Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

Yabancı ülkelerde elbette Türk bayrakları kullanılır. Ama bu bayraklar özel mülklerde göndere çekilmez. Arabalarda, evlerin balkonlarında yabancı bayraklar bir kaç günlüğüne her yerde elbette tepki çekmeden asılabilir, kimse bir şey demez. Alman milli takımı dünya kupasını alsın, bir hafta Alman bayrağı koysunlar pencerelerine. Kimsenin bir şey diyeceği yoktur.

 

Burada söz konusu edilen, göndere çekilmiş ve üç ay asılı duran bir yabancı bayraktır. Bu yasal değildir.

 

Mahkeme beraat vermekle kalmamalı, göz yuman ve bayrak kanununa muhalefet eden görevli ve sorumlular hakkında yasal soruşturma başlatmalı, bu ulusunu, onun yasalarını savunmaktan aciz sorumsuzlar derhal yapmadıkları görevden uzaklaştırılıp cezalandırılmalıdır.

  • Cevaplar 50
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Gönderi tarihi:

Burada söz konusu edilen, göndere çekilmiş ve üç ay asılı duran bir yabancı bayraktır. Bu yasal değildir.

 

 

Yasal olmayan bir vakaya devletin görevlileri karisir. Her önüne gelen yasayi uygulamaya kalkarsa ortalik savas haline döner. Ne olursa olsun yasal olmayan bir vakayi gene yasal olmayan bir vakayla yok edemeyiz. yani saniklarin Alman vatandasinin bahcesine giripte bayragi indirmeleri yasadisidir ve suctur. Alman vatandasinin durumunu yetkililer kanun cercevesinde degerlendirir kimse burada kovboyculuk oynamasin. O kovboyculuk oynayanlar önce vergilerini düzgün ödesinler, kacak calismasinlar, vergi kacirmasinlar, cevreyi kirletmesinler,..... her seyi bitirdik simdi sira bayraga geldi.

Gönderi tarihi:

Türkiye’mde Diğer Örnek Bir Hukuk Uygulaması Daha

 

Diyarbakır İstinaf Mahkemesi Binası İnşaatı

Construction of Court of Appeal Building Diyarbakır

 

Hibe Sözleşme bedeli: 7 milyon 284 bin euro.

Financed by ( Parayı veren ): European Union ( Avrupa Birligi )

 

Faydalanıcı : T.C. Adalet Bakanlığı

Republic of Turkey, Ministry of Justice

 

Şu anda ülkemizde istinaf mahkemeleri yoktur.

 

AB’nin uyum esasları doğrultusunda hukuk sistemimiz içinde yer alması planlanan bu mahkemenin davanın görüldüğü mahkeme ile Yargıtay arasındaki bir

 

mahkeme olarak görev yapması düşünülmektedir.

 

Bazı düşünce sahiplerine göre; adı önce BÖLGE MAHKEMESİ olacak veya buna dönüşecek ancak ardından EYALET MAHKEMESİşekline değişecek ve

 

bu yeni mahkeme sistemi bölünmeyi daha da hukuksallaştırıp kolaylaştıracak.

 

Bu endişeleri taşıyan düşünce sahiplerine göre AB destekli bu uygulamanın başlangıç yerinin DİYARBAKIR olması ayrıca manidar olarak tanımlanmakta.

 

 

KONUYU İNTERNET ORTAMINDA AYRINTILARI İLE ARAŞTIRMA ŞANSINIZ VAR.

 

TAKDİR SİZLERİNDİR. SEVGİ İLE KALIN.

Gönderi tarihi:

MİLLETVEKİLİ OLMA ŞARTLARI

 

İki defa İttihat ve Terakki'den milletvekili seçilen, sonra da Hürriyet ve İhtilaf Parti'sini kuran, Damat Ferit hükümeti döneminde Ayan Üyeliği'ne

 

atanan Mehmet Zeynelabidin Efendi, "Meşrık-ı İrfan Gazetesi"nde milletvekili olma kriterlerini açıklamış.

 

Bu yazıyı Konya Yusuf Ağa Kütüphanesi katalogunda 9521/2' sayıyla kayıtlı "İslamiyet ve Meşrutiyet" isimli eserde bulmak mümkün.

 

Yörede mahalli bir gazetede çalışan gazeteci Ali Akgül'ün derlediği kriterler şöyle:

 

 

100 yıl önce Konya'daki milletvekili olma kriterleri:

 

 

Birincisi: Milletvekili adayı, aday olacağı şehirde uzun süreli oturmuş, yaşamış olmalı, halkın mizacını iyi bilmeli. Bir şehirde oturmamış

 

veya çıkıp gideli uzun zaman olmuş adamların bir kere iyi olup olmadığı bilinemez.

 

İkincisi: Şehre yarayacak her türlü kanunu ve o şehir halkının saadetini icap edecek şeyleri düşünüp beğenmeye ve böyle bir arayan toplamaya

 

muktedir olmalıdır.

 

Üçüncüsü: Devletin şan ve şerefini düşünmeyecek kadar cahil olmamakla birlikte, sefih de olmamalıdır. Çünkü kendi malı kendine teslim

 

edilemeyen sefih bir adama bu gibi vazife verilemez.

 

Dördüncüsü: Hükümetin kanunsuz ve haksız işlerini yüzüne beraber söylemek hususunda kimseden korkup çekinmez ve ölmekten bile kaçınmaz, dünya

 

için kimseye müdane etmez olmalıdır.

 

Beşincisi: Parayı görünce her şeye boyun eğecek kadar bağrı yufkalardan ve parayı çok sevenlerden olmamalıdır. Yoksa milletin menfaati zayii

 

olmak ihtimali ziyadeleşir ve memleketi açık açık uçuruma sürekler.

 

Altıncısı: Memuriyetini muhafaza etmek ve başka bir menfaatini korumak için şuna buna yüzsuyu dökmüş (ağlamış), kendisine haksızlık edenlere

 

göz kırpmış, kendisi haksızlık etmiş olmamalıdır.

 

Yedincisi: Rüşvet almış, para ile onun bunun hakkını satmış, mahvetmişlerden de olmamalıdır.

 

Sekizincisi: Halk içerisinde zulmü, işkencesi olanlardan olmamalıdır.

 

Dokuzuncusu: İki sözlü, ikiyüzlü adamlar da milletvekili olamaz.

 

Onuncusu: Şunun bunun ayıbını arayan, daima iki kişi arasındaki gizli sırları anlamaya çalışan, hiç yoktan tertip türetenler de aday

 

gösterilmemelidir.

 

Onbirincisi: Milletvekilliği bittikten sonra kendini idare edecek bir işi veya zenginliği olmayanlar da aday gösterilmemeli. Çünkü bu

 

özellikleri olmayan kişiler hükümetin ayıbını örtüp boyun eğmeye mecbur kalırlar.

Gönderi tarihi:

MİLLETVEKİLİ OLMA ŞARTLARI

.

.

.

Onbirincisi: Milletvekilliği bittikten sonra kendini idare edecek bir işi veya zenginliği olmayanlar da aday gösterilmemeli. Çünkü bu

 

özellikleri olmayan kişiler hükümetin ayıbını örtüp boyun eğmeye mecbur kalırlar.

Sizde herhalde bu sartlarin gercekten uygulandigina inaniyorsunuzdur. Türkiye'de milletvekili olamin sartlarindan en önde gelenleri rüsvetci olacaksin, memleketini satacaksin, kendi ve cevrenin cebini dolduracaksin, devletin kasasini bosaltacaksin. Bu 100 yil öncede böyleydi sonrasinda ve günümüzde de. Ülkenin geldigi nokta ile aslinda sizin yukarida yazdiklariniz asla örtüsmüyor. Sadece millyietci duygularla gercekleri göz ardi eden ajitasyon ve propaganda amacli maddeler.

Gönderi tarihi:

daha öncede yazdığım gibi insan ancak emeğiyle ortaya çıkardığı şeylerin sahibi olabilir ama dünya topraklarında hiç bir insanın ve hiç bir ırkın emeği yoktur dolayısıyla dünya topraklarına hiç kimse sahip çıkamaz.dünya topraklarının sahiplenemeyeceği için adil bir şekilde kullan ılması gerekmektedir buda dünya üzerinde herkesin eşit hakkı olmasıyla mümkündür,hiç kimse kimseden üstün olmayacak herkes eşit hakka sahip olacaktır adalet bu şekilde cereyan edebilir.

Gönderi tarihi:

Türk Tarih Tezi Doğrulandı (6 ncı Bölüm)

 

ÖN TÜRKLERİN ANA VATANLARI ANADOLU VE CİVARIDIR

 

MÖ.3 hatta 4nci binlerde Doğu Anadolu’da Türklerin yaşadığını belirten bilim insanlarından biri de Osman Nedim Tuna’dır.

 

Tuna: 40 yıllık araştırmaları sonunda: “Türklerin en az MÖ. 3500’lerde Türkiye’nin doğu bölgesinde bulunduğu tespit edilmiştir.” demektedir.

 

Sümerlerle Türkler arasındaki ilişki konusunda 40 yıl çalışan Osman Nedim Tuna’ya göre MÖ. 3500’lerde Anadolu’da Türkler yaşıyordu.

 

Tuna şöyle demektedir: “Şu halde Türkler daha MÖ. en az 3500’lerde bugünkü Türkiye’nin doğusunda oturuyorlardı…”

 

Güney Anadolu’da İslahiye yöresi’nde Gedikli’de bulunan ve M.Ö.3000 sanlarına ait olduğu tespit edilen, yüzeyi 20×21 m, derinliği 2.50/3m. olan,

 

Ateş Evi’nde, 159 toprak kül kabı ve yanık kemikler bulunuştur.

 

Yapılan analizler sonunda bu buluntuların Türklere ait olduğu ve Türk kültürüne ait izler taşıdığı belirlenmiştir.

 

Selahi Diker, 35 yıllık araştırmalar sonunda kaleme aldığı “Anadolu’da On Bin Yıl, Türk Dili’nin Beş Bin Yılı” adlı çalışmasında, Anadolu’nun çok

 

eski çağlardan beri “Türklerin ana yurdu” olduğunu ileri sürmektedir:

 

“…(Anadolu) Türk kültür tarihini on bin yıl öncesine götürebiliriz. (….) Türkler bundan 8300 yıl öncesinde Anadolu’da yaşamıştır.”

 

 

ANADOLU’DA ÖN TÜRKLERE AİT KAYA RESİMLERİ VE YAZITLARI

 

Ön Türk araştırmacısı Kazım Mirşan’a göre Türkler, MÖ.15.000’lerde Anadolu’ya gelmişlerdir.

 

“Bugün, Türkiye’de Orta Asya, Yenisey, Aral, Balkaş, Pamir, Kazakistan, Kırgızistan, Tamgalı Say, Talas, Issıq Kölü, Başkurtistan v.s mevcut

 

onbinlerce pigtogram (mağara resmi), petroglif (yazıelemanlı kaya resmi- tamga) ve yüzlerce yazıtın aynısı ya da yakın benzeri geniş bir coğrafyaya

 

dağılmış olarak Anadolu’da da mevcuttur. Bunlar Türklerin Anadolu’da -17.000 öncesine varan varlığının kanıtlarıdır.

 

Sadece Doğu Anadolu yaylasında, tarihleri MÖ. 15.000, 1000 olarak tesbit edilen tam 45.000 kaya üstü yazıtı ve mağara resmi mevcuttur. Kazım Mirşan

 

tüm bu kaya resimleri ve yazıtlarına eserlerinde yer vermiştir.”

 

Kazım Mirşan’ın, Batı merkezli tarihin kölesi bilim insanlarına bir türlü kabul ettiremediği bu kanıtlar, (kaya üstü yazıları ve mağara resimleri)

 

Anadolu’yu Orta Asya’ya bağlamakta ve Türklerin MÖ. 15.000’lerde Anadolu’da yaşadıklarını göstermektedir.

 

“Yazıt, tamga ve mağara resimlerindeki bu ayniyet ve yakın benzerlik ‘en azından’ Orta Asya Türk yurdu ile Anadolu insanı arasındaki bağın açık

 

göstergeleridir.”

 

Özellikle Doğu Anadolu yüksek yaylasındaki 40 bin civarındaki kaya resmi arasında Kazakistan’daki Kara-Tau sembol ve şekillerine benzer resimlerin

 

bulunması bu resimleri yapanların ortak kökenli olduklarını göstermektedir.

 

Anadolu’daki Ön Türk yazıtlarının belli başlıları şunlardır:

 

1. Van-Hakkari, Tir-i Sin Yaylası Yazıtları

 

2. Gavaruh Vadisi

 

3. Hırkanis Suyu Mezar Vadisi

 

4. Pagan Köyü

 

5. Başet Dağı

 

6. Put (Yedi Salkım Köyü)

 

7. Cudi Dağı

 

8. Varagöz Yaylası

 

9. Çilgiri Yazıtı

 

10. Van Ahtamar Yazıtı

 

11. Erzurum Cunni Mağarası

 

12. Oy-Onul Trabzon Mağara Yazıtları

 

13. Sinop Tersane Kapıüstü Yazıtı

 

14. İstanbul Fikirtepe Toprak Kabı

 

15. Kemerburgaz Mağarası Toprak Kabı

 

16. Erenköy UW-ON Yazıtı

 

17. Ödemiş Damgaları

 

18. Side Hamam Yazıtı

 

19. Midas (At-Esiç Öz) Yazıtı

 

Prof. Dr. Hamit Zübeyr Koşay tarfından bulunan Erzurum Cunni mağarasındaki resimleri Divan-ı Lügat-it Türk ve Cami’ül Tevarih’teki Anadolu Türkmen

 

aşiretlerinin damgalarıyla karşılaştıran Kazım Mirşan çok önemli benzerlikler keşfetmiştir.

 

Cunni mağarasına kazınmış olan yazılar, Ön Türklerin Doğu Anadolu yaylasından Anadolu içlerine doğru ilerlediklerini göstermektedir.

 

Cunni mağarasında iki ayrı çeşit Ön Türkçe yazıt bulunmuştur. İlk gurupta OQ İSİLİS, ON İSİLİS ve OQ ANILIS sözcükleri okunmuştur.

 

İsilis: etiliş, ediliş; Oq: ok olma, yok olma; Anılıs: angılış, anlayış, anlamlarındadır.

 

Cunni mağarasındaki yazılar, yaklaşık olarak MÖ 3000’lere tarihlendirilmiştir. Kazım Mirşan’a göre buradaki ISUB ÖG Alfabesi (Tarihteki ilk Türk

 

alfabelerinden biri) Ön Mısır’a gitmiş ve Mısır Hiyerogliflerinin temelinde yer almıştır.

 

Kazım Mirşan’ın ısrarla üzerinde durduğu eski Anadolu topluluğu Friglerdir. Yazıları henüz tam olarak çözülemeyen Batı Anadolu’nun “tarımcı” toplumu

 

Frigler’in “Türk kökenli” olduğunu iddia eden Kazım Mirşan, Batılı bilim insanlarının temel yanılgısının, Frig yazıtlarını Hint-Avrupa dil

 

kurallarıyla çözme ısrarı olduğunu belirtmiş ve kendisinin bu yazıtları Ön-Türkçe olarak okuduğunu ileri sürmektedir.

Gönderi tarihi:

Türk Tarih Tezi Doğrulandı (Son Bölüm)

 

FİRİGLERİN KÖKENİ NEYDİ?

 

Frig yazıtlarını okumak için 2008 yılında Eskişehir’e gelen Fransız Milli Bilimsel Araştırma Merkezi üyesi Prof. Dr. Drew-Bear, araştırma ve

 

incelemelerinden sonra;

 

“Türkiye’de Frig esintileri var. Frig Vadisi’nde yetişen Türkler, Friglerin torunları” açıklamasını yapmıştır.

 

 

1969’dan beri Grekçe ve Latince taşları okuyan Prof. Dr. Thomas Drew-Bear, Anadolu’daki yazıtları okumakla ve yayımlamakla görevli olan Prof.

 

Bear, araşatırma ve incelemelerinden sonra şunları söylemiştir:

 

“Frig yerlileri bir dağ tanrıçası olan Kibele’ye tapıyorlardı. Roma’da bile Frig halkının özellikleri görülüyor. Frigler, Anadolu’da oldukları

 

için çok gelişmiş bir medeniyete sahipti. Frig alfabesinin Fenikelilerden geldiği anlaşılıyor.

 

Ancak Frigler söz konusu alfabeyi geliştirdi. Friglerin kendilerin özgü dilleri vardı. En eski Frig belgeleri MÖ 7 ve 8. yüzyıllara ait kaya

 

anıtlarıdır. Midas şehrinde yazılı anıtlar ve kabartmalar var. Frig devletinin yıkılmasının ardından Frigce yazılmamaya başlandı.

 

Ancak, MÖ 2. yüzyılın ikinci yarısında Frigce yazılara tekrar rastlıyoruz. Bu yüzyılın ardından Frigler artık kayalara değil mermer ve kalker

 

taşlara yazdı.

 

Yıkımın ardından Roma İmparatorluğu ile Anadolu’da barış hüküm sürmeye başladı. Halk zenginleşti. Anadolu’dan ayrılmayan Frig halkı tekrar canlandı

 

ve dillerini konuşmaya, yazmaya başladı….

 

Frigler, sunakların ve mezarların üzerine yazılar yazıyordu. Mezar başlarına ölenlerin isimlerini, yaşlarını, neden öldüklerini, akrabalarının

 

isimlerini ve ölenlerin mesleklerini yazıyorlardı. Ölenler için şiirler de yazıyorlardı. Bu şiirler Frig halkının ne kadar kültürlü olduğunun

 

kanıtıdır.

 

Genç ölen bir kızın mezarında ’Yazık, evlenmeden öldü. Çiçek açılmadan soldu’ yazıyor.

 

Genç bir erkeğin mezarında da ’Kendi annesine ve babasına bakamadı’ yazıyor.

 

Mezarlarda lanetlemeler de var. Mezarlarda ’bir kişi mezara zarar verirse tanrılar onu cezalandırsın’, ’kendi çocuklarının ölümlerini görsün’, ’evi

 

yansın’, ’evlenemesin’, ’ne toprak, ne de deniz onu taşısın’ gibi korkunç lanetlemeler var.”

 

 

Friglerin sunaklardaki yazılarda da “Adalet Tanrısı’ndan” bahsettiklerini ifade eden Drew-Bear, “Bundan Frig döneminde bu topraklarda adaletsizlik

 

olduğu anlaşılıyor. Bu tanrı Frigya dışında bulunmaz. Frigler Adalet tanrısını iki erkek figürü olarak betimlerdi. Birinin elinde ölçü, diğerinin

 

elinde bir tartı vardı. Ancak, kısa olmasından dolayı bazı Frig yazılarını çözemiyoruz. Uzun yazılar çıkarsa Frig alfabesinin hepsini çözebiliriz”

 

demiştir

 

Frig halkının genellikle tarım ve hayvancılıkla uğraştığını belirten Drew-Bear, Friglerin birçok bakımdan Anadolu Türklerine yakın olduklarını

 

şöyle ifade etmiştir:

 

“Frigler tarımla uğraşıyordu. Gelişmiş bir tarım kültürü bulunuyordu. Atları, öküzleri ve katırları vardı. Kağnı kullanıyorlardı.

 

Kadınların başları örtülüydü.

 

Türkiye’de Frig esintileri var. Frig Vadisi’nde yetişen Türkler, Friglerin torunları. Yani Frigler hala Frigya’da yaşıyor. Frig Vadisi’ne

 

Doğu’dan, Kuzey’den ve Afrika’dan göçler olsa da Friglerin torunları hala bu vadide.”

 

 

Alıntıların tamamı SİNAN MEYDAN’IN Ağustos ayında piyasaya çıkacak olan ATATÜRK VE TÜRKLERİN SAKLI TARİHİ adlı kitabından yapılmıştır.Kitap

 

konuyu farklı açı ve belgelere dayanarak daha ayrıntılı incelemektedir./b]

Gönderi tarihi:

YABANCI DEVLET VE DÜŞÜNÜRLERİNİN YILLARDIR DEĞİŞMEYEN POLİTİKALARINA BİRKAÇ KÜÇÜK ÖRNEK (YABANCI HAYRANLARINA İTHAF OLUNUR)

 

Ünlü Fransız VOLTAİRE,11 Ekim 1770'te Rusya Çariçesi pek ünlü 2.nci Katerina'ya yazdığı mektupta şöyle diyordu:

 

"Yüce majesteleri,

 

Türkleri öldürerek bana yeniden hayat veriyorsunuz. Siz Avrupa'nın öcünü aldınız. Türkleri ve onun dilini konuşanları Avrupa'dan silmek gerekir.

 

İnsanlığın iki büyük belası var; Birincisi veba, ikincisi Türkler...

 

Hümanizme ilkem olmasaydı, Türklerin hepsinin kökünün kazındığını görmek isterdim. Ya da öylesine uzaklara sürülmeliler ki bir daha geri

 

gelmesinler.

 

Ben en azından birkaç Türk'ün öldürülmesine katkıda bulunmak isterdim; bir Hıristiyan için bu elbette Tanrı katında çok yüce bir iştir.

 

Gerçi benim hoşgörü ilkeme uymuyor ama, insanlar çelişkilerle yoğrulmuşlardır."

 

 

Ünlü İngiliz şairi LORD BYRON'ın dillere destan Türk düşmanlığını da bilmeyen yoktur.

 

Üstelik o, Türklere karşı Yunanlıların savaşını desteklemekle kalmamış, onların örgütlenmelerine çalışırken ölmüştür.

 

İngiliz başbakanı Sevr'in gerekçesi olarak,Türkleri Anadolu'dan ve Avrupa'dan söküp atmanın bir insanlık borcu olduğunu söylüyordu:

 

-"Türkler veba mikrobu gibidirler;en ağır cezalara çarptırılacaklar, Avrupa'dan atılacaklardır;Türkler yaşamaya layık bir ırk değildir." diyerek

 

1919 da ırkçılığın ta kendisini yapıyordu.

 

 

ARNOLD TOYNBEE bir İngiliz tarihçisidir.

 

1919 da Batı dünyasının Türkiye için "NO MAN'S LAND" deyimini kullandığını söylüyor

 

 

İngilizlerin Arap Lawrence'ına benzer bir de Kürt Lawrence'ı var;

 

I.Dünya Savaşı sonunda İngilizler Türkiye'de Kürt isyanı başlatma girişiminde bulunmuşlardı. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri CALTHORPE

 

isyanlar örgütlemesi için Binbaşı NOEL'e görev verdi.O da bu amaçla Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya gitti. Halep'te ve Diyarbakır'da Kürt beyleri ve

 

Kürt Teali Cemiyeti ile görüşür.

 

İstanbul'da İngiliz Büyükelçilik Müsteşarı HOHLER raporunda şöyle yazar;

 

"NOEL bir Kürt Lawrence'ı olma yolunda. Ona bir Kürt devleti kurdurup, petrol çıkarlarımızın kuzeydeki dağlarını koruyabiliriz.Türkleri elden

 

geldiğince zayıflatmak için Kürtleri bu şekilde harekete geçirebiliriz.."

 

Büyükelçi Calthorpe'da Dışişleri bakanı Lord CURSON'a mektubunda;

 

"Bnb. NOEL Kürt şefleriyle anlaşırsa M. Kemal'e karşı ayaklanacaklarından emin."

 

Noel'in yanına çektiği bazı Kürt aşiretlerinin ve İst. Hükümetinin yardımıyla ALİ GALİP beyle anlaşarak M. Kemal’i engellemeye çalışır. Ancak M.

 

Kemal gelişmelerden haber alır ve Noel'i tutuklama kararı çıkartır. Noel Halep'e kaçmak zorunda kalır.

 

 

Tarihte İngilizlerin son saldırısı 1924 yılında 7 Ağustos günü Hakkari bölgesinde başlayan NASTURİ ayaklanmasında oldu.

 

İsyancılarla birlikte Türk ordusunun üzerine uçaklarla saldırdılar.

 

İngilizler bombalamaya o kadar meraklı ki, APO'nun yakalanmasını hazmedemeyen The TIMES yazarı SİMON JENKİNS o günlerdeki yazısında;

 

"Kürtlere eziyet eden Türklerin de bombalanmasını" isteyecek kadar ileri gitmiştir.

 

 

16. Yüzyılda Türk tarihini yazmış ünlü Alman araştırmacı HANS LÖVENKLAW vermiş veriştirmiş;

 

"Bu barbar insanlar kendi aralarında şaka ve espri yapmaz, yapılmasını hoş karşılamazlar..."

 

Buna rağmen bizim için şu saptamayı yapmadan da edememiş:

 

"Türk imparatorluğunun bunca iç sorununa rağmen eskisi gibi halen ayakta ve güçlü olması, onlardan korkmamız için en önemli nedendir."

 

 

Haçlı Seferlerinde İZNİK 'in alınması sırasında öldürülen Türklerin kafaları kesildikten sonra kelleleri mancınıkla kente atılmış,

 

Antakya çevresinde de kızartılan Türkler Haçlı komutanlarının sofrasına yemek diye konulmuştur.

 

 

Batılılara rağmen uygarlaşmayı kafasına koymuş olan M.KEMAL elbette bu gerçeği biliyordu. 17 Ocak 1923'te İZMİT'te gazetecilere şöyle diyordu;

 

"Müstemlekeci devletlerin hiç vazgeçmedikleri usul, Müslüman memleketlerini taassup zincirine bağlı tutmak, böylece göz açmalarını, hak ve

 

hürriyet aramalarını önlemektir. Bize de, yarın paylaşacakları bir sömürge gözüyle baktıkları için yıllardan beri bizi, üç yüz milyon müslümanın

 

halifeliği sözüyle oyalamışlar,böylece ulusumuzu taassup baskısı altında tutmaya uğraşmışlardır."

 

Nitekim 3 Mart 1924'te hilafet kaldırıldığında batı basını;

 

"Müslüman memleketlerini uyuşuk bir durumda tutma imkanı veren bir vasıta elimizden kaçtı" diye dövünerek şu başlıkları atıyorlardı;

 

"Bu ne gaflettir, Türkler hilafetin etrafındaki kutsal birliği elden kaçırıyorlar."

 

 

Hakkımızda yapılan bu tanımlamaların yetmediği arkadaşlarımız için internet üzerinden Çek Cumhuriyetinin Sedelik Şehrindeki Kiliseyi

 

araştırmalarını tavsiye edirm.

Gönderi tarihi:

Yasal olmayan bir vakaya devletin görevlileri karisir.

Ey işte karışmamışlar, bayrak üç ay dalgalanmış! Devlet görevlileri diz çöktüğü için ileriyi göremiyorlar, vatandaş daha iyi görüyor ileriyi...

Gönderi tarihi:

TÜRKİYE'MİN GEÇMİŞİNDEN BUGÜNÜNE BİR KAÇ BASİT ÖRNEK (AYRINTILI BAĞLANTIYI İNTERNETTE YAPACAĞINIZ ARAŞTIRMADA BULABİLİRSİNİZ)

 

Artin Kemal (Ermeniden daha ermenici tutumu ona bu unvanı kazandırmıştır!)

 

Artin Kemal tanınan Ali Kemal, milli mücadele aleyhine ve işgal güçlerini destekleyen yazılarıyla tanınmış, ihanetin ve mandacılığın sembolü haline

 

gelmiş bir gazetecidir. 'Peyam-i Sabah' adıyla çıkardığı Ser gazetesinde, 25 Nisan 1920 tarihinde;

 

Atatürk için; 'Idam, idam, idam. Mustafa Kemal cezasını bulacak' ,

 

Kurtuluş Savaşını yapan Türk Milleti için;'Bu mahluklar kadar başları ezilecek yılanlar tasavvur edilemez. Düşmanlar onlardan bin kerre iyidir' diye

 

yazmıştır.

 

Mandacıların ve ihanet güruhlarının başını çeken bu adam, damat Ferit Pasa hükümetinde Milli Eğitim ve İçişleri bakanlığı yapmıştır. Yakalandıktan

 

sonra sorgusunda;

 

'Ben Türk Milletinde bu kadar büyük yaşama gayreti ve mücadele ruhu olduğunu bilmiyordum. Bu bilgisizliğimden dolayı da mazur görülmeliyim çünkü

 

hayatimin büyük bölümü yurt dışında geçmiştir.' demiştir..

 

Sorgudan çıkarılırken kendisini tanıyan halk tarafından bir anda linç edilmiş, yanında bulunan ve onu korumak isteyen görevliler dahi yaralanmıştır.

 

Ali Kemal'in Izmit' te linç edilmesinden sonra, Istanbul' da ne kadar işbirlikçi mütareke basın mensubu varsa, Amerikan elciliklerine ve limanda

 

bekleyen İngiliz gemilerine sığınmışlardır.

 

 

 

Dini bir sıfat taşıyan 'Sait Molla'

 

30.Ekim.1918 tarihinde Mondros Mütarekesinin imzalanmasından sonra, Protestan misyoneri papaz Frew ile birlikte 'Ingiliz Muhipleri -Sevenleri-

 

Cemiyetini' kurmuştur.

 

İngiliz Muhipleri Derneğinin, Istanbul'un işgalinden sonraki ilk bildirisi 21 Mart 1920 tarihinde Alemdar Gazetesinde; 'Ingiliz dostlarımız biraz

 

geç kaldılar, daha önce gelmeliydiler' olmuştur.

 

Sait Molla 4.11.1919 tarihinde papaz Frew'e yazdığı mektubunda;

 

'Aziz üstadım Frew, Kurt Teali Cemiyetindeki yakin dostlarımızla görüştüm. Kurt aşiretlerinin yasadığı bölgede büyük bir ödeneğe ihtiyaç vardır.

 

Aksi halde ayaklanmayı teşvik edemeyiz' diye yazmıştır.

 

Kurtuluş Savaşı sonrası Yunanistan'a kaçan Molla Sait, hizmet ettiği yunanlılar tarafından hapse atılmış, ihanet ve sefalet içinde ömrünü

 

tamamlamıştır.

 

 

 

Manisa Mutasarrif'i (Valisi) Husnuyadis ve amca oglu Menemen ayaklanmacısı Derviş Mehmetin hikâyeleri;

 

Hüsnü Bey ve sülalesi, Girit'ten kovulmuşlar, Manisa'ya yerleşmişler, Hüsnü Bey vali seçildiği Manisa'da üç yıl boyunca, yunan işgal güçleriyle

 

sarmaş-dolaş yaşayarak işbirlikçi olmuştur. Keza Derviş Mehmet de yardakçısıdır.

 

Fahrettin Altay Paşa'nın süvarileri Manisa'ya yaklaşırken, düşman yurdu terk edecek aldatmacası ile Manisa ahalisini oyalayan Husnuyadis; yunan

 

işgal güçleri komutanı General Bagorciye, Manisa'yi terk etmemeleri için yalvarıyordu.

 

Daha sonra Husnuyadis, Yunanlılar ile Manisa'yi terk ettiğinde, ardında 5 bin kisi ölmüş, tecavüz edilen çocuklar, yakılan ve yıkılan evler

 

kalmıştı. Ahalisinin çoğu öldürülmüş kalanları perişan edilmiş Manisa' nın üçte ikisi yanmış ve enkaz altındaydı…

 

İşte bu Giritli Hüsnü Bey-Husnuyadis daha sonra kaçtığı Yunanistan'da bir kilisenin terk edilmiş bir köşesine atılan mezarının başına 'haçı kırık'

 

bir mezar taşı dikilerek, üzerine; 'Palio Turko - Serseri Türk' yazılarak tarihin çöplüğüne atılmıştır.

 

Ancak Husniyadis ile birlikte Yunanistan'a bir kişi daha kaçmıştır; o da amca oğlu Derviş Mehmet'dir!!!

 

Derviş Mehmet daha sonra yurda dönerek Menemen isyanını tertiplemiş ve Kubilay' ı şehit etmişlerdir.

Gönderi tarihi:

YAŞADIĞIMIZ VATAN TOPRAĞI VE MİLLETİMİZE İNSAFSIZLIK YAPILMASINA KARŞI ÇIKMA VE GERÇEKLERİ BİR DAHA DİLE GETİRMEK MAKSADI İLE HAZIRLANMIŞTIR.

 

ERMENİSTAN DEVLET ARŞİVİNDE BULUNAN RESMİ RAPORLARDAN BÖLÜMLER

 

BELGE 1/TAŞNAK SUBAYININ RAPORU

 

Taşnak subayının 1920 yılında Beyazıt-Vaaram bölgesinden yazdığı raporunda şunlar yazılıdır;

 

"Basar-Gecar' daki Türk nüfusu ayırt etmeden imha ettim. Bazen kurşunlara yazık olmasın dersin ya. Bu köpeklere karşı en etkili yol, çarpışmadan sonra sağ kalanları toplayıp kuyuların içine tıkmak ve bir daha dünyada bulunmamaları için yukarıdan ağır kayalarla ezmek.

Ben de öyle yaptım. Bütün erkekleri, kadınları ve çocukları topladım, benim tarafımdan atıldıkları kuyuların içinde kayalarla ezerek hepsinin hayatına son verdim."

 

Bu belge, Ermeni Sovyet tarihçisi A. A. Lalayan'In önce 1936 yIlInda RevolyutsionnIy Vostok dergisinin 2-3 ncü sayılarında daha sonra 1938 yılında SSCB Bilimler Akademisi Tarih Enstitüsü'nün yayın organı istroriceskie Zapiski dergisinin 2 nci sayısında yer almıştır.

 

BELGE 2 / ERMENİ YARBAYI MELİK - $AHNAZAROV'UN RAPORU

 

Taşnakların Baş-Gyarninsk birliği komutanı Yarbay Melik-Şahnazarov, Ermenistan Devlet Arşivi f. 67, d. 644, y. 1-2 numaralarıyla kayıtlı, 7 Kasım 1918 tarihli acil damgalı raporda;

 

Bölgenin bütün köylerini bombaladıklarını, 30 Türk köyünü ele geçirdiklerini ve geri kalan 29 köyü de bombalamak amacıyla harekât izni istediğini bildirmektedir.

Bu rapor Tümen komutanlığına gönderilmiştir. Merkezden onay alan Taşnak birliği, Baş-Gyarninsk bölgesindeki onlarca Azeri köyünü yerle bir etmiş, kadın, çocuk, yaşlı, genç yüzlerce insanı öldürmüş ve mallarını yağmalamıştır.

 

BELGE 3 / TAŞNAK HÜKÜMET YETKİLİSİNİN TAŞNAK BAŞBAKANINA RAPORU

 

Bir Taşnak yetkilisinin, 21 Haziran 1920 günü Taşnak hükümetinin başı A. Ogancanyan'a yazdığı rapor, Ermenistan Devlet Arşivi'nde f. 65, d. 116, y. 96 numaralarıyla kayıtlıdır. Raporda, şu satırlar dikkati çekmektedir:

 

"Zangi-Bassar tarafımızdan işgal edildi. Bu ülke öyle zengin ki, bizim borçlarımızı birkaç defa kapatacak durumda. iki gündür burada görülmemiş bir yağma gerçekleşti. Buğdayları, arpaları,pirinçleri, semaverleri, halıları, paraları ve altınları topladılar. Maliye Bakanlığı, iki görevlisini yanlarında örgütlü bir güç olmadan buraya ancak dün gönderebildi.

 

BELGE 4 / ERMENİ DEVLETİNİN KARS VALİSİNİN RAPORU

 

Rapor, Ermenistan Devlet Arşivi'nde f. 67, d. 1769, y. 25 numaralarıyla kayıtlı. O zaman işgal altında bulunan Kars'taki Ermeni Valisi tarafından merkeze gönderilmiş. Ermeni Vali, bölgedeki Türk ve Kürt nüfusun imha edilmesi ve mallarının yağmalanmasıyla ilgili bilgiler veriyor.

Raporda, köylerin işgalinden sonra köyün bütün zenginliğine el koyma işini, resmî olarak denetim altına alamadıkları için yakınılmaktadır.

Vali, devamla şöyle diyor;

" Bölge gerçekten bir hazine gibi. Ama ne yazık ki biz burayı tam olarak kontrol edemiyoruz."

 

 

BELGE 5 / ERMENİ JOGOVURD GAZETESİNİN HABERİ ;’ TÜRK NÜFUSUN BÖLGEDEN SÜRÜLMESi’’

 

Ermenistan'ı yöneten güçlerin yayın organlarından biri olan Jogovurd gazetesinin 1920 yılındaki 105 nci sayısında, G. Muradyan isimli yazar, Gorci Gölü'nün kuzey kıyılarındaki Azeri köylerinden geçtiği haberde,Türk nüfusun bölgeden nasıl silah zoruyla sürüldüğünü anlatmaktadır.

 

"Hükümetimizin çalışmaları sonunda bu köylerin nüfusu Ermenistan sınırlarının dışına atıldı.Ölüm sessizliğinden şaşkına dönmüş, garip bir şekilde miyavlayan ve havlayan, şaşkın sesler çıkaran bir kaç kedi ve ayrıca iki-üç köpeğin kaldığı terk edilmiş köyler gördüm.Bu köylerin halkı göç ederken, artlarında oldukça yüksek miktarda tohum, patates, buğday ve arpa bırakmışlar. Hükümet, bu köylerden iki milyon pudun üzerinde buğday ve yarım milyon pud patates toplayabilir."

 

BELGE 6 / HÜKÜMET KOMİSERİ AGAMYAN'IN RAPORU ERMENİ ORDUSUNUN ERMENİLERE YAPTIĞI ZULMÜ ANLATIYOR

 

Yine Ermenistan Devlet Arşivi'nde f. 67, d. 1588, y. 62-63 kayıtlı belgelerde, Taşnak hükümeti komiseri V. Agamyan'In ordudan firarları önlemek bahanesiyle soruşturma veya mahkeme olmaksızın insanları cezalandırdığı ve kurşuna dizdiği saptanmaktadır.

 

Agamyan, firarla suçlanan kişilerin eşlerini, annelerini ve kız kardeşlerini toplayıp, çırılçıplak soyarak, onları köy meydanında bütün insanların gözü önünde kaz yürüyüşünü taklit etmek zorunda bırakmıştır.

Taşnak yetkilisi, daha sonra çıplak kadınları dövmüş ve onları saatlerce suyun içinde tutmuştur. Ardından kadınları tutuklama emri veren Agamyan, gece genç kadınların ve kızların ırzına geçmiş ve geçirtmiştir.

 

Agamyan, hiç bir şekilde cezalandırılmadan görevine uzun süre devam etmiştir.

M. Azarapetov isimli ajan Taşnak hükümetine, kendisine köylülerce suikast girişiminde bulunacağını bildirince Agamyan'I merkeze alınmıştır.

 

Taşnak hükümeti, 1918 yılına gelindiğinde 35 yaşına kadarki bütün vatandaşlarını askere çağırmış ve Türkiye'ye karşı savaş için tekrar "Gönüllü" birlikler kurmuştur. Yayın organlarında yaptıkları duyurularla alınan bu karara karşı gelenlerin ölümle cezalandırılacağı, "aklı olanın" bu kurallara uyacağı yazılarak tehdit yöntemlerine başvurulmuştur.

Bakû'de yayımlanan Taşnak yayın organı Aren'in 1 Mart 1918 tarihli 48 nci sayısı buna bir örnektir.

 

 

BELGE 7 / ERMENİ HÜKÜMETİ ERMENİ KÖYLÜSÜNÜ CEZALANDIRMAK iÇiN SUSUZ BIRAKIYOR VE ÖLÜMLERE YOL AÇIYOR

 

Ermenistan Devlet Arşivi'nde f. 67/199, d. 139, y. 230 numarada kayıtlı başka bir belgede ise, Taşnak hükümetinin asker vermeyi reddeden Berd, Verhniy, Karmir, Ahbyur köylerine ve Şamşadinsk bölgesinin diğer köylerine cezalandırma amacıyla gönderdiği özel müfrezelerin uygulamaları anlatılıyor.

Taşnak hükümetinin, boyun eğmeyen köylüleri cezalandırmak için Zangi nehrinin kolunu kapattığı ve bölgedeki köyleri susuz bıraktığı Ermeni hâkim güçlerinin gazetelerinden olan Jogavurd'un 29 Haziran 1920 tarihli 102 nci sayısında aktarılmaktadır.

Bu cezalandırmanın sonucunda bir çok insan ölmüş, tarladaki ürünler mahvolmuştur.

 

BELGE 8 / TAŞNAK KOMUTANIN RAPORU; TÜRK ORDUSUNU COŞKUYLA KARŞILAYAN ERMENİ KÖYLÜLERİ

 

Bu rapor, Ermeni Devlet Arşivi'nde f. 68/200, d. 867, y. 278 numaralarında kayıtlıdır.Taşnak hükümeti ordusu komutanı, firar eden askerleri aramak üzere Ecmiadzin kazasından Gümrü köylerine bir subay gönderir. Bu subayın ifadelerine dayanarak komutan, Taşnak hükümeti ordusunun genel karargâhına 14 Kasım 1920 tarihinde şu bilgileri rapor eder:

"Gümrü bölgesi Ermenileri Taşnak subayını düşmanca karşılamış ve hatta bir kaç kez Türklere teslim etmeye kalkmışlar.

Bir çok köyde halk tepkili ve askeriyeyi düşman olarak görüyor. İlhiab ve Kapanak köylerinde

kızıl bayraklar çekilmiş. (.)

Subayım, M. Kapanak köyünde Selcan Ermenilerinden oluşan atlıların eşliğindeki Türk süvari devriyesiyle karşılaşmış ve Türklerin halk tarafından ekmek ve tuzla karşılandığına şahit olmuştur. Köylerde kadınlar kazanlarda yemekler hazırlamışlar. Subayım, yemeği kimin için hazırladıklarını sorduğunda şöyle cevap vermişler; 'Tabii ki Türkler için, sizin için değil.'"

 

 

BELGE 9 / ERMENi MiLLi BÜROSUNUN ÇAR II. NiKOLAY'A BA$VURUSU

 

Ermeni arşivlerinde, Taşnak yönetimi ile emperyalistler arasındaki ilişkinin boyutlarını yansıtan çok sayıda belge bulunmaktadır.

Örnegin; Ermeni Milli Bürosu'nun Birinci Dünya Savaşı'nın hemen başında Çar II. Nikolay'a başvurusu, Taşnak yönetiminin emperyalizme ne denli bel bağladığını yansıtmaktadır.

 

"Yeni şanlı Rus silahı olmak ve Rusya'nın Doğu'daki tarihsel görevini yerine getirmek vatan borcumuz olmaktadır. Kalbimiz bu istekle yanmaktadır. Rus bayrağı, İstanbul ve Çanakkale boğazlarında özgürce dalgalanacaktır. Sizin iradeniz, yüce devletiniz Türkiye boyunduruğu altındaki halklara özgürlük verecektir."

 

 

BELGE 10 / İSTANBUL’DAKİ PATRİK ZAVEN BÜTÜN ERMENİLERİ RUS YÖNETİMİNDE BİRLEŞTİRMEYİ SAVUNUYOR

 

Zaten daha savaş başlamadan önce İstanbul'daki Ermeni Patriği Zaven, Ermeni milliyetçi-liberallerin yayın organı Mşak'ın muhabirine Ermeni meselesinin köklü çözümünün, bütün Ermenistan'ın (Türkiye'nin Doğu Anadolu Bölgesi dahil) Rus yönetimi altında birleşmesiyle gerçekleşeceğini

belirtmiştir.

Patrik, "Ruslar buraya ne kadar çabuk gelirse bizim için o kadar iyi" ifadesini kullanmıştır.

 

 

BELGE 11 / ERMENİLERİN EMPERYALİST ORDULARDA SAVA$TIĞINI YANISITAN ERMENİ BELGE VE RAPORLARI

 

Taşnaksutyun Partisi'nin Dışişleri Bürosu Başkanı Zavriyev'in Çarlık Rusyası' nın Londra ve Paris Büyükelçilerine 1915 yılında gönderdiği mektup Birinci Dünya Savaşı'nda Ermenilerin oynadığı rolü gözler önüne sermektedir.

 

"Bugünkü savaşın ilk günlerinden beri Rusya Ermenileri, Rusya'da ve Türkiye'de savaşa katılmayı beklemektedir. Bu durum savaşın sonunda Ermeni meselesinin yeniden gündeme alınması ve kesin şekilde çözülmesi umudunu doğurmaktadır. Bu sebeple Ermeniler, yaklaşan olaylara katılmaktan

geri duramaz, bundan ötürü savaşta en hararetli biçimde yerini almalıdır."

Çarlık hükümetinin arşivinde de yer alan bu mektubun içeriğini destekleyen başka bir Taşnak belgesi de siyaset adamı ve tarihçi Boryan'ın kişisel arşivinde bulunmaktadır.

1915 Şubatında Tiflis'teki Bütün Ermenistan Milli Kongresi'nde Taşnaksutyun Partisi'nin askeri kanat temsilcisinin yaptığı konuşmayı içeren belge, bu bakımdan çarpıcıdır.

 

"Bilindiği gibi, Rus hükümeti savaşın başında Türk Ermenilerini silahlandırmak ve savaş sırasında ülke içinde ayaklanmaya hazırlamak amacıyla 242. 900 ruble verdi.

Gönüllü birliklerimiz Türk ordusunun savunma hattını yarıp, ayaklananlarla birleşerek cephe ve cephe gerisinde anarşi yaratmak ve bununla birlikte Rus ordularının geçişini ve Türk Ermenistanı' nı ele geçirmesini sağlamak zorundadır."

 

 

BELGE 12 / ERMENİ BİRLİKLERİNİN RUS ORDUSUNUN VURUCU GÜCÜ OLARAK SAVAŞTIĞINI YANSITAN HABER VE RAPORLAR

 

Taşnak yayınları, cephede ve cephe gerisinde anarşi çıkardıklarını ve Rus ordularının vurucu gücü olarak savaştıklarını itiraf eden belgelerle doludur.

 

Taşnaksutyun'un yayın organı olan Orizon gazetesi, 1912 yılı 196 ncı sayısında şöyle yazıyor;

"Türk devlet yetkilileri ve iktidar sahipleri bilsinler ki, ne bir Türk ne de Türk devleti bundan böyle hiç bir Ermeni için değer taşımamaktadır. Varlıklarını korumak için başka yollar düşünsünler."

 

Yine Orizon'un 31 Ekim 1914 tarihli 243 ncü sayısında Ermeniler aktif olarak savaşta yer almaya çağırılırken, Çarlık Rusyası' nın zaferinin Ermenilerin de zaferi olacağı belirtilmektedir.

 

Taşnakların başka bir yayın organı Ayrenik ise 24 Eylül 1915 tarihli 2 nci sayısında Tiflis'e yeni gelen Çarlık Rusyası' nın Kafkasya Valisi Nikolay Nikolayevic icin yazılanlar ibret vericidir:

"Dün Tiflis'e Çar'ın Kafkasya'daki vekili ekselansları yüce prens Nikolay Nikolayevic teşrif etti. Yüce prensin kesin iradesi ve kararlılığıyla Türk hükümetinin varlığını sonsuza dek ortadan kaldıracağına derinden inanıyoruz. Bu inançla Kafkaslar'daki Rus ordusunun sevgili 6. Başkomutanını selamlar ve ona 'Hoş geldin' deriz."

 

 

BELGE 13 / ERMENİ BİRLİKLERİN AYNI ZAMANDA İNGİLİZ VE FRANSIZ EMPERYALİSTLERİN EMRİNDE DE SAVAŞTIĞINI YANSITAN BELGELER

 

Çarlık Rusyası'nın yıkılmasının ardından Taşnaklar, bu sefer Batılı emperyalistlerin güdümünde hareket etmişler ve İngiltere, Fransa, ABD gibi devletlerin bölgedeki çıkarlarının hizmetine girmişlerdir.

Taşnak hükümetinin başbakanı, 7 Şubat 1919 tarihinde İngiliz işgal kuvvetleri komutanı General F. Wocker'la yaptığı görüşmede Ermenilerin, İtilaf Devletleri'nin zaferiyle ve Kafkasya'ya gelmeleriyle durumlarının iyiye doğru değişeceğinden kesinlikle emin olduklarını belirtmiştir.

Bu görüşmenin raporu, Ermenistan İc İşleri Bakanlığı arşivinde fond 68, dosya 17, yaprak 40 numaralarıyla saklanmaktadır.

 

Aynı şekilde Ermenistan Devlet arşivinde f. 200, d. 132, y. 338 numaralarıyla saklanan başka bir belge, Adana'daki Ermenilerin, Fransız işgal kuvvetleri komutanı General Diffe komutasında "İntikam Birlikleri" adıyla silahlandırıldıklarını ve Fransız üniformasıyla savaştıklarını anlatmaktadır.

Gönderi tarihi:

Rusya'nın Osmanlı Devleti'ni tehdit etmesi üzerine çıkan Kırım savaşı öncesindeyiz.(TARİHE DAYALI GERÇEKLER. YORUM SİZLERE AİT)

 

Ünlü düşünür ve siyaset bilimci Karl Marx, o günleri değerlendiren bir makale yazar. Makale; 1 Temmuz 1853 tarihli New York Daily Tribune

 

Gazetesi'nde yayımlanır.

 

Bu makalede; Ermeni Prensi Leo, Londra'dan; Türkiye'deki Ermenilere şöyle sesleniyor:

 

" Sevgili kardeşlerim, sadık yurttaşlarım!

 

İstediğimiz ve yürekten arzumuz, kanınızın son damlasına kadar ülkenizi (Osmanlı Devleti'ni, yani Türkiye'yi) ve Sultan'ı (O zamanki Osmanlı Sultan'ı Abdülmecit'i), Kuzey'in zalimine (Rusya'ya) karşı savunmanızdır.

 

Anımsayın kardeşlerim!

 

Türkiye'de Rus kamçısı yoktur; burun deliklerinizi yırtmazlar; kadınlarınız gizlice ya da halkın gözleri önünde kamçılanmaz.

 

Sultanın hükümranlığı altında insanlık vardır; buna karşılık Kuzey'in o zaliminin hükümranlığı altında ise sadece gaddarlık vardır.

 

Bu nedenle kendinizi Tanrının gösterdiği yola sokun ve ülkenizin özgürlüğü ve şimdiki hükümdarınız için kahramanca savaşın "

 

Ancak bu tarihten 40 sene sonra Sason'da Ermeni isyancılar kan döküyorlar; ayaklanmalar, Anadolu'nun değişik bölgelerine yayılıyordu.

 

15 Mayıs 1915'te Rus ordusuyla birleşen Ermeniler, Van'da ayaklanmışlar ve şehri ele geçirip 20 bin dolayında Türk'ü katlediyorlardı.

Gönderi tarihi:

AÇILIMI ANLAMADAN ( SONER YALÇIN'DAN ALINTIDIR)(ENGİN DİKKATİNİZE SUNUYORUM)

 

 

Yıl: 1909

 

İttihat ve Terakki Edirne mebusu Haşim Bey, Ağustos ayında Girit'te Rumlar tarafından hunharca öldürülen Osman Efendi (Koraşaki) ile Hüseyin Ağa (Subaşaki) adlı iki Türk'ün naaşlarını kartpostal yaptırıp devlet erkânına gönderdi.

 

Mesajı açıktı; "Girit elden gidiyor!"

Osmanlı Devleti ise, dört büyük ülkeye güvenip, "açılım" yaparak sorunu çözeceğini umuyordu. Oysa Osmanlı Girit'te daha önce kaç kez açılım yapmıştı...

 

Osmanlı Ordusu, Akdeniz'in en büyük adalarından olan Girit'i 1645-1669 yılları arasında Venedikliler'den aldı.

Adanın Müslümanlaştırılması konusunda farklı bir metot uyguladı: Balkanlar'da "şenlendirme" adıyla yaptığı zorunlu iskânı bu kez adada uygulamadı. Fakat zorunlu olmasa da Girit, Türk göçü aldı. Bu arada Osmanlı, Kapıkulu askerinin evlenme yasağını kaldırdı. Bunlar Rum kızlarıyla evlendi. Bazı Rumlar'ın da din değiştirmesiyle Girit nüfusunda Müslüman sayısı kısa sürede çoğaldı.

 

Ancak zaten Rumlar'ın bir bölümü, 823-963 yılları arasında adaya egemen olan Müslüman Araplar idi. Bunlar Bizans'ın zoruyla Hıristiyan olmuşlardı. Bu gerçeği saklamayanlardan biri de,

Giritli ünlü yazar Nikos Kazancakis (1883-1957) idi. "El Greco'ya Mektuplar" eserinde Arap soyundan(Abadyotlar'dan) geldiğini iftiharla yazdı.

Dünyaca ünlü ressam El Greco (1541-1614) da Giritliydi.

1700'lü yıllarda ada nüfusunda Rumlar ve Türkler hemen hemen eşitti. Adanın dili Rumca, Arapça, Türkçe karışımı olan, yerel halkın "Giritçe" dediği dildi. Bu dil Rumca'ya yakındı. Bunun sebebi, Osmanlı idaresinin Türkçe'ye gerekli özeni göstermemesiydi.

İlginçtir; Girit'te Türk dilinin unutulmamasını sağlayan Horasan kökenli Bektaşi tekke ve zaviyeleriydi.

 

Türk ve Rumlar arasında yıllar içinde akrabalık sayısı arttı. "Et ve tırnak gibi" oldular. Ancak ne zaman Osmanlı ekonomisinde duraklama ve gerileme dönemi başladı; Girit'te isyanlar patlak verdi. Bunda, Ortodoksların hamiliğine soyunan Rusya'nın payı büyüktü.

 

1768'de Çariçe Katerina'nın kışkırtmasıyla, ticari filoya sahip zengin tüccar Yanis Daskoloyanis liderliğinde Rumlar (Sfakyalılar) ayaklandı. Osmanlı isyanı bastırdı; Daskoloyanis ve arkadaşları idam edildi ama 100 yıldır "et ve tırnak" gibi yaşayan Rumlar ve Türkler arasında güven kaybı başladı.

Ne yazık ki yaşanılacak sonraki tarihsel süreç adanın bu iki halkını birbirine düşman edecekti.

 

Bunun içsel olduğu gibi dışsal nedenleri de vardı. Öncelikle, siyasi, sosyal ve ekonomisi alt üst olan Avrupa yeniden kuruluyor; yeni ittifaklar oluşturuluyordu. Bu nedenle 1821'de Mora yarımadasında başlayıp Girit'e sıçrayan isyan Avrupa'dan çok destek buldu. Bu desteğin siyasi yanı gibi kültürel yanı da vardı;

Rönesans'la birlikte Batı'da antik Yunan hayranlığı başladı. Rumların camilere, tekkelere, çiftliklere, vakıflara saldırmasını; Türk köylülerini öldürmesini Avrupa seyretti. Kılı kıpırdamadı.

 

Can güvenlikleri kalmayan köylerdeki Müslümanlar şehirlere göç etti. Ancak Rumların şiddeti her geçen gün artırdı. Osmanlı, Mısır'daki Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dan yardım alarak ayaklanmayı ancak 4 yılda bastırabildi. Cephe savaşları için eğitilen askerler küçük çetecilerle başa çıkmakta zorlanmıştı.

İsyanın bastırılması ve Osmanlı'nın Doğu Akdeniz'e tekrar hakim olma ihtimali, İngiltere, Fransa ve Rusya'nın hoşuna gitmedi. Bu üç devlet Osmanlı'dan Yunanlılara, Sırbıstan ve Romanya'da olduğu gibi "prenslik" vermesini istedi.

Avrupa'da da büyük bir kamuoyu baskısı vardı. Şair Lord Byron, ressam Delacroix, yazar Victor Hugo vs. gibi aydınlar eserlerinde Yunan isyanına destek çıktı.

 

Kuşkusuz mesele sanatçılarla çözülmedi; İngiliz, Fransız ve Rus donanmaları Mora'daki Navarin Limanı'ndaki 57 Türk gemisini batırıp, sekiz bin Mehmetçik'i şehit etti.

Osmanlı şaşkındı; ne yapacağını bilemedi. Çünkü Yeniçeri Ocağı'nı daha yeni tasfiye edip Asakir-i Mansure-i Muhammediye teşkilatını kurmuştu. Savaşacak askeri gücü yoktu.

Sonuçta Osmanlı, Yunanistan'ın bağımsızlık talebinden vazgeçmesi ve kendisine her yıl belli miktarda vergi vermesi karşılığında, Mora yarımadasında "Yunan Prensliği" kurulmasını kabul etti.

 

Aradan çok geçmedi. Rusya'da Osmanlı'ya saldırdı. Erzurum'u, Edirne'yi aldı. İngiltere ve Fransa, Rusya'nın ilerleyişinden memnun olmadı. Taraflar bir masa etrafında buluştu. Buradan ne karar çıktı dersiniz;

Yunanistan'ın bağımsızlığı! Enosis (birleşme) için ilk adım atılmış oldu.

Girit Rumları fırsatı kaçırmadı; Yunanistan'la birleşmek için hemen ayaklandı. İsyan bu kez çabuk bastırıldı. Rumlar Avrupa'dan da gerekli desteği bulamadı.

Çünkü emperyal devletler, hasta adam Osmanlı'yı nasıl paylaşacakları konusunda henüz hemfikir değildi. Öyle ki, Osmanlı, İngiliz ve Fransızların "Avrupa Konseyi"ne alınma sözüyle Rusya'ya savaş açtı.

Ruslar da sıcak denizlere inme hülyasından hiç kopmadı. Giritli Rumların umudu da Rusların bu hülyasıydı. Her fırsatta ayaklandılar ve her isyanda bir siyasi hak elde ettiler.

Nasıl mı?

 

Açılımın birinci aşaması: Genel af çıkarıldı

 

Ruslar dindaşları Yunanlıları, İngilizlere kaptırmamak için, Çar II.Aleksander'ın yeğeni Grand Düşes Olga'yı Yunan Kralı Georgios ile evlendirdi.

Bu düğünde bir dedikodu çıktı; Ruslar çeyiz olarak Girit'i Yunanlılara verecekti! Dedikoduya o kadar inanıldı ki, Girit'in fanatik milliyetçi dağlıları Sfakyalılar, Mihail Korakas liderliğinde ayaklandı.

16 Ağustos 1866'da Selino Kazası'ndaki Müslümanları kadın çocuk demeden öldürdüler. Osmanlı Ordusu çetecilerin peşine düştü. Tam isyanı bastıracakken devreye İngiltere ve Fransa girdi.

Teklifleri şuydu:

Girit Yunanlılara verilemezdi ancak Osmanlı da "Girit Açılımı" yapmalıydı.

 

Nasıl olacaktı bu açılım?

 

İlk şart; askeri harekât hemen durdurulmalıydı. Ayrıca silah bırakacak isyancılar için umumi af çıkarılmalıydı.

 

Tanıdık geliyor mu? Devam edelim:

 

Girit yoksuldu; ada halkı iki yıl vergiden muaf olmalıydı. İdari reformlar da yapılmalıydı; Padişah'ın atayacağı valinin biri Türk diğeri Rum iki

 

yardımcısı olmalıydı. Ayrıca resmi yazışmalarda Türkçe zorunluluğu kaldırılmalıydı.

 

Osmanlı açılımı kabul etti.Türkler rahatladı; köy ve mezralarına döndü. Müslümanlar, "bu açılım ne kadar güzelmiş" demeye başladı.

 

Açılımın ikinci aşaması: Jandarma yeniden düzenlendi

 

Osmanlı'nın 1878'de Ruslara yenilmesi Girit'te yeni bir ayaklanmaya neden oldu. Olan köylerine dönen "açılım kurbanı" Türklere oldu; evleri, tarlaları yakıldı; canlarından oldular.

Osmanlı Ordusu yine isyancıların peşine düştü. Ve devreye yine Avrupalılar girdi. Onların bastırmalarıyla, diğer Osmanlı vilayetlerinden farklı, Girit'e özel imtiyazlar tanındı; yani yeni bir sözleşme/açılım yapıldı.

 

 

25 Ekim 1878'deki bu Halepa Sözleşmesi' Açılımı şöyle olacaktı:

Girit Valisi sadece Müslümanlardan seçilmeyecekti, Hıristiyan da olacaktı. Vilayet genel meclisinde Rumlar (49/31) çoğunlukta olacaktı.

Hıristiyan Kaymakamlar Müslüman Kaymakamlardan sayıca fazla olacaktı. Vilayet Meclisi ve mahkeme dili Rumca olacak; ancak resmi zabıtlar ve dilekçeler Rumca ve Türkçe olabilecekti.Ve en önemlisi asayişi sağlayan Jandarma, yerli halktan seçilecekti.

 

Osmanlı bu açılama da "evet" dedi. Yeter ki kardeş kanı dursun diyordu. Fotyadi Paşa, Sava Paşa, Kostaki Anthopulos Paşa, Nikolaki Sartinski Paşa gibi isimleri sırasıyla Girit'e vali atadı. Diyeceksiniz "artık bu açılım adaya sükûnet getirmiştir!"

Hayır...

 

Açılımın üçüncü aşaması: Avrupa'ya müdahale hakkı 1885, 1888'de Girit iki ayaklanmaya daha sahne oldu. Fakat en büyük isyan 1896'da oldu.

Artık taraflardan biri asker değildi; Ağri'de, Kalives'te, Resmo'da, Hanya'da vd. 250 yıldır birlikte yaşayan komşular birbirine silah sıkmaya başladı.

Girit yanıyordu.

Tabii yine beklenen oldu; İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Rusya olaylara müdahale etti. Asayiş amacıyla savaş gemilerini Girit'e gönderdiler.

Ve Osmanlı'ya yine, yeni bir sözleşme/açılım dayattılar.

Girit valisi kesinlikle Hıristiyan olacaktı; Vali, adada karışıklık çıkması halinde Batı'dan silah ve asker yardımı isteyebilecekti;

Hemen genel af ilan edilecekti;

Memurların üçte biri Hıristiyan olacaktı;

Avrupalı hukukçular adli bir ıslahat reformu hazırlayacaktı.

Osmanlı bu açılıma da boyun eğdi. Başkent İstanbul'un Girit'te açılım yapmaktan başı dönmüştü.

 

Ancak 25 Ağustos 1896 Nizamnamesi/ açılımı Girit'ten kopuşu hızlandırdı.

Elleri silahlı Rumlar artık şehir merkezlerinde bile gezip, kimseden korkmadan Türkleri öldürmeye başladı. Bu cinayetler sonucu, Amcaoğlu Hüseyin, Bedeloğlu Mehmet, Bunacuoğlu Selim Ağa'nın çoban oğlu, Yanatoğlu Halim, Salih Kaziyatoğlu, Güldanoğlu Hüseyin, Muradoğlu Hasan, Osman Korethaki gibi yüzlerce Türk öldürüldü.

Resmolu Hüseyin Subaşaki gibi Türkler şehit edildikten sonra, hıncını alamayan asiler tarafından kafatası bıçak ve sopalarla delik deşik edildi.

Türkler korunaksızdı.

Girit'in Hıristiyan valisi, kasten Osmanlı'dan asker yardımı istemiyordu; Türklerin Girit'ten gitmesini istiyordu.

Girit'te oluk oluk Türk kanı akıyordu.

Tek tek öldürmeler kısa zamanda toplu katliamlara neden oldu. Elida, Ahladina, Nisiya, Balyovici, Sika, Lisinsi, Mulina, İskalavos, Handra, Akriba, Lamnon, Ziru gibi Türk köyleri yakılıp yıkıldı; Müslüman ahalisi öldürüldü. Türkler adadan kaçış yolu arıyordu artık.Hanya ve Resmo'da altmış bin Müslüman sığınmacı kurtarılmayı bekliyordu.

Giritli Müslümanlar, açılım gereği Osmanlı'nın Girit'e asker çıkaramayacağını anlayınca, İran Şahı Muzafferiddin Han'dan yardım istedi!

Sadece Girit'te değil Yanya'daki feryatlara Avrupalının kulağı kapalıydı.

 

Sonunda Osmanlı, 18 Nisan 1897'de Yunanistan'a savaş açtı. Beklendiği gibi bir ay gibi kısa sürede Yunan Ordusu'nu perişan etti. Türk Ordusu Atina'ya girecekken, Rus Çarı II. Nikolay'ın isteği ve İngiltere'nin baskısıyla II. Abdulhamid Türk Ordusu'nu durdurdu.

Yapılan barış görüşmelerinde galip Osmanlı, bırakın bir avuç toprak almayı, savaş tazminatını bile alamadı.

Aksine Girit'teki nüfuzunu kaybetti...

 

Açılımın dördüncü aşaması: Otonom ilan edildi

 

Diyeceksiniz ki, Osmanlı Ordusu, Yunanlıları yenince Girit'teki Rumlar korkup sinmişlerdir. Ne gezer!

En acıklısı Girit'te yaşandı. "Türkler, Rumları kesecek" iddiasıyla Avrupa devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya) adaya asker çıkardı.

Asayişi artık onların askeri sağlayacaktı!

O halde Girit'te Türk askerine gerek var mıydı? Diyorlardı ki,

"Osmanlı askeri gidince Rumlar bir daha ayaklanmazdı!"

 

Gülmeyiniz, aynı gerekçeler günümüzde Kıbrıs için de söyleniyor...Avrupa'nın bu kandırmasıyla Türk askeri 1898'de Girit'ten çekildi.

Ada otonom ilan edildi.Girit'in kaderi, Avrupalılara bırakıldı. Avrupalılar, Rumlar'ın ve Türkler'in can ve mal güvenliklerini garanti altına aldıktan sonra adadan ayrılacaklardı. Girit'e böylece barış gelecekti. Harika!

 

Tabii bu arada bir şart daha ileri sürüldü:

Girit valisini seçme hakkı Osmanlı padişahına bırakıldı. Ancak istisnai bir durum vardı; büyük devletler o valiyi onaylaması gerekiyordu.

Yoksa kendileri atama yapacaklardı.

 

Ne oldu dersiniz; Osmanlı'nın karşı koymasına rağmen Prens Otto Girit Valisi yapıldı.

Kısa bir süre sonra Dört Devlet adadan çekildi.

 

Ve Rumlar hemen adaya Yunan bayrağı çekti. Hani barış gelecekti; beyaz güvercinler uçacaktı adanın üzerinde?

Osmanlı büyük bir diploması başarısıyla (!) bayrağı indirtti. Karşılık olarak, Avrupa ülkelerinin ve Yunanistan'ın tepkisini çekmemek için, İstanbul'da sahnelenen "Girit" adlı tiyatro oyununu sansürledi. Şaka gibi...

 

Ve sonuç:

 

Toprak kaybı

 

Osmanlı, Avrupalı dört devletin oyalayıcı sözlerine, teminatlarına ve açılım masallarına hep inandı.

 

Bunun karşılığında Girit'i kaybetti.

 

Bu da şöyle oldu: 1910'da Girit Meclisi Yunanistan'la birleşme kararı aldı.

 

Anadolu'nun bir çok yerinde mitingler yapıldı; Türkler, Girit'te savaşmak için gönüllü asker müracaatında bulundu; Yunan malları boykot edildi,

 

gemileri Osmanlı limanlarına sokulmadı; Osmanlı konuyu Lahey Hakem Mahkemesi'ne götürmek istedi vs.vs.

 

Bunların pek yaptırımı olmadı.

 

Girit onca açılıma rağmen 1913'te Osmanlı'nın elinden kuş olup uçtu, gitti!

 

Giden toprağın yüzölçümü 8.336 km2 idi; yani Güneydoğu Anadolu'dan (ki yüzölçümü 7.871 km2'dir) büyüktü.

 

Yani. Yanisi şu:

 

"Açılım" sözünü duyduğunuzda hemen Osmanlı'daki açılımların sonuçlarını anımsamalısınız.

 

Ders çıkarmalısınız. Girit sadece bir örnektir,

 

Unutmayınız ki, Osmanlı topraklarının çoğunu diplomasi oyunlarıyla kaybetti.

Gönderi tarihi:

Güzel Türkiyem ve Yüce Ulusumu Korumak Adına Unutmamamız Ve Daima Hatırda Tutmamız Gereken Tarihi Gerçekler (Yorum Sizin)

 

31 MART İSYANI

 

31 Mart kalkışmasının lideri, "Volkan" gazetesi ile İttîhad-ı Muhammedi Cemiyeti'nin yöneticisi Derviş Vahdetî'ye göre Rus Çarı ve İngiliz Kralı

 

İslam’ın dostu, bunlara karşı çıkarak ulusal devleti savunan İttihat ve Terakki Cemiyeti İslam’ın düşmanıydı.

 

Derviş Vahdeti, 31 Mart kalkışmasının hazırlayıcılarından ve önderlerindendir. Çıkardığı Volkan gazetesi ile halkı kendi saflarına çekmeye,İttihat-ı

 

Muhammedi Cemiyeti ile de onları örgütlemeye çalışmıştı. Bu konuda başarılı olduğunu da söyleyebiliriz.

 

O, Padişah Abdülhamit’e yazdığı bir mektupta aldığı eğitimi, kendisini ve yaptıklarını şöyle anlatıyordu:

 

“…Dört yaşında mektebe girdim. Beş yaşında hatmettim. (Kuran’ı) On dört yaşında iken Hafız-ı Kuran oldum. Bir miktar Arapça olarak sarf ve nahiv, biraz da fıkıh gördüm. Tarikat-ı Nakşibendî'ye sülük ettim. (Girdim.). Yaşım yirmiyi buldu. Çalıştım biraz daha okudum. Biraz ecnebi lisanı öğrenmek lazım geldiğini hissettim. Ancak, "men teşebbehe kavmen fehuve minhu (bir kimse, kendisini bir kavme benzetirse, o, o kavimden olur " hadis-i şerifi o vakitlere kadar dimağımda öyle bir kuvvet bulmuştu ki, başımda sarıkla her gün Kuranıkerim tilâvetiyle (okumakla) meşgul iken düşmen-i din olan kavmin lisanını nasıl öğrenebilirdim?

… İstanbul'a geldim. İki ay sonra avdet ( geri döndüm) ettim. Ettim ama gözüm açıldı. Ötekinden berikinden biraz İngilizce öğrendim. Tebdil-i câme ettim. (Kılık kıyafet değiştirdim.) hükümet memuru oldum. Kraliçe namına verilen balolarda redingotlu, eldivenli bir adam olarak göründüm. Yirmi beş sene hoca mesleğinde, hoca itikadında, hoca kıyafetinde bir Müslüman, şimdi medeni. Her âli gördüğüm dereceye kadem bastıkça nazarım daha ilerilere matuf (çevrilmiş) bulunuyordu. Zira İngilizler, adama hiç bedava lokma mı verirler? " (31 Martta Yabancı Parmağı, Doğan Avcıoğlu)

 

Yayınladıkları bildirilere göre bu dernek, Kuran'ı temel alıp, şeriat yasalarını ilke edinmişti.

 

Bu dernek de diğer şeriat isteği ile ortaya çıkan örgütler gibi dış kaynaklardan besleniyordu. Arkasında İngilizler vardı. Kökü dışarıda bir

 

kuruluştu, emperyalizmin emrindeydi. Derviş Vahdeti de bir İngiliz yetiştirmesiydi. Kraliçe namına verilen balolarda (mektubunda da belirttiği gibi)

 

redingot bile giymişti.

 

Derviş Vahdeti yayınladığı heyecanlı, kışkırtıcı yazılarla şeriata dönme çağrıları yapıyor, herkesin örgüte katılmasını istiyordu.

 

Her yana gazeteler gönderiyor, toplantılar yapıyor, mitingler düzenliyordu. Çünkü "İngiliz'in lokmasını" hak etmesi gerekiyordu. Kendi deyişi

 

ile "İngiliz adama bedava lokma vermezdi..."

 

31 Mart kalkışmasının hazırlıkları aşama aşama gerçekleştiriliyor, Bir yandan da askerle bağlantı kurulmaya çalışılıyordu.

 

3 Nisanda şeriatçılar ellerinde bayraklarla Ayasofya alanında toplandılar. Yer gök "şeriat isteriz" sesleri ile yankılanıyordu. Hedefte İttihatçı

 

subayların ve yöneticilerin kelleleri vardı. Derviş Vahdeti ve Bediüzzaman Said-i Kürdi (Said Nursi) kışkırtıcı konuşmalar yaptılar.

 

 

HAREKET ORDUSU

 

Ayaklanmayı ittihatçı subay İsmail Canpulat Selanik'e bildirdi. Haber karşısında Selanik ayağa kalktı. Askerler öfkeliydiler, tepkiliydiler. İkinci

 

ve Üçüncü ordu birlikleri isyanı bastırmak üzere hazırlığa başladı. Genç subaylar Meşrutiyeti kurtarmak için İstanbul'a yürümeye karar verdiler.

 

Özgürlük kahramanı Resneli Niyazi Bey, kolağası genç subay Mustafa Kemal Bey de bu birliklerin içerisindeydi. Çeşitli birliklerden oluşan bu orduya

 

Mustafa Kemal Bey'in önerisiyle, "Hareket Ordusu" adı verildi.

 

İttihat-ı Muhammedi, olaylara ağırlığını koyabilecek, kitleleri yönlendirebilecek bir konuma geldiğini anlayınca, kalkışma için fırsat kollamaya

 

başladı. Bu fırsat, Serbesti Gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi Bey'in 6 Nisan gecesi Galata Köprüsünde kurşunlanarak öldürülmesi üzerine

 

kendiliğinden doğdu. Hasan Fehmi şeriat yanlısı değildi ama İttihat ve terakkiye düşmandı.

 

Derviş Vahdeti, İttihat ve Terakki'ye karşı bu olayı çok iyi kullandı. Mizan, Serbesti, İkdam gibi gazeteleri de “hakperest matbuat” adı altında

 

mücadeleye çağırdı. Ulusalcılara nefreti artırabilmek için Volkan'da çok şiddetli bildiriler, yazılar yayınladı:

 

"Acele et Mizan!

 

Arş ileri Serbesti! İmdat Osmanlı!

 

Sebat et İkdam. Hakperest matbuat hep hücum edelim.

 

İşte istibdat kalesi, işte hürriyet şehidi zincirlere bağlanıyor,

 

Bize 'imdat!' diye kollarını uzatıyor.

 

Kale ise zayıftır, sihirle kuvvetli gözüküyor.

 

Kale muhafızları da sihirle bağlı!

 

İşte Volkan... Sancaktarlık vazifesi ilerliyor.

 

Arş ileri! Şehit olursam da siz dönmeyiniz.

 

Zira zafer bizdedir. Emin olunuz ki halk bizimledir...

 

Müfteriler, (iftiracılar) Kâmil'in namusu ikmal edilecektir (bütünlenecektir), ikmal!" (31Mart İsyanı, Ecvet Güresin)

 

 

Bir başka yazısında da Derviş Vahdeti şunları söylüyordu:

 

"Ya hürriyet şehidi Hasan Fehmi Bey'in katili bulunmalı yahut malum olan beş kişiyi, İttihatçıları vatan haricine çıkarmalı. Bu ikisinden başkası

 

milletin galeyanını durduramaz... "

 

Bütün bu propagandalar ve kışkırtmaların sonunda isyancılar, 30 Martı 31 Marta bağlayan gece ayaklandılar. Avcı taburları da bu kalkışmaya katıldı.

 

İsyanın başlamasından iki gün sonra, Hareket Ordusunun öncü birlikleri Selanik'ten İstanbul'a hareket etti. Ordunun komuta heyetinde Hareket Ordusu

 

Komutanı korgeneral Mahmut Şevket Paşa, öncü birliklerin başında Enver Bey, Ali Fethi Bey (Okyar), Kazım Bey (Karabekir) İsmail Hakkı Bey, Muhtar

 

Bey ve İsmet Bey (İnönü) gibi genç subaylar bulunuyordu.

 

Hareket Ordusu 24 Nisan 1909 günü İstanbul'a girmeye başladı. 26 Nisanda isyanı bastırarak duruma egemen oldu. Abdülhamit tahttan indirildi.

 

 

HÜRRİYET VE İTİLAF PARTİSİ

 

İttihat-ı Muhammedi Cemiyetinin yanında Ahrar Partisi de 31 Mart'ın hazırlayıcısı ve uygulayıcıları arasındaydı. Bu şeriatçı örgüt, bir İngiliz

 

dostuydu ve o kadar çok İngilizci, o kadar istekli bir emperyalizm yanlısıydı ki, kapitülasyonların kaldırılmasına bile karşı çıkıyordu. Oysa tüm

 

yurtseverler, tüm ulusalcılar, kapitülasyonların sona erdirilmesini kendilerine baş hedef seçmiş, bu yolda canlarını ortaya koyarak savaşım

 

veriyorlardı.

 

Ulusal güçlerin düşmanı bir başka dinci parti, Hürriyet ve İtilaf Partisiydi. Sırtını emperyalizme dayamıştı. Yeşil şeriatçılık perdesinin arkasında

 

ülke yönetimini yabancı güçlere teslim edebilmek için elinden geleni ardına koymuyordu.

 

O yıllarda İttihatçıların hemen hepsi Ulusal Kurtuluş Hareketi saflarında savaştıkları halde, İtilafçıların hemen hepsi, başından sonuna değin

 

saldırgan devletlerin yanında yer aldılar, onlara bağlı kaldılar ve asla buyruklarından dışarı çıkmadılar. Bağımsızlık savaşını engelleyebilmek,

 

İngiliz efendilerine yaranabilmek için ellerinden gelen her çabayı gösterdiler; Şeyhülislam Dürrizade'nin imzasıyla, "Katli vaciptir" diye Mustafa

 

Kemal'in "idam fermanı"nı bile çıkardılar.

 

Hürriyet ve İtilaf Fırkası 1911'de kuruldu. Tek başlarına bir varlık gösteremeyeceğini anlayan gerici, tutucu, dinci kesimler, bu parti çatısı

 

altında toplanmaya karar verdiler. Birleşip bütünleşerek daha da güçlendiler. Denilebilir ki, siyasal İslamcı gruplar, partiler ve dernekler

 

arasında en etkili çalışan, emperyalizme en üst düzeyde hizmet veren tek örgüt, Hürriyet ve İtilaf Fırkasıydı. Bu temel görevinin yanında, bir başka

 

görevi de İttihat ve Terakki'yi güçsüz düşürüp, yok etmekti. Kurucularının başında Rıza Nur geliyordu. Partinin genel sekreteri ise Kurtuluş

 

Savaşından sonra linç edilerek öldürülen Ali Kemal'di.

 

Hürriyet ve İtilaf Partisi, Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın" 1913'te öldürülmesinden sonra dağılmak zorunda kaldı. Çünkü bu olayda onların da

 

parmağının olduğu ortaya çıkmıştı. Daha sonra 1918 yıllarının sonlarına doğru ortamı elverişli bulan İtilafçılar bir araya gelip partiyi yeniden

 

kurdular. Kurucuları arasında Refik Halit Karay, Rıza Tevfik Bölükbaşı da vardı. Bu kez, Padişah Vahdettin ve Damat Ferit Paşa da partiye açıktan

 

destek veriyorlardı.

 

İngiliz uşağı bu işbirlikçi ekip işbaşına geçtikten sonra, ulusalcılara karşı kendisini daha da güçlü gören Sultan Vahdettin, 4 Mart 1919

 

tarihinde, İngiltere'nin ülkemizi doğrudan yönetmesi için şu önerileri iletti:

 

●İngiltere, bağımsızlığımızı korumak için, 15 yıl boyunca Türkiye'nin gerekli gördüğü yerlerini işgal edebilecektir.

 

●Osmanlı nezaretlerine (bakanlık) , İngiliz müsteşarlar atanacaktır.

 

●Her Osmanlı vilayetinde, valiye müşavirlik (danışmanlık) edecek bir İngiliz başkonsolosu bulunacaktır.

 

●Mahalli seçimlerle milletvekili seçimleri İngiliz denetiminde yapılacaktır.

 

●Maliyeyi İngilizler denetleyecektir.

 

●Fakat Sultan, İmparatorluğun dış politikasını yönetmekte kesinlikle hür olacaktır. " (Hikmet Bayur, Atatürk, s. 270-272)

 

 

Hürriyet ve İtilaf Fırkası Genel Sekreteri olan Ali Kemal'in, 7 Ağustos 1919 tarihinde yayınlanan "Türkiye ve Mandaterlik" başlıklı "ibret" verici

 

yazısı, bugünkü "neoliberal" takımının görüşleriyle şaşılacak denli bir benzerlik göstermektedir:

 

"Bizim bu müthiş yangından bir şey koparabilmek, hiç olmazsa ulusal birliğimizi sağlamamız için İngiltere'ye dayanmamız, İngiliz mandaterliğini

 

istememiz vazgeçilmezdir.

 

Şu nedenledir ki, bu zor dakikalarımızda, on yıldan beri geçirdiğimiz acıklı deneyimlerden sonra, bu uzak görüşlülüğü gösteremezsek, bilmeliyiz ki,

 

bu savaştan koca bir devlet yerine, yersiz yurtsuz serseri bir aşiret, bir hanlık durumunda çıkabileceğiz ve devletimizin, yurdumuzun, ulusumuzun

 

kesin olarak parçalanmasına tanık olacağız. " (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, cilt 1, s. 214)

 

 

Ali Kemal, bu türden yazılarla "İngiliz Mandaterliği"ni gerçekleştirmeye çalışırken, bir başka parti yöneticisi de İngilizlerin yönlendirmesiyle

 

Diyarbakır, Bitlis, Elazığ illerinde bir "Kürt Devleti" kurma çabasındaydı. Bu kişi, "Kürt Teali Cemiyeti" (Kürt Yükselme Derneği) başkanı Seyit

 

Abdülkadir'di.

 

İngiltere, Mustafa Kemal'in gücünü bölmek ve zayıflatmak için Kürt aşiretlerini ayaklandırmayı düşünüyordu. Bu, hepimizin bildiği, emperyalizmin

 

klasik "böl ve yönet" uygulamasının ta kendisiydi...

 

 

İNGİLİZ MUHİPLER CEMİYETİ (İngiliz Dostluk Derneği)

 

Bu ihanet örgütlerinden söz ederken elbette "İngiliz Muhipler Cemiyeti”ni unutmamak gerekir. İngiliz Muhipler Cemiyeti (İngiliz Dostluk Derneği),

 

Atatürk'ün Samsun'a çıkışından bir gün sonra, yani 20 Mayıs 1919'da kuruldu. İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin önde gelen kişileri, İngiltere

 

büyükelçiliği baş çevirmeni Ryan, İngiliz haber alma örgütünden General Deedes, Rahip Robert Frew,Şeyhülislam Mustafa Sabri, Hürriyet ve İtilaf

 

Fırkası Başkanı Miralay Sadık, Danıştay üyesi Sait Molla...

 

Bunların yanında Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit de derneğin onursal üyeleriydi.

 

İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin başkanı Sait Molla'nın Rahip Frew'a gönderdiği mektuplar "ihanetin sınır tanımazlığını ortaya koyması açısından paha

 

biçilmez belgelerdir.

 

"Bu mektuplardan anlaşıldığına göre, Damat Ferit Paşa, Şeyhülislamlardan Mustafa Sabri ve Zeynel Abidin efendiler, yazar ve bakan Ali Kemal ve polis

 

Müdürlerinden Nurettin Beylerin; dahası, doğrudan doğruya Padişah Vahdettin'in bu hainlik örgütüyle ilişkili oldukları; Sivas'taki Şeyh Recep,

 

Elazığ'daki Ali Galip olaylarıyla ilk Düzce, Karacabey, Konya ve Bozkır ayaklanmalarında bu gizli casusluk örgütüne bağlı ajanların etkili rol

 

oynadıkları açıkça görülmekte, bu ajanlara dağıtılan paranın da büyük rolü olduğu anlaşılmaktadır. Mebuslar Meclisi için yapılacak seçimleri önlemek

 

doğrultusunda bol para ile girişime geçildiği, 26 Ekim 1919 tarihli sekizinci mektuptan anlaşılmaktadır.

 

 

Bu mektupta harfi harfine şöyle denilmektedir:

 

Seçimleri geciktirmek ve geri bırakmak için gerek Mustafa Sabri ve gerek Hamdi ve Vasfı Efendilerle,verdiğimiz yönerge sınırları içinde, uzun

 

uzadıya görüştüm. İşi kabul ettiler. Mahallelerde propagandalar başladı. Gerekenleri elde edecekler. Bol para dağıtarak, halkın kafasını

 

karıştıracaklardır.Ustaca düşünce ve önlemlerimizle amaca ulaşacağımıza güvence veririm sayın üstadım.''(Söylev,cilt 1-2,s.158-159 Çağdaş yay.)

 

 

İngiliz muhipler Cemiyeti konusunda Mustafa Kemal Atatürk de Söylev'de şunları söylüyordu:

 

"İstanbul'da önemli sayılacak kuruluşlardan biri İngiliz Muhipler Cemiyeti idi. Bu addan İngilizleri sevenlerin kurdukları bir dernek anlaşılmasın.

 

Bence, bu derneği kuranlar, kendi varlık ve çıkarlarını sevenler ve kendi varlıklarıyla çıkarlarını korumak yolunu, (İngiliz Başbakanı) Lloyd George

 

başkanlığındaki İngiliz Hükümeti aracılığı ile İngiltere'nin desteğini sağlamakta arayanlardır. Bu uğursuzların, İngiliz Devletinin, Osmanlı

 

Devletini hiç parçalamadan bırakmak ve korumak isteğinde olup olmayacağını bir kez olsun düşünüp düşünmedikleri, üzerinde durulmaya değer... "

 

 

Nitekim daha sonraları, yedi düvelin başarısız olması için uğraştığı genç Türkiye Cumhuriyetine karşı, ilk büyük kalkışma da İngilizlerin

 

desteklediği Şeyh Sait İsyanı'yla ortaya çıkmıştı.

 

Elbette, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda ülkesi için canla başla savaşan yurtsever din adamlarını bu şeriatçı kesimden ayırmak gerekir

Gönderi tarihi:

Derviş Mehmet daha sonra yurda dönerek Menemen isyanını tertiplemiş ve Kubilay' ı şehit etmişlerdir.

Onun evinin krokisini de üzerine su içerek yutmaya çalışan olmuş mudur? Genetik bu işleri de kapsar mı acaba?

 

Bu arada tarihe ve günümüze ışık tutan önemli alıntılar için teşekkürler sayın metehan.

Gönderi tarihi:

Bu güzel bilgiler için teşekkürler "Sayın Metehan38"

Nezaket ve ilginiz için ben de teşekkür ederim.

 

 

Onun evinin krokisini de üzerine su içerek yutmaya çalışan olmuş mudur? Genetik bu işleri de kapsar mı acaba?

Bu arada tarihe ve günümüze ışık tutan önemli alıntılar için teşekkürler sayın metehan.

Ben de gösterdiğiniz ilgi için teşekkür ederim.

Gönderi tarihi:

Onlar Tarafından Nasıl Bilinirdik?

 

İTİBARLIYDIK; Bir zamanlar Hollanda Ticaret Odası'nın toplantılarında oylar eşit çıkınca Osmanlılarla alışverişi olan tüccarın oyu iki sayılır, onun dediği olurdu.

 

Napolion Bonaparte ise şöyle diyordu;İnsanları yücelten iki büyük meziyet vardır; Erkeğin cesur kadının iffetli olması. Bu iki meziyetin yanında bir meziyet daha vardır ki o da vatana her şeyini feda edecek kadar bağlı olmaktır. Bunlar büyük kahramanlığı, elem ve kedere karşı koymayı doğurur. İşte Türkler bu çeşit kahramanlardandır.

 

Ünlü Çek bilgini Comenius ise ; Türkler kahramandırlar dostlarına zarar vermezler. Yüce Türk Milleti tuttuğu eli bırakmaz, sözünden dönmez, iyi ve kötü gününde dostundan ayrılmaz. Böyle bir ulusla el ele vermek yeryüzünde her türlü zorluğu yenmek için sonsuz bir güç ve yetenek kazanmak demektir.

 

 

TEMİZDİK; Yere tükürmezdik hatta Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa'ya tanıtmasıyla meşhur Comte de Marsigil, yere tükürmedikleri için atalarımızı şöyle anlatırdı : " Türkler hiç bir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür."

 

 

ÇEVRECİYDİK; Kurak günlerde ücretle adamlar tutup sokaktaki ulu ağaçları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları yapardık.

 

 

HARAMA EL SÜRMEZDİK; Fransız müellif Motray, 1700'lerdeki halimizi şöyle anlatıyor:

 

"Türk dükkânlarında hiç bir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar arkamdan adam koşturmuşlardır. Hatta bir kaç kere Beyoğlu'ndaki ikametgâhıma kadar bile gelmişlerdi."

 

 

MEDENİYDİK; İngiliz sefiri Sor James Porter ise, 1740'ların Türkiye'si için şunları söylüyor:

"Gerek İstanbul'da, gerekse imparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiç bir tereddüde imkân bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır."

 

 

•DOĞRU İDİK; Fransız generallerden Comte de Bonneval ise şu hükmü veriyor:

"Haksızlık, tefecilik, tekelcilik ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür. Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır."

 

Fransız müellif Dr. Brayer, 1830'ların İstanbul'unu getiriyor önümüze: "Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkânların çoğunlukla umumî ahlâka itimaden açık bırakıldığı İstanbul'da her sene azami beş-altı hırsızlık vak'ası görülür."

 

Ubicini Dr. Brayer'i şöyle doğruluyor:

"Bu muazzam payitahtta dükkâncılar, namaz saatlerinde dükkânlarını açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz.

 

 

NAZİKTİK; Edmondo de Amicis isimli İtalyan gezgini, yine 1880'lerin "bizini" anlatıyor bize:

"İstanbul Türk halkı Avrupa'nın en nazik ve en kibar insanlarıdır. Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi nadirattan işitilir. O kadar müsamahakârdırlar ki; ibadet saatlerinde bile camilerini gezebilir, bizim kiliselerde gördüğünüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz."

 

Chateaubriand ise şunları söylüyordu; ‘’Türkler merhametli ve hoşgörülüdürler. İnanmadıkları gerçeklerin yanı başlarında yaşamalarına göz yumarlar. Bu kendi güçlerine gururlu bir şekilde güvenmekten ileri gelse bile pek asilanedir.’’

 

 

•CİHANA ÖRNEKTİK; Türkiye Seyahatnâmesi'yle meşhur Du Loir'un 1650'lerdeki hükmü şöyle:

"Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir."

 

Bu konuda dilerseniz bir de Elisee Recus'u dinleyelim, bize 1880'lerdeki halimizi anlatsın:

"Türklerdeki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Bir çok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır.Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki O ev bir Türk evidir."

(Küçük Asya, c. 9)

 

Lamartine ise; ‘’Türkler bir ırk ve millet olmak haysiyetiyle yeryüzünün en şerefli insanlarıdır. Karakterleri pek asil ve yücedir.Asaletleri alınlarında ve amellerinde yazılıdır. Onların yurdu efendiler diyarıdır, kahramanlar, şehitler ülkesidir.Bence insaniyete şeref veren böyle bir milletin düşmanı olmak insanlığın düşmanı olmaktan farksızdır. Böyle bir lekeden Allah beni korusun.’’demektedir.

 

 

•HAYIRSEVERDİK; Comte de Marsigli'yi tekrar dinleyelim:

"Yazın İstanbul'dan Sofya'ya giderken dağlardan anayol üzerine inmiş köylülerin yolculara bedava ayran dağıttıklarına şahit oldum."

 

Bugün Türkiye’de yaşayan ancak adına Türk bile denemeyecek bazı adamlara ibret olsun diye bir İslâm ve Türk düşmanı avukat Guer ise şöyle söylüyordu;

 

"Türk şefkati hayvanlara bile şamildir.Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar.’’

 

Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür."

 

"Kaçık" lığın kaynağını da veriyor Adam.’’"Bir çokları da sırf azad etmek için kuşbazlardan kuş satın alırlar.

Bunu yapan bir Türk'e bir gün yaptığı işin neye yaradığını sordum.

Küçümseyerek baktı ve şu cevabı verdi: "Allah'ın rızasını tahsile yarar."

Gönderi tarihi:

Kim demiş tarih sıkıcıdır diye...

 

Bir dahaki sefer ellerinizi yıkarken suyun sıcaklığı tam istediğiniz gibi değilse eskiden İngiltere'de bu işlerin nasıl yapıldığını düşünün,

 

1500'lerde İngiltere'de İnsanların çoğu Haziran'da evleniyordu Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziran'da hala çok kötü

 

kokmuyorlardı . Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.

 

Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları

 

ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak da bebekler aynı suda yıkanıyordu.

 

Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü.

 

İngilizce'deki 'banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın' (Don't throw the baby out with the bathwater) deyimi buradan gelmektedir.

 

 

Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu. Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu

 

için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu. Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen

 

hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu. İngilizce'deki 'kedi-köpek yağıyor' (It's raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir.

 

Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı

 

oluşturuyordu. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan gelmektedir.

 

 

Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir (dirt poor) tabiri buradan çıkmıştır.

 

Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı. Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu. Bunu önlemek için yere saman (thresh) seriyorlardı. Kış

 

boyunca saman sermeye devam ediliyordu. Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu. Buna mani olmak üzere kapının altına bir

 

tahta parçası konuyordu ki bunun adı 'thresh hold' (saman tutan; Türkçesi eşik idi.)

 

 

Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu. Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler

 

ilave ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek

 

ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu. ' Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk,

 

kazandaki bezelye lapası dokuz günlük' (peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot nine days old) tekerlemesinin menşei budur.

 

Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok seviniyorlardı . Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı. Birisinin eve

 

domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı. Buna 'yağ çiğnemek' (chew the fat)

 

adı veriliyordu.

 

 

Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep

 

oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açıyordu. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bunda sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca

 

domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü. Çoğu insanın kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta tabaklar

 

kullanıyorlardı . Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu.

 

Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu. Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu. Kurtlu

 

ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında 'tabak ağzı' (trench mouth) denen hastalık ortaya çıkıyordu. Ekmek itibara göre

 

bölüşülüyordu. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı.

 

 

İçki içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar

 

bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yapıyordu. Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp

 

yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu. Buna 'uyanma' nöbeti deniyordu.

 

Bazen tabutlar açıldığında iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı. Buna çözüm olarak

 

cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşı*********** bir çana bağladılar. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili

 

dinlerdi. Buna mezarlık nöbeti 'graveyard shift') denirdi. Bazıları zil sayesinde kurtulur ('saved by the bell') bazıları

 

da 'ölü zilci' (dead ringer) olurdu.

 

 

Ortaçağda Avrupa'daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı. Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50

 

yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı. Kirlilik adeti Amerika'ya da bulaşmış Pennsylvania ve Virginia eyaletlerinde ''banyo

 

yapmayı yasaklayan'' ya da belirli kısıtlamalar getiren kanunlar çıkarılmıştı. Philadelphia' da ise kanunla bir ay içinde birden fazla banyo yapan

 

insanlar cezaevine gönderiliyordu.

 

Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa'da lazımlıkları sokaklara boşaltma adeti 17. yüzyıla kadar sürdü. Fransa krallarından 14. Louis, gününün belli

 

bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü.

 

1600'lerde İstanbul'a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya'yaki

 

bir konağa gönderilmişti. 19. yüzyıla gelindiğinde, kesin olarak tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim'e taşınmalarına izin verilmişti...

Gönderi tarihi:

Seydibeşir Kuveysna Osmani Useray-I Harbiye Kampı

 

Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlere, 150 bin askerimiz esir düştü. Bu askerlerden bir kısmı da Mısır'ın İskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare Kampı'na hapsedildi.

 

Kampın tam adı, 'Seydibeşir Kuveysna Osmani Useray-I Harbiye Kampı' idi. Bu kampta, 1918'de Filistin Cephesinde esir düşen 16. Tümen'in 48. Alayı'na bağlı Osmanlı Askerleri tutuluyordu.

 

Onlar 12 Haziran 1920'ye kadar iki yıl boyunca her türlü işkence, eziyet, ağır hakaretler ve aşağılamaya maruz kaldılar.

Kamptaki, Türkçe bilen Ermeni tercümanların yalan yanlış çevirileri ve kışkırtmaları nedeniyle, kampların İngiliz komutanları, azılı Türk düşmanı haline gelmişlerdi.

 

Savaş bitmişti. Ancak, kamptaki ağır koşullar nedeniyle ölenler dışındaki askerleri teslim etmek, İngilizlerin işine gelmiyordu. Çünkü, olası yeni bir savaşta, bu askerlerin yeniden karşılarına çıkabilecekleri, Ermeniler tarafından, İngilizlerin beyinlerine işlenmişti.

 

Çözüm; Toplu katliamdı…

 

Askerlerimiz, mikrop kırma bahanesiyle, süngü zoruyla dezenfekte havuzlara sokuldu. Ancak; Suya normalin çok üzerinde 'krizol' maddesi katılmıştı.. Mehmetçik, suya daha ayağını soktuğunda, aşırı krizol maddesi nedeniyle haşlanıyordu. Ancak, İngiliz Askerleri, dipçik darbeleri ile askerlerimizin havuzdan çıkmalarına izin vermiyorlardı.

 

Mehmetçikler, bellerine kadar gelen suya başlarını sokmak istemediler. Ancak, bu kez İngilizler havaya (başlarının üzerine) ateş etmeye başladı. Askerlerimiz, ölmemek için, çömelerek başlarını suya soktular. Fakat, başını sudan kaldıran artık göremiyordu. Çünkü gözleri yanmıştı… Dışarı çıkanların halini gören sıradaki askerlerimizin direnişleri de fayda etmedi

Ve 15 000 (15 bin) askerimiz kör oldu.

 

Bu vahşet 25 Mayıs 1921 tarihinde TBMM.' de görüşüldü. Milletvekilleri Faik ve Şeref Beyler bir önerge vererek, Mısır'da esirlerin Krizol banyosuna sokularak, 15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini, bunun faili olan İngiliz doktor, Garnizon Komutanı ve Askerlerin cezalandırılması için, TBMM' nin teşebbüse geçmesini istediler.

 

Ancak, sonuç alınmadı ve bu hesap sorma işi unutuldu gitti.

 

Geleceğiniz için sizler unutmayın ve unutturmayın lütfen.

Gönderi tarihi:

" Çakşır Bedeli " diye bir şey duydunuz mu bilmiyorum.

 

Yani don bedeli. Don parası. Osmanlının, batılı elçilere ödediği bir miktar altın.

 

Dünya Tarihinde bir başka örneği yok bunun.

 

Özellikle Kanuni döneminde Batıdan gelen devlet adamları, elçiler padişah ile görüşebilmek için tam bir ay süren özel bir kampa alınıyorlar.

 

Eğitiliyorlar.

 

Padişahın karşısında nasıl hareket edilmesi, nasıl konuşulması, ne ve nasıl giyinilmesi gibi konularda bilgiler veriliyor kendilerine. Basbayağı

 

tatbikat bile yaptırılıyor.

 

Eğitim sonunda ancak padişah ile görüşme imkânı bulabiliyorlar. Kolay mı cihan hâkimi Osmanlı Devletinin Padişahı ile görüşmek?

 

Günlerden bir gün bir Fransız elçisi huzura çıkmak için geliyor İstanbul'a.

 

Kampa alınıyor günlerce..Gerekli her şey öğretiliyor..Sonunda Kanuni'ye kralının mektubunu, dileklerini artık ne için gelmişse onları iletmek için

 

huzura kabul ediliyor..

 

Görüşme başlıyor. Sanırım elçinin koca padişah karşısında nasıl yaprak gibi titrediğini, dilinin dolaştığını, renkten renge girdiğini tahmin etmek o

 

kadar zor değil.

 

Öyle ya ! bir fermanıyla ülkelerin dize geldiği, kralların el aman dilediği bir koca padişahın karşısında sıradan bir elçinin sözü olur mu?

 

Görüşme bitiminde, elçiye çekilmesi için işaret edildiği, emir verildiği halde elçi bir türlü kalkamıyor yerinden. Adeta çivilenmiş gibi oturuyor ve

 

titriyor.

 

Padişahın emriyle bunun nedeni araştırılıyor..

 

Fransız elçisi yerinden kalkamıyor, çünkü bu büyük ve tek Dünya devi Devletin padişahının karşısında heyecandan, korkudan, padişahın azametinden

 

çakşırını kirletiyor.

 

Bir başka ifadeyle ALTINI ISLATIYOR.

 

İşte o tarihten itibaren padişahla görüşen elçilere, görüşme sonunda " ÇAKŞIR BEDELİ " adı altında bir miktar para ödeniyor. Devlet geleneği haline

 

gelen bu uygulama çok sonra yabancı devlet erkanının tekrar eden istekleri sonucunda kaldırılıyor..

 

Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti devlet adamlarının ABD veya Avrupa ülkelerine olan gezileri ve o ülke devlet başkanları ile görüşmeleri öylesine

 

abartılıyor ki, bunun adeta bir lütuf, bir onur olduğunu sanıyorsunuz..

 

Nereden nereye..Umarım ecdadın kemikleri sızlamıyordur şimdi..

 

TAKDİR SİZLERİNDİR.

Gönderi tarihi:

KARDEŞLİK BAĞI

 

Mustafa Kemal Paşa, 3 Mayıs 1920 günü Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa’ya yazdığı bir mektupta;

 

“Devlette hiç para kalmadı. Şu anda içeride para temin edebileceğimiz bir kaynak da yok. Başka kaynaklardan para temin edinceye kadar Azerbaycan

 

hükümetinden borç para alınmasını temin etmenizi rica ederim” diyordu.

 

Kazım Karabekir Paşa, bu isteği Azerbaycan hükümetine iletti. Bu istek, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Halk Cumhuriyeti ile Ankara Hükümeti arasındaki

 

ilk resmi temastı.

 

Azerbaycan’dan Türkiye’ye uzanan kardeş eli;1921 yılı içinde Nerimanov’un şahsi emri ile Azerbaycan Dışişleri Bakanı Mirza Davut Hüseyinov,

 

kazanılan Birinci-İkinci İnönü Savaşları münasebetiyle çektiği telgrafta

 

“...Kazanılan bu büyük zaferlerden dolayı Türk halkını Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adına kutluyoruz.” diyor ve bu büyük zaferlerin

 

şerefine Azerbaycan halkının yardım için 30 sisten petrol, 2 sisten benzin, 8 sisten kerosin gönderdiğini bildiriyordu.

 

Aynı yılın Mayıs ayında Azerbaycan devleti, TBMM hükümetine 62 sisten petrol gönderdi ve bundan sonra savaş bitinceye kadar aynı değerde petrol ve

 

üç vagon dolusu kerosin göndermeyi taahhüt etti.

 

Bu taahhüdün dışında 1922 yılında Batum yolu ile Azerbaycan dokuz bin tondan fazla kerosin ve 350 ton benzin gönderdi.

 

Mustafa Kemal Paşa 1921 yılında Nerimanov’a bir mektup yazarak borç para talep etmişti.

 

Bu mektubu 17 Mart 1921 günü büyükelçi Nerimanov’a ulaştırdı. Nerimanov, derhal 500 kg . altın gönderdi. Bunun 200 kg . devlet bütçesine, kalanı

 

ise mühimmat ve silah için kullanıldı.

 

Daha sonra Nerimanov Rusya’dan aldığı 10 milyon altın rubleyi de Ankara’ya gönderdi. Bu yardımlarla savaş içindeki ülkenin durumunda belirgin bir

 

düzelme oldu.

 

Nerimanov, Mustafa Kemal Paşa’nın yazdığı mektuba yazdığı cevabi mektubunda emperyalizmden kurtulma günlerinin yaklaştığını, bu yüzden kahraman Türk

 

halkını kutladığını yazıyor ve ;

 

“Paşam, bizim Türk milletinde kardeş kardeşe borç vermez. Kardeş, her zaman kardeşinin elinden tutar. Biz kardeşiz, her zaman elinizden tutacağız ve

 

tutmaya devam edeceğiz.” diyordu

 

(A. Şemseddinov, Kurtuluş Savaşı Yıllarında Türkiye-Sovyetler Birliği Alâkaları, shf.66)

 

BUGÜN NELER YAPIYORUZ DÜŞÜNELİM.

Gönderi tarihi:

KISSADAN HİSSE “MÜSLÜMAN’A HARAM” ÇEŞMESİ

 

Vaktiyle Bursa’ da bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı”, bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş:

 

“Her kula helâl, Müslüman’a haram!”

 

Bursa başkent, tabii Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye... Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzura getirilmiş.

 

“Bu nasıl fitnedir, dinî İslâm, ahalisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman’a yasakla!

 

Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?” diye çıkışmışlar adama.

 

Adam:

 

— Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin ispat ister, delil şarttır…” dedikçe,

 

Kadı kızmış ve:

 

— Ne delili, ne ispatı? Sen fitne çıkardın, Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın, katlin vaciptir!” demiş.

 

Demiş ama bir yandan da merak edermiş:

 

— Nedir gerekçen?” diye sormuş.

 

Adam:

 

—Bir tek Sultan’a derim…” Diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan’a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş...

 

Padişah da sinirlenmiş ama diğer yandan O’ da meraklanırmış:

 

— De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helâl,

 

Müslüman’a haram yazarsın?”

 

Adam, başı önünde konuşur:

 

—Delilim vardır, lâkin ispat ister.”

 

—Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?”

 

—O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultanım…”

 

—Eeee?”

 

—Sultanım, herhangi bir havradan (sinagog) rast gele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak?…”

 

Dediği yapılmış adamın.

 

Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Musevîler, “ne oluyor, bu ne zulüm? Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o

 

masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim...”

 

Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş…

 

Bir hafta dolunca, adam:

 

— Sultanım, artık bırakmak zamanıdır” demiş.

 

Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan’a teşekkürler, hediyeler…

 

Az zaman geçmiş ki, adam:

 

— Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultanım” demiş.

 

Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış pazar ayininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış

 

papaz. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar... Levantenler din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla

 

daha bir sarılmışlar birbirlerine...

 

Sultan:

 

—Bitti mi?” demiş adama.

 

Adam:

 

—Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle” demiş.

 

—Şimdi nedir isteğin?” demiş Sultan.

 

—Efendim, payitahtımız Bursa’nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimat edilen âlimini alınız minberinden…” demiş adam.

 

Adamın dediğini yapmışlar, Ulu cami imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler...

 

Ve ne olmuş bilin bakalım? Bir Allah’ın kulu çıkıp da;

 

“Ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz? Hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz”, gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran

 

olmamış...

 

Geçmiş bir hafta, “nerde imam” diye gelen-giden yok!

 

Aptal ve cahil bir imam tayin edilmiş yerine, ne konuştuğunu kendi kulağı duymayan tam yobaz cinsinden biri…

 

Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derdest edilen koca âlim için:

 

— Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik…”

 

—Kim bilir ne halt etti de tevkif edildi!”

 

—Vah vaah! Acırım arkasında kıldığım namazlara…”

 

—Sorma, sorma...”

 

Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:

 

- Eee, ne olacak şimdi?

 

Adam:

 

- “Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan.”

 

“Haklısın” demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş ve,

 

Adam başı önünde konuşmuş:

 

— Ey büyük Sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böyle Müslümanlara su helâl edilir mi?”

 

Sultan acı acı tebessüm etmiş:

 

— Hava bile haram, hava bile!” demiş...

 

BUGÜN DE İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ,YAŞADIĞIMIZ VEYA ŞAHİT OLDUĞUMUZ BENZER DURUMLAR KARŞISINDA TEPKİSİZLİĞİMİZ VEYA DUYARSIZLIĞIMIZ YÜCE ULUSUMUZA

 

YAKIŞIYOR MU?

  • 4 hafta sonra...

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.