Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Türkiye'de ve dünyada kadının yeri........


Yayamaz Kayımca

Önerilen İletiler

Kadınların yasal hakları neler?

 

 

Ankara Barosu Kadın Hakları Kurulu'nun broşürü yol gösteriyor

 

 

Ankara Barosu Kadın Hakları Kurulu, kadınların yasal hakları konusunda yol göstereci 'Yurttaşım!, Kadınım!, Haklarım Var!' adlı bir broşür hazırladı.

 

 

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle yayımlanan broşürde, kadınların aile içinde ya da toplumsal yaşamda karşılaştıkları sorunlar karşısında yapabilecekleri anlatılıyor.

 

 

 

Ailenin Korunmasına Dair Yasa

 

Fiziksel, duygusal, ekonomik ve cinsel şiddete uğrayan kadınların kapsamında yapması gerekenler:

 

 

 

 

 

 

"En yakın karakola başvurup olayla ilgili şikayette bulunun ve bir tutanağa geçmesini sağlayın. Adli Tıp Kurumu'ndan rapor almak isteğinizi karakola bildirin. Cumhuriyet Başsavcılığı'na da başvurabilirsiniz. Başsavcılığa mutlaka Adli Tıp Kurumu'ndan rapor almak istediğinizi belirtin"

 

"Ailenin Korunmasına Dair Yasa'dan yararlanmak için bir dilekçe ile Cumhuriyet Savcılığı'na başvurup aile içi şiddete uğradığınızı bildirin. Savcı, yasanın uygulanması için talebiniz olmasa dahi gereken tedbirlerin alınması amacıyla kendiliğinden Aile Mahkemesi'ne bildirecektir"

 

"Cumhuriyet Savcılığı'na başvurmaksızın nöbetçi aile mahkemesine vereceğiniz bir dilekçeyle de yasanın korumasından yararlanabilirsiniz"

 

"Ailenin Korunmasına Dair Yasa ile ilgili olarak yapılacak her işlemlerden hiçbir harç ve masraf alınamaz''

 

Türk Ceza Kanunu

 

Broşürde, aile içinde ve toplumsal yaşamda karşılaşılan fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddetin Türk Ceza Yasası'na göre suç olduğunun altı çizildi. Buna göre:

 

"Eş veya diğer aile bireylerinden biri bu şiddet türlerinden herhangi birine maruz kalırsa, hem Ailenin Korunmasına Dair Yasa hükümleri uyarınca ailenin korunmasını isteyebilecek, hem de TCK'ya göre Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulunulabilecek"

 

Cinsel şiddete uğrayan kadının, uğradığı eylemi yasal takibi:

 

 

''Olay anında en yakın polis veya jandarma karakoluna başvurun ve eylemde bulunandan şikayetçi olun. Adli Tıp Kurumu'na gönderilmenizi, tecavüzün ve varsa yaralanmanın doktor raporu ile tespit edilmesini isteyin. Olaydan sonra Cumhuriyet Savcılığı'na bir dilekçe ile de başvuruda bulunabilirsiniz. Tecavüz sırasında failin sperm ve kanının bulaştığı eşya var ise, tecavüz bir araç yardımı ile işlenmiş ise bu eşyaları saklayın ve Cumhuriyet Savcılığı'na bildirin.''

 

Türk Medeni Kanunu

 

Evlilik içinde kadın - erkek eşitliğini sağlayan yeni Türk Medeni Yasası'na göre kadınlara sağlanan haklardan bazıları şunlar:

 

''Kadın ve erkekler 17 yaşını doldurmadan evlenemezler. Ancak önemli bir neden varsa ve 16 yaşını doldurduysanız, hakim kararı ile evlenmenize izin verilebilir. Herkes evleneceği kişiyi seçme hakkına sahip. Eğer evlenmeye zorlanıyorsanız Cumhuriyet Savcılığı'na şikayet edilebilirsiniz"

 

"Yaşadığınız aile konutunu eşiniz sizin rızanız olmadan satamaz, kira sözleşmesini sona erdiremez. Bunu önlemek için tapu kütüğüne 'aile konutu' şerhi verilmesini isteyebilirsiniz"

 

"Meslek ve iş seçiminde kocanızın iznini almak zorunda değilsiniz. Çocuğunuzun velayetini kullanırken, kocanızla ortak ve eşit haklara sahipsiniz. Eşinizle birlikte yaşarken, ayrı yaşarken ve boşanma davası sırasında nafaka isteyebilirsiniz. Nafaka davasının Türkiye'nin her yerinde açabilirsiniz"

 

"Ortak hayat nedeniyle kişiliğiniz, ekonomik güvenliğiniz veya ailenin huzuru ciddi biçimde tehlikeye düşmüşse ayrı yaşama hakkına sahipsiniz. Ailenin ekonomik varlığının korunmasını isteyebilirsiniz. Bu durumda kocanızın malları üzerindeki tasarruf yetkisinin sınırlandırılmasını hakimden isteyebilirsiniz."

 

Boşanma davası ve sonrası

 

"Kocanız size kötü muamele ediyorsa, hayatınıza kast veya onur kırıcı davranışlarda bulunuyorsa, küçük düşürücü suç işlemişse veya haysiyetsiz bir hayat sürüyorsa, evlilik dışı bir başka ilişki varsa, evi terk ettiyse, tedavisi imkansız akıl hastasıysa ve şiddetli geçimsizlik sebeplerinden birine veya birkaçına dayanarak boşanma davası açabilirsiniz"

 

"Eşinizden maddi ve-manevi tazminat isteme hakkına sahipsiz. Boşanma ile süresiz olarak nafaka yani yoksulluk nafakası isteyebilirsiniz. Boşanma kararı verilmesi durumunda çocukların velayetinin size verilmesini ve onlar için her zaman nafaka isteyebilirsiniz. Eşinizde kalan çeyiz ve ev eşyanız ile ziynet eşyanızın iadesini veya bedelinin ödenmesini isteyebilirsiniz"

 

"Boşanma davası açıldıktan sonra nasıl geçinirim, nerede yaşarım endişesi taşımayın. Davaya bakan aile mahkemesi hakimi gerekli tedbirleri alacaktır."

 

Evlat edinme

 

"Evlat edinmek artık daha kolay. 30 yaşındaysanız ve en az 5 yıllık evliyseniz ve küçük bir çocuğu evlat edinmek istiyorsanız, en az bir yıl ona bakmış ve eğitimini sağlamış olmak koşuluyla onu evlat edinebilirsiniz"

 

"Eşinizin önceki evliliğinden doğan çocuğunu iki yıllık evli olduğunuz takdirde evlat edinebilirsiniz. Medeni Yasa'nın korumasından yararlanmak istiyorsanız resmi nikah yaptırın. Evlilik birliği dışında doğan çocuğun velayeti anneye aittir ve bunun için bir mahkeme kararı gerekmez. Evlilik birliği dışında doğan çocuk baba nüfusuna kayıt edilmişse evlilik içinde doğan çocukla aynı miras haklarına sahip olur''

 

İş Kanunu

 

Kadınların İş Kanunu kapsamındaki hakları şöyle:

 

 

''İş ilişkisinde dil, ırk, cinsiyet, siyasal düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ve benzeri nedenlere dayalı ayrım yapılamaz. Cinsiyet, medeni hal, aile yükümlülükleri, hamilelik, doğum ve süt izinlerini kullanmak iş akdinin feshi için geçerli sebepler değildir. Geçerli olmayan bir sebeple iş akdiniz feshedildiğinde işe iadenizi isteyebilirsiniz"

 

"Geçerli olmayan bir sebeple iş akdiniz feshedildiğinde veya fesih bildiriminde sebep gösterilmemiş ise tazminat ve diğer işçilik haklarınızı isteyebilirsiniz. Eğer ödemez ise 1 ay içinde iş mahkemesine dava açabilirsiniz"

 

"Çalışırken evlendiğiniz takdirde evlilik tarihinden itibaren bir yıl içinde isterseniz kıdem tazminatını alarak işten ayrılma hakkınız var. İşe başladığınız gün, yasa gereği sigortalı sayılırsınız. İşven çalışmanızı Sosyal Sigortalar Kurumu'na bildirmez ise işe giriş bildirgenizi siz verin.''

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kadına yönelik şiddet..................

 

 

 

Son olarak İstanbul Beyazıt Meydanı’nda, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü sebebiyle düzenlenen gösteride polisin kadın göstericilere uyguladığı şiddet, Türkiye’de kadına yönelik şiddet tartışmalarını alevlendirdi.

 

 

7 martta Ankara’da Avrupa Birliği Troyka toplantısı öncesinde meydana gelen olaylar, AB liderlerinin de tepkisine neden oldu.

 

 

 

 

 

Türkiye-AB Troykası'nın gündemine ilk sıradan yerleşen olaylarla ilgili, göstericilere karşı orantısız şekilde şiddet kulllanılmasını eleştiren liderler, "Türk yetkililerden böyle olaylarının yaşanmamasına yönelik bir soruşturma başlatmasını talep ettik" açıklamasında bulundu.

 

 

 

 

 

Açıklamalarında, ''İstanbul'daki gösteriler sırasında kadınlara ve gençlere vuran polis görüntülerinden şoke olduk'' ifadelerini kullanan AB’li yetkililer, Türk polisine de kınama gelmesini talep etti.

 

 

 

 

 

BEYAZIT EYLEMLERİ

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü öncesinde İstanbul'da yapılan gösterilere 500 kişilik bir gruba polis müdahale etti. İzinsiz yürüyüş yapmak isteyen gruba biber gazı ve copla müdahale eden polis, yaklaşık 50 kişiyi gözaltına aldı.

 

Olayın ardından 7 martta başkent Ankara'da toplanan AB Troykası, polisin göstericilere uyguladığı şiddeti kınadı. Her türlü şiddete karşı olduklarını vurgulayan AB heyeti, olaylarla ilgili soruşturma açılmasını talep etti.

 

AP, Türk polisini kınadı

 

 

 

 

 

Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu, Kadınlar Günü nedeniyle İstanbul'da düzenlenen gösterilerde çıkan olaylara ilişkin olarak, Türk polisini kınayan bir tasarıyı kabul etti.

 

Kınama ifadeleri, AP'nin düzenleyeceği 'Dünya Kadınlar Konferansı' çerçevesinde daha önce hazırlanan bir karar tasarısına son anda eklendi. Tasarıda şu ifadeler yer aldı.

 

 

 

· AP, 6 mart 2005 tarihinde İstanbul'da gerçekleşen ve Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla yapılan gösteride, Türk polisinin 'aşırı kaba' tavrını şiddetle kınar.

 

 

· AP, en kısa zamanda Avrupa Birliği Komisyonu'ndan söz konusu olaylarla ilgili daha ayrıntılı bilgi talep eder.

 

 

· AP, Türkiye'de kadın haklarının da içinde bulunduğu son reformlardan duyduğu memnuniyeti dile getirir, ancak buna rağmen, kadınların hedef alındığı töre cinayetleri ve şiddetin devam etmesinden duyduğu endişeyi de hatırlatır.

 

 

 

 

 

Türkiye'deki kadın haklarına yakından takip

 

Türkiye'de yapılan yasal reformların memnuniyetle karşılandığı ifade edilen tasarıda, 'bununla birlikte kadınların hala şiddete ve töre cinayetlerine hedef olmasının endişeyle karşılandığı' belirtiliyor.

 

Tasarıda, AB Komisyonu ve Konseyi'ne çağrıda bulunularak, Türk yetkililerle işbirliği içinde Türkiye'deki kadın haklarının yakından takip edilmesi isteniyor.

 

İstanbul'da 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü öncesinde geçtiğimiz pazar günü Beyazıt'ta izinsiz yürüyüş yapmak isteyen gruba polis müdahale etmişti. Polisin biber gazı ve cop kullandığı olayda yaklaşık 50 kişiyi gözaltına alınmıştı.

 

 

Orantısız güç kullanımına müdahale

 

İstanbul Valisi Muammer Güler, dün yaptığı açıklamada Beyazıt Meydanı'nda yapılan izinsiz gösteride polisin güç kullanımına ilişkin idari soruşturma başlatıldığını belirterek, ''eğer orantısız güç kullanımı varsa, onunla ilgili kanunun gereği yapılacaktır'' dedi.

 

Olayın gerisindeki gerçeklerin de kamuoyu tarafından bilinmesini istediğini belirten Güler, Beyazıt ve Saraçhane'de gerçekleştirilmek istenen toplantı ve yürüyüş için, göstericilere bu alanlarda gösteri yürüyüşü yapılamayacağı konusunda kanuni tebligat yapıldığını açıkladı.

 

Göstericilere aynı gün için Kadıköy Meydanı, Kazlıçeşme ve Çağlayan'ı önerdiklerini vurgulayan Güler, hak ve özgürlükleri en iyi şekilde kullandırtmaktan yana olduklarını belirtti.

 

Polisin müdahale ettiği gündemdeki yerini korurken Emniyet Genel Müdürlüğü de, pazar günü yaşanan olayları soruşturmak amacıyla iki polis başmüfettişi görevlendirmişti

 

Emniyet yetkilileri, Beyazıt Meydanı'nda ve Saraçhane Parkı'nda 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle düzenlenen gösterinin 'izinsiz' gerçekleştirildiğini belirterek, olayların ardından iki polis başmüfettişinin soruşturma amacıyla İstanbul'a gönderildiğini açıklamıştı.

 

 

İstanbul valisinden polis savunması

 

 

 

 

 

İstanbul Valisi Muammer Güler, Beyazıt Meydanı'nda yapılan izinsiz gösteride polisin güç kullanımına ilişkin idari soruşturma başlatıldığını belirterek, ''eğer orantısız güç kullanımı varsa, onunla ilgili kanunun gereği yapılacaktır'' dedi.

 

Olayın gerisindeki gerçeklerin de kamuoyu tarafından bilinmesini istediğini belirten Güler, geçtiğimiz pazar Beyazıt ve Saraçhane'de gerçekleştirilmek istenen toplantı ve yürüyüş için, göstericilere bu alanlarda gösteri yürüyüşü yapılamayacağı konusunda kanuni tebligat yapıldığını açıkladı.

 

Göstericilere aynı gün için Kadıköy Meydanı, Kazlıçeşme ve Çağlayan'ı önerdiklerini vurgulayan Güler, hak ve özgürlükleri en iyi şekilde kullandırtmaktan yana olduklarını belirtti.

 

"Herkes gösteri yerini tayin edemez"

 

Eylemci gruba 25 dakika boyunca ihtarda bulunulduklarını hatırlatan Güler, "Beyazıt Meydanı'nda da basın açıklaması yapılmasına izin verilmiş, ancak topluluğun gösteri yürüyüşü için anayolu işgal etmesiyle yeniden müdahalede bulunulmuştur. Bu bizim kanuni zorunluluğumuzdur. Herkes kendi bildiği gibi toplantı ve gösteri yürüyüşü yeri tayin edemez. Bu, yasalarla öngörülmüş bir tespittir" diye konuştu.

 

 

 

 

 

Olaylarda bir polis aracı ile motosikletinin tahrip edildiğini belirten Güler, "özellikle belirtiyorum, burada bir provokasyon vardır. Altı polis memuru yaralanmıştır, taşlarla saldırılmıştır. Bunun da bir provokasyon olduğunu açıkça belirtmek istiyorum" dedi.

 

Zor kullanmaya teşvik

 

Gözaltına alınan kişilerin 17'sinin daha önce çeşitli terör örgütleriyle ilgili suçlardan dolayı kayıtlarının bulunduğunu kaydeden İstanbul Valisi Güler, "6 kişinin çeşitli suçlardan, 1 kişinin de terör örgütlerine yardım ve yataklık suçlarından arandığı tespit edilmiştir. Burada güvenlik güçlerinin zor kullanmaya adeta teşvik edildiği, tahrik edildiği belirlenmiştir" dedi.

 

Polisin zor kullanırken, orantılı güç kullanma konusundaki hassasiyetinin devam etmesi için her türlü uyarı ve eğitim çalışmasının devam ettirileceğini vurgulayan Güler, "varsa bu konuda kanuni bir eksiklik, gereği yerine getirilecektir. Ancak polise de bu konuda anlayışlı davranılması, hak ve özgürlüklerin dilendiği gibi kötüyü kullanılmak amacıyla yerine getirilmemesini istiyorum" diye konuştu.

 

Vali Güler, bir gazetecinin 'polisin uzun süredir güç kullanmadığı, ancak o gün yaşanan manzaraların da hiç iç açıcı olmadığını' söylemesi üzerine, polisin dağıtma yetkisinin kanunda bulunduğunu hatırlattı.

 

 

 

"Polisin jop kullanma yetkisi vardır"

 

Polise bir mukavemet söz konusuysa polisin jop kullanma yetkisinin olduğunu dile getiren Güler, ''Ancak bunun orantısını iyi hesap etmek lazım. Polise taşlarla, sopalarla saldırılması, ikazlara uyulmaması konusunda amirler ve polis, gerekli kuvvet kullanımını kendileri takdir edecekler. Elbette bunun ölçülü olması lazım'' diye konuştu.

 

Güler, İstanbul'da geçtiğimiz yıl 1836 açık, kapalı yer toplantısı ve basın açıklaması yapıldığını bunların 1788'ine hiçbir müdahalede bulunulmadığını kaydetti.

 

Kanunsuz olan sadece 48 gösteriye müdahalede bulunulduğunu belirten İstanbul Valisi, "bu da yüzde 97'lik bir oranı ifade etmektedir. Yani sadece yüzde 3'lük olaya polis müdahale etmiştir. Özgürlüklerin en iyi şekilde kullanılmasında polisin aldığı tedbirlerle de yardımcı olunmuştur'' diye konuştu.

 

Başbakan'dan üstü kapalı uyarı

 

AKP grubunda konuşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da üstü kapalı bir biçimde polisleri uyardı ve "kamu görevlileri kadınlara daha hassas davranmalı ve toplumsal sorumluluğu olduğunu unutmamalı. Provokasyonlara dikkat etmek zorundalar. Kamu görevlilerinin hassasiyeti çok önemli" diye konuştu.

 

Bütün gözlerin çevrildiği İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu ise olayla ilgili soruları yanıtlamadı. Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin de 'ölçü biraz kaçmış' yorumunda bulundu ve "Avrupa ülkelerinde de benzer görüntüler olduğunda bizde yadırgadık ve şoke olduk" dedi.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İşsizlik, Türkiye'nin en önemli sorunlarından biri. Ancak işin içine kadınlar girince işsizlik çok daha ağır bir hal alıyor.

 

 

Türkiye'de kadınların iş gücüne katılım oranları son derece düşük. Erkeklerin yüzde 69.5'i, kadınların ise sadece yüzde 25.1'i işgücüne katılıyor.

 

16 milyar 966 bin erkek iş gücüne katılırken, sadece 6 milyon 240 bin kadın çalışıyor ya da çalışmak istiyor. Yani kadınların işgücüne katılımı erkeklerin 3'te 1'i seviyesinde kalıyor.

 

Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) verilerine göre, 2004 sonu itibariyle 5 milyon 652 bin kadın çalışırken, 588 bin kadın işsiz.

 

Kadınlardaki işsizlik oranı yüzde 9.4 iken, erkeklerde işsizlik oranının yüzde 10.7 olması kadın işsizliğinin daha düşük olduğu kanısı yaratıyor. Ancak bunun nedeni, kadınların işgücüne daha az katılması.

 

DÜNYADA KADIN

•Dünya'nın yüzde 49.7'si kadın. Yani kadın nüfusu 3 milyardan fazla.

•Her yıl, yarım milyondan fazla kadın, gebelik ya da doğum sırasında yaşamını yitiriyor.

•Kadın cinayet kurbanlarının yüzde 70'i eşleri ya da sevgilileri tarafından öldürülüyor.

•Dünyada her 3 kadından 1'i hayatının bir döneminde şiddete maruz kalıyor.

•Her 5 kadından 1'i hayatının bir döneminde tecavüz veya tecavüz girişimi kurbanı oluyor.

ABD'de her 90 saniyede 1 kadın tecavüze uğrarken, Irak'ta nisan 2003'ten bu yana savaş sırasında ve sonrasında, en az 400 kadının tecavüze uğradığı İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün raporlarında yer alıyor.

•Dünyada, ağırlıklı olarak Afrika kıtasında 135 milyondan fazla kadın sünnet ediliyor.

•Dünya genelinde mültecilerin yüzde 80'i kadın.

•Gelişmekte olan ülkelerde okur-yazar olmayan her 3 kişiden 2'si kadın.

•280 milyonluk Arap dünyasında her 2 kadından 1'i okuma yazma bilmiyor.

•Suudi Arabistan'da kadının oy hakkı yok, araba kullanması yasak.

•Dünyada 54 ülkede kadınlara yönelik ayrımcı yasalar bulunurken, 'namus savunması' Peru, Bangladeş, Arjantin, Ekvator, Mısır, Guatemala, İran, İsrail, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Venezuella'nın ceza yasalarında yer alıyor.

•İran'da çok istisnai durumlar haricinde kadının boşanma hakkı yok.

•Şeriat'la idare edilen ülkelerde zina yapan kadının cezası Recm yani taşlanarak ölüm.

•Tüm dünyada sağlık çalışanlarının yüzde 75'i kadın.

•Siyasette ve iş dünyasında da kadınların oranı gelişmiş ülkelerde bile epey düşük.

 

Eğitim seviyesi arttıkça, işsizlik de artıyor

 

Kadınlar açısından en çok dikkat çeken durum ise, eğitim seviyesi arttıkça kadınların işsizlik oranının keskin bir şekilde artması.

 

Örneğin, okur - yazar olmayan 1 milyon 46 bin kadından sadece 53 bini işsiz, yani okuma yazma bilmeyen kadınlarda işsizlik oranı yüzde 1. Buna karşın, lise altı eğitim alan kadınlarda işsizlik oranı yüzde 5.8'e çıkıyor.

 

Lise mezunu erkeklerde işsizlik yüzde 12.2'yken, aynı oran kadınlarda yüzde 25.3. Üniversite mezunu erkeklerin sadece yüzde 9.3'ü işsizken, üniversite mezunu kadınlarda işsizlik oranı yüzde 18.1'e ulaşıyor. Kadın emeği daha ziyade 'ucuz işgücü' olarak tercih ediliyor.

 

Dikkat çeken bir diğer gelişme ise, kadınların büyük bir süratle işgücü piyasasına girmeleri. İşsiz erkekler arasında ilk kez iş arayanların oranı yüzde 19.9 olurken, işsiz kadınlar arasında ilk kez iş arayanların oranı yüzde 39.9. Bu veriler, kadınların giderek daha fazla oranda çalışma hayatında yeraldığını ortaya koyuyor.

 

'Türkiye'de Kadın Bilgi Ağı'

 

DİE'nin internet sitesindeki 'Türkiye'de Kadın Bilgi Ağı' bölümünde, Türk kadınının geçtiğimiz yüzyılın ortalarından bugüne sosyal ve siyasal yaşamdaki kazanımlarına yer verildi.

 

Buna göre, Türk kadınları ilk kez, 1843 tarihinde Tıbbiye Mektebi bünyesinde aldıkları ebelik eğitimi ile sosyal yaşamda yerlerini almaya başladı.

 

1847 yılında kız ve erkek çocuklara eşit miras hakkı tanıyan İrade-i Seniye'nin yayımlanmasının ardından 1856 yılında Osmanlı topraklarında kadınların köle ve cariye olarak alınıp satılmaları yasaklandı.

 

1858 yılında yayımlanan 'Arazi Kanunnamesi'nde mirasın kız ve erkekler arasında eşit olarak paylaştırılacağı hükmü yer alırken, kadınlar miras yoluyla mülkiyet hakkını kazandı. Aynı yıl Kız Rüştiyeleri açıldı.

 

1869: İlk kadın dergisi piyasada

 

8 MART TARİHÇE

•1857 yılında, ABD'de dokuma işçisi kadınların daha insanca bir yaşam isteğiyle, eşitsizliğe ve ayrımcılığa, uzun ve insanlık dışı çalışma koşullarına karşı mücadeleye başladıkları 8 Mart, ilerleyen süreçte, tüm dünya kadınlarının kutladığı bir gün haline geldi.

•1857’den beri dünyanın birçok ülkesinde kutlanan bu gün 1977 yılındaki Birleşmiş Milletler genel toplantısında Kadın Hakları ve Uluslararası Barış günü olarak kararlaştırılmış ve kadınların haklarının verilmesinin dünya barışını güçlendireceği kabul edildi.

•Böylece 8 mart Birleşmiş Milletler'e üye ülkelerde 'Uluslararası Kadın Günü' olarak kutlanmaya başladı.

•8 mart, 19'uncu yüzyılın sonlarından bu yana kadınların talep ve özlemlerini dile getirmedeki kararlılıklarını sergiledikleri ve bu güne dek hiç de küçümsenmeyecek haklar elde ettikleri bir gün oldu.

•Kadınların daha eşit ve daha yaşanılır dünya için başlattığı mücadele, toplumların her kesiminde yankısını bulbuldu ve destek gördü.

•Günümüzde uluslararası insan hakları belgelerinde her insanın eşit ve özgür doğduğu, herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine hiçbir ayrım gözetilmeksizin fırsat eşitliği çerçevesinde sahip olduğu ve cinsiyete dayalı ayrımcılığın kabul edilemezliği ilkeleri benimsendi.

 

Kadınlar ilk dergilerine 1869 yılında kavuştu. Kadınlar için ilk sürekli yayın olarak nitelenen haftalık 'Terakk-i Muhadderat' dergisi yayımlanmaya başlandı.

 

Kızların eğitimine ilk kez yasal zorunluluk getiren 'Maarif-i Umumiye Nizamnamesi' ise 1869 yılında yayımlandı. Bundan bir yıl sonra da kız öğretmen okulu 'Dar-ül Muallimat' açıldı.

 

Evlilik sözleşmesinin resmi memur önünde yapılması, evlenme yaşının erkeklerde 18, kadınlarda 17 olması ve zorla evlendirmelerin geçersiz sayılmasını düzenleyen Hukuk-ı Aile Kararnamesi 1871'de çıkarıldı. 1876'da ise ilk anayasa olan Kanun-i Esasi ile kız ve erkekler için ilköğretim zorunlu hale getirildi.

 

 

 

1897: İş hayatına atılan işçi kadınlar

 

Giderek sosyal yaşamda daha çok yer almaya başlayan kadınlar, iş hayatına ilk olarak 1897 yılında 'ücretli işçi' olarak atıldı. Kadınların devlet memuru olmak içinse bu tarihten itibaren 16 yıl beklemeleri gerekti.

 

Kadınlar ilk kez 1913 yılında devlet memuru olarak çalışmaya başladı. Bunun ardından bir yıl sonra kadınlar, tüccar ve esnaf olarak da iş hayatına girişti.

 

Kızlar için ilk yüksek öğretim kurumu, 1914 yılında 'İnas Darülfünunu' adı altında açıldı. Kadınlar bilim dünyasıyla ilk kez 1922 yılında tanıştı. Bu tarihte yedi cesur kız öğrenci, Tıp Fakültesine kayıt yaptırarak eğitime başladı.

 

1923: Türk Kadını siyasete atılıyor

 

Kadınlar siyasi hayatta da var olma mücadelesine ilk kez 1923 yılında başladı. Kadınlar ilk kadın partisi 'Kadınlar Halk Fırkası'nı, Nezihe Muhittin'in başkanlığında 1923 yılında kurmak istedi.

 

Ancak partinin kuruluşuna, kadınlara oy hakkı tanımayan 1909 tarihli Seçim Kanunu gereğince valilikçe izin verilmediği için parti girişimi dernekleşme ile sonuçlandı.

 

'29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte kadınların kamusal alana girmesini sağlayan yasal ve yapısal reformlar hızlandı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun 3 mart 1924'te çıkarılmasıyla tüm eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanırken, kızlar da erkeklerle eşit haklarla eğitim görmeye başladı.

 

Erkeğin çokeşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemelerin kaldırıldığı, kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı vemalları üzerinde tasarruf hakkı tanıyan Türk Medeni Kanunu, 17 şubat 1926'da kabul edildi.

 

1930: Kadınlara seçme ve seçilme hakkı

 

Kadınlara siyasetin kapısını aralayan Belediye Yasası, 1930 yılında çıkarıldı. Böylece artık kadınlar belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı kazandı.

 

 

 

Kadınların en önemli sorunlarından olan doğum izni, ilk kez 1930 yılında düzenlendi. Kız çocuklarına mesleki eğitim vermek amacıyla Kız Teknik Öğretim Müdürlüğü 1933 yılında kuruldu.

 

Kadınlara köylerde muhtar olma ve ihtiyaç meclisine seçilme hakları ise 1933 yılında Köy Kanunu'nda değişiklik yapılarak verildi. Kadınlara siyasetin kapısı 1934'te yapılan Anayasa değişikliği ile seçme ve seçilme hakkı tanınmasıyla tam olarak açıldı ve ilk kadın milletvekilleri TBMM'de yerlerini aldı.

 

1935: 17 kadın milletvekili Meclis'te

 

8 şubat 1935'te TBMM Beşinci Dönem seçimleri sonucunda 17 kadın milletvekili, ilk kez Meclis'e girdi. 1936'da yürürlüğe giren İş Kanunu ile kadınların çalışma hayatına düzenleme getirildi.

 

Bir yıl sonra da kadınların yeraltında ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılması, ILO sözleşmesi ile yasaklandı.

 

1945: Doğum yardımı, yaşlılık sigortası

 

Kadınlara doğum yardımı ilk kez 1945 yılında 4772 sayılı yasa ile düzenlendi. Yaşlılık sigortasının kadın ve erkekler için eşit esaslara göre düzenlenmesi ise 1949 yılında çıkarılan yasa ile gerçekleşti.

 

1950 yılında ilk kadın belediye başkanı Müfide İlhan Mersin'den seçildi.

 

Sağlık Bakanlığı bünyesinde ana çocuk sağlığı hizmetleri verilmesine 1952 yılında başlanırken, gebeliği önleyici araçların satış ve dağıtımının serbest bırakılmasını ve tıbbi zorunluluk halinde kürtaj hakkı tanınmasını düzenleyen 'Nüfus Planlaması Hakkında Kanun' 1965 yılında çıkarıldı.

 

Eşit değerde iş için kadın ve erkek işçiler arasında ücret eşitliğini sağlayan ILO sözleşmesi 1966 yılında onaylandı.

 

1971: İlk kadın bakan

 

İlk kadın bakan Türkan Akyol, 1971 yılında göreve atandı. Yasal değişiklikle, 10 haftaya kadar olan gebeliklerin kürtajla sona erdirilmesi ve gönüllü cerrahi sterilizasyon yöntemlerine izin verilirken, kürtaj için evli kadınlara kocadan izin alma koşulu getirildi.

 

Türkiye, Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi'ni 1985 yılında imzaladı. Sözleşme bir yıl sonra yürürlüğe girdi. 1985 yılında 'Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı'nda kadın konusu, ilk kez bir sektör olarak yer aldı ve bu konuda politikalar belirlendi.

 

İlk 'Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi', 1989 yılında İstanbul Üniversitesi'nde kuruldu. Bugün üniversiteler bünyesinde kurulan bu merkezlerin sayısı 13'e ulaştı.

 

1989: İlk kadın kaymakam

 

1989 yılında kadınlara da kaymakamlık yolu açıldı. İçişleri Bakanlığı, kaymakamlık sınavlarına kadınların da alınacağını açıkladı. Kadının çalışmasını kocanın iznine bağlayan Medeni Kanun'un 159'uncu maddesi, Anayasa Mahkemesi'nce 1990 tarihinde iptal edildi.

 

Tecavüz mağdurunun hayat kadını olması halinde cezanın indirilmesini öngören Türk Ceza Kanunu'nun 438'inci maddesi, TBMM tarafından 1990 yılında yürürlükten kaldırıldı.

 

Yerel yönetimler özellikle şiddete uğrayan kadınlara yönelik hizmet vermeye başlarken, Türkiye'de ilk kadın sığınma evi, Bakırköy Belediyesi tarafından 1990 yılında açıldı.

 

1991: İlk kadın vali

 

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kadın vali Lale Aytaman, 1991 yılında Muğla'ya atandı. 1993'te İstanbul Üniversitesi'nde ilk Kadın Araştırmaları Ana Bilim Dalı açıldı ve yüksek lisans programı vermeye başladı. Aynı yıl Kadın Dayanışma Vakfı, Altındağ Belediyesinin desteğiyle kadın danışma merkezi ve kadın sığınma evini açtı.

 

1993: Başbakan koltuğunda ilk kez bir kadın

 

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Başbakan koltuğuna ilk kez bir kadın oturdu. Türkiye'nin ilk kadın başbakanı Tansu Çiller, 25 haziran 1993 tarihinde hükümeti kurdu.

 

Nüfusun yarısını oluşturan kadınların Meclis'teki temsil oranı ise yok denecek kadar az seviyede bulunuyor. Kadın milletvekili sayısı erkek milletvekillerinin sadece yüzde 4.2'sinde kalıyor.

 

1995: 'Mor Çatı' kapılarını kadınlara açtı

 

Açtığı kadın danışma merkezi ile şiddete uğrayan kadınlara danışmanlık hizmeti veren 'Mor Çatı' Kadın Sığınağı Vakfı, 1995 yılında kadın sığınağını açtı.

 

Bu arada, DİE'nin projeksiyonlarına göre, bu yıl ortasında kadın nüfusunun 36 milyon 101 bini bulacağı, erkek nüfusunun ise 36 milyon 743 bin kişi olacağı tahmin ediliyor.

 

Bu yıl için kadınların doğuşta yaşam beklentisi 71.3 yıl olarak hesaplanırken, 2030 yılında ortalama yaşam beklentisinin 76 yıla çıkacağı öngörülüyor. Bu tarihte Türkiye'deki kadın sayısının erkek sayısının önüne geçmesi bekleniyor.

 

2030 yılında Türkiye'deki kadın sayısının 46 milyon 854 bin, erkek sayısının da 46 milyon 841 bin olacağı tahmin ediliyor.

 

1997: Kocasının soyadı yanında kendi soyadı

 

Kadının evlendikten sonra kocasının soyadını almakla birlikte, kendi soyadını da kullanabilmesi, 1997 yılında Medeni Kanun'da yapılan değişiklikle sağlandı.

 

Zorunlu temel eğitimi beş yıldan sekiz yıla çıkaran kanun, 1997 yılında yürürlüğe girdi. Aile içi şiddete uğrayan kişilerin korunması için gerekli tedbirlerin alınmasını düzenleyen 'Ailenin Korunmasına Dair Kanun', 1998'de yürürlüğe girdi.

 

İstatistiklerle kadının eğitim düzeyi

 

Türkiye'de 1975-2000 döneminde üniversite mezunu kadın sayısı 56 binlerden 910 bine kadar yükselirken, okuma yazma bilmeyen kadın sayısı, hala yüksek seviyede bulunuyor.

 

2000 yılı itibariyle Türkiye'de 25 yaşın üzerinde okuma yazma bilmeyen kadın sayısı 4 milyon 625 bini buluyor. Bu rakam erkeklerde 1 milyon 176 bin kişide kalıyor.

 

Buna karşılık, 1975-2000 döneminde kadınların eğitimde büyük mesafe kaydettikleri de görülüyor. Nitekim dönem başında:

 

 

 

· 1 milyon 920 bin seviyesinde olan ilkokul mezunu kadınların sayısı 7 milyon 644 bine,

 

 

· 167 bin olan ortaokul mezunu sayısı 896 bine,

 

 

· 199 bin olan lise mezunu sayısı da 1 milyon 539 bine çıktı.

 

 

· Üniversite mezunu kadın sayısı da 56 binlerden 910 bine kadar yükseldi.

 

Yıl 2000: Çalışma hayatında kadın

 

2000 yılı sayımında nüfusun 33.4 milyonluk bölümünü oluşturan kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 39.6 seviyesinde kalırken, 9.4 milyon kadın çalışıyor.

 

Buna karşılık kadınlar işsizlik oranı açısından erkeklere göre daha şanslı görünüyor. Erkeklerde 2000 yılı için yüzde 9.9 olan işsizlik oranı kadınlarda yüzde 7.2 seviyesinde kalıyor.

 

Tarım dışı kadın çalışanların oranı da hızla artıyor. 1997 yılındayüzde 17.7 olan bu oran 2003 yılına gelindiğinde yüzde 20.6'ya çıktı. Tüm bunlara rağmen, kadın ve erkek çalışanların ücret dengesizliği ise devam ediyor.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Birleşmiş Milletler Ortak Programı çerçevesinde Türkiye'nin altı ilinde yapılan 'kadın sorunları' konulu kamuoyu araştırması, bilinen bir gerçeği gün yüzüne çıkardı.

 

 

Birleşmiş Milletler Ortak Programı çerçevesinde Türkiye'nin altı ilinde yapılan 'kadın sorunları' konulu kamuoyu araştırması, 'kadının yeri evidir' görüşünün birçok kadın tarafından desteklendiğini ortaya koydu.

 

Araştırmaya katılan her üç kadından biri, 'erkek kadını aldatırsa hoş karşılanabilir' önergesini doğru bulduğunu belirtirken, töre gereği cezalandırılmayı meşru görenlerin sayısının da oldukça fazla olduğu görüldü.

 

Birleşmiş Milletler Türkiye Temsilciliği'nin Van, Nevşehir, Kars, İzmir, Trabzon ve Şanlıurfa'da yaptırdığı kamuoyu araştırması sonuçlandı.

 

Kadın ve kız çocuklarının insan haklarıın korunması ve geliştirilmesi ortak programı çerçevesinde Hacı Ömer Sabancı Vakfı'nın da katkılarıyla yürütülen çalışma çarpıcı sonuçları ortaya çıkardı.

 

Araştırmaya göre kadına karşı şiddet uygulayanların oranları ise şöyle:

 

 

Eşi - yüzde 73

 

Anne ve babası - yüzde 27

 

Ağabey ve kardeşleri - yüzde 8. 5

 

Araştırmaya katılan kadınlar en çok şiddeti kocalarından gördüklerini belirtirken, kadına karşı şiddeti onaylama yaklaşımının üniversite mezunu erkekler arasında da yüksek oranda olduğu ortaya çıktı.

 

'Kadınlar töre gereği cezalandırılmalı' diyenlerin oranları ise şöyle:

 

Kadınlar:

 

Şanlıurfa - yüzde 26.8

 

Van - yüzde 13.7

 

Erkekler

 

Şanlıurfa - yüzde 30.5

 

Van - yüzde 23.1

 

Trabzon - yüzde 17.3

 

'Kadının yeri evidir' görüşüne katılan kadınların oranları ise:

 

 

Şanlıurfa - yüzde 62.4

 

Van - yüzde 41.4

 

Nevşehir - yüzde 40. 6

 

İzmir - yüzde 35.7

 

Kars - yüzde 33.6

 

Trabzon - yüzde 30.3

 

Araştırmanın dikkat çeken sonuçlarından biri de 'kadının yeri evidir' görüşünün kadınlar arasında yaygın olarak kabul edilmesi. Altı ilde yaşayan kadınlar yüzde 30 ile yüzde 62 arasında arasında değişen yüksek oranlarda kadının evde oturması gerektiğini düşünüyor.

 

Birleşmiş Milletler'in araştırması bazı durumlarda kadının şiddeti hak ettiklerini düşünürüm' görüşünün de bazı illerde yüzde kırklara varan oranlarda desteklendiği ortaya çıkardı.

 

Araştırmada 'erkek eşini aldatırsa hoş karşılanabilir' önergesine destek veren kadınların şanlıurfa'da yüzde 50'ye yakın olduğu sonucu çıkarken, diğer illerde de yüzde 30'lara varan oranlar tespit edildi. 'Erkek eşini aldatırsa hoş karşılanabilir' diyen erkeklerin oranıysa bazı illerde yüzde 67.2'ye kadar çıktı.

 

Araştırmaya göre 'erkek eşini aldatırsa hoş karşılanabilir' diyenlerin kadınların oranları:

 

 

Şanlıurfa - yüzde 49.5

 

Kars - yüzde 33.9

 

İzmir - yüzde 31.3

 

Van - yüzde 25.4

 

Nevşehir - yüzde 14.2

 

Trabzon - yüzde 30.3

 

BM ortak programı bu araştırmanın sonuçlarından yola çıkarak sözkonusu altı ilde kadın haklarını geliştirme çalışmalarına başlayacak. Devlet özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının birlikte çalışacağı programın bütçe ise 1.5 milyon ABD doları.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

kadın ve medya...

 

 

 

Metalaşma, kadın, medya üçlüsüne ilk anda bakıldığında birbirinden çok bağımsızmış gibi dursalar da post modern dünyada her türlü kavramın birbirine eklenmesi sonucu birbirlerinden aslında çok uzak olmadıkları görülebilir. Metalaşma süreci içindeki kadınlık rolleri ile, erkek egemen dünyanın kendisini tekrar üretebilmesi için medyayı kullanması arasındaki bağlantı bu ödevin temel esaslarını oluşturmaktadır. Her üç kavramın ilk olarak birbirlerinden bağımsız daha sonra da birbirleriyle ilişkili olarak değerlendirilmesi yapılacaktır.

METALAŞMA VE META FETİŞİZMİ

Meta kavramın ilk olarak iyice anlaşılması için popüler kültür üzerinden bir değerlendirme yapılması faydalı olacağı düşünülmüştür. Bu değerlendirme yapılırken popüler kültür “endüstrisi”ne atıfta bulunulmaktadır…

Popüler kültür

 

Popüler kültür yeni bir kavram. 19. yüzyılın son çeyreği öncesinde dünyanın hiçbir yerinde ondan söz edilmiyordu. Kavramı yaratan olgu kapitalist üretim ilişkilerinin kültür alanını biçimleyen ana etmen haline gelmesi olmalıdır. Bunun anlamı, kapitalizmin iki temel unsurunun, sürekli tırmanan üretkenliğin ve tüm üretimleri metaya dönüştüren mekanizmaların kültür alanında da geçerli olmasıdır. Sonuç, kültür ürününün ve kültürel üretimin diğer ekonomik gerçekliklerden özerkleşmeyişi, aksine onlara sağlamca eklemlenişidir. Ekonomik rasyonalitenin Rönesans’tan beri yaratılan yüceltilmiş sanat imgesini altüst etmeye koyulmasıdır bu. Dolayısıyla, ilk popüler kültür ürünlerinin resimli magazin dergisi ve popüler roman oluşu şaşırtıcı sayılmaz. Onu popüler müzik, popüler gösteri sanatları, popüler görsel sanatlar ve sayısız türevleri izleyecektir.

 

Popüler kültürün 20. yüzyıldaki serüveni ise, onun en kapsamlı ve insafsız analizlerini yapan Adorno’dan başlıyor. Adorno, tüm estetik ifade alanının yüksek kültür (ve sanat) ile popüler kültür ikiye yarılmasından muzdarip olduğunu öne sürer ve bugüne dek uzanan tartışmaları başlatır. Ona göre, popüler kültür ile kültür endüstrisi özdeş kavramlardır. Kültürel ürünler artık endüstri uygarlığının tanımladığı araç ve ölçeklerde üretilmektedir. Böyle olunca tüm endüstriyel ürünlerin kimlik özelliklerini oluşturan standartlaşma, normlaşma, kitlesel üretim, tüketmek adına tüketmek gibi kavramlar kültür endüstrisi için de geçerli olmaktadır.

 

Türkiye’nin popüler kültür tarihi Merkez’e göre geç başlar. En iyimser bir analiz bile Türkiye’de 1950’ler öncesinde gerçek bir popüler kültür etkinliği gösterildiğini ileri süremez. Kuşkusuz, bu ülkede yaşayanlar Merkez’de üretilen popüler kültür ürünlerinin farkına daha 19. yüzyılda bile varmışlar ve onları kullanmışlardır. Ancak, genellikle onları Merkez’de ortaya çıkan ikiye yarılma içinde kavramak yerine, Merkez üretiminin tek temsilcisi olduklarını düşünmüşlerdir. Merkez’de popüler olan burada bu nedenle popülerliğinden sıyrılmış, hatta neredeyse aydın seçkinlerin kültürünün bir bileşenine dönüşmüştür. İronik olan şu ki, 20. yüzyılın ikinci yarısında popüler yerli üretimler başladığında, bunlar aynı aydın seçkinlerce aşağılanacaktır. Merkez’in popülerinin popülerliğini kavrayamayanlar, yerli popülere lanet ederler. On yıllar boyunca, arabesk müzik ve Yeşilçam sineması bu yüzden birer kültürel sapkınlık olarak nitelenecektir.(1)

Kapitalist toplumda genelde ürünler satılmak için üretilir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, metalar aracılığıyla sürdürülür. Hemen her şeyin parayla ifade edilen bir değişim değerine sahip olarak üretildiği bu toplumda, ürünler, insanların ihtiyaçlarını karşılamanın bir aracı olmaktan çıkarak bir amaç haline gelirler. Buna meta fetişizmi diyoruz. Ve kapitalist toplumun “ahlakı” gereği en yüce meta olan para, insanların yegane amacı haline gelmeye başlar. Kapitalist toplumun değer yargılarına göre, para sahibi olmak bir insanı sahip olmadığı özelliklere sahip hale getirebilir; para artık güzelliktir, sağlıktır, yakışıklılıktır, kısacası her şeydir. Çünkü para bunların hepsini satın alabilir.(2)

Marx’ın meta fetişizmi çözümlemesi hemen hemen Kapital 1(1. bölüm, 4. kesim)’de toplanmıştır. Marx meta üretiminin, üreticiler arasında, farklı türde, nitelikte ve miktarda emeği birbiriyle değerler olarak eşdeğer kılan bir toplumsal ilişki oluşturduğunu belirledikten sonra, bu ilişkinin üreticilere ya da daha genelde topluma nasıl göründüğünü inceler. Bu, üreticilere, “kendi aralarında bir ilişki olarak değil de emek ürünleri arasında kurulan toplumsal bir ilişki olarak görünür.” Terzi ve marangoz arasındaki toplumsal ilişki, elbise ve masada cisimlenmiş emek olarak değil de, bunların birbiriyle değiştirildikleri oran biçiminde ifade edilmiş bir ilişki olarak görünür. Fakat Marx bu meta ilişkileri görüntüsünün şeyler arasında bir ilişki gibi görünmesinin yanlış olmadığına hemen işaret eder. Böyle bir ilişki vardır, fakat üreticiler arasındaki ilişkiyi gizler: “bireyin emeğini öteki üreticilerin emeklerine bağlayan ilişkiler, üreticilere, aslında olduğu gibi, çalışan bireyler arasında doğrudan toplumsal bir ilişki olarak değil, tersine, kişiler arasında maddi ilişkiler ve şeyler arasında toplumsal ilişkiler olarak görünür”.

Marx meta fetişizmi kuramını bir daha açık ve geniş bir biçimde ne Kapital’de ne de başka bir yerde ele almıştır. Bununla birlikte, kuramın etkisi, klasik politik iktisada ilişkin eleştirilerinde açıkça fark edilebilir. Meta fetişizmi, kapitalizmin iktisadi biçimlerinin, bunların altında yatan toplumsal ilişkileri gizlemesinin en basit ve genel örneğidir; örneğin ürün kaynağı olarak artık değer’in değil de, ne şekilde anlaşılırsa anlaşılsın sermayenin görülmesinde olduğu gibi. Meta fetişizminin basitliği, onu, iktisat dışı ilişkilerin çözümlenmesinde bir başlangıç noktası ve bir örnek durumuna getirir. Bu, ideoloji çözümlemesinde ele alınabilecek, görüntü ve gizli gerçeklik (birincisinin yanlış olması gerekmese bile) arasında bir ikilik yaratır. Gerçekleşen toplumsal ilişkileri metalar ya da şeyler arasındaki ilişkiler olarak ve bu biçimde ele alır ve bu, şeyleşme ve yabancılaşma kuramına uygulanır .

 

İmgelerin Metalaşması: Modern Röntgenciliğin Popüler Biçimleri.

Görüntünün, imgenin metaya dönüşmesi,modern insanın her tür görüntüyü sadece

görmek isteyerek, üstelik bu görme ediminden de haz duyarak satın almaya

koyulmasıdır. Televizyonlar hiç tanımadığımız manken-ünlülerin

maceralarını duyurur. Paparazzi gazeteciler resimli dedikodu sütunlarında

hiç karşılaşmayacağımız pseudo-ünlüleri fotoğraflar. Dekorasyon dergisi hiç

edinmeyeceğimiz, hatta görmeyeceğımiz ev iç mekanlarını röntgenlememize olanak

verir.

1 Başkalarının yaşamına “dikiz”: Dedikodu sayfası.

2 Başkasının mekanına “dikiz”: Dekorasyon dergisi.

 

3. Dekore ettirenin görüntüsü bile metadır:

“Bay White Manhattan’daki dairesini anlatıyor”. Röntgenleyen özneler olması için, röntgenlenen nesneler de olmalıdır.

 

Cinselliğin Metalaşması: Pornografi

Geleneksel toplumlar erotik olanı üretir ve tanırlar; pornografi ise, cinselliğin sadece bir görüntü olarak alınır satılır kılınmasıdır. Bunu yalnızca modern insan üretir, satar, satın alır. Popüler kültürün en verimli bölgesini tanımlayan pornografi, nesnesi olmayan cinselliktir.

 

Göstergelerin Metalaşması

Geleneksel dünyanın anlamlı göstergeleri içerikleri boşaltılarak alınır satılırlık kazanırlar. Örneğin, o dünyada bir hat sanatı yapıtı, bir besmele levhası sadece üzerindeki dinsel mesaj dan ötürü anlamlı ve değerli değildir. Popüler kültür dünyası fabrikada üretilmiş besmele levhalarını piyasaya sürünce, artık o levhanın üzerinde besmele yazılı olmasının dışında,

yani düz anlam dışında, anlamlılık bulunmaz. Dinsel alanın dışında, bu kadar bile anlamlılık söz konusu değildir artık.

 

 

Fetişler, Kültler

Gerçek kişilikler marifetlerinin ne olduğundan ve kullanım nesneleri de ne işe yaradıklarından bağımsız olarak peşinde koşulurluk, özlenirlik, hatta sevgi duyulurluk nitelikleri kazanırlar. Elvis Presley hangi kalitede müzik yaptığından bağımsız olarak milyonları etkileyen bir figüre dönüşür. Olağan bir branda benzeri pantolon kumaşı “blue jean” adıyla edinilmesi için fedakarlıklara katlanılan bir fetiş nesne olur. Otomobil ulaştırma işlevinin ötesinde, sadece fotoğrafı bile tapınmak için kullanılan bir külttür.

 

Anlatının Metalaşması

Edebi anlatı pre-modern dünyada ekonomik bir anlam taşımaz. Onu metaya dönüştüren popüler sinema, popüler roman, çizgi roman gibi araçlar belirince, artık anlatının neyi anlattığının önemi kalmaz; ama, her anlatılışında bir ekonomik değer üretilmiş olur yine de. Tüm Muazzez Tahsin Berkant romanları aynı öyküyü yineler; tüm popüler Hollywood filmlerinde sonuç baştan bellidir. Ancak, bu arz ve talebin niteliğini değiştirmez.

 

Gezinin Metalaşması: Turizm

Gezmek için gezmek bir popüler kültür etkinliğidir. Turist bir mekan tüketicisidir sadece. Ona parasının karşılığında belirli bir zaman aralığı ve belirli kullanım tarifesiyle kullanması için mekan pazarlanır. Turistik hizmet ise özünde bir mekan pazarlama etkinliğidir.

 

Estetik Mesajın Metalaşması

İlk üretildiklerinde meta niteliğinde olmayan sanat ürünleri mekanik çoğaltım olanaklarıyla kitlesel ölçüde üretilerek popüler kültür nesneleri haline getirilirler. Tüm reprodüksiyon piyasası bu hizmeti verir. Kökende tekil olana potansiyel olarak sonsuz ölçüde çoğaltılabilme olanağı bahşeder. Ya da geleneksel yöntemlerle üretilen resim ne söylediği hiç önemsenmeyen, bir şey söylemesi de beklenmeyen bir “yüzeyi boş bırakmama pratiği”ne dönüşür.

 

Mekanın metalaşması

Popüler kültürün varlık kazandığı ilk alan mekanın metalaşmasına yol açan rant olgusunun sahneye egemen oluşuyla kenttir. Ancak, burada popüler kültür gerçeğini yaratan şey, sadece toprağın alınır satılırlık kazanması ve spekülasyon yapma aracı haline gelmesiyle sınırlı değil. Alınır satılırlık kazanan yalnızca toprağın kendisi değildir; kent mekanı ve bileşenleri de birer görsel gerçeklik olarak metalaşırlar. Bir banliyö evini satanlar artık sadece metrekare satmazlar; fiyata onun eski İstanbul evi, ya da koloni dönemi Amerikan evi replikası oluşu da dahildir.

 

Mekanın Disneylandlaşması

Lunapark disneylandlaşan mekanın prototipidir. Gerçek dünyaya alternatif bir başka mekan tanımlar. Disneylandlaştırılan mekanda sadece giriş ücretini ödediğimiz kadar kalırız. Ancak, giderek bu fiyatını ödeme edimi bir gişeden bilet alma biçiminde olmaz. Las Vegas (hatta, Bodrum) gibi tüm bir kent yalnızca belirli bir zaman aralığında fiyatını ödediğimiz için kaldığımız bir disneyland haline gelir.

 

MEDYA ve KADIN

 

Bu başlık altında medyanın toplum üzerindeki etkisi, toplumsal yapıları nasıl yeniden ürettiği ve onları nasıl dönüştürdüğü; bu yapılar içinde erkek egemen dünyada kadının statüleri ve rolleri bu rollerin yansımaları açıklanmaya çalışılacaktır.

 

Medya Üzerine Genel Bir Değerlendirme:

 

Kitle iletişim araçlarının, içinde yapılandıkları sistemin yapısal özelliklerini taşımaları, dolayısıyla da o sistemin bir parçası, bir alt sistemi olarak işlev görmeleri kaçınılmaz olmaktadır. Bu noktadan bakılacak olursa mevcut sistem, düzen yada toplumsal yapı içerisindeki her tür ilişki biçimi ve ortamı söz konusu araçların örgütsel, üretimsel ve tüketimsel dayanağını oluşturmaktadır. Bu nedenle de kitle iletişim araçlarının üretimsel ortamı, başka bir deyişle içeriği içinde, yer aldıkları, yapılandıkları ve işlevsellik kazandıkları toplumun büyük ölçüde temsilinden ibarettir. Yani bir toplumdaki egemen değerler yaşam biçimleri, gelenekler, görenekler, üretim ilişkileri, tüketim biçimleri, kısaca her tür ilişki düzeyi ve biçimi o toplum içerisinde yapısallık ve işlevsellik kazanan kitle iletişim araçlarının hem içeriksel ortamında, hem de söz konusu araçların alımlanması aşamasında temsilini ya da başka bir deyişle yansımasını bulabilmektedir.(4)

 

Toplumsal Cinsiyetçilik Açısından Medya:

 

Medya cinsiyetçi ve eşitsiz toplumsal ilişkileri yeniden üreterek bunu yaygın bir biçimde dolaşıma sokar. Bundan ötürü, medya topluma ilişkin ipuçları sağlayabilen bir harita olarak okunabilir. Aynı zamanda medya sadece kendisini öncelediği savunulan ekonomik, siyasal ve sosyal dinamikler tarafından belirlenmeyip bu dinamikleri değiştirebilecek bir potansiyele de sahiptir. Yani, medya, toplumdaki güç ilişkilerini yansıtır, ama aynı zamanda bunları yeniden üretir, değiştirir, başka biçimlerde kurar. Bundan ötürü medya, kadın bakış açısından ve kadınlar için üretim şeklinde somut müdahalelerin gerçekleştirilebileceği bir alan olarak ele alınarak, kadınların hayatlarını değiştirme çabasında önemli bir araç olabilir.

 

Medyanın kadınlık durumuna ilişkin kurgulamasının ne şekilde işlediği ve bu kurgular aracılığıyla egemen tanımlamaların, yani kadınların eşitsiz konumlarının nasıl yeniden üretildiği bilinen bir gerçektir: Medya kadınları öncelikle “bedene” indirgemekte ve kadınları bedenleri üzerinden sömürmektedir. Farklı kadınlık durumu ve yaşamları medya metinlerinde temsil edilmemekte, medya metinlerinde kadın çoğu zaman basmakalıp iki tipleme içerisine sıkıştırılmaktadır: ya fettan ve kötü kadın ya da anne ve iyi eş olarak kadın. Toplumsal dinamiklere koşut olarak kadının yaşamındaki değişmeler ve yeni sorunlar medya metinlerinde ihmal edilmektedir. Kadınların çalışma yaşamına dahil olmaları da kadınlara uygun iş tanımları temelinde sunulmakta, bu tanımların dışına çıkan kadınlar marjinalleştirilmektedir. Medya kadına yönelik her türlü şiddeti dayaktan, cinsel tacize ve tecavüze değin, genellikle ya kadınlara atfedilen “kışkırtma” ya da erkeklere atfedilen “cinsel dürtülerini gemleyememe” açıklamaları ile sunarak, cinsiyetçi bakış açısını meşrulaştırmaktadır.(5)

 

 

 

Medyada Kadının Temsili:

 

Kadının kitle iletişim araçlarındaki temsili için de aynı durum söz konusudur. Ancak günümüzde kadının kitle iletişim araçları dünyasındaki temsil biçimini gereği gibi anlamlandırabilmek için yüzyıllar, hatta bin yıllar gerisine, mülkiyetin özelleşme sürecinin başlangıcına kadar gitmek gerekmektedir. Mülkiyetin erkek egemen bir yapılanma içerisinde özelleşme süreci, cinsiyetin de bu egemenlik ve bağımlılık yapısı içerisinde özelleştirilmesi sürecini doğurmuştur. Maddi değerlerin mülkiyetini ele geçiren erkek, karşı cinsi de o değerlerin bir kesiti olarak kabul edip onu da kendi mülkiyet alanına dahil etmiştir. Bu durum bir bakıma kadının toplumsal yaşamdaki konumunun de erkeğe göre ikincil kalması sürecinin başlaması anlamına gelmektedir. Kadının bu ikincil konumu toplumsal yaşamın her düzeyinde geçerlilik kazanarak giderek de genel kabul görmüştür. Bu genel kabul zaman içerisinde öylesine yerleşiklik kazanmıştır ki kadının öncelikli konumda bulunduğu, baskın etkiye ve role sahip olduğu üretim ilişkilerinde (ev işleri, kırsal kesimde tarlada ya da çiftlikte yapılan işler, çocuk doğurma ve yetiştirme vb.) bile onun konumlandırılması ikinci planda tutulmuştur. Daha da ilginci bu konumlandırmayı kadının kendisinin zaman içerisinde doğal karşılaması ve kabullenmesidir. Durumun kadın tarafından kabullenilmesi ise onun, söz konusu erkek - egemen ilişkiye dayalı düzen içerisinde kendisinin bağımlı, yani ikincil konumda kalma durumuna karşı çıkmaması, bu durumdan kurtulmak için herhangi bir direnç gösterme gereği duymamasına, zaman zaman gösterilen dirençlerin ise marjinal kalmasına, dolayısıyla da genel yapının bozulmasına herhangi bir etkide bulunmamasına zemin oluşturmuştur.

 

Erkeğin özne kadının ise nesne olarak konumlandığı egemenlik ve bağımlılık ilişkisine dayanan bu cinsiyet konumlandırılması geleneksel toplumdan modern topluma geçiş sürecinde ve sonrasında da devam etmiştir. Üstelik de kadının, ev ortamının dışına çıkmaya, kamusal alanda yer almaya başladığı modern toplumsal ortamda da bu ikili ilişki, daha doğrusu iki cins arasındaki egemenlik ve bağımlılık ilişkisi çok daha belirgin biçimde hissedilmeye başlanmıştır. Kadın, erkeğin egemen olduğu, dolayısıyla da erkeğin belirlediği kamusal alanın ilişkiler ortamında kendi başına varlık göstermekten çok erkek yanında, onun varlığını ve gücünü pekiştirici rol almaya başlamıştır. Sözgelimi iş ortamında kadın, erkeğin yardımcısı, işteki başarısının pekiştiricisi olurken iş dışı ortamda erkeğin eğlence alanında onu eğlendiren, yaşamdan zevk almasına yardımcı olan vb. konularda erkeğin yanında yer alan, onun yaşamının yardımcısı unsuru rolüyle konumlandırılmıştır. Hem zaten kamusal alan erkek egemen değerlerle yapılanan bir ortam olduğu için söz konusu alana kadının daha etkin katılımı, bu alanda başarılı olması da beklenmemekteydi. Dolayısıyla da kadın kamusal alanda ancak mülkiyetinde bulunduğu erkekle birlikte varlık gösterebilmekteydi. Dolayısıyla da onun, başarı ve etkin katılım adına özel bir çaba göstermesi gerekmemekteydi.

 

Ancak buna rağmen, temelini kapitalist ilişkilerin oluşturduğu modern toplumsal ortamda kadının kamusal alana çıkışı, iş ve eğlence yaşamında kendisini göstermeye başlaması bir yandan da onun, modern yaşamın gereklerine uygun bir yaşam biçimi geliştirmesi gereğini doğurmuştur. Başka bir deyişle modern toplumun, modern olmak adına kadına, yani modern kadına önerdiği ya da sunduğu birtakım davranış giyim kuşam, eğlence vb. belli bir yaşam biçimi vardı. Modern toplumun kamusal alanında yer almak isteyen kadının öncelikle kendisine sunulan bu yaşam biçimine uygun davranması gerekmekteydi. Modern yaşamın gerektirdiği gibi giyinmek, süslenmek, eğlenmek vb. istek ve beklentiler giderek kapitalist ortam içerisinde kadına yönelik bir endüstrinin de gelişmesine zemin hazırladı. Moda, kozmetik, eğlence vb. endüstrilerin gelişmesiyle kadın bir yandan modern toplumsal ortamda hem kendisi için daha çekici ve geniş etkinlik, dolayısıyla da temsil alanları yaratma olanağı bulurken hem de söz konusu endüstri ortamlarında üretilen ürünleri alabildiğine tüketerek de kapitalist sistemin güçlenmesine katkıda bulunmaya başladı. Kadının kamusal alana dolayısıyla da kapitalizmin Pazar ortamına katılımı ve orada etkinlik göstermeye başlamasının çoğunlukla erkeğin gözetimi ve denetimi altında gerçekleştiği düşünülürse burada da erkeğin talep ve beklentilerinin belirleyici olması kaçınılmaz bir durumdur. Dolayısıyla da kadının kamusal alandaki ya da çalışma yaşamındaki etkinlik alanı ve üretime katılımı erkeğin, onun için sağladığı koşullar ve sınırlılıklar içinde gerçekleşmesi söz konusu olmaktaydı. Öte yandan kadının kapitalist Pazar ortamına katılımı ise daha çok tüketime katkıda bulunmaktan ibaret kalmıştır. Onun pazarda tüketici olarak yer alma yönünün de yine erkek tarafından belirlendiği gözlemlenmektedir. Nitekim kadının, erkek-egemen dünyada kendisine kanıtlamak, gücünü göstermek, kendisi için daha geniş bir yaşam ve etkinlik alanı yaratmak için tüketime yönelmesi doğaldı. Moda ve kozmetik alanında gözlemlenen alabildiğine tüketim bunun somut göstergesi olarak görülebilir. Kadının tüketim etkinliğinin sözü edilen bu iki alanda yoğunluk kazanmasının ise kadının erkek-egemen dünyada kendisini daha çok cinselliği ile ön plana çıkarmak kaygısı ile bağlantısı olabilir. İş yaşamının başka alanlarında ona, kendisini kanıtlama olanağı verilmemesi, onun için sunulan olanakların ve etkinlik alanlarını daha çok erkeğin gözetiminde ve denetiminde olması, kadının kendi bireyliği ile varlık göstermekten çok erkeğin yanında ona eklemli bir birey olarak kendisini ifade etme olanağı bulması doğal olarak kadını belki de elinde kalan ve erkeğe karşı kullanabileceği tek güç olan cinselliğini ön plana alma çabasına yönlendirdi. Nitekim her şeyin, bütün değerlerin hiç düşünülmeden pazara sunulduğu kapitalist ortamda kadın cinselliği de çok geçmeden pazarın kuralları içerisinde sergilenmeye başlandı. Çünkü kadın, cinselliğinin kadının kendisini erkek dünyasında kanıtlamanın önemli bir yolu olmanın ötesinde kapitalist için pazarda başarı sağlamanın önemli bir aracı olacağı anlaşılmıştı. Nitekim kısa süre içinde kadın cinselliğinin de kapitalist pazarın meta fetişizmine dayalı tecimsel ortamının öncelikli ve hatta belki de en çekici ürünü haline getirildiği gözlenmektedir.

 

Kadın ve medya ilişkisini de bu noktada, yani ticari kapitalizmin tecimsel kaygısı bağlamında ele almak gerekmektedir. Kapitalist sistemin bir türevi olarak doğan ve gelişen kitle iletişim araçlarının, modern yaşamın çeşitli boyutlarında çoklu katkılarla ve rollerle yer alan kadını öncelikli konuları ve hedefleri arasına koymasından doğal ne olabilirdi.? Kitle iletişim araçlarının üretimsel ortamı için kadın hem ham mamul, yani içeriği zenginleştiren malzeme, hem de üretilen ürünün öncelikli alıcısı, yani, tüketimsel ortamdaki söz konusu araçların işleyişlerini sürdürmesine yardımcı olan bir konumda bulunmaktadır. Modern dünyada kadının, kamusal alanın özellikle de eğlence ortamının nesnesi olarak rol alması aynı rolün kitle iletişim araçlarının içeriğini oluşturulmasında da geçerliliğini ortaya koymaktadır. Kitle iletişim ortamında özellikle eğlence nitelikli programların malzemesi çoğunlukla kadınların oluşturması da bunu göstermektedir. Dahası günümüzde moda, podyum ve eğlence dünyasında kadının rolünün ağırlıklı olmasının önce özendirilmesi, ardında da bunun medyanın eğlence programlarının içeriğinin oluşturulmasında malzeme olarak kullanılması kadının medyadaki temsilinin niteliğini ve amacını açıkça ortaya koymaktadır. Öyle ki günümüzde ticari kazancı hemen hemen tek kaygı olarak gören medyanın bu kaygıya dönük üretim ortamının merkezine kadını koyması da aslında erkek egemen ilişki ortamında kadının ikincil konumunu, başka bir deyişle nesne olma özelliğini pekiştirmektedir.

 

Kadının kitle iletişim araçlarındaki temsil biçimi yalnızca onun ikincil ya da nesne konumunu ortaya koymakla ve pekiştirmekle kalmamakta yanı sıra söz konusu araçların, yani, medyanın içinde işlerliğini sürdürdüğü kapitalist ortamın pekişmesine katkıda bulunmaktadır. Şöyle ki kadının çeşitli programlarda (reklamlar, diziler, haberler, talk showlar, yarışma programları vb.) sunuluşu sırasında beraberinde belli giyim biçimleri dolayısıyla tekstil endüstrisi, makyaj biçimleri dolayısıyla kozmetik endüstrisi, vb. birtakım ürünlerin tüketiminin de teşvik edildiği anlaşılmaktadır. Başka bir deyişle kadının kitle iletişim araçlarındaki sunumunun yanı sıra kapitalist yapının, onun içerisindeki güç ilişkilerinin, üretim ve tüketim ilişkilerinin de temsili, dolayısıyla pekiştirilmesi kaygısı dikkati çekmektedir. Burada vahim olan şey bütün bunların, kadının cinselliğinin medya aracılığıyla pazarlanması çabalarıyla birlikte gerçekleştirilmeye çalışılmasıdır. Başka bir deyişle kadının, medyanın içeriğine malzeme olan yani daha çok onunun cinselliğidir. Nitekim medyada gördüğümüz çoğu örnekler be bunu göstermektedir. Dizilerden , reklamlara, haber programlarından yarışma programlarına hemen tüm sunum alanlarında kadın cinselliği çarpıcı biçimde sunulmaktadır. Barlarda, diskolarda, pavyonlarda, podyumlarda yapılan çekimlerin ciddi olarak nitelenen haber programlarının öncelikli konuları arasında yer almaya başlamaları, hemen bütün ürünlerin reklamlarında kadın cinselliğinin kullanılması, dizilerin, alabildiğine sığ, basit olarak yansıttığı kadının duygu dünyası vb. bu yöndeki eğilimin en çarpıcı kanıtları değil de nedir. ? Ticari kaygının temel alındığı medyanın tecimsel ortamında bundan başka bir şey de beklenemezdi. Öyle ya mademki temel kaygı para kazanmak, o zaman bu parayı en kolay kazanmanın yoları da aranmalı ve bulunmalı. Yani en az çabayla en çok kazanca ulaşmaksa temel ilke medyadan da bundan öte bir şey beklenemezdi. Kadın ve onun cinselliği de sanırım bu toplumsal ve kültürel ilişki ortamında en çok rağbet gören şey. O halde medya da ticari ortamda başarısını en çoklaştırmak için bu uygun alanı ya da malzemeyi kullanmaktan kendisini alamaz.

 

Kadınlık rolleri:

 

a) Anne ve İyi Eş Rolü

 

Medya, var olan değerleri olduğu gibi kabul ederek sorgulamadan dolaşıma sokar ve yeniden üretir. Erkek egemen ideolojinin kadına biçtiği roller ise annelik ve eşliktir. Toplumsal yaşamın her alanına hakim olan bu ideoloji medyada da hiç kuşkusuz karşımıza çıkar. Her gün izlediğimiz reklamlarda, dizilerde, filmlerde, magazin programlarında, haberlerde bunun pek çok örneğini görmekteyiz. Medyada kadının anne ve eş olarak rolü üç biçimde karşımıza çıkar: Temizlik, yemek ve çocuk bakımı. Bununla üretilen ise bu şekilde aile içindeki sorunların, çatışmaların ve eşitsiz iş bölümünün tamamen görmezden gelinerek onun yerine, kadının ezilmesi pahasına, ailenin uyumu, mutluluğu ve birlikteliğinin öne çıkarılmasıdır.

 

 

B) Cinsel nesne olarak kadın:

 

Erkek egemen toplumun kadına yüklediği anlamlardan biri de cinselliktir. Bunu medya ürünleriyle de destekler. Gazetelerin arka sayfa güzelleri, reklamlarda kadın bedeninin teşhiri, spor haberlerinin özellikle kadınlara sundurulması gibi örnekler verilebilir.

 

c) Kadının Şiddet Eyleminin Hedefi Olarak Sunulması:

 

Türkiye’deki kadınların yoğun biçimde en başta ev içinde olmak üzere şiddete maruz kalmaları medya içeriğinde de uzantısını bulur. Haberlerde şiddete maruz kalanların öyküsü yazılırken bu kadınların kimliklerine, işlerine vs. gönderme yapmak yerine yine onların güzelliği, gençliği, eş ve anne olmaları, ‘kadersizliği’ vurgulanır. Şiddete maruz kalma nedenleri zaman zaman ön plana çıkarılarak şiddet haklılaştırılır. Şiddet eyleminin aktörü erkek ve erkeğin içinde yetiştiği toplumun erkek egemen değerleri sorgulanmaz. Medya haberleri bu olayları ev içinde yaşanabilecek küçük tatsızlıklar şeklinde, ailenin iç işleri olarak kavrayarak kadınların özel hayatlarının politik olduğunu görmezden gelir. Şiddet aile içinde değilse de bu sefer medya kadını kurbanlaştırmaya, şiddet uygulayanı ise canavarlaştırmaya, sapkınlaştırmaya çalışır. Bu da okuyucuyu/izleyiciyi kadına yönelik şiddetin kökenlerini ve yaygınlığını sorgulamaktan alıkoyar. Haberlerdeki kadına yönelik şiddet film ve dizilerde de sürer gider. Örneğin pek çok Türk filminde ve dizilerde olduğu gibi, örneklerimizde de kocanın otoritesinde simgelenen kutsal ‘aile ocağı’ kadınların bireysel var oluş haklarını siler. Öte yandan filmlerde bize anlatılan daha çok erkek karakterlerin şiddet eylemlerinin haklılığıdır: Filmlerde ev kadınlığı ve annelik ‘görev’lerini yerine getirmeyen kadınların cezayı ‘hak ettikleri’, ya da dik başlı küstah davranışlarıyla erkekleri ‘kışkırttıkları’ mesajı verilir . Kadının kendisine çizilen rol ve görevlere karşı çıkmayı denemesi durumunda koca ya da babanın şiddeti devreye girer. Kadınlar her tür davranışlarının hesabını vermek zorunda bırakılırlar. Böylece ekranlarımızı ağlayan, acı çeken, dövülen ve öldürülen kadınlar doldurur.

 

Yazılı basında kadına yönelik şiddet haberleri, gazetelerin üçüncü sayfalarında yoğunlaşır. Özel olanın politik olarak görülmediği, bir toplumsal olgu olan şiddetin kişisel bir sorun olarak ele alınarak bir polis-adliye vakası olarak nitelendirildiği bu haberlerde olay magazinleştirilir ve haber verme açısından klasikleşmiş kurallara bile uyulmaz. Kadına yönelik şiddet biçimlerinden öldürme, basında en çok karşımıza çıkan şiddet türüdür. Bunun nedeni de öldürmenin diğer şiddet türlerinden daha çok meydana gelmesi değil, ama dayak ve cinsel taciz gibi daha yaygın şiddet türlerinin olağan olaylar olarak görülüp gazetelere yansımamasıdır.

 

d) Farklı Kadın Tiplerinin “Dişilik” Temelinde Ortaklanması:

 

Medyada kadının temsili en çok anne, eş ve cinsel nesne olarak karşımıza çıkar. Ancak, az olmakla birlikte kadının medyada meslek sahibi olarak farklı yaşantılarla temsil edildiği durumlar da vardır. Bu durumlarda bile genellikle medya farklı kadın tiplerini ve farklı kadın yaşamlarını “dişilik” paydası altında ortaklayarak, erkek egemen ideolojinin “ideal” kadın imgesini yeniden üretir. Bu kadının en önemli özelliği, dış görünüşüdür. Kadınların iş yaşamlarındaki başarıları “sıradışı” “olağanüstü” örnekler olarak, kadının kendisi de “süper kadın” olarak sunulur. Bu kadınlara bir yandan “hiperaktif” “otoriter” “çabuk” “titiz” çalışkan” “ilkeli” “girişken” “yürekli” gibi erkeklere özgü görülen nitelikler atfedilirken, bir yandan da “son derece bakımlı” “göz alıcı” “canlı” “özenli” “ama her şeyden önce dost” “içi sevgi dolu” gibi kadınlara özgü görülen nitelikler atfedilir. Medyadaki kadın başarılı olma statüsüne ancak bu iki konumu dengelediğinde ulaşır. Meslek sahibi başarılı kadınlar aynı zamanda kameraların önünde çay yaparlar, bahçeyle uğraşırlar, hayvanlarını severler. Hatta anne ve eş olarak da “dört dörtlük kadın” oldukları gösterilir. Böylelikle, başarılı kadınların toplumdaki görünürlülüğü nerdeyse bir istisna olarak, başarı ise elde edilmesi güç bir şekilde sunulur.

 

SONUÇ:

 

Kadın ile erkek arasındaki eşitsizlikler giderilmedikçe medyada kadın ikincil özeliğini koruyacaktır. Bu eşitsizliğin temeli de üretim araçlarına sahip olup olmamakla alakalıdır. Kadınların medya eşitçe temsilin sağlanması için kadın iletişimcilere çok fazla yük düşmektedir. Ancak medya alanındaki sendikasızlaştırma ve tekelleşme hareketi kendini ağırlıkla hissettirmektedir. Kadın hareketlerinin birlik içinde davranması kadının toplum içindeki statüsünün yükselmesini sağlayacaktır

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Tecavüze uğrayacak kadınlar için elkitabı

 

 

Türkiye çok değişti, bürokrasi azaldı.

 

 

 

Eski bir hayalimdi, ‘VATANDAŞIN EL KİTABI’ diye bir rehber hazırlayacaktım. Bu rehberde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak yaşayabilmek / sağ kalabilmek için gerekenler yer alacaktı.

 

Mesela rüştünü ispat etmiş Türk gençlerine şöyle bir tavsiyede bulunacaktım:

 

- Artık hukukî açıdan sorumluluk sahibi, rüştünü ispat etmiş bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşısın. (Türkiye’de bir yerlere gelmek için rüştünü değil puştunu ispat etmen gerekir, diye yazamazdım herhalde.) Allah başka dert vermesin, n’edelim. Bu yaşta hepimizin başına gelmiştir bu; üzülme. Bundan böyle sokağa çıkarken yanında bulundurman gereken şeyler:

 

- Gereğinde dilekçe yazmak üzere bir iki adet çizgisiz A4 dosya kağıdı

- İki adet 50 liralık damga pulu

- Bir adet nüfus cüzdanı fotokopisi (önlü arkalı)

- Mahalle muhtarından alınmış fotoğraflı nüfus cüzdanı örneği

- Mahalle muhtarından alınmış ikametgâh senedi

- Bir elektrik, su, havagazi faturası fotokopisi

- Savcılıktan sabıka kaydı (o zaman ‘iyi hal kağıdı’ derlerdi)

- Askerlik belgesi

- İlkokul diplomasının sureti (ortaokul, lise, üniversite olmaz, illa ilkokul)

- İki adet cepheden çekilmiş vesikalık fotoğraf

 

Ve tabii ki, olmazsa olmaz, askerliğini yapmış, iyi hali bilinen İKİ ŞAHİT!

 

*

 

Zaman geçti, Türkiye eeeee-Devlet’ten ağır ağır e-Devlet’e geçerken bu söylediklerimin pek çoğu unutuldu. Ama sağ olsunlar bürokraklarımız koydukları yeni kurallarla, yargıçlarımız kafalarına göre yarattıkları içtihatla bize yeni malzeme buldular.

 

Hayvan (lardan özür diliyorum), komşu evin camını kırarak içeri girmiş ve kadına tecavüz etmiş. Bu fiili iki kere tekrarlamış. Kadın, içerideki çocukları duymasın diye bağırmadığını ve ailesinin tepkisinden korktuğu için tecavüze uğradığını kimseye söyleyemediğini iddia ediyor. Hayvanın iddiası ise, kadının rızası ve zorlamasıyla ilişkiye girdikleri.

 

Yargıtay, 15 yıl hapis cezasını bozarken şöyle bir gerekçe açıkladı:

 

“Mağdurenin ırza geçme eylemi sırasında bağırıp çevreden yardım istememiş olması, eylemin değişik zamanlarda tekrarlanmasına rağmen hiç kimseye anlatmaması ve mağdurenin anlatımı dışında delil elde edilememesi nedeniyle eylemin rızaya dayalı işlendiğinin kabulü yerine, uygun düşmeyen gerekçelerle hüküm kurulması bozmayı gerektirmiştir”. (Gazeteler, 8 haziran)

 

Daire, bu gerekçeyle de yetinmeyip kadının olayı bir tecavüz gibi aktararak ‘durumunu çevresine mazur göstermeye çalıştığını’ da savundu. Yani dava yeniden görülürse, tecavüze uğradığını iddia eden kadın hapse bile girebilir.

 

*

 

Türkiye’de Yaşama ve Sağ Kalma Kılavuzu’ndan (A Guidebook of Surviving in Turkey - Manuel de Survie en Turquie) ‘Türkiye’de tecavüze uğrayacak kadınlara öneriler’ :

 

1- Tecavüz fiili sırasında mutlaka herkesin duyacağı şekilde bağırın

 

2- Bağırmanız yetmez, bağırdığınızı yargıça ispat etmeniz de gerekeceğinden tecavüz esnasında

 

a- Ya sözüne güvenilir, sabıkasız ve askerliğini yapmış iki şahit bulundurun

b- Ya da tecavüz fiilini bizzat filme alın

 

3- Ve her tecavüz fiilinden sonra mutlaka beş dakika ara verin ve en yakın karakola giderek tecavüzünüzü kaydettirin.

 

4- Bu arada tecavüz edilirken blucin giymemeniz de tavsiye edilir. Malum, bir aralar yargıçlar ‘tecavüz eden erkeğin kadının rızası olmadan dar blucini çakırması mümkün olmadığından...’ gerekçesiyle, blucinli kadına tecavüzü suç saymamışlardı.

 

Diyeceksiniz ki ‘Bu karara üzüleceğine sevinmen gerekir Serdar. ‘********* YALANMAZSA KÖPEK DOLANMAZ’ diye bir atasözü icat etmiş bir milletin mensubuyuz.!’

 

Bu da bir teselli tabii ki…

 

Serdar Devrim

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

20 yıl önce, hepi topu bin kadın, İstanbul Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı’nda toplandı.

 

O güne dek kimsenin duymadığı, duymak istemediği, hatta, aile içinde gizli kalması gerektiğini öğrendiği şeyler söylüyorlardı: Koca dayağını lanetliyor, dayağın çıktığı cenneti istemiyor, "Dayak aileden çıkmadır, cennetten filan değil" diyorlardı. Bu ufak miting, bir anlamda Türkiye’de feminist hareketin miladı. Arkası çorap söküğü gibi geldi. O zamanlar bu kadınların savunduğu ve herkesin tuhaf tuhaf bakıp dudak büktüğü kadın haklarına dair sözler, giderek toplumsal dili, işleyişi, yasaları, uygulamaları, politikaları, her şeyi inanılmaz bir hızla değiştirdi. En çok da kadınları ve evlerin içini. Bugün, Yoğurtçu Parkı mitinginin 20. yıldönümü. 20 yıl önce "Bağır herkes duysun" diyen kadınlar yine orada olacak, geçmişi yadedecekler. Haftaya da Maçka Parkı’nda şenlik var. Çünkü bağırdılar, herkes, -erkekler bile- duydu!

 

1981 ile 1984 arasında, İstanbul Cağaloğlu’nda Yazko bünyesinde küçük bir grup kadının tartıştığı, öğrendiği, o zamanlar yayınlanan Somut gazetesinin bir sayfasında dile getirdiği bir şeydi feminizm. Birkaç yıl sonra (1983) o kadınların kurduğu Kadın Çevresi şirketi, dünyadan feminist yazarların kitaplarını Türkçe’ye kazandırdı, Türkiye’deki kadınlar, bu kitapları okuyarak hayatlarını başka bir gözle görmeye başladı. 1986’da BM’nin Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin Türkiye tarafından imzalanması için kampanya başlatıldı.

 

Ancak asıl, 1987’de Çankırı’da bir kadın, dayak yediği kocasından boşanmak için hakimin karşısına çıktığında, bütün hayat değişti. Hakim Mustafa Durmuş kadının talebini reddederken tutanağa şu tarihi cümleyi yazdıracaktı: "Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmemek gerekir!" Her şey bu cümleyle alevlendi. Bir kısım kadın ayaklandı: Protesto telgrafları, açıklamalar, kınamalardan sonra 17 Mayıs’ta İstanbul Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı’nda bir miting yaptılar. Türkiye’de kadın hareketinin ilk kitlesel eylemiydi bu.

 

MOR DÜDÜK ÇALDILAR

 

Sonra arkası geldi. O zamanlar, "Bu çirkin, sivilceli, hiçbir erkek yüzlerine bakmadığı için kendilerini sokağa atmış kadınlar da ne diyor, ha ha ha" diye gülenler, kısa süre sonra hepsi birbirinden güzel yüzlerce kadının üniversitelerde, derneklerde, işyerlerinde ve evlerinde hayatı dönüştürmesine, kadına yönelik ayrımcı yasaların, uygulamaların bir bir değişmesine, giderek iktidardaki politikacı erkeklerin bile onların söylemiyle konuşmasına tanıklık etti.

 

Mesela 1989-1990’da vapurlarda, otobüslerde, sokaklarda, "cinsel tacize karşı" mor iğnelerin dağıtıldığı, "Bedenimiz Bizimdir" kampanyasını düzenlediler. Erkek mekanı olan birahaneleri, kahveleri "bastılar", "Biz de buralara girebiliriz. Niye karınızı, nişanlınızı, sevgilinizi getirmiyorsunuz?" diye sordular. "Eğer aile kadının bunca ezildiği bir kurumsa, ben istemiyorum" diyerek toplu halde boşanma davası açtılar. "Geceleri de sokakları da istiyoruz" yürüyüşleri yaptılar. O zamanlar Devlet Bakanı olan Cemil Çiçek, "Flört fahişeliktir" gibi acayip bir laf ettiğinde, "Bu lafa ancak düdük çalınır" diyerek düdük çalma eylemi gerçekleştirdiler.

 

Bütün bu eylemler giderek daha çok ses getirdi. Yasalar, işyerlerindeki uygulamalar, sokaklardaki davranışlar bir bir değişmeye başladı. Mesela önce, tecavüz edilen kadın fahişeyse cezayı indiren yasa maddesi yok oldu. Ardından kadının çalışmasını kocasının iznine bağlayan yasa maddesi. Sonra koskoca Medeni Yasa’nın çoğu maddesi ve Türk Ceza Yasası’nın çok önemli maddeleri...

 

Yoğurtçu’daki ilk yürüşle başlayan Dayağa Karşı Kampanya’nın sonucu, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın kurulması oldu (1990). Türkiye, Mor Çatı’yla evdeki şiddetin vahametini, şiddet gören kadınlara hukuki, psikolojik destek vermenin ve sığınma evlerinin önemini kavradı. Kadın Eserleri Kütüphanesi kuruldu ve Osmanlı’dan bugüne, saklanmış kadın eserleri ortaya çıkarıldı. Başta İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi olmak üzere birçok üniversitede kadın araştırma merkezleri kuruldu, tez üzerine tez yazıldı, kampanya üzerine kampanya düzenlendi.

 

Başlangıçta çoğunluğunu akademisyenler, meslek sahibi kadınlar, gazeteciler ve öğrencilerin oluşturduğu 1980 sonrası feminist hareket giderek büyüdü, Türkiye çapında, kimi töre cinayetinden kadınları kurtaran, kimi meclise daha çok kadın girmesi için uğraşan yüzlerce örgütle zenginleşti. Türkiye’de sivil toplumun gücü kadın örgütleriyle daha da gürleşti. Kadınlar en zor değişecek şeyi, sol örgüt ve partilerin dilini, yaklaşımını bile değiştirdi. Medyanın duyarlılığını artırdı.

 

Artık kadınlar daha çok sokakta, yönetici koltuğunda, hep erkeklere yakıştırılan işlerdeydi. Uluslararası savaş politikalarından "namus" cinayetlerine, çevrenin korunmasından Ceza Yasası’nın değiştirilmesine her konuda söz söylüyorlardı. Erkek artık "ailenin reisi" değildi. Bundan başlayarak Türk hukuku öyle bir yol kat etti ki, bir adamın karısına tecavüz etmesini normal karşılayıp cezalandırmaya gerek görmezken, "evlilik içi tecavüz"ü bir suç olarak tanıdı; küçücük kızların kendilerine tecavüz edenlerle evlendirilmesini yasakladı; "töremiz böyle" diye en sudan sebeplerle küçücük kadınların öldürülmesi vahşetine hoşgörüyle bakmaktan vazgeçmek zorunda kaldı.

 

20 yıl önce hiçbiri akıllardan bile geçmezdi. Eğer bazı kadınlar erkek şiddetine hayır diye yollara düşmeseler, mor iğneleriyle ortalığa dökülmeseler, bakana düdük çalmasalardı, geçmeyecekti de. Bütün bunların sadece mağdur olan kadınların sorunu olduğu sanılacak, devletin, etkili, yetkili ve sorumlu tüm kurumların, kendini toplumsal hayata dahil hisseden kadın-erkek herkesin ilgilenmesi ve değiştirmesi gereken durumlar olduğu anlaşılmayacaktı. Türkiye’nin Başbakanı bile televizyonlarda "aile içi şiddete son" demeyecek, İstanbul Valisi "medya cinsiyetçi dilini değiştirmeli" konuşmaları yapmayacaktı. Bütün medeni devletler, feminizmin yıllardır söylediklerini anayasalarına, yasalarına geçirir, toplumsal hayatlarını buna göre düzenlerken, Türkiye onları takip etmeyecekti.

 

Onlar şimdi, "Öyle bir bağırdık ki, erkekler bile duydu" diyorlar. Ancak, yasaların değişmesiyle, genelgelerin çıkmasıyla, erkek ve kadınlara yönelik eğitim kampanyalarıyla yetinmeyeceklerini de ekliyorlar. "Şiddetin kökeninde yatan patriyarka ve erkeklerin bundan sağladıkları maddi çıkarları ortadan kaldırana dek mücadelemize devam edeceğiz" diyorlar. Yaparlar valla, yaptıkları yapacaklarının teminatı.

 

Kadın örgütleri, 20 yıl sonra yeniden Yoğurtçu’ya çağırıyor kadınları. Saat 13.00’te bir basın açıklaması yapacaklar. Ankaralı feministler de Yüksel Caddesi’nde saat 11.00’de toplanacak.

 

Tam 20 yıl önce. Anne ya da değil, dayak yemiş ya da (henüz) yememiş tüm kadınların ezilmesine karşı Anneler Günü’nde biraraya gelmek istemişler, 12 Eylül sürecinden henüz çıkılmadığı için izin alamamışlardı. Bir hafta sonra yapabildiler. 17 Mayıs 1987, hem kadınların dayağa karşı ilk mitingi hem de 12 Eylül sonrasının ilk yasal gösterisi oldu.

 

Geçmişte kadınları "iffetli" ve "iffetsiz" diye ayıran yaklaşıma karşı "İffetli Kadın Vesikası" çıkaran feministler, bugün de namus bahane edilerek işlenen cinayetlere böyle karşı çıkıyor.

 

1989’da Türkiye’nin cezaevlerindeki ölüm oruçları nedeniyle insanlar ölünce, "biz şiddetin her türlüsüne karşıyız" diye siyahlar giyerek yürüdüler. Bu eylem nedeniyle 11 "siyahlı kadın" tutuklandı ve Türkiye’nin tutuklanan ilk feministleri oldular.

 

Türkiye’nin ilk Kadın Kurultayı, geniş bir katılımla İstanbul’da düzenlendi. "Kadınlar vardır/Her yerde" marşı da o günlerde söylenmeye başlandı.

 

Türkiye’de kadın hareketi oluşmasına neden olan hakim Mustafa Durmuş acaba yaşıyor ve kadınlara nasıl bir iyilik yaptığını fark ediyor mudur?

 

1981 ile 1984 arasında, İstanbul Cağaloğlu’nda Yazko bünyesinde küçük bir grup kadının tartıştığı, öğrendiği, o zamanlar yayınlanan Somut gazetesinin bir sayfasında dile getirdiği bir şeydi feminizm. Birkaç yıl sonra (1983) o kadınların kurduğu Kadın Çevresi şirketi, dünyadan feminist yazarların kitaplarını Türkçe’ye kazandırdı, Türkiye’deki kadınlar, bu kitapları okuyarak hayatlarını başka bir gözle görmeye başladı. 1986’da BM’nin Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin Türkiye tarafından imzalanması için kampanya başlatıldı.

 

Ancak asıl, 1987’de Çankırı’da bir kadın, dayak yediği kocasından boşanmak için hakimin karşısına çıktığında, bütün hayat değişti. Hakim Mustafa Durmuş kadının talebini reddederken tutanağa şu tarihi cümleyi yazdıracaktı: "Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmemek gerekir!" Her şey bu cümleyle alevlendi. Bir kısım kadın ayaklandı: Protesto telgrafları, açıklamalar, kınamalardan sonra 17 Mayıs’ta İstanbul Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı’nda bir miting yaptılar. Türkiye’de kadın hareketinin ilk kitlesel eylemiydi bu.

 

MOR DÜDÜK ÇALDILAR

 

Sonra arkası geldi. O zamanlar, "Bu çirkin, sivilceli, hiçbir erkek yüzlerine bakmadığı için kendilerini sokağa atmış kadınlar da ne diyor, ha ha ha" diye gülenler, kısa süre sonra hepsi birbirinden güzel yüzlerce kadının üniversitelerde, derneklerde, işyerlerinde ve evlerinde hayatı dönüştürmesine, kadına yönelik ayrımcı yasaların, uygulamaların bir bir değişmesine, giderek iktidardaki politikacı erkeklerin bile onların söylemiyle konuşmasına tanıklık etti.

 

Mesela 1989-1990’da vapurlarda, otobüslerde, sokaklarda, "cinsel tacize karşı" mor iğnelerin dağıtıldığı, "Bedenimiz Bizimdir" kampanyasını düzenlediler. Erkek mekanı olan birahaneleri, kahveleri "bastılar", "Biz de buralara girebiliriz. Niye karınızı, nişanlınızı, sevgilinizi getirmiyorsunuz?" diye sordular. "Eğer aile kadının bunca ezildiği bir kurumsa, ben istemiyorum" diyerek toplu halde boşanma davası açtılar. "Geceleri de sokakları da istiyoruz" yürüyüşleri yaptılar. O zamanlar Devlet Bakanı olan Cemil Çiçek, "Flört fahişeliktir" gibi acayip bir laf ettiğinde, "Bu lafa ancak düdük çalınır" diyerek düdük çalma eylemi gerçekleştirdiler.

 

Bütün bu eylemler giderek daha çok ses getirdi. Yasalar, işyerlerindeki uygulamalar, sokaklardaki davranışlar bir bir değişmeye başladı. Mesela önce, tecavüz edilen kadın fahişeyse cezayı indiren yasa maddesi yok oldu. Ardından kadının çalışmasını kocasının iznine bağlayan yasa maddesi. Sonra koskoca Medeni Yasa’nın çoğu maddesi ve Türk Ceza Yasası’nın çok önemli maddeleri...

 

Yoğurtçu’daki ilk yürüşle başlayan Dayağa Karşı Kampanya’nın sonucu, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın kurulması oldu (1990). Türkiye, Mor Çatı’yla evdeki şiddetin vahametini, şiddet gören kadınlara hukuki, psikolojik destek vermenin ve sığınma evlerinin önemini kavradı. Kadın Eserleri Kütüphanesi kuruldu ve Osmanlı’dan bugüne, saklanmış kadın eserleri ortaya çıkarıldı. Başta İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi olmak üzere birçok üniversitede kadın araştırma merkezleri kuruldu, tez üzerine tez yazıldı, kampanya üzerine kampanya düzenlendi.

 

Başlangıçta çoğunluğunu akademisyenler, meslek sahibi kadınlar, gazeteciler ve öğrencilerin oluşturduğu 1980 sonrası feminist hareket giderek büyüdü, Türkiye çapında, kimi töre cinayetinden kadınları kurtaran, kimi meclise daha çok kadın girmesi için uğraşan yüzlerce örgütle zenginleşti. Türkiye’de sivil toplumun gücü kadın örgütleriyle daha da gürleşti. Kadınlar en zor değişecek şeyi, sol örgüt ve partilerin dilini, yaklaşımını bile değiştirdi. Medyanın duyarlılığını artırdı.

 

Artık kadınlar daha çok sokakta, yönetici koltuğunda, hep erkeklere yakıştırılan işlerdeydi. Uluslararası savaş politikalarından "namus" cinayetlerine, çevrenin korunmasından Ceza Yasası’nın değiştirilmesine her konuda söz söylüyorlardı. Erkek artık "ailenin reisi" değildi. Bundan başlayarak Türk hukuku öyle bir yol kat etti ki, bir adamın karısına tecavüz etmesini normal karşılayıp cezalandırmaya gerek görmezken, "evlilik içi tecavüz"ü bir suç olarak tanıdı; küçücük kızların kendilerine tecavüz edenlerle evlendirilmesini yasakladı; "töremiz böyle" diye en sudan sebeplerle küçücük kadınların öldürülmesi vahşetine hoşgörüyle bakmaktan vazgeçmek zorunda kaldı.

 

20 yıl önce hiçbiri akıllardan bile geçmezdi. Eğer bazı kadınlar erkek şiddetine hayır diye yollara düşmeseler, mor iğneleriyle ortalığa dökülmeseler, bakana düdük çalmasalardı, geçmeyecekti de. Bütün bunların sadece mağdur olan kadınların sorunu olduğu sanılacak, devletin, etkili, yetkili ve sorumlu tüm kurumların, kendini toplumsal hayata dahil hisseden kadın-erkek herkesin ilgilenmesi ve değiştirmesi gereken durumlar olduğu anlaşılmayacaktı. Türkiye’nin Başbakanı bile televizyonlarda "aile içi şiddete son" demeyecek, İstanbul Valisi "medya cinsiyetçi dilini değiştirmeli" konuşmaları yapmayacaktı. Bütün medeni devletler, feminizmin yıllardır söylediklerini anayasalarına, yasalarına geçirir, toplumsal hayatlarını buna göre düzenlerken, Türkiye onları takip etmeyecekti.

 

Onlar şimdi, "Öyle bir bağırdık ki, erkekler bile duydu" diyorlar. Ancak, yasaların değişmesiyle, genelgelerin çıkmasıyla, erkek ve kadınlara yönelik eğitim kampanyalarıyla yetinmeyeceklerini de ekliyorlar. "Şiddetin kökeninde yatan patriyarka ve erkeklerin bundan sağladıkları maddi çıkarları ortadan kaldırana dek mücadelemize devam edeceğiz" diyorlar. Yaparlar valla, yaptıkları yapacaklarının teminatı.

 

Hürriyet Emel Armutçu(yazanın izni ile yayınlanmıştır)

Pazar 13 Mayıs

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kadın iş hayatının neresinde?

 

 

 

Devlet İstatistik Enstitüsü'nün açıkladığı son "hane halkı iş gücü" anketine göre Türkiye'de çalışma çağındaki (15 yaş ve üstü) kadın nüfus 24,822,000 kişiden oluşuyor. Bu toplamda işgücü içerisinde sayılan rakam ise 6,240,000. Yine bu kitle içerisinden istihdam edilen nüfus 5,650,000 civarında. Burada DİE'nin "işgücü durumu" başlığı altında yer verdiği kesimleri belirtmekte yarar var. İşgücü durumu tanımlaması, aktif bir biçimde iş arayan adayları kapsıyor.

 

Ayrıca çalışan annelerin çocuklarını bırakabilecekleri kreşlerin de hangi şartlar altında işyerlerinde açılacağı İş Kanunu'nda belirtilmemiş durumda. Dolayısıyla söz konusu sorunlarla karşılaşan işverenin veya insan kaynakları yöneticisinin çocuk bakımı ve diğer aile yükümlülükleri altındaki kadın çalışanlarına dostça birtakım çözüm önerilerinde bulunmaları oldukça önemli. Dünyada bu tür sorunlara getirilen çözümler arasında iş paylaşımı, yarı zamanlı çalışma, evden çalışma ve esnek çalışma süreleri sayılabiliyor.

 

Ev kadınları, öğrenciler, mevsimlik işçiler, son 3 aydır iş aramayanlar vb. isimlerle değerlendirilen gruplar bu kapsama alınmıyor.

 

Aynı ankete göre çalışma çağındaki erkek nüfus 24,420,000, işgücü kapsamında sayılanlar 17,000,000; istihdam edilenler 15,160,000 dolaylarında. Erkek ve kadın nüfusunun bu kadar yakın olmasına rağmen ortalama olarak erkeklerin 3/4'ünün aktif olarak çalışma hayatında olduğu ülkemizde bu oran kadınlarda 1/4'e düşüyor. Aradaki bu açık fark kuşkusuz kadınların kimi zaman kendi tercihleri, kimi zaman da sosyal şartlar nedeniyle çalışma hayatına katılmayı düşünmemelerinden ve aktif bir biçimde iş aramamalarından kaynaklanıyor.

 

"Kadın meslekleri"

 

Çalışan kadınlarınsa çoğunlukla belirli meslek alanlarına veya pozisyonlara sıkışmış oldukları görülüyor. Satış - pazarlama, halkla ilişkiler, yönetici asistanlığı ve hizmet sektörü, yoğunlukla kadınların istihdam edildiği meslek kolları. Ancak bu sektörlerde bile kadınların yönetici olamadıkları çeşitli pozisyonlar tüm dünyada ve ülkemizde kadınların çoğunlukla yerleştirildiği iş alanları olarak karşımıza çıkıyor. Elbette insan verimli çalışabiliyorsa ve işi kendini tatmin ediyorsa hangi işte çalıştığının bir önemi yok. Ancak bir insanın ufkunu cinsiyeti nedeniyle sınırlı tutması da anlamsız. Uygar bir toplumda kadınlar bu konuda gereken desteği evlerinde ailelerinden, okullarında öğretmenlerinden, işyerlerinde de işverenlerinden almalı. İşverenlerin bu noktada kadın çalışanlarını daha yüksek maaşlı pozisyonlara yönlendirmesi, onların kendilerini motive etmelerini ve eğitime daha fazla önem vermelerini de beraberinde getiriyor.

 

İş hayatında kadın nelerle karşılaşıyor?

 

Ortaya konan verilere rağmen ülkemizde kadınların eğitim seviyelerinde istenilen kadar olmasa da bir artış olduğu ve buna paralel olarak işgücüne katılan kadın sayısının da artmakta olduğu bir gerçek. Dolayısıyla işverenlerin ve insan kaynakları uzmanlarının kadınların işyerlerinde yaşadığı sorunlara daha fazla eğilmesi gerekiyor.

 

Bu sorunların en önemlilerinden biri, bir kadının daha çok sorumluluk gerektiren bir pozisyona gelmesiyle ortaya çıkabiliyor. Çünkü bir kadının yeni bir pozisyonda çalışmaya başlaması evde üstlendiği görevlerden, çocuk bakımından vazgeçmesi veya vazgeçebilmesi anlamına gelmiyor. Her ne kadar bir bilim yasası niteliğinde olmasa da, bu olgunun kadın çalışanın performansını etkileme olasılığı oldukça yüksek. İş Kanunu'nda öngörülen doğum öncesi ve sonrasındaki ücretli ve ücretsiz izin hakları, doğum zamanları dışında da aile görevleri devam eden kadınlar için kuşkusuz yetersiz kalıyor.

 

Ücret ve yükselme

 

Başarılı bir kadının, daha üst bir pozisyona yerleştirilebilmesinin, kendisiyle aynı seviyedeki bir erkekten daha yüksek performans göstermesine bağlı olduğunu gösteren olaylarla ne yazık ki karşılaşıyoruz. Son yıllarda kadın üst düzey yöneticilerinin sayısı ancak bu pozisyonlar arasında bir kadının getirildiği mevki çoğunlukla, idari işler, sosyal hizmetler gibi firma için ikinci derecede önem taşıyor.

 

Diğer bir sorun ise, günümüzde kadınların çalıştıkları yerlerde aynı seviyede bulundukları erkeklerden hala daha az maaş alabiliyor olması. Bir kurumda yöneticilik yapan insanların maaşları belirlerken eşitlik ilkesine dayanarak hareket etmesi gerektiğini belirtmek bile belki de gereksiz. Ücret dağıtımındaki eşitsizlik kurumun bünyesindeki çalışanlar arasında negatif bir hava da yaratabiliyor. Ücretlendirmede nesnel bir sistemin oturtulması her kurum açısından doğruya giden yolun taşlarını oluşturuyor.

 

Değişimi yakalamak

 

Kadınların toplumda birçok alanda ikinci planda kalmaları elbette yalnız çağımızın sorunu değil; dünya üzerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesinin üzerinden bir yüzyıl bile geçmedi ve hala bu hakkın verilmediği ülkeler var. Ancak gerek küçülen ve her şeyin hızlandığı dünyanın yükünü artık sadece erkek cinsinin kaldıramayacak oluşu, gerek kadınların da bu tabloya karşı memnuniyetsizliklerini dile getiriyor olması, statükoyu bozacağa benziyor. Kaldı ki yeryüzünde kadınlara bu hakkı tanıyan ilk ülkelerden biri olarak diğer birçok ülkeden bu konuda önde olmamız gerekiyor. Bundan ötürü iş dünyasının tepesinde yer alan firma yöneticilerinin kadınlara yönelik önyargılarını bir kenara bırakmaları, çalışanları arasında cinsiyet farkı gözetmemeleri, ücret, atama ve işyeri yönetimine dair diğer konularda eşitlik ilkesinden sapmamaları iyi bir başlangıca işaret edecektir.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Filistin'de Kadın Olmak

Filistinli kadın hayatı bütün yönleriyle yaşıyor. Yeri geliyor işgal karşısındaki varlık mücadelesinde ön saflarda yerini alıyor. Yeri geliyor İsrail zindanlarına atılan kocasına vekaleten ev reisliği yapıyor; çocuklarının karınlarını doyurabilmek için çırpınıyor. Yeri geliyor "intifadada ben de varım" dediğinden dolayı İsrail zindanlarına atılıyor ve hayatını orada en kötü şartlarda sürdürmek zorunda kalıyor. Yeri geliyor bir "şehit anası" sıfatıyla, Allah'ın şehitler için hazırladığı yüce makama doğru yola çıkan oğlunu uğurlamanın sevinciyle, Resulullah (s.a.s.)'ın Havzı Kevseri'nin yanında buluşmayı umduğu güne kadar onun hasretini çekeceği düşüncesinin verdiği ızdırabı bir arada yaşıyor. Bazıları da bunu bir ana sıfatıyla değil de bir eş sıfatıyla yaşıyorlar. Tabii oğullarını veya eşlerini şehitler için hazırlanan yüce makamlara uğurladıktan sonra onların geride bıraktıkları emanetlere yani yetimlere sahip çıkma sorumluluğu da üzerlerine kalıyor. Üstelik işgalcilerin küçük, büyük demeden herkesin üzerine ateş yağdırdıkları bir ortamda.

 

Filistinli kadının hayatını bütün yönleriyle yaşadığını söyledik ve yukarıdaki paragrafta bunu özetle ifade etmeye çalıştık. Şimdi biraz tafsilata girmek ve Filistinli kadının hayatından bazı manzaraları bu satırlara taşımak istiyorum. Anlatılacakları Filistinli kadınla birlikte duygularınızla yaşayabilirseniz o hayatı daha iyi anlamanız mümkün olacaktır. O zaman Resulullah (s.a.s.)'ın: "Mü'minlerin, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve birbirlerine acımadaki örnekleri adeta bir beden örneğidir. Onun bir organı rahatsız olduğunda diğer organları da uykusuzluk ve ateşle ona katılır" mealindeki hadisi şerifinde ana hatları belirlenen anlayışı zihninize daha mükemmel bir şekilde yerleştirmeniz mümkün olabilecektir.

 

Filistinli kadınların bir kısmı hayatlarını zindanlarda sürdürüyor. İsrail zindanlarındaki Filistinli kadınların sayıları tam olarak bilinmiyor. Ancak buralarda yaşayan kadınların oldukça zor şartlarda hayatlarını sürdürmek zorunda oldukları biliniyor. Merkezi Batı Yaka'nın Ramallah şehrinde bulunan Vicdan (ed-Damir) Kurumu adlı bir insan hakları örgütü tarafından yapılan açıklamada İsrail zindanlarında çok sayıda küçük yaşta Filistinli genç kız ve bakıma muhtaç çocukları olan anneler bulunduğuna işaret edildi. İşgal yönetimi zindanlarındaki Filistinli kadınlardan acil tedavi görmesi gerekenlerin bile tedavi edilmelerine fırsat tanımıyor. Örneğin bazı insan hakları örgütleri geçtiğimiz kış, Telmund ve Levati hapishanelerinde tutuklu bulundurulan ve sağlık durumları gittikçe kötüleşen üç çocuk annesi Zehra Kar'uş, müzmin romatizma hastası ve sürekli sırt ağrılarından muzdarip olan Rola Ebu Dahv ve intifada esnasında göğsünden mermi yarası aldığı için acilen tedavi görmesi gereken Neriman Munasıra adlı kadınların teşhis raporlarını dilekçeye ekleyerek İsrail yönetiminden bu kadınların tedavi edilmelerine izin vermesini istediler. Ancak İsrail yönetimi bu isteği cevapsız bıraktı. Rahatsız olanların tedavilerine izin verilmezken hapishane şartlarının ve muamelelerin kötü olması dolayısıyla hastalığa maruz kalan kadınların sayısı günden güne artıyor. Bu hanımlardan zindanda doğum yapanlar bile oluyor. İşgal yönetimi onlara da acımıyor ve anneyi bebeğin hatırına dışarı çıkarmak yerine bebeği de zindanda büyümeğe zorluyor. Örneğin Batı Yaka'daki Telmund hapishanesinde tutuklu bulunduğu sırada doğum yapan bir kadının bebeğinin bu satırların yazıldığı tarihlerde 16 ayını doldurduğunu ve hala hapiste olduğunu öğrenmiştik.

 

Zindana atılan kadınların durumu bu. Ancak dışarıdakiler de rahat değil. Kendileri zindanda olmayan kadınlardan bazılarının da eşleri veya çocukları zindanda. Çocukları zindanda olan analar onların zindanda çektiği acı ve ızdırabı duygusal olarak çekiyorlar ki bunun bedensel ızdıraptan daha etkili olduğunu bütün analar bilir. Eşleri zindanda olanlar bütün bu acı ve ızdıraplara ek olarak ailenin maddi yükünü kaldırmak zorunda olmanın sıkıntısını da yaşıyorlar. İşgal yönetimi onları sadece bu acılarla ve sıkıntılarla da bırakmıyor. Zindandaki yakınlarını ziyaret etmelerine engel olmak, dövmek, hakaret etmek suretiyle de onlara ayrıca işkence ediyor. Bunun binlerce örneğini sıralamak mümkün. Biz sözü uzatmamak için sadece bir örnekten söz edeceğiz. Zaten yapılanlar hep birbirinin benzeri olduğundan bir örnek olayı anlamaya yetecektir. 1 Temmuz 1995 tarihinde, Batı Yaka'da çok sayıda Müslüman hanım, tutuklu olan yakınlarına destek olmaya kalkıştıklarından dolayı işgalci askerler tarafından şiddetli bir şekilde dövüldü ve hakarete uğradılar. Tutukluların açlık grevi eylemlerine destek amacıyla Batı Yaka'nın Beytilaham şehrindeki Kızılhaç binası önünde açlık grevi başlatan hanımlar işgalci askerler tarafından şiddetli şekilde dövüldüler. Hanımlara bu muameleyi yapan işgalci askerler bir de: "Kızılhaç binasının önünde bu eyleminizi sürdürürseniz hepinizi öldürürüz" şeklinde tehditler savurdular. Dediğimiz gibi bu bir örnek. Saldırganlıkta sınır tanımayan siyonist işgal güçlerinin Filistin'deki Müslüman hanımlara yönelik çirkin muamelelerinden daha pek çok örnek vermek mümkün.

 

Filistinli kadınlara, yakınlarını zindana atmak, sonra da onlara destek olmalarını veya kendileriyle görüşmelerini engellemek suretiyle işkence eden sadece İsrail işgal yönetimi değil. Gazze'nin ve Batı Yaka'nın bir bölümünde kurdurulan sözde "Filistin özerk yönetimi" de aynı işi yapıyor. Bir örnek de Filistin özerk yönetiminin uygulamalarından verelim: Özerk yönetim polisleri 8 Mart 1995 Çarşamba günü, siyasi sebeplerden dolayı tutuklanmış olan Filistinlilerin aileleriyle görüşmelerini engellediler. Bazı kadınların görüşmekte ısrar etmeleri üzerine polisler kadınları feci bir şekilde dövdüler ve içlerinden bazılarını zorla çekerek cezaevi kapısından uzaklaştırdılar. Polisler bu uygulamayı protesto eden Filistinlilerin eylemlerini görüntülemek isteyen basın mensuplarına da engel oldular. Dediğimiz gibi bu sadece bir örnek. Gerçekte ise özerk yönetim Filistinli hanımlara yönelik baskıcı uygulamalarında siyonist işgal yönetiminden hiç mi hiç geri kalmıyor.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

Filistinde Kadın OlmakUlusal Meclis üyesi Hatice Ebu Ali, siyasette kadının rolü ve statüsünün yükseltilmesi yönündeki çabalarını anlatırken, dünya kadınlarını, Filistinde yaşanan acılara ve iki toplum arasında yükselen Duvara karşı duyarlı olmaya çağırıyor.

 

 

 

Mücella YAPICI WALD'ın (Dünya Yerel Yönetim Ve Demokrasi Akademisi) "Kadın ve Siyaset: Deneyimler, Kazanımlar, Sorunlar" başlığıyla 26- 27 Şubat'ta İstanbul'da düzenlediği konferansa, Filistinliler de katıldı.

 

Filistin'i bölen ırkçılık ve ayrımcılık sembolü duvara karşı bir mektupla seslenen konferans katılımcılarından Filistin Ulusal Meclis üyesi Hatice Ebu Ali ile Filistin'de kadın olmak üzerine konuştuk.

 

Kendinizi tanıtır mısınız?

 

Filistin Ulusal Meclisi üyesiyim, Kudüs Üniversitesinde kadın ve psikoloji alanında öğretim üyeliği yapıyorum. Kadın konusunda araştırmalarım ve yazılarım var. Filistin Kadınlar Genel Birliği'nin Belediye Genel Kurulu üyesiyim. Şu anda, Filistin'de yaklaşan seçimlerde kadının rolü ve statüsünü güçlendirmek üzere yürütülen ulusal bir kampanyanın da koordinatörlüğünü yürütüyorum.

 

Bu kampanyayı, çok önemsiyoruz. Çünkü; özellikle savaş ve işgal koşullarında kadınların yükü inanılmaz ölçüde ağırlaştı... Kadınlar, yaraların sarılması ve destek konusunda çok ciddi roller üstlendiler. Ancak parlamentoda kadınlar yüzde 5.6 dolaylarında temsil ediliyor.

 

Bu seçimler için hedefimiz, ulusal parlamento için yüzde 20, yerel parlamentolar için ise yüzde 30 kotayı yasallaştırmak. Bu kampanyayı kadınların liderliğinde sürdürüyoruz. Ülke genelinde yasama çevrelerini etkilemek için çalışan kadın komitelerimiz var. Parlamentoda taleplerimiz doğrultusunda oy vermeyenleri seçmeyeceğimizi bildirerek gözdağı veriyoruz. Bu konudaki kararlılığımızı vurgulayan gösteriler yapıyoruz.

 

Parlamento seçimlerine yönelik 50'yi aşkın kadından oluşan bir politik komite kurduk. Kadınların talepleri doğrultusunda oy kullanan kişileri destekleyen çalışmalar yürütüyoruz. Bu çalışmalar ülkede güven ortamını yaratmak, kadınların daha bilinçli olmalarını sağlamak için çok önemli.

 

Bugünlerde, Filistinli kadınların, yaşamsal ve politik gündemlerinin başında hangi konular yer alıyor?

 

Şu anda, Filistin'de 3 bin çocuğun annesi hapishanelerde... Çocuklar, kimsesiz ve hasta. Şaron'un işgalci kuvvetlerinin artan zulmünün yanı sıra yüzde 65'lere varan işsizlik de canımızı yakan bir başka konu.

 

Ancak hayatımızı daha içinden çıkılmaz hale getiren en önemli konu, Irkçı Şaron rejiminin terörizm bahanesiyle inşa etmekte olduğu Duvar. Ülkemizin yüzde 52'sini kapsıyor şu anda.

 

Beton ve dikenli tellerden oluşan ve halihazırda üçte biri tamamlanmış olan, 750 km uzunluğunda, 8-10 metre yüksekliğindeki bu yeni utanç duvarı, yüksek teknoloji ile donatılıyor. Büyük bölümü çelik zırhlı beton bloklardan yapılan duvarın, Haziran 2002'den beri süren birinci aşaması tamamlandı.

 

Kilometresi bir milyon dolara mal olan duvar, on binlerce Filistinlinin hayatını altüst ediyor. Kendi tarlalarına ve kuyularına gitmeleri önleniyor, topraklarıyla bağları kesiliyor. Bu bölgeler arasındaki Tulkarim, Kalkilya ve Cebibe, Ürdün nehrinin bütün batı kıyısının en verimli bölgeleri.

 

Tarım alanlarının yüzde 40'ı, su kuyularının da üçte ikisi buralarda. İnsanlar tarlalarına, okullara, hastanelere gitmek için İsrail kontrolü altındaki kapılardan geçmek zorunda. Kapılar çoğu zaman açılmıyor.Çocuklar okullarına gitmek için bu duvarları aşmak durumunda kalıyorlar. İnsanlar hastalarını kliniğe götüremiyor, hayatımız cehenneme döndü, işe, okula, hastaneye, alışverişe, gidilemez duruma gelindi.

 

Bu duvar, bizim ulusal kimliğimizi tehdit ediyor, İsrail ve Filistin için geliştirilen iki ayrı devlet olarak var olma çözümünü geçersiz kılıyor. Bağımsızlık şansımız kalmıyor. On binlerce Filistinli, duvarla "yeşil hat" arasında dünyadan tecrit edilmiş halde İsrail'in iznine tabi olarak yaşıyor. Uluslararası camia ise hala sessizliğini koruyor... Bu nedenle, konferanstan, tüm bölge kadınlarının Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu'na gönderdiği mektup bizim için ayrı bir önem taşıyor.

 

Türkiye'ye iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?

 

Gençler, kadınlar ve siyasi partiler Filistinli kadınlara destek amaçlı kampanyalar düzenleyebilirler. Buradan tüm kadınlara altını çizerek belirtmek istediğim bir şey var; ataerkil sistem bütün dünyada baskın, ancak Amerika'da daha da baskın.

 

Çünkü onlar tüm dünya adına karar veriyorlar. Birleşmiş Milletlere memorandum gönderebilirler, ülkemize delegasyon gönderebilirler, kendi gözleriyle neler yaşadığımızı görmek için ülkemize gelebilirler. Bizim anlatmamızla gelip görmek aynı şey değil. Bu durumu ülkelerinde anlatabilirler. Acıları öne çıkarmak istemiyorum ama, ölüyoruz. Hayatta kalsak bile acı çekiyoruz. Filistinli kadınlar, kurtuluş gününe kadar mücadelelerini sürdürmeye kararlıdırlar ve sizler bize yardım etmek için başka yollar bulacak kadar yaratıcısınız.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

Afganistan'da kadın olmak

 

 

 

Bilgisayar postama takılan, yüzlerce

kişi tarafından imzalanmış bir yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum:

"Afgan hükümeti kadınlara savaş açtı..

Taliban'ın yönetime geçtiği 1996'dan beri kadınlar 'burka' giymek zorunda. Uygun giyinmediklerinde (bu, gözlerini peçeyle örtmemek de olabilir) dayak yiyorlar veya kitle tarafından taşlanıyorlar.

Bir kadın, araba kullanırken yanlışlıkla

kolunu gösterdiği için kızgın şeriatçı kitlesi tarafından dövülerek öldürüldü. Bir diğeri,

akrabası olmayan bir erkekle ülkeyi terk etmek istediği için taşlanarak öldürüldü.

Kadınlar, yanlarında erkek bir akrabaları olmadan sokağa çıkamazlar. Ev dışında çalışmaları yasaklanmıştır. Profesör, çevirmen, doktor, avukat, sanatçı ve yazar olan meslek sahibi kadınlar işlerini bırakmaya zorlanmış ve evlerine tıkılmışlardır.

Depresyon vakaları endişe uyandıracak düzeye ulaşmış bulunuyor... Sosyal çalışma yapanlar, depresyonda olan, uygun ilaç bulamayan ve

tedavi göremeyen kadınlar arasında, böyle yaşamaktansa kendisini öldürenlerin oranında

çok büyük bir artış olduğunu söylüyorlar.

Kadınlar, doktora dereceleri bile olsa, çalışamadıkları için, erkek akrabaları ve

kocaları da yoksa, ya açlıktan ölüyorlar, ya da sokaklarda dilencilik ediyorlar.

Bir evde kadın varsa, pencereler, kadının dışarıdan görülmeyeceği biçimde yapılmalıdır. Kadınlar, dikkati çekmemek için ses çıkarmayan ayakkabı giymelidir. En küçük bir hatanın hayatlarına mal olacağını bilerek yaşarlar.

Kadınlar için hemen hiçbir tıbbi kurum yoktur. Sosyal hizmet görenler, bunu protesto etmek için, kadınlarda hızla artan depresyonda yararlı olacak ilaçları ve psikologları da alarak ülkeyi terk ettiler. Kadınlara ayrılmış ender hastanelerden birinde, bir gazeteci, 'burka'larına sarılmış, konuşamayan, yiyemeyen, hiçbir şey yapamayan, yavaş yavaş yok olup giden hareketsiz kadın yığınları gördü yatakların üzerinde. Diğerleri çıldırmıştı, korku içinde sallanıp, ağlayıp duruyorlardı. Doktorlardan birisi, elinde kalan az sayıdaki ilaçları da bitirdikten sonra, bu kadınları, barışçıl bir protesto olsun diye, Başkan'ın konutunun önüne götürüp bırakmayı düşünüyor.

Bu noktada, 'insan hakları'nın ihlalinden söz etmek yetersiz kalıyor. Erkeklerin, kadın akrabaları üzerinde, özellikle de kocaların karıları üzerinde, öldürme veya yaşatma yetkileri var. Fakat, kızgın bir kalabalığın da, vücudunun bir santimini gösteren ya da kendilerini rahatsız eden bir kadını taşlayarak veya döverek öldürme hakkı var.

1996'ya kadar, kadınların, çalışma, istediği gibi giyinme, araba kullanma, sokağa çıkma konularında göreli bir özgürlüğü vardı. Bu değişimin son derece hızlı olması, depresyonun ve intiharın nedenlerinden birisidir. Bir zamanlar eğitmen veya doktor olan veya temel insan haklarını kullanan kadınlara,

şimdi sağcı İslami şeriatçılık adına insan değilmiş gibi davranılıyor. Bu durum, onların geleneği

ve 'kültürü' değil, onlara yabancı, şeriatın

geçerli olduğu kültürler için bile aşırıdır.

Müslüman bir ülkede kadın da olsa, herkesin hoşgörülü bir insani varoluşa hakkı vardır."

Toplumdaki insanların yarısı, diğer

yarısına köle gibi davranıyorsa, bu durum,

din adına meşrulaştırılabilir mi?

 

 

 

TÜRKER ALKAN

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

,

Aile içi şiddet , kadına yönelik şiddet , töre cinayetleri kavramları 1980 sonrası dayağa karşı kampanyalar ve özellikle 1990 ların 2. yarısından itibaren yeni(neo)liberal feminist akım tarafından Türkiye Gündemine taşınmış, pozitif ayrımcılık vs. kavramlarla , mücadele kadın kimliği üzerinden, hatta cinsel tercih özgürlüğü kavramları ile birlikte ittifak halinde yürütülmeye başlanmıştır ..(emperyalist kurumlarla ittifakını ise aşağıda belirtiyorum)

 

Sistemi sorgulamayan , emperyalizmin küresel saldırısına karşı ulusal mücadele vermeyen , salt kadın kimliği , kadına pozitif ayrımcılık , kadına seçilmede kota talebi adıyla yürütülen ve bu çalışmalarla , Cia -NED-NDI , Soros ve AB fonları sponsorluğu ile desteklenen bu kampanyalarla kadının insan hakları mücadelesi yürütülebilir mi?

Meselenin sistem olduğu gözden çıkarılarak , kadın erkek birlikte emperyalizme ve sömürgecilğe karşı mücadeleyi, cinsiyet kimliğinde ayrıştırarak başarı sağlanabilir mi?

 

Ortaçağ karanlığı feodal yapıyı göz ardı ederek,

Ortaçağ kurumları tarikat ve cemaatleri göz ardı ederek, hatta bu tarikat ve cemaatlerin kadına dayattığı türbanı, kadının özgürlüğü olarak destekleyerek,

Özelleştirme adıyla kapatılan fabrikalardan kadını eve gönderen yapıyı sorgulamadan ,

kadının sosyal ve ekonomik haklarını bitiren sisteme karşı mücadele etmeden salt kadın kimliğinde mücadele nereye kadar? kme faydası var kimin zararına???

 

Feodal ağalık düzeninde, Tarikat ve cemaatler baskısı altında daha zordur..

Sömürge toplumlar daha zordur. Kadın olmak..

İşgal altında kadın olmak en zorudur..

Kotaların , kadına pozitif ayrımcılığın, vs. vs nin hiç birinin hükmü yoktur, bu durumlarda...

 

Sömürge Ruanda da pozitif ayrımcılıkla kadın meclisde %47 ile temsil edilmektedir. İşgal altında Afganistanda da öyle..ABD Afganistana girerken kadını özgürleştiriyor propagandaları yapılıyordu.. Afganistanda Kadın meclisde temsil ediliyor ama , hala burkalar içinde düşman çizmesi altında..

İşgal altında, işgalcinin ırzına tasalludu altında Irak ta kadının özgürleşmesinden bahsedilebilir mi?

Irak'ın kuzeyinde , emperyalizmin Kuklası aşiret "devletinde" kadının özgürleşmesinden bahsedilebilir mi?

Velhasıl,

ÖNCE VATAN demeden , Tam Bağımsızlık demeden , Emperyalizme ve işbirlikçileri , emperyalizmin müttefikleri ağalık ve tarikat cemaat düzenine karşı çıkmadan, kadın -erkek topyekün mücadele etmeden, kadının hakları ve hukukundan bahsetmek , emperyalistlerin bize dar alanda kurduğu top çevirme oyunundan başka bir şey değildir.

 

Kurtuluş savaşını kadın erkek birlikte yaptı ..

Ve kadınlar bu emeğinin karşılığını , haklarını , hukukunu Cumhuriyet Devrimiyle , yani Kemalist Devrimle alnının teriyle kazandı..

Ancak Kemalist Devrim tamamlanamadığı , karşı devrim tarafından bastırıldığı , feodal ağalık sistemi , cemaat tarikat düzeni tasfiye edilemediği , hatta daha güçlü bir şekilde emperyalizm tarafından hortlatıldığı ve desteklendiği içindir ki, bugün kadın olmak bu denli zordur ülkemizde..

işgal altında Irak ta...Afganistanda Kadın olmak en zorudur.

 

Bir şeye daha dikkat çekmek isterim ,

Batıda , ABD de , yani Afganistana , Ruandaya kadınlara özgürlük(!) götürdüğü söylenen ABD de, dakikada kaç kadın şiddete uğruyor , öldürülüyor? aile içi şiddete ve sokakta şiddete kaç kadın maruz kalıyor?

Avrupanın gelişmiş ülkelerinde , öldürmeyle sonuçlanan kaç aile içi şiddet vakası var bunları biliyormusunuz?

Ensest vakaları batıda neden doğal ve kabul edilir bulunuyor? tv. lerinde bu konuda filmler neden gösterilip, özendiriliyor?

Kadın hakları konusunda çalışmalar yapan STK lar neden Cia nın NED projelerinden , Soros kaynaklarından , AB fonlarından parasal destek alıyor.(Mustafa Yıldırım -"Sivil Örümceğin Ağında " kitabında hangi kadın STK nerden kaç para aldı, hepsi var kitapta)

 

Batı kendi toplumunda şiddete uğrayan kadınlarına göstermediği parasal desteği neden bizim kadınlarımıza gösteriyor.

Batı bizim kadınlarımızı daha çok mu düşünüyor

 

Batının ezberlettiklerinin dışına çıkma ve farkındalık yaratması dileği ile..

 

 

 

Fatma Seher

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Dünyanın her yerinde kadınlar çeşitli biçim ve boyutlarda şiddete maruz kalıyorlar. Koca dayağı; sokakta, işyerinde, evde, gözaltında, emperyalist savaşlarda şiddet, cinsel taciz ve tecavüz bize her gün, her saat erkek egemenliğinin hüküm sürdüğü bir sistemde yaşadığımızı hatırlatıyor. Kimi ülkelerde "bakireliği koruma" adı altında çocuk yaşta kızlar zorla evlendiriliyor, kimi ülkelerde evlilik öncesi ilişkiye girmelerini engellemek için 7-8 yaşında sünnet ediliyor ve cinsel organları evlenince açmak üzere dikiliyor. Ülkemizde de yaygın olduğu gibi bir dizi ülkede erkeklere kayıtsız şartsız itaat etmeyen ve erkek egemen toplumun törelerine uymayan kadınlar namus ve töre cinayetlerine kurban gidiyor.

Bunun basına yansıyan son örneği Naile Erdaş oldu. Van’ın Başkale ilçesinde yaşayan Naile, komşusunun tecavüzü sonrası hamile kaldı. Baş ağrısı şikayeti ile hastaneye kaldırılan Naile’nin 9 aylık hamile olduğu anlaşıldı. Ailesinin haberi olmadan doğum yaptırılan Naile ardından çıkarıldığı savcılık tarafından öldürülebileceği bilindiği halde ailesine teslim edildi.

Nitekim ailenin namusunun kirlendiği gerekçesiyle abisi tarafından kurşunlanarak öldürüldü.

 

 

 

Erkek egemenliğinin bu en barbar yüzü olan töre ve namus cinayetleri, henüz 15 yaşında olan ve hiçbir suçu olmayan Naile’yi ve daha nice Naile’leri hayattan koparıp alıyor.

 

Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi’nin 1997-2006 yılları arası hazırladığı raporda, kadınlara yönelik devlet şiddetinin tüm hızıyla devam ettiğini, bu alanda özde hiçbir şeyin değişmediğini gözler önüne seriyor. Projenin yürütücülerinden Avukat Eren Keskin ve Fatma Karakaşın hazırladıkları raporda, cinsel şiddetin sistemli ve bilinçli bir işkence yöntemi olarak kullanıldığı belirtilirken, 1997 ile 2005 yılının sonlarına kadar toplam başvuru sayısı 221 iken 2006’nın Ekim ayına kadar, yani son 10 ay içerisinde bu sayı 236’ya çıkıyor. Siyasi nedenlerden dolayı işkenceye maruz kalan kadınların sayısı 206. Raporda cinsel işkence nedeniyle 8 kadının bebeğini kaybettiği, 7 kadının ise küçük çocuklarının gözleri önünde cinsel işkenceye maruz kaldığı belirtiliyor. Bu cinsel işkenceler sonucunda; 4 kadın hamile kalmış, 2 kadın uğradığı tecavüz sonrasında intihar etmiş ve 14 yaşında bir kadın ise maruz kaldığı tecavüz sonrası akrabaları tarafından "namus" adına katledilmiş.

 

 

Raporda projeye başvuran kadınların uyrukları şöyle: 187’si Kürt, 41’i Türk, 4’ü Roman, 1’i Alman, 1’i Bulgar, 1’i Romen ve 1’i Avusturyalı...............

 

 

nü-ans..............

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 ay sonra...

Sayın Canımıncanı isterseniz gelin kadını bir de burdan okuyalım.Örneğin savaşlar ve kadın;

 

Afganistan

Amerika'nın besleyip, Afgan halkının başına musallat ettiği Taliban'ın zorla büründürdüğü "burka"dan yaşamla, dünyayla iletişimi koparılan, sırtında kırbaç izleriyle dolaşan, stadyumlarda kalabalıklar karşısında başından vurulup öldürülen, recm edilen kadınları propaganda malzemesi yapan ABD, bir kez daha "özgürlük" savaşçısı olarak kolları sıvadı. Televizyon ekranlarından, yürürken önlerini dahi görmekte zorlanan burkalı bu kadınları hiç eksik etmediler. Acilen "kurtarılmalıydılar!"

 

Oysa işgal sonrasında Afganistan hukuku, yine şeriat yasalarına göre düzenlendi. Ancak bir farkla, recm cezası uygulanırken, daha ufak taşlar tercih edilecekti. "Taliban, koca taşlar kullanıyordu. Koca taşları öyle güçlü atıyorlardı ki, canlı kurtulma şansı yoktu." Ulemanın önde gelenlerinden din adamı Rauf Efendi'nin, işgal tamamlandıktan hemen sonra yaptığı bu açıklamada da anlaşılacağı gibi, NATO'nun desteklediği, ABD'nin getirdiğini iddia ettiği "özgürlük", recmde kullanılacak ufak taşların boyutu kadar bile değildi. İşgal sırasında, bir taraftan bombalar yağarken, bir taraftan da ABD için savaşan yerli işbirlikçi "Kuzey İttifakı" askerleri, Taliban yanlısı olduğunu düşündükleri evleri yağmalayıp kadınlara tecavüz etti. Pek çoğunu öldürüp, mücevheratına el koydular. İşgal güçleri de, Afganistan'ın birçok bölgesinde kadınları kaçırarak ***** sektöründe kullandı. Bağram'da, Kabil ve Kuzey Afganistan'da medreseleri basıp, yaşları 17-30 arası olan kadınları ve 12-17 yaş arası erkek çocukları kaçırıp kamera karşısında tecavüz ettikleri, sonra bu kasetleri sattıkları ortaya çıktı. Bu kadın ve çocukların bir kısmının intihar ettiği, yine uluslararası raporlarda yer aldı.

 

Irak

NATO'nun en büyük ordu güçlerinden ABD'nin girdiği Irak'ta yaşananlar ise, kamuoyuna Ebu Garib Cezaevi ile girdi. Tecavüz kampına dönüştürülen cezaevlerinde kadın mahkumların dışarıdan doğum kontrol hapları istedikleri dünya kamuoyunca bilinirken, kadınların başına gelenler sadece hapishanede yaşadıklarıyla sınırlı kalmıyor; salıverildikten sonra da pek çok kadının kayıplara karışması, ayrıca soru işareti oluşturuyor.

 

Bağdat Üniversitesi'nde siyaset bilimi hocası ve Uluslararası Af Örgütü çalışanı Prof. Huda Şakir Nuyami'nin konuşmaya ikna ettiği bir tanığın anlatımları, Irak'ta kadına yönelik şiddetin sadece işgalcilerin uygulamalarıyla sınırlı olmadığını gösteriyor. İslam dininin "namus" anlayışıyla kadına yaklaşan pek çok Iraklı ailenin, cezaevlerinde işgalcilerce tecavüze uğramış kızlarını ve eşlerini "kirlenmiş" görüp öldürdükleri veya intihara zorladıkları iddia ediliyor. Dr. Nuyami'nin anlatımlarına göre, Bağdat'ta Saddam rejiminin istihbarat servisi çalışanı bir adamın evine düzenlenen baskında babayı bulamayan Amerikan askerleri, adamın karısını ve kızını eski saraylardan birine götürürler. Sarayda başlayan tecavüzler, Ebu Garib'te devam eder. Onlarla beraber aynı mahalleden bir başka kadın da, kardeşinin direnişçi olduğu gerekçesiyle cezaevine getirilir. Serbest bırakıldıklarında, istihbaratçının kızı da hamileymiş. Bunun üzerine aileleri mahallelerinden taşınırlar. Dr. Nuyami, sonra bu kadınların öldürüldüğünü öğrenir.

 

Öte yandan cezaevinde, kadın mahkumların yaşadığı cinsel işkenceyi 10 Nisan 2004'te yazdığı bir mektupla dünyaya duyurabilen Nur'un başına geldiği gibi, kadınların işgalci askerler tarafından kaçırılıp öldürüldüğü de ileri sürülmekte. Nuyami, Ebu Garib'ten serbest bırakılmasından sonra tecavüzler sonucu hamile kalan Nur'un evine gittiğini, ancak ailesinin Nur'u da yanlarına alarak taşındıklarını öğrenir. Nur'un öldürüldüğüne inanan doktor, "ya ailesi ya da işgalcilerce ailesiyle birlikte ortadan kaldırıldığını" düşünüyor. Dr. Nuyami, iddialarını şöyle sürdürüyor: "Nur'un mektubunun Taguba raporuna kadar girdiği düşünülürse, işgalciler tarafından ortadan kaldırılmış olabileceği endişesi ağır basıyor. Irak'ta kaç kadının kaçırıldığı, nerelere götürüldüğü, bugün hala kaç kadının ne tür işkenceler gördüğü ise netleşmiş değil.

 

Mülteci kadınlar

Dünyadaki mültecilerin ve sürgün edilenlerin yüzde 80'ini kadınlar ve çocuklar oluşturuyor. Yani dünya üzerinde her 150 kişiden birisi (toplam 40 milyon insan) savaşlar nedeniyle yurdundan sürülmüş durumda. (UNHCR)

 

Erkeklerin savaşmak için kaldıkları (bırakıldıkları) cephede yaşamlarını yitirdiği gerçekliği, daha çok geride kalan kadınların ve çocukların başka ülkelerin sınır kapılarına doğru göç etmelerine neden oluyor. Çoğunlukla güvenli olmayan, mayın döşeli yollarda kalan kadın ve çocukların kötürüm kaldığı belirlenmiş. Sınırlardan geçerken kaçak mafyası elemanları ve sınırını geçmek istediği ülkenin askerleri tarafından tecavüze uğramak, daha çok yalnız olarak göç eden kadınların başına geliyor, yardım etme karşılığında ise cinsel ilişki teklif ediliyor.

 

Mülteci kamplarına ulaşabilen kadınları, cinsel ve fiziki şiddetin olağanlaştığı ağır kamp koşulları bekliyor. Özellikle yanında bir erkek olmayan kadınlar, görevli askerler ve mülteci erkeklerce tecavüze uğruyor, ihtiyaçlarının karşılanması karşılığında cinsel sömürüye maruz kalıyor. "Batı Afrika mülteci kamplarındaki kadınların büyük bir bölümünün 'Barış Gücü' ve yardım görevlileri tarafından cinsel olarak sömürüldükleri" kayıtlara da geçti. Kamplarda yaşanan su sıkıntısının ve yetersiz beslenmenin yarattığı hastalıklara, çoğunlukla kadınların ve çocukların yakalandığı tespit edildi. Malzeme ve gıda yardımı yapılırken, "kadınlar aleyhine cinsiyetçi ayrımcılık" yapılmakta; kısıtlı olan gıdadan faydalanmayı da kadın, önceliği ailenin diğer fertlerine veriyor.

 

1951 yılında oluşturulan Uluslararası Mülteci Yasası'na rağmen -ki bu yasa cinsel şiddeti işkence kapsamında ele almakta- mülteci kadınların yaşadıkları görmezden geliniyor; ülkeler, karşılıklı ilişkilerini bozmamak için yaşananları örtbas ediyorlar.

 

Tecavüz bir soykırım, ama..!

İlk kez 1. Dünya Savaşı sonrası, 1919 yılında, savaşlarda kadınların uğradığı cinsel tecavüzü araştırmak için müttefik ülkeler tarafından bir araştırma komisyonu kuruldu. Bu komisyon, esas olarak, o dönemde Alman askerlerinin toplu tecavüzüne uğramış, Fransız ve Belçikalı kadınların yaşadıklarını incelemek üzere kurulmuştu. Ancak bu komisyon, politik çıkarları gereği bu suçu incelemekten vazgeçti. Pek çok tecavüz dosyası hasır altı edildi. 2002'deki antlaşmayla kurulan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi (ICC), ancak etnik temizlik amacıyla Bosna ve Ruanda'da yapılan kitlesel tecavüzlerden sonra, "savaşlarda kadınlara yönelik cinsel şiddeti ve toplumsal cinsiyet şiddetini" savaş suçu olarak kabul etti. Her iki ülkede de cinsel şiddet "soykırım" suçu kapsamında ele alındı. Yapılan nadir yargılamalarda, sadece suçu işleyen askerler değil, aynı zamanda amirleri de yargılandı. Kadına yönelik cinsel şiddete karşı hukuki yaptırımı sağlamak amacıyla oluşturulan bir diğer araç, 1979 yılında BM Genel Toplantısı'nda kabul edilen "Kadına Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi-CEDAW" dir. Kadına yönelik ayrımcılık, anlaşmada şöyle tanımlandı: "Cinsiyete dayalı, sonucu ya da amacı kadınların tanınmasını, kadınların ve erkeklerin hakları ve politik, ekonomik, toplumsal, kültürel, sivil veya herhangi bir alandaki temel özgürlükler açısından eşit olduğunu göz ardı eden her türlü ayrımcılık, dışlama ya da engelleme..." Öte yandan ABD, ICC'de yer almadığı gibi CEDAW'i de onaylamadı.(alıntı)

 

işte savaşta kadın!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

‘Muhafazakârlık’ kılıfı ve yüzbinlerce cinsel suç! (1)(*1)

 

Bugün size Türkiye’nin belki de kanayan en büyük yarasından söz edeceğim. Yaşadığımız dramın özeti şu: Cinsellik bu ülkede ayıp, günah, yasaklı, örf ve âdetlerimizle bağdaşmayan mayınlı bir korku tüneli… Sonuç ise ortada: Cinsel ihtiyaçlarını karşılayamayan onbinlerce insan, sürekli 3. sayfa haberiolan suçların başaktörü olup her gün cinayet, tecavüz, ensest, zoofili ve adı konmuş, konmamış her türlü sapıklığın sorumlusu oluyor. Tutuculuk, muhafazakârlık, örf ve âdet baskısı gibi kavramların öne çıktığı, kapananya dazorla kapatılangenç kız ve kadın sayısının sürekli arttığı çok namuslu (!) ülkemizde, bugün bir yere not almaya başlasanız, bir yıl içinde yirmi bin farklı türevini kaydedebileceğiniz bilumum sapıklık ve cinayete varan cinsel çıkışlı suç kol geziyor. Buyurun size hafıza tazelemeniz için bir demet en ağırından en hafifine vaka örnekleri…

İtalyan sanatçı, Barış Elçisi Pippa Baccanın otostop yaparken hunharca bir cinayete kurban gitmesi, bu yılın en ağır ve tanınan vakası. Ama bunu binlerce başkası izliyor. Çorum’da Ensar Vakfı Şube Başkanı’nın 15 yaşındaki bir kıza tecavüz edip bir diğerini de taciz etmesi, bunun sonucunda travmatik sonuçları düşünülmeden yüzlerce diğer kızın hastanelerde bekâret kontrolüne zorlanmaları; Nesin Vakfı’nda 10 ve 12 yaşında iki çocuğun tecavüzle suçlanıp emniyette işkence görmeleri, sonunda suçsuzluklarının kanıtlanması; Kuşadası’nda plajlarda soyunma kabinlerine gizli kamera yerleştiren polis memurunun gazetelere yansıyan traji-komik durumu… Size özellikle hepsi cinayetle sonuçlanan örnekler vermedim. Nedeni, yelpazenin nerelere kadar uzandığını göstermek. Biliyorsunuz, bir başka yakın örnekte bir turist çift tekne ile denize açıldı ve peşlerinden başka bir tekne ile gelen tecavüzcü timinden kurtulabilmek için canları pahasına suya atlayıp kaçabildiler.

***

Bir de madalyonun ters yüzü var: Bu ülkede doğup damaazallah”, romantik kitaplardaki gibi birine âşık olup flört etmeye çalışan, mutlu bir yuva kurmak isteyen, zavallı, iyi niyetli insanlar… Onların da sonu töre cinayeti, o olmazsa da benzer bir ölüm oluyor. Geçen hafta Kütahya’nın Domaniç ilçesinde, 20 yaşındaki Fatih Karaduman sevgilisi Ş.U. (17) ile buluşup konuştuğuiçin, Çamlıca köyünde 10 genç tarafından dövülerek öldürüldü. Bunlar da cinsellik vakasının öbür ucunda, kendini Humeyni timi gibi namus bekçiliğineatayan bir başka güruhun acınacak şizofrenik hali.

Tüm bu olayların ortak noktası cinselliği, kadın-erkek ilişkilerini bir keyif değil, utanç, ayıp, günah ve yasak konusu yaparak büyümüş olmak ve yaşamak. Cinsellik ve erotizmi, doğanın insanlara bahşettiği en büyük yeryüzü hediyesi ve zevk kaynağı, insan ilişkilerinin en önemli unsurlarından biri olarak görmek yerine, bunu bir dinsel yasak, aşağılama ve suç olarak gören, cehalet ve ilkellikle yüklü anlayış… Cinselliğin ve erotizmin, başka bir canlı üretebilme vasıfları dışında, insan yaratıcılığının da kaynağında olup sanatın ana ateşleyicilerinden biri olması, ilk çağlardan beri bu şekilde insanoğlunu beslemiş olması da, işin Türkiye’de üzeri örtülmeye çalışılan bir başka gerçeği. Bu tabii ters teperek doğa gerçeklerinin dışına düşünce, 5-6 yaşında çocuklar tecavüz edilerek çöplüklere atılıyor, nice kızımız kaçırılarak tecavüz edilip öldürülüyor, nice örtbas edilen ensest ilişkilerle gencecik insanların geleceği karartılıyor, hatta hayvanlarla ilişki ne yazık ki Anadolu’nun bilinen ancak dile getirilmeyen bir gerçeği olarak önümüzde duruyor. Travesticilik büyük kentlerde randevuevlerinin önü kesildiğinden beri alternatif tatmin yolu olarak giderek artan şekilde yayılıyor.

Bütün bu cinayetlerin, tecavüzlerin ve sapıklıkların kökeninde, her gün dozu artan muhafazakâr siyasetler ve dinsel baskıyla, sağlıklı ve doğal bir cinsel yaşamdan uzaklaştırılan gençliğimizin acı kaderi var. Önümüzdeki hafta gündem yerle bir olmazsa, bu konuyu işlemeye devam edeceğiz... :)

 

 

 

_________________________________________

DİPNOT: Bedri Baykam -26/08/08 - Cumhuriyet.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İran'da Kadın Olmak

 

Rafael Blaga, İran Halkları El Kitabı'nda insanlığın en eski uygarlıklarından birine beşik olmuş İran'ın okuryazarlık bakımından geri kalmış ülkelerden biri olduğunu söyler. Resmi kayıtlarda nüfusun yüzde 70'inin okuryazar olduğu belirtilse de bazı bölgelerde çocukların çok büyük kısmı okula gidemiyor.

 

Örneğin Belucistan bölgesinde okuryazar oranı sadece yüzde 29. Kaldı ki ülkede okuryazar sayılanların yarısından çoğu ilkokul mezunu bile değil.

Oysa İran, 20. yüzyıla modernleşme atılımlarıyla girmişti. Bunun için de başta eğitim ve sağlık olmak üzere her alanda yenileşme çabaları kendini gösterdi; 1939'a ait fotoğrafta görüldüğü gibi, okullar ve öğrenciler herhangi bir Batı ülkesindekinden farklı değildi. Ama sadece giyim kuşam bakımından.

 

Ayrı sınıflar bir yana, kız ve erkeklerin ayrı okullarda eğitilmesi Pehlevi rejiminin bir icadıydı. O yüzden şahlık dönemi modernleşme çabaları büyük ölçüde yüzeyseldi. Ekonomik ve siyasi olarak Batılı güçlere bağımlı Pehlevi rejimi, hiçbir köklü değişikliğin önünü açmamış, sosyal bir dönüşüme izin vermemişti. Özellikle de kadın hakları konusunda adım atmamıştı.

İran'da 1978'den itibaren egemen olan İslami rejim, kız çocukları ve kadınların haklarını daha da kısıtladı. Öncelikle kadınların giyinme özgürlüğü ellerinden alındı. Kız çocukları kara çarşafa zorlandı. Eğitim kurumlarından sonra kadınlar için ayrı plaj, hatta ayrı hastane uygulaması başlatıldı. Kadınların cumhurbaşkanlığı, yargıçlık, imamlık, yeddieminlik, bilirkişilik gibi görevler yapamayacağı yasalaştırıldı. Kız çocukları için ergenlik yaşı dokuz olarak kabul edildi (erkeklerin ise 15). Kızların küçük yaşta evlendirilebilmesi hüküm altına alındı. Öte yandan erkekler okula gönderilirken, kız çocukları çalışmaya zorlanıyor. Bugün özellikle kırsal yörelerde çocuk işçiler arasında kızların sayısı bir hayli fazla.

 

 

Atlas Ağustos 2008, sayı 185

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Adım Adım Kadın Erkek Eşitliği

 

 

1843 Tıbbiye mektebi bünyesinde kadınlar ebelik eğitimi almaya başladı.

 

1847 Kız ve erkek çocuklara eşit miras hakkı tanıyan İrade-i Seniye yayımlandı.

 

1856 Köle ve cariye alınıp satılması yasaklandı.

 

1858 Arazi Kanunnamesinde mirasın kız ve erkekler arasında eşit olarak paylaştırılacağı hükmü yer aldı. Böylece kadınlar ilk kez miras yoluyla mülkiyet hakkını kazandı.

 

1858 Kız Rüştiyeleri açıldı.

 

1869 Kadınlar için ilk sürekli yayın olarak nitelenen (haftalık) Terakk-i Muhadderat dergisi yayımlandı.

 

1869 Kızların eğitimine ilk kez yasal zorunluluk getiren Maarif-i Umumiye Nizamnamesi yayımlandı.

 

1870 Kız öğretmen okulu Dar-ül Muallimat açıldı.

 

1871 Mecelle'nin (Osmanlı Medeni Kanunu) uygulanması için çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile; evlilik sözleşmesinin resmi memur önünde yapılması, evlenme yaşının erkeklerde 18, kadınlarda 17 olması, zorla evlendirmelerin geçersiz sayılması düzenlendi.

 

1876 Kanun-i Esasi (ilk Anayasa) kabul edilerek temel haklar düzenlendi. Kız ve erkekler için ilköğretim zorunlu hale getirildi.

 

1897 Kadınlar ücretli işçi olarak çalışmaya başladı.

 

1913 Kadınlar ilk kez devlet memuru olarak çalışmaya başladı.

 

1914 Kadınlar tüccarlık ve esnaflığa başladı.

 

1914 İnas Darülfünunu adı altında kızlar için bir yüksek öğretim kurumu açıldı.

 

1921 Darülfünunda karma öğretime geçildi.

 

1922 Yedi kız öğrenci Tıp Fakültesine kayıt yaptırarak eğitime başladı.

 

Haziran 1923 Nezihe Muhittin'in başkanlığında ilk kadın partisi olan Kadınlar Halk Fırkası'nın kurulması girişiminde bulunuldu, kadınlara oy hakkı tanımayan 1909 tarihli Seçim Kanunu gereğince valilikçe partinin kuruluşuna onay verilmediğinden dernekleşmeye gidildi.

 

29 Ekim 1923 Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kadınların kamusal alana girmesini sağlayan yasal ve yapısal reformlar hızlandı.

 

3 Mart 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğrenim Birliği) çıkarıldı. Böylece eğitim laikleştirilerek tüm eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlandı. Kız ve erkekler eşit haklarla eğitim görmeye başladı.

 

17 Şubat 1926 Türk Medeni Kanunu'nu kabul edildi. Kanun ile erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemeler kaldırıldı, kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı ve malları üzerinde tasarruf hakkı tanındı. 4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan kanun 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girdi.

 

1930 Belediye yasası çıkarıldı. Yasa ile kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı.

 

1930 Kadın ve çocukların korunmasına ilişkin ilk düzenleme Umumi Hıfzısıhha Kanunu ile yapıldı.

 

1930 Doğum izni düzenlendi.

 

10 Haziran 1933 Kız çocuklarına mesleki eğitim vermek amacıyla Kız Teknik Öğretim Müdürlüğü kuruldu.

 

26 Ekim 1933 Köy Kanunu'nda değişiklik yapılarak kadınlara köylerde muhtar olma ve ihtiyar meclisine seçilme hakları verildi.

 

5 Aralık 1934 Anayasa değişikliği ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı.

 

8 Şubat 1935 Türkiye Büyük Millet Meclisi 5. Dönem seçimleri sonucunda 17 kadın milletvekili ilk kez meclise girdi, ara seçimlerde bu sayı 18'e ulaştı.

 

8 Haziran 1936 İş Kanunu yürürlüğe girdi. Kadınların çalışma hayatına düzenleme getirildi.

 

1937 Kadınların yeraltında ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılması 1935 tarihli 45 sayılı ILO sözleşmesi ile yasaklandı.

 

1945 Analık sigortası (doğum yardımı) 4772 sayılı yasa ile düzenlendi.

 

1949 Yaşlılık sigortasının kadın ve erkekler için eşit esaslara göre düzenlenmesi 5417 sayılı yasa ile sağlandı.

 

1950 İlk kadın belediye başkanı (Müfide İlhan) Mersin'den seçildi.

 

1952 Sağlık Bakanlığı bünyesinde ana çocuk sağlığı hizmetleri verilmeye başladı.

 

1965 Gebeliği önleyici araçların satış ve dağıtımının serbest bırakılmasını ve tıbbi zorunluluk halinde kürtaj hakkı tanınmasını düzenleyen Nüfus Planlaması Hakkında Kanun çıkarıldı.

 

22 Aralık 1966 Eşit değerde iş için kadın ve erkek işçiler arasında ücret eşitliğini sağlayan 1951 tarihli 100 sayılı ILO sözleşmesi onaylandı.

 

26.03.1971 İlk kadın bakan (Türkan Akyol) atandı.

 

1975 Birleşmiş Milletler tarafından Mexico City'de Birinci Dünya Kadın Konferansı düzenlendi ve bunu takiben 1975-85 yılları arasındaki dönem "Kadın On Yılı" olarak ilan edildi.

 

27 Mayıs 1983 10 haftaya kadar olan gebeliklerin kürtajla sona erdirilmesi ve gönüllü cerrahi sterilizasyon yöntemlerine izin verilmesi Nüfus Planlaması Hakkında Kanun'da yapılan değişiklikle sağlandı. Kürtaj için evli kadınlara kocadan izin alma koşulu getirildi.

 

1985 Türkiye, Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesini (CEDAW) imzaladı ve sözleşme 1986 yılında yürürlüğe girdi.

 

1985 5. Beş Yıllık Kalkınma Planı'nda kadın konusu ilk kez bir sektör olarak yer aldı ve bu konuda politikalar belirlendi.

 

1987 Devlet Planlama Teşkilatı'nda Kadına Yönelik Politikalar Danışma Kurulu kuruldu.

 

1989 İstanbul Üniversitesi'nde ilk Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi kuruldu. Bugün üniversiteler bünyesinde kurulan bu merkezlerin sayısı yurt çapında 13'e ulaştı.

 

24 Ocak 1989 İçişleri Bakanlığı kaymakamlık sınavlarına kadınların da alınacağını açıkladı.

 

29 Kasım 1990 Kadının çalışmasını kocanın iznine bağlayan Medeni Kanun'un 159. maddesi Anayasa Mahkemesi'nce iptal edildi. İptal kararı 2 Temmuz 1992 tarih ve 21272 sayılı Resmi Gazete'de yayımlandı.

 

1990 Tecavüz mağdurunun hayat kadını olması halinde cezanın indirilmesini öngören Türk Ceza Kanunu'nun 438. maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yürürlükten kaldırıldı.

 

14 Nisan 1990 Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı, ilk kadın kütüphanesi ve bilgi merkezini açtı.

 

1990 Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü bünyesinde, şiddete uğrayan kadınlara ve çocuklara destek hizmeti vermek üzere ilk kadın konukevleri açılmaya başlandı. 2000 yılı itibariyle bu sayı yediye yükselirken kapasiteleri 170'e ulaştı.

 

1990 422 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Kadının statüsü ve Sorunları Başkanlığı kuruldu. 25.10.1990 tarihinde kadın sorunları konusunda ulusal mekanizma olarak Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü (KSSGM) 3670 sayılı kanunla Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına bağlı olarak kuruldu ve 24.06.1991 tarihinde de Başbakanlığa bağlandı.

 

Eylül 1990 Yerel yönetimler kadın konusunda özellikle şiddete uğrayan kadınlara yönelik hizmet vermeye başladı. Türkiye'deki ilk kadın sığınma evi Bakırköy Belediyesi tarafından açıldı.

 

1991 48. Hükümet döneminde ilk kadın vali (Lale Aytaman) Muğla iline atandı.

 

17-20 Şubat 1992 Birleşmiş Milletler Uluslararası Kadının İlerlemesi İçin Araştırma ve Eğitim Merkezinin (INSTRAW) toplantısında, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü Türkiye'de kadın konusunda odak noktası olarak kabul edildi.

 

1993 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı işbirliği ile "Kadının kalkınmaya Katılımını Güçlendirme Ulusal programı Projesi" uygulamaya başlandı. Kadının Statüsü ve Sorunları genel Müdürlüğü'nün yürüttüğü proje kapsamında; eğitim programları, araştırma projeleri, pilot projeler ve istatistik/yayın faaliyetleri yürütüldü. 16 araştırma projesinin yanı sıra pek çok eğitim programı ve pilot proje desteklendi, araştırma projelerinin bir kısmı ve toplumsal cinsiyet temelinde farklı konularda oluşturulan özet göstergeler kitap haline getirildi.

 

Ayrıca cinsiyete dayalı veri tabanı oluşturulması amacıyla Devlet İstatistik Enstitüsü'nde Toplumsal Yapı ve Kadın İstatistikleri Şubesi kuruldu.

 

1993 İstanbul Üniversitesi'nde ilk Kadın Araştırmaları Ana Bilim Dalı açıldı ve yüksek lisans programı vermeye başladı. Bugün Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı açarak Yüksek Lisans Programı veren üniversite sayısı dörde ulaştı.

 

1993 Kadın Dayanışma Vakfı, Altındağ Belediyesinin desteğiyle kadın danışma merkezi ve kadın sığınma evini açtı.

 

25 Haziran 1993 Türkiye'nin ilk kadın başbakanı (Tansu Çiller) hükümeti kurdu.

 

5-8 Aralık 1993 Kadın ve Sosyal Hizmetler Müsteşarlığı ve Ankara Üniversitesi. Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi işbirliği ile "Kadın Kimliği Kongresi" düzenlendi. Kongre gündemini; kadın emeğinin biçimleri, siyasette kadın kimlikleri, kadın bedeninin tanınması, kadın imgesinin üretimi ve dolaşımı, sanatın içinden kadın ve kadın örgütlenme biçimleri başlıklı konular oluşturdu.

 

1993 Halk Bankası'nca kadınları girişimciliğe özendirmek amacıyla kadınlara özel, düşük faizli kredi uygulaması başlatıldı.

 

1994 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü bünyesinde, şiddete uğrayan kadınlara hukuki ve psikolojik danışmanlık, girişimcilik ve el emeğinin değerlendirilmesi konularında hizmet vermek amacıyla Bilgi Başvuru Bankası (3B) kuruldu.

 

5 Nisan 1994 Dünya Bankası ve Türkiye Cumhuriyeti .Hükümeti arasında imzalanan İkraz Anlaşması gereğince başlayan İstihdam ve Eğitim Projesi'nin alt bileşenlerinden Kadın İstihdamının Geliştirilmesi Projesi (KİG) Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce yürütülmeye başlandı. Proje kapsamında on altı araştırma projesi gerçekleştirildi, on üç tanesi kitap haline getirildi.

 

Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nde kitap, makale, tez, seminer, konferans dokümanları ve gazete kesiklerinin derlendiği ve Ankara'nın tek kadın kütüphanesi olarak da nitelendirilebilecek bir Dokümantasyon Merkezi kuruldu. 1000 saydamdan ve web sayfasından oluşan "Kadınlara Görsel Tanıklık" adlı kadın fotoğrafları arşivi oluşturuldu. Kadınların çalışma yaşamlarına dair "Kadın Çalıştıkça" adlı bir belgesel/tanıtım filmi yaptırıldı.

 

Toplumsal cinsiyet yaklaşımını ana plan ve programlara yerleştirmek için resmi, özel ve sivil toplum kuruluşları çalışanlarına yönelik olarak kullanılması planlanan ve modüler bir eğitim materyali olan Toplumsal Cinsiyet Eğitim paketi hazırlandı ve pilot uygulamaları yapıldı. Haziran 2000 tarihinde proje sonuçlandı.

 

1994 Türkiye Kahire'de yapılan Birleşmiş Milletler Nüfus ve Kalkınma Konferansına katıldı. Konferans'da kadının statüsü ve sağlık ilişkisini vurgulayan "üreme sağlığı" kavramı üzerinde duruldu ve kadın sağlığında "bütüncül" bir yaklaşım benimsendi. Bu yaklaşım doğrultusunda Sağlık Bakanlığı koordinatörlüğünde ilgili kesimlerden sağlanan katılımla "Kadın Sağlığı ve Aile Planlaması Ulusal Eylem Planı" hazırlandı. 1998 yılında kamuoyuna sunulan Eylem Planı 6 ana çalışma grubu tarafından oluşturuldu. Kadının Statüsü grubunun koordinasyonunu Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü üstlendi.

 

1995 Kurulduğundan bu yana, açtığı kadın danışma merkezi ile şiddete uğrayan kadınlara danışmanlık hizmeti veren Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, kadın sığınağını açtı.

 

1995 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce Dünya Bankası Japon Hibe Fonundan 1993 yılında elde edilen finansman ile ülkemizde kadın girişimcilere sağlanan finans ve finans dışı hizmetlerin neler olduğunu ve kadın girişimcilerin bu hizmetlere ulaşımlarını ortaya koymak üzere bir araştırma projesi olan Küçük Girişimcilik Projesi gerçekleştirildi. Proje kapsamında belli illerde alan çalışmaları yapıldı ve elde edilen bilgiler kitap haline getirildi.

 

Şubat 1995 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce gönüllü kadın kuruluşları arasındaki iletişim ve dayanışmayı güçlendirmek, bilgiyi yaygınlaştırmak için aylık "Kadın Bülteni" çıkarılmaya başlandı. 11 sayı yayımlandı.

 

08-11Haziran 1995 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce Sinop'ta sivil toplum kuruluşları ve kamu kurumları temsilcileri, parlamenterler, gazeteciler ve akademisyenlerin katıldığı, "Türkiye'de Kadına Yönelik Politikaların Oluşturulması" konulu dört gün süren bir toplantı düzenlendi. 4. Dünya Kadın konferansı öncesi yapılan bu toplantıda, kurumsallaşma, siyasal alan, çalışma yaşamı, kadın sağlığı ve eğitim konularında kadına yönelik politikalar belirlendi.

 

17-19 Temmuz 1995 Avrasya ülkeleri kadınları arasındaki işbirliğini geliştirmek, Pekin Konferansında Türkiye ile birlikte hareket edebilmelerine yardımcı olmak amacıyla KSSGM ve Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı Başkanlığı (TİKA) işbirliği ile "Pekin'e Giderken; Avrasya Ülkeleri Kadınları İşbirliği Kongresi" başlıklı bir toplantı gerçekleştirildi. Kongrenin sonuç bildirgesinde bir işbirliği grubu oluşturulması tavsiye edildi. Bu doğrultuda 27-29 Mart 1996 tarihleri arasında Ankara'da "Avrasya Ülkeleri Kadınları işbirliği Grubu Birinci Toplantısı" gerçekleştirildi. Toplantıda bu işbirliğinin kurumsallaşması için bir protokol hazırlandı, protokolün yürürlüğe girmesi için yedi katılımcı ülkenin imzasının tamamlanması gerekmektedir.

 

30 Ağustos 8 Eylül 1995 Türkiye Pekin'de yapılan ve 189 ülkenin katıldığı 4. Dünya Kadın Konferansı'na katılarak taahhütleri çekincesiz olarak kabul etti.

 

Kasım 1995 Güneydoğu Anadolu Projesi Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı tarafından bölgedeki kadınların durumunun iyileştirilmesi ve kalkınma sürecine entegre edilmesi amacıyla planlanan Çok Amaçlı Toplum Merkezlerinin (ÇATOM) ilki Urfa'da açıldı. 2000 yılı itibariyle bölgedeki sayısı 21'e ulaştı.

 

1996 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce, 4. Dünya Kadın Konferansı'nda kabul edilen eylem planı ve taahhütler çerçevesinde kamu kurum ve kuruluşları, üniversiteler, gönüllü kadın kuruluşları, siyasal partiler, sendikalar, meslek örgütleri ve basının katılımı sağlanarak ulusal eylem planı hazırlandı.

 

1996 Kadın Çalışmaları alanında ilk yüksek lisans diploması İstanbul Üniversitesi Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı tarafından verildi.

 

1996 4. Dünya Kadın Konferansında verilen taahhütler gereğince Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü koordinasyonunda gönüllü kadın kuruluşlarının katılımıyla kadın sorunlarının yoğunlaştığı dört alanda; eğitim, sağlık, hukuk ve istihdam komisyonları oluşturuldu.

 

29 Haziran 1996 Anayasa Mahkemesi Türk Ceza Kanunu'nun erkeğin zinasını suç olarak düzenleyen 441. maddesini anayasanın eşitlik ilkesine aykırılığı gerekçesiyle iptal etti. 27.12.1996 tarih ve 228600 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan kararda verilen bir yıllık süre içinde yasal düzenleme yapılmaması nedeniyle erkeğin zinası 27.12.1997 tarihinden itibaren suç olmaktan çıktı.

 

1996 Tarım ve Köyişleri Bakanlığı bünyesinde "Kırsal Kalkınmada Kadın Daire Başkanlığı" kuruldu.

 

1997 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü koordinasyonunda 13 il valiliği bünyesinde "Kadının Statüsü Birimleri" kuruldu.

 

22 Mayıs 1997 Kadının evlendikten sonra kocasının soyadını almakla birlikte, kendi soyadını da kullanabilmesi Medeni Kanun'un 153. maddesinde yapılan değişiklikle sağlandı.

 

19.11.1997 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nün önerisi üzerine İçişleri Bakanlığı'nca nüfus cüzdanlarında medeni hal kısmında "evli/ bekar/ dul/ boşanmış" gibi ifadelerin yerine sadece "evli" veya "bekar" ifadelerinin kullanılmasını düzenleyen genelge yayımlandı.

 

18 Ağustos 1997 Zorunlu temel eğitimi beş yıldan sekiz yıla çıkaran 4306 sayılı kanun yürürlüğe girdi.

 

13-14 Kasım 1997 Türkiye Cumhuriyeti, amacı uzman bakanların çalışma alanları ile ilgili konularda Avrupa Konseyi faaliyetlerine etkin bir şekilde katılmalarını teşvik etmek olan Kadın-Erkek Eşitliğinden Sorumlu Avrupa Bakanlar Konferansı'nın dördüncüsüne ev sahipliği yaptı. Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce İstanbul'da gerçekleştirilen konferansa Avrupa Konseyine üye 40 ülkeden 38'i katıldı. 176 kişinin katıldığı konferans sonucunda üye ülkelerin eşitlik politikalarına yön verecek bir deklarasyon hazırlandı.

 

23 Haziran 1998 Anayasa Mahkemesi kadının zinasını suç olarak düzenleyen Türk Ceza Kanunu'nun 440. maddesini anayasanın eşitlik ilkesine aykırılığı gerekçesiyle iptal etti. Gerekçeli karar 13.03.1999 tarih ve 23638 sayılı Resmi Gazetede yayımlandı.

 

17 Şubat 1998 743 sayılı Türk Medeni Kanun'un yerini almak üzere Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan Türk Medeni Kanunu Tasarısı Adalet Bakanlığı ve Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nün ortaklaşa yaptığı bir toplantı ile kamuoyunun bilgisine sunuldu.

 

21 Ekim 1998 Adalet Bakanlığı, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü, ve kadın kuruluşlarının oluşturduğu gündem sonucunda bekaret kontrolünün, ancak takibi şikayete bağlı suçlarda, mağdurun rızası alınarak, ırza geçme gibi re'sen takip edilen suçlarda ancak hakim kararı ile gecikmesinde sakınca bulunan hallerde ise Cumhuriyet savcısının yazılı izni ile yapılabileceğini düzenleyen bir genelge yayınladı.

 

1998 İçişleri Bakanlığı'nca nüfus cüzdanlarında yapılan düzenlemeye paralel olarak Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü'nce verilen dul ve yetim tanıtım kartlarındaki "Emekliye Yakınlığı" bölümünde yer alan "dul kadın vb." ifadelerin yerine sadece "eşi, kızı, oğlu, annesi, babası" gibi ifadelerin kullanılması sağlandı.

 

1998 Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi'nin ana hedefleri çerçevesinde Türkiye'de kadının durumunu değerlendirmek amacıyla bir Araştırma Komisyonu kuruldu ve hazırlanan rapor kitap olarak Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce yayımlandı.

 

17 Ocak 1998 Aile içi şiddete uğrayan kişilerin korunması için gerekli tedbirlerin alınmasını düzenleyen 4320 Sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun yürürlüğe girdi.

 

1998 Gelir Vergisi Kanunu'nda yapılan bir değişiklikle aile reisinin beyanname vermesi esası kaldırılarak kadınların kocalarından ayrı olarak beyanname vermesi sağlandı.

 

1998 Ankara Barosu Kadın Hukuku Komisyonu tarafından Ankara Adliyesi içinde şiddete uğrayan kadınlara hukuki danışmanlık ve psikolojik destek hizmetleri vermek üzere Kadın Danışma Merkezi kuruldu.

 

1999 İstanbul Barosu Kadın Hukuku Komisyonu Kadın Hakları Uygulama Merkezi'ni kurdu.

 

20 Mart 1999 Barolar bünyesindeki Kadın Hakları/Hukuku Komisyonları arasında koordinasyonu sağlamak amacıyla "Türkiye Barolar Birliği Kadın Hakları Komisyonları Ağı (TÜBAKKOM)" kuruldu. Giderek artan komisyonların sayısı 2001 yılı itibariyle kırk civarındadır.. TÜBAKKOM bünyesindeki Kadın Danışma Merkezlerinin kurumsallaşmış olarak sayısı iki olmakla birlikte pek çok komisyon danışma hizmetleri de vermektedir.

 

Eylül 1999 Türkiye, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığı Önleme Sözleşmesi'ni onaylarken koyduğu aile hukukunu ilgilendiren 15 ve 16. maddelerine ilişkin çekinceleri kaldırdı.

 

1999 Kadın erkek eşitliği açısından önemli değişiklikler içeren Medeni Kanun Tasarısı hazırlanarak Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sunuldu.

 

16 Aralık 1999 Kadınların yaşadığı ayrımcı uygulamaların giderilmesine yönelik kurumsal mekanizmaların oluşturulması çalışmaları çerçevesinde Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve Norveç Büyükelçiliği işbirliği ile "Eşitlik Ombudu Ne Kadar İşlevsel? Norveç Deneyimi" konulu bir konferans düzenlendi.

 

14 Mayıs - 14 Haziran 2000 Kadın sorunlarını gündeme getirmek, tartışmalara her yöredeki kadınların katılımını sağlamak amacıyla Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü, valilikler, barolar, üniversiteler ve gönüllü kadın kuruluşlarının işbirliği ile ülke genelinde "2000 Yılı Kadın Toplantıları" adı altında panel, konferans, şenlik, sergi vb. yaklaşık 200 etkinlik gerçekleştirildi.

 

01 Mart 2000 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce yapılan çalışma çerçevesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde "Kadın Erkek Eşitliği Daimi Komisyonu" kurulmasına dair hazırlanan teklif, Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa Komisyonunda görüşülerek, anılan Komisyon yerine "Kadın Erkek Eşitliğini İzleme Kurulu" kurulması yönünde karara varıldı. Kurulun oluşturulması TBMM içtüzüğünde değişiklik yapılmasına dair çalışmaların tamamlanmasını beklemektedir.

 

16 Mayıs 2000 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve İstanbul Barosu Kadın Hakları Komisyonu işbirliği ile Avrupa Birliğine uyum sürecinde toplumsal cinsiyet eşitliği açısından Anayasanın değerlendirildiği "Avrupa Birliğine Giriş sürecinde Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Kadın Erkek Eşitliği Politikaları" konulu panel düzenlendi.

 

5-9 Haziran 2000 Türkiye, Pekin Deklarasyonu ve Eylem Platformunun sonuçlarının değerlendirilmesi, tam olarak uygulanmasının sağlanması, yeni eylem ve girişimlerin belirlenmesi amacıyla New York'ta yapılan "Kadın 2000:21.Yüzyıl İçin toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Kalkınma ve Barış" konulu Birleşmiş Milletler Genel Kurul Özel Oturumuna katıldı. Türkiye tarafından teklif edilen, kadın erkek eşitliği bakış açısının ana plan ve politikalara yerleştirilmesi, kota uygulamaları ve diğer araçlarla olumlu ayrımcılık politikalarının geliştirilmesi, erken ve zorla evlendirme ile namus cinayetlerinin kadınlara yönelik şiddet türleri arasında yer almasının yanısıra diğer temel konulardaki önerilerin Sonuç Belgesinde yer alması sağlandı.

 

8 Eylül 2000 Ek İhtiyari Protokol Türkiye tarafından imzalandı. Onay aşaması için Türkiye Büyük Millet Meclisi gündemine alındı. Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesinin daha etkin bir şekilde uygulanmasını sağlamak amacıyla Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan Ek İhtiyari Protokol ile Sözleşmenin taraf devletler tarafından ihlali durumunda kişilere ve kişilerden oluşan gruplara başvuru hakkı tanınmakta ayrıca uygulamaları denetlemek üzere Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi (CEDAW) Komitesine yapılacak şikayetleri kabul etme ve inceleme yetkisi tanınmaktadır.

 

26 Ekim 2000 Kadına yönelik uluslararası sözleşme ve konferanslarda, eşitlikçi bir toplumsal yaşamın gereği olarak vurgulanan ders kitapları ve müfredatın eğitimin ilk basamağından başlayarak cinsiyetçi öğelerden ayıklanması hedefi doğrultusunda Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce "Eğitim Materyallerinde Cinsiyetçi Ögeler" konulu panel ile "Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik 1928'den Günümüze" konulu fotoğraf sergisi düzenlendi. Toplantıya ilişkin dokümanların derlendiği "Eğitim Materyallerinde Cinsiyetçi Öğeler" adlı kitap ile ayrıca "Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik" adlı bir araştırma kitap olarak yayımlandı.

 

24 Kasım 2000 Ülkemizde giderek artmakta olan töre cinayetlerine karşı kamuoyu oluşturmak üzere "25 Kasım Kadınlara Karşı Şiddete Hayır Günü" nedeniyle Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve Şanlıurfa Valiliği işbirliği ile "Kadına Yönelik Şiddet" konulu bir panel düzenlendi. Panel resmi düzeyde töre cinayetlerine karşı duruşun zeminini oluşturdu.

 

17 Şubat 2001 Türk Medeni Kanunu'nun yıldönümü nedeniyle TBMM Adalet Komisyonunda görüşülmekte olan Medeni Kanun Tasarısının eşitlikçi özünün korunarak yasalaşması için Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve kadın kuruluşları tarafından kamuoyu oluşturma faaliyetlerinde bulunuldu. Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce "Türk Medeni Kanunun'un Kabulünün 75. Yıldönümü 2001 Gündemimiz: Tasarının Yasalaşması" konulu, tasarı ile öngörülen değişikliklerin değerlendirildiği bir panel gerçekleştirildi.

 

Kadın dernekleri ve diğer sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla "Medeni Yasa Tasarısı İçin Hep Birlikte" yürüyüşü gerçekleştirildi.

 

Nisan 2001 Kadın ve aileden sorumlu Devlet Bakanlığı ve Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nün katkılarıyla Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Raporu'nda, eşitlik politikaları için bir alt yapı oluşturulması, hazırlanan tüm plan ve politikaların bu madde ile uyumlu olması gerekliliğinin sağlanması, aynı zamanda devletin eşitliği sağlamak için olumlu ayrımcılık dahil her türlü tedbiri almasının yolunu açmak üzere Anayasanın eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesine bir fıkra eklenmesi önerisi; ulusal mekanizma olan Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü teşkilat yasasının çıkarılması; farklı statü hukukuna bağlı olarak çalışanların doğum izinlerine ilişkin farklı düzenlemelere son verecek ve ebeveyn izni müessesesini tesis edecek kanun tasarısının yasalaşmasının yanısıra ilgili her konuda işbirliğine gidilmesini öngören kısa ve uzun vadeli hedeflerin yer alması sağlandı.

 

16 Mayıs 2001 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce, Kadın-Erkek Eşitliğini Ana Plan ve Politikalara Yerleştirme Stratejisini benimseyen ülke örnekleri konusunda bilgilenmeyi sağlamak üzere Hollanda Sosyal İşler ve Çalışma Bakanlığı Devlet Sekreteri'nin deneyimlerini aktardığı "Kadın-Erkek Eşitliğini Ana Plan ve Politikalara Yerleştirme: Hollanda Deneyimi" başlıklı bir konferans düzenlendi.

 

21 Haziran 2001 TBMM Adalet Komisyonunca kabul edilen Türk Medeni Kanunu Tasarısı Genel Kurula sevk edildi.

 

27-29 Haziran 2001 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nce, Norveç Büyükelçiliğinin katkılarıyla Ankara'da "Türkiye'de Kadın Politikaları ve Kurumsallaşma" konulu bir toplantı gerçekleştirildi. Toplantıya ilgili kamu kuruluşları, üniversitelerin Kadın Araştırma ve Uygulama Merkezleri ile gönüllü kadın kuruluşları temsilcileri katıldı. Toplantıda, hukuk, eğitim, çalışma yaşamı ve şiddet başlıkları altında çalışma grupları oluşturularak önümüzdeki dönem için hedefler belirlendi.

 

22 Kasım 2001 Yeni Türk Medeni Kanununun TBMM tarafından kabulü

 

1 Ocak 2002 Yeni Türk Medeni Kanununun yürürlüğe girmesi

 

30 Temmuz 2002 CEDAW Ek İhtiyari Protokolünün onaylanması

 

Die - Kadın Hakları

 

 

Saygılar..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

'Kadınların İhlal Edilen Hakları İçin Yas Tutuyorum'

 

 

Geçen yıl Nobel Barış Ödülü’nün sahibi olan İranlı kadın ve insan hakları savunucusu Şirin Ebadi, demokrasinin, Müslüman ülkelerde kadınların, eşit haklara kavuşmasının en iyi yolu olduğunu söyledi. Nobel ödüllü Ebadi, bu görüşlerini Dünya Kadınlar Günü nedeniyle Cenevre’de Uluslararası Çalışma Örgütü’nün düzenlediği bir forumda dile getirdi.

 

Şirin Ebadi, İran ve dünyanın diğer bölgelerinde kadınlara yapılan haksızlıkları Cenevre’deki toplantıda siyahlar giyerek protesto etti. Ebadi konuşmasında şu görüşleri dile getirdi: "Bizim kültürümüzde, karalar giymek yas tutmayı simgeler. Bugün İran ve dünyanın diğer bölgelerindeki kadın hakları için yas tutuyorum. Kadınlar demokrasi ve sosyal haklardan en son yararlanan grup."

 

İran’daki kadın hakları ihlallerinin, kadınlar arasında hiçbir ayrım gütmediğini söyleyen Ebadi, İranlı kadınların çalışmak için kocalarından izin almak zorunda olduklarını, erkeklerin, eşlerini hiçbir açıklama yapmaksızın boşayabildiklerini söyledi. İran mahkemelerinde de kadınların tanıklığı erkeklerinkinin yarısı değer taşıyor.

 

Ebadi, adalet, demokrasi ve özgürlükler zayıfladığında ilk mağdur olan grubun kadınlar olduğunu söyledi.

 

Nobel ödüllü kadın hakları savunucusu, gerçek İslam’ın kendi görüşlerini empoze etmek isteyenler tarafından yanlış yorumlandığını da belirtti: "Ne yazık ki, İslam ülkelerinin çoğu demokrasi ve dinin bir arada olamayacağına inanıyor. Bu İslam’ın yanlış kullanılmasına yol açıyor. İslami hükümetler kendi inançlarını ve demokratik olmayan politikalarını, İslam adı altında, halka zorla kabul ettiriyorlar.İslam’ın doğru yorumlanması demokrasiye saygıyı beraberinde getirebilir. Beni idealim de bu. İslam ülkelerine demokrasiyi getirmek."

 

Şirin Ebadi aynı zamanda, İran’da düzenlenen Meclis seçimlerini de eleştirdi. Anayasayı Koruma Konseyi’nin yüzlerce reformcu adayın seçime katılmasını yasakladığı genel seçimlerde oy kullanmadığını belirten Ebadi, süreci hileli olarak niteledi. (alıntı)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Pakistan'da kadın olmak

...............................................................

 

 

Pakistan'da yobazlar kadınları kezzap ile cezalandırıyor!!!!!!!

 

 

Şeriat kurallarının hakim olduğu ve cehaletin kol gezdiği Pakistan’da kadın olmak çok zor.

Bazı eyaletlerinde şeriat kurallarının hakim olduğu ve cehaletin kol gezdiği Pakistan’da kadın olmak çok zor. Erkeklerin ‘söz dinlemeyen’ kadınlara uyguladıkları şiddet yöntemleri arasında yüze kezzap atmak en yaygın olanı. Aşağıda fotoğrafları görülen kadınlar sadece kadın oldukları ve seslerini yükselttikleri için yobaz, cahil erkekler tarafından bu hale getirildi.

 

 

 

IRUM SAİD

 

 

 

Şu anda 30 yaşında. Kezzapla yakıldığında 18 yaşındaydı. Evlenmeyi reddettiği erkek caddenin ortasında vücuduna kezzap attı.

 

 

 

Kör oldu. Yüzü, sırtı ve omuzları yandı. Tam 25 kez ameliyat oldu ve ancak bu kadar düzelebildi.

 

 

 

ATİYE HALİL

 

 

 

3 yıl önce 13 yaşındayken komşularının yaşlı bir akrabası Atiye ile evlenmek istedi. Ailesi kabul etti.

 

 

 

Ama Atiye daha küçük olduğunu belirtip bu isteği reddetti. Reddedilmeyi kendine yediremeyen erkek, Atiye’yi kezzapla yaktı.

 

 

 

NECEF SULTAN

 

 

5 yaşında uyurken babası tarafından yakıldı. Çünkü baba Pakistan’da değersiz olarak kabul edilen bir kız çocuk daha istemiyordu.

 

 

 

Necef yaralarının iyileşmesi için 15 kez ameliyat oldu. Şu anda 16 yaşında 2 gözü kör ve yüzü iskeleti andırıyor.

 

 

 

SABİRE SULTAN

 

 

 

Şu anda 30 yaşında olan Sabire, kocası tarafından yakıldı. Kocası, bir kavga sonucunda Sabire’nin yüzüne kezzap attı.

 

 

 

Sabire bu olayı yaşadığı zaman hamileydi. Bir başka deyişle hamile olması bile onu koca şiddetinden kurtaramadı.

 

 

 

SAİRA LİYAKAT

 

 

Şu anda 26 yaşında olan Saira, 15 yaşındayken evlendirildi.

 

 

 

Evliyken okula devam etmek, mezun olmak istedi. Ama kocası Saira’nın bu isteğini yüzüne kezzap atarak cezalandırdı.

 

 

 

Saira eski fotoğraflarına bakarak avunuyor.

 

 

 

ŞAMİM AKTER

 

 

18 yaşındaki Şamim’in yüzüne, 3 yıl önce sokakta yürürken tanımadığı 3 erkek kezzap attı.

 

 

 

Erkekler, bir kadının sokakta tek başına yürümesini şeriata aykırı bulmuşlardı. Bu yüzden de kendilerine göre Şamim’i kezzap atarak cezalandırmışlardı

 

 

 

 

Resimlerdeki görüntüler korkunç insanlık dışı....ama şaşmamak gerek!!!!!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KADINLARA KARŞI ŞİDDETİN TASFİYE EDİLMESİNE

DAİR BİLDİRİ

 

 

Bileşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 20 Aralık 1993 tarihli ve 44/104

sayılı Kararıyla ilan edilmiştir.

 

 

BAŞLANGIÇ

 

Genel Kurul,

 

Eşitlik, güvenlik, özgürlük, bütün insanların bedensel bütünlüğü ve

insanlık onuru konusundaki hakların ve prensiplerin kadınlara her yerde

uygulanmasının acil bir gereklilik olduğunu kabul ederek,

Bu hakların ve prensiplerin İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Kişisel

ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Ekonomik, Sosyal ve

Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Kadınlara Karşı Her Türlü

Ayrımcılığın Tasfiye edilmesine dair Sözleşme ve İşkenceye ve Diğer

Zalimane, İnsanlık dışı veya Onur kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı

Sözleşme ile birlikte diğer uluslararası belgelerde yüceltilen hakları ve

prensipleri kaydederek,

 

Kadınlara karşı Her Türlü Ayrımcılığın Tasfiye edilmesine dair

Sözleşme’nin etkili bir biçimde uygulanmasının kadınlara karşı

şiddetin tasfiye edilmesine katkıda bulunacağını ve bu kararla birlikte

düzenlenen Kadınlara karşı şiddetin Tasfiye edilmesine dair

Bildiri’nin bu süreci güçlendireceğini ve tamamlayacağını kabul ederek,

Kadınlara karşı şiddetin, kadınlara karşı şiddet ile mücadele etmek için

bir dizi tedbirlerin yer aldığı Kadınların durumunu İyileştirmek için İleri

dönük Stratejiler Nairobi belgesinde tanınmış olan eşitlik, gelişme ve

özgürlüğün gerçekleştirilmesine, ve Kadınlara karşı Her Türlü

Ayrımcılığın Tasfiye edilmesine dair Sözleşme’nin tam olarak

uygulanmasına bir engel oluşturmasından kaygı duyarak,

221 Kadınlara Karşı Şiddetin Tasfiye Edilmesine Dair Bildiri

Kadınlara karşı şiddetin kadınların insan haklarına karşı bir ihlal

oluşturduğunu ve bu hakların ve özgürlüklerin kullanılmasını

zayıflattığını veya hükümsüz kıldığını teyit ederek, ve kadınlara karşı

şiddet kullanılması durumunda bu hakların ve özgürlüklerin korunması

ve ilerletilmesindeki uzun süreli başarısızlıktan kaygılanarak,

Kadınlara karşı şiddetin, erkekler ve kadınlar arasındaki eşitlikçi

olmayan güç ilişkilerinin tarihsel bir göstergesi olduğunu ve bu güç

ilişkisinin erkekler tarafından kadınlar üzerinde egemenlik kurulmasına ve

kadınlara ayrımcılık yapılmasına yol açtığını ve kadınlara karşı

uygulanan bu şiddetin erkeklerle karşılaştırıldığında kadınları zorla

bağımlı bir konuma sokmanın çok önemli toplumsal mekanizmalarından

biri olduğunu kabul ederek,

Azınlık gruplara dahil olan kadınlar, yerli kadınlar, mülteci

kadınlar, göçmen kadınlar, kırsal bölgelerde veya uygarlığa uzak

topluluklarda yaşayan kadınlar, bakıma muhtaç kadınlar, ceza veya

tutukevlerindeki kadınlar, kız çocukları, özürlü kadınlar, yaşlı kadınlar

ve silahlı çatışma bölgelerinde bulunan kadınlar gibi bazı kadın

gruplarının şiddete karşı savunmasız bulunmalarından kaygı duyarak,

Ekonomik ve Sosyal Konseyin 24 Mayıs 1990 tarihli ve 1990/15 sayılı

kararına ek 23. paragrafta, kadınlara karşı şiddetin yaygın olduğu ve bütün

gelir gruplarında, her sınıfta ve kültürde meydana geldiği, bunun yol

açtığı sonuçların tasfiye edilmesi için ivedi ve etkili adımlar atılması

gerektiğinin belirtilmiş olmasını hatırlayarak,

Yine Ekonomik ve Sosyal Konseyin 30 Mayıs 1991 tarihli ve 1991/18

sayılı kararında Konseyin, özel olarak kadınlara karşı şiddet sorununu

açıklıkla ele alacak bir uluslararası belgenin oluşturulması için

harekete geçilmesini tavsiye ettiğini hatırlayarak,

Kadın hareketlerinin, kadınlara karşı şiddet sorununun niteliğine,

aşırlığına ve yaygınlığına giderek artan ölçüde dikkat çekilmesinde

oynadıkları rolü memnuniyetle karşılayarak, Kadınların toplum içinde

hukuki, sosyal, siyasal ve ekonomik eşitliği için sağlanan imkanların,

başka nedenlerle birlikte, sürekli ve yerel nitelikte şiddet tarafından

kısıtlanmasından kaygı duyarak, Yukarıdaki tespitlerin ışığından,

kadınlara karşı şiddetin açık ve anlaşılabilir bir tanımının yapılmasına,

kadınlara karşı her türlü şiddetin tasfiye edilmesini sağlamak için

 

 

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu 222

 

kullanılacak olan hakların açıkça düzenlenmesine, Devletlerin

taşıdıkları sorumlulukları konusunda taahhütte bulunmalarına, ve

kadınlara karşı şiddetin tasfiye edilmesi için bütün bir uluslararası

toplumun taahhütte bulunmasına ihtiyaç olduğuna kanaat getirerek,

Aşağıdaki Kadınlara karşı şiddetin Tasfiye edilmesine dair Bildiri’yi

kararlılıkla ilan eder ve herkes tarafından bilinmesi ve saygı gösterilmesi

için her türlü çabanın gösterilmesi ister.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Madde 1- Kadınlara karşı şiddetin tanımı

 

Bu Bildirinin amacı bakımından “kadınlara karşı şiddet” terimi, ister

kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel

veya psikolojik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete

dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya

keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma anlamına gelir.

 

Madde 2- Kadınlara karşı şiddet örnekleri

 

 

Kadınlara karşı şiddet terimi aşağıdaki halleri içerecek şekilde

anlaşılır, fakat bu hallerle sınırlı değildir:

 

a) Aile içinde meydana gelen dövme, kız çocukların cinsel istismarı,

evlenirken verilen başlıkla ilgili şiddet, evlilik içi tecavüz, cinsel

organları dağlama ve kadınlara zarar veren geleneksel uygulamalar,

eş olmayanlar arasındaki şiddet ve sömürmek için uygulanan şiddet de

dahil fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet uygulanması;

 

 

B) Toplum içinde meydana gelen tecavüz, cinsel istismar, çalışma

hayatında, öğretim kurumlarında ve diğer yerlerde cinsel taciz, kadın

satışı ve zorla fahişeleştirilme de dahil, fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet;

 

 

c) Nerede meydana gelirse gelsin, Devlet tarafından işlenen veya

hoş görülen fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet.

 

 

Madde 3- Kadınların hakları

 

Kadınlar siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel, kişisel veya diğer

alanlardaki insan haklarından ve temel özgürlüklerden eşit bir biçimde

yararlanma ve korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu haklara

diğerlerinin yanında, aşağıdaki haklar da dahildir:

 

 

a) Yaşama hakkı;

B) Eşitlik hakkı;

 

 

223 Kadınlara Karşı Şiddetin Tasfiye Edilmesine Dair Bildiri

 

 

c) Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı;

d) Hukukun korumasından eşit biçimde yararlanma hakkı;

e) Her türlü ayrımcılığa karşı korunma hakkı;

f) Elde edilmesi mümkün olan en yüksek standartta fiziksel ve ruhsal

sağlık hakkı;

g) Adil ve elverişli koşullarda çalışma hakkı;

h) İşkenceye veya diğer zalimane, insanlık dışı veya onur kırıcı

muamele veya cezaya maruz kalmama hakkı.

Madde 4- Devletlerin sorumlulukları

Devletler kadınlara karşı şiddeti yasaklar ve kadınlara karşı şiddetin

tasfiye edilmesi konusundaki yükümlülüklerinden kaçınmak üzere her

hangi bir örf ve adeti, geleneği veya dinsel düşünceyi ileri süremez.

Devletler her türlü uygun araçla ve hiç gecikmesizin kadınlara karşı

şiddeti tasfiye politikasını yürütür. Bu amaçla:

 

 

a) Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Tasfiye edilmesine dair

Sözleşme’yi henüz onaylamamış veya buna katılmamış ise, bu

Sözleşmeyi onaylamayı ve katılmayı veya bu Sözleşmeye koyduğu

çekinceyi geri almayı düşünür;

B) Kadınlara karşı şiddete girişmekten kaçınır;

c) Kadınlara karşı şiddet ister Devlet isterse özel şahıslar tarafından

işlensin, bu fiilleri önlemek, soruşturmak ve, ulusal hukuka göre

cezalandırmak için gerekli özeni gösterir;

d) Şiddete maruz bırakılan kadınlara karşı yapılan uygunsuzlukları

cezalandırmak ve gidermek için ulusal mevzuatta ceza, medeni, idare

ve iş hukuku ile ilgili yaptırımlar koyar; şiddete maruz bırakılmış

kadınların adalet mekanizmasına ulaşmaları ve uğradıkları zararların

ulusal mevzuatta öngörüldüğü gibi adil ve etkili bir şekilde giderilmesi

sağlanır; Devletler ayrıca bu tür mekanizmalar vasıtasıyla bir giderim

elde etmek isteyen kadınları sahip oldukları haklar konusunda

bilgilendirir;

e) Gerektiği takdirde Hükümet dışı örgütlerle ve özellikle de

kadınlara karşı şiddet konusuyla yakından ilgilenen örgütlerle işbirliği

yapmayı dikkate alarak, kadınların her türlü şiddete karşı korunmalarını

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

artırmak veya daha önce bu amaçla yapılmış planlar için hükümler

koymak üzere ulusal uygulama planlarını geliştirme imkanını ele alır;

 

f) Kadınların her türlü şiddete karşı korunmalarını artırıcı nitelikte

engelleyici yaklaşımlar geliştirir ve en geniş şekilde yasal, siyasal, idari

ve kültürel tedbirleri alır; cinsiyet konusunda duyarlı yasalar,

yürürlükteki uygulamalar ve diğer müdahaleler yoluyla kadınların

yeniden mağdur olmalarına meydan verilmemesini sağlar;

 

g) İhtiyaç bulunması halinde, mevcut kaynaklarını uluslararası işbirliği

çatısı altında azami derecede kullanarak, şiddete maruz kalmış kadınların

ve gerektiği takdirde bu kadınların çocuklarının rehabilitasyonu, çocuk

bakımı ve yetiştirilmesi, ıslahı, kendilerine rehberlik yapılmasını, ve

sağlık ve sosyal hizmetler, imkanlar ve programlar gibi özel nitelikteki

yardımlar ile birlikte, yapısal desteklerden yararlanmaları için çalışır,

ve bu kimselerin güvenliği ile fiziksel ve psikolojik rehabilitasyonu

için gerekli her türlü tedbirin alınmasını sağlar;

 

 

h) Kadınlara karşı şiddetin tasfiye edilmesi ile ilgili faaliyetler için

Hükümet bütçesine yeterli ödenek koyar;

 

 

i) Kadınlara karşı şiddetin önlenmesinden, soruşturulmasından ve

cezalandırılmasından sorumlu olan kanun adamlarına ve kamu

görevlilerine kadınların ihtiyaçlarına karşı kendilerini daha duyarlı

hale getirecek bir öğretimin verilmesi için tedbirler alır;

 

j) Her iki cinsten birinin üstün veya aşağı olduğu, erkekler ile

kadınlar için alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan

kadınların ve erkeklerin davranış tarzlarını değiştirmek ve sosyal, kültürel

önyargıları, geleneksel uygulamaları ve her türlü uygulamaları tasfiye

etmek üzere özelikle eğitim alanında gerekli her türlü tedbiri alır;

 

 

k) Kadınlara karşı şiddetin hüküm süren değişik biçimleri ile ilgili

araştırmalar yapılmasını, verilerin bir araya getirilmesini, istatistiklerin

toplanmasını sağlar, ve kadınlara karşı şiddetin nedenleri, nitelikleri,

aşırlıkları ve sonuçları ile kadınlara karşı şiddeti engellemek ve

yürürlüğe konan tedbirlerin etkililiği ve bunlara bir giderim

sağlanması konusunda araştırmalar yapılmasını teşvik eder; yapılan

istatistikler ve varılan sonuçlar kamuya açıklanır;

 

 

l) Özellikle şiddete karşı aciz durumdaki kadınlara karşı şiddetin tasfiye

edilmesine yönelik tedbirler alır;

 

225 Kadınlara Karşı Şiddetin Tasfiye Edilmesine Dair Bildiri

 

m) Birleşmiş Milletlerin insan hakları ile ilgili belgelerine göre

verilmesi gerekli raporları sunarken, bu raporda kadınlara karşı şiddetle ve

bu Bildirinin uygulanmasıyla ilgili aldığı tedbirlere de yer verir;

 

n) Bu Bildiride düzenlenen prensiplerin uygulanmasına yardım

etmek üzere gerekli yönergelerin hazırlanmasını teşvik eder;

 

o) Kadınlara karşı şiddet problemi ile ilgili duyarlılığı artıran ve bu

şiddetin yaralarını saran dünya çapındaki kadın hareketinin ve Hükümet

dışı örgütlerin önemli rolünü kabul eder;

 

 

p) Kadın hareketinin ve Hükümet dışı örgütlerin çalışmalarını

kolaylaştırıp daha iyi bir duruma getirir ve kendileriyle yerel, ulusal ve

bölgesel düzeyde işbirliği yapar;

 

 

q) Uygun olduğu takdirde, üyesi bulundukları Devletlerarası

bölgesel örgütlerin programlarına kadınlara karşı şiddetin tasfiye

edilmesine yer vermeleri için teşvik eder.

 

 

Madde 5- Birleşmiş Milletlerin rolü

 

 

Birleşmiş Milletler organları ve uzman kuruluşları kendi yetki

alanlarına giren konularda, bu Bildiride düzenlenen hakların ve

prensiplerin tanınmasına ve gerçekleştirilmesine katkıda bulunurlar ve

bu amaçla, diğer faaliyetlerle birlikte:

 

 

a) Şiddete karşı mücadele etmek üzere bölgesel stratejileri

tanımlamak, kadınlara karşı şiddetin tasfiye edilmesi ile ilgili görüş alış

verişinde bulunmak ve programları finanse etmek amacıyla uluslararası ve

bölgesel işbirliği yapılmasına yardım eder;

 

 

B) Kadınlara karşı şiddetin tasfiye edilmesi konusunda herkeste

duyarlılık yaratmak ve yükseltmek amacıyla toplantılar ve seminerler

düzenler;

 

 

c) Kadınlara karşı şiddet sorununu etkili bir biçimde ele alabilmeleri

için Birleşmiş Milletler sistemi içindeki insan hakları Sözleşme organları

arasında işbirliği ve görüş alış verişi yapılmasına yardım eder;

 

d) Birleşmiş Milletler sistemindeki örgütlerin ve kuruluşların sosyal

eğilimler ve problemler ile ilgili dünyanın sosyal durumu hakkında

hazırladıkları analizlere, kadınlara karşı şiddet eğilimlerinin

incelenmesini de dahil eder;

 

 

e) Birleşmiş Milletler sistemindeki örgütler ve kuruluşlar arasında

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu 226

kadınlara karşı şiddet sorunu ve özellikle de şiddete karşı aciz durumdaki

kadın grupları hakkında yapılan programlarla ilgili olarak işbirliği

yapılmasını teşvik eder;

 

 

f) Bu Bildiride belirtilen tedbirleri dikkate alarak, kadınlara karşı

şiddet ile ilgili yönergelerin şekillendirilmesine ve el kitaplarının

hazırlanmasına yardımcı olur;

 

 

g) İnsan hakları belgelerinin uygulanması konusunda görevlerini yerine

getirirken, gerektiği takdirde kadınlara karşı şiddetin tasfiye edilmesi

konusunu da ele alır;

 

 

h) Kadınlara karşı şiddet konusunda çalışırken Hükümet dışı örgütlerle

işbirliği yapar.

 

 

Madde 6- İç hukukla ve uluslararası hukukla ilişkisi

 

 

Bu Bildirideki hiç bir hüküm, bir Devletin ulusal mevzuatında ve

bir Devlet bakımından yürürlükte olan bir uluslararası Sözleşme,

andlaşma veya diğer belgede yer alan kadınlara karşı şiddetin tasfiye

edilmesine yönelik daha kullanışlı bir hükmü etkilemez.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 ay sonra...

NÜKET KARDAM

 

Kadının İnsan Hakları konusunun uluslararası gündemde giderek önemli bir yer kazandığına hiç şüphe yok. Türkiye de bu konuda bilhassa yeni kanunlarla çok önemli adımlar attı. Şimdi önümüzde canalıcı bir konu var, sokaktaki, şehirdeki, köydeki insan, kadın, erkek, çocuk ne anlıyor kadın hakları deyince? Şurası bir gerçek ki global kadın hakları standartlarını olduğu gibi alıp Türkiye'ye, hatta herhangi ülkeye uygulamak mümkün değil. Global normlar kültürel meşruiyet kazanmazlarsa ve içselleştirilmezlerse makyaja veya saç boyasına benzerler ve çok geçmeden akar giderler. Dolayısıyla kadın haklarının Türkiye'de halen geçerli hangi ikilemlerin, hangi prizmaların içinden görüldüğünü incelemek gerek. Nedir bu ikilemler? Birincisi bireysel insan hakları anlayışına karşı tepeden inme devlet otoritesi. İkincisi bireycilik ile kolektivizm. Üçüncüsü de laiklik ile İslam. Bu ikilemler sanki birbirini dışlayan bir kutupsallıktan oluşur gibi gözükse de gerçekte böyle olmadığı görüşündeyim. Ve böyle zıtlıklarla dolu bir dünya görüşü maalesef kadını da, erkeği de belli şablonlara hapsedip, diyaloğunun önünü kapamaktan başka bir işe yaramıyor.

İlk önce insan hakları ve devlet otoritesi ikilemine bir göz atalım. Türkiye'de milli birlik ve laiklik, bireysel insan haklarından önce geldi. Milli birlik yaratılırken yeni bir Türk vatandaşı yaratılmaya çalışıldı. Gerçekte hiyerarşik bir toplum olmamıza rağmen herkes birdir, eşittir; kadın erkek rolleri kesin bir şekilde belirlenmiş iken, kadın erkek arasında fark yoktur; kültürel, etnik ve dinsel çeşitlilik var iken, bunlar da yoktur denildi. Bu mitleri kabul etmeyen ve uymayan kişiler de ya yok sayıldılar ya da milli güvenliği tehdit ettiklerinden dolayı cezanlandırıldılar. Kısacası devlet bireyden önce geldi ve gerektiğinde bireyden kendini korumayı öngördü. Bireysel insan haklarına dönelim, bu olgu Avrupa Aydınlanma devrinde ortaya çıktı ve amaç bireyin devletten korunması idi. Devletin kendini, bizde olduğu gibi bireyden koruması değil!

 

Pozitif ayrımcılık

Şimdi ise öteden beri devlet kontrolü altında yaşayan halka, tabii kadınlara da, şimdi siz birer bireysiniz ve bireysel haklarınız kanunlarla korunacak ve devlet de aradan çekilecek mesajı veriliyor. Tamam da kadınlar eğitilmeden, donanımları, kapasiteleri geliştirilmeden nasıl haklarını öğrenip uygulayacaklar? Devlet kişileri kendi önceliklerine göre yoğururken, bu sefer de tamamen aradan çekilmekten söz ediyor. Bence insan haklarına saygı gösteren devlet kadınlarımızı da bu hakları kullanmalarını sağlayacak konuma getirsin ki, bu da CEDAW anlaşmasının dediği 'pozitif ayrımcılık' yani kadının güçlendirilmesini sağlayacak önlemlerin alınması demek.

Maalesef bu önlemlerin alınmasını sağlayacak kanun tasarısı 2004 Mayısı'nda TBMM'den geçmedi. Sebebini bir milletvekilimizin ağzından dinleyelim, kendisi böyle bir tasarı kabul edilirse feminizm gelir, erkek hakları elden gider dedi. Bu korkunun sebebi nedir? Kadınlar kazanırsa erkeklerin de, ailelerin de, toplumun da kazanacak olduğunu anlamak niye bu kadar zor? Toplum merkezlerinde "Kadının İnsan Hakları Eğitim Programı"na katılan kadınlar anlatıyor. Eşleri ilk önce böyle bir programa katılmalarına karşı gelmişler; ya bu kadınlar haklarını öğrenip kendilerini bırakıp giderlerse korkusuna düşmüşler. Halbuki gördük ki eğitime katılan kadınların eşleriyle ilişkileri eğitim sonrası iyileşmiş, aile içi diyalog artmış ve kadınlar öğrendiklerini ilk önce kendilerini geliştirmek ve bu yolla ailelerin durumunu iyileştirmek için kullanmışlar. Bu programın değerlendirme sonuçlarında, kadınların kendi isteklerini seslendirdikçe eşleriyle cinsel hayatlarının bile daha iyiye gittiği saptandı.

Şimdi gelelim bireycilik-kolektivizm ikilemine. İlk olarak şunu söyleyeyim ki, tarihten ve kültürden bağımsız bir benlik yoktur. Ülkemizde ne kadar Batı'daki gibi bir benmerkezciliğe doğru yol alıyorsak da, genel olarak hem kadın hem erkek benliği kolektif bir benlik üzerine kurulmuştur. Bunu, Kadının İnsan Hakları Eğitim Programı'na katılan kadınlarda şahsen gözledim. Kadınlar programa katılmadan kendilerini bağımsız bir benlik olarak görmediklerini, isteklerini dillendiremediklerini ifade ediyor. Nedense bizim toplumuzda kadın bireysel haklara sahip olup, bağımsızlık kazanırsa bunun aileyi ve toplumu kötü etkileyeceği düşünülür. Yukarıda belirttiğim gibi gerçekler bunun tam tersini gösteriyor. Niye kadınların birey olmaları bu kadar büyük bir tehdit kaynağı? Çünkü bireysel bağımsızlık hemen cinsel bağımsızlıkla birleştiriliyor da ondan. O zaman kadının namusu ne olur? Kadının namusu da erkeğin benliğinin en can alıcı noktası olduğu için, erkeklik kadının bekareti ve namusu ile tanımlandığı için, bir erkek nasıl olsun da kadın aile üyelerini korumayı üzerine almasın? Kadının cinselliğinin kontrolünün erkeklik tanımıyla içiçe olması demek aslında toplumda bir erkek üstünlüğünün devamı demek oluyor.

Bana öyle geliyor ki, bireysellik hâlâ bizde korkutucu bir şey! Ya ipin ucu kopar ve bağımsız bir benlik sonucu aile ve toplum yok olursa korkusu. Bu korkuyu üzerimizden atamazsak ne kadın haklarını, ne insan haklarını irdeleyebiliriz ve kadın ve erkek kimliklerini açıkça inceleyemezsek ne kadın ne erkek birer birey olabilir. Birey olmak niye önemli derseniz, birey haklarına saygı göstermeyen bir toplum o bireyleri kolayca feda eder, töre cinayetlerinde olduğu gibi. Ama toplumsuz bir birey de düşünülemez çünkü bireyler de bir toplum içinde ancak kendilerini gerçekleştirebilirler, o toplumla bütünleşip, o topluma hizmet ederek.

 

 

........................

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kadının eğitimde de adı yok

 

 

2006 yılı verilerine göre, Türkiye’de 25-64 yaş arası kadınların yüzde 77’sinin eğitim seviyesi ilköğretim ve altında. OECD ve AB'de ise bu oran yüzde 32 seviyesinde. Türkiye'de zorunlu temel eğitime dahil olmayan her 5 çocuktan 4’ü kız

 

 

ANKARA - Türkiye’de 25-64 yaş arası kadın nüfusunun yüzde 77’sinin eğitim seviyesinin ilköğretim ve altı düzeyde olduğu, bu nüfusun ancak yüzde 8’inin yükseköğretime gidebildiği belirlendi.Hükümetin 2009 Programı’nda, eğitim alanında mevcut durum anlatılarak, hedeflere yer verildi.Programda 2006 yılı verileri baz alınarak yapılan değerlendirmeye göre, Türkiye’de 25-64 yaş arası kadın-erkek nüfusunda ortaöğretimi bitiremeyenlerin oranı 71 iken, OECD ve AB ülkelerinin ortalaması yüzde 31 düzeyinde. Türkiye’de ortaöğretim düzeyinde eğitim alanların oranı yüzde 18, yükseköğretim düzeyinde eğitim alanların oranı yüzde 10 iken; OECD ülkelerinde ortaöğretim görenlerin oranı yüzde 42, AB ülkelerinde yüzde 45, yükseköğretim görenlerin oranı OECD ülkelerinde yüzde 27, AB ülkelerinde ise yüzde 24 olarak belirlendi.

 

CİNSİYETLERE GÖRE EĞİTİM DURUMU

"OECD ve AB ülkelerinde eğitimde cinsiyetler arasında düzgün bir dağılım görülürken, Türkiye’de kadınlar aleyhine bir durum söz konusudur" denilen programda, cinsiyetlere göre istatistiklere yer verildi. Buna göre Türkiye’de 25-64 yaş arası kadınların yüzde 77’sinin eğitim seviyesi ilköğretim ve altında. Bu konuda OECD ve AB ortalaması yüzde 32. Türkiye’de söz konusu yaş grubunda kadınların yüzde 15’inin eğitim seviyesi ortaöğretim, yüzde 8’inin eğitim seviyesi yükseköğretim düzeyinde. OECD ülkelerinde ortaöğretim mezunu kadınların oranı ortalama yüzde 41, AB ülkelerinde ise yüzde 44 düzeyinde gerçekleşiyor. Türkiye’deki erkeklerin yüzde 67’sinin eğitim seviyesi ilköğretim ve altında. Türkiye’de erkeklerin yüzde 21’i ortaöğretim, yüzde 12’si yükseköğretim mezunu.

 

AB ÜLKELERİNDE YÜKSEKÖĞRETİME GİDEN KADINLAR ERKEKLERDEN ÇOK

 

Aynı yaş grubunda AB ülkelerinde kadınların yükseköğretime gitme oranının erkeklerden yüksek, OECD ülkelerinde ise eşit düzeyde olduğu tespit edildi.Eğitim düzeyi "yükseköğretim" seviyesinde olan kadınların oranı OECD ülkelerinde yüzde 27, AB ülkelerinde yüzde 25. AB ülkelerinde erkeklerin yüzde 23’ü yükseköğretim mezunu.2006 yılı "Eğitimde Kalma Beklentisi" istatistiklerine göre, Türkiye’de "eğitimde kalma beklentisi" süresi genel nüfusta 12.3 yıl. Ancak bu oran kadın nüfusunda 11.5 yıla düşerken, erkeklerde 13.1 yıla çıkıyor. "Eğitimde kalma beklentisi" süresi OECD ülkelerinde genel olarak 17.5 yıl iken bu rakam kadınlarda 17.9’a yükseliyor, erkeklerde ise 17.1 yıla düşüyor. AB ülkelerinde de "eğitimde kalma beklentisi" süresi genel olarak 17.6 iken, kadınlarda bu süre yüzde 18.1’e çıkıyor. AB ülkelerinde erkeklerin "eğitimde kalma" beklentisi 17.2 yıl. Programda, "OECD ve AB-19 ülkelerinde eğitimde cinsiyetler arası düzgün bir dağılım görülürken Türkiye’de kadınlar aleyhine bir durum söz konusudur.Eğitimde kalma beklentisi Türkiye’de, OECD ve AB-19 ülke ortalamalarına kıyasla daha düşüktür.Ayrıca söz konusu ülkelerde kadınlar erkeklere kıyasla daha fazla eğitimde kalmalarına rağmen Türkiye’de bu durum tam tersidir" denildi.

 

157 BİN KIZ ÇOCUK OKULA GİTMİYOR

Programda, ilköğretim çağında olup okula gitmeyen çocuklara ilişkin istatistiklere de yer verildi."İlköğretime geç kayıtlar, bitirmeden ayrılanlar ve başta kızlar olmak üzere kırsal kesimdeki çocukların eğitime erişimindeki sorunlar" okullaşma oranının istenilen düzeyde artmasını engelleyen başlıca faktörler arasında gösterildi.2006-2007 eğitim-öğretim dönemi sonundaki verilere göre, ilköğretimden mezunların içinde kızların oranının Türkiye genelinde yüzde 46.4 düzeyinde olduğu saptandı. Bu oranın en düşük gerçekleştiği il ise yüzde 32.1 ile Muş olarak tespit edildi.2007-2008 eğitim-öğretim yılı verilerine göre ilköğretim çağında olup da eğitim dışında kalan 190 bin çocuktan 157 bini kız, 33 bini erkek. Buna göre zorunlu temel eğitime dahil olmayan her 5 çocuktan 4’ü kız.

 

"OKUL TERKLERİ AZALTILACAK"

2009 Yılı Programı’nın "Temel Hedef ve Amaçlar" başlıklı bölümünde konuya ilişkin şöyle denildi:"İlköğretimde ve ortaöğretimde okul terklerinin azaltılması için kırsal kesimde yaşayan öğrencilerin ve ülke genelinde kız çocukların aleyhine olan durumun değiştirilmesine yönelik tedbirler alınacak, ortaöğretime geçiş oranları yükseltilecektir. Ortaöğretim, program türünü esas alan, yatay ve dikey geçişlere imkan veren, etkin bir rehberlik ve yönlendirme hizmetini içeren esnek bir yapıya kavuşturulacaktır." "Eğitim dışında kalanların ve diploma almadan ayrılanların, e-okul veri tabanı ve Yetiştirici Eğitim Programı" desteğiyle eğitime devam etmelerinin sağlanacağı belirtilen programda, ilköğretimden ortaöğretime geçiş oranlarının en düşük olduğu 10 ilde özellikle kız çocukları için pansiyon kapasitesinin artırılacağı kaydedildi.(aa)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.