Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

Arkadasim devlet dahi gecmisteki hatalarini görmeye baslamisken duygusalikmis gibi gercek disi iddaalarda bulunmamaiza gerek yok.

 

Iki gün önceki CNN Türk'teki bir tartismada bilgi sahibi ünüversite profesörü dahi devletin gecmisteki hatalarindan vaz gectigini ve artik bundan sonrada geri dönüsün olmadigi tesbitini yapabilirken bizler hala yok efendim katliam degilmis, sadece agalara ve destekcilerine karsi halki korumak icin mücadele edildigi hikayesinden vaz gecemiyoruz.

 

Olaylar gercektende sizin inandiginiz gibi yaanmis olsaydi 70 yil sonra hala insanlarin kafalari bu kadar bulanik olmazdi.

Kardeşim ne diyorsunuz siz. Kimse burada yapılan eylemin aşırıya kaçmadığını dozu aşmadığını söylemiyor ki.Hal böyleyken "vay analar bebeler öldürüldü" diyerek bir sürü ajitasyon yapıp edebiyat parçalamanın anlamı yok. Tamam dersim de yapılan dozu aşan bir uygulama bunlar için ne yapılabilir olmuş bitmiş şeyler için? Derdiniz ne geçmişe kalıp saplanmak mı yoksa bundan sonra bu tür olayların yaşanmaması için ne gibi tedbirlerin alınaması gerektiği mi?

 

Aynı olay ermeni meselesinde de yapıldı ."Özürmüş." Ne özürü arkadaşım ben bize yapılanlar için kimseden özür beklemiyorum. Balkan harbi sırasında zorunlu göçe tabi tutulan büyük halalarımın yollarda katlandığı mezalim için ben kimseden özür beklemiyorum ,tarihte yapılan Türk katliamları için de,ermenilerin katlettikleri için de ,Yunanlıların İngilizlerin, Fransızların benim vatanımı bölmek için yaptıkları için de, halen oynanan oyunlar için de.

 

Yani beklenilen ne ,sürekli ajitasyon modunda olmanın anlamı ne?

 

Benim beklediğim bundan sonra daha insanca ve kardeşçe yaşamak için ne yapılması gerektiği. Bunun için ne gibi KÖKLÜ ÇÖZÜMLERİN getirileceği önemli olan bu.

Gönderi tarihi:

...

Devrim, ağaları yok etmek değildir Mavi...

O ağaları yaratan sistemi/yapıyı/kültürü değiştirebilmeyi akıl edebilmek ve eyleme geçirebilmektir...

 

Evet,devrim ağaları yok etmek değildir.O ağaları yaratan yapıyı tüm yönleriyle ortadan kaldırmaktır.Peki o gerekli,haklı bulduğunuz devrim neleri ortadan kaldırdı.

 

Sayın Mavi... Lütfen dönemleri birbirine karıştırıp konuyu çarptırmayın... Dersim olayı 1930'larda olmuştur... Genç Türkiye Cumhuriyetine karşı yapılan bir kalkışma, bir başkaldırı bastırılmıştır ve bu bir devrimdir... Ağalar şeyler diyorsunuz... Sonradan kendi ağaları yaratıldı diyorsunuz... Külliyen yalan... Ondan sonraki süreçte köy enstitüleri açıldı, bilimselliğe geçildi, dünyada ilk defa deneysel tarım yapılmaya başlandı... İnsanlar görerek çğrenerek bilinçli tarım yapmaya başladılar...

 

1946'da Köylüyü Topraklandırma Kanunu çıkarılmaya çalışıldı... Ancak Adnan Menderes önderliğindeki hizipçiler -ki aynı zamanda kendisi Aydın'ın en büyük toprak ağasıdır- buna karşı çıkıp CHP'den istifa ettiler ve Demokrat partiyi kurdular... Köy enstitüleri çok büyük bir hatayla kapatıldı... Daha sonra 1950'da DP iktidara geldi ve asıl ağalar şeyhler dönemi ondan sonra başladı...

 

Atatürk ise bu süre içerisinde ölmüştü...

 

O bahsettiğiniz Hizbullah Jitem olaylarının Dersim ve Atatürk dönemi Türkiyesi ile uzaktan yakından alakası yoktur... Konumuz dersim bu nedenle konuyu demogojik laflarla çaptırmanın alemi yok

 

Dönemleri birbiriyle karıştırdığım yok.Devriminizin sonuçları sizi hiç mi ilgilendir miyor.Ya da devrimi bu kadar gerekli bulan;sözüm ona devrimcilerin yaptığı devrimin neler getirdiği devrimin kendisini hiç mi bağlamıyor?

 

Bakın,Boşig ne demiş;

 

"Devrim, ağaları yok etmek değildir Mavi...

O ağaları yaratan sistemi/yapıyı/kültürü değiştirebilmeyi akıl edebilmek ve eyleme geçirebilmektir..."

İşte ben de böyle düşündüğümden;devrim dediğinize devrim diyemiyorum.

 

Kusura bakmayın;JİTEM de ağalar da aynı zihniyetin ürünüdür.

 

Dün Dersim de yapılanlar,daha sonra Diyarbakır'da,Hakkari'de yapılmıştır.

 

Çok mu zordu bölgede var olmak.Hayır;değildi.Tüm sürülmüşlerinizin bölgede olmasaydı,askerimizin orada fiyaka çalmasaydı,insanlar öldürülmesiydi...saydıklarım ve daha nice sayacaklarım olmasaydı;bugün bölge de cehalet olmazdı.

 

Sadece bölge de değil;tüm Türkiye'de halk tarafından edinilmiş tüm davranışlarda;sistemin zihniyeti yatar.

 

Dönün,bakın etrafınıza.Size ve düşüncelerinize olan yaklaşımlarda da bu zihniyeti açık açık görürsünüz.

 

Nasıl bir zihniyet mi;

 

Dibine kadar cehalete batmış;yok saymış,duyarsız kalmış bir zihniyet.

 

Tahammülü sadece kendisinde arayan,ideoloilerini,partilerini...insandan çok daha üstün gören bir zihniyet.

 

İradesini mecliste çanak tutanlara koşulsuz vermiş bir zihniyet.

 

Sadece eleştiren,kabullenme noktasında üstüne adam tanımayan bir zihniyet....

 

Bu zihniyet yeni değil;bu zihniyet dün devrim dediğiniz yerden bugüne taşınan devrimlerin sonucu.

 

...Demagoji yapmıyorum.Sadece soruyorum;nası bir devrim!Devrim sonuçları ile vardır;süreçleri ile işler.Bakınız Dersim'de işleyen sürece;sadece ölüm ve sürgün.Bakın Dersim!den sonrada bölgede yaşananların özetine;bizzat devlet eliyle yaratılan ağalar!

 

Boşig,

 

Bir daha tekrarlıyorum;devrimi gerektirecek olan bir yapının üstüne gidilmesinde sadece egemenlik telaşı olmaz.Sadece savaş uçakları ile devrim beslenmez.Sizin sonuçları ile katliam dediğiniz benimde altına imzamı attığım Dersim'de devrim yoktu.

 

Biz yada kendi adıma konuşayım ben;ağaların yada imamların yada koruyucuların kölesi olmak ister miyim?

 

Kadını yok sayan törelerden hoşnut muyum sanıyorsunuz?

 

Hala cehaletle savaşan ırkdaşlarımın propagandalara sığdırılmaya çalışılan tercihlerini alkışlıyor muyum?

 

Hayır,sizin kadar sizden çok tepkiliyim.Ama devrim öyle olmaz.Devrim kendi çocuklarını yerken yeni çocuklar yaratır;aynı çocukların varlığına çanak tutmaz.

Gönderi tarihi:
Evet,devrim ağaları yok etmek değildir.O ağaları yaratan yapıyı tüm yönleriyle ortadan kaldırmaktır.Peki o gerekli,haklı bulduğunuz devrim neleri ortadan kaldırdı.

 

Bakın,Boşig ne demiş;

 

"Devrim, ağaları yok etmek değildir Mavi...

O ağaları yaratan sistemi/yapıyı/kültürü değiştirebilmeyi akıl edebilmek ve eyleme geçirebilmektir..."

İşte ben de böyle düşündüğümden;devrim dediğinize devrim diyemiyorum.

 

Boşig,

 

Bir daha tekrarlıyorum;devrimi gerektirecek olan bir yapının üstüne gidilmesinde sadece egemenlik telaşı olmaz.Sadece savaş uçakları ile devrim beslenmez.Sizin sonuçları ile katliam dediğiniz benimde altına imzamı attığım Dersim'de devrim yoktu.

 

Biz yada kendi adıma konuşayım ben;ağaların yada imamların yada koruyucuların kölesi olmak ister miyim?

 

Kadını yok sayan törelerden hoşnut muyum sanıyorsunuz?

 

Hala cehaletle savaşan ırkdaşlarımın propagandalara sığdırılmaya çalışılan tercihlerini alkışlıyor muyum?

 

Hayır,sizin kadar sizden çok tepkiliyim.Ama devrim öyle olmaz.Devrim kendi çocuklarını yerken yeni çocuklar yaratır;aynı çocukların varlığına çanak tutmaz.

 

Mavi,

Türk Devrim'ini Dersim ile sınırlayamazsın...

 

Fransız Devrimi örneğin 5 aşamadan geçti aynı yüzyıl içerisinde;

İlkinde süreç gerçekleşmedi diye o Devrim'i başarısız sayabilir misin?

 

Türk Devrimi'nin üç yönü olmuştur, bunu anlattım...

Dışarıda, Emperyalizme karşı topyekun ve başarılı bir halk savaşı olması açısından tam anlamı ile Devrim'dir...

İçeride, Monarşi'yi yine Halka ait kıldığı egemenlik hakkı ile yıkması açısından tam anlamı ile Devrim'dir...

 

Üçüncü yönü ile bu süreç aksamıştır fakat bu, Devrim olması özelliğini ötelemez ve yok etmez...

Daha önce söyledim;

Diğer Devrim'lerden daha kapsamlı ve daha zor bir süreç yaşamıştır...

 

İçeride, üçüncü yönü ile Aşiret/Tarikat yapısına ve geri kalmışlığa karşı mücadele etmiş bir Devrim'dir...

 

Devrimler'in ihtilal ayağı, sandığınız gibi "Devrim'in kendisi" DEĞİLDİR...

Her Devrim, bir ihtilal sonucunda gerçekleşir.

İhtilal, Devrim'in bir aşamasıdır ve halk ile topyekun gerçekleşir.

Sonraki aşama ise yeniliklerin/inkılapların gerçekleştiği süreci, ayağıdır...

 

Dersim Harekatı, Ağalık yapısını yok etmeyi hedef alması bakımından tam anlamı ile bir Devrim sürecidir...

Başarılı olmuştur ya da olamamıştır...

Devrim'in orada aksamasının ya da tam anlamı ile yerleşememesinin nedeni,

O harekatın "Devrim"in bir süreci olup olmamasından kaynaklanmaz...

Devrim'in orada aksamasının nedeni;

Halkın,

O Devrim'i benimseyememesi,

O Devrim'e ayak uyduramaması,

Statükosundan vazgeçememesi,

Devrim'e sahip çıkmamasından kaynaklanır...

 

Evet,

Devrim hem kendi çocuklarını yer...

Hem de yeni çocuklar yaratır...

Aşiretlerin bulunduğu yapı, o Devrim'e sahip çıkmadığı için kendi çocuklarını yaratamamıştır orada Devrim...

Aşiretlerin bulunduğu yapı, o Devrim'i benimseyemediği için kendi çocuklarını yaratamamıştır orada Devrim...

Aşiretlerin bulunduğu yapı, o Devrim'e ayak uyduramadığı için kendi çocuklarını yaratamamıştır orada Devrim...

 

Benim art niyetli bulduğum ve etik olmadığını düşündüğüm şey;

Devrim'in "Kürt ve Alevi Düşmanlığı ile Gerçekleştiği" yargısının yerleştirilmeye çalışılıyor olmasıdır...

 

Çünkü Devrim, Kürtler kadar Türkmenler'in de kanını akıtmıştır.

Kurtuluş Savaşı sırasında çıkan ayaklanmaların çoğu Halife ve Padişah yanlısı Türkmenler tarafından çıkarılmıştır...

Adeta o iç isyanlarda akan kanın haddi hesabı yoktur...

 

Hadi diyelim ki Devrim, Kürtlere Irkçı bir kafa ile yaklaşıyordu;

Türkmenlere hangi kafa ile yaklaşıyordu da onlarla da çatışıldı, öldürüşüldü?

 

Çerkez Ethem ile ya da Anzavur veya Demirci Mehmet ile niçin çatışıldı?

Şapka Kanununda idam edilenler Kürt müydü?

İzmir Suikasti'nde idam edilenler Kürt ya da Alevi oldukları için mi idam edildi?

İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanıp idam edilenler, Kürt ve Alevi oldukları için mi idam edildiler?

 

Hadi diyelim ki Alevilere de öyle bir Irkçı kafa ile yaklaşılıyordu;

Halife'nin Kuva-i İnzibatiye'si ile hangi kafa ile savaşıldı ve öldürüşüldü?

 

 

Yapmayın...

Bu kompleksten kurtulun artık...

 

Tarihte, bir talepte bulunan taraf, kendisini haklı kılabilmek için bir karşı-güç ya da tiran yaratmak zorundadır.

Kürtçüler de kendilerini haklı kılmak için karşılarında, hep onları hedef aldığına kendilerini koşulladıkları bir canavar, bir tiran yaratmak peşindeler.

 

Fransız Devrimi'nin Tiran'ı; Feodal Beyler ve Kıral idi...

Amerikan Devrimi'nin Tiran'ı; İngiltere Emperyalizmi idi...

Rus Devrimi'nin Tiran'ı; Çarlık idi...

Türk Devrimi'nin Tiran'ı; Emperyalizm, Feodalizm ve Padişahlık idi...

Bunlar, gerçek Devrim süreçleri karşısındaki, gerçek Tiranlar idi...

 

Fakat Kürtçülerin, tutarlı bir biçimde karşılarına alabilecekleri bir Tiran yok!?

O yüzden bunu yapay olarak yaratmak peşindeler...

O yüzden Türk Devrimi'ni, sanki Kürtlere karşı yapılmış olarak lanse etmek peşindeler...

Bu da ırkçılığın bir diğer yüzü...

 

Türk Devrimi sürecinde Aleviler kadar Sünniler de öldü...

Kürtler kadar Türkmenler de öldü...

Sadece onlar değil;

Çerkezler'de öldü...

Örneğin 150'liklere bakın;

İzmir Çerkez Kongresi'ni düzenleyenler sürülmüştür ülkelerinden ve bunlar Çerkezlerin genelde önde gelen kimseleridir; suçlu ya da suçsuz...

Sadece Kürtler değil yani...

 

Nedir bu kompleks?

Gönderi tarihi:

Bu ne yaman çelişki anne ?

Breh breh... Ne mantık, ne mantık... Şimdi biri çıksa, "ben devrim yapıyorum, artık ülke fabrika açmaya uğraşmayacak, tüm gelirimizi eroin üreterek kazanacak, az emekle çok kazanıp yan gelip yatacak, dünyanın en büyük eroin üreticisi olacağız. Güvenlik güçlerini de lağvedip mafya ile işi götüreceğiz" dese, "eh hakkıdır, devrim yapıyor adam, bırakalım yapsın" mı diyeceğiz? Doğru her yerde doğru, yanlış her yerde yanlıştır. Çağdaş, ilerici, bilim önderliğinde yapılan Atatürk devrimleri doğru, gerici, çağ dışı ve karanlık karşı girişimler yanlıştır...

Gönderi tarihi:

Kompleks mismile.gif

 

Birincisi ben burada Türkiye Cumhuriyet'inin devrim anlayışını sorgulamıyorum.Sorgulamadığımı nasıl olurda Dersim'den ibaret görürüm.

 

İkincisi "devrim" olarak nitelediğiniz müdahalenin(katliam diyorum ben) başarısız olmasını;

 

Devrim'in orada aksamasının nedeni;

Halkın,

O Devrim'i benimseyememesi,

O Devrim'e ayak uyduramaması,

Statükosundan vazgeçememesi,

Devrim'e sahip çıkmamasından kaynaklanır...

 

şeklinde sıralayarak sadece bölge halkına mal etmeniz kesinlikle nesnel olmayan bir bakışın ürünü.Her zaman söylerim;bir daha tekrarlayayım.

 

"taraf yoktur taraflar vardır."

 

tarafların olduğu bir yerde "sadece bir tarafı" suçlu olarak lanse etmeksad.gif

 

Devrim ve Kürt-Alevi düşmanlığı mı?

 

Çok pardon,ben katliamları devrim olarak nitelemiyorum ki kalkıp da devrimi mantıksız sınırlarda boğayım.

 

Bırakalım devrimi;bu ülkede çok kan aktı.Adı,gerekçesi beni zerre kadar ilgilendirmiyor.

 

Türkmenlerin,Ermenilerin kanı akmıştır muhakkak.

 

Ama akan bu kanlar;Dersim'de,Sivas!ta,Maraş'ta akan kanı örtmez.

 

İhtilal ve Devrim ile bitireyim;

 

Devrim;

 

"1-Belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik.2-eskimiş Çevrilme, katlanma, bükülme."(TDK)

 

İhtila;

 

"1-Bir ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını veya yönetim düzenini değiştirmek amacıyla kanunlara uymaksızın cebir ve kuvvet kullanarak yapılan geniş halk hareketi, devrim, 2- "(TDK)

yine...

 

Milliyet'in 1971 yılında yayınladığı Ansiklopedik Sözlük'te devrimde ihtilali TDK tanımı ile açıklayıp;bu tanımı devrim ile karşılar.Meydan-Larousse de ise devrim "köklü değişiklik,yenilik" daha da ileri bir adımda "inkilap" olarak tanımlanır.Kışlalı ise "devrim" ve "ihtilal"i farklı tanımlar;Cemil MERİÇ ise Kışlalı'nın "devrim aslında inkilabı karşılar" şeklinde ki yaklaşımını çok sert bir dille eleştirir;"Harf inkilabı ,şapka inkilabının sosyo-ekonomik düzenin değişmesi ile ne alakası var" der ve;"İktidarın sınıfsal yapısı değişince sosyo ekonomik yapısı nasıl ayakta kalabilir?" diye sorar!

Ben tanımlamalardan ziyade bakış açısını daha çok önemserim.Bu yönüyle bakış açınız benim için çok daha değerli.Ama yine de bunları ekleme gereği hissettim.

Gönderi tarihi:
Kompleks mismile.gif

 

Birincisi ben burada Türkiye Cumhuriyet'inin devrim anlayışını sorgulamıyorum.Sorgulamadığımı nasıl olurda Dersim'den ibaret görürüm.

 

İkincisi "devrim" olarak nitelediğiniz müdahalenin(katliam diyorum ben) başarısız olmasını;

 

şeklinde sıralayarak sadece bölge halkına mal etmeniz kesinlikle nesnel olmayan bir bakışın ürünü.

 

Her zaman söylerim;bir daha tekrarlayayım.

 

"taraf yoktur taraflar vardır."

 

tarafların olduğu bir yerde "sadece bir tarafı" suçlu olarak lanse etmeksad.gif

 

Bakın, Osmanlı Tarihi'nde bir kaç örnek-olay vardır.

 

İlki; Kuleli Olayı'dır...

Kuleli'de bir öğrenci kitlesi; bir müftü, bir imam, hocaları ve onları destekleyecek olduğu tespit edilen bir asker kitlesi ile birlikte, Bab-ı Ali'ye baskın düzenleyerek hükümeti indirmek ve meşruti/anayasalı bir yapı kurmak amacındadır. Örgüt ortaya çıkar ve bu amaçları gerçekleşmez; fakat var olan sistemi daha çağdaş bir yapıya kavuşturma amacı taşıdıkları için Devrimci olarak nitelenirler; başarısız bir sona imza atmaları bunu değiştirmez.

 

İkincisi de; İttihat-ı Hamiyet örgütüdür...

Bu örgütte daha çok Sivil-Öğrencilerin önderliğinde ve onların örgütlediği bir örgüttür. Bu örgütte aynı amaçtadır ve başarısız olmuş, ortaya çıkmıştır; fakat bu, o yapılanmanın Devrimci olmadığı, sürecim bir Devrim süreci olmadığı anlamına gelmez.

 

Üçüncü örneği bir Karşı-Devrim'den vereyim;

31 Mart Vakası...

II. Meşrutiyetin getirdiği Anayasalı örgütlenmeye/yapılanmaya ve uygulamalara karşı çıkarılmış bir Karşı-Devrim hareketidir. Hareket Ordusu'nun müdahalesi ile bastırılmış, yani başarısız bir hareket olması, o isyanı çıkaranların Karşı-Devrimci olmadığı anlamına gelmez...

 

Dersim Harekatı'nın tam anlamı ile o Aşiret Yapılanmasını ortadan kaldıramaması ve daha da kötüsü sivil-masum halkın da kaybedilmesine neden olması, o harekatın Devrimci kimliğini yok etmez.

Sonuçları elbette ki mal olduğu canlar bakımından katliam olarak nitelenebilir; fakat harekat bir Devrim Harekatıdır...

Bakın, bu, o canların kaybedilişini haklı hale getirmez;

Fakat harekat, ilkel bir örgütlenmeyi kaldırıp daha çağdaş bir yapılanma gerçekleştirmek amacına öykündüğü ve bu amaçla düzenlendiği için Devrimci bir kimliktedir.

 

Başarısız bir Devrim adımı olarak tanımlayabilirsiniz...

Sonuçlarını, masum halk açısından bir katliam olarak da niteleyebilirsiniz...

 

Fakat hedefi açısından kesinlikle bir Devrim niteliği taşıyan bir harekattır...

Devrim ve Kürt-Alevi düşmanlığı mı?

 

Çok pardon,ben katliamları devrim olarak nitelemiyorum ki kalkıp da devrimi mantıksız sınırlarda boğayım.

 

İşte baştan beridir anlatmak istediğim bu:

Her Devrim'in bu türlü acı yüzleri vardır...

 

Eğer siz bunlara bakarak Devrimleri tanımlayacaksanız,

Bugüne kadar yeryüzünde yapılmış tek bir Devrim örneğine dahi rastlayamazsınız...

Bilmem anlatabildim mi?

 

Muhammed Peygamber'in gerçekleştirdiği Devrim'den tutun,

Çin Devrimi'ne kadar hepsinde benzer acılar yaşanmıştır...

Evet, acıdır, üzücüdür;

"Keşke yaşanmasaydı" denilesidir...

Hatta yeri geldiğinde, sahip çıktığımız Devrim'i sorgulatıcı derecede can yakıcıdır; doğru...

 

Fakat bu türlü acıların yaşanmadığı,

Herşeyin güllük gülistanlık gerçekleştiği bir Devrim'i henüz tarihler yazmamıştır...

 

Her Devrim, katliama imza atmıştır ne yazık ki...

Bırakalım devrimi;bu ülkede çok kan aktı.Adı,gerekçesi beni zerre kadar ilgilendirmiyor.

 

Türkmenlerin,Ermenilerin kanı akmıştır muhakkak.

 

Ama akan bu kanlar;Dersim'de,Sivas!ta,Maraş'ta akan kanı örtmez.

 

Örter demedim zaten;

Fakat yapılanların amacını "amanda efendim bunlar ırkçıydı, tek amaçları Kürtleri yok etmekti" gibi bir komplekse bürümeyin...

 

Ayrıca, tarihin örtmemesi gereken nice katliamlar var ve sık sık yeri geldikçe bu forumda da söz ettim...

Umarım hassasiyetiniz, o katliamların da üzerini örtemeyecek kadar hassastır...

İhtilal ve Devrim ile bitireyim;

Ben tanımlamalardan ziyade bakış açısını daha çok önemserim.Bu yönüyle bakış açınız benim için çok daha değerli.Ama yine de bunları ekleme gereği hissettim.

Mavi, ben kavramların hastasıyımdır açıkçası...

Sözlükleri de bu yüzden hiç sevmem...

Paradoks gibi görünüyor değil mi?

 

Belki tezat gibi görünüyor ama bence sözlükler, kavramların gerçek anlamlarını sığlaştırıyor...

 

Ben Devrim ve İhtilal Kavramlarının tarihsel ve sosyal süreçlerdeki öz niteliklerine bakarım...

Devrim; alıntıladığınız ifadeden çok daha fazlasıdır...

İhtilal'de öyle...

 

Tarihsel süreçte İhtilal, Devrim'in bir aşamasını kapsar...

Eski ve çökmekte olan sistemin koruyucularının eylemsel ve güç kullanarak sindirilmesi, ortadan kaldırılması sürecidir...

İhtilal, bu sözü ve gücü geçen egemenin hükümranlığı sonlandırılınca sona erer;

Fakat Devrim sürer...

Çünkü iş sadece ihtilal yapmak ile bitmez...

İhtilali gerçekleştirenler, yıktıkları yapının yerine yenisini kurmak zorundadırlar...

İşte bu da, Devrim'in yenileşme/inkılaplar sürecidir...

Eski kurumlar yıkılırken, yerine daha yeni ve Devrim'in niteliği çerçevesinde kurumlar kurulur...

Bu yapı gerçekleştiğinde, İnkılaplar tamamlandığında, Devrim yine bitmez...

Yapılan yeniliklerin işletilmesi ve yeni yapılanmalarının aksaklıklarının giderilmesi;

Yani ıslahatlar/düzenlemeler/iyileştirmeler süreci başlar...

Bunlar Devrim'in birer ayağıdır...

 

Sözlüklere takılıp kalmayın;

Gerçekleştirilmiş Devrimlere bakın, Devrim'in sözlüklerden öğrenilemeyeceğini çok net görürsünüz...

Gönderi tarihi:

"Tunceli'de Öymen istifaları

 

 

 

Ferit DEMİR/TUNCELİ,(DHA)

 

CHP Genel başkan yardımcısı Onur öyMen'in Dersim olayları ile ilgili sözleri nedeniyle Tunceli'de CHP'l iüç ilçe belediye başkanı da dahil olmak üzere 300 istifa var.

 

Öte yandan Almanya'da katıldığı bir panelde hemşehrilerinin protestosuna uğrayan Kemal Kılıçdaroğlu da neye uğradığını şaşırdı.

 

TUNCELİ'de CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Ömen'in Dersim isyanıyla ilgili sözleri nedeniyle, aralarında 3 ilçe belediye başkanı ile ilçe başkanlarının da bulunduğu yaklaşık 300 kişi bugün partilerinden istifa ediyor.CHP Genel Başkan Yardımcı Onur Öymen'in 10 Kasım günü TBMM'de Dersim isyoniyla ilgili yaptığı konuşmaya tepki göstermek için Tunceli'de CHP'Den bgün yaklaşık 300 kişi istifa edecek. dün gece kentte bir toplantı yapan CHP'liler, bu toplantının ardından toluca istifa kararı aldı. Bugün Saat 13.00 sıralarında bir basın açıklaması yapacak olan CHP'liler patilerinden istifa ettiğini açıklayacak.CHP"den istifa edecekler arasında eski Tunceli Milletvekili Hasan Göyüldar, CHP'nin Tunceli'de yerel seçimlerde kazanan Pülümür Belediye Başkanı Mesut Coşkun, Ovacık İlçesi Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, seçimleri bağımsız kazanan ve CHP'ye geçen Nazimiye İlçesi Belediye Başkanı Cafer Kırmızıçiçek, Pülümür İlçe Başkanı Hasan Hayri Kesik, Nazimiye İlçe Başkanı Abdullah Kırmızıdağ, ile ilçe yönetim kurulu üyerinin de aralarında bulunduğu, belediye meclis üyeleri olmak üzere yaklaxşık 300 kişi bulunuyor.İstifacılar, bugün Saat 13.00 sıralarında Cumhuriyet Maydanı'nda bir basın açıklaması yaparak istifalarını açıklayacak.

 

KILIÇDAROĞLU'NA ALMANYA'DA ŞOK

 

Kılıçdaroğlu'na Almanya'da protesto CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu, Almanya'da katıldığı bir panelde bir anda protestolar arasında kaldı. Panele ara verilirken, hemşehrilerinin protestosuna uğrayan Kılıçdaroğlu zor anlar yaşadı...

 

CHP İstanbul Milletvekili ve Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu, "Öymen'in düşünceme uygun bölümlerini alkışladım, alkışlamadığım yerler de var ve Öymen'in o bölümünü hiçbirimiz alkışlamadık" dedi.

 

Kılıçdaroğlu, Münih'te Neufahrn Alevi Kültür Merkezi ve Türk Alman Dostluk Federasyonu'nun düzenlediği "Siyasette Dönüşüm" konulu panele katıldı.

 

Başbakan Erdoğan'ın, Meclis'te yapılan demokratik açılım görüşmeleri sırasında CHP'li Onur Öymen'in Dersim olaylarına ilişkin görüşlerini hatırlatıp, "Kılıçdaroğlu da bu sözleri alkışlamış" yönündeki açıklamasının gerçekleri yansıtmadığını savundu.

 

Kılıçdaroğlu, "Başbakan'ın söylediği gibi o sözleri alkışlamışsam özür dilerim. Ancak bunun böyle olmadığı ve hiçbir CHP'linin alkışlamadığı Meclis oturum zabıtları ve resimlerden bellidir. Öymen'in düşünceme uygun bölümlerini alkışladım, alkışlamadığım yerler de var ve Öymen'in o bölümünü hiçbirimiz alkışlamadık" şeklinde konuştu.

 

AVRUPA ALEVİ FEDERASYONU'NDAN PROTESTO

 

Avrupa Alevi Federasyonu yönetiminden Mahmut Akgül'ün konuşmasında, "Öymen'in Dersim olaylarıyla ilgili sözlerini protesto ediyor ve toplantıyı terkediyoruz" şeklindeki müdahalesiyle pankart açan ve slogan atan bir grup dinleyici toplantıya 15 dakika ara verilmesine neden oldu.

 

Aradan sonra konuşmasını sürdüren Kemal Kılıçdaroğlu, "Biz yurtsever ve yedi düvele savaş veren dedelerimizin yolundayız ve ulusal bağımsızlığımızı korumaya kararlıyız. Herkesin etnik kimliği ve dini kendine aittir ve siyasetin konusu değildir" şeklinde konuştu.

 

"Dünyanın artık terkettiği yöntemin 21. yüzyılda Türkiye'de uygulanıp CHP'nin ele geçirilmek istendiğini" öne süren Kılıçdaroğlu, Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'in tartışma yaratan sözleriyle ilgili olarak da, tarihte çok trajik olayların yaşandığını ve bunların kin beslemeden belgeler ve arşivlerle gün ışığına çıkarılması düşüncesinde olduğunu belirterek, "Onur Bey, sözleriyle Dersimlileri incitmek istemedi, ancak sözleriyle kabuk bağlamış bir yarayı kanattı" dedi.

 

"BAYKAL, SOSYAL DEMOKRAT BİR PARTİNİN BAŞKANI OLAMAZ"

 

Panelde söz alan Avrupa Türk Transportçular Derneği Başkanı Halis Ateş,meclisteki konuşmasından dolayı derneğin onursal üyesi Onur Öymen'in ihraç kararı için savunmasını istediklerini söyledi.

 

Panelin soru ve eleştiri bölümünde söz alan vatandaşlar, "İktidara gelmek istemeyen Baykal'dan kurtulmak istiyoruz. Gittiğimiz geminin kaptanıyla hedefe varamayacağız. Baykal, sosyal demokrat bir partinin genel başkanı olamaz" sözleriyle görüşlerini dile getirdiler."

Gönderi tarihi:

Sayın Mavi her sözün altında bir art niyet aramak kendine yontmaktır ve dolayısıyla da demogojidir... En basitinden kimlik siyaseti yapmaktır...

 

Dersimde yaşananların Menemen'de Kujbilay' öldürüldükten sonra yaşananlarla ya da Şeyh Sait isyanından sonra yaşananlarla ya da İzmir suikastinden sonra yaşanan İstiklal Mahkemeleri süreciyle hiçbir farkı yoktur... Bu bir devrimdir ve gereken yapılmıştır...

 

Devrim kendi çocuklarını yer... Bu her zaman böyle olmuştur her zaman da böyle olacaktır... Bunu kimlik siyasetine döküp demogoji yapmanın faşizm olarak nitelemenin hiçbir alemi yoktur...

 

Asıl faşizm devlet kurulurken onun kurumları oluşturulurken Şeyh Sait gibilerinin çıkardığı isyanlarda, Kubilay'ı kesip kanını içenler tarafından dini ve ırkı kalkan olarak kullananlarca yapıldı... Dersim de bundalardan farklı değildir...

 

Hiçkimse Dersim olaylarından bahsederken nedense kışlanın içinde diri diri yakılan o 33 şehitten bahsetmiyor nedense...

 

Bütün bunları göz önünde bulundurun sayın mavi... ***** Hiçkimsenin bu ülkede Kürt kökenli vatandaşlarımızla derdi sorunu problemi yok... Ancak yaşanan bazı olaylar üzerinden kimlik ırk siyaseti yapıp ayrılıkları körükleyen, Kürtçülük, İslamcılık ya da Türkçülük gibi tehlikeli oyunlar oynayanlarla sorunumuz var ve bundan sonra da olacaktır...

 

Tek bir bayrak altında tek bir ülkede yaşıyoruz ve etnik kökenimiz ne olursa olsun hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız ve kardeşiz... Bunun unutulmaması dileğiyle...

Gönderi tarihi:

Bu soykırım lafıda moda oldu artık.Birileri bu ülkede Kürtlere soykırım yapılmış gibi göstermeye çalışıyor.

Uyanık olmak lazım.

Yakın bir Kürt yolda trafik kazası geçirip ölse soykırım yaptılar diye kıyametleri koparmazlar inşallah.

Soykırım tek taraflı ve ırkı yok etmeye yönelik olur.

Dersim olayı tek taraflı değildir bir,

Soykırım hiç değildir iki,

Gönderi tarihi:

Bu soykırım lafıda moda oldu artık.Birileri bu ülkede Kürtlere soykırım yapılmış gibi göstermeye çalışıyor.

Uyanık olmak lazım.

Yakın bir Kürt yolda trafik kazası geçirip ölse soykırım yaptılar diye kıyametleri koparmazlar inşallah.

Soykırım tek taraflı ve ırkı yok etmeye yönelik olur.

Dersim olayı tek taraflı değildir bir,

Soykırım hiç değildir iki,

 

Dersim ile Kürt olmayı karıştırmayalım.

Dersim Kürt değildir, Kürtçülüğün kendi çıkarlarınca sömürmek istediği bir kesimdir...

Gönderi tarihi:

Dersim ile Kürt olmayı karıştırmayalım.

Dersim Kürt değildir, Kürtçülüğün kendi çıkarlarınca sömürmek istediği bir kesimdir...

Birakinda bu karari Dersim halki kendisi versin. Baskalarinin adina onlarin kim oldugunu tayin etme huyumuzdan vazgecelim.

Gönderi tarihi:

"CHP’nin Dersim yöresindeki üç ilçe belediye başkanının ve çok sayıda parti yöneticisinin istifa ettiği haberi az önce geldi...

Konuya ilişkin kanaatim, en başından beri, Onur Öymen’in sözlerinin Aleviler tarafından kabul edilmesinin mümkün olmadığı yönünde oldu. Alevilerin Onur Öymen’in CHP yönetiminde kalmasını içlerine sindirmelerini bekleyen yaklaşımlar bana en başından beri gerçekçilikten uzak göründüler.

CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi. Cumhuriyet döneminin olumlu ve olumsuz yanlarının sorumlusu ve bir anlamda mirasçısı. Türkiye Cumhuriyeti tarihi düz bir çizgi üzerinde ilerlemediği için CHP de düz bir çizgi içinde değerlendirilebilecek bir parti olmadı.

Örneğin 1970’li yılların başında Bülent Ecevit önderliğinde bir dönem boyunca geleneksel çizgiden koptu. Daha sivil bir konuma yerleşti. Bu kısmen antimilitarist sayılabilecek çizgi 1980 askeri darbesine kadar sürdü ve CHP ile Aleviler arasında daha gönüllü bir buluşmaya da zemin hazırladı.

Bununla birlikte, daha önceki dönemlerde de, Alevilerle Kemalizm arasında bir dostluk vardı. Bu dostluğun nedenleri üzerine birçok farklı değerlendirme yapılabilir. 1960’lı yıllarda Tunceli, Elazığ, Erzincan yöresinde yaptığım yolculuklarda, yöre insanlarının evlerini ziyaretlerimde duvarlardaki Atatürk fotoğrafları ilginç bir detay olarak gözüme çarpmıştı. Tek parti iktidarı dönemiyle ve Cumhuriyet döneminin geneliyle çok tatlı anılarının olmamasına rağmen, Aleviler Cumhuriyet’in kurucusu parti olan CHP’yi kendilerine yakın bir parti olarak kabul ettiler.

***

Hacıbektaş Postnişini Veliyeddin Ulusoy, Alevilerin Atatürk döneminde de baskı gördüklerini anlattı.

Bunun o zamanlar dedeleri tarafından nasıl karşılandığı sorduğumda, “Sanırız Atatürk’ün bunlardan haberi yoktu” şeklinde konuştuklarını aktardı.

Alevilerin, Cumhuriyet’le ve CHP ile olan sevgi-nefret ilişkileri, Türk siyasetinin temel paradokslarından biri olarak bugünlere kadar geldi. Alevilerin CHP’yi bunca acı gerçeğe rağmen neden tuttukları sorusu üzerine çok çeşitli şeyler söylenebilir.

Türkiye’deki sağcı partilerin temel özelliklerinden biri, Sünni-Hanefi çizgisinin temsilcisi olmalarıdır. Demokrat Parti de, Adalet Partisi de, Doğru Yol Partisi de, Milli Nizam Partisi geleneği de hep Sünni İslamı kendilerine dayanak olarak gördüler.

CHP’nin ve Kemalizm’in kendine özgü bir tanım içinde de olsa ‘laiklik savunucusu’ bir imaj sergilemeye çalışması, ‘dinci akımlar’ı engelleme iddiası taşıması, Sünni İslamcı kesimin saldırılarından ve yok saymalarından bunalan Aleviler’in CHP’yi ve Kemalizm’i kendilerine yakın bulmalarına yol açtı. Aleviler, sağcı partilere karşı kendilerini koruma amacıyla, bir anlamda ‘kötünün iyisi’ olarak gördükleri CHP’ye yöneldiler.

Alevilerin CHP’ye kızıp kendi siyasi partilerini kurdukları dönemler de, CHP’nin solundaki radikal sol akımlara yöneldikleri dönemler de yaşandı. Ama bütün bunlara rağmen, CHP’nin ve Kemalizm’in onların gözüne esas olarak bir sığınak gibi göründüğünü söylememiz mümkün.

***

Aleviler, Dersim katliamının hangi güçler tarafından gerçekleştirildiğini biliyorlardı. Buna rağmen Atatürk’ü ve İnönü’yü bu katliamdan soyutlamayı tercih ettiler. Suçu Demokrat Partili Celal Bayar’ın üzerine atarak durumu idare etmeye çalıştılar. Gerçek ortada duruyordu, Aleviler gerçeği bilmelerine rağmen acılarını içlerine gömerek yaşamayı yeğliyorlardı.

Onur Öymen’in sözlerinin neden olduğu bu patlamayı bu arka plan bağlamında değerlendirmek gerekiyor...

‘Anlık bir öfke patlaması’yla karşı karşıya değiliz. İstifa eden Dersimli belediye başkanlarının da dile getirdikleri gibi, ‘Kürt açılımı’ yöre halkını yakından ilgilendiriyor. Düşük yoğunluklu savaşın en çok vurduğu yerlerden birisi de Dersim. Yakılan, yıkılan, boşaltılan köyler ortada. Dersim son 25 yıldır ilaveten yeni büyük acılar çekmişti, çekmeye devam ediyor. Açılım onları ilgilendiriyor.

Barış ve çözüm onları ilgilendiriyor. CHP’nin izlediği ‘savaşçı’ çizgiden duydukları rahatsızlığa rağmen hep durumu idare etmeye gayret eden bir tavır sergilediler.

Onur Öymen, Alevilerin açmazının üzerine tuz biber ekti. Kaldıramayacakları bir saldırı yaparak,

yaraları açığa çıkardı.

Artık, cin şişeden çıktı. CHP yönetimindeki Deniz Baykal ve ekibinin gerçek yüzü anlaşıldı. Alevilerin bunu kaldırmalarını, bu tarz söylemleri olan bir partinin arkasından gitmelerini beklemek artık çok zor. Bu yara derin bir yara. CHP ile Alevilerin çok da içten olmayan beraberlikleri bu kez çok derin bir yara aldı. Yaralar artık tedavisi imkansız sayılabilecek bir noktaya ulaştılar.

CHP yönetimindeki Baykal ekibi, gerçeğe, değişime ve barışa direniyor.

Dersim katliamını savunan CHP ile bunun mağduru Aleviler arasındaki paradoksal birlikteliğin devamı çok zor.

Yolun sonu görünüyor."

 

Alinti:-http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&Date=24.11.2009&ArticleID=965901-

Gönderi tarihi:

Dersim katliamina ve Dersim'lilere Berzan Boti'nin bakis acisi.

 

"Dersim Soykırımı ve Sünni Kürdlerin Tutumu Üzerine

23 Nov, 2009 09:14:00 Berzan Botî

Yazı boyutu

Dersim'i eleştirirken objektif olmak zorundayız! (Berzan Botî) Dersim’e ikinci darbe ve ötekileştirme de, başta PKK/Öcalan olmak üzere Kürd sol çevreleri sayesinde gerçekleşti. Dinsel nedenlerden farklı olsa da, dersim (Alevilik) kimliğine yönelik saldırılarda Öcalan, en az bağnaz dinciler kadar olumsuz rol oynadı. Düşünen, sorgulayan ve bireyselleşmiş insanlara karşı genel anlamda alerjisi olan PKK’nin, bu özellikleri en çok taşıyan Dersimlileri hedef alması şaşırtıcı değildir. PKK dışındaki diğer sol Kürdlerin de sık sık “Aleviliğiniz Kürdlüğünüzden/devrimciliğinizden önce geliyor” yönlü eleştirileri Dersimlileri anlamamanın ve ötekileştirmenin başka bir göstergesidir.

 

-------------------------xxx--------------------

 

Dersim Soykırımı ve Sünni Kürdlerin Tutumu Üzerine

 

 

 

Her ne kadar gerçek ismiyle (soykırım) anılmasa da Dersim Katliamı’nın Avrupa Parlamentosuna taşınması hem demokrasi güçleri adına, hem de Kürdler adına olumlu bir gelişmedir kuşkusuz.

 

 

 

Bu olumlu gelişmeye karşın soykırımın “Dersim 1937-38, Aleviler-Yaşananlar ve Devletin Rolü” başlığıyla tartışılıyor/tartışılacak olması düşündürücüdür.

 

 

Tartışılacak bölüm başlıklarına bakıldığında:

 

 

“Osmanlı dönemi”, “Cumhuriyetin kuruluşu”, “Kürtler”, “Aleviler”, “Devletin uygulamaları” ve “Kıyımlar”, “Cumhuriyet döneminde uygulanan alevi politikası”, “Türkiye”nin inanç politikası ve farklılıklar ile Osmanlı İmparatorluğu döneminde çoğunluğun uyanışı” Kürd ve Alevi kavramlarının birbirinden soyutlanmaya çalışıldığı görülüyor.

 

 

 

Bu iki kavramı ayrıştırma noktasında devletin bilinçli politikaları belirleyici olsa da, Kürd politik çevrelerinin de bu konudaki olumsuzlukları azımsanmayacak derecededir.

 

 

 

Kürdler genel anlamda soykırımlara karşı olması gereken duruşu sergileyemediler ve egemen anlayışın etkilerini kıramadılar bu güne kadar. İnanç kaynaklı olarak ciddi bir Kürd kesiminin hala Osmanlı’yı aklama çabasında olması büyük bir talihsizliktir.

 

 

Belli bir kesimin de işbirlikçi dedelerini (bazı Kürd aşiretlerini) aklama çabası, 1915 soykırımına karşı net bir tutum takınmalarına engel oluyor. Bu ikircikli tutum; devletin, Kürdleri bir bütün olarak dünya kamuoyunda “vahşi”, “saldırgan” ve “tüm olumsuzlukların sebebi” olarak sunmasına engel olmaması bir yana, böyle bir sunuma katkı da sağlamaktadır.

 

 

 

Özgürlük için bu kadar bedel ödeyen ve katliamlara, soykırımlara maruz kalan bir halka yapılabilecek en büyük kötülük, (neden ne olursa olsun) genel anlamda soykırımlara karşı gerekli tepkiyi göstermemek ve ikircikli bir tutum benimsemektir.

 

 

 

Birinci paylaşım savaşı sürecinde, büyük devletlerin ekonomik/stratejik çıkarları için halkları tahrik etmesi, birbirine karşı kullanması ve gerektiğinde onları feda etmesi gibi konular tartışılabilse de, başta Ermeniler olmak üzere Asuri-Süryanilerin, Rumların ve Êzidilerin soykırıma uğradığı gerçeği tartışma gerektirmeyecek kadar açıktır. Hiçbir gerekçeye sığınmadan soykırımı görmek, bu insanlık suçunda rol oynayan hiç kimseyi ayrık tutmadan lanetlemek herkesten önce Kürdlerin görevi olmalıdır. Tıpkı bugünkü T.C. ve işbirlikçilerini lanetlemeleri gerektiği gibi.

 

 

 

Dersim Soykırımı ve Alevilerin Ötekileştirilmesi

 

 

 

Dersim soykırımını somutlaştırmak için ‘BM Soykırım Suçunun Önlenmesi Ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. maddesi e) fıkrasına bakmak yeterlidir:

 

 

2. Madde: "ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur.” Diyor.

 

2. maddenin e) fıkrasında; “Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek” tanımlanması var.

 

 

Dersim’de kaç bin insanın katledildiği, hangi insanlık dışı yöntemlerin kullanıldığı gibi konulara girmeden sadece, e) fıkrasıyla yetinilse bile soykırımın yapıldığı gerçeği ortaya çıkar. Bilindiği gibi soykırım sırasında Dersimli küçük kız çocukları Asker ailelerine nakledilmişlerdi. Tıpkı geçmişte Ermeni çocukların yetimhanelere ve bazı ailelere nakledilmesi gibi…

 

 

 

Bu gün uygar insanların soykırım diye niteleyip lanetlediği, ‘“bir gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek” uygulama Osmanlı’da olağan bir anlayıştı.

 

 

 

Osmanlı’daki devşirme sistemi, yani Müslüman olmayan çocukların ailelerinden zorla koparılarak Müslümanlaştırılması tam da soykırım sözleşmesindeki 2. madde e) fıkrasına denk düşmektedir. 1915 soykırımını, Dersim soykırımını ve bu soykırımların öncesi/sonrası tüm insanlık suçlarını değerlendirirken, Osmanlı’daki bu düşünsel kaynağı göz ardı etmemek gerekiyor. Bu anlayış, biçim değişikliğine uğrasa da, öz olarak varlığını günümüze kadar koruyabilmektedir ne yazık ki. Asıl olan bu zihniyetle keskin bir hesaplaşmaya girmek ve mahkûm etmektir.

 

 

 

Kürdler içinde hala ciddi bir Osmanlı hayranlığının olması, Dersim’in (Alevilerin) ötekileştirilmesinde çok önemli bir etkendir.

 

 

 

Kürd kimliğinden çok önceleri Alevi kimliğinden dolayı Osmanlı’nın saldırılarına maruz kalan Dersimliler, haklı olarak Osmanlı zihniyetini düşman olarak görmektedirler. Osmanlı’yı savunmak, Alevilerin uğradığı baskıları onaylamaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Alevilerin bu anlayıştaki Kürdlere güvenmemesi anlaşılır bir durumdur ve haklı gerekçelere de dayanıyor.

 

 

 

Bazı Aleviler Kemalizm’i sığınak olarak görüyorsa, sorumlu, Kemalizm’den daha çok güvence veremeyen Sünni Kürdlerdir. Sistem her zaman Alevilere şu mesajı verdi: “sizi korumasam Sünniler hepinizi yok eder” Sistem, Alevilere karşı ‘Demokles’in kılıcı’ işlevini Sünnilere yüklemiştir. Sünniler bu işlevi yerine getirmeyeceklerine dair Alevileri inandırmadıkça, bazı Alevilerin Kemalist kimliğini eleştirme hakkına da sahip olamazlar.

 

 

Ulusal birlik, her hangi bir dinin/mezhebin anlayışı temel alınarak sağlanamaz. Olsa olsa yeniden keşfedilmeye çalışılan Osmanlı-Türkçü anlayışa hizmet olur.

 

 

Bu nedenle dindar olmak ile dinsel bakışı toplumsal sorunların çözüm adresi ve ulusal birlik reçetesi olarak sunmak arasındaki farklı net olarak ortaya koymak gerekiyor.

 

 

 

Bazı Kürdlerin sorunlarımızı inanç merkezli yaklaşımlarla çözemeyeceğimizi görmeleri için, İnançlarının Türkiye’deki temsilcilerine bakmaları yeterlidir. Osmanlı anlayışının Gerçek temsilcileri (bu günkü hükümet) bile inancı toplumsal sorunların çözümünde dayanak olarak görmekten vazgeçmiş durumdadır. Çünkü toplumsal gerçekliğin inançla açıklanamayacağını ve sorunların inançla çözülmeyeceğini çok iyi biliyorlar. Buna rağmen bazı çevrelerin bir mezhepsel yaklaşımı “her şeyin ilacı” olarak sunması ve fırsatçılık yaparak devrimci değerlere saldırması, halkı ilkel düşünüş biçimlerine hapsetme çabasından başka bir şey değildir.

 

 

Bu gün hala mezhep tartışması yapıyorsak ve ulusal birliğin oluşmasına engeller çıkarabiliyorsak, birilerini suçlayarak rahatlama yerine, mevcut olumsuzlukta oynadığımız kötü rol ile hesaplaşmamız gerekiyor.

 

 

 

Dersim’e ikinci darbe ve ötekileştirme de, başta PKK/Öcalan olmak üzere Kürd sol çevreleri sayesinde gerçekleşti. Dinsel nedenlerden farklı olsa da, dersim (Alevilik) kimliğine yönelik saldırılarda Öcalan, en az bağnaz dinciler kadar olumsuz rol oynadı. Düşünen, sorgulayan ve bireyselleşmiş insanlara karşı genel anlamda alerjisi olan PKK’nin, bu özellikleri en çok taşıyan Dersimlileri hedef alması şaşırtıcı değildir. PKK dışındaki diğer sol Kürdlerin de sık sık “Aleviliğiniz Kürdlüğünüzden/devrimciliğinizden önce geliyor” yönlü eleştirileri Dersimlileri anlamamanın ve ötekileştirmenin başka bir göstergesidir.

 

 

 

Türk solu “enternasyonalliği” ile övünürken Kürdlerin ulusal olanı dillendirmesini “ilkel milliyetçilik” olarak mahkûm etmeye çalıştı. Ulusal sorunu olmayan Türklerin ulusal olana vurgu yapmaması doğaldır. Buna karşın ulusal sorunu çözülmemiş Kürdlerden de bunu istemesi samimi ve gerçekçi değildir.

 

 

 

Türk solunun Kürd solunu anlamaması gibi, Kürd solu da Dersimlileri anlayamadı veya anlamak istemedi. Dinsel kimliğinden dolayı baskı görmeyen Sünni Kürdler, Alevileri “Alevi kimliğine vurgu yapıyorlar” diye eleştirirken; ya gerçekçi değiller, ya da samimi değiller. Marksist kimliğimize rağmen, şayet Sünni inanca yönelik bir baskı olsaydı, bizler Sünni kimliğimizi canlı tutmak ve korumak zorunda kalırdık. Bu, saldırıya uğrayan kimliğin korunması güdüsüdür. Bu güdüsel, doğal tepki aynı zamanda düşünsel tutarlılıkla ve baskılara karşı durmakla da örtüşmektedir.

 

 

 

Eğitim, bireyselleşmek ve özgürce düşünebilmek için yeterli neden değildir, ama bireyselleşmek için zorunlu bir koşuldur. Sadece Kürdistan’da değil Türkiye genelinde de eğitim alanında özellikli bir yere sahip olan Dersim, cemaat/tarikat ilişkilerinden en çok sıyrılan bölgedir. Onur Öymen nezdinde CHP’ye gösterilen tepki de Dersim’in özgün yanını, gelişmiş bilincini gösteriyor.

 

 

 

Dersim’de bazı Kemalistlerin varlığı, bazı derneklerin Kemalist kimliği veya kişisel çıkarı için Dersim potansiyelini kullanan birilerinin olması, Dersim’e Kemalist bir kimlik biçme hakkını kimseye vermez.

 

Kılıçdaroğlu, Kamer Genç gibi olumsuz kişilikleri bahane edip Dersim’e saldırmak, özel olarak Alevi- Kürdlere genel olarak ta devrimci değerlere yönelik bir saldırıdır. Bilinçli-bilinçsiz de olsa bu saldırıyı yapanlar sadece sisteme hizmet etmektedirler. “Gericilerimiz, farklı inançlara tahammül edemedikleri; solcularımız da, komplekslerinden, yetersizliklerinden dolayı Dersim’e saldırıyor” demek dışında haklı bir neden bulmak oldukça zor.

 

 

 

Dersim Soykırımı’nın tanınması, Dersim’in Kürd-Alevi kimliğinin birbirini dışlamaması, Alevi inancının da Sünni inanç kadar rahat bir alan bulması ve Kürdistan’da ulusal-demokratik birlikteliğin kurulması için herkese sorumluluk düşüyor. Bu sorumluluğun yerine getirilmesi için de ilk adım olarak herkesin kendisine yönelmesi gerekiyor."

 

-http://www.nasname.com/Yazarlar/bboti/5375.html-

Gönderi tarihi:
Birakinda bu karari Dersim halki kendisi versin. Baskalarinin adina onlarin kim oldugunu tayin etme huyumuzdan vazgecelim.

 

Birisinin soyu ya da ırkı ne olursa olsun, kendisini nasıl tanımlamak istiyorsa; öyledir.

Buna kimse karışamaz.

Yani, kendisini tanımlamak istediği ada müdahale edemez.

Fakat, o kimsenin gerçekte ne olduğunu dile getirmek gayet normal ve bilimsel bir eğilimdir.

Sosyologlar da bunu yapar, demograflar da bunu yapar, tarihçiler de bunu yapar, antropologlar da bunu yapar.

Çinliler kendilerine "Biz Afrikalıyız" diyebilirler, fakat onlar çin iseler, siz "aman canım kendilerine Afrikalı diyorlarsa öyledirler" diyemezsiniz...

O yüzden, Dersimliler kendilerini Kürt sanabilir, benim de zerre kadar umrumda değil bu...

İsterseler kendilerini Arap ya da Filipinli bile sanabilirler...

Geçmişlerinin ve kökenlerinin Kürt olmadığı gerçekliğini değiştirmez bu...

Kaldı ki onlar kendilerine Kürt de demiyorlar, Kürtler onlara "Kürt" diyor...

Sırf onların duygularını sömürmek ve kitle yoğunluğunu sağlayabilmek için...

Gönderi tarihi:

Dersim olayida diger bölücü isyanlar gibi bir isyandir,asiretlerin ve dinci yobazlarin kotarip pisirdigi bir isyandir devlet gerektigi sekilde davranmis ve bu isyani bastirmistir.

Avrupa kapilarini asindirarak Avrupalilardan birseyler beklemek Dersim isyaninin gercek yüzünü carpitip baska alanlara cekme cabasidir.Dün Avrupalilarin taseronu olarak isyanlar cikaranlar bugün ayni Avrupalilardan Dersim isyaninin bastirilmasini soykirim olarak tanimasini beklemektedirler.Ortak düsmanlari ise TÜRK ULUSUDUR.

 

 

saygilarla

Gönderi tarihi:

Cevdet Akbay Dersim katliaminin nasil gelistigini söyle anlatiyor;

 

"Dersim Katliamı’nın Özeti: “Eyvo, Zılumo, Qetlıyamo!” (1)

23 Nov, 2009 09:00:00 Cevdet Akbay

Yazı boyutu

"(Kemal), önünde diz çökmedim ya, bu da sana dert olsun!” Kemalist rejimin entrikalarını bilmeden Cumhuriyet tarihindeki gelişmeleri doğru okuyamayız. Şehit Seyit Rıza, “Senin hile ve yalanlarınla baş edemedim, bu bana dert oldu; önünde diz çökmedim ya, bu da sana dert olsun!” diyerek rejimin önde gelenleri olan Mustafa Kemal (Atatürk) ve onun uysal tetikçileri olan Mustafa İsmet (İnönü) ve Mustafa Fevzi’nin (Çakmak) hile ve entrikalarına dikkatlerimizi çekmek istiyor aslında.

 

-------------------------xxx--------------------

 

Dersim Katliamı’nın Özeti: “Eyvo, Zılumo, Qetlıyamo!” (1)

 

 

Tek Parti Diktatörlüğü’nün günah defteri çok kabarık; katliamlarla, siyasi cinayetlerle, entrika ve hilelerle doludur. Üstü, yasaklarla, resmi yalan ve propagandalarla örtülen bu karanlık tarihe yakından bakıldığında, insanlığımızdan utandıracak, masum ve mazlumların sefalet ve ızdırapları, kan ve göz yaşları görülür; oradan göklere yükselen feryat figanlara çiğer dayanmaz. Dünyanın değişmesiyle birlikte değişen Türkiye’de hakikatleri perdeleyen zulümat perdeleri yırtılıyor artık. Şimdiye kadar acılarını göz yaşlarıyla yoğurup içine dökenler, sesli olarak ağlamaya, zulüm rejiminden hesap sormaya başladılar. Hesap sormaya devam edecekler, etmelidirler de.

 

Kaderin bir cilvesi olsa gerek, bu korku imparatorluğunun tekrar sorgulanmasına CHP mensupları sebep oldular. İstedikleri için veya bilerek değil elbet, Meclis’te müzakere edilen Kürd Sorunu’nu kökten halletmek için, bilinç altında itina ile sakladıkları, zulümle yoğrulmuş tarihlerinin övünç kaynağı olarak gördükleri Dersim Katliamı’nı örnek olarak sudukları için. Kendi marifetleri olan Kürd Sorunu’nun barışçıl yollarla çözülmesi rahatsız ediyor onları. Burunları kan kokusuna, kulakları ağlayan anaların seslerine alışmış, bundan zevk alıyorlar herhalde.

 

Son 25 senedir devam eden, onbinlerce insanın hayatına malolan, yüzbinlerce anayı ağlatan bu kirli savaşta onların payına ağlamak düşmedi hiç; çünkü evlatlarının yolu turist olarak dahi olsun çatışmaların olduğu bölgelere düşmedi. Değil evladını kurban vermek, bu kirli savaşta süs köpeklerinin kılları bile kirlenseydi bu lanetli savaşı durdurmak için harekete geçer; “Ne olmuş yani, varsın analar ağlamaya devam etsin!” diyecek kadar seviyesizleşmezlerdi. Ağlayan kendi anaları değil, evlatları güvende olduğu için kendileri de ağlamak nedir bilmezler. Savaş devam etmiş, evlatlar ölmüş, analar ağlamış, bu tuzu kuru beyefendilerin umurunda bile değil!

 

Şahip oldukları herşeyini Dersim Katliamı’nı gerçekleştirenlere borçlu olan bu insanlardan, oturup Dersim’de katledilen masum ve mazlumlar için ağlamasını bekleyemeyiz elbet. Onlardan böyle birşey beklemek saflık olur. Onlar elbette ki döktükleri kanlarla övünecekler, hakikatleri çarpıtacaklar, bizi işledikleri cinayetlerde haklılı olduklarına inandırmaya çalışacaklar.

 

Türkiye Cumhuriyeti tarihin en kanlı katliamlarından olan Dersim Katliamı’nı bize “Dersim İsyanı” olarak öğrettiler. Bunu bize, “İsyan eden varsa elbette ki başı ezilecektir” dedirtmek, masum ve mazlum Dersimlilerin katledilişini normal ve sıradan bir şeymiş gibi göstermek için yaptılar. İnsanlarımız rejimin insafsız yalanlarına, resmi propagandalarına itibar etmiyorlar artık, çünkü kendi gerçek tarihlerini kendileri yazıyorlar. Bizim gerçek tarihimizde “Dersim İsyanı” olmadığı gibi “Seyh Said İsyanı” da yoktur. Bunu M. Kemal’e düşmanlıktan dolayı söylemiyorum (kimseye düşman değilim), işkembeden de atmıyorum. Olayları tahlil ettiğimizde bunu görüyoruz. Mesela, Tek Parti Dönemi uzmanlarından olan tarihçi Prof. Dr. Mete Tuncay söyle der:

 

“Atatürk dönemindeki ayaklanmalara karşı yapılanların hepsine tedip deniyor. Edebe getirme yani bastırma. Ama bir isyan yok. Bir çok yerde ‘ola ki bunlar ayaklanır’ diye önleyici tedbir alınıyor (http://www.stargazete.com/politika/ataturk-un-abartilmasinda-kendisinin-de-gunahi-var-haber-227259.htm). Yani, Kemalist rejimin amacı Kürdleri ortadan kaldırabildiği kadar yok etmek, gerisini de asimile etmektir. Dersim Katliamı tarihine bakılırsa, aynen öyle de yaptılar. Sadece Seyh Said ve Dersim Katliamları degil, İzmir Suikastı, Menemen Olayı da yoktur… Bütün bunlar, muhalefeti sindirerek rejimin varlığını devam ettirebilmek için despot Kemalistlerin kurduğu entrikalar, ayak oyunları, hilelerdir. Masum ve mazlum halka karşı uyguladıkları psikolojik harplerdir.

 

Kemalist rejimin entrikalarını bilmeden Cumhuriyet tarihindeki gelişmeleri doğru okuyamayız. Şehit Seyit Rıza, “Senin hile ve yalanlarınla baş edemedim, bu bana dert oldu; önünde diz çökmedim ya, bu da sana dert olsun!” diyerek rejimin önde gelenleri olan Mustafa Kemal (Atatürk) ve onun uysal tetikçileri olan Mustafa İsmet (İnönü) ve Mustafa Fevzi’nin (Çakmak) hile ve entrikalarına dikkatlerimizi çekmek istiyor aslında. Bediüzzaman Said Nursi’nin, Cumhuriyet döneminde halkın karşı karşıya kaldığı bütün olumsuzlukların günahını bu üç Mustafa’nın boynuna asması, herşeyden onları sorumlu tutması dikkat çekicidir.

 

Dersim Katliamı’na gelmeden önce Şehit Seyit Rıza’nın dikkatlerimizi çekmek istediği rejimin önde gelenlerinin “Hile ve yalanları”ndan birkaç tanesini hatırlatmakta fayda görüyorum. Mustafa Kemal ve avanesinin, Dersim Katliamı’ndan önceki hile ve entrikalarını gördükten sonra 1937 ve 1938’de gerçekleşen Dersim Katliamı’nın çeşitli hile ve yalanlar silsilesinden sonra gerçekleştiğini çok açık olarak göreceğiz.

 

Cumhuriyet’in ilk başlarında, hatta ondan önce öyle çok hile ve yalan var ki, hepsini ele almak mümkün değil. Onun yerine, Onur Öymen’in hedef aldığı Kürd Sorunu ile yakından ilişkili olan ve resmi tarihin bize “Şeyh Said İsyanı” olarak kabul ettirmeye çalıştığı hile ve yalandan başlamak istiyorum. Resmi tarih, suçsuz yere katledilen masum ve mazlum Kürdleri kana susamış canavarlar olarak gösteren çok dramatik hikaye ve yalanlarla doludur. Hakikatlerden bihaber iseniz ve vicdanınızda da hafif bir arıza varsa, “Hak etmiş asiler” demekten kendinizi alamazsınız. Resmi safsataları, palavraları tekrarlayıp zihinleri bulandırmak istemiyorum. Yukarıda da yazdığım gibi, gerçekte Cumhuriyet tarihinde “Şeyh Said İsyanı” diye birşey yoktur; onlarca mazlumun idamı, binlerce masumun katlı ile neticelenen, isyan süsü verilmiş büyük bir hile ve yalan vardır. Dersim Katliamı ve diğer bütün entrikalarda olduğu gibi, bu hile ve yalanın da fikir babası M. Kemal’dir. Uygulayıcıları ise Mustafa İsmet (daha sonra başbakanlık görevine getirilse de gayri resmi olarak planın bir parçasıydı) ve Mustafa Fevzi’dir.

 

Mustafa Kemal, ömrü boyunca makam, mevki ve sevet için mücadele etmiş, Cumhuriyet’i de makam aracı ve gelir kapısı olarak görmüş birisidir. Ona tabi olanlar farklı düşünebilir ama öğrendiğim M. Kemal’i şahsen ben öyle görüyorum. Büyük entrika ve hilelerle elde ettiği “Ekmek teknesı”ni başkasına kaptırmamak için de her yolu mübah saymış, en büyük fedakarlıklarda bulunmuş silah arkadaşlarının ayaklarını kaydırmaktan çekinmemiş, en yakın arkadaşlarını bile gözünü kırpmadan idam ettirmiştir. Makam onun için “herşey” olduğu için, onu elde etmek için her yolu mübah görmüştür. Mesela, sırf Harbiye Nazırı olabilmek için Padişah Vahdettin’in kızıyla evlenmek istediğine şahit oluyoruz. Padişah’a düşmanlığının asıl sebebi, kafası karışık Kemalistlerin iddia ettiği gibi Padişah’ın İngilizlerle işbirliği veya vatanı satması değil (her iki iddia da Kemalist rejimin malum yalanlarındandır), kızını vermeyerek bu makama gelmesine engel olmasıdır.

 

Makam hırsı yüzünden işgal gücü İngilizlere iş başvurusunda bulunduğuna da şahit oluyoruz (makam hırsı, insanlara onur kırıcı şeyler de yaptırıyor, görüldüğü gibi). Herkesi emperyalist olarak gören ulusalcı Kemalistler, Mustaaf Kemal’in, Daily Mail gazetesi muhabiri G. Ward Price’ın aracılığıyla işgalci İngilizlerden valilik talebinde bulunmasına ne derler acaba? Lord Kinross’un, Necdet Sander tarafından Türkçe’ye çevrilen “Atatürk: Bir Milletin Yeniden Doğuşu” adlı kitabın “İmparatorluğun paylaşımı” başlıklı bölümünden okuyalım:

 

“Mustafa Kemal, Fransızların ülke içine sokulmalarına karşıydı. Halk, belki bir İngiliz yönetimini daha az güçlükle hazmedebilirdi. ‘Eğer İngilizler Anadolu’da sorumluluğu üzerlerine almak niyetindeyseler tecrübeli valilere ihtiyaçları olacaktır,’ dedi. ‘Bu sıfatla yardımımı arzedebileceğim bir makamla temasa geçmek isterdim.’ Ward Price, gizli servisteki albaya bu konuşmayı anlattı. Albay bunun üzerinde durmayarak, ‘Yakında iş isteyen daha bir sürü Türk generali çıkacak,’ dedi.”

 

Harbiye Nazırlığı makamını vermeyen Padişah Vahdettin’e düşman olan Mustafa Kemal, “Müstemleke valiliği” makamını vermeyen İngilizlere fazla düşmanlık beslemedi, hatta vefatına kadar İngilizlerle çok sıcak bir ilişki içinde bulundu. Çankaya’ya en yakın büyük elçilik binası İngilizlerindi; İngiliz elçileriyle sabahlara kadar poker oynayıp eglendiği bilinir? Neden acaba? İngilizler, valilik yerine daha büyük bir makamın kapısını açtıkları için olabilir mi acaba? Ben şahsen öyle olduğuna inanırım. Ta İstanbul’dan Anadolu’ya geçişi İngilizlerin tavsiyesi ve teşfiğiyle oldu; Cumhurbaşkanlığı yolunun da İngilizlerin yardımıyla açıldığına inanırım.

 

M. Kemal ve avanesinin başvurduğu çok etkili bir hile ve yalan da, Padişah Vahdettin’den Şeyh Said’e kadar hemen hemen bütün muhalifleri “İngiliz ajanı” olmakla suçlamasıdır. Bu hile ve yalanla M. Kemal’in İngiliz ajanlığını dikkatlerden kaçırmaya çalışıyorlar elbet. Bu konuyla iliskili olarak Taraf Gazetesi’nden Ayse Hur’un su dikkat cekici ifadelerini de paylasmak istiyorum (http://taraf.com.tr/makale/8651.htm): “5 Haziran 1925 tarihinde Britanya İmparatorluğu ve Türkiye arasında imzalanan bir antlaşma uyarınca, İstanbul’daki İngiliz Askerî Ataşesi Binbaşı R. E. Harene ile İtalyan Ataşesi Deniz Yarbayı Neyroni’den oluşan bir ekip Türk Hava Kuvvetleri’ni yetkinleştirmek için bir dizi rapor hazırlamışlardı. (Resmi tarihe göre Şeyh Said İsyanı’nın arkasında Britanya’nın olduğu söylendiği halde, Türkiye’nin isyan sürerken, Türk Hava Kuvvetleri’ni geliştirmek için Britanya ile askerî işbirliği yapmasının ne anlama geldiğinin yorumunu okurlara bırakıyorum.) (…)Türk Hava Kuvvetleri’nin uçakları ilk olarak 1927 yılı sonbaharında, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Abdürrahim’in güçlerine karşı kullanıldı.”

 

29 Ekim 1923’te bir hile ile hiçbir muhalifin Meclis’te olmadığı bir zamanda, Meclis’te bulunan vekillerin bile yüzde altmışına yakınının karşı olmasına rağmen Cumhuriyeti ilan edip Cumhurbaşkanlığı makamını ele geçirmesi; ondaki sonsuz ihtiras ve entrikalardan rahatsız olan Kazım Karabekir ve arkadaşlarını yeni bir parti kurmaya itti. Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Rüşdü Paşa, İsmail Canbolat, Sabit Sağıroğlu, Ahmet Şükrü, Ahmet Muhtar Çilli, Halis Turgut, Necati Kurtuluş, Faik Günday, 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı (TCF) kurdular. Karabekir başkan, Adıvar ve Orbay başkan yardımcıları, Cebesoy da genel sekreter oldular.

 

TCF, cumhuriyeti, libaralizmi ve demokrasiyi benimseyen bir partiydi. Aynı zamanda halkın dini inançlarına da saygılı olduğunu ilan etmişti. Yeni kurulduğu için Aralık 1924'deki araseçimlere katılamadı fakat Bursa ve Kırklareli’de desteklediği bağımsız adayların kazanması, partinin yeni olmasına rağmen halk tarafından benimsendiğini gösteriyordu. Bu da haliyle Mustafa Kemal ve avanesini tedirgin etmişti. Aslında M. Kemal, kendisine rakip gördüğü için ta başından beri böyle bir muhalefet istemiyordu, Karabekir Paşa’yı “Partiyi kapat, yoksa çok kötü şeyler olacak” diye tehdit etmişti.

 

TCF’nin kuruluşundan sadece üç-dört gün sonra, 21 Kasım 1924’te The Times muhabiri Maxwell Macartney ile yaptığı söyleşide “Terakkiperverler, cumhuriyetçiliklerinde samimi değiller, programları bir sahtekarlık örneği; onlar düpedüz gerici” ifadesiyle TCF’ye karşı savaş baslatmış, partiyi kapattırmak için baş vuracağı hileyi açık etmişti. Oysa TCF kadrosu, daha düne kadar onunla aynı saflarda mücadele eden kişilerden oluşuyordu, “dinci” değil birer liberal idiler. En az M. İsmet kadar ona yakındılar ama onun gibi sorgusuz sualsiz itaatkar değillerdi.

 

Mustafa Kemal’e göre TCF mürteciydi çünkü parti programının 6ncı maddesinde açıkça “Fırka, efkar ve itikadatı diniyyeye hürmetkardır”, yani “Parti, dini düşünce ve inanışlara saygılıdır” deniyordu. Halkı sağılacak inekler olarak gören M. Kemal için büyük bir suçtu bu! Hem zaten o madde olmasaydı bile münasip başka bir kulp bulacaktı; mühim olan, büyük entrikalarla elde ettiği koltuğuna rakip olarak gördüğü muhalefeti hile ve yalanlarla ortadan kaldırmaktı! Ta partinin kuruluşunda “İrtica”dan bahsettiğini gore, demek ki partiyi kapattırmak için bahanesi de hazırdı.

 

3 Mart 1924’te kaldırılan Hilafet müessesesi ve Cumhriyet kisvesi giydirilmiş diktatörlüğün din aleyhindeki icraatları, dindar Kürderi yeni rejime bağlayan bütün bağları kopartmıştı. Kürdlerin yeni rejime olan güvensizliği bununla da sınırlı değildi; Kürdistan Teali Cemiyeti’nin 1921’de kapatılması üzerine Rêxistina Azadî kurulmuştu. Rêxistina Azadî Başkanı Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya’nın 1924 yılının Ekim ayında tutuklanmaları Kürdler’deki rahatsızlığı daha da artırmıştı. Kemalist kadronun, sadece dini kimliğe değil etnik kimliğe de tahammülü yoktu. Belki de İngilizlerden aldıkları sinsi ve şeytani taktikleri uyguluyorlardı. Halk rahatsız edilerek provoke edililecek, doğacak kargaşadan yararlanılarak sert önlemler alınacak, bu sayede rejimin ömrü uzatılacak (şimdi bile aynı yöntemi kullanmıyorlar mı?).

 

Azadî’nin liderliği Şeyh Said’deydi. Şeyh Said de tıpkı herkes gibi ülkenin gidişatından ve yeni rejimin dindarlara ve çoğunluğu dindar olan Kürdler’e karşı olan olumsuz tutumundan rahatsızdı. Rahatsızlığını Ankara’ya iletmiş, Mustafa Kemal ile görüşme talebinde bulunmuştu. Görüşmenin neticesine göre tavrını belirleyecekti. M. Kemal’in TCF’yi peşinen irticayla ilişkilendirmesi, Kürdistan’daki bu rahatsızlıktan haberdar olmasındandı. Sadık takipçileri M. İsmet ve M. Fevzi ile oturup saltanatlarını sağlama alacak kanlı ve kirli bir plan yaptılar. Patlamaya hazır görünen Kürdistan’daki baraj, kontrollü bir şekilde patlatılırsa, hem Kürd muhalefetinin hem de yeni olmasına rağmen halkın büyük desteğini kazanan TCF’nin başı ezilebilecekti.

 

Hemen işe koyuldular. Hile ve entrikaya yatkın bir zekaya sahip olan üçlü, güvendiği birçok askere Kürd kıyafetleri giydirerek Kürdistan’in hassas bölgelerine yerleştirdiler (bu hilenin yabancısı değiliz; darbe öncesi kaosu körükleyenler de sivil elbise giydirilmiş “genç subaylar”dır genelde; hatta bir iki sene önce hükümeti illegal yollarla düşürmeye çalışan Cumhuriyet Mitingleri’nde 50-60 binden fazla sivil giyimli asker katılmıştı). Kıvılcım çakıldığında onlar, yapacağı yağma ve talanlarla benzin olup ateşi alevlendireceklerdi. Şeyh Said’i ve adamlarını tahrik etmek için de 15 kişilik bir jandarma müfrezesi hazırlanmıştı. Bunların görevi “İsyan” için gerekli olan kıvılcımı çakmaktı. Tabi Şeyh Said’in, makam hırsından kalpleri ve vicdanları korermiş bu insanların hilelerinden habersizdi.

 

Şeyh Said ve beraberindekiler, 13 Şubat 1925 günü, bir düğün münasebetiyle Ergani civarındaki Piran Köyü’ne, kardeşi Şeyh Abdurrahim’e misafirliğe gitmişlerdi. Konağın geniş sofrasında, yüzden fazla insan yerde diz çökmüş, köşebaşında oturan Şeyh Said’in tatlı sohbetini dinliyordu. Sohbet gündemdeki önemli konularla ilgiliydi: “Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar Nazırlığı kaldırıldı. Din tedrisatı Maarife bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz muharrirler Peygamber Efendimize dil uzatmaya cüret ediyorlar.” Kemalist rejimin propaganda bülteni olan resmi tarih kitaplarında bahsedildiği gibi bu ifadeler Cum’a namazı öncesi milleti tahrik etmek için camide sarfedilmemiş, bir evde şahsi bir sohbette söylenmişti. İddia edildiği gibi ortada hiçbir tahrik de yoktu.

 

Aynı gün, öğleye doğru köye 15 kisilik jandarma mufrezesi gelir. Devamını Seyh Said’in İstiklâl Mahkemesi’deki ifadesinden okuyalım: “Öğle vakti ismini bilmediğim bir mülâzım (teğmen) odaya geldi ve Mehmed oğlu Ahmed adında bir mahkûmun evine on kadar başka mahkûm sığındığını, bunların teslimi için tavassutta bulunmamı (aracılık etmemi) rica etti. Hemen mahkûmlara haber göndererek teslim olmalarını nasihat ettim. Fakat mahkûmlar ‘talâk-ı selâse: Üçlü boşama’ üzere ahdettikleri için teslim olmayacaklarını bildirdiler. Sonradan duyduğuma göre mahkûmlardan 8′i serbest bırakılmış, geriye kalan ikisi ise teslim olmamışlar. Bunun üzerine ikisi içeriden, sekizi de dışarıdan ateş açarak jandarmayı dağıtmışlar ve hepsi kaçmışlar.”

 

Şeyh Said, teğmene şunları da söylemiş: “İstediğinizde haklısınız, ama biz şimdi düğündeyiz. Bizim adette bu durumda kimseyi teslim etmemiz mümkün değildir. Buyrun bize misafir olunuz, ikramımızı alın, yiyip için. Siz de mahkumları bu ara kollamaya devam ediniz. Düğün bitip bizden buradan ayrılmaya ve kalabalık dağılmaya başlayınca siz de onları alıp götürün. Hatta o zaman mahkumları elimle teslim etmenin çaresini düşüneyim” der. Oraya özel ve kirli bir misyon için gönderilen teğmen bu nazik teklifi kabul etmemiş tabi. Mahkûmlardan çoğunun teslim olmasına rağmen, sığındıkları evin kuşâtılıp imha emri verilmesi üzerine çatışma çıkar.

 

Resmi tarihin “Seyh Said İsyanı” dediği olay işte böyle başladı. M. Kemal ve arkadaşları tarafından gönderilen provokatör jandarma müfrezesinin çaktığı kıvılcım, Şeyh Said’in kontrolü dışında koca bir yangına dönüştü. Bundan sonrası iş, Kürd kıyafeti giydirilmiş diğer resmi provokatörlere kalmıştı. Bulundukları köy, nahiye ve şehirlerde dükkanları yağmalamaya, önlerine çıkanları ateş acarak öldürmeye başladılar.

 

Üç Mustafa tarafından hazırlanan hile tutmuştu. Sıra, hileli planın rantını devşirmeye, yani planladıkları “İsyan”ı bahane ederek muhalifleri susturmaya gelmişti. Asıl hedef de muhalefeti susturmaktı zaten. Planın mimarları, bütün ülkede sıkıyönetim ilan etmek istiyorlardı. Her yerde mahkemeler kurulmalı, asiler(!) ve yandaşları idam edilmeliydiler onlara göre. Hükümet başkanı Ali Fethi Bey, kirli plandan haberdar olmadığından olsa gerek “Olay bölgeseldir, bütün ülkede sıkıyönetimin gereği yoktur” diye karşı çıkıyordu. Bir çatışma ihtimalinde her iki tarafın da müslüman olduğunu söylüyordu ve “Ben müslümanı müslümana öldürtmeyeceğim!” diye direniyordu. Fakat nafile. Mustafalar planladıkları “Muhalefeti imha” fitnesinde kararlıydılar!

 

Ali Fethi Bey’in başbakanlıktan istifa et(tiril)mesiyle, yerine M. İsmet Paşa getirildi (3 Mart 1925). Plan çok öncelerden hazırlandığı için gerekli olan herşey hazırdı. Ertesi gün, yani 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükun Kanunu kabul edildi. Takrir (karar) sükun (suskunluk, sükunet), yani “Milleti Susturma Kanunu”! Toplam 15 yerleşim yerinde, Elaziz, Genç, Muş, Ergani, Dersim, Diyarıbekir, Mardin, Urfa, Siverek, Siirt, Bitlis, Van, Hakkari, Kiğı ve Hınıs’ta sıkıyönetim ilan edildi. Tevhidi Efkar, Son Telgraf, İstiklal, Sebilürreşad, Aydınlık, Orakçekiç dahil istisnasız bütün muhalif medya susturuldu. Geriye sadece Cumhuriyet, Hakimiyet-i Milliye ve Tanin gazeteleri gibi rejim taraftari gazeteler kaldı.

 

Onbinlerce insanın, “Sanığın idamına, şahitlerin bilahire dinlenmesine” gibi trajikomik kararlarla sorgusuz sualsız idam edileceği İstiklal Mahkemeleri, yani insan mezbahaneleri kuruldu. Bu gibi kararlar şaşırtıcı değildi lakin Takrir-i Sükun Kanunu’yla Hükümete yargı yetkisi tanınmıştı. Hükümetin herhangi bir üyesi (hukuktan zerre kadar anlamayan, mesela normal mesleği kasap olan biri bile) bu mahkemelere hakim olabiliyordu. Ayşe Hür’ün “Cumhuriyet’in terör aygıtı: İstiklal Mahkemeleri” başlıklı yazısında ifade ettiği gibi (5 Temmuz 2009, Taraf; http://taraf.com.tr/makale/6398.htm) “İstiklal Mahkemeleri (…) hukuk dışıydılar. Çünkü üyeleri, Meclis içinden seçiliyordu ama savcı hariç üyeleri hukukçu değildi (…) Verdikleri kararlardan sorumlu değildiler (…) Kararın verilmesi için delile gerek yoktu. Sanıkların avukat tutmaları çok nadir bir durumdu, zaten ne buna vakit vardı ne de bu görevi üstlenmeye cesaretli avukatlar. Kararlar (…) temyiz edilemezdi. Verilen cezalar (ve idamlar) derhal infaz edilirdi. Kararlar o kadar acele ile alınır ve yerine getirilirdi ki, yanlışlıkla başkasının yerine idam edilenler bile olurdu.”

 

Kısacası, masum insanların hayatı, Kel Ali, Kılıç Ali ve benzeri gibi M. Kemal’e sadık cellatların iki dudağı araşından çıkacak karara bağlıydı. Bu mahkemelerin insan mezbahanesi olduğunu Kemalistler bile kabul eder. Neşe Düzel’e konuşan Taha Akyol şunları söylüyor mesela (http://taraf.com.tr/makale/8562.htm): “İstiklal Mahkemeleri’nı en iyi tanımlayan Kemalist yazar Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’dur. Katibi olarak o, İstiklal Mahkemeleri içın ‘tedhiş mahkemeleri’ diyor. Yani ‘şiddet mahkemeleri, devlet terörü mahkemeleri’ diyor.”

 

Şark İstiklal Mahkemesi savcısı olan Karasi Mebusu Ahmet Süreyya Örgeevren’in hatıratında anlattığı bir idam kararı, bu terör aygıtlarının nasıl çalıştığına dair fikir verir. Şeyh Said Olayı’ndan dolayı kurulan mahkemeye 20-25 yaşlarında hiç Türkçe bilmeyen bir genç getirilir. Binlerce sanıklı mahkemedeki izdiham nedeniyle mahkeme heyeti, "Sorgulamaya gerek yok. Türkçe bilmeyen bir adamdan zaten memlekete hayır gelmez” diyerek idam kararı verir. Öldürülen gencin sürekli olarak rüyalarına girdiğini de itiraf eder Örgeevren. İstiklal Mahkemelerinde (genç şair Nazım Hikmet de dahil olmak üzere) çok sayıda sol görüşlü yazar ağır cezalara çarptırıldı. Kürt dili ve kültürüne ait her türlü simge yasaklandı (http://www.derinsular.com/ansiklopedi/2007/04/bireysel-haklar-tarihimiz-12-terakkiperver-cumhuri.php'>http://www.derinsular.com/ansiklopedi/2007/04/bireysel-haklar-tarihimiz-12-terakkiperver-cumhuri.php). Bu gibi cinayetler anlatılınca “Çok kötü şeyler oldu, kabul, ama zamanın şartlarını da düşünmek lazım” diye M. Kemal’in katliamlarını savunma pozisyonuna geçer Kemalistler. Eğer M. Kemal bütün bu icraatlarından dolayı masum ise, Hitler, Mussolini, Stalin, Pol Pot, Pinochet, Saddam givi zevatın ne kabahati var?

 

Cengiz Han’ın insanlık dışı zulümleri karşısında, “Keşke annem beni doğurmasaydı da tüyler ürpertici zulüm ve katlıâmları görmeseydim” diyen ünlü tarihçi İbnü’l-Esir, Cengiz Han’ın zulümlerine bile rahmet okutan M.Kemal’in zulüm ve entrikalarını görseydi ne derdi acaba? Dersim’de islenen katliami tam olarak kavrayabilmek icin Istiklal Mahkemeleri’yle işlenen cinayetleri anlamakta fayda var çünkü bütün bu katliamların arkasındaki şahıslar ve zihniyet aynıdır. Ben şahsen, “Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür (Zilzâl: 7-8)” kuralınca Tek Parti döneminde işlenen cinayetlerin hesabının sorulacağına inanıyorum. Katliamların sorumluları Mahkeme-i Kübra’da yargılandıktan sonra ebedi hapishanelere alınacaklar. Ne zaman olacak, tam kestiremiyorum ama M. Kemal ve adamlarının, işledikleri cinayetlerden dolayı birgün mutlaka bu dünyada da yargılanacaklarına inanırım. Değişen dünya bunu gerektiriyor. Türkiye’nin tam demokratikleşebilmesi için bu gerekiyor; çünkü çürük temeller üzerine demokrasi inşa edilemez, edilse bile daimi olamaz, çöker.

 

29 Haziran 1925′te Şeyh Said Hazretleri ve 47 arkadaşı idamla şehit edildiler. Tabi iş bununla bitmedi; asıl katliam 24 Eylül 1925 tarihli gizli Şark Islahat Planı ile yeni başlıyordu. Aslında Dersim Katliamı hazırlıklarının ta 1925’teki bu planla başladığını, temelin o zaman atıldığını ve hazırlıklara o zamandan beri başlandığını söyleyebiliriz. Plan hakkında detaylı değerlendirme için şu adrese bakılabilir: http://www.kurdistantime.com/?p=494. Özetin özeti mahiyetindeki bilgiyi Ekşi Sözlük yazarlarından “Cyrus the Virus”tan aktarmak istiyorum: “Plan ile ilgili en dikkat çekici maddeler Kürdçe'nin ‘resmen’ yasaklanması, kızların okula alınarak asimilasyonun hızlandırılması, isyana katılanların akrabaları ile başka yere nakledilmeleri, Kürdler'in memur ve jandarma olarak tayin olunmamaları (ki geçenlerde vefat eden bir amcam 1950'lere kadar bunun devam ettiğini söylemişti), bazı yörelerde Ermeniler'den kalmış arazilerin sadece Türkler’e tahsisi vb. (http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=%C5%9Fark+islahat+plan%C4%B1).”

 

Şark Islahat Planı ile Kürdlerin sosyal hayattan tamamen izole edilmesi, memurluk ve askerlik dahil devlet memurluklarından mahrum bırakılmaları, Kemalist rejimin Dersim Katliamı gerekçeleri arasında “Vergilerini vermiyorlardı, çocuklarını askere göndermiyorlardı!” iddialarının birer bahane olduğunu gösteriyor. Kısacası, bu plan ile Kürdler için topyekün imha ve asimilasyon planlanıyordu; “Dersim İsyanı” diye isimlendirdikleri operasyon, cinayetlerine kılıf olarak uydurdukları hile ve yalanın adıdır.

 

Vergi konusuna daha sonra değineceğim ama Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in ta 1926’da resmiyete döktüğü “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır” söylemi ve daha sonra Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Talı (Öngören) tarafından açıklanan “Bütün Dersimin hariçle münasebetini kat ederek (keserek) bu yüzden taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya (teslim olmaya) icbar etmek (zorlamak) ve şu suretle Dersimi fenalardan tahliye (etmek)” plan, aslında Dersim için ölüm fermanı verildiğini sadece “suç unsurunun uydurulması” için “Dersim İsyanı” hilesi için beklendiğini gösteriyor.

 

Dersim’in dünyayla irtibatını keserek bütün ticaret yollarını kesiyorlar ardından da “Niye verginizi vermiyorsunuz?” diye katliam yapıyorlar! Bu biraz kurtun, yemek için gözüne kestirdiği kuzuya “suyumu bulandırıyorsun” bahanesini andırıyor…

 

Tabi bu “Seyh Said İsyanı” adını verdikleri hileli operasyonun bir diğer hedefi de siyasetteki TCF muhalefetini ezmekti. “İsyan” dedikleri kendi hilelerinden dolayı TCF’yi sorumlu tuttular, yaşadışı bir örgütmüş gibi yargılayarak 3 Haziran 1925'de partinin bütün şubelerini kapattılar. Seyh Said Olayı’ndan dolayı TCF’yi kapatabilmek için de hileye başvurdular. Şeyh Said Olayı esnasında toplanan Meclis, Vatana İhanet Kanunu'nda belli değişiklikler yaparak, “dini veya mukaddesatı diniyeyi siyasi amaçlarla kullanmayı” da vatana ihanet olarak tanımladı.Bununla, TCF parti programında yer alan “Fırka efkar ve itikadatı diniyyeye hürmetkardır” şeklindeki 6. maddeyi suç kapsamına alacak şekilde değiştirmekten ibaretti (http://www.derinsular.com/ansiklopedi/2007/04/bireysel-haklar-tarihimiz-12-terakkiperver-cumhuri.php). TCF daha kapatılmadan, rejim muhafızları Türkiye'nın çeşitli yerlerindeki parti üyelerini tutuklamaya, parti merkezlerini basmaya başlamıştı. Muhalefeti susturma amaçlı entrikalar zincirinden biri olan “İzmir Suikastı” hilesiyle de TCF’nin bütün önde gelenleri tamamen susturuldular (daha sonra detayını ele alacağım).

 

Kafası karışık birçok Kemalist, bir rejim yapımı olan bu entrikayı “Musul’un kaybına sebebiyet vermiş bir isyan” olarak görürler. Onun için de Şeyh Said’in İngiliz oyununa geldiği iftirasını atarlar (bu Kemalistler arasında Abdullah Öcalan’i da sayabiliriz çünkü o da Şeyh Said’in İngiliz oyununa geldiği safsatasının propagandasını yapıyor) Oysa Musul dahil Batı Trakya, Adalar, Kıbrıs, Batum, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile M. Kemal ve M. İsmet tarafından İngiliz ve diğer dostlarına hediye edildiler (http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=114507).

 

Devam edecek..."

 

-http://www.nasname.com/Yazarlar/cakbay/5368.html-

Gönderi tarihi:

O yüzden, Dersimliler kendilerini Kürt sanabilir, benim de zerre kadar umrumda değil bu...

O halde sorun yok.

 

Bazilarida önüne geleni Türk ilan ediyor, bu nasil yanlissa Dersimli'leri onlarin adina tarif etmekte yanlis.

 

Bazi Cerkez'imiz, Laz'imiz, Gürcü'müz de kendilerini Türk saniyorlar, birakin sansinlar, hic kimseyi rahatsiz etmiyor.

Gönderi tarihi:

Desim'de neler olmustu ve yasanmisti?

 

" Dersim'de 1937-1938'de ne oldu?

 

CHP'li Onur Öymen'in gafıyla Dersim olayları yeniden gündeme geldi. Peki 1937-38'de ne olmuştu? 22 yıl önce Nokta dergisinde yayınlanan 'Dersim dosyasını Bianet yeniden yayınladı

 

Nokta Dergisi'nin 1987'de yayımladığı "Dersim 1937-1938/ Yarım Yüzyıl Sonra" dosyasını bugünün gündemine denk düşmesi nedeniyle "İlk kez açıklanan belgeler", "İsmet İnönü'nün Lozan'da okuduğu bildiri", "ABD, Demirel'e Federe Kürdistan Önerdi", "Demirel Koçaş'ı yalanlıyor", "Hedef doğrudan Dersim idi", "Dış basından", "Parlamenter gözüyle" başlıklı çerçeveleriyle birlikte aynen yayımlıyoruz.

 

"Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti bakımından mutlaka lazımdır...

 

Okul açmak, yol yapmak, refah sebeplerini sağlayacak fabrikalar kurmak, kendilerini meşgul etmeye yarayan çeşitli sanayi işleri sağlamak, özet olarak yurt sahibi yapmak veya uygarlaştırmak suretiyle ıslaha çalışmak hayalden başka bir şey değildir."

 

Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, İçişleri Bakanlığı'na raporunu sunduğunda Dersim olaylarına doğru bir adım daha atılmış oluyordu. Bir süre sonra Dersim'in adı Tunceli'ye dönecek, adına özel yasalar çıkarılacak, ardından da kanlar dökülecekti. Tam yarım yüzyıl önceydi bütün bunlar. Ve yarım yüzyıl boyunca konuşulmayacaktı. O kadar ki...

 

Muhsin Batur, 1985 yılında yayınlanan "Anılar ve Görüşler" adlı kitabında şunları yazıyordu. "Günlerden bir gün alayımıza emir geldi... Tren yoluyla Elazığ'a intikal edilecek, bir süre orada eğitim gördükten sonra o zamanlar Dersim denilen bölgeye gideceğiz. Tren yolculuğumuz 40 kişinin paylaştığı kapalı yük vagonlarında pek ilkel ve zor koşullar altında gerçekleşti. Elazığ'ın biraz uzağında Harput'un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. Okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum..."

 

Muhsin Batur, yaşadıklarını kendisine saklamıştı. Pek çok başkaları gibi... "Bir şeyler", önemli bir şeyler olmuştu 50 yıl önce. Oysa bugün genç kuşaklar, neredeyse Dersim adını bile bilmiyordu. Bugünü anlamanın anahtarı olan "dün" unutulmuştu.

 

Ve yarım yüzyıl sonra Nokta "dün"ün kapısını açıyordu. İngiliz arşivlerinde bugüne dek karanlıkta kalan belgeler ve mektuplar; Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı'nın kamuoyuna yansımayan "Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar" adlı belgesel yayını; o günlerin canlı tanıkları... Bütün bunlar bir manzarayı gözler önüne seriyordu: Dersim isyanı... 1937 baharından 1938 baharına iki tenkil harekâtı. Binlerce ölü, onbinlerce sürgün..

 

Her şey köprüyle...

"37 geldiği zaman bir köprü meselesinden geldi. İki ya da üç kişi köprüyü yaktılar. Cehaletten çoban mı yaktı, başkası mı yaktı bilemezsin yani... Belli değil, yani bilmezlikten yaktılar. Ondan sonra başladı. Olay büyüdü..."

 

Kureşanlı 60 yaşındaki Veli Çelik'in anlattığı bu köprü olayı, Genelkurmay belgelerinde şöyle geçiyordu: "İlk olay, Pah bucağı ile Kahmut bucağını birbirine bağlayan Harçik deresi üzerindeki tahta köprünün 20/21 Mart 1937 gecesi Demenan ve Haydaranlılar tarafından yıkılması ve köprü ile Kahmut arasındaki telefon hattının tahrip edilmesiyle başladı."

 

Köprü bir kıvılcımdı. Avusturya veliahdının öldürülmesi Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasında ne ölçüde etkense, köprünün yakılması da Dersim olaylarını başlatmada o ölçüde etkendi.

 

Evet, köprü yıllarca için için yanan bir ateşi canlandırmıştı. Dersimlilerin asker ve vergi vermeyi reddetmeleriyle somutlaşan bir ateşti bu. Dersim bir sancıydı... Tunceli Kanunu, 1935 yılında böyle bir ortamda çıkarılmıştı. Kanuna göre, vali ve komutan, bakanların bütün yetkilerine sahip olacak; kaymakamlıklara muvazzaf subaylar, belediyelere başkanlar atayabilecek; ilçe ve bucakların merkezlerini değiştirebilecek; gerekli gördüklerini il dışına çıkartabilecekti. Asıl önemlisi hukuk alanındaki düzenlemelerdi. Bu kanunla Tunceli'de yapılacak yargılamalara da özel yöntemler getiriliyordu.

 

Gazeteci Naşit Uluğ, "Tunceli Medeniyete Açılıyor" adlı kitabında, yapılanları "mazinin kötülüklerini tasfiye" olarak yorumluyor ve şöyle diyordu:

 

"Doğu illerimizdeki kötülüklerin başında memleketin emniyet ve asayişini tehdit eden hıyanet ve şekavet ocakları vardı. Halkı esir gibi kullanan derebeylik ve toprak ağalığının yanında, bunların daha korkuncu olarak aşiret sistemi geliyordu. Bu sistem, Kemalist rejim muvacehesinde fiili bir isyan ve itaatsizlikten farklı görünmüyordu."

 

"Meğer askeri yolmuş..."

70 yaşındaki Şükrü Baykara Nokta'ya anlatıyordu: "1937'de önce yol yapıldı. Öğrendik ki meğer askeri yol yapılıyormuş. O zaman ben 19-20 yaşındaydım... Olaylar öyle hızlı oldu ki, iki-üç gün içinde sildi süpürdüler."

 

Önce yol gelmişti Dersim'e, ardından da uçaktan atılan bildiriler. 4 Mayıs 1937 tarihini taşıyordu bildiriler ve Genelkurmay yayınına göre "Türkçe, Osmanlıca harflerle, mahalli lisanda" yazılmıştı: "Sizi ayaklandırmaya çalışan zavallıları Cumhuriyet hükümetine teslim ediniz veyahut onlar kendileri teslim olmalılar. Bu takdirde cümleniz masum kalacaksınız. Teslim edilenler veya kendiliğinden teslim olanlar dahi Cumhuriyetin adil muamelesinden başka hiçbir şey görmeyeceklerdir. Aksi takdirde, yani dediklerimizi yapmazsanız, her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. Cumhuriyetin kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz."

 

Bildirilerle aynı tarihi taşıyan Bakanlar Kurulu'nun gizli bir kararında da şöyle deniyordu:

 

"Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür."

 

Dersim'de adım adım tarih yaratılıyordu. Tarihi yaşayanlardan biri Mehmet Kangutan'dı. 1937'de 11 yaşındaydı Kangutan ve o günleri Nokta'ya bugün şöyle anlatacaktı:

 

"Abdullah (Alpdoğan) Paşa buraya geldiği zaman hem adli hem idari bütün yetkilere sahipti. İstese adam öldürebilirdi... Bütün aşiret reislerine emir çıkardı. Dedem Karabali aşiretinin reisi olduğu için oha da emir çıkardı: Herkes aşiretin silahlarını göndersin, fes yasak... Dedem belki yüz-yüz elli tüfeği katırlara odun yükler gibi yükledi, gönderdi. Herkes şapka giydi. Tüccarlarda şapka kalmadı. Ve adam yol yapmaya başladı. Atatürk'ün hastalığı zamanındaymış... Abdullah Paşa üç şey istiyordu: Askere gideceksiniz, verginizi vereceksiniz, birbirinizin malına göz koymayacaksınız... Abdullah Paşa'nın bu icraatına rağmen tek tük hadiseler oluyordu. Tabii bunlar büyük bir katliamı icap ettirmiyordu."

 

Silah meselesi Genelkurmay belgelerinde de yer alıyordu. Dersim havalisini teftişle görevlendirilen Diyarbakır Valisi Cemal Bey'in İçişleri Bakanlığı'na sunduğu şu raporla: "Üç-beş şahıs müstesna, ağalar ve reisler ve dahil bütün Dersimliler son derece fakirlik ve zaruret içinde çırpınmaktadırlar. Soygunculuk hareketlerinin sebebi, yaşamak hissi ve endişesidir... Her Dersimli, hayatını, malını korumak kaygusu ile silahlı bulunmak zorunluluğunda kalmıştır..."

 

Gerek Cemal Bey'in raporu gerekse öteki istihbarat ve değerlendirme, hükümeti bir sonuca götürüyordu: "Dersim'in ıslahatı zaruridir."

 

Genelkurmay yayınında şu satırlara yer veriliyordu: "Tunceli Kanunlarının uygulanmasında ilkin, Dersim'e hâkim olmak esası dikkate alındığı için Kahmut, Sin, Karaoğlan, Amutka, Danzik, Haydaran gibi bucak merkezlerinde birer karakol tesisi ve binalarının inşaasına başlanmıştı.

 

"Bu iş; çok uzun zamandan beri hükümet memuru ve nüfuzu görmeyen aşiret reisi ve ağalarının hoşuna gitmemiş ve özellikle Kalan'da yeni bir ilçe teşkili bunların kuşkularını büsbütün artırmıştı. Bu arada Suriye'den Tunceli bölgesine giren bazı Ermenilerin Koçkirili Ali Şir'in etrafta yaptığı menfi propagandanın halk üzerindeki etkisi de büyüktü. Bu durum dolayısıyla Yukarı Abbas uşağı aşireti reisi Seyit Rıza; Haydaran, Demenan, Yusufan, Kureyşan aşiretlerine adamlar göndermek suretiyle bunların hükümet aleyhine ittifakını sağlamış oldu."

 

Bu ittifakın gözle görünür ilk sonucu köprünün yakılması olarak gelmişti. Bunun üzerine, bölgeye ilginin artırılmasına karar verilmişti: "Son olay ve alınan haberler gösteriyordu ki, hükümetin Tunceli içerisine adım adım girişi, çıkarları bozulan bazı kimseleri sıkmakta, çıkarılan Orman Kanunu, dağ köylerinde keçilerinin aç kalacağı korkusunu doğurmakta ve bunlara benzer birtakım zararlı propagandalarla halk kışkırtılmakta idi. Bu durum dolayısıyla önümüzdeki ilkbaharda gerek Tunceli içinde ve gerekse çevresindeki illerde sarkıntılık ve çapulculuk hareketlerinin artacağı ihtimali karşısında Tunceli içinde ve çevresinde kuvvetli bulunmak lazımdı."

 

Kanlı bahar

1937 yılında ilkbahar Dersim'e böyle koptu kopacak bir fırtınayla birlikte gelmişti. Dağ taş silah aranıyor, silah toplanıyordu. Karakolların sayısı artmıştı. Ve...

 

Genelkurmay yayınının 382. sayfasında anlatılıyordu: "Hemen hemen her gün eşkıyanın şu veya bu karakola baskın yapacağı haberleri alınıyordu. Birkaç kez Elazığ'da bulunan uçak bölüğünce; eşkıyanın toplandığı yerler, özellikle bu ayaklanmayı görünürde perde arkasından yönettiği bilinen Seyit Rıza'nın evi ve civarı havadan bombalandı.

 

Her gün biraz daha şiddetini artıran kaynaşmaya rağmen henüz ciddi bir hareket olmamıştı.

 

Nihayet bir gün (26 Nisan 1937) Sin bucağının Hozat'la irtibatının dağ yolu ile yapılmasını sağlamak maksadı ile açılan ve mevcudu 36 sabit jandarmadan ibaret olan Askisor karakolu saat 20.00'den itibaren 100 kadar eşkıya tarafından kuşatıldı. Alınan diğer haberlerden de anlaşıldığına göre; bu gece eşkıyanın gruplar halinde Sin ve Kahmut bölgelerine baskın yapmaları bekleniyordu.

 

Bir gün önce Uzuntarla bölgesinde toplandığı haber alınan eşkıya 26/27 Nisan gecesi saat 23.00'te 80 kişilik bir kuvvetle Harçik suyunun doğusunda ve Pah kuzeyinde bulunan 9'uncu Seyyar Jandarma Taburu Süvari Bölüğü'ne taarruza başladı ve sabaha kadar eşkıya ile bölük arasında çok yakın mesafede ve çok şiddetli müsademe devam etti. Bölük bu saldırıyı ancak iki mangası ile karşılayabilmişti."

 

Hükümet kararlıydı. İsyan bastırılacak, Dersim "tedip", yani terbiye edilecekti. İlk kadın pilot Sabiha Gökçen'in uçağından atılan bu ilk bombalar kararlılığın göstergesiydi. Ama fırtına da kopmuştu. Artık tedip de yetmiyordu. Onun yerini, sözlüklerin "Düşman ya da zararlı kimseleri topluca ortadan kaldırma" diye tanımladığı "tenkil" almıştı. Bakanlar Kurulu kararlarında "tenkil"den söz ediliyor, Genelkurmay'ın arşivine tenkil raporları yağıyordu: "Bu hava taarruzunda özellikle Sabiha Gökçen Hanım'ın attığı 50 kiloluk bir bomba Keçizeken köyünden kuzeye doğru kaçan asi grubuna olduk­ça ağır bir zayiat verdirdiği yapılan gözetlemeden anlaşılıyordu."

 

Mehmet Kangutan da belleğindeki arşive yazmıştı tanık olduklarını: "Bir ara dediler ki yukardan kırıp geliyorlar. Tabii anamız gözü açık biri. Beni, ağabeyimi çıkarttı köyden... Gelmişler köye, toplamışlar tarlalarda. Biz tepenin arkasındaydık. Ordan mitralyöz seslerini duyuyorduk. Bizim köy ateşlendiği zaman, konağımız büyüktü, o konağı yaktıkları zaman ağlama tuttu beni. Biz karşıdan görüyorduk. İnsanlar da öldürüldükten sonra köyde insan hemen hemen kalmadı, ama biraz kaçan vardı."

 

Aynı sıralarda, yani 1937 Haziran sonlarında manzarayı Genelkurmay şöyle yorumluyordu: "Devam eden tarama faaliyetinde birçok asi köyleri yakılıyor, sıkıştırılan eşkıya grupları ile yapılan müsademelerde oldukça ağır zayiat verdiriliyor ve çok sayıda büyük baş hayvan, koyun ve keçileri toplanarak mahalli kaymakamlıklara teslim ediliyordu."

 

Genelkurmay'a gönderilen raporlarda benzeri cümlelere gittikçe daha sık rastlanır olmuştu. Bu raporlarda Seyit Rıza'nın adı da çok sık geçiyordu. "Temmuz 1937 sonlarında Tunceli'nin 1937 itaatsizliğine katılmış olan bütün aşiretlerin bölgelerinde, inilmemiş dere, çıkılmamış dağ ve taranmamış hiçbir yer kalmamıştı. Sarf edilen bütün gayretlere rağmen Seyit Rıza ve avenesi henüz ele geçirilememişti."

 

"Generalissimo"

Aynı günlerde Seyit Rıza, İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na bir mektup yazıyordu. Seyit Rıza, "Dersim Generali" diye imza attığı ve elli yıl sonra ilk kez Nokta ile gün ışığına çıkan bu mektupta, İngiliz hükümetinden yardım istiyordu. Ne var ki, umduğunu bulamayacaktı. İngiliz Dışişleri Bakanlığınca İstanbul'daki İngiliz Konsolosluğu'na gönderilen bir yazıda şöyle deniyordu: "Eğer Türk hükümetine, mektubun tarafımızdan dikkate alınmadığı gayri resmi olarak bildirilirse iyi olur."

 

Bu ilginç yazının tarihi de ilginçti. İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nın yazısı 5 Ekim 1937 tarihini taşıyordu.

 

Oysa Seyit Rıza bu yazıdan yaklaşık bir ay önce, 10 Eylül günü tutuklanmıştı. Anlaşılan bu kez İngiliz politikası, "bekle ve dengenin kimden yana döneceğini gör" biçiminde gelişmişti.

 

İngilizlerin gözlediği denge, Seyit Rıza'nın aleyhine bozulmuştu. Abasan aşiretinin başı Seyit Rıza, tutuklanmıştı. Kimi kaynaklara göre bu tutuklanma, "teslim olma" sonucunda gerçekleşmişti. Kimi kaynaklara göre ise, Seyit Rıza hükümetin "barış görüşmesi" çağrısına uyarak Erzincan'a gitmiş ve ele geçmişti.

 

Seyit Rıza'nın öyküsü yargılanıp 18 Kasım 1937 tarihinde sona eriyordu. Seyit Rıza, küçük oğlu Reşik Hüseyin, yeğeni Yusufhan aşireti reisi Kamber, Kureyşan aşireti reisi Seyit Hüseyin'in de aralarında bulunduğu on kişiyle birlikte asılmıştı. Bu, aynı zamanda 1937 harekâtının sonuydu. Başbakan İsmet İnönü, idamlar dolayısıyla yaptığı açıklamada, "Dersim meselesini ortadan kaldırdık, son verdik. Dersim müşkilesinden kurtulduk. Dersim'i her türlü askeri hareketlerle temizledik" diyordu.

 

Ancak, "mesele" ortadan kalkmamıştı. 1938'e yine huzursuzluklarla girilmişti. Gazeteci Naşit Uluğ, şöyle anlatıyordu: "Azgınlık bu sefer Kalan mıntıkasında başladı. Kalanlılara bundan önce uslu oturduklarından dokunulmamıştı. Henüz imar ve temdin çalışmaları kendi bölgelerine erişmemiş olan Kalanlılar, ağaların ve Seyit'lerin tahrikine uyarak Diztaş karakoluna tecavüz ettiler. Kış gelmişti, dağlar karla örtülmüştü, yollar henüz bitirilmemişti, harekâta yazın devam edilmek üzere kış geçirildi. Havalar açılınca asker Kalan mıntıkasına girdi."

 

Bir başka "bahar"

Dersim'de yine hazırlık vardı. Yine bahar bekleniyordu. Ama bu kez hazırlıklar daha sistemli, tedbirler daha yoğundu. Başbakan da artık Celal Bayar'dı. Gerek 1937, gerekse 1938 harekâtını "yakinen" izleyen gazeteci Naşit Uluğ şunları aktarıyordu kitabında:

 

"Kamutay 1938 yaz tatiline girerken o zamanki Başbakan Celal Bayar, iç meseleler arasında Dersim'e de temas ederek, 'Bu yıl Dersim denilen işi kat'i surette tasfiye etmek için devletin bir tedbiri daha olduğunu ve ordumuzun Dersim havalisinde vazife alacağını ve umumi bir tarama hareketiyle bu meseleyi kökünden söküp atacağını söylemişti."

 

1938 harekâtı için her şey hazırdı. Öyle ki, harekâtın artık basılı bir "kılavuz kitabı" bile vardı. 1938 yılında Elazığ Turan Matbaası'nda Tunceli Vali ve Kumandanlığı tarafından bastırılan kitapçığın adı şöyleydi: "Tunceli bölgesinde yapılan eşkıya takibi hareketleri, köy arama ve silah toplama işleri hakkında kılavuz."

 

Dam nasıl yakılır?

Kılavuz, bir tenkil hareketi için gerekli tüm bilgileri içeriyordu. Örneğin, "köyde eşkıya araması" bölümünün 6. maddesinde "Silah atan köy yakılmalıdır" denilirken, 7. maddesinde bu işin nasıl yapılacağı anlatılıyordu: "Damlar taş ve topraktan ibaret olup yalnız tavan ve direkleri ve ağaç dalları vardır. Bunları yakmak güçtür. Ancak dam üstünden bir kısım toprak atılarak ağaçlar meydana çıkarılır. Toplanacak odun ve çalılar burada yakılmak suretiyle bina ateşe verilir. Oda kapısından içeriye odun yığarak ateşleme sureti ile genişletilir."

 

Kılavuzun "silah toplama" bölümünde de şu "bilgiler"e yer veriliyordu: "Silah teslime mecbur etmek için kadın ve çocukların toplanarak hükümete teslim edileceğini söylemek çok kere iyi netice verir. Bu gibilerin damlarını yakmak faydalıdır."

 

O günleri yaşayanlardan Şükrü Baykara'nın "kıran kırana" diye tanımladığı bir çatışma başlamıştı artık Tunceli'de. Genelkurmay yayınında, bu çatışmalardan 21 Temmuz 1938 günü Laç deresi civarında cereyan edeni şöyle anlatılıyordu:

 

"Haydutların sığındığı, ağızları mazgallı taş duvarlarla kapatılmış mağaralar, cesur askerlerimiz tarafından kuşatılmış, top ve makineli tüfek ateşinden başka 25'inci Alay'dan gönderilen istihkâm müfrezesi tarafından tahrip kalıpları atılmak suretiyle mağaralar tahrip edilerek içindekiler öldürülmüş, can havli ile dışarıya fırlayanlar da ateşle imha edilmişti. Böylece tarama sahası içindeki mağaralarda toplam olarak 216 haydut imha edilmiş, ayrıca 12 haydut cesedi Munzur suyu üzerinde görülmüştü."

 

Genelkurmay yayınının bundan sonrasında tarihler, mevki isimleri ve ölü sayıları birbirini izliyordu: "Haydutlardan 20 kadar ceset... Tayyare filosunun bombalı taarruzunda haydutlardan 40'tan fazla zayiat... Kaçmak isteyen 49 kişinin imhası... Dört köyden 395 haydudun ölü olarak ele geçirilmesi..."

 

Ve bir örnek: "Mameki Dağ Tugayı bölgesinde bir kuvvetimiz Çat Köyü'ne ateş baskını yaptı. Bu baskına haydutlar şiddetle karşı koydularsa da Çat Köyü'ndeki kalabalık, perişan bir halde bağrışma ve feryatlar içinde kaçıştılar. Bu müsademede haydutlar 15'i silahsız olmak üzere 70 kadardı. Müsademe sırasında 20 kadarı imha edildi."

 

Doğal olarak raporlara, belgelere yalnızca rakamlar ve kuru bilgiler yansıyordu. 80 yaşındaki Menez Akkaya ise, Nokta'ya anlattıklarıyla canlı bir tablo çiziyordu:

 

"Ben o zaman genç kızdım. Bizim köye askerler birkaç kez geldi gittiler. Bir şey yapmadılar bize. Türkçe bilmediğimiz için ne dediklerini anlamıyorduk. Daha sonra bir gün yine geldiler. Bütün köy halkını topladılar. 200-300 kişi vardı. Kadın, çoluk çocuk hepsi oradaydı. Hepimizi Değirmentaş'ın oraya götürdüler. Bize, silahlarımızı toplayıp serbest bırakacağız diyorlardı. Ama bizi çay kıyısına götürüp öldürdüler. Kocamı da öldürdüler. Biz üç kişi kurtulduk. Ben ağaca yapıştım, öyle kurtuldum. Günlerce aç susuz ölülerin yanında kaldık. Öyle olmuştu ki, korku diye bir şey kalmamıştı

 

1938 fırtınası Eylül sonunda diniyordu. Ardında binlerce ölü bırakarak. Genelkurmay yayınına bakılırsa, ölü sayısı 4 binden az değildi. Gerçi bu, Kurtuluş Savaşı boyunca 9 bin kişinin şehit olduğu düşünülünce oldukça büyük bir rakamdı, ama yine de "kesine yakın" olduğu söylenemezdi. Çünkü ölü sayıları genellikle yuvarlak hesaplarla veriliyor ve örneğin "tarama bölgesi içinden ölü ve diri 7954 kişi çıkarılmıştır" gibi, ölü sayısının bilinemeyeceği ifadeler kullanılıyordu.

 

Aralarında, özel olarak gönderilen Muhafız Alayı'nın bulunduğu yaklaşık 50-60 bin kişilik askeri kuvvet artık çekilmeye başlamıştı, Tunceli'den.

 

İsyan bitmiş, ölen ölmüştü. Kalan sağlar ise... Onlar için Bakanlar Kurulu, "Tunceli halkından ve yasak bölgelerin içinden ve dışından 5-7 bin kişinin Batı illerine nakil ve iskânı" kararını almıştı.

 

Ve İngiltere'nin Trabzon Konsolosu, Dersim olaylarıyla ilgili olarak Ankara'daki Büyükelçiliği'ne gönderdiği son raporunu şu değerlendirmeyle sonuçlandırıyordu: "Artık söylenen şu: Türkiye'de Kürt sorunu bitmiştir."

 

 

* Nokta Dergisinin 28 Haziran 1987 tarihli yıl 5, sayı 25'te "Dersim 1937-1938/ Yarım Yüzyıl Sonra" başlıklı dosyası Ayşenur Arslan, Hıdır Göktaş, Nadire Mater, Mahmut Övür ve Seral Özzeybek imzalarını taşıyor."

 

-http://kurmesliler.com/index.php?option=com_content&view=article&id=887:dersimde-1937-1938de-ne-oldu-&catid=1:l-ve-lcelerimiz&Itemid=4-

Gönderi tarihi:

Sayın Mavi her sözün altında bir art niyet aramak kendine yontmaktır ve dolayısıyla da demogojidir... En basitinden kimlik siyaseti yapmaktır...

 

Dersimde yaşananların Menemen'de Kujbilay' öldürüldükten sonra yaşananlarla ya da Şeyh Sait isyanından sonra yaşananlarla ya da İzmir suikastinden sonra yaşanan İstiklal Mahkemeleri süreciyle hiçbir farkı yoktur... Bu bir devrimdir ve gereken yapılmıştır...

 

Devrim kendi çocuklarını yer... Bu her zaman böyle olmuştur her zaman da böyle olacaktır... Bunu kimlik siyasetine döküp demogoji yapmanın faşizm olarak nitelemenin hiçbir alemi yoktur...

 

Asıl faşizm devlet kurulurken onun kurumları oluşturulurken Şeyh Sait gibilerinin çıkardığı isyanlarda, Kubilay'ı kesip kanını içenler tarafından dini ve ırkı kalkan olarak kullananlarca yapıldı... Dersim de bundalardan farklı değildir...

 

Hiçkimse Dersim olaylarından bahsederken nedense kışlanın içinde diri diri yakılan o 33 şehitten bahsetmiyor nedense...

 

Bütün bunları göz önünde bulundurun sayın mavi... ***** Hiçkimsenin bu ülkede Kürt kökenli vatandaşlarımızla derdi sorunu problemi yok... Ancak yaşanan bazı olaylar üzerinden kimlik ırk siyaseti yapıp ayrılıkları körükleyen, Kürtçülük, İslamcılık ya da Türkçülük gibi tehlikeli oyunlar oynayanlarla sorunumuz var ve bundan sonra da olacaktır...

 

Tek bir bayrak altında tek bir ülkede yaşıyoruz ve etnik kökenimiz ne olursa olsun hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız ve kardeşiz... Bunun unutulmaması dileğiyle...

 

Kimlik siyaseti yapmıyorum.Önce bu konuda anlaşalım.Demegoji ile başlayan cümlelerde;kişiselleştirmedir.Sizden beklemezdim.

 

saygılar.

Gönderi tarihi:

...

Sözlüklere takılıp kalmayın;

Gerçekleştirilmiş Devrimlere bakın, Devrim'in sözlüklerden öğrenilemeyeceğini çok net görürsünüz...

 

Sözlüklere takılıp kaldığımı da nerden çıkardınız.TDK tanımdan ibaretti,diğer tanımlamalar okuduğum kitaplardan örnekler...Sadece bakışımı açıkladım,sözlüklerle ahkam kesmedim.Siz benim bakışıma yanlış dediniz;ben de işte bu diye açıkladım.

 

Dersim Devrim(!)ini anlamak için;önce 1930'lara dönmek lazım.

 

"- Ağrı'da Kürtlerin medenileşip, sükunet bulmaları bile kardır. Karaköse, hü kümete bağlı bir Kürt şehridir. Erzincan Kürt merkezi olursa Kürdistan'ın kurulmasından korkarım.

 

- Türklerle Kürtler aynı okulda okumalıdır. Bu Kürtleri Türkleştirmek için etkili olacaktır.

 

- Diyarbakır, kuvvetli Türklük merkezi olmak için tedbirlerimizi kolaylıkla işletebileceğimiz bir olgunluktadır.

 

- Kürtleri verimli topraklardan nereye göndereceğiz? Hudut üzerinde bulunan yerleri derhal Kürtlerle dolacak. Ağrı'dan geçici olarak gelen Kürtleri de bir yere gönderemeyiz. Sükunet bulmuş olmaları bile kafi bir kardır."

 

- Memur yetiştirecek büyük müesseseler güneyde yoktur. Orta mektebe girecekler içerisinde Kürtlerden de mü racaat olursa, onları da reddetmemeliyiz."

bakınız İsmet İnönü'den devrim incileri...

 

Tek amaç devrim değil mi!

 

Yine...

 

1925-1940 arası Kürt-Şark Raporları;

 

"Ziya Gökalp'in "Kürt aşiretleri hakkındaki tetkikler" araştırması, Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey'in İçişleri Bakanlığı'na raporu, Diyarbakır Valisi Cemal Bardakçı'nın raporu, Umumi Müfettiş İbrahim Tali Öngören'in raporu, Korgeneral Ömer Halis Bıyıktay'ın raporu, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın raporu, Başbakan İsmet İnönü'nün raporu, Umumi müfettiş Abidin Özmen'in "Şark Meselesi" raporu, İktisat Vekili Celal Bayar'ın "Şark Raporu", maliye müfettişi Burhan Ulutan'ın raporu "

ve bu raporlarda ki devrim ruhu...

 

"-Silahların toplanması ve aşiret ağalarının uzaklaştırılması için askeri operasyonu yapılmalı" (Şükrü Kaya raporu)

 

-Türkler ile Kürtler aynı okulda okumalı. Bu, Kürtler'i Türkleştirmek için etkili olacaktır" (İsmet İnönü raporu)

 

-Her yıl birkaç bin kişi Batı bölgelerine alınarak 15-20 yıllık bir programla bu halk ortadan kaldırılmalı" (Abidin Özmen raporu)

 

-Türkçe bilmeyen köylüyü memur anlamaya çalışmamalı, bu şekilde herkes Türkçe konuşmaya zorlanmalı" (Abidin Özmen raporu)

 

Cunhuriyet Gazetesi manşeti...DERSİM ŞAKİLERİ İMHA EDİLİYOR!

Seyit Rıza asılıyor;Dersim de çocuklar bile yeniden Dersim'i yaşatmamak için katlediliyor.

 

Çayan Demirel'in Dersim Belgeselinde;yaşlı amca 1938'i hala anlatmaya korkuyor.Ölmüş annesinin cesedinin başucunda bekleyen çocuğun nasıl süngülendiğini anlatılıyor.Ölmüş insanlardan nasıl tepeler yapıldığını,tepelerin başına nasıl da çocuk bedenlerinin dikildiğini anlatıyor.

 

Sabiha Gökçen,onurlandırılır.Onuru insanların canı!

Allah kimseye göstermesin gördüklerimi. Müslüman Müslüman’ı vuruyordu. Çocuklar birbirlerine sarılırlardı. Candı, ne yaparsın. Sonra çığlıkları gökyüzüne yükselirdi. Kanları sel olup akardı. Hala o çığlıklar kulaklarımda, bir türlü gitmiyor.’

‘Hozat’ın karşısında bir köy vardı. Ona dokunmazlardı. Türk köyü olduğu söyleniyordu. Operasyona gittiğimizde komutanlarımız sadece köyün içine girerlerdi. Bizim girmemize izin vermezlerdi. Kendileri bizzat sağ olanları çıkartırlardı.’

(abdullah çiftçi-dersim tanığı)

 

Buyrun devrimi konuşmaya!

 

 

 

Gönderi tarihi:

Demagoji,günümüz Türkiye'sinde en cok kullanilan ve ne gariptir kihep ayni kesim tarafindan kullanilan bir yöntemdir.1930'lari alacaksin,o günleri bugünkü standartlarla degerlendireceksin ve sonra da devlete hesap sormaya kalkacaksin.O günlerde yapilan yanlislar zaten arsivlerde mevcuttur,ama bu yanlislarin yapilmasinda ki amiller Dersim'de ki toplu ayaklanmadir.Birseyin adini dogru koymakta yarar vardir.Dersim'in hesabini sormaya kalkarlar ama,Yavuz Sultan döneminde Kürtlerin katlettigi onbinlerce Türk'ün adini bile etmezler,bu cifte standarttir ve aynen Güler Zere hesabina benzer.Kendilerine olunca hesap sorarlar ama karsidakine olunca fermuar cekerler agizlarina.Bugün devletten hesap sorma cüretini kendilerinde bulanlar hala toprak agalarinin emrinde calisip hala töre adina kan dökenlerdir.Devlete kafa tutmasini becerenler her nedense agalara kafa tutamazlar bu bile devlete kafa tutanlarin nasil bir art niyet icinde olduklarini gösterir.Ermenilerin katlettigi yarim milyonun üzerindeki masum Türklerin adini etmeyenler,savasta ölen Ermenilerin hesabini sorabilme cüretini gösterirler.

Dersim'de belki yanlislar oldu ama bu Dersim'de ki isyanin bastirilma hakkini ortadan kaldirmaz.Cocuklar öldürülmüs!Demagojinin dik alasi bu söylemde var.Cocuklar üzerinden siyaset yapmak bugünde cok ragbet görmektedir.Cocuklari sevenlerin cocuklari tehlikeye atmalarini bana kimse aciklayamaz.

 

 

saygilarla

  • 10 ay sonra...
Gönderi tarihi:

İHD Dersim Temsilcisi Avukat Barış Yıldırım, 1937 yılı ile Dersim katliamının yaşandığı 1938’deki resmi ölü sayısını İçişleri Bakanlığına sordu. İçişleri Bakanlığı’nın Avukat Yıldırım’a verdiği yanıtta; Dersim katliamının yaşandığı 1938’de resmi rakamlara göre “ölü” sayısı 6 bin 868 olarak açıkladı. Kayıtlara göre aynı kentte bir yıl önce ölenlerin sayısı ise 1737. 1937-38’de ölü sayısı ise 8 bin 605 olarak belirtildi. Avukat Barış Yıldırım, 26 Ağustosta İçişleri Bakanlığına dilekçe ile yaptığı başvuru ile ‘38 Dersim katliamında ölenlerin sayısını sordu. İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü tarafından gönderilen bilgiler, Tunceli Valiliği İl Nüfus Vatandaşlık Müdürlüğü tarafından, Avukat Yıldırım’a iletildi. Gelen cevapta, 1937’de 1737 kişinin öldüğünü bildirilirken, 1938’de 6 bin 868 kişinin öldüğü belirtildi. Gönderilen bilgide dikkat çeken rakam ise, ‘ölü’ sayısının en çok çocuklarda olduğu ortaya çıktı. Ölü çocuk sayısı 2 bin 11. Yaşanan çocuk ölümlerine değinen Yıldırım, Dersim’de bir isyan olmadığını, ortaya çıktığını belirtti. Yıldırım, hukuki girişimlerde bulunacağını söyledi.

(Dersim\EVRENSEL)

Gönderi tarihi:

İHD Dersim Temsilcisi Avukat Barış Yıldırım, 1937 yılı ile Dersim katliamının yaşandığı 1938’deki resmi ölü sayısını İçişleri Bakanlığına sordu. İçişleri Bakanlığı’nın Avukat Yıldırım’a verdiği yanıtta; Dersim katliamının yaşandığı 1938’de resmi rakamlara göre “ölü” sayısı 6 bin 868 olarak açıkladı. Kayıtlara göre aynı kentte bir yıl önce ölenlerin sayısı ise 1737. 1937-38’de ölü sayısı ise 8 bin 605 olarak belirtildi. Avukat Barış Yıldırım, 26 Ağustosta İçişleri Bakanlığına dilekçe ile yaptığı başvuru ile ‘38 Dersim katliamında ölenlerin sayısını sordu. İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü tarafından gönderilen bilgiler, Tunceli Valiliği İl Nüfus Vatandaşlık Müdürlüğü tarafından, Avukat Yıldırım’a iletildi. Gelen cevapta, 1937’de 1737 kişinin öldüğünü bildirilirken, 1938’de 6 bin 868 kişinin öldüğü belirtildi. Gönderilen bilgide dikkat çeken rakam ise, ‘ölü’ sayısının en çok çocuklarda olduğu ortaya çıktı. Ölü çocuk sayısı 2 bin 11. Yaşanan çocuk ölümlerine değinen Yıldırım, Dersim’de bir isyan olmadığını, ortaya çıktığını belirtti. Yıldırım, hukuki girişimlerde bulunacağını söyledi.

(Dersim\EVRENSEL)

 

Bu katliamsa pkk nın yaptığı soykırım.

Gönderi tarihi:

Bunlar sözümona birseyler yaptiklarini saniyorlar.Hukuki girismlerde bulunacaklarmis.Tam sirasidir zaten.Hazir yargi AKP'nin elindeyken basvurun ki size hak versinler.

Dersimde yasananlar bir isyandi.Isyan bastirma nasil olursa öylede bastirildi.Simdi kalkip gecmisi tekrar dillendirmek en azindan Kürtcüler acisindan zararli olacaktir.Cünkü Dersim'de yasanan olaylarin bas sorumlulari Din kisvesine bürünmüs hainlerdi.Siz onlarin bir degil elli tane heykelini dikseniz ne yazar.Onlarin kim olduklarini tarih coktan yazmistir.

 

 

saygilarla

Gönderi tarihi:

Bu katliamsa pkk nın yaptığı soykırım.

 

Silahlı unsurların çatışması ve birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışması anlaşılabilir olabilir,yani o dönemde seyit Rıza ile beraber isyana katılan insanların ölümünü kimse katliam olarak nitelendirmiyor,ortada bir başkaldırı var ve elbette devletin oraya bir müdahalaesi var ancak öldürülen siviller olunca bunun adı katliam olur....

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.