dominik tarafından postalanan herşey
-
"VATANSEVER" TÜRK EVLATLARININ ASKERLIKTEN KACIS ÖRNEKLERI
Mesela hemen hemen tüm parlemontoda milletvekilligi yapmislarin kendileri, evlatlari ve en yakin akraba ve dostlari. Mesela TSK'nin büyük rütbelilerinin evlatlari. Mesela sayisiz türkücü, sarkici, artist, futbolcu, is adamlari, ...., bunlar yeri gelince herkesten fazla vatanperverlik yapiyorlar. 30 yili askin yasanan savasta bu saydiklarimin hicbirisinden ne sehit nede gazi olanlarini gösteremeyiz. Cogu ya askerliklerini torpille kislada türkü söyleyerek yada alevera dalevera ile para verip atlatmislardir. Varsa bir örneginiz gösterin lütfen bizde görelim. Hele insanlarimiza askere gitme ve gitmeme (sivil hizmet) hakki verilsin görelim ak ile karayi, görelim kimler davul ve zurna ile askere gidiyormus. Göz boyamakla gercekler degismez.
-
Vaaaayyyy Ahmet Türk..neymişsin sen be abi..
Cifte standartin alasi bu. Insanlarin protesto etmesi kadar dogal bir davranis yoktur ama tabiiki siddet kullanmadan. Yumurta ve domates atmak ne kadar siddetki atanlari özel kameraden bulup cezalandiriyorlar, ama Izmir'de tas ve sopalarla saldiranlar "tepki" olarak degerlendirilip bizlere ders vermeye calisiyorlar. Hukuk anlayisimiz bu kadar dar ve tek tarafli. Anlayacagin arkadasim gecmis dönemde (1980 öncesi) CHP ye ras ve sopalarla saldirmak "tepki" olarak görülüyordu bugün ise Kürt'ü taslamak "tepki" oluyor. Isin aci tarafi, dün ayni haksizliga ugrayanlarin bugün desteklemeleri.
-
Sivil Darbenin Üç Ayağı
Senaryo biraz basit yazimis. "Libos dedigimiz aydinlar dünkü azgin solculardi,öyle ki miting yaptiklarinda hep "ORDU MILLET ELELE"sloganini atarlardi,simdi ayni liboslar tam bir asker düsmani kesildiler." diye nitelediginiz insanlar kim ve bunlar ne zaman ORDU MILLET EL ELE dedeiler ve simdi de asker düsmani kesiliyorlar. Senaryoyu yazan kimse en azindan biraz acik yzmaliydi ve birilerini suclarken delil sunmali. PKK 1978 den beri var, dolayisiyla bayagi fark var AKP ile PKK nin gelisi arasinda. PKK'nin bu günlere kadar gelmesinin tek sebebi de devletin kendisidir. Artik bize baska senaryolar sunun, bunlari 30 yili askin dinliyoruz ve ne kadar yalan yanlis oldugu ortada.
-
"GÜLER ZERE ÖLÜRSE TÜRKİYE EKSİK KALIR"
Katiller arasinda iyi katil kötü katil diye bir ayrim yapilmaz, en azindan gercekten hukukun üstünlügüne cani gönülden inananlar icin gecerli. Bir terörüstün evya abska suclunun cezasini ne sizin resmini koydugunuz katil ne de baska bir canavar verebilir, tek yetkili devlettir ve devlette gene yargilama bicimini kendi anayasasinda belirlemistir. Güvenlik gücleri yakalar ve bagimsiz mahkemelerde sucunu tesbit edip anayasada yazili kanuna göre cezasini verir. Bunun disindaki her girisim siz bunun ismine ne derseniz deyin hukuk disidir ve karsi geldigin terörüstten hic bir farkin olmaz. Hukuku uygulamayan devlette zaten hukuk devleti degildir olsa olsa anti-demokratik dikta rejim olur.
-
CHP ve MHP'YE SORUYORUM, SIZ NE YAPTINIZ ALEVILER ICIN?
Alevilerin ayaklanmasini isteyen yokta onlarin haklarini aramamalarini isteyenler cok. CHP'de onlarin haklari ariyor gözüküp ama arkadan hancerleyenlerden. AKP ve MHP'nin Alevi acilimina zaten kendileride inanmiyorda su günlerde kendilerince en keskin levi dostu olduklarini gösteriyorlar. MHP'nin gecmisi Aleviler acisindan cok aci vericidir. Sizde artik her konuyu ayaklanma olarak algilamaktan vazgecin. Kimsenin ayaklandigida yok ayaklanacagida. Istenilen sadece demokratik yoldan esit yurttaslik. Ehh bu haklarina 85 yildir kavusamamislarsa birakinda artik onlarda seslerini cikartsin canim. 85 yildir basta CHP olmak üzere tüm siyasi partiler ve devlet organlari bu vatanadslarimizi islerine geldigi gibi yorumladilar, zaman zaman aci cektirdiler, en kötüsüde onlari arkadan hancerlemeleri oldu. Hakkini arayan kim olursa hemen "devlete karsi ayaklanma" olarak fisleniyor. Devlete karsi her vatandasin haklarini aramak ve korumak amaciyla demokratik yoldan karsi gelebilmesi gerekli. Siz isterseniz bunun ismini ayaklanma koyun, ama önemli olan demokratik lmasidir.
-
Katsayı zulmü...
Cok dogru söylüyorsunuz, üniversiteye gitmek isteyenler ile meslek yapmak isteyenler arasinda okul farki olmasi gerekli. Ögrenci fikrini sonradan degistiriyorsa en azindan meslek okulunu bitirdikten sonra ve ya baska bir olasilik varsa tabii düz liseye gecisle yapabilir. Imamhatip mezunlarina üniversite kapilarinin acilmasi sadece siyasidir ve amac bilim ögrenmek degil sistemi ele gecirmektir.
-
SAYIN GENERAL, BU HALK SİZİ UNUTUR MU?
Türkiye'de TSK mensuplarinin dokununmazligi var, onlar her seyin üzerindeler ve ne yapsalar yeridir. Kenan Evren'de demokrasi getirmek icin, anarsiye son vermek icin, Atatürk ve ilkelerini korumak icin, Seriatcilara karsi devlet yönetimine darbeyi yapti ama söylediklerinin birini dahi yapmadi. Demokrasi yerine iskenceyi mesrulastirdi ve demokrasi hayranlarini zindanlara atti. Anarsiyi de önleyemedi cünki 30 yili askin ysanan savasta ölenlerin sayisini bilmiyoruz artik, yerlerinden olanlar, faili mechule gidenler, evleri yikilanlar ve göce zorlananlar, .... Hele heleAtatürk ilkelerini hicmi hic korumadi cünki o öyle bir nesil yetistirdiki simdi yasiyoruz kimmis bu nesil, bir taraftan irkci ve inkarci nesil diger taraftan seriatci.
-
CHP ve MHP'YE SORUYORUM, SIZ NE YAPTINIZ ALEVILER ICIN?
Yorumalri istedigimiz acidan okuyup yorumlarsak söyledikleriniz ortaya cikiyor. AKP'yi Aleviler konusunda burada kim övüyoda öyle yaziyorsunuz. Ama MHP ve CHP simdi AKP'ye seslenip Alevi vatandaslarin hakkini vermiyor diye sikayete bulunuyorlar. Onlarada biz buradan soruyoruz, siz ne yaptiniz diye. Evet söylediginiz gibi bilende yaziyor bilmeyende. CHP ev MHP nin sorumuza verecek cevaplari olmadigi icin soranlari AKP'li ve mezhepci yapiyorlar.
-
DERSİM-iz Öymen
Desim'de neler olmustu ve yasanmisti? " Dersim'de 1937-1938'de ne oldu? CHP'li Onur Öymen'in gafıyla Dersim olayları yeniden gündeme geldi. Peki 1937-38'de ne olmuştu? 22 yıl önce Nokta dergisinde yayınlanan 'Dersim dosyasını Bianet yeniden yayınladı Nokta Dergisi'nin 1987'de yayımladığı "Dersim 1937-1938/ Yarım Yüzyıl Sonra" dosyasını bugünün gündemine denk düşmesi nedeniyle "İlk kez açıklanan belgeler", "İsmet İnönü'nün Lozan'da okuduğu bildiri", "ABD, Demirel'e Federe Kürdistan Önerdi", "Demirel Koçaş'ı yalanlıyor", "Hedef doğrudan Dersim idi", "Dış basından", "Parlamenter gözüyle" başlıklı çerçeveleriyle birlikte aynen yayımlıyoruz. "Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti bakımından mutlaka lazımdır... Okul açmak, yol yapmak, refah sebeplerini sağlayacak fabrikalar kurmak, kendilerini meşgul etmeye yarayan çeşitli sanayi işleri sağlamak, özet olarak yurt sahibi yapmak veya uygarlaştırmak suretiyle ıslaha çalışmak hayalden başka bir şey değildir." Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, İçişleri Bakanlığı'na raporunu sunduğunda Dersim olaylarına doğru bir adım daha atılmış oluyordu. Bir süre sonra Dersim'in adı Tunceli'ye dönecek, adına özel yasalar çıkarılacak, ardından da kanlar dökülecekti. Tam yarım yüzyıl önceydi bütün bunlar. Ve yarım yüzyıl boyunca konuşulmayacaktı. O kadar ki... Muhsin Batur, 1985 yılında yayınlanan "Anılar ve Görüşler" adlı kitabında şunları yazıyordu. "Günlerden bir gün alayımıza emir geldi... Tren yoluyla Elazığ'a intikal edilecek, bir süre orada eğitim gördükten sonra o zamanlar Dersim denilen bölgeye gideceğiz. Tren yolculuğumuz 40 kişinin paylaştığı kapalı yük vagonlarında pek ilkel ve zor koşullar altında gerçekleşti. Elazığ'ın biraz uzağında Harput'un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. Okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum..." Muhsin Batur, yaşadıklarını kendisine saklamıştı. Pek çok başkaları gibi... "Bir şeyler", önemli bir şeyler olmuştu 50 yıl önce. Oysa bugün genç kuşaklar, neredeyse Dersim adını bile bilmiyordu. Bugünü anlamanın anahtarı olan "dün" unutulmuştu. Ve yarım yüzyıl sonra Nokta "dün"ün kapısını açıyordu. İngiliz arşivlerinde bugüne dek karanlıkta kalan belgeler ve mektuplar; Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı'nın kamuoyuna yansımayan "Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar" adlı belgesel yayını; o günlerin canlı tanıkları... Bütün bunlar bir manzarayı gözler önüne seriyordu: Dersim isyanı... 1937 baharından 1938 baharına iki tenkil harekâtı. Binlerce ölü, onbinlerce sürgün.. Her şey köprüyle... "37 geldiği zaman bir köprü meselesinden geldi. İki ya da üç kişi köprüyü yaktılar. Cehaletten çoban mı yaktı, başkası mı yaktı bilemezsin yani... Belli değil, yani bilmezlikten yaktılar. Ondan sonra başladı. Olay büyüdü..." Kureşanlı 60 yaşındaki Veli Çelik'in anlattığı bu köprü olayı, Genelkurmay belgelerinde şöyle geçiyordu: "İlk olay, Pah bucağı ile Kahmut bucağını birbirine bağlayan Harçik deresi üzerindeki tahta köprünün 20/21 Mart 1937 gecesi Demenan ve Haydaranlılar tarafından yıkılması ve köprü ile Kahmut arasındaki telefon hattının tahrip edilmesiyle başladı." Köprü bir kıvılcımdı. Avusturya veliahdının öldürülmesi Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasında ne ölçüde etkense, köprünün yakılması da Dersim olaylarını başlatmada o ölçüde etkendi. Evet, köprü yıllarca için için yanan bir ateşi canlandırmıştı. Dersimlilerin asker ve vergi vermeyi reddetmeleriyle somutlaşan bir ateşti bu. Dersim bir sancıydı... Tunceli Kanunu, 1935 yılında böyle bir ortamda çıkarılmıştı. Kanuna göre, vali ve komutan, bakanların bütün yetkilerine sahip olacak; kaymakamlıklara muvazzaf subaylar, belediyelere başkanlar atayabilecek; ilçe ve bucakların merkezlerini değiştirebilecek; gerekli gördüklerini il dışına çıkartabilecekti. Asıl önemlisi hukuk alanındaki düzenlemelerdi. Bu kanunla Tunceli'de yapılacak yargılamalara da özel yöntemler getiriliyordu. Gazeteci Naşit Uluğ, "Tunceli Medeniyete Açılıyor" adlı kitabında, yapılanları "mazinin kötülüklerini tasfiye" olarak yorumluyor ve şöyle diyordu: "Doğu illerimizdeki kötülüklerin başında memleketin emniyet ve asayişini tehdit eden hıyanet ve şekavet ocakları vardı. Halkı esir gibi kullanan derebeylik ve toprak ağalığının yanında, bunların daha korkuncu olarak aşiret sistemi geliyordu. Bu sistem, Kemalist rejim muvacehesinde fiili bir isyan ve itaatsizlikten farklı görünmüyordu." "Meğer askeri yolmuş..." 70 yaşındaki Şükrü Baykara Nokta'ya anlatıyordu: "1937'de önce yol yapıldı. Öğrendik ki meğer askeri yol yapılıyormuş. O zaman ben 19-20 yaşındaydım... Olaylar öyle hızlı oldu ki, iki-üç gün içinde sildi süpürdüler." Önce yol gelmişti Dersim'e, ardından da uçaktan atılan bildiriler. 4 Mayıs 1937 tarihini taşıyordu bildiriler ve Genelkurmay yayınına göre "Türkçe, Osmanlıca harflerle, mahalli lisanda" yazılmıştı: "Sizi ayaklandırmaya çalışan zavallıları Cumhuriyet hükümetine teslim ediniz veyahut onlar kendileri teslim olmalılar. Bu takdirde cümleniz masum kalacaksınız. Teslim edilenler veya kendiliğinden teslim olanlar dahi Cumhuriyetin adil muamelesinden başka hiçbir şey görmeyeceklerdir. Aksi takdirde, yani dediklerimizi yapmazsanız, her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. Cumhuriyetin kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz." Bildirilerle aynı tarihi taşıyan Bakanlar Kurulu'nun gizli bir kararında da şöyle deniyordu: "Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür." Dersim'de adım adım tarih yaratılıyordu. Tarihi yaşayanlardan biri Mehmet Kangutan'dı. 1937'de 11 yaşındaydı Kangutan ve o günleri Nokta'ya bugün şöyle anlatacaktı: "Abdullah (Alpdoğan) Paşa buraya geldiği zaman hem adli hem idari bütün yetkilere sahipti. İstese adam öldürebilirdi... Bütün aşiret reislerine emir çıkardı. Dedem Karabali aşiretinin reisi olduğu için oha da emir çıkardı: Herkes aşiretin silahlarını göndersin, fes yasak... Dedem belki yüz-yüz elli tüfeği katırlara odun yükler gibi yükledi, gönderdi. Herkes şapka giydi. Tüccarlarda şapka kalmadı. Ve adam yol yapmaya başladı. Atatürk'ün hastalığı zamanındaymış... Abdullah Paşa üç şey istiyordu: Askere gideceksiniz, verginizi vereceksiniz, birbirinizin malına göz koymayacaksınız... Abdullah Paşa'nın bu icraatına rağmen tek tük hadiseler oluyordu. Tabii bunlar büyük bir katliamı icap ettirmiyordu." Silah meselesi Genelkurmay belgelerinde de yer alıyordu. Dersim havalisini teftişle görevlendirilen Diyarbakır Valisi Cemal Bey'in İçişleri Bakanlığı'na sunduğu şu raporla: "Üç-beş şahıs müstesna, ağalar ve reisler ve dahil bütün Dersimliler son derece fakirlik ve zaruret içinde çırpınmaktadırlar. Soygunculuk hareketlerinin sebebi, yaşamak hissi ve endişesidir... Her Dersimli, hayatını, malını korumak kaygusu ile silahlı bulunmak zorunluluğunda kalmıştır..." Gerek Cemal Bey'in raporu gerekse öteki istihbarat ve değerlendirme, hükümeti bir sonuca götürüyordu: "Dersim'in ıslahatı zaruridir." Genelkurmay yayınında şu satırlara yer veriliyordu: "Tunceli Kanunlarının uygulanmasında ilkin, Dersim'e hâkim olmak esası dikkate alındığı için Kahmut, Sin, Karaoğlan, Amutka, Danzik, Haydaran gibi bucak merkezlerinde birer karakol tesisi ve binalarının inşaasına başlanmıştı. "Bu iş; çok uzun zamandan beri hükümet memuru ve nüfuzu görmeyen aşiret reisi ve ağalarının hoşuna gitmemiş ve özellikle Kalan'da yeni bir ilçe teşkili bunların kuşkularını büsbütün artırmıştı. Bu arada Suriye'den Tunceli bölgesine giren bazı Ermenilerin Koçkirili Ali Şir'in etrafta yaptığı menfi propagandanın halk üzerindeki etkisi de büyüktü. Bu durum dolayısıyla Yukarı Abbas uşağı aşireti reisi Seyit Rıza; Haydaran, Demenan, Yusufan, Kureyşan aşiretlerine adamlar göndermek suretiyle bunların hükümet aleyhine ittifakını sağlamış oldu." Bu ittifakın gözle görünür ilk sonucu köprünün yakılması olarak gelmişti. Bunun üzerine, bölgeye ilginin artırılmasına karar verilmişti: "Son olay ve alınan haberler gösteriyordu ki, hükümetin Tunceli içerisine adım adım girişi, çıkarları bozulan bazı kimseleri sıkmakta, çıkarılan Orman Kanunu, dağ köylerinde keçilerinin aç kalacağı korkusunu doğurmakta ve bunlara benzer birtakım zararlı propagandalarla halk kışkırtılmakta idi. Bu durum dolayısıyla önümüzdeki ilkbaharda gerek Tunceli içinde ve gerekse çevresindeki illerde sarkıntılık ve çapulculuk hareketlerinin artacağı ihtimali karşısında Tunceli içinde ve çevresinde kuvvetli bulunmak lazımdı." Kanlı bahar 1937 yılında ilkbahar Dersim'e böyle koptu kopacak bir fırtınayla birlikte gelmişti. Dağ taş silah aranıyor, silah toplanıyordu. Karakolların sayısı artmıştı. Ve... Genelkurmay yayınının 382. sayfasında anlatılıyordu: "Hemen hemen her gün eşkıyanın şu veya bu karakola baskın yapacağı haberleri alınıyordu. Birkaç kez Elazığ'da bulunan uçak bölüğünce; eşkıyanın toplandığı yerler, özellikle bu ayaklanmayı görünürde perde arkasından yönettiği bilinen Seyit Rıza'nın evi ve civarı havadan bombalandı. Her gün biraz daha şiddetini artıran kaynaşmaya rağmen henüz ciddi bir hareket olmamıştı. Nihayet bir gün (26 Nisan 1937) Sin bucağının Hozat'la irtibatının dağ yolu ile yapılmasını sağlamak maksadı ile açılan ve mevcudu 36 sabit jandarmadan ibaret olan Askisor karakolu saat 20.00'den itibaren 100 kadar eşkıya tarafından kuşatıldı. Alınan diğer haberlerden de anlaşıldığına göre; bu gece eşkıyanın gruplar halinde Sin ve Kahmut bölgelerine baskın yapmaları bekleniyordu. Bir gün önce Uzuntarla bölgesinde toplandığı haber alınan eşkıya 26/27 Nisan gecesi saat 23.00'te 80 kişilik bir kuvvetle Harçik suyunun doğusunda ve Pah kuzeyinde bulunan 9'uncu Seyyar Jandarma Taburu Süvari Bölüğü'ne taarruza başladı ve sabaha kadar eşkıya ile bölük arasında çok yakın mesafede ve çok şiddetli müsademe devam etti. Bölük bu saldırıyı ancak iki mangası ile karşılayabilmişti." Hükümet kararlıydı. İsyan bastırılacak, Dersim "tedip", yani terbiye edilecekti. İlk kadın pilot Sabiha Gökçen'in uçağından atılan bu ilk bombalar kararlılığın göstergesiydi. Ama fırtına da kopmuştu. Artık tedip de yetmiyordu. Onun yerini, sözlüklerin "Düşman ya da zararlı kimseleri topluca ortadan kaldırma" diye tanımladığı "tenkil" almıştı. Bakanlar Kurulu kararlarında "tenkil"den söz ediliyor, Genelkurmay'ın arşivine tenkil raporları yağıyordu: "Bu hava taarruzunda özellikle Sabiha Gökçen Hanım'ın attığı 50 kiloluk bir bomba Keçizeken köyünden kuzeye doğru kaçan asi grubuna oldukça ağır bir zayiat verdirdiği yapılan gözetlemeden anlaşılıyordu." Mehmet Kangutan da belleğindeki arşive yazmıştı tanık olduklarını: "Bir ara dediler ki yukardan kırıp geliyorlar. Tabii anamız gözü açık biri. Beni, ağabeyimi çıkarttı köyden... Gelmişler köye, toplamışlar tarlalarda. Biz tepenin arkasındaydık. Ordan mitralyöz seslerini duyuyorduk. Bizim köy ateşlendiği zaman, konağımız büyüktü, o konağı yaktıkları zaman ağlama tuttu beni. Biz karşıdan görüyorduk. İnsanlar da öldürüldükten sonra köyde insan hemen hemen kalmadı, ama biraz kaçan vardı." Aynı sıralarda, yani 1937 Haziran sonlarında manzarayı Genelkurmay şöyle yorumluyordu: "Devam eden tarama faaliyetinde birçok asi köyleri yakılıyor, sıkıştırılan eşkıya grupları ile yapılan müsademelerde oldukça ağır zayiat verdiriliyor ve çok sayıda büyük baş hayvan, koyun ve keçileri toplanarak mahalli kaymakamlıklara teslim ediliyordu." Genelkurmay'a gönderilen raporlarda benzeri cümlelere gittikçe daha sık rastlanır olmuştu. Bu raporlarda Seyit Rıza'nın adı da çok sık geçiyordu. "Temmuz 1937 sonlarında Tunceli'nin 1937 itaatsizliğine katılmış olan bütün aşiretlerin bölgelerinde, inilmemiş dere, çıkılmamış dağ ve taranmamış hiçbir yer kalmamıştı. Sarf edilen bütün gayretlere rağmen Seyit Rıza ve avenesi henüz ele geçirilememişti." "Generalissimo" Aynı günlerde Seyit Rıza, İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na bir mektup yazıyordu. Seyit Rıza, "Dersim Generali" diye imza attığı ve elli yıl sonra ilk kez Nokta ile gün ışığına çıkan bu mektupta, İngiliz hükümetinden yardım istiyordu. Ne var ki, umduğunu bulamayacaktı. İngiliz Dışişleri Bakanlığınca İstanbul'daki İngiliz Konsolosluğu'na gönderilen bir yazıda şöyle deniyordu: "Eğer Türk hükümetine, mektubun tarafımızdan dikkate alınmadığı gayri resmi olarak bildirilirse iyi olur." Bu ilginç yazının tarihi de ilginçti. İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nın yazısı 5 Ekim 1937 tarihini taşıyordu. Oysa Seyit Rıza bu yazıdan yaklaşık bir ay önce, 10 Eylül günü tutuklanmıştı. Anlaşılan bu kez İngiliz politikası, "bekle ve dengenin kimden yana döneceğini gör" biçiminde gelişmişti. İngilizlerin gözlediği denge, Seyit Rıza'nın aleyhine bozulmuştu. Abasan aşiretinin başı Seyit Rıza, tutuklanmıştı. Kimi kaynaklara göre bu tutuklanma, "teslim olma" sonucunda gerçekleşmişti. Kimi kaynaklara göre ise, Seyit Rıza hükümetin "barış görüşmesi" çağrısına uyarak Erzincan'a gitmiş ve ele geçmişti. Seyit Rıza'nın öyküsü yargılanıp 18 Kasım 1937 tarihinde sona eriyordu. Seyit Rıza, küçük oğlu Reşik Hüseyin, yeğeni Yusufhan aşireti reisi Kamber, Kureyşan aşireti reisi Seyit Hüseyin'in de aralarında bulunduğu on kişiyle birlikte asılmıştı. Bu, aynı zamanda 1937 harekâtının sonuydu. Başbakan İsmet İnönü, idamlar dolayısıyla yaptığı açıklamada, "Dersim meselesini ortadan kaldırdık, son verdik. Dersim müşkilesinden kurtulduk. Dersim'i her türlü askeri hareketlerle temizledik" diyordu. Ancak, "mesele" ortadan kalkmamıştı. 1938'e yine huzursuzluklarla girilmişti. Gazeteci Naşit Uluğ, şöyle anlatıyordu: "Azgınlık bu sefer Kalan mıntıkasında başladı. Kalanlılara bundan önce uslu oturduklarından dokunulmamıştı. Henüz imar ve temdin çalışmaları kendi bölgelerine erişmemiş olan Kalanlılar, ağaların ve Seyit'lerin tahrikine uyarak Diztaş karakoluna tecavüz ettiler. Kış gelmişti, dağlar karla örtülmüştü, yollar henüz bitirilmemişti, harekâta yazın devam edilmek üzere kış geçirildi. Havalar açılınca asker Kalan mıntıkasına girdi." Bir başka "bahar" Dersim'de yine hazırlık vardı. Yine bahar bekleniyordu. Ama bu kez hazırlıklar daha sistemli, tedbirler daha yoğundu. Başbakan da artık Celal Bayar'dı. Gerek 1937, gerekse 1938 harekâtını "yakinen" izleyen gazeteci Naşit Uluğ şunları aktarıyordu kitabında: "Kamutay 1938 yaz tatiline girerken o zamanki Başbakan Celal Bayar, iç meseleler arasında Dersim'e de temas ederek, 'Bu yıl Dersim denilen işi kat'i surette tasfiye etmek için devletin bir tedbiri daha olduğunu ve ordumuzun Dersim havalisinde vazife alacağını ve umumi bir tarama hareketiyle bu meseleyi kökünden söküp atacağını söylemişti." 1938 harekâtı için her şey hazırdı. Öyle ki, harekâtın artık basılı bir "kılavuz kitabı" bile vardı. 1938 yılında Elazığ Turan Matbaası'nda Tunceli Vali ve Kumandanlığı tarafından bastırılan kitapçığın adı şöyleydi: "Tunceli bölgesinde yapılan eşkıya takibi hareketleri, köy arama ve silah toplama işleri hakkında kılavuz." Dam nasıl yakılır? Kılavuz, bir tenkil hareketi için gerekli tüm bilgileri içeriyordu. Örneğin, "köyde eşkıya araması" bölümünün 6. maddesinde "Silah atan köy yakılmalıdır" denilirken, 7. maddesinde bu işin nasıl yapılacağı anlatılıyordu: "Damlar taş ve topraktan ibaret olup yalnız tavan ve direkleri ve ağaç dalları vardır. Bunları yakmak güçtür. Ancak dam üstünden bir kısım toprak atılarak ağaçlar meydana çıkarılır. Toplanacak odun ve çalılar burada yakılmak suretiyle bina ateşe verilir. Oda kapısından içeriye odun yığarak ateşleme sureti ile genişletilir." Kılavuzun "silah toplama" bölümünde de şu "bilgiler"e yer veriliyordu: "Silah teslime mecbur etmek için kadın ve çocukların toplanarak hükümete teslim edileceğini söylemek çok kere iyi netice verir. Bu gibilerin damlarını yakmak faydalıdır." O günleri yaşayanlardan Şükrü Baykara'nın "kıran kırana" diye tanımladığı bir çatışma başlamıştı artık Tunceli'de. Genelkurmay yayınında, bu çatışmalardan 21 Temmuz 1938 günü Laç deresi civarında cereyan edeni şöyle anlatılıyordu: "Haydutların sığındığı, ağızları mazgallı taş duvarlarla kapatılmış mağaralar, cesur askerlerimiz tarafından kuşatılmış, top ve makineli tüfek ateşinden başka 25'inci Alay'dan gönderilen istihkâm müfrezesi tarafından tahrip kalıpları atılmak suretiyle mağaralar tahrip edilerek içindekiler öldürülmüş, can havli ile dışarıya fırlayanlar da ateşle imha edilmişti. Böylece tarama sahası içindeki mağaralarda toplam olarak 216 haydut imha edilmiş, ayrıca 12 haydut cesedi Munzur suyu üzerinde görülmüştü." Genelkurmay yayınının bundan sonrasında tarihler, mevki isimleri ve ölü sayıları birbirini izliyordu: "Haydutlardan 20 kadar ceset... Tayyare filosunun bombalı taarruzunda haydutlardan 40'tan fazla zayiat... Kaçmak isteyen 49 kişinin imhası... Dört köyden 395 haydudun ölü olarak ele geçirilmesi..." Ve bir örnek: "Mameki Dağ Tugayı bölgesinde bir kuvvetimiz Çat Köyü'ne ateş baskını yaptı. Bu baskına haydutlar şiddetle karşı koydularsa da Çat Köyü'ndeki kalabalık, perişan bir halde bağrışma ve feryatlar içinde kaçıştılar. Bu müsademede haydutlar 15'i silahsız olmak üzere 70 kadardı. Müsademe sırasında 20 kadarı imha edildi." Doğal olarak raporlara, belgelere yalnızca rakamlar ve kuru bilgiler yansıyordu. 80 yaşındaki Menez Akkaya ise, Nokta'ya anlattıklarıyla canlı bir tablo çiziyordu: "Ben o zaman genç kızdım. Bizim köye askerler birkaç kez geldi gittiler. Bir şey yapmadılar bize. Türkçe bilmediğimiz için ne dediklerini anlamıyorduk. Daha sonra bir gün yine geldiler. Bütün köy halkını topladılar. 200-300 kişi vardı. Kadın, çoluk çocuk hepsi oradaydı. Hepimizi Değirmentaş'ın oraya götürdüler. Bize, silahlarımızı toplayıp serbest bırakacağız diyorlardı. Ama bizi çay kıyısına götürüp öldürdüler. Kocamı da öldürdüler. Biz üç kişi kurtulduk. Ben ağaca yapıştım, öyle kurtuldum. Günlerce aç susuz ölülerin yanında kaldık. Öyle olmuştu ki, korku diye bir şey kalmamıştı 1938 fırtınası Eylül sonunda diniyordu. Ardında binlerce ölü bırakarak. Genelkurmay yayınına bakılırsa, ölü sayısı 4 binden az değildi. Gerçi bu, Kurtuluş Savaşı boyunca 9 bin kişinin şehit olduğu düşünülünce oldukça büyük bir rakamdı, ama yine de "kesine yakın" olduğu söylenemezdi. Çünkü ölü sayıları genellikle yuvarlak hesaplarla veriliyor ve örneğin "tarama bölgesi içinden ölü ve diri 7954 kişi çıkarılmıştır" gibi, ölü sayısının bilinemeyeceği ifadeler kullanılıyordu. Aralarında, özel olarak gönderilen Muhafız Alayı'nın bulunduğu yaklaşık 50-60 bin kişilik askeri kuvvet artık çekilmeye başlamıştı, Tunceli'den. İsyan bitmiş, ölen ölmüştü. Kalan sağlar ise... Onlar için Bakanlar Kurulu, "Tunceli halkından ve yasak bölgelerin içinden ve dışından 5-7 bin kişinin Batı illerine nakil ve iskânı" kararını almıştı. Ve İngiltere'nin Trabzon Konsolosu, Dersim olaylarıyla ilgili olarak Ankara'daki Büyükelçiliği'ne gönderdiği son raporunu şu değerlendirmeyle sonuçlandırıyordu: "Artık söylenen şu: Türkiye'de Kürt sorunu bitmiştir." * Nokta Dergisinin 28 Haziran 1987 tarihli yıl 5, sayı 25'te "Dersim 1937-1938/ Yarım Yüzyıl Sonra" başlıklı dosyası Ayşenur Arslan, Hıdır Göktaş, Nadire Mater, Mahmut Övür ve Seral Özzeybek imzalarını taşıyor." -http://kurmesliler.com/index.php?option=com_content&view=article&id=887:dersimde-1937-1938de-ne-oldu-&catid=1:l-ve-lcelerimiz&Itemid=4-
-
Vaaaayyyy Ahmet Türk..neymişsin sen be abi..
Dersim'in bir internet sitesinde yazan Ali Haydar Gürbüz'in Izmir'de olan olaylari degerlendirmesi bizlere isik tutuyor. "İzmir’de Yükselen Duman Ali Haydar Gürbüz Bir önceki makalemde Sivas’da yükselen ve Türkiye’yi saran dumandan bahsetmiş Alevi Katliamları üzerinde kısmen durmuştum.22.11.2009 tarihinde Türkiye’nin en demokrat ili sayılan ve CHP’nin kalbi olan İzmir’de DTP konvoyuna yapılan saldırılar CHP ve yandaşlarının milliyetçi ruhlarını gizlemeden faşist ırkçı MHP ile birleştirerek DTP şahsında Kürt halkına karşı organize eylemler gerçekleştireceği ihtimalini sanırsam Türkiye tarihini bilen herkes görmüştür. Olayın olduğu yer bilinçli bir şekilde seçilmiş olay anı saldıranların MHP’nin işaretini(Kurt işareti) yaptıkları gözlemlenmiş ve olay sonrası bu grubun MHP ilçe binasında toplandığı görülmüştür.İzmir’in çok karmaşık bir kozmopolitik yapısının olduğunu herkes bilir,burada Kürt’lerle birlikte balkanlarda da göçmenlerin gelip yerleştiği bilinmektedir.DTP yetkililerinin barış sürecini Türkiye’nin hertarafına yayma ve bu çalışmalardaki samimiyetlerini belirleme noktasındaki girişimlerine salıdırılar organize ederek karşı çıkmaya çalışan faşist güçler aralarında kadın ve çocuklarında bulunduğu halktan kesimleri örgütleyerek bu emellerini gerçekleştirmeye barış sürecini engellemeye ve burjuva basınıylada bu saldırıları “Vatandaş”kavramına sığdırarak lanse etmeye yutturmaya çalışmaktadırlar. İzmir’de yakın geçmişte ırkçı çalışmalarıyla tanınan bir dernek olan TTBD(Türkçü Toplumcu Budun Derneği) bu anlamda bir kaç kampanya düzenlemişti. Söz konusu dernek “Kürt Nüfus artışı Durdurulsun” başlıklı kampanyalar düzenlemişti. Üstelik bu kampanyalar kapsamında, kent merkezlerinde de imza standları açılmasına ve bildiriler dağıtılmasına izin verilmişti. Dağıtılan bildirilerde şu ifadeler yer almıştı: “Ey Türk kadın ve erkeği! Türkçülük için bir çocuk daha yap. Çünkü sen azalıyorsun, hainler, kapkaççılar, uyuşturucu satıcıları çoğalıyor... Biz Kürt ve Çingene çetelerine ve yobazlara hak ettiği cevabı verecek Türkçü Toplumcu Buduncularız.”Bu kuruma TC Güvenlik güçleri tarafından herhangi bir yasakda getirilmemişti.Irkçı ve şoven çalışmalarını sürdüren bu ve buna benzer derneklerin gelinen aşamada iki toplum arasında çok büyük tehlikeler yarattığını bu derneklerin saldırılarına önlem alınmadığı koşullarda bunlara benzer karşı saldırılarında yoğunlaşacağı ve Türkiye’nin büyük bir iç çatışmanın eşiğine geleceğini şimdiden görmek mümkün.Bu ve buna benzer faşist ırkçı derneklerin saldırılarına her zaman olduğu gibi bu dönemlerdede polis sessiz kalacak ve muhtemelen seyredecektir.Dolayısıyla önceki gün İzmir’de yaşanılan olayın benzerleri ileriki günlerde daha çok tekararlanacak gibi,DTP ve Kürt vatandaşlar hertürlü saldırı ve hakaretlere kendilerini hazırlamalı sabırla barış çalışmalarını sürdürmeleri gerekmektedir.Bu anlamada özellikle bu süreçte bütün devrimci demokrat ve aydın tabakanın DTP’ nin yanında olması onlara güç katması ve sahiplenmesi olası saldırılara karşı durmaları gerekmektedir. Barış görüşmelerinin tıkandığı anda Çatışmaların kaçınılmaz olduğu ve çıkacak bu çatışmalarda yine yoksul halkların zarar göreceği gerçeğini Kürt ve Türk halkları asla yüreklerinde ve akıllarında çıkarmamalılar.Bu saldırılarda rant elde etmeye çalışan faşist ırkçı güçlerin oyunlarına alet olmamalılar.Birlikte bir barışın ve yaşamın fırsatlarının oluştuğu bu dönemde provakatif eylemlere gelmemenin gayreti içerisinde olunmalı. DTP’nin geçtiği her sokakta evlerinin balkonlarında devasa Türk Bayrakları açan bu topluluğu yönlendirenler acaba bu eylem biçimleriyle ülkeyi bölmüş olmuyorlar mı? Bilerek bölmeye doğru götürmüyorlar mı? Bir Kürt olarak ben, bu bayrakları gördüğümde ve bu bayrakların benim gibi Kürt olan fakat bu ülkede kardeşçe yaşamı tercih eden ve bu nedenle barış çabası içerisinde olan gruplara karşı kullanılmasını tam anlamıyla düşmanca bir tutum olarak değerlendiriyor barış çabalarının bu gidişle bir kaç adım sonra bitebileceğini düşünüyorum.Bakın bu saldırıyı Libya’ya hareki öncesi TC Başbakanı Erdoğan nasıl değerlendirmiş veya tepki göstermiş: “Bir defa burada bir siyasi partinin toplantısı mıdır ve bir siyasi partinin lideri mi orada bir parti etkinliği yapacak? Yoksa terör örgütü mü orada bir toplantı yapacak? Eğer bir partinin otobüsünde veya konvoyunun içinde terör örgütünün bayrakları olursa, bölücü terörist başının posterleri olursa buna tabii ki sıcak bakmak mümkün değildir.”konuyla ilgili araştırmaların yapılacağını ve savcıların harekete geçeceğini blirtiyor, burada DTP’lileri suçlayan Erdoğan olayı yaratanlarında kimler olduğunu biliyor fakat onlara karşı nedense sesi kısık kalıyor, onları haklı gösteriri gibi kelimeler ve yaklaşımlar sergiliyor,şayet bir Başbakan ülkesinin bütün vatandaşlarını aynı görecekse,biz bu ülkede barış istiyoruz,eşitlik istiyoruz söylemlerinde samimi ve gerçekçi ise savaşı isteyeni değil barışı isteyeni daha sesli bir şekilde savunması ve koruması gerekiyor.Yandaş ve yandaş olmama arasındaki fark burda olsa gerek.Bunu gösterecek cesareti olmayan bir lider ülkeyi kaosa sürüklemekten başka bir meziyete sahip olamaz,gösteriş siyaseti ile bu meselelerin içinde çıkılmaz,bizde bir deyim var belki biraz kumardır(iki olasılıklı başka seçenek yok)) ama oynak bir yanı yoktur. “ya hero ya mero”bunun ortası yoktur,ya tam anlamıyla barış yada savaşa ve ayrışmaya devam....Umarım İzmir’de yükselen duman Amed’in barişa akan umuduyla söner gider. Ali Haydar GÜRBÜZ" -http://kurmesliler.de/index.php?option=com_content&view=article&id=912:zmirde-yuekselen-duman&catid=6:ali-haydar-guerbuez&Itemid=340-
-
CHP ve MHP'YE SORUYORUM, SIZ NE YAPTINIZ ALEVILER ICIN?
1980 öncesini yasayanlar cok iyi bilirler MHP ve onun genclik örgütü olan ülkü ocaklari mensuplari birakin Alevi vatandaslarin haklarini savunmalarini onlara saygilari dahi yokru. Corum ve Maras olaylari güzel bir örnektir. Aleviler hakkinda agiza alinmayacak küfür söylerlerdi. Simdi de kalkmislar AKP'ye Alevilerin hakkini verme dersi veriyorlar. CHP desen daha da beter. Aleviler ve Kürt vatandaslari onlar icin 1980 öncesi garantinin ötesinde iktidara tasiyan kitlelerdi. Maras ve Corum olaylari nedense CHP bastayken olmustu ve hic bir destek gelmemisti, aynen Sivas'ta yasanilan gibi. Yani kendi secmenini sirtindan hancerleyen tek parti CHP desek yanlis olmaz galiba.
-
Vaaaayyyy Ahmet Türk..neymişsin sen be abi..
Onlari o noktaya itenlerin haksiz oldugunu devamli dile getirdik bu ortamda. Bu noktaya getirenler hala 85 yildir sorunlarimizi inkar edenlerdir. Atatürk konusuna gelince söylediginiz gibi baslik acilirsa seve seve tartisiriz.
-
Vaaaayyyy Ahmet Türk..neymişsin sen be abi..
Söyle detayli bir elestirinizi görmedik. Ama elestirilebilir demeiniz dahi biraz umut veriyor.
-
Vaaaayyyy Ahmet Türk..neymişsin sen be abi..
Yanlis düsünüyorsunuz? Bunlar her dönem vardi ve bazi siyasi gücler tarafindan devamli kasinmistir. 80 öncesi benzeri olaylar CHP'li genclerin basina geliyordu, simdi ise Kürt vatandaslarimizin. Bakalim yarin kimi taslayacaklar acaba. Sanki 30 yildir savasin sorumlulari Canakkale'de yasayan Kürt vatandaslarimiz. Gercekten duyarli ise o toplum önce 30 yildir cözümsüzlük icin ugrasan devlet yetkililerine kinlerini döksünler. Nazi'ler de Yahudi'eri taslarken benzeri iddaalarda bulunmuslardi. Irkcilar icin kendilerinden olmayani taslamak icin nedenden cok ne varki.
-
MOSSAD ve KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ
Hic bir Türk Türk olmasindan rahatsiz olmaz tabiiki, tabii irkcilik anlaminda söylenmedigi sürece. Ama Türk olmayanida zorla sen Türksün dedirtirsek herhalde rahatsiz olacaktir, olmayandan zaten süphelenirim. Siz neden ülkemizdeki Seyhlerin, yani dini yobazlarin insanlarimiz üzerindeki etkisini asiret reislerinin Kürt'ler üzerindeki etkisi kadar incelemiyorsun? Bir cok bölgelerde secimler ve diger kararlar bu seyhlerin tahlilleri dogrultusunda yapilmiyormu? Birakin artik sadece Kürt vatandaslarimizi burada gelismemis olarak göstermeyi. Önce kendimizi düzeltelim. Tüm siyasi partilerin delege adaylari ve milletvekili adaylari sadece bir kisinin agzindan cikacak cevaba göre belirleniyor, o kiside partinin genel baskani. Bakin belediye secimlerinde adaylar nasil belirleniyor. Gene cogu bölgelerde Seyhlerin rizasi alinmadan ne milletvekili olabilirsin ne de partye oy verebilirsin. Cok yükseklerden ucmamamiz gerekir, cünki kanatsiz ucuyoruz ve küt diye kafa üstü yere cakiliriz.
-
Vaaaayyyy Ahmet Türk..neymişsin sen be abi..
"Türklerin, Kürdistan ve Ermenistan denilen COĞRAFİ bölgeleri, Tarihte siyasi ve toplumsal olarak kapsadığıdır." derken Türkler olarak kimleri kast ediyorsunuz?
-
Vaaaayyyy Ahmet Türk..neymişsin sen be abi..
Marx ve Engels icin önerinizi neden Atatürk icin de yapmiyorsunuz? Marx ve Engels bugünün gercekleriyle yasamadida Atatürk'mü yasadi?
-
Vaaaayyyy Ahmet Türk..neymişsin sen be abi..
Bakin önceleri daha neler iddaa edilmisti. Sanki kan davasi sadece Kürt vatandaslarin arasinda var. Efendim neymis Kürt'ler kiz cocuklarini okula göndermiyorlarmis. Bunu iddaa etmekte irkciligin cok güzel bir örnegidir. Evet ülkemizde gecmis dönemelerden günümüze kadar belirli cevreler tarafindan kiz cocuklari okula gönderilmiyor, ama bunlar Kürt'ler degil, bagnaz ve seriatci düsünceye sahip kendilerini müslüman olarak tanimlayan herkes, yani Kürd'ü, Türk'ü, Cerkez'i, Laz'i,... hepsi var. Baska bir irkcikta, neymis efendim Kürt vatandaslar oy verirken Sehylerinin gözlerine bakiyorlarmis. Sanki Türkiye'de Türk bölgelerinde durum degisik. Sivas'ta Büyük Birlik Partisi oylari nasil aliyor dersiniz? Sivas'in seriatci seylerinin gözlerine bakarak oy veren vatandaslardan alarak. Milletvekili adaylari ve belediye baskani adaylari nasil seciliyor acaba? Her aday genel baskaninin dudaklarina bakmiyormu? Bunlar geri kalmislik olmuyor veya görmüyoruz, ama Kürt vatandaslarimiza at gözlerle bakiyoruz. Örnekleri o kadar cogaltabilirizki saymakla bitiremeyiz.
-
"VATANSEVER" TÜRK EVLATLARININ ASKERLIKTEN KACIS ÖRNEKLERI
Ülkemizde genelde topluma "her Türk asker dogar" düsüncesi asilanir, askere gitmeyen erkekten sayilmaz ve gitmek istemeyende derhal vatanhaini ilan edilir. Ama her ne hikmetse tanidik bir cok siyasi, futbolcu, sanatci, fabrikatör, gazeteci, ..... "vatanperverler" konu kendilerinin askerligi oldugunda her türlü entrikalara basvurarak ya askerli apmiyorlar yada herhangi bir sekilde parayla yapiyorlar. Ben bir örnekle basliyorum, diger "vatanperver" asker kacaklarini bilenler eklesin lütfen. "Alişan'ın askerlik oyunu 2008'de 3. Lig dışında top koşturan profesyonel futbolculara 38 yaşına kadar askerliklerini tecil imkânı veren yasadan faydalanmak için 2. Lig'den Tepecikspor'la sözleşme imzaladı. Hem de üstüne transfer parası ödeyerek! Ancak 'sabah şekeri' Alişan, bu seneki 14 maçta bir kere bile forma giymedi. 33 yaşında olmasına rağmen hâlâ askerliğini yapmaması tartışma konusu olan ve hakkında Facebook'ta "Alişan askere gitsin" diye gruplar oluşturulan şarkıcı Alişan'ı futbol aşkı sardı. îlk olarak iki yıl önce askerden kaçmakla suçlanan genç şarkıcının 2008'de değişen askerlik kanununun hemen ardından "yeşil sahalara" apar topar döndüğü ortaya çıktı. İşte Alişan'ın "ilginç" futbol kariyeri: TAKIMI KÜME DÜŞTÜ! Alişan, futbol hayatına 1999'da Edirne'nin amatör takımlarından Osmanlıspor'da başladı. 2002'ye kadar amatör olarak oynayan Alişan, futbola 6 yıl ara verdi. Ancak "2010'da askerim" diyen Alişan'ın planlarını değiştiren 2008'de revizyona uğrayan Askerlik Kanunu oldu. Yeni düzenlemeyle, Süper Lig, Bank Asya 1. Lig ve TFF 2. Lig'de yer alan takımların kadrolarında bulunan profesyonel futbolcuların 38 yaşına kadar askerliğini tecil edebileceklerine karar verildi. Bu karardan sadece 6 ay sonra Alişan, İstanbul Amatör Küme takımlarından Şişli'nin Rıfat Paşa Takımı'na transfer oldu. Bu da yetmeyince Alişan üç ay sonra Trabzon'un TFF İkinci Lig'de mücadele eden Arsinspor takımıyla anlaştı. Burada profesyonel oldu. Ancak talihsizlikler "genç sporcunun" yakasını bırakmadı. Arsinspor küme düştü! 12 MAÇTA OYNAMASI ŞART Bunun üzerine Alişan, yasadan faydalanmak için TFF İkinci Lig'e yükselen İstanbul'un Büyükçekmece îlçesi'ne bağlı Tepecikspor'a 'transfer oldu.' Üstelik transferde bir ilke imza atarak... Alişan, Tepecikspor'dan transfer parası almadı, forma giyebilmek için üstüne para verdi. Alişan, başkanlığını Trabzonlu işadamı Temel Eyüboğlu'nun yaptığı kulüple yaptığı transfer görüşmesinde, kadroya girmesi halinde sezon başında Bolu'da yapılan hazırlık kampının masraflarını ve iki maçın galibiyet primlerini ödemeyi vaat etti. Yasaya göre Alişan'ın 36 maçtan en az 12'sinde forma giymesi gerekiyor. Ancak Alişan bu seneki 14 maçta bir dakika bile forma giymedi. Alişan 22 Temmuz'da Tepecikspor'u ziyaret etmişti. Görüşmenin nedenini soran gazetecilere ise "Tepecik Stadı'nda düzenlemeyi düşündüğüm konserin detaylarını konuştuk" yanıtını vermişti. (Gazete Habertürk)" -http://www.milliyet.com.tr/Yasam/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&KategoriID=15&ArticleID=1166653&Date=26.11.2009&b=Alisanin%20askerlik%20oyunu-
-
Vaaaayyyy Ahmet Türk..neymişsin sen be abi..
Izmir'de yasanan fasist saldiriya kilif arayanlar ve mesru göstermeye calisanlar 1980 önceside benzeri provakasyonlari yapiyorlardi. Izmir'de sonra Canakkale'nin Bayramic ilcesinde Kürt vatandaslara karsi irkci söylemlerle eylem yapanlar evleri tasladilar. Bunlari yapanlarin tümü bizlere demokrasi dersi verenler, hak ve hukukutan bahseden ama kendi dostlari iceride oldugu icinde ülkemizde hukukun olmadigini ve insanlarin yargisiz infaz yapilarak sucsuz yere tutuklu olduklarini iddaa edenler. ne kadar demokrasiye saygili olduklari ve hukukun üstünlügünü kabul ettikleri yapmis olduklari eylemlerle göz ününde. Bu zihniyetin yakin bir zamanda baska sehir ve kasabalarda kendi görüslerine uygun insanlara karsi benzeri eylemler yapildiginda neler diyeceklerini merakla bekliyorum. Umarim misilleme olmaz ama malesef bu gidisle olacaga benziyor. "Bayramiç'te gergin gece... Fatih DALDAL/BAYRAMİÇ (Çanakkale), (DHA) ÇANAKKALE'nin Bayramiç İlçesi'nde, kız meselesi yüzünden yaşanan kavgayı ayırmak üzere olay yerine gelen polislere, kavgaya karışan Kürt gençlerin direndiğini gören ilçe sakinleri galeyana gelip İlçe Emniyet Müdürlüğü önünde toplanmaya başladı. Gençlerin ağırlıkta olduğu 2 bin 500 kişilik grup, önce kavgaya karıştığı için gözaltına alınan Kürt gençlerinin kendilerine verilmesini istedi. Ardından da Kürtler'in yoğun yaşadığı mahalleye doğru yürüyüşe geçip, ‘Kürtler dışarı’ diye slogan atarak bazı evleri taşladı. Olaylar, polis ve jandarma tarafından güçlükle yatıştırıldı. Bayramiç İlçesi'nde saat 21.00 sıralarında kapalı Pazar yerinde Taner Demir, Timur Özkan ve Mehmet Başaran isimli üç Kürt genci ile Bayramiçli Mehmet Kapıcıoğlu kız meselesi nedeniyle tartışmaya başladı. Çevredekilerin ihbarı üzerine polis ekipleri olay yerine geldi. Kavgayı ayırmak isteyen polisler Taner Demir ve Timur Özkan’ın mukavemetiyle karşılaştı. Gençler, güçlükle polis otosuna bindirilirken, kavganın yaşandığı olay yerine yakın kahvelerin önünde oturan Bayramiçliler, olaya öfkelenerek tepki göstermeye başladı. Emniyet Müdürülğüne götürülen kavgacı gençler, karakolda sorguya alındığı sırada, kısa sürede yüzlerce Bayramiçli de toplanıp, Emniyet Müdürlüğü önüne geldi. Polise zorluk çıkaran gençlere tepki gösteren Bayramiçliler, polis merkezinin kapılarını zorlayıp, kavga çıkaran Kürt kökenli kişileri protosta etti. ‘Kürtler dışarı’ şeklirnde salgon atıp, tekbir getiren grup, daha sonra da ‘Şehitler ölmez, vatan bölümez’ slagonu atmaya başladı. Yüzlerce kişiyle başlayan protosto, ilerleyen dakikalarda Emniyet Müdürlüğü'nün önüne yürüyerek gelen başka guruplarla birlikte yaklaşık 2 bin 500 kişinin toplanmasına neden oldu. Bayramiç Polisi, kalabalığı dağıtmakta yetersiz kalınca İlçe Jandarma Komutanlığı'ndan takviye geldi. İlçeye, Çanakkale Emniyet Müdürülğü'nden de takviye olarak, 50 kişilik Çevik Kuvvet Polisi çağrıldı. Olayların büyümemesi için polis ve jandarnma büyük çaba gösterdi. Bayramiç Kaymakamı Şahin Arslan ve Belediye Başkan Yardımcısı Ergün Tüzgen, vatandaşları sağ duyuya davet zetti. Kalabalık, Kürt kökenli vatandaşlyarın oturduğu evlere taşlı saldırıda bulundu. Harmancık bölgesinde gerçekleşen bu saldırı sırasında, Kürt kökenli vatandayşların evlerinden taşlı sbaldırıya av tüfekleri ile cevap geldi. Bu da, protestocuları galeyana getirdi. Kaymakam ve belediye başkan yardımcısının yoğun çabası ile olaylar saat 00.30 saralarında yatıştı. Topluluk, polis ve jandarmanın da gayretiyle dağıldı."
-
Vaaaayyyy Ahmet Türk..neymişsin sen be abi..
Madem tuzu kurulardan bahsediyorsunuz neden sadece Ahmet Türk'ü gürüyorsunuz? Yokmu baska tuzu kurular? Daha yakin gecmise kadar onlarca yüzlerce insanin katlinden sorumlular günümüzde en vatanperver ve demokratlar. 1980 öncesi olanlari, dönemin aktörlerini ve yaptiklarini ve günümüzde hangi pozisyonlarda olduklarini ve insanhaklari konusunda, demokrasi konusunda bizlere nasil ders verdiklerini irdeleyin derim. Ahmet Türk'ten baska tuzu kurulari göremiyorsak kendi tuzumuz kuru derim.
-
Vaaaayyyy Ahmet Türk..neymişsin sen be abi..
Izmir'de yasanan olay ülkemizde ilk degil. 1980 öncesi Türkiye'de CHP bazi sehirlerde DTP'nin Izmir'de yasadiklarini aynen yasiyordu. O dönemler CHP bazilari tarafindan aynen günümüzün DTP'si gibi vatanhaini ve bölücü olarak gösterilip güclerinin yettigi yerde tasliyorlardi, dövüyorlardi. O saldirilar Ahmet Türk'ün Izmir olayi hakkindaki acikladigi gibi kinaniyor ve "fasit saldiri" olarak görülüyordu. Her ne hikmetse 1980 öncesinin "vatanhainleri" ve "vatanperverleri" simdi ayni saflarda mücadele ediyorlar ve 1980 öncesi saldirilara benzerini günümüzde ortaklasa tekrarliyorlar. Ilginc olani, kendilerine yapilirken derhal "fasist saldiri" olarak niteleyenler simdi nedense ayni saldiri baskasina, hele hele o baskasi birde DTP ise, hicte "fasit saldiri" olmuyor. Halk tepkisiymis. 1980 de mesela Yozgat'ta CHP konvoyu taslanirken halk tepkisi olmuyor, "fasist saldiri" oluyor, ama 2009 Izmir'deki benzeri saldiri "halk tepkisi" oluyor. Insan biraz gecmisine bakarak yorum yapmali. Beyler neydik ne olmusuz? Ben sahsen bu hale gelenlere aciyorum. Saldirganligi mesru göstermek icin her olanaklarimizi ve kinlerimizi seferber ediyoruz. Izmir'de yasananlarin cezasini üzülerek söylüyorum tüm Türkiye cekecege benziyor. Demokratik yoldan protesto yerine yargisiz infaz ve linc girisimleri basliyor. Ahmet Türk'ün ailesi asiretmis, kan davasi gütmüs, yok efendim Izmir'de villasi varmis,.... Ve bunlar bizim insanlara tasla sopayla saldirmalari icin bir kilif oluyor. Halimize aciyorum, baska diyecek laf bulamiyorum.
-
Vaaaayyyy Ahmet Türk..neymişsin sen be abi..
Izmir'de yasananlar ile yukaridaki Ahmet Türk ve ailesi hakkinda yazilanlarin ne alakasi var? Izmir'de yanilanin ismini siz koyarmisiniz?
-
DERSİM-iz Öymen
O halde sorun yok. Bazilarida önüne geleni Türk ilan ediyor, bu nasil yanlissa Dersimli'leri onlarin adina tarif etmekte yanlis. Bazi Cerkez'imiz, Laz'imiz, Gürcü'müz de kendilerini Türk saniyorlar, birakin sansinlar, hic kimseyi rahatsiz etmiyor.
-
DERSİM-iz Öymen
Cevdet Akbay Dersim katliaminin nasil gelistigini söyle anlatiyor; "Dersim Katliamı’nın Özeti: “Eyvo, Zılumo, Qetlıyamo!” (1) 23 Nov, 2009 09:00:00 Cevdet Akbay Yazı boyutu "(Kemal), önünde diz çökmedim ya, bu da sana dert olsun!” Kemalist rejimin entrikalarını bilmeden Cumhuriyet tarihindeki gelişmeleri doğru okuyamayız. Şehit Seyit Rıza, “Senin hile ve yalanlarınla baş edemedim, bu bana dert oldu; önünde diz çökmedim ya, bu da sana dert olsun!” diyerek rejimin önde gelenleri olan Mustafa Kemal (Atatürk) ve onun uysal tetikçileri olan Mustafa İsmet (İnönü) ve Mustafa Fevzi’nin (Çakmak) hile ve entrikalarına dikkatlerimizi çekmek istiyor aslında. -------------------------xxx-------------------- Dersim Katliamı’nın Özeti: “Eyvo, Zılumo, Qetlıyamo!” (1) Tek Parti Diktatörlüğü’nün günah defteri çok kabarık; katliamlarla, siyasi cinayetlerle, entrika ve hilelerle doludur. Üstü, yasaklarla, resmi yalan ve propagandalarla örtülen bu karanlık tarihe yakından bakıldığında, insanlığımızdan utandıracak, masum ve mazlumların sefalet ve ızdırapları, kan ve göz yaşları görülür; oradan göklere yükselen feryat figanlara çiğer dayanmaz. Dünyanın değişmesiyle birlikte değişen Türkiye’de hakikatleri perdeleyen zulümat perdeleri yırtılıyor artık. Şimdiye kadar acılarını göz yaşlarıyla yoğurup içine dökenler, sesli olarak ağlamaya, zulüm rejiminden hesap sormaya başladılar. Hesap sormaya devam edecekler, etmelidirler de. Kaderin bir cilvesi olsa gerek, bu korku imparatorluğunun tekrar sorgulanmasına CHP mensupları sebep oldular. İstedikleri için veya bilerek değil elbet, Meclis’te müzakere edilen Kürd Sorunu’nu kökten halletmek için, bilinç altında itina ile sakladıkları, zulümle yoğrulmuş tarihlerinin övünç kaynağı olarak gördükleri Dersim Katliamı’nı örnek olarak sudukları için. Kendi marifetleri olan Kürd Sorunu’nun barışçıl yollarla çözülmesi rahatsız ediyor onları. Burunları kan kokusuna, kulakları ağlayan anaların seslerine alışmış, bundan zevk alıyorlar herhalde. Son 25 senedir devam eden, onbinlerce insanın hayatına malolan, yüzbinlerce anayı ağlatan bu kirli savaşta onların payına ağlamak düşmedi hiç; çünkü evlatlarının yolu turist olarak dahi olsun çatışmaların olduğu bölgelere düşmedi. Değil evladını kurban vermek, bu kirli savaşta süs köpeklerinin kılları bile kirlenseydi bu lanetli savaşı durdurmak için harekete geçer; “Ne olmuş yani, varsın analar ağlamaya devam etsin!” diyecek kadar seviyesizleşmezlerdi. Ağlayan kendi anaları değil, evlatları güvende olduğu için kendileri de ağlamak nedir bilmezler. Savaş devam etmiş, evlatlar ölmüş, analar ağlamış, bu tuzu kuru beyefendilerin umurunda bile değil! Şahip oldukları herşeyini Dersim Katliamı’nı gerçekleştirenlere borçlu olan bu insanlardan, oturup Dersim’de katledilen masum ve mazlumlar için ağlamasını bekleyemeyiz elbet. Onlardan böyle birşey beklemek saflık olur. Onlar elbette ki döktükleri kanlarla övünecekler, hakikatleri çarpıtacaklar, bizi işledikleri cinayetlerde haklılı olduklarına inandırmaya çalışacaklar. Türkiye Cumhuriyeti tarihin en kanlı katliamlarından olan Dersim Katliamı’nı bize “Dersim İsyanı” olarak öğrettiler. Bunu bize, “İsyan eden varsa elbette ki başı ezilecektir” dedirtmek, masum ve mazlum Dersimlilerin katledilişini normal ve sıradan bir şeymiş gibi göstermek için yaptılar. İnsanlarımız rejimin insafsız yalanlarına, resmi propagandalarına itibar etmiyorlar artık, çünkü kendi gerçek tarihlerini kendileri yazıyorlar. Bizim gerçek tarihimizde “Dersim İsyanı” olmadığı gibi “Seyh Said İsyanı” da yoktur. Bunu M. Kemal’e düşmanlıktan dolayı söylemiyorum (kimseye düşman değilim), işkembeden de atmıyorum. Olayları tahlil ettiğimizde bunu görüyoruz. Mesela, Tek Parti Dönemi uzmanlarından olan tarihçi Prof. Dr. Mete Tuncay söyle der: “Atatürk dönemindeki ayaklanmalara karşı yapılanların hepsine tedip deniyor. Edebe getirme yani bastırma. Ama bir isyan yok. Bir çok yerde ‘ola ki bunlar ayaklanır’ diye önleyici tedbir alınıyor (http://www.stargazete.com/politika/ataturk-un-abartilmasinda-kendisinin-de-gunahi-var-haber-227259.htm). Yani, Kemalist rejimin amacı Kürdleri ortadan kaldırabildiği kadar yok etmek, gerisini de asimile etmektir. Dersim Katliamı tarihine bakılırsa, aynen öyle de yaptılar. Sadece Seyh Said ve Dersim Katliamları degil, İzmir Suikastı, Menemen Olayı da yoktur… Bütün bunlar, muhalefeti sindirerek rejimin varlığını devam ettirebilmek için despot Kemalistlerin kurduğu entrikalar, ayak oyunları, hilelerdir. Masum ve mazlum halka karşı uyguladıkları psikolojik harplerdir. Kemalist rejimin entrikalarını bilmeden Cumhuriyet tarihindeki gelişmeleri doğru okuyamayız. Şehit Seyit Rıza, “Senin hile ve yalanlarınla baş edemedim, bu bana dert oldu; önünde diz çökmedim ya, bu da sana dert olsun!” diyerek rejimin önde gelenleri olan Mustafa Kemal (Atatürk) ve onun uysal tetikçileri olan Mustafa İsmet (İnönü) ve Mustafa Fevzi’nin (Çakmak) hile ve entrikalarına dikkatlerimizi çekmek istiyor aslında. Bediüzzaman Said Nursi’nin, Cumhuriyet döneminde halkın karşı karşıya kaldığı bütün olumsuzlukların günahını bu üç Mustafa’nın boynuna asması, herşeyden onları sorumlu tutması dikkat çekicidir. Dersim Katliamı’na gelmeden önce Şehit Seyit Rıza’nın dikkatlerimizi çekmek istediği rejimin önde gelenlerinin “Hile ve yalanları”ndan birkaç tanesini hatırlatmakta fayda görüyorum. Mustafa Kemal ve avanesinin, Dersim Katliamı’ndan önceki hile ve entrikalarını gördükten sonra 1937 ve 1938’de gerçekleşen Dersim Katliamı’nın çeşitli hile ve yalanlar silsilesinden sonra gerçekleştiğini çok açık olarak göreceğiz. Cumhuriyet’in ilk başlarında, hatta ondan önce öyle çok hile ve yalan var ki, hepsini ele almak mümkün değil. Onun yerine, Onur Öymen’in hedef aldığı Kürd Sorunu ile yakından ilişkili olan ve resmi tarihin bize “Şeyh Said İsyanı” olarak kabul ettirmeye çalıştığı hile ve yalandan başlamak istiyorum. Resmi tarih, suçsuz yere katledilen masum ve mazlum Kürdleri kana susamış canavarlar olarak gösteren çok dramatik hikaye ve yalanlarla doludur. Hakikatlerden bihaber iseniz ve vicdanınızda da hafif bir arıza varsa, “Hak etmiş asiler” demekten kendinizi alamazsınız. Resmi safsataları, palavraları tekrarlayıp zihinleri bulandırmak istemiyorum. Yukarıda da yazdığım gibi, gerçekte Cumhuriyet tarihinde “Şeyh Said İsyanı” diye birşey yoktur; onlarca mazlumun idamı, binlerce masumun katlı ile neticelenen, isyan süsü verilmiş büyük bir hile ve yalan vardır. Dersim Katliamı ve diğer bütün entrikalarda olduğu gibi, bu hile ve yalanın da fikir babası M. Kemal’dir. Uygulayıcıları ise Mustafa İsmet (daha sonra başbakanlık görevine getirilse de gayri resmi olarak planın bir parçasıydı) ve Mustafa Fevzi’dir. Mustafa Kemal, ömrü boyunca makam, mevki ve sevet için mücadele etmiş, Cumhuriyet’i de makam aracı ve gelir kapısı olarak görmüş birisidir. Ona tabi olanlar farklı düşünebilir ama öğrendiğim M. Kemal’i şahsen ben öyle görüyorum. Büyük entrika ve hilelerle elde ettiği “Ekmek teknesı”ni başkasına kaptırmamak için de her yolu mübah saymış, en büyük fedakarlıklarda bulunmuş silah arkadaşlarının ayaklarını kaydırmaktan çekinmemiş, en yakın arkadaşlarını bile gözünü kırpmadan idam ettirmiştir. Makam onun için “herşey” olduğu için, onu elde etmek için her yolu mübah görmüştür. Mesela, sırf Harbiye Nazırı olabilmek için Padişah Vahdettin’in kızıyla evlenmek istediğine şahit oluyoruz. Padişah’a düşmanlığının asıl sebebi, kafası karışık Kemalistlerin iddia ettiği gibi Padişah’ın İngilizlerle işbirliği veya vatanı satması değil (her iki iddia da Kemalist rejimin malum yalanlarındandır), kızını vermeyerek bu makama gelmesine engel olmasıdır. Makam hırsı yüzünden işgal gücü İngilizlere iş başvurusunda bulunduğuna da şahit oluyoruz (makam hırsı, insanlara onur kırıcı şeyler de yaptırıyor, görüldüğü gibi). Herkesi emperyalist olarak gören ulusalcı Kemalistler, Mustaaf Kemal’in, Daily Mail gazetesi muhabiri G. Ward Price’ın aracılığıyla işgalci İngilizlerden valilik talebinde bulunmasına ne derler acaba? Lord Kinross’un, Necdet Sander tarafından Türkçe’ye çevrilen “Atatürk: Bir Milletin Yeniden Doğuşu” adlı kitabın “İmparatorluğun paylaşımı” başlıklı bölümünden okuyalım: “Mustafa Kemal, Fransızların ülke içine sokulmalarına karşıydı. Halk, belki bir İngiliz yönetimini daha az güçlükle hazmedebilirdi. ‘Eğer İngilizler Anadolu’da sorumluluğu üzerlerine almak niyetindeyseler tecrübeli valilere ihtiyaçları olacaktır,’ dedi. ‘Bu sıfatla yardımımı arzedebileceğim bir makamla temasa geçmek isterdim.’ Ward Price, gizli servisteki albaya bu konuşmayı anlattı. Albay bunun üzerinde durmayarak, ‘Yakında iş isteyen daha bir sürü Türk generali çıkacak,’ dedi.” Harbiye Nazırlığı makamını vermeyen Padişah Vahdettin’e düşman olan Mustafa Kemal, “Müstemleke valiliği” makamını vermeyen İngilizlere fazla düşmanlık beslemedi, hatta vefatına kadar İngilizlerle çok sıcak bir ilişki içinde bulundu. Çankaya’ya en yakın büyük elçilik binası İngilizlerindi; İngiliz elçileriyle sabahlara kadar poker oynayıp eglendiği bilinir? Neden acaba? İngilizler, valilik yerine daha büyük bir makamın kapısını açtıkları için olabilir mi acaba? Ben şahsen öyle olduğuna inanırım. Ta İstanbul’dan Anadolu’ya geçişi İngilizlerin tavsiyesi ve teşfiğiyle oldu; Cumhurbaşkanlığı yolunun da İngilizlerin yardımıyla açıldığına inanırım. M. Kemal ve avanesinin başvurduğu çok etkili bir hile ve yalan da, Padişah Vahdettin’den Şeyh Said’e kadar hemen hemen bütün muhalifleri “İngiliz ajanı” olmakla suçlamasıdır. Bu hile ve yalanla M. Kemal’in İngiliz ajanlığını dikkatlerden kaçırmaya çalışıyorlar elbet. Bu konuyla iliskili olarak Taraf Gazetesi’nden Ayse Hur’un su dikkat cekici ifadelerini de paylasmak istiyorum (http://taraf.com.tr/makale/8651.htm): “5 Haziran 1925 tarihinde Britanya İmparatorluğu ve Türkiye arasında imzalanan bir antlaşma uyarınca, İstanbul’daki İngiliz Askerî Ataşesi Binbaşı R. E. Harene ile İtalyan Ataşesi Deniz Yarbayı Neyroni’den oluşan bir ekip Türk Hava Kuvvetleri’ni yetkinleştirmek için bir dizi rapor hazırlamışlardı. (Resmi tarihe göre Şeyh Said İsyanı’nın arkasında Britanya’nın olduğu söylendiği halde, Türkiye’nin isyan sürerken, Türk Hava Kuvvetleri’ni geliştirmek için Britanya ile askerî işbirliği yapmasının ne anlama geldiğinin yorumunu okurlara bırakıyorum.) (…)Türk Hava Kuvvetleri’nin uçakları ilk olarak 1927 yılı sonbaharında, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Abdürrahim’in güçlerine karşı kullanıldı.” 29 Ekim 1923’te bir hile ile hiçbir muhalifin Meclis’te olmadığı bir zamanda, Meclis’te bulunan vekillerin bile yüzde altmışına yakınının karşı olmasına rağmen Cumhuriyeti ilan edip Cumhurbaşkanlığı makamını ele geçirmesi; ondaki sonsuz ihtiras ve entrikalardan rahatsız olan Kazım Karabekir ve arkadaşlarını yeni bir parti kurmaya itti. Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Rüşdü Paşa, İsmail Canbolat, Sabit Sağıroğlu, Ahmet Şükrü, Ahmet Muhtar Çilli, Halis Turgut, Necati Kurtuluş, Faik Günday, 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı (TCF) kurdular. Karabekir başkan, Adıvar ve Orbay başkan yardımcıları, Cebesoy da genel sekreter oldular. TCF, cumhuriyeti, libaralizmi ve demokrasiyi benimseyen bir partiydi. Aynı zamanda halkın dini inançlarına da saygılı olduğunu ilan etmişti. Yeni kurulduğu için Aralık 1924'deki araseçimlere katılamadı fakat Bursa ve Kırklareli’de desteklediği bağımsız adayların kazanması, partinin yeni olmasına rağmen halk tarafından benimsendiğini gösteriyordu. Bu da haliyle Mustafa Kemal ve avanesini tedirgin etmişti. Aslında M. Kemal, kendisine rakip gördüğü için ta başından beri böyle bir muhalefet istemiyordu, Karabekir Paşa’yı “Partiyi kapat, yoksa çok kötü şeyler olacak” diye tehdit etmişti. TCF’nin kuruluşundan sadece üç-dört gün sonra, 21 Kasım 1924’te The Times muhabiri Maxwell Macartney ile yaptığı söyleşide “Terakkiperverler, cumhuriyetçiliklerinde samimi değiller, programları bir sahtekarlık örneği; onlar düpedüz gerici” ifadesiyle TCF’ye karşı savaş baslatmış, partiyi kapattırmak için baş vuracağı hileyi açık etmişti. Oysa TCF kadrosu, daha düne kadar onunla aynı saflarda mücadele eden kişilerden oluşuyordu, “dinci” değil birer liberal idiler. En az M. İsmet kadar ona yakındılar ama onun gibi sorgusuz sualsiz itaatkar değillerdi. Mustafa Kemal’e göre TCF mürteciydi çünkü parti programının 6ncı maddesinde açıkça “Fırka, efkar ve itikadatı diniyyeye hürmetkardır”, yani “Parti, dini düşünce ve inanışlara saygılıdır” deniyordu. Halkı sağılacak inekler olarak gören M. Kemal için büyük bir suçtu bu! Hem zaten o madde olmasaydı bile münasip başka bir kulp bulacaktı; mühim olan, büyük entrikalarla elde ettiği koltuğuna rakip olarak gördüğü muhalefeti hile ve yalanlarla ortadan kaldırmaktı! Ta partinin kuruluşunda “İrtica”dan bahsettiğini gore, demek ki partiyi kapattırmak için bahanesi de hazırdı. 3 Mart 1924’te kaldırılan Hilafet müessesesi ve Cumhriyet kisvesi giydirilmiş diktatörlüğün din aleyhindeki icraatları, dindar Kürderi yeni rejime bağlayan bütün bağları kopartmıştı. Kürdlerin yeni rejime olan güvensizliği bununla da sınırlı değildi; Kürdistan Teali Cemiyeti’nin 1921’de kapatılması üzerine Rêxistina Azadî kurulmuştu. Rêxistina Azadî Başkanı Cibranlı Halit Bey ve Yusuf Ziya’nın 1924 yılının Ekim ayında tutuklanmaları Kürdler’deki rahatsızlığı daha da artırmıştı. Kemalist kadronun, sadece dini kimliğe değil etnik kimliğe de tahammülü yoktu. Belki de İngilizlerden aldıkları sinsi ve şeytani taktikleri uyguluyorlardı. Halk rahatsız edilerek provoke edililecek, doğacak kargaşadan yararlanılarak sert önlemler alınacak, bu sayede rejimin ömrü uzatılacak (şimdi bile aynı yöntemi kullanmıyorlar mı?). Azadî’nin liderliği Şeyh Said’deydi. Şeyh Said de tıpkı herkes gibi ülkenin gidişatından ve yeni rejimin dindarlara ve çoğunluğu dindar olan Kürdler’e karşı olan olumsuz tutumundan rahatsızdı. Rahatsızlığını Ankara’ya iletmiş, Mustafa Kemal ile görüşme talebinde bulunmuştu. Görüşmenin neticesine göre tavrını belirleyecekti. M. Kemal’in TCF’yi peşinen irticayla ilişkilendirmesi, Kürdistan’daki bu rahatsızlıktan haberdar olmasındandı. Sadık takipçileri M. İsmet ve M. Fevzi ile oturup saltanatlarını sağlama alacak kanlı ve kirli bir plan yaptılar. Patlamaya hazır görünen Kürdistan’daki baraj, kontrollü bir şekilde patlatılırsa, hem Kürd muhalefetinin hem de yeni olmasına rağmen halkın büyük desteğini kazanan TCF’nin başı ezilebilecekti. Hemen işe koyuldular. Hile ve entrikaya yatkın bir zekaya sahip olan üçlü, güvendiği birçok askere Kürd kıyafetleri giydirerek Kürdistan’in hassas bölgelerine yerleştirdiler (bu hilenin yabancısı değiliz; darbe öncesi kaosu körükleyenler de sivil elbise giydirilmiş “genç subaylar”dır genelde; hatta bir iki sene önce hükümeti illegal yollarla düşürmeye çalışan Cumhuriyet Mitingleri’nde 50-60 binden fazla sivil giyimli asker katılmıştı). Kıvılcım çakıldığında onlar, yapacağı yağma ve talanlarla benzin olup ateşi alevlendireceklerdi. Şeyh Said’i ve adamlarını tahrik etmek için de 15 kişilik bir jandarma müfrezesi hazırlanmıştı. Bunların görevi “İsyan” için gerekli olan kıvılcımı çakmaktı. Tabi Şeyh Said’in, makam hırsından kalpleri ve vicdanları korermiş bu insanların hilelerinden habersizdi. Şeyh Said ve beraberindekiler, 13 Şubat 1925 günü, bir düğün münasebetiyle Ergani civarındaki Piran Köyü’ne, kardeşi Şeyh Abdurrahim’e misafirliğe gitmişlerdi. Konağın geniş sofrasında, yüzden fazla insan yerde diz çökmüş, köşebaşında oturan Şeyh Said’in tatlı sohbetini dinliyordu. Sohbet gündemdeki önemli konularla ilgiliydi: “Medreseler kapatıldı. Din ve Vakıflar Nazırlığı kaldırıldı. Din tedrisatı Maarife bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz muharrirler Peygamber Efendimize dil uzatmaya cüret ediyorlar.” Kemalist rejimin propaganda bülteni olan resmi tarih kitaplarında bahsedildiği gibi bu ifadeler Cum’a namazı öncesi milleti tahrik etmek için camide sarfedilmemiş, bir evde şahsi bir sohbette söylenmişti. İddia edildiği gibi ortada hiçbir tahrik de yoktu. Aynı gün, öğleye doğru köye 15 kisilik jandarma mufrezesi gelir. Devamını Seyh Said’in İstiklâl Mahkemesi’deki ifadesinden okuyalım: “Öğle vakti ismini bilmediğim bir mülâzım (teğmen) odaya geldi ve Mehmed oğlu Ahmed adında bir mahkûmun evine on kadar başka mahkûm sığındığını, bunların teslimi için tavassutta bulunmamı (aracılık etmemi) rica etti. Hemen mahkûmlara haber göndererek teslim olmalarını nasihat ettim. Fakat mahkûmlar ‘talâk-ı selâse: Üçlü boşama’ üzere ahdettikleri için teslim olmayacaklarını bildirdiler. Sonradan duyduğuma göre mahkûmlardan 8′i serbest bırakılmış, geriye kalan ikisi ise teslim olmamışlar. Bunun üzerine ikisi içeriden, sekizi de dışarıdan ateş açarak jandarmayı dağıtmışlar ve hepsi kaçmışlar.” Şeyh Said, teğmene şunları da söylemiş: “İstediğinizde haklısınız, ama biz şimdi düğündeyiz. Bizim adette bu durumda kimseyi teslim etmemiz mümkün değildir. Buyrun bize misafir olunuz, ikramımızı alın, yiyip için. Siz de mahkumları bu ara kollamaya devam ediniz. Düğün bitip bizden buradan ayrılmaya ve kalabalık dağılmaya başlayınca siz de onları alıp götürün. Hatta o zaman mahkumları elimle teslim etmenin çaresini düşüneyim” der. Oraya özel ve kirli bir misyon için gönderilen teğmen bu nazik teklifi kabul etmemiş tabi. Mahkûmlardan çoğunun teslim olmasına rağmen, sığındıkları evin kuşâtılıp imha emri verilmesi üzerine çatışma çıkar. Resmi tarihin “Seyh Said İsyanı” dediği olay işte böyle başladı. M. Kemal ve arkadaşları tarafından gönderilen provokatör jandarma müfrezesinin çaktığı kıvılcım, Şeyh Said’in kontrolü dışında koca bir yangına dönüştü. Bundan sonrası iş, Kürd kıyafeti giydirilmiş diğer resmi provokatörlere kalmıştı. Bulundukları köy, nahiye ve şehirlerde dükkanları yağmalamaya, önlerine çıkanları ateş acarak öldürmeye başladılar. Üç Mustafa tarafından hazırlanan hile tutmuştu. Sıra, hileli planın rantını devşirmeye, yani planladıkları “İsyan”ı bahane ederek muhalifleri susturmaya gelmişti. Asıl hedef de muhalefeti susturmaktı zaten. Planın mimarları, bütün ülkede sıkıyönetim ilan etmek istiyorlardı. Her yerde mahkemeler kurulmalı, asiler(!) ve yandaşları idam edilmeliydiler onlara göre. Hükümet başkanı Ali Fethi Bey, kirli plandan haberdar olmadığından olsa gerek “Olay bölgeseldir, bütün ülkede sıkıyönetimin gereği yoktur” diye karşı çıkıyordu. Bir çatışma ihtimalinde her iki tarafın da müslüman olduğunu söylüyordu ve “Ben müslümanı müslümana öldürtmeyeceğim!” diye direniyordu. Fakat nafile. Mustafalar planladıkları “Muhalefeti imha” fitnesinde kararlıydılar! Ali Fethi Bey’in başbakanlıktan istifa et(tiril)mesiyle, yerine M. İsmet Paşa getirildi (3 Mart 1925). Plan çok öncelerden hazırlandığı için gerekli olan herşey hazırdı. Ertesi gün, yani 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükun Kanunu kabul edildi. Takrir (karar) sükun (suskunluk, sükunet), yani “Milleti Susturma Kanunu”! Toplam 15 yerleşim yerinde, Elaziz, Genç, Muş, Ergani, Dersim, Diyarıbekir, Mardin, Urfa, Siverek, Siirt, Bitlis, Van, Hakkari, Kiğı ve Hınıs’ta sıkıyönetim ilan edildi. Tevhidi Efkar, Son Telgraf, İstiklal, Sebilürreşad, Aydınlık, Orakçekiç dahil istisnasız bütün muhalif medya susturuldu. Geriye sadece Cumhuriyet, Hakimiyet-i Milliye ve Tanin gazeteleri gibi rejim taraftari gazeteler kaldı. Onbinlerce insanın, “Sanığın idamına, şahitlerin bilahire dinlenmesine” gibi trajikomik kararlarla sorgusuz sualsız idam edileceği İstiklal Mahkemeleri, yani insan mezbahaneleri kuruldu. Bu gibi kararlar şaşırtıcı değildi lakin Takrir-i Sükun Kanunu’yla Hükümete yargı yetkisi tanınmıştı. Hükümetin herhangi bir üyesi (hukuktan zerre kadar anlamayan, mesela normal mesleği kasap olan biri bile) bu mahkemelere hakim olabiliyordu. Ayşe Hür’ün “Cumhuriyet’in terör aygıtı: İstiklal Mahkemeleri” başlıklı yazısında ifade ettiği gibi (5 Temmuz 2009, Taraf; http://taraf.com.tr/makale/6398.htm) “İstiklal Mahkemeleri (…) hukuk dışıydılar. Çünkü üyeleri, Meclis içinden seçiliyordu ama savcı hariç üyeleri hukukçu değildi (…) Verdikleri kararlardan sorumlu değildiler (…) Kararın verilmesi için delile gerek yoktu. Sanıkların avukat tutmaları çok nadir bir durumdu, zaten ne buna vakit vardı ne de bu görevi üstlenmeye cesaretli avukatlar. Kararlar (…) temyiz edilemezdi. Verilen cezalar (ve idamlar) derhal infaz edilirdi. Kararlar o kadar acele ile alınır ve yerine getirilirdi ki, yanlışlıkla başkasının yerine idam edilenler bile olurdu.” Kısacası, masum insanların hayatı, Kel Ali, Kılıç Ali ve benzeri gibi M. Kemal’e sadık cellatların iki dudağı araşından çıkacak karara bağlıydı. Bu mahkemelerin insan mezbahanesi olduğunu Kemalistler bile kabul eder. Neşe Düzel’e konuşan Taha Akyol şunları söylüyor mesela (http://taraf.com.tr/makale/8562.htm): “İstiklal Mahkemeleri’nı en iyi tanımlayan Kemalist yazar Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’dur. Katibi olarak o, İstiklal Mahkemeleri içın ‘tedhiş mahkemeleri’ diyor. Yani ‘şiddet mahkemeleri, devlet terörü mahkemeleri’ diyor.” Şark İstiklal Mahkemesi savcısı olan Karasi Mebusu Ahmet Süreyya Örgeevren’in hatıratında anlattığı bir idam kararı, bu terör aygıtlarının nasıl çalıştığına dair fikir verir. Şeyh Said Olayı’ndan dolayı kurulan mahkemeye 20-25 yaşlarında hiç Türkçe bilmeyen bir genç getirilir. Binlerce sanıklı mahkemedeki izdiham nedeniyle mahkeme heyeti, "Sorgulamaya gerek yok. Türkçe bilmeyen bir adamdan zaten memlekete hayır gelmez” diyerek idam kararı verir. Öldürülen gencin sürekli olarak rüyalarına girdiğini de itiraf eder Örgeevren. İstiklal Mahkemelerinde (genç şair Nazım Hikmet de dahil olmak üzere) çok sayıda sol görüşlü yazar ağır cezalara çarptırıldı. Kürt dili ve kültürüne ait her türlü simge yasaklandı (http://www.derinsular.com/ansiklopedi/2007/04/bireysel-haklar-tarihimiz-12-terakkiperver-cumhuri.php'>http://www.derinsular.com/ansiklopedi/2007/04/bireysel-haklar-tarihimiz-12-terakkiperver-cumhuri.php). Bu gibi cinayetler anlatılınca “Çok kötü şeyler oldu, kabul, ama zamanın şartlarını da düşünmek lazım” diye M. Kemal’in katliamlarını savunma pozisyonuna geçer Kemalistler. Eğer M. Kemal bütün bu icraatlarından dolayı masum ise, Hitler, Mussolini, Stalin, Pol Pot, Pinochet, Saddam givi zevatın ne kabahati var? Cengiz Han’ın insanlık dışı zulümleri karşısında, “Keşke annem beni doğurmasaydı da tüyler ürpertici zulüm ve katlıâmları görmeseydim” diyen ünlü tarihçi İbnü’l-Esir, Cengiz Han’ın zulümlerine bile rahmet okutan M.Kemal’in zulüm ve entrikalarını görseydi ne derdi acaba? Dersim’de islenen katliami tam olarak kavrayabilmek icin Istiklal Mahkemeleri’yle işlenen cinayetleri anlamakta fayda var çünkü bütün bu katliamların arkasındaki şahıslar ve zihniyet aynıdır. Ben şahsen, “Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür (Zilzâl: 7-8)” kuralınca Tek Parti döneminde işlenen cinayetlerin hesabının sorulacağına inanıyorum. Katliamların sorumluları Mahkeme-i Kübra’da yargılandıktan sonra ebedi hapishanelere alınacaklar. Ne zaman olacak, tam kestiremiyorum ama M. Kemal ve adamlarının, işledikleri cinayetlerden dolayı birgün mutlaka bu dünyada da yargılanacaklarına inanırım. Değişen dünya bunu gerektiriyor. Türkiye’nin tam demokratikleşebilmesi için bu gerekiyor; çünkü çürük temeller üzerine demokrasi inşa edilemez, edilse bile daimi olamaz, çöker. 29 Haziran 1925′te Şeyh Said Hazretleri ve 47 arkadaşı idamla şehit edildiler. Tabi iş bununla bitmedi; asıl katliam 24 Eylül 1925 tarihli gizli Şark Islahat Planı ile yeni başlıyordu. Aslında Dersim Katliamı hazırlıklarının ta 1925’teki bu planla başladığını, temelin o zaman atıldığını ve hazırlıklara o zamandan beri başlandığını söyleyebiliriz. Plan hakkında detaylı değerlendirme için şu adrese bakılabilir: http://www.kurdistantime.com/?p=494. Özetin özeti mahiyetindeki bilgiyi Ekşi Sözlük yazarlarından “Cyrus the Virus”tan aktarmak istiyorum: “Plan ile ilgili en dikkat çekici maddeler Kürdçe'nin ‘resmen’ yasaklanması, kızların okula alınarak asimilasyonun hızlandırılması, isyana katılanların akrabaları ile başka yere nakledilmeleri, Kürdler'in memur ve jandarma olarak tayin olunmamaları (ki geçenlerde vefat eden bir amcam 1950'lere kadar bunun devam ettiğini söylemişti), bazı yörelerde Ermeniler'den kalmış arazilerin sadece Türkler’e tahsisi vb. (http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=%C5%9Fark+islahat+plan%C4%B1).” Şark Islahat Planı ile Kürdlerin sosyal hayattan tamamen izole edilmesi, memurluk ve askerlik dahil devlet memurluklarından mahrum bırakılmaları, Kemalist rejimin Dersim Katliamı gerekçeleri arasında “Vergilerini vermiyorlardı, çocuklarını askere göndermiyorlardı!” iddialarının birer bahane olduğunu gösteriyor. Kısacası, bu plan ile Kürdler için topyekün imha ve asimilasyon planlanıyordu; “Dersim İsyanı” diye isimlendirdikleri operasyon, cinayetlerine kılıf olarak uydurdukları hile ve yalanın adıdır. Vergi konusuna daha sonra değineceğim ama Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in ta 1926’da resmiyete döktüğü “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır” söylemi ve daha sonra Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Talı (Öngören) tarafından açıklanan “Bütün Dersimin hariçle münasebetini kat ederek (keserek) bu yüzden taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya (teslim olmaya) icbar etmek (zorlamak) ve şu suretle Dersimi fenalardan tahliye (etmek)” plan, aslında Dersim için ölüm fermanı verildiğini sadece “suç unsurunun uydurulması” için “Dersim İsyanı” hilesi için beklendiğini gösteriyor. Dersim’in dünyayla irtibatını keserek bütün ticaret yollarını kesiyorlar ardından da “Niye verginizi vermiyorsunuz?” diye katliam yapıyorlar! Bu biraz kurtun, yemek için gözüne kestirdiği kuzuya “suyumu bulandırıyorsun” bahanesini andırıyor… Tabi bu “Seyh Said İsyanı” adını verdikleri hileli operasyonun bir diğer hedefi de siyasetteki TCF muhalefetini ezmekti. “İsyan” dedikleri kendi hilelerinden dolayı TCF’yi sorumlu tuttular, yaşadışı bir örgütmüş gibi yargılayarak 3 Haziran 1925'de partinin bütün şubelerini kapattılar. Seyh Said Olayı’ndan dolayı TCF’yi kapatabilmek için de hileye başvurdular. Şeyh Said Olayı esnasında toplanan Meclis, Vatana İhanet Kanunu'nda belli değişiklikler yaparak, “dini veya mukaddesatı diniyeyi siyasi amaçlarla kullanmayı” da vatana ihanet olarak tanımladı.Bununla, TCF parti programında yer alan “Fırka efkar ve itikadatı diniyyeye hürmetkardır” şeklindeki 6. maddeyi suç kapsamına alacak şekilde değiştirmekten ibaretti (http://www.derinsular.com/ansiklopedi/2007/04/bireysel-haklar-tarihimiz-12-terakkiperver-cumhuri.php). TCF daha kapatılmadan, rejim muhafızları Türkiye'nın çeşitli yerlerindeki parti üyelerini tutuklamaya, parti merkezlerini basmaya başlamıştı. Muhalefeti susturma amaçlı entrikalar zincirinden biri olan “İzmir Suikastı” hilesiyle de TCF’nin bütün önde gelenleri tamamen susturuldular (daha sonra detayını ele alacağım). Kafası karışık birçok Kemalist, bir rejim yapımı olan bu entrikayı “Musul’un kaybına sebebiyet vermiş bir isyan” olarak görürler. Onun için de Şeyh Said’in İngiliz oyununa geldiği iftirasını atarlar (bu Kemalistler arasında Abdullah Öcalan’i da sayabiliriz çünkü o da Şeyh Said’in İngiliz oyununa geldiği safsatasının propagandasını yapıyor) Oysa Musul dahil Batı Trakya, Adalar, Kıbrıs, Batum, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile M. Kemal ve M. İsmet tarafından İngiliz ve diğer dostlarına hediye edildiler (http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=114507). Devam edecek..." -http://www.nasname.com/Yazarlar/cakbay/5368.html-