ HADİS:Manası Yüce Allah'a ait olan fakat Hz. Peygamber'in (a.s.) kendi cümleleri ile ifade edilen hadislerdir. (Ayeti Kerimelerde ise Mana da Sözler de yüce Allah'a aittir.) ---------------------------
  20. ŞİRK'TEN KURTULUŞ Bu gerçeği birlemeyenler ve bu gerçeğe kavuşamayanlar; yani vücud-u Hakiki'yi birlemeyenler, bir türlü şirkten (ikilikten) kurtulamazlar. Gerçeğin özünden ******, habersiz giderler. 'Var' ise, özünde 'Nur' olandır. Zaten madde, doğa, beden, ceset dediğimiz şey de yoğunlaşmış ışık ve enerjiden ibarettir. Bu ışık ve enerji ise 'İlk Varlık', 'İlk Neden'dir. Kendiliğinden; asıl doğal olarak 'Var' olan 'O' dur. Var olan, O'dur. Tüm nesneler, O'nun belirtisidir. Ve O'ndan peyda olmuş, tezahür etmişlerdir. O'nun tezahürleridirler. İlk ve Son, Dış ve İç O'dur. Ve O, her şeyi bilir. Yani İlim ve Düşünce'nin; Aklın kaynağı da O'dur. Sonsuz Nur'dan, (kuvvetten, ışık ve enerjiden) ibaret olan 'İlk Var', doğanın (âlemin) ve insanın Özü'dür. Özümüzdür. O olmasaydı, âlem ve Âdem olmazdı. Âlem ve Âdem olmasaydı; Bir tek Mutlak Vücudun tezahür ve taayyünlerinden ibaret olan 'çokluk âlemi' ve 'İnsan' olmasaydı o zaman da O'nun (Tanrı'nın) tekliği, eşsiz birliği, güzelliği, nitelikleri ve hatta Varlığı bilinmezdi. Bu gerçekleri, kendisinden başka bilen olmazdı. Kaldı ki bu durumda da halen yine kendini, kendinden başka bilen yoktur. Kaldı ki bu durumda da halen yine kendini, kendinden başka bilen yoktur. Âlem ve Âdem, kendisinin objektif ve sübjektif görüntüsünden başka bir şey değildir. Her şey O 'İlk Varlık'tan gelir ve yine O İlk Varlık'a döner. (44) İlk Tecelli ile İç Âlem, Ruh Âlemi (Mâneviyat ve Kozmik Âlem): doğa, dış âlem-çokluk âlemi 'Tek Var'dan böylece tabaka tabaka oluşmuştur. Bizim 'İlk Tecelli' dediğimize, 'İlk Patlama' diyorlar. Biz İlk Sebebe 'Allah', 'Nur' diyoruz. Big Bang'çılar, âlemin özü diyorlar. Ama âlemin özünün, kendiliğinden 'Var olan' olduğunu bildikleri halde bunu vurgulamıyorlar! Çünkü bir şeyin kendiliğinden var olması, yani o ilk nedenin yaratık olmadığını kabul etmek, yani sonradan olmayan; kendiliğinden var olanı kabul etmektir. Kendiliğinden var olan ise, Tanrı'dan başkası olmaz. O'na Tanrı demek mecburiyeti doğar. Çünkü bir şeyin 'kendiliğinden Var olması', 'Ezeli', 'Ebedi', 'Daimi' ve 'sınırsız' olması (Sonsuz) Tanrı'dan başka bir şey değildir. Doğanın, nesnelerin özü, kaynağı 'Nur'dan olan “Tek Bir”, Eşsiz 'Bir' olan 'Allah'tır. Kendiliğinden Var olmanın, Ezeli, Ebedi ve Daimi olmanın akılla izahı yoktur! .. Bu kavramları hiçbir felsefe ve aklıselim inkâr edememiş; ancak izah da edememiştir! Bu büyük gerçek (İlk Neden) karşısında 'Akıl' donmuştur. Big bank olayı; İslâm'ın Allah'ın 'ilk Tecelli' dediğidir.Denizden olan (oluşan, beliren) köpük gibi. Köpük denizden gelir. Köpük adını ve şeklini alır. Tekrar denizde erir. Tekrar denize döner, dönüşür, şekilsiz durum alır. 'İlk ve Son, Dış ve İç O'dur (Allah'tır) . Ve O (Allah) her şeyi bilir. Yani var olan Hakikatte O'dur ve O, alimdir - Bilgili şuurlu Varlıktır.' (Hadid - 3) İlk var, ilk neden O ezeli ve Sonsuz Nur tek ve yalnız iken, kendinden kendine tecelli edip; tabaka tabaka İç ve Dış âlemi yaratmış. Oluştur. En son yerküremizi, enerjiyi yoğunlaştırarak yaratmıştır. Enerjinin yoğunlaşması ile de madde oluşmuş, ancak enerji maddeleşince basitleşmiştir. Âlemler aslında o ilk var, ilk nedenin dışında değil içindedir. Çünkü İlk Var'ın kenarı-sınırı yoktur, olamaz. Kenarı olsa, yokluk kabul edilir. Yokluk olmaz. Yokluğun, yokluğu zorunludur, varlığın da varlığı zorunludur. Ve gerçek var, Nur'dur (Işık) ve sınırsızdır. O nedenle Tek Bir'dir. Eşsiz Bir'dir. Zira İki tane sınırsız var olmaz. Sonsuz olan 'yokluk' değil, sonsuz olan, 'Varlık'tır. Biz boşluğu, yokluk sanırız. Hiçbir boşluk yoktur ki, ille orada bir şey olmasın. Boşluk sanılan Gökler, İlk Varın, çekirdek varın çeşitli ışınları ile doludur. Kırmızı, yeşil ışınlar gibi. İlk Var, sonsuz, sınırsız yoğun bir 'Nur Kümesi'dir. Bir şekil olarak düşündüğümüzde, kürenin sınırı vardır; ama İlk Var'ın, Allah'ın sınırı yoktur. Tanrı Sonsuzdur. Aslında şekil ve suretten münezzehtir. İşte Âlemler, belirmeler, hep bu sınırsız 'Nur Küresi'nin içindedir. Bizim tecelli, taayyün ve belirme dediğimiz, big bang (İlk patlama diye adlandırılan olay) olayı işte bu Sonsuz 'Nur Küresi'nin içinde olmuştur. Zaten başka türlü olması da mümkün değildir. O Nur olan İlk Var'ın, İlk Neden'in kenarı yok ki, Kendisinin olmadığı bir yer, mahal yok ki, herhangi bir yere tecelli etsin (ya da patlasın) . Patlama olayı olsun. Tüm olanlar, Kendinden, Kendinedir. Kendi içindedir.Sonsuz bir deniz küresi düşünelim. Ve onun içinde yerküremizi bir ada olarak düşünelim. Denizin içinde dönen-gezen küre halinde bir ada... Öyleyse evren, her şey ve insan; hepimiz, O'nun, Tanrı'nın içindeyiz. 'Elâ innehu bikülli şey'in muhit- Ayık olun! O, Allah her şeyi ihata (kaplama) etmiştir'. (Fussilet-54) . Ayrıca (45) , şairin dediği gibi; 'Ol mâhiler ki derya içredir, deryayı bilmezler - O balıklar ki denizin içindeler, (ama) denizden haberleri yoktur, sarhoş sarhoş gezerler'. Demek ki her şey, her nesne yoğunlaşmış Nur-enerji-ışık olarak şekil ve suret alıp, O'nun (Tanrı'nın) içindedir. O hiçbir şeyin ve nesnenin içinde değildir. Sonsuz, sınırlının içine sığmaz. Ancak O'nun Kutsal Ruhu, İlk İnsan, Âdem ve evlatlarının içine üfürülmüştür. Kaynak: KÂZIM YARDIMCI (ADIYAMAN) www.varliktanveriler.com (44) 'Vallahu yebdeul halka' (Yunus -34, Rum -11) 'İnna lillah ve inna ileyhi...' (Bakara -156) (45) 'Gökten, yere ip sarkıtsaydınız; Tanrı'ya değerdi'. Yukarıdaki Kudsi Hadis'in kaynakları: Aclûni, Keşf ül Hafa, C,2, S.53, Hadis. 2092. Tirmizi, K.Tefsir, Hadid Suresi açıklaması. Ahmed b. Hanbel, C.2. S.370.
  21. mmustafa

    H A K İ K A T

    HAKİKAT İsbat ettinse, varın var olduğun, Çözüldü esrar, bitti yorgunluğun. İsbat-ı vücut, yoku yok etmektir. İşte bu hikmeti: LÂ vü İlla nın. LÂ ile söyle yokun yok olduğun, Hem İLLA ile VAR'ın var olduğun. Gerçek budur. Alem-i Eşya ise, Zahiridir, bir tek mutlak varlığın. Coşar deniz, ilân eder birliğin, Tekliğine köpük şahit denizin, Teklikte çokluk var, çoklukta teklik. Zuhurudur çokluk, tek bir vücudun Denizde var olan yüz bin köpüğün Açıktır, evveli.Deniz olduğun. Köpükler yok olur gene denizde, Bu da isbatıdır, âhir olduğun. Bir bütündür, olmaz kenarı varın Zira yok yok ki;ola haddi varın, İşte Ulûhiyet budur, SONSUZLUK... Eşya, hep kendi zuhurudur Hakkın. Hiçbir şey yoktan olmamıştır kesin, Halk olan nurundandır Zat-ı Hakkın. Sınırsızı tam görmek mümkün olmaz. Açık gizli O, O'dur zahir batın. "Hüvel evvelü vel âhir" buyruğun, Bildirdi zahir batın kendolduğun. İlk HU'dur, son HU, dış HU'dur içde HU Şerhi bu; var yokun, LÂ vü İLLÂ'nın Kâzım YARDIMCI (ADIYAMAN) 13.10.2004
  22. DİNDE REFORM OLMAZ İslam’da içtihat(müctehit), Tecdid(Müceddit-Tazeleme) vardır. Dinde şöyle bir tasnif yapılmış: Usulu din(dinin itikat-iman ilkeleri) yani dinin fikri-düşünce yönü. Füruu din(dinin fıkıh-İslam hukuku-şeriat yönü) İçtihat dinin bu hukuki yönü ile ilgilidir. Şimdi fıkıhta, İslam hukukunda içtihat var mıdır? Yok mudur? Konu bu. İslam’da içtihat vardır. Bu Peygamberin(S.A.V) Maaz isimli Valisine verdiği yetki ile sabittir. Kur’an ve sünnette bulunmayan bir hukuki mesele ile karşılaşınca Emirel Müminin veya Valisi reyi ile ictihat eder. Ama o emir veya valisi kitabı ve sünneti iyi bilecek bilhassa Kur’an’ın Şeriat ile ilgili ayetlerini ki( Bu 200 küsur ayettir, diğer 6000 in üstündeki ayetleri şeriat-İslam Fıkhı-Hukuku ile ilgili değildir) bir de Sünneti Nebiyeyi iyi bilecek , yani bu ayetleri Peygamber(S.A.V) pratikte nasıl uyguladı ve Kuran’a dayanarak kendi insiyatifini nasıl kullandı? Bunları bilmeyen biri İslam’da ne emir olabilir nede Vali olabilir. Aslında içtihat yetkisi Umeranın(Emirler-Valiler) hakkıdır. Umeradan olmayan bilgin içtihat eder mi? Aslında etmemesi lazım. Hukuk ilminde olsun, başka konularda olsun emir veya valisi uzman kişilerin görüşüne baş vurur-baş vurabilir. Onların fikrini alır. Buna istişare denir. Ama hükmü, Emir ya da Valisi verir. Sorumlu ilmi görüşünü söyleyen değil, uygulayıcı olandır. Fakih-Alim, sadece reyini-görüşünü söyler, hüküm veremez. Ama öyle olmamış. Fakihler, içtihat yapmış, hüküm vermiş. Bu müctehidlerin içtihadları da, zamanın emirlerince yer yer kabul görmüştür. Abbasilerden beri pratik budur. Bir çok içtihatlar yapılmış, bunlardan dört tanesine Ehli Sünnetce itibar edilmiştir (Hanefi-Şafi-Maliki ve Hanbeli), diğer Caferi, Zeydi, İsmaili ictihadlar ki bunların hepsine birden Şia ictihatları ve Şia Müctehidleri denir. Ancak şunu belirtelim ; Caferi Sadık Hazretleri ve Zeynel Abidin(R.A) Hazretlerinin oğlu, Zeyd Hazretleri mezhep kurmamışlar. Şii Uleması onların bazı görüşlerini (delil) kabul ederek, içtihatlar yapmışlar ve bu iki büyük Zat’a kendilerini mensup gösterip, onların adlarını kullanmışlardır. Bu nedenle de İran’da her Ayetullahul Uzma(büyük Ayetullah) bir müctehiddir. Bizdeki karşılığı, fıkıh ilmi profesörleridir. Şiada içtihad devam etmektedir. Ehli sünnet dört müctehidden başkasını kabul etmediği için Arabistan, Pakistan, Endonezya ve Türkiye v.b. ülkelerdeki içtihat dondurulmuştur. Şimdi şöyle bir soru soruluyor; İslam’da içtihat var mıdır, yok mudur? Cevap; vardır. Öyleyse içtihat devam eder. Doğru olan bu görüştür. Varsa devam etmelidir ki kesin olarak vardır. Şu an bizim de ilahiyattan büyük Fıkıh-İslam hukuku Fakih-profesörlerimiz var. İçtihat yapamazlar mı? Yapmaları lazım, yapsınlar. Ellerini, kollarını bağlayan mı var, yasal engel de yok, hayır efendim bunlar görüşlerini açıklarlar. Olmaz, içtihat görüş açıklamak değildir. O reyini açıklamaktır. İçtihat oturup, yeniden hükümler (kesin yargı) vermektir. Tıpkı, Ebu Hanife, Şafii, Maliki ve Hanbeli Hazretleri gibi. Onlardan sonra Ehli sünnet camiasında bu güne kadar bir bağımsız Fakih çıkıp ‘Ben bir müctehidim, içtihat yapar, onlar gibi bende hüküm(kesin yargı) verebilirim’ dememiş ve dememekte devam etmektedirler. Şimdi Türkiye’mizde, bu konuda tartışmalar yapılıyor, medyada (televizyonlarda ve yazılı basında). Bunlardan bir sonuç alınmaz. Bilakis halkı bir birine düşürür. Kötü olaylar olur. Nitekim yer yer de oluyor. Bunlar ayıp şeyler Kazım Yardımcı / Adıyaman www.varliktanveriler.com
  23. mmustafa

    Tasavvuf

    DİNİN ÖZÜ TASAVVUF Bilindiği gibi her bilgin Dini kendine göre yorumlamıştır. Mesele, bu yorumların Dinin özüne en uygun olanını seçebilmektir. Tasavvufi Din yorumu İslâm’a en uygun olanıdır. Çünkü Tasavvuf: Dinin özünün öğretisidir. Kabukla - dışla, şartla - şeriatla yani, teferruatla uğraşmaz. Tasavvuf ; Allah, Doğa ve İnsanı ve bunların gerçeğini öğretmeye çalışır. Doğadaki güzellikler, düzen ve hikmet Allah’ın doğaya yansımasıdır. Doğa, Tanrı’nın eseridir. İnsan ise en büyük eseridir. Çünkü insan ten ve Ruhtan (Akıldan) oluşmuştur. Dış ve iç Âlemin bileşimi (sentezi) olduğundan tüm âlemlerden üstündür. Tasavvufçu, işte bu doğadaki bilgiyi, düzeni, hikmeti ve güzelliği yaşamaya, insandaki fiziki ve ruhi güzelliği görmeye ve insanın hakikatini öğrenmeye çalışır. “Kendini bilen Tanrı’yı bilir. Kısaca, Tasavvuf Mârifet, Hikmet (Bilgi) ve Aşktan, Sevgiden ibarettir. Tasavvuf: Allah’ı, insanın ve doğanın özü bilir. Bu ise; sonsuz İlim ve Hikmet (Bilgi) ve sonsuz Sevgi ve Aşktır. Vücud-u Mutlak’ı bilmek, Hüsn-ü Mutlak’a âşık olmaktır. Tasavvuf, bunun dışındaki Dini Şeriat ve Fıkıh bilgileri ile uğraşmaz. İbadet edecek kadar İlmihal bilgisinden ötesi Tasavvufçuyu alakadar etmez. Şeriat, Tarikat onun için amaç değil ayrıntılardır.Tali araçlardır. Asıl olan değil, Füru’dur (teferruattır, simgelerdir, şekildir). “Yere göğe sığmayan, sonsuz bilgi ve güç (enerji) olan Allah’ı insanda ve kendi kalbinde arar Tasavvufçu”. Yine Tasavvufçu; Tefekkür (Düşünce) ile Mârifet-hikmet ve hakikatı öğrenmeye, insandaki ve doğadaki güzellikler ile de İlâhi Cemali - Hüsn-ü Mutlakı sevmeye, yani mecâzi sevgiden, hakiki sevgiye kavuşmak ister. Bunun sonucu ise: Güzel ahlâk ve dürüstlüktür. Toplumun çıkarını kendi çıkarından üstün tutmak ve riyadan tamamen soyutlanıp gerçekçi olmaktır. Kavgayı, tartışmayı, fitneyi, fesadı terk edip, başkaları ile değil kendi nefsi, heva ve hevesi ile cihad yapmaktır. Merhametli ve cömert olup, dünya yaşamında az ile mutlu olmaktır. Şiddete karşı olmaktır. Gerçek Tasavvufçu şekil ve kisve Müslümanlığına karşıdır. Medrese, tekke ve mescide önem vermez. Hakikati kendinde bulur, Allah’ı kalbinde arar. Onun medresesi, tekkesi ve mescidi kendi kalbidir. Önemi her zaman kalbe verir. Çünkü gerçek tekke ve mescid kalptir. Kalp içinse en önemli olan Allah’ın Zikri ve sevgisidir. (Kalbin Zikri ve Kalbin Sevgisidir) Zahiri bir zikir ve cismani bir sevgi değildir. Tefekkür (düşünce), Tezekkür (Rabbi hatırda tutmak ve asla unutmamak, en önemlisi de Tanrı’yı ve O’nun büyük ve gizemli olan eseri İnsan-ı Kâmil’i, Âdemi ve çocuklarını ve doğayı sevmektir. Ham iken pişkin İnsan olmak ve Kemâle ulaşmaktır. Bütün Tasavvufçular bunu böyle izah etmiştir. İlâhi mesaj Kur’an-ı Kerim, İlâhi Mesajcımız Hz. Muhammed’in Sünnet ve Hadisleri, Hz. Ali ve Hz. Ebubekir’in ve onları izleyen tüm Tasavvufçuların öğretisi üzere bu fakir, Tasavvuf konusunda Varlık, İslâm’da Mezhepler ve Yükseliş, Muhammed-İsa-Âdem isimli ve diğer yazmış olduğumuz kitaplarda Tasavvufu çok ayrıntılı bir şekilde işlemiştir. Yunus Emre ve Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri ise bir deniz olan Tasavvufu şu şekilde özetlemişlerdir. Yunus: “Şeriat, Tarikat yoldur varana, Mârifet, Hakikat ondan içeru” Seyyid Ahmed er Rufai ise: “Tasavvufçunun kalbi sevgi ve aşkla Nurludur, Gönlü ise Mârifet nuru ile geniştir (Göğsü dar değildir)” demişlerdir. Biz bu iki görüşe inanıyoruz ve bulmaya çalışıyoruz. 10-03-2000 Alanya KÂZIM YARDIMCI (1936 Adıyaman) www.varliktanveriler.com Kaynak: “Yunus Divanı”, Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinin “Onların Âlemi” isimli kitabı, 25. Hadis TASAVVUF’UN KÖKENİ Tasavvuf medreseden değil; Tekke’den zuhur etmiştir. Bir Tasavvufçu gösterilemez ki 0 tarikat pirlerinden olmasın. Ya da bir pire hizmet etmeden tarikat piri olmuş bir Zât gösterilemez. Mutlaka bir Pirin terbiyesinden geçtikten ve Olgunlaştıktan sonra Pir olmuştur. Yani İnsan-ı Kâmil olmuştur. Ayrıca Tasavvufçular, İtikad kurmazlar. Ve bunu yapanları kendilerini Peygamberin yerine koymuş görürler. İtikadı, Peygamber oluşturur. Tasavvufçular, Peygamberin İlahi mesaja islinaden oluşturduğu Itikadı (iman gerçeklerinı) izah ederler. Öyleyse Tasavvufçular, İlahi mesaja, Vahye ve bizzat Peygamberin metafizik öğretisine bağlıdırlar. Çünkü Onlar, felsefecilerin ve kelamcıların Aristo Mantığının kuralları ile Cüzi normal akılla yaptıkları itikadları reddederler. Ve hatta bunu Peygambere, ilahi Mesaj’a karşı yapılmış büyük küstahlık olarak nitelerler. Tasavvufçuların tamamı derlerki; “birmilyon kitap okusan, İlâhi Mârifete eremezsin. İman umdelerinin gerçeğini çözemezsin. Metafizik gerçekleıi Cüz’i akılla öğrenemezsin.” Zaten akıl bu gerçekleıi çözebilseydi; Yüce Allah, İlahi Mesajını ve Peygamberlerini göndermeyerek, herkes kendi aklıyla Kur’an’ın, Tevrat’ın, lncil’in, Zeburun ve Peygamberlerin haber verdiği Manevi Gerçekleri öğrenirdi. Okumak ve düşünmek yoluyla, yani her Cüz’i akıl sahibi Tannsını kendi bulurdu. O’nu ve Sıfatlarını (Esma-i Hüsnasını), Ruh ve Melekler âlemini, madde ötesi gerçekleri, varlıkları, hepsini aklıyla Peygambere ve Vahye ihtiyaç duymadan öğrenirdi. Yani sanki her akılcı ve mantıkçı düşünür, birer Peygamber olurdu. Yağma yok!.. Akıl, sadece fizik alemini araştırır ve öğrenir. Bir de yazılı olan İslam Hukukunu öğrenir. Ki o hukukun da (Fıkıh) kurucusu, yani Alimi gene İlâhi Mesajcı Peygamberdir. Şeriatla ilgili Ayetler, muhkemattandır, açıktır. İşte, görülüyor ki İslamın, felsefe ve bir nevi felsefe olan kelam bilgisinin dışında, doğrudan İlahi Mesaja-Vahye;ilahi Mesajcı’nın Kutsal Ruhuna tutunarak yeniden itikat oluşturmadan, doğrudan Peygamberin metafiziköğretisinin Amentu Umdelerinin gerçeğinin ve gerçek anlamlarının izahını yapan Islam Tasavvufçularının tek kaynağı vardır; O da İlâhi Mesaj Kur’an ve ilâhi Mesajcımız Hazret-i Peygamber efendimizdir. O’nun kutsal sözleridir. Tasavvuf, İslamın iman ve iman ilkelerinin irfanıdır. Tasavvufun konusu doğrudan iman hakikatleridir ve kaynağı lslâm’dır. Dinin, iman yönüdür. iman gerçeklerini öğrenmektir. “Men Araf”ı bilmektir. Tasavvuf, İslâmın fıkıh-hukuk, ekonomi, sosyal (kısaca Şeriat yönünün) öğretisi ile uğraşmaz. Onu fıkıhçılara, müctehidlere bırakır. Çünkü Kitap ve Sünnet ile belli olan Şeriatın kurucusu ve alimi zaten Peygamberdir. Şeriatla ilgili âyetler ve Hadisler muhkemattandır. Kapalı, mecazi (kinayeli) değildirler. Açıkça ve her müslümanın anlayacağı; müphem-kapalı tarafı olmayan âyet ve hadislerdir. Kitap ve Sünnetten öte ictihadle gelişen fıkhı da müctehidler oiuşturmuşlardır. Zira Islam’da ictihad vardır. Müctehidler ise Peygamber değillerdir. 0 nedenle hata da edebilirler. Isabet de edebilirler. Bu nedenle hiçbirictihad (mezhep anlamında) yüzde yüz doğru değildir. Her mezhepte hak da vardır; hata da vardır. Çünkü ictihad, beşerin Kitap ve Sünnete uygun olduğunu iddia ettiği ve delillerini getirerek ortaya koyduğu beşeri görüşüdür. Nübüvvet Sıfatı olmayan müctehidin ictihadları Semavi (Göksel) değildir. Gökten inen, Kitap ve Sünnet’tir. Mezhepler gökten inmemiştir. Islamda ictihad vardır. İctihada ihtiyaç da vardır. 0 nedenle mezhepler (ya da müctehidler) inkar edilemez. Onlardan Emir el Mü’minin ve insanlar yararlanır. Gelişmeyi ve ilerlemeyi sağlarlar. Ayrıca İslâm, statik değildir. Dinamiktir. ‘Külle yevmin höve fi şa’n -(Allah) her an bir Şan’da- bir faali’ yettedir.” (Rahman, 29) Allah, Hay’dır. Daimidir. Öyleyse Allah’ın işi bitmez. Bitmemiştir. Halk-ı Ula ve Halk-ı Cedid; yani ilk ve yeni Halk vardır. Bunlar Kur’an-ı Kerim ile sabittir. Aslında ictihad, Emir-el Mü’minin ve onun valilerinin hakkıdır. Peygamber, tain ettiği valisine yani Muaz isimli sahabesine ictihad etme hakkını tanımıştır. Bu hadise göre ictihadın, Emir makamında olan İslam umerasına ait olması gerekir. Diğerleri ancak reyini bildirir. Oda Emir sorduğu taktirde. Rey sahibi de o ilimde uzman kişi olacaktır. Emir el Mü’minin ve Islam umerası her konuda uzman olanların reyini sorar. İsterse onlardan birini kabul eder veya kabul etmez. Kendi reyi ile ictihad eder. Sorumlu reyini bildiren değil, Emir’dir. Ya da Valisidir. Kâzim YARDIMCI [email protected] V A R L I K BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM... "Külhüvallahü ehâd - De ki O Allah’tır, tekdir." (İhlas, 1) ....Hazret-i Kur’an Allah kelâmıdır. Kur’an’ın bir dış, bir de iç anlamı vardır. Dış anlamı geneldir, iç anlamı özeldir. İç anlamı çok derindir. Çok yüksek Tanrısal bir tefekküre dayanır. Kur’an, en yüksek bilimsel kitaptan daha bilimsel ve daha yüksektir. Bazı mollaların sandığı gibi O sadece okumakla bilinmez. Bu gün bir cebir, bir yüksek matematik ne kadar zor ise, Kur’an’ın gerçek anlamına ermek, onlardan çok daha zordur. Öyle Kur’an, bazı hocaların zannettiği gibi, Arapça gramerini bilmekle okunup anlaşılmaz. Bilhassa Tanrı tekliği ve Ruhaniyetle ilgili bölüm ve Âyetleri… Halbuki Kur’an, insanlığı aydınlatsın, bilmediğimizi öğretsin diye geldi. Okuyup geçmemiz için gelmedi. Kur’an’ı anlayarak okumak, O’nun yüksek tefsiri olan İlâhiyat bilgini Velilerin eserini okumakla olur ve Rahman olan Allah, her yüzyılın başında Kur’an’ın yüksek anlamını tekrar rahmeti ile kullarına açar. AHADİYET-TEKLİK “De ki O Allah’tır, tekdir." (İhlas, 1) Arapçada Hu –O, zamiridir. Şimdi, bu Hu –O- zamiri üstünde duracağız. Bilindiği gibi O zamirdir. Ben, sen, o gibi. O sıfat değildir. Zamir ise bir şeyin kendisi, varlığı demektir. Sıfat bir nesnenin nasıllığı ve niteliğidir. Meselâ gül zamirdir. Gülün kırmızılığı veya beyazlığı onun sıfatıdır. Bunun gibi, Hu -O- Tanrı’nın kendisidir, sıfatı değildir. Tanrı’nın Rahman –acıyıcı-, Afuv –af edici, Gafur-bağışlayıcı- ve benzeri adları, sıfatlarıdır. Hu, kendisinin vücududur, onun için Tanrı Kur’an’da, O Tanrı’dır ve O tektir -eşsizdir- buyurmuştur. VAR NEDİR VE BİRTEK VARDAN BAŞKA VAR VAR MIDIR? “Var olan, varlığını ispat edendir. Var olan, varlığını gösterendir." Varın varlığını isbatı, kendisini bir yandan göstermesi ve etkilemesi ile olur. Kendimize ve çevremize baktığımız zaman, bir varın var olduğunu ve çevremizi altı yönden kuşattığını apaçık görürüz. Ayrıca gördüğümüz varı ve Onun belirtileri olan nesneleri, gökte ve yerde olan nesneleri hem görür, hem düşünürüz. Demek ki bir varın var olduğunu hem görüyoruz, duyuyoruz, hem de düşünüyoruz. Mesele Varı kabul etmemizdir. Varın var olduğu güneş gibi meydandadır. Var vardır ve sonsuzdur. Öyleyse yok yoktur. Çünkü yoktan var olmaz, var da yok olmaz. Var olursa yok olmaz, yok olursa var olmaz. Varın varlığı isbatlı olduğuna göre, yok diye bir şey yoktur. Yok kelimesi gramerlerde vardır ve âlet bir kelimedir. Varı, daha kuvvetli belirtmek için bu kelime icat edilmiştir. “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” “Ya Rabbi, bana eşyanın mahiyetini- cevherini, aslını göster" Peygamber sözü, konumuza ışık tutar ve bizi gerçeğin özüne iletir. Eşya - şeyler, taayyünler -beliren nesnelerin aslı nedir? Yüce Peygamberimiz, “Ya Rabbi! Bana eşyanın aslını göster" diye dua edince, Yüce Tanrı Ona “yukarı bak" dedi. Peygamber yukarı baktığında; Melekût bir daire, Ceberut bir daire ve varlığın kaynağı Lahut bir daire olarak kendine göründü. O zaman, o çok anlayışlı Peygamber anladı. Yerden bir taş aldı, kırdı. İyice kırdı, ufaladı, avucunun içine koydu baktı. O taşın küçük küçük daire şeklinde zerreciklerden meydana geldiğini gördü ve gerçeği Rabbının yardımı ile öğrendi. Bunun üzerine her şeyin aslının olduğu gibi, insanın da küçük birer daire şeklindeki zerreciklerden- atomlardan- meydana geldiğini anladı. Bunun üzerine: “Kendini bilen, Rabbini bilir” dedi. Yani aslını. O büyük Peygamber, her nesnenin O büyük var, her yöne yayılan, sonsuz varın belirtileri olduğunu ve eşyanın aslının Tanrı olduğunu kesinlikle bildi. Bu bilgiyi sözü edilen Hadis ile beşeriyete açıkladı. Demek ki; küçük veya büyük her nesnenin asli cevheri daire şeklindeki küçük zerreciklerden meydana geliyor ve cevher mutlak var Tanrı oluyor. Daire 360 derece, başı sonu yok. Büyür, sonsuza gider, küçülür sonsuza gider. Şimdi çevremize bir bakalım: Kâinatı büyük bir daire olarak görürüz. Öyleyse nokta da küçük bir dairedir. Demek ki daire büyük bir nokta, nokta da küçük bir dairedir. Pi sayısı da bunun isbatıdır. En küçük daire olan noktanın ve en büyük nokta olan dairenin, hatta evren’in çevresini çapa bölsek aynı pi sayısını verir. Atom en küçük parça. Bu çok önemli. Atomu ilk sebep kabul eden Eflatun ve onun etkisinde kalan Maturidi ve Eş’arinin yanılmış olduklarını, Muhiddin-i Arabi, Abdülkadir Geylâni, Seyyid Ahmed er Rufai, Celaleddin-i Rumi ve tüm Tasavvufçular iddia etmişler ve bugün atomun bölünmesi ile bu ilk sebep teorisi ve dolayısıyla Maturidi - Eş’ari felsefesi, ekolu iflas etmiştir. Çağın bilimi, İslâm Tasavvufçularını haklı çıkarmış ve ilk sebebin atom olmadığını isbatlamıştır. Gerçek su yüzüne çıkmıştır. İslâm bilginleri ilk sebebin Tanrı’nın ilk belirtisi, Tanrı’nın Yüzünün Nurundan, yani Zâtından peyda ettiği büyük Muhammedi Ruh olduğunu açıklamış ve isbatlamışlardır. En küçük parça atom bölününce, Maturidi ve Eş’ari’nin iddia ettiği gibi yok olmamış, tersine büyümüş ve sonsuza açılmıştır. Bu da; hiçbir şeyin “adem” yokluktan yaratılmadığını ve nesnelerin aslının Nur - Işık, elektrik olduğunu isbatlamıştır. Varın kenarı olmaz, var sonsuzdur. Eğer varın kenarı olsa, onun bittiği yerde yokluk düşünülür ki, yokluğu akıl mantık ve bilim kabul etmez. Yok yoktur. Bunun en güzel ifadesi şudur: “Var vardır, yok yoktur”. Lâ İlâhe İllallah’tan maksat da budur. Lâ, yok’u, nefi, illa varı isbat eder. Onun için bu güzel kelimeye nef-i isbat denir. Daire bir bütündür, dairenin başladığı ve bittiği nokta olmaz. Dairenin her noktası hem başlangıç, hem de bitim noktasıdır. Bunun gibi, varın da başı sonu olmaz. İlk de O vardır, son da. Var ezeli ve ebedidir. Varın kenarı olmaz. Kenarı olsa yokluk başlar, yokluğu bilim kabul etmez. Öyleyse var eşsiz birdir. Mutlaktır ve sonsuzdur. Birdir, çünkü varın kenarı olmadığı gibi, bölünmesi de mümkün değildir. Var bir bütündür, bölünse yine sınırlanır, sınırlanırsa yokluk kabul edilir. Yani yokluk başlar. Yokun olmadığı isbatlı olduğundan, var bütündür, kenarsız, sonsuz ve eşsizdir, bir tektir. Şeyler -nesneler-, bir tek varın içinde, ondan ayrılmadan ve onun üstünde görülen geçici varlıklardır. Denizin üstündeki köpükler gibi. Köpükler sınırlı, büyük ve küçük hallerde boldur. Ancak, hepsi denizdendir ve deniz onları çepeçevre kaplamıştır. İki köpüğün arasında onları birleştiren ve onları yaratan deniz vardır. Bizi şaşırtan, nesneler ve şekillerdir. Bunlar, hep O varın (bir tek) çeşitli belirtileridir. Hiç bir şey yoktur ki onların arasında yokluk olsun. Biz boşluğu yokluk zannederiz. Aslında, boşluk dediğimiz yerde illa bir şey vardır. Hava kürecikleri, gözle görülmeyen gazlar ve benzeri gibi… Var birdir, eşsiz birdir, yani bir tektir. Örneği: her şeyin bir benzeri, eşiti veya eşdeğerlisi vardır. İnsan birdir, ağaçlar ve nesneler birer birerdir. Fakat başka insan, ağaç ve başka nesneler de vardır. Ama kenarsız var olan Tanrı’nın eşi yoktur. Tanrı hem birdir, hem de eşsiz, benzersiz tektir. Nesneler çoktur, fakat nesneleri kendinden kendi nefsinden peyda edip, şekil ve suret veren mutlak ve sonsuz var olan Tanrı tek’dir, birdir. Yukarıda; daire bir nokta, nokta ise küçük bir dairedir denildi. Geometride de nokta ile dairenin formülü aynıdır. Pi sayısı bunun delilidir. Vücut bir noktadır, büyür sonsuza gider, küçülür sonsuza gider. Yok olmaz. Çünkü yok yoktur. Nesnelerde bir kapanıp açılma, yumulup çözülme vardır. Düz bir yere bir bardak su döksek, açılır geniş bir sahayı kaplar. Toplasak, yine bir bardak sudur. Varlığında büyüyüp küçülmesi ile artma ve eksilme olmaz. Sıkleti aynıdır. Yoktan da var olmaz ve var yok olmaz. Varın varlığı isbatlı olduğuna göre, öyle ise yok yoktur. Çünkü varın kenarı olmaz. Kenar kabul etsek, sonra yokluk başlar ki; yoku akıl kabul etmez.Yok diyoruz, ötesi kaldı mı?... Yok denen şey olur mu? Yok denen şey olsa, o da bir şey, yani var olur. Demek ki ne varsa varda var. Bir varlık var ki; düşünüyoruz ve konuşuyoruz. Yok olsaydı, ne varlık olurdu ve ne de biz olurduk, ne düşünen, ne düşünülen, ne konuşan, ne de konuşulan… Bu hareketler, bu renkler, bu hayat, bu ses seda, bu düşünüş, bu heyecan ve zevkler olmazdı. Yoku kabul etmek, ikinci bir var aramaktır ki; bu imkânsızı imkânlı kılmaya kendini zorlamak olur. Bir nevi delilik, şaşkınlıktır. İki var olmaz. Var ikiliği red eder. Çünkü varın kenarı olmaz, var sonsuzdur. Var bölünmeyi de kabul etmez. Bölünse sınırlanır. Mutlak varın, nesnelerin özü mutlak çekirdeğin kenarı olmaz. Sonsuzluk… İşte bu Ulûhuyettir, Tanrılıktır. Her nesne, tek tek noktalardan meydana gelmiştir. Deniz binlerce su damlalarından, madde binlerce atomdan, insan binlerce hücrelerden ve benzeri… meydana gelmiştir. Hangi şeyi zerrelerine ayırsak, teker teker hep birer noktadır. Yağmur birer birer yere düşer, her yağmur damlası bir daire çizer ve sonsuza gider. Yıldızlar dediğimiz zaman, onlarda bir birlik görürüz ve yıldız âlemi akla gelir. Ev , hayvan, insan, ağaç dediğimizde onlarda bir birlik görürüz, birerden hep küme küme... Bir insan, evine “bu benim evim” der. Halbuki; evin çocukları da evin hanımı da “benim evim” der, hizmetçiler de “evim” der, o evdeki kedi de “evim”, fare de “evim” der. Tanrı da öyledir. O hiç kimsenin değil, herkesin, her nesnenin Tanrı’sıdır. Hepsi onun Rahmet kubbesinin altındadır. Herkesi görüp gözetir, herkese niyetine göre verir, esirger, yardım eder. Biz biribirimize düşeriz, kötülük ederiz. O hiçbir yaratığından vazgeçmez. Nasıl vazgeçer ki, onlar ister ulvi, ister süfli olsunlar hep kendisinin Cemâli ve Celâli tecellileri, taayyün -belirti-leridirler. Not: Yazar Kazım YARDIMCI’NIN www.varliktanveriler.com adresinde Yayınlanın ‘ Varlık ’ İsimli kitabından alıntıdır.. ÇOKLUKTA TEKLİK Denizin üstüne baktığımız zaman, milyonlarca köpükler biribirine bitişik yüzlerce dalga görürüz. Aslında bu sınırlı köpükler ve dalgalar o denizin coşup, çeşitli şekilde belirmesinden başka bir şey değildir. Köpükler ve dalgalar çoktur. Ancak bunların aslı bir tek denizdir. Onlar bozulduğu zaman, tekrar bir olan deniz kalır. Köpüklerin denizden oluşu, denizi ne artırır, ne eksiltir ve ne de denizin birliğini değiştirebilir. Belirli miktarda su dolu fıskiyeli havuz da böyledir. Fıskiyeyi açtığımız zaman, bir tek havuz fışkırır, binlerce su damlacıkları halinde yükselir, bir kavis çizip tekrar havuza döner. Bu durumda değişen bir şey yoktur. Havuzdan yükselip çoğalma ve tekrar havuza dönüp tekleşme olayını apaçık görürüz. Bu havuzdaki su miktarını ne azaltır, ne de çoğaltır. Su yine sudur. Ağırlık aynı ağırlıktır, birliği değişmemiştir. Her şeyde olduğu gibi, meyveler de böyledir; bir incir, bir nar meyvesini açtığımız zaman; o bir meyvenin, binlerce çekirdeğinin bir araya gelmesinden meydana geldiğini görürüz. Binlerce bir toplanıp yine bir olmuştur. Bir hakimdir TEKLİKTE ÇOKLUK Teklikte çokluk da, çoklukta teklik örneğinde verdiğimiz örneklerde açıkça görülür. Deniz tektir. Ancak, deniz üzerinde birçok köpükler vardır. Köpükleri, deniz kendi nefsinden peyda etmiştir. Onlar da yapı itibari ile sudur, asılları denizdir. Nihayet yine onlar da tek olan denizden başka bir şey değildir. Bir de sonradan olma konusu var. Evet, köpükler önce yok idi, önceden var olan denizden oldular ve deniz, köpüksüz de vardır. Ancak, köpükler yoktan var olmadılar, denizden oldular ve denizin bir başka belirtisidirler. Bu sonradan “yoktan var olma” deyimi işte bu mânayadır. Bir var olmasa, diğer varlar nesneler olmazdı. Yoktan varlık olamaz. Köpüklerin varlığı ise denize bağlıdır, denize muhtaçtırlar. Denizin varlığı köpüğe bağlı olmayıp, köpüklere ihtiyacı da yoktur. Deniz, köpüksüz de vardır. Köpük ve dalgalar denizsiz olamazlar. Ayrıca deniz yine hepsinden çok büyük ve hepsini kaplamıştır. Bunun gibi nesneler, tüm âlemler de evet sonradan var olmuştur. Tıpkı köpük ve dalgalar gibi. Kenarı olmayan büyük var ezelidir. Âlemler sonradan ve fakat sonsuz var Tanrı’dan olmuşlardır. Nur denizinin tıpkı o köpükler ve dalgalar gibi çeşitli suret ve şekillerdeki belirti ve görünüşleridir. Zira yok yok ki, yoktan bir şeyler olsun. Sonra o köpük ve dalgalar gibi mutlak varlıkta yok olurlar. O mutlak varlık Tanrı, Baki –daimi- ve ebedidir."Yok olurlar diyoruz", yani köpüğün şeklinin denizde bozulduğu ve fıskiyeden sıçrayan su damlacıklarının tekrar su havuzunda gizlendiği gibi. Yoksa var yok olmaz, yoktan da var olmaz. Bunu daima düşünüp hatırda tutmağa çalışacağız. Var her zaman isbatlı olduğuna göre yok yoktur. Ve varın kenarının olmadığı da isbatlı olduğuna göre var sonsuzdur. Bu ise Tanrı’lıktır. Tanrı sınır kabul etmez. Kimse, Allah’ın kenarı vardır diyemez. Tanrı’nın kenarı olmadığına göre, öyleyse Onun olmadığı bir mahal düşünülemez. Şu halde nesneler hep Tanrı’nın çeşitli belirtileri, yine kendisidir. Kendisinin bittiği yer olmaz ki yokluktan bir şey yaratsın. Böyle bir şey düşünüp, Tanrı’nın Kâdir ismini müdafaa edelim derken, Tanrı’nın Zâtını sınırlamış oluruz. Bir sıfatını yanlış müdafaa edelim derken, Zâtına hakaret etmiş durumuna düşeriz. "Yoktan yarattı" demek; önce bu âlemler, nesneler yok idi, mutlak varlık olan Tanrı vardı, çokluk âlemi sonradan denizin üstündeki köpükler gibi zuhur etti demektir. Sonradan ve fakat sonsuz Nur denizi Tanrı’dan… “Ela innehu bi külli şey’in muhit - Ayık olun, O Tanrı her şeyi kapladı." (Fussilet, 54) Bu durumda, her nesne Tanrı’nın içindedir. O hiçbir şeyin içinde değil. Bu Âyet, gerçeği arayanlara apaçık bir delildir. Yukarıdan beri açıklıkla anlatmaya çalıştığımız realite şudur: Yoktan var olmayan, evvelinin evveli, sonunun sonu, dışının dışı olmayan, aynı zamanda kenarsız, bu suretle eşsiz ve sonsuz ve de bölünmeyen, böylece yine birliği ortada olan ve nur yani ışık ve kuvvet olan çok muazzam bir varlık var. Öyle bir varlık ki; tüm nesneler de kendisinden olmakta ve yine kendisinde yok olup gizlenmekte ve kendisi daimi var kalmaktadır. Bir varlık ki ilk O, son O, iç O, dış O. Bir varlık ki bir ve eşsiz. Bir varlık ki; sonsuz aydınlık… Şimdi Tanrı’ya inanmayanlara soruyoruz. Peki bu muazzam Varlık nedir? Kenarsız, sonsuz, bir ve eşsiz, büyük varlık Tanrı’dan başka ne olabilir? Ezelî, Ebedî ne demektir? Kenarsızlık nedir? Sonsuz ışık neyi ifade eder? Bir tek sonsuz vücut ne demektir? Hangi feylezof bunları tarif edebilmiş, hangi felsefe bu gerçekleri inkâr edebilmiş ve inkâr edebilir? Bu kadar muazzam Var, bir tek var Tanrı’dan başka ne olabilir. Sonsuz, Ezelî, Ebedî, Daimî ve esrarengiz… Sonra çevremize ve kâinata bir baktığımız zaman; Gök ve Dünyamızı daimi aydınlatan, ısı ve enerjisiyle dış âlemin yaşantısını devam ettiren büyük bir ışık kaynağı Güneşi ve milyarlarca Yıldızları, Seyyareleri, Ay’ı görürüz. Bu milyarlarca Yıldızlar, hem Güneş ve hem de kendi aralarında orantılıdır. Birinin orantısı bozulsa, hepsinin ki bozulur şekilde tanzim edilmiştir. Milyarlarca en ince hesaplarla yapılmış orantı ve tanzime tesadüf denilip bir kalemde çıkılmak isteniyor. İnsafsızlığın bu kadarını insanlık vicdanı kabul etmez. Tesadüf, nedret demektir. Milyarlarca ve nâmütenahi tesadüfü kabul etmek delilik olur. Akıl denen kutsal nesneye en büyük hakarettir. Dolayısıyla insana hakarettir. Ayrıca, bileşik moleküllerin, orantılı şekilde atomlardan meydana geldiği ilmen isbatlanmıştır. Bu orantı Yıldızlardan çok daha fazla sayıya sığmayacak kadar sonsuzdur. Bu bileşikler hep atom sayılarına göre orantılıdır. Mesela iki hidrojen atomu, bir oksijen atomu ile birleşince, su olur, biyolojik hayata katkıda bulunur. 3 oksijen atomu birleşince ozon gazı meydana gelir, zehirleyicidir. Bütün bileşikler hep böyle orantılıdır ve nâmütenahidir. Tesadüf nedrettir. Milyarlarca ve sonsuz orantıya tesadüf denemez. Atomların yapısı da böyledir. Onlar da elektron sayılarına göre orantılıdır. Her elementin atomunun elektron sayısı değişiktir. Bu yüzden hiçbir elementin, insan tarafından yapılamayacağı isbatlanmıştır. İnsanoğlu hiç bir zaman altın, gümüş, bakır, oksijen, hidrojen atomlarını yapamayacaktır. Buna gücü yetmez. Artık bu ilmen açıklığa kavuşmuştur. Atomlardaki bu orantıyı ancak ve ancak büyük kuvvet, ilim ve sanat sahibi Tanrı yapar. Bu düzenli âlem kenarsız ve hepsi kendi olan Tanrı’nın, hareketli ve şuurlu bilgin ve de büyük sanatçı olduğunu isbatlar. Sınırsızlığın bir vasfı da; sınırsız varı tam görmek olanağı yoktur. Tam görülse yine sınırlanır. Mutlak var sınır kabul etmediğine göre, varı görebildiğimiz kadar görüyoruz. Görüşümüz ötesinde var yine devam eder. Ve sonsuza gider. Bu şuna benzer, ufka baktığımız zaman, Gökle yerin, sahilde durup denize baktığımızda ötelerde Gökle denizin birleştiğini görürüz. Ancak, ufuk noktasının ötesinde yer, deniz ve Gök yine vardır. Şu halde gördüğümüz kısma varın dışı, görmediğimiz kısma da varın içi diyebiliriz. Zaten Kur’an’da “Hüvel evvelü vel âhirü vezzahirü vel batın ve Hüve bi külli şey’in Alim - İlk ve son, dış ve iç O Tanrı’dır. Ve O Tanrı her şeyi bilir.” (Hadid, 3) demektedir. Tanrı’dan başkası olmayan, bir tek, eşsiz, mutlak varı 1400 yıl önce bu kadar bilimsel ve bu kadar güzel anlatan Tanrının kitabı Kur’an’a ve Tanrı’nın son ve sevgili elçisi büyük insan Hazret-i Muhammed’e hayran olmamak ve inanmamak için gerçekten çok cahil ve insafsız olmak gerekir… “Allahüssamed - Tanrı, varlığında hiçbir şeye muhtaç değildir, nesneler var olmak ve varlıklarını devam ettirmekte Tanrı’ya muhtaçtırlar.”(İhlas,2) Mutlak var Tanrı, nesnelerden öncedir. O en evveldir, kadim’dir. Mutlak var varlığında ihtiyaçtan beridir. Varlığı kendindendir. Büyük varın varlığı, kenarsızlığı, eşsiz birliği, sonsuzluğu isbatlı olduğundan, yokunda yokluğu isbatlıdır. Öyleyse varın varlığı yokun da yokluğu mecburidir. Gerçek böyle çünkü yok yoktur. Nesneler mutlak varın şânı, tecellileri, belirtileridir. Denizin üstündeki köpükler ve dalgaları ve şafak aydınlığı gibi. Köpük, dalga, şafak aydınlığı, güneşin ve denizin belirtisidirler. Var olmaları için denize ve Güneşe muhtaçtırlar. Gölge de öyledir. Doğrudan doğruya, bizatihi olamazlar. Gölgenin varlığı ışığa bağlıdır. Ama deniz, Güneş ve Işık, köpüklerden, dalgalardan, gölgelerden ve şafaklardan önce vardır ve onları yaratanlardır. Yani onlar, onların belirtileridir. Tüm nesneler ve Âlemler de Ezeli, Ebedi, sınırsız ve Bir Tek var olan Tanrı’nın belirtisidir. Zaten çağın ilmi, nesnelerin aslının atomlar, atomların aslının da pozitif ve negatif elektriğin en küçük birimi yani bir tek şey olduğunu, bunun da sonsuz bir ışık ve kuvvet - enerji olduğunu isbatlamıştır. Demek ki Kâinatı ve içindeki nesneleri atomlarına bölsek ve atomları da parçalasak; bir tek büyük, sınırsız ışık yığını ile karşılaşırız. Zaten Tanrı da Kur’an’da; Varlık BEN’ im ve ben NUR’um - aydınlığım- demektedir. Nuru muazzam Huuu’dur. Nesneler varlığında Tanrı’ya muhtaçtır. Ancak Tanrı da nesnelere müştaktır. Çünkü, Tanrı da nesnelere müştaktır. Çünkü, Tanrı’da belirme zevki vardır. Tanrı, belirmeyi sever. Onun için, “ Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi -belirmeyi- sevdim ve nesneleri yarattım” buyurmuştur. Kur’an’da, “Allahü yebdeül halke sümme yüidühü –Mahlûkların -nesnelerin- kaynağı Allah’tır, sonra Allah’a -O kaynağa – iade olacaklardır- döneceklerdir.” (Rum, 11) Âyeti ile, bu gerçeği çok açık bir şekilde açıklamıştır. Tıpkı fıskiyeli bir havuz gibi bütün su damlaları o havuzdan fışkırıp çoğalmakta, bir kavis çizip, tekrar o havuza dönmektedirler. “ Lemyelid velem yuled - Tanrı doğmadı ve doğurmadı” (İhlas, 3) Mutlak ve eşsiz varlık Tanrı, âlemleri -nesneleri- kendi nefsinden peyda etmekle artmadı ve kendinden bir şey eksilmedi. Peygamber: “Tanrı var idi ve onunla beraber bir şey yok idi”, yine: “Eğer Gökten yere bir ip sarkıtsaydınız, Tanrı’ya değerdi” sözleri ile bu durumu açıklamıştır. Tanrı’nın nesneleri yaratmazdan önceki durumu ile nesneleri yarattıktan sonraki durumunu apaçık anlatmak istemiştir. Var, türlü şekil ve suretlerle belirmekle ne artar, ne de eksilir gerçeğini, Tanrı ve onun çok bilgin Elçisi son Peygamber, işte bu şekilde akıllara hayret verecek bir surette cömertçe açıklamışlardır. Bir ip yumağını tartsak ve onu çözüp uzatsak, yine tartsak durum değişmez. Yukarıda sözü edilen belirli miktarda su dolu bir fıskiyeli havuzu yine düşünelim; Fıskiyeyi açtığımızda o havuzdan yüz binlerce su damlacıkları peyda olur, bunlar yükselir ve tekrar o havuza düşerler. Bu olayda, havuzda ne bir çoğalma -artma- ve ne de bir eksilme olmaz. Bir şeyler olur fakat havuzdaki su yine sudur ve mikdarı aynıdır. Artmamıştır, eksilmemiştir ve aslî yapısı da değişmemiştir. Tanrı Kur’an’da: “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” (Bakara,156) Âyeti ile bizim Tanrı’dan olduğumuzu ve sonra O’na döneceğimizi açıklamıştır. Yine Tanrı, “Külle yevmin Hüve fi şa’n - O her an bir şanda - bir tecellide, bir belirmededir.” (Rahman,29) Âyeti ile de o fıskiyenin durmadan fışkırdığı gibi nesnelerin de mutlak varlık Tanrı’dan peyda olup, tekrar O mutlak varlıkta yok olduğunu, Tanrı’nın Ezelî, Ebedî ve Bâki -daimi – olduğunu bildirmiştir. Bu, Tanrı’nın durmadan düzenli ve şuurlu bir şekilde hareket halinde bulunduğunu gösterir. O Nur denizi Tanrı olmasaydı, nesneler olmazdı. O denizde, O’ndan var olduk, O denizde O’nda yok olacağız. O deniz Bâki -daimi- var kalacaktır. “Küllü şey’in halikün illa vechehü - Tanrı’nın yüzünden - Zâtından başkası helâktır.”(Kasas, 88) Âyetindeki yüksek ilmi anlama bir zaman dal… Kur’an’ın ve onu insanlığa sunan Ulu İnsan Muhammed’in yüce şanlarını düşün!.. “Velemye küllehu küfüven ahad - Hiç bir şey Tanrı’nın dengi değildir.” (İhlas, 4) Eşya nesneler, nasıl onun dengi olur ki? O Tanrı hem sınırı olmayan sonsuz var, hem de tüm nesneleri kendi varlığından - nurundan peyda eden ulular ulusu Allah’tır. Dolayısıyla hepsi O’dur. “Heme Ost - Hepsi O” olana bir şey ve şeyler nasıl denk olabilir. Sınırlı ne kadar büyük de olsa, sınırsızın, sonsuzun yanında nedir? Milyarlarca köpük, denize nasıl ki denk olamaz ve denizin yanında bir şey değildir, sonu, ucu, bucağı olmayan mutlak varlık Tanrı’nın yanında da nesneler, âlemler hiçbir şey değildir. Ona misil -denk- olamazlar. “Leyse kemislihi şey’ün – Hiçbirşey O Tanrı’nın misli – dengi değildir.” (Şura,11) Âyeti ile Kur’an, bu durumu ayrıca açıklığa kavuşturmuştur. Kenarsızlığı, kenarlı varlıklar temsil edemezler. Geçici, daiminin yanında nedir. Tüm nesneler, O sonsuz muazzam nur denizi -sahili olmayan- ulu Tanrı’nın yanında bir zerre bile değildirler. O nesneler de yine kendisindendir. Kendi belirtileri, kendi şânıdır. Kur’an’da, Tanrı’nın varlığı, birliği, tekliği ve sonsuzluğu ile ilgili müstesna bir yeri olan İHLAS Sûresi adı ile bilinen, “Kulhüvallahü ahad, Allahüssamed, lem yelid, velemyuled, velemyeküllehü küfüven ahad” mübarek Sûresinin anlamını burada bu kadarı ile bağlıyoruz ve bu kısmı aşağıda karalamış olduğumuz bir manzume ile bitiriyoruz. HAKİKAT İsbat ettinse, varın var olduğun, Çözüldü esrar, bitti yorgunluğun. İsbat-ı vücut, yoku yok etmektir. İşte bu hikmeti: LÂ vü İLLA nın. LÂ ile söyle yokun yok olduğun, Hem İLLA ile VAR’ın var olduğun. Gerçek budur. Âlem-i Eşya ise, Zahiridir, bir tek mutlak varlığın. Coşar deniz, ilân eder birliğin, Tekliğine köpük şahit denizin, Teklikte çokluk var, çoklukta teklik, Zuhurudur çokluk, tek bir vücudun. Denizde var olan yüz bin köpüğün Açıktır, evveli deniz olduğun. Köpükler yok olur gene denizde, Bu da isbatıdır, âhir olduğun. Bir bütündür, olmaz kenarı varın Zira yok yok ki; ola haddi varın, İşte Ulûhiyet budur, SONSUZLUK… Eşya, hep kendi zuhurudur Hakkın. Hiçbir şey yoktan olmamıştır kesin, Halk olan nurundandır Zât-ı Hakkın. Sınırsızı tam görmek mümkün olmaz. Açık gizli O, O’dur zahir batın. “Hüvel evvelü vel âhir” buyruğun, Bildirdi zahir batın kendolduğun. İlk HU’dur, son HU, dış HU’dur, iç de HU. Şerhi bu; var yokun, LÂ vü İLLA’ nın Kaynak: KÂZIM YARDIMCI (Adıyaman) www.varliktanveriler.com VARLIK VE MERTEBELERİ (OLUŞUM) “Hüvel evvelü vel âhirü vezzahirü vel batın ve hüve bi külli şey’in Alim. Hüvellezi halekessemavati vel arda fi sitteti eyyamin sümmesteva alal arş - İlk ve son, dış ve iç O Tanrı’dır ve O her şeyi bilendir. O Tanrı Gökleri ve yeri altı günde halk -peyda- edip, kendisi Arş’a -Taht’a- istiva etti (yayıldı)” (Hadid, 3-4) Bu, şu demektir: Yukarıdan aşağıyı yönetmeye karar verdi. Nitekim diğer bir Âyette, “Yüddebbirül emre minessemâi ilel ard - Tanrı semâdan yeri- yukarıdan aşağıyı- emri ile yönetir” (Secde, 5) buyurulmuştur. Bu Âyetlerin ışığı altında bir ve eşsiz olan varlığın –Tanrı’nın- mertebelerini (belirtilerini) dolayısıyla Âlemlerin oluşumunu anlatmaya çalışacağız. VAR BİR, TAAYYÜNLERİ -BELİRTİLERİ- YEDİ’ DİR 1-Ahadiyet-Teklik: Buna Tasavvufta “Lâ taayyün-belirsizlik” denir. Bu âlem, 18 bin âlem dediğimiz nesnelerin daha mutlak ve ezeli varlıkta zuhur ve peyda olmadığı belirmezlik, bilinmezlik ve görülmezlik âlemidir. Bu durumda; mutlak varlık Tanrı’dan başka hiçbir şey yoktur. Peygamber bu durumu: “Allah var idi, Onunla beraber bir şey yok idi” sözü ile açıklamıştır. Bu âlem öyle bir âlemdir ki, orada yalnız O, bütün nesnelerin kaynağı olan bir tek Tanrı vardır. Bu âlemde, Tanrı’dan başka bir şey yoktur. Tanrı’dan başka Tanrı’yı bilen de yoktur. Bu âlem bütün nesneler için meçhuldür. Çünkü daha henüz bir belirme yoktur. Onun için bu âleme büyük Tanrı Ârifleri, bilinmezlik âlemi “Lâ taayyün” demişlerdir. 2-İlk Belirti: Yukarıda sözü edilen belirsizlik âleminin belirmesi, varlığın kendini göstermeye başlamasıdır. Bu âlem, bulutlu ve Ay’sız bir gecenin karanlığından ve meçhullüğünden sonra şafakın atmasına benzer. O koyu karanlık esrar perdesi aralanmış, meçhul çözülmeye başlamıştır. Gizliliğin, görünmezliğin ardından bir ışık, bir aydınlık belirmiştir. Bir gerçeğin, bir varın, bir aydınlığın varlığı görülmeye, sezilmeye başlamıştır. Bir bilgi doğmuştur. İşte bunun gibi, Tanrı mutlak gizliliğini, tekliğini “gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi -belirmeyi- sevdim, onun için nesneleri, mertebeleri peyda ettim” yani, tabaka tabaka belirdim, Kutsal Sözü ile açıklamıştır. İlk belirtiye “ilk tecelli, akl-i kül, Ruh-u kül ve Hakikat-ı Muhammediye" denilir. En büyük Ruh, Ruhların babası, kutsal baba yani Ruhların dolayısıyla tüm nesnelerin, âlemlerin kaynağı, aslî cevheri vatanıdır. Onun için Peygamber, “Vatan sevgisi imandandır” demiştir. Buradaki Vatandan gaye, işte bu Tanrı’nın emri olan en büyük Ruh, Tanrı’nın ilk belirtisi, Hakkın ışığı Ruh-u Muhammediyedir. Muhammed, öğülmüş demektir. Tanrı bu mertebeyi öğmüş ve “Sen olmasaydın, felekleri yani diğer nesneleri yaratmazdım” ve yine, “Seni âlemlere rahmet olarak gönderdim” (Enbiya,107) Âyet ve Kutsal Sözleri ile açıklamış ve öğmüştür. Bu ilk belirti, Tanrı’nın ilk ve en büyük Ruhudur. Bütün Ruhlar Ondan yaratılmıştır. Güneş gibidir. Ay ve Yıldızlar gibi diğer Ruhlar, Melekler, Arş -Gökler-, yer küresi ve tüm kâinat, âlemler hep bu ilk belirtiden sırası ile yaratılmışlardır. Demek ki Ruh, Hakikat-ı Muhammediye ve benzeri adlar ile adlanan bütün nesnelerin kaynağı, Tanrı’nın ilk belirtisidir. Onun kaynağı da sınırsız, sonsuz mutlak varlık Tanrı’dır. Bu ilk Nur, sınırsız Nur olan Tanrı’nın ziyası -ışığı- dır. Bu gerçeği bir Ârif Peygamber hakkında, “Ruh-u pâkidir Onun zâtı Akdesten peyda” mısraı ile çok güzel ve açık bir şekilde ifade etmiştir Kaynak: KÂZIM YARDIMCI (Adıyaman) www.varliktanveriler.com VARLIK VE MERTEBELERİ (OLUŞUM) “Hüvel evvelü vel âhirü vezzahirü vel batın ve hüve bi külli şey’in Alim. Hüvellezi halekessemavati vel arda fi sitteti eyyamin sümmesteva alal arş - İlk ve son, dış ve iç O Tanrı’dır ve O her şeyi bilendir. O Tanrı Gökleri ve yeri altı günde halk -peyda- edip, kendisi Arş’a -Taht’a- istiva etti (yayıldı)” (Hadid, 3-4) Bu, şu demektir: Yukarıdan aşağıyı yönetmeye karar verdi. Nitekim diğer bir Âyette, “Yüddebbirül emre minessemâi ilel ard - Tanrı semâdan yeri- yukarıdan aşağıyı- emri ile yönetir” (Secde, 5) buyurulmuştur. Bu Âyetlerin ışığı altında bir ve eşsiz olan varlığın –Tanrı’nın- mertebelerini (belirtilerini) dolayısıyla Âlemlerin oluşumunu anlatmaya çalışacağız. VAR BİR, TAAYYÜNLERİ -BELİRTİLERİ- YEDİ’ DİR 1-Ahadiyet-Teklik: Buna Tasavvufta “Lâ taayyün-belirsizlik” denir. Bu âlem, 18 bin âlem dediğimiz nesnelerin daha mutlak ve ezeli varlıkta zuhur ve peyda olmadığı belirmezlik, bilinmezlik ve görülmezlik âlemidir. Bu durumda; mutlak varlık Tanrı’dan başka hiçbir şey yoktur. Peygamber bu durumu: “Allah var idi, Onunla beraber bir şey yok idi” sözü ile açıklamıştır. Bu âlem öyle bir âlemdir ki, orada yalnız O, bütün nesnelerin kaynağı olan bir tek Tanrı vardır. Bu âlemde, Tanrı’dan başka bir şey yoktur. Tanrı’dan başka Tanrı’yı bilen de yoktur. Bu âlem bütün nesneler için meçhuldür. Çünkü daha henüz bir belirme yoktur. Onun için bu âleme büyük Tanrı Ârifleri, bilinmezlik âlemi “Lâ taayyün” demişlerdir. 2-İlk Belirti: Yukarıda sözü edilen belirsizlik âleminin belirmesi, varlığın kendini göstermeye başlamasıdır. Bu âlem, bulutlu ve Ay’sız bir gecenin karanlığından ve meçhullüğünden sonra şafakın atmasına benzer. O koyu karanlık esrar perdesi aralanmış, meçhul çözülmeye başlamıştır. Gizliliğin, görünmezliğin ardından bir ışık, bir aydınlık belirmiştir. Bir gerçeğin, bir varın, bir aydınlığın varlığı görülmeye, sezilmeye başlamıştır. Bir bilgi doğmuştur. İşte bunun gibi, Tanrı mutlak gizliliğini, tekliğini “gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi -belirmeyi- sevdim, onun için nesneleri, mertebeleri peyda ettim” yani, tabaka tabaka belirdim, Kutsal Sözü ile açıklamıştır. İlk belirtiye “ilk tecelli, akl-i kül, Ruh-u kül ve Hakikat-ı Muhammediye" denilir. En büyük Ruh, Ruhların babası, kutsal baba yani Ruhların dolayısıyla tüm nesnelerin, âlemlerin kaynağı, aslî cevheri vatanıdır. Onun için Peygamber, “Vatan sevgisi imandandır” demiştir. Buradaki Vatandan gaye, işte bu Tanrı’nın emri olan en büyük Ruh, Tanrı’nın ilk belirtisi, Hakkın ışığı Ruh-u Muhammediyedir. Muhammed, öğülmüş demektir. Tanrı bu mertebeyi öğmüş ve “Sen olmasaydın, felekleri yani diğer nesneleri yaratmazdım” ve yine, “Seni âlemlere rahmet olarak gönderdim” (Enbiya,107) Âyet ve Kutsal Sözleri ile açıklamış ve öğmüştür. Bu ilk belirti, Tanrı’nın ilk ve en büyük Ruhudur. Bütün Ruhlar Ondan yaratılmıştır. Güneş gibidir. Ay ve Yıldızlar gibi diğer Ruhlar, Melekler, Arş -Gökler-, yer küresi ve tüm kâinat, âlemler hep bu ilk belirtiden sırası ile yaratılmışlardır. Demek ki Ruh, Hakikat-ı Muhammediye ve benzeri adlar ile adlanan bütün nesnelerin kaynağı, Tanrı’nın ilk belirtisidir. Onun kaynağı da sınırsız, sonsuz mutlak varlık Tanrı’dır. Bu ilk Nur, sınırsız Nur olan Tanrı’nın ziyası -ışığı- dır. Bu gerçeği bir Ârif Peygamber hakkında, “Ruh-u pâkidir Onun zâtı Akdesten peyda” mısraı ile çok güzel ve açık bir şekilde ifade etmiştir Kaynak: KÂZIM YARDIMCI (Adıyaman) www.varliktanveriler.com
  24. mmustafa

    AŞK ve Tasavvuf

    AŞK VE ÇEŞİTLERİ Mevlana'ya göre üç çeşit aşk vardır: 1-Aşk-ı Hakiki 2- Aşk-ı Mecazi 3-Aşk-ı Hımari Aşkı Hakiki, hüsnü mutlaka olan aşktır ve sonsuzdur. Aşkı mecazi, hüsnü mutlakın doğaya ve nesnelere yansımasıdır ve sonludur. Aşkı hakiki ve aşkı mecazinin belirtisi ikiye ayrılır. a-Aşkı Celi(Açıktan aşk), örneği ‘Bülbülün güle aşkı’ b-Aşkı hafi(gizli aşk), örneği; ‘Kelebeğin( pervanenin) Işığa olan aşkı. Aşkı himari(hayvansal aşk) Bu da ikiye ayrılır. a-Yemek aşkı(yemek, içmek zevki) b- Cinsel aşk(seksi, şehevi zevk) Hayvansal aşka aslında aşk denilmez. Ona cismani zevk demek daha doğrudur. Aşk insanın elinde olmayan bir şeydir. İnsanın güzelliğe veya cismani olana elinde olmayarak tutkun olunması ve bir nevi tutsak olmasıdır. Sigara ve alkole tutsak olması gibi. Aşkın düşünceyle felsefeyle hiçbir ilişkisi yoktur. ‘Bilinçli sevgi ve benzeri’ sözler istisnalardır. Ariflerle ilgilidir ve çok çok azdır. Doğal da değildir. Bu çok üstün bir sevgidir. Örneğin, yoğurdu seven birisi yoğurdun ne olduğunu bildiği için sevmemektedir. Ondan hoşlandığı zevk aldığı için sevmektedir. Ama biri de vardır ki, hem yoğurttan hoşlanır, zevk alır hem de yoğurdun ne olduğunu onun yapısını detaylı olarak bilir.. Buna bilinçli sevgi denilebilir. Ama yine de aslolan yoğurttan hoşlanma ve ondan alınan zevktir bu elde olmayan, doğal olan bir sevgidir. Aşk; maşuka tutulmaktır. Elinde olmayarak ona meyletmektir. İşte tapma, tapınma tapış budur. ‘’Ereeyte menitteheze İlahehu hevahö’’((Ya Muhammed) hevasını ilah edinen kimseyi gördün mü?.) Furkan-43 Heva; heves-arzu demektir. Kişinin hevesi şiddetli arzuladığı istediği ne ise, onun ilahı (mabudu) odur. Bir hadis rivayeti de var. ‘Mahbubunuz, Mabudunuzdur’ işte insan tapış zevkini, ya hüsnü mutlaka yaratıcısına taparak (Şiddetli arzu duyarak yani şiddetli severek ki aşk; ifratı muhabbettir(*)) tadacak yada hüsnü mutlak olan yaratıcısının aleme ve içindeki, nesnelere(O arada insana) yansıyan güzelliklere güzel olan her şeyi şiddetle severek(arzulayarak) tadacak, tapış zevkine erecektir. Yansımalara olan sevgi Mecazi Aşktır. Hayvani zevklere aşk sevgi denmez. O hayvanlarda daha yoğun olarak vardır. Yemek içmek zevki ve cismani olan sufli olan(Seks ve şehvet gibi). Onlarda tapış zevki yoktur. Onlar, 5-10 dakikalık latif olmayan hayvani zevklerdir. Bu gibiler, ne hüsnü mutlak olan yaratıcıya ne de onun aleme yansıyan güzelliklerine tutkundurlar. Ne de taptıkları vardır. Onlar bu alemde de, iç alemde de tapış zevkinden mahrum yaratıklardır. Odun kütüğü ve kaskatı taş gibidirler. ‘’Kasiyetil Kulubuhum!(Kalpleri katılaşmış, yürekleri katılaşmış)Hac 53-Zumer-22. Onların sürekli ve ateşli bir zevkleri, heyecanları (Dinamizmleri) yoktur. Onlar pasif kirli bir yaşam içindedirler. Yarı ölüler gibidirler. Ne hakka ne de halktaki güzelliğe taparlar. Mealen bu konuda bazı dizeler sunarak, sevenlerin gözlerinden sevgilerimle öperim. ‘’Aşkı mecazi Cisri hakiki(cisr, köprü-geçit anlamınadır) Geçmeyen ondan Kâmil olamaz Hiç sevmeyende Benzer çobana’’(çoban, yabani anlamına) ‘’Sordum nedir bu herkeste ki zevk Nedir bundaki hikmet Dedi : Akillere zevki bedai(bedii zevk) Cahillere yemekle şehvet’’ Filipeli Hacı Bey(Amakı Hayalın Yazarı). Cismani, seksi olan zevkin dışındaki sevgiler, güzele- güzelliğe olduğundan cinsiyet farkı da yoktur. Sevgi, doğadaki, ve nesnelerdeki güzelliğedir, tene-bedene değildir. Örneğin, bülbül hayvandır, gül bitkidir. Kelebek(pervane) hayvandır; ışığa aşıktır. Allah'ın Hüsnü Mutlak’ına yada Allah'ın alemlere ve nesnelere o arada İnsan'a yansıyan güzelliklerine aşık olmayanların, ne Allah’a ne de Allah’ın, doğadaki güzelliklerine tapması yoktur. Çünkü tapmak, insanın elinde olmayarak sevgilisine tutsak olmasıdır. Bir türlü ona meyilden kurtulamamasıdır. Bu sevgiyi, aşkı bulamayanların ne taptığı biri vardır nede onda tapışın zevki vardır. Peygamberimiz(S.A.V) ‘’ Bir vecdi olmayanın zevki yoktur.‘ buyurmaktadır. Vecd, içten gelen bir saika, bir hareket bir cezbedir. Yani güzel olan Allah'a ve onun güzelliğini yansıtan doğadaki ve nesnelerdeki güzelliğe aşırı derecede sevgisi olmayanın taptığı kimse yoktur. Onun bedii zevki de yoktur. O bu dünyada tapışın zevkine ermemiştir. Bu gibilerin mabudu, taptığı zevk aldığı cismani olan ve çok kısa süreli olan yemekle şehvettir. Bunlar kısmi, kısa süreli zevklerdir ve sonludur. Sevgi- aşk sürekli ve sonsuz olandır. Bu gibiler, cismani heva, heveslerini (arzularını) ilah edinmişlerdir. ÖLÜNCEYE KADAR MABEDLERDE BULUNSALAR DA!. Ayrıca doğadaki güzellikler; kuşlardaki, insandaki, nefesteki, tellerdeki güzel sesler, güzel nağmeler de yaratıcının, doyulmaz, çok tatlı can alıcı sesinin yansımalarıdır. Onun için güzel sesler, nefesler, nağmeler çok sevilir. Bir fkra… Bir gün birisinin merkebi kaybolur. Bir türlü bulamaz. Günlerden de cumadır. Cuma namazına gider. Namazdan önce, hoca efendiyi görür. -Hocam, merkebim kayboldu, bir türlü bulamıyorum. Der.Hutbenin ardından: -Lütfen cemaate sorsanız, merkebimi bulan gören var mı diye. ? der. Hoca efendi de: –Peki söylerim evladım. Der. (Hani eski imamlar yaşlı başlı kâmil kâsip olurdu ya) Hutbenin ardından, hoca efendi minberden: -Ey cemaat; içinizde güzel sesten hoşlanmayan, güzeli-güzel sesi sevmeyen var mı? Diye sorar. Cemaatten ses seda çıkmaz. Yalnız, cemaatin içinden -Hocam ben hoşlanmam, diye birisi seslenir. Bunun üzerine Hoca efendi, o kişiye ayağa kalk der. O kişi ayağa kalkar. Hoca efendi, o kişiye şöyle bir baştan aşağı bakar, bakar.. Sonra cemaate dönüp; -O merkebim kayboldu, diyen kişiye de seslenip, sende ayağa kalk der. Merkebi kaybolan da ayağı kalkar; Hoce efendi ’Merkebin bulundu evladım. Yuları getir ‘Şu ben güzeli-güzel sesi sevmem’ diyenin boynuna tak götür. Meğer, o merkep içimizdeymiş’’ der. Demek ki bizde de böyle nur yüzlü, aşık, arif Hoce Efendilerimiz eksik değilmiş. Bu aşk-sevgi bahsi açılmışken; bizim derya deniz tasavvuf dünyamızdan ve tasavvuf şairlerimizden, tasavvuf şairlerimizin bazı ateşli aşk ve sevgi şiirlerini sizlerle paylaşmak istiyorum. Önce çoğunun tanımadığı Şair Tokatlı Azmi Yaman Bey’in şu hikmetli şiiri ile başlıyorum: ‘’Erbabı safa azmile sahrayı talepte Kal ehli (Laf söz ehli) uyur, kûşei mezhep ve nesepte Hal ehli bütün sızdı bu dergahı edepte Aşk ehlini gör, ne emel var ne elem var Aşk ile geldi aşkı beyan eyledi gitti’’ Öyle ya. Emeli olmayanın elemi olur mu? Hüsnü Aşkın yazarı Şeyh Galip’ten bir tek dize: ‘’Şarabı aşkı daim desti mürşitden içenden sor’’’ Demek ki aşk(şarap) bir tılsımlı iksir imiş. Niyazi Mısriden bir beyit; ‘’Hamrı ruyi yar ile mest olan anlar bizi’’ (sevgilinin yüzünün güzellik şarabı ile, sarhoş olan anlar bizi) Burada şarap, doğrudan sevgilinin yüzünün güzelliği oluyor. Halveti pirlerinden Kuşada’lı İbrahim Efendinin halifesi Antep’li Aydi Baba’nın şu ilginç dizeleri; ‘’Senin aşkın bana zühtü takvayı unutturdu’’ Namazı, mescidi, ibadatı unutturdu. Acep halet imiş aşkın beni rakkase(dansöze) dönderdi. Nedem ar ile namusu, vekaratı unutturdu’’ Mehmet Âkif gibi, muhafazakâr hatta batı edebiyatına karşı olduğu için bağnaz, gerici gösterilmeye çalışılan büyük edebiyatçımız Muallim Naci’nin şu beyitine bir bakınız: ‘’ Gönlüme sakiyi mimar eyledim meyhanede Allah! Allah! Kabe imar eyledim meyhanede’’ Urfalı Müftü Halis Efendi'nin şu itirafına ne diyelim: ‘’Görmedim medaris içre(Medreselerde) Aşkı sevdasın halis Anın çün ilmimi meyhanede rehni şarap ettim.’’ Hazreti Fuzuli'nin şu ateşli beyiti: ‘’Arayıp gezmededir pervaneyi aşkın ateşi Dosta can vermek muradı bilmem istiğna nedir’’ Bir de 400 sene evvel yaşamış ,Adıyaman'lı Aşık Pirimiz Çeraği Baba'nın özlemine bakınız: ''Yolda kaldı gözlerim ol dilberi rana gelecek Saçı sümbül lebleri mül ruhları hemra gelecek. Vay anın didei ahusuna düçar olanın Mestü hayran olacak başına sevda gelecek.'' Bakınız Paşalar paşası büyük şair Ziya Paşamız yüce makamından nasılda emri veriyor: ''Saki! getir ol badeyi kim mayei candır'' Ve de Şairlerin Ulusu Türkmen Şairimiz Bağdatlı Ruhi, nasılda pervasızca meyhanenin yolunu gösteriyor: ''Nice bu dağdağai aklile berbat olalım. Yürü yahu meyhaneye birazda abad olalım Serelim kûşei meyhaneye bir eski hasır. Dest vurup camı meye gusseden azad olalım.'' Ve de Baş Müftümüz Şeyhül İslam Yahya Efendi, hem de Şeyhül İslam, bakınız hele ne söylüyor ve fetvayı veriyor, baş fetvacımız; ‘’Mescidde riya pişeler etsin ko riyayı, Meyhaneye gel kim ne riya var, ne mürai’’ Urfalı Kadiri Şeyhi Şeyh Saffet ise felaket: ‘’Biz sofiyi meyhanede irşad edecektik Sittin sene mescidte otursun da gebersin’’ Ya şuna ne dersiniz? Bir şairimiz ki; şahane: Bakınız güzeller güzeli, canımız, efendimiz Nur Muhammed’in (S.A.V) gül cemali için ne söylüyor: ‘’Ya Resulallah! Gözleriyin şuası kirpiklerinden Kevser misali akıyor Sümme haşa-Budur Allah- diye insan sana tapıyor.’’ İşte bir tane daha ki, insanı dinden imandan eder maazallah: ‘’Hubular(dilberler) sohbeti dinimden artıktır benim Dilerim ilahi sinemde dildâr olsun da iman olmasın tek’’ Aşığa bak! Hem de Allah’tan istiyor. Aşık şairimizin demek istediği şudur: Hubular(dilberler) dediği, rintler yani nurlu cemale sahip mürşitlerdir. Dildar(Gönüalan) buyurduğu da Allah’ın ve yansıtıcısının doyulmaz cemalidir. Hayali Hazretlerine ait şu iki dize: ‘’Cihanâra cihan içredir, arayı bilmezler. Olmahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.’’ Cihanara; cihanın güzeli., Mahiler; balıklar demektir. Ya büyük, aşık velimiz Yunus, nasılda sevgilinin kapısında kul oluyor. ‘’Taptuk Emre tapusunda kul (köle) oldum kapısında’’ (Demek ki, sevgiliye Taptuk Hazretlerine(İnsan-ı Kamile ) kul olmadan olmuyor) Daha nice arif aşıklarımızın, aşk-sevgi için söyledikleri ateşli ve hikemi (Hikmetli) yüzlerce-binlerce dizeleri vardır. 35-40 yıl önce bir aşk meclisinde, cezbe halinde irticalen bu fâkirin dilinden de şu iki dize dökülmüştür. ‘’Kılıp narı aşkına AHMEDEYNİN müptela beni RUFAİ’’de bülbülü şeyda, BEDEVİ’de pervane beni’’ Tasavvuf edebiyatçılarının, büyük tasavvuf pirlerinin dizelerinde kullandıkları mecazi sözcüklerin gerçek anlamları şöyledir: Mey: muhabbet-sevgi-aşk Meyhane: Piri Kâmilin oturduğu mahal(dergah) Dilber: Hüsnü Mutlak’ı tam yansıtan sevgili Nur Muhammed. Saki: En kâmil mürşid anlamında Hz.Muhammedin gül cemaline aşık olan pirler piri Hz.Alidir. ve onun hepside mürşidi Kâmil olan evlatları ve varisleridir. Zamanın tasavvuf şairleri o zamanın koşullarımı nedir iyice bilinmez, nedense hep mecazi simgeler kullanmışlar ve mecazi konuşmalarla gerçek sevgilerini bir nevi gizlemişlerdir. BÜTÜN SEVENLERİN MUHAMMED AŞKINA GÖZLERİNDEN ÖPEREK.. (*)'' Vellezine amenu eşedde hubben lillahi ''(Allah çok şiddetli sevilecek) Sure-i Bakara-165 ÇOK ÖNEMLİ BİR NOT: DİKKAT! Şeyh Galip’in bir beyiti: ‘’Kendi şahsına hoş bak, zübde-i alemsin sen. Merdümü didei ekvan olan Ademsin sen.’’ Cenab-ı Muhammed için, mevlütde geçen şu dizeleri bir düşünün: ‘’Zatıma mir’at edindim zatını(mir’at, ayna demek) Bileyazdım adım ile adını’’ Kaynak Kazım YARDIMCI www.varliktanveriler.com
  25. (Su DaMLaSı Teşekkürler ALLAH razı olsun) Sayın Haksöz Kuran ALLAHIN Sözleri - Sünnet ise Allahın emirlerini yasaklarını Peygamberin uygulama ile göstermesi yada nasıl yapılacağını anlatması ile mümkündür. Bir dini Ancak o dini yaymakla mükellef olan peygamberi öğretir. Allahın dinini ancak Allahın resulu Hz Muhammed bilir Allahın söylediklerini Ancak Hz Muhammed en iyii anlar . Hz Muhammedde sünnet hadisle bizlere açıklar öğretir .. Konu bundan ibaret.... Allahı ve ayetlerini kabul edip onu açıklayan ve öğreten peygamberini kabul etmemek ve bir tarafa atmak ************ başka birşey değildir... Selam ve Muhabbetle
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.