Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

İstanbul

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    344
  • Katılım

  • Son Ziyaret

İstanbul tarafından postalanan herşey

  1. İstanbul

    İzmirin İşgali

    İzmir'in İşgali 15 Mayıs 1919 Mondros ateşkesi imzalanınca İtilaf Devletleri daha önce yaptıkları anlaşmalara göre Anadolu'yu işgale başladılar. Adana ve dolayları Fransızlar; İzmir Eskişehir Samsun Merzifon ve Bartın ile güneyde Musul Urfa Maraş Gaziantep İngilizler tarafından işgal edildi. İtalyanlarda Antal ya Konya ve Söke çevresine yerleştiler. Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru (1917) ve Yunanlılar da İtilaf Devletlerinin tarafına geçmiş ve onlarla birlikte savaşmışlardı. Türkler yenilmiş duruma düşüp de toprakları pay edilmeğe başlanınca Yunanlılar savaştaki hizmetlerine mukabil İzmir ve civarını istediler. Yunanlıların ve İtilaf Devletlerinin Türk topraklarını işgali Vilson (Wilson)un: "Bir toprak üzerinde yaşayan insanlar kendi düşünce ve isteğine göre bir idare şekli kabul edecektir" prensibine uymuyordu. İtilaf Devletleri Yunan Başbakanı Venizelos'a verdikleri sözü yerine getirmek için İzmir'in işgalini haklı gösterecek sebepler aramağa çalıştılar. Venizelos Aydın Hıristiyanlarının tehlikede olduklarını Türkler tarafından yok edileceklerini ileri sürerek yardım istedi. O sırada diğer devletler ordularını terhis etmişlerdi. Paris'te kurulan "Meclisi Ali" kendileri adına Yunan ordusunun bu işi çözmesini düşündü ve İzmir'in işgaline karar verdi. 14 Mayıs 1919'da İngiliz Fransız Amerikan ve Yunan donanmaları İzmir limanına girdiler. İngiliz Amirali Galdrop 17'nci Kolordu komutanlığına verdiği notada "Mütarekenin 7'nci maddesine göre İzmir istihkamları ile civarındaki arazinin Yunanlılar tarafından işgal edileceğini ve mukavemet olunmaması"nı bildiriyordu. Bu nota üzerine telaşa düşen Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa İstanbul Hükümetine vaziyeti bildirerek fikirlerini sordu. Osmanlı Harbiye Nazırı verdiği cevapta: "Amiral Galdrop'un bu teklifi mütareke şartları icabı olduğundan muvafakat edilmesi tabii olduğu"nu bildiriyordu. Yunan işgaline karşı ilk hareket İzmir Türk Ocağı'nda toplanan gençlik kitlesinde görüldü. İşgalden bir gece evvel cephanelik yağma edilerek halk karşı koymağa hazırlandı. izmir kan dökmeden Yunanlılara teslim edilmeyecekti. 15 Mayıs sabahı Yunan kuvvetleri izmir rıhtımına çıktılar. Rumların çılgın sevinç ve alkışlarıyla karşılandılar. Efzun taburları İzmir kışlalarına yaklaşırken bu manzara karşısında heyecanını daha fazla zapt edemeyen bir Türk gencinin attığı kurşun Yunanlıları harekete geçirdi. O dakikadan itibaren İzmir halkı kan dökerek direnme hareketine başlamış oldu. Karşı konulmaması emrini alan Türk subay ve erleri kışlalarında insafsızca şehit edildiler. Daha sonra Hükümet Konağı ve diğer resmi daireleri basarak buralardaki memur subay ve erleri türlü eziyetlerle gemilere götürüp günlerce aç bıraktılar. Bunlardan bir kısmını da dipçik vuruşları altında zorla "Yaşasın Venizelos" diye bağırmağa zorladılar. Boyun eğmeyenler derhal şehit edildiler. 17'nci Kolordu Askerlik İşleri Reisi Erkanıharp Miralayı Süleyman Fethi Bey başından çıkarılmak istenen kalpağını eliyle tutarak: "Bağırmam" dedi ve derhal şehit edildi. Yunanlılar çarşıya girip dükkanları da yağma ettiler. İzmir'in işgali ve bu işgal esnasında meydana gelen kanlı olaylar İstanbul ve Anadolu halkı tarafından duyulduğu zaman yer yer mitingler yapıldı. İzmir katliamı ulusu susturup sindiremedi. Bu olayın doğurduğu acıyı ruhunun ta derinliklerinden duyan Türk ulusu kurtuluşu silaha sarılmakta buldu. Yer yer hazırlanarak ilk milli savunma teşkilatını kurdu.
  2. İstanbul

    Sarıkamış Harekâtı

    Sarıkamış Harekatı Birinci Dünya Savaşında felaketle neticelenen askeri harekat. Osmanlı Devleti harbe 1878'den beri Rus işgalinde bulunan Kars Sarıkamış, Ardahan gibi doğu illerimizi geri almak, Doğu Avrupa'da Ruslarla harp halinde olan Almanlara yardım etmek, kazanılacak bir zaferle Kafkaslar ve Orta-Asya'daki Türk illerinin kapısını açmak maksatlarıyla, başta Enver Paşa olmak üzere, iktidarda bulunan İttihatçılar tarafından sokuldu. Türk bayrağı çekilip, Yavuz ve Midilli adı verilen iki Alman zırhlısı, Karadeniz'deki Rus limanlarını bombardıman etti. Rusya da buna karşılık olarak 30 Ekim 1914 tarihinde Türkiye'ye taarruz etti. Rus-Kafkas ordusu, Karadeniz'den Ağrı Dağındaki hudut üzerinden yedi kol halindeki saldırısıyla Pasinler'e kadar ilerledi. Rus ordusunun taarruzu, Köprüköy'de durduruldu. Üçüncü ordu, 3-9 Kasım 1914 günlerinde meydana gelen Köprüköy Meydan Muharebesinde Rus ordusunu yendi. Üçüncü Ordu Komutanı, mevsim şartlarını dikkate alıp, ayrıca askerin kaput başta olmak üzere, giyim ve iaşesinin yetersizliğini, top ve süvari atlarının azlığını hesaba katarak, sıcağı sıcağına düşmanı takip etmedi. Köprüköy Meydan Muharebesinin raporlarını alan, yarbaylıktan paşalığa terfi ettirilen Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) Enver Paşa, Alman kurmay ve generalleriyle Erzurum'a geldi. Enver Paşa, Erzurum ve Köprüköy'de birer taburu teftiş etmişti ancak ordu birliklerinin tamamı hakkında yeterli bilgiye sahip değildi. Üstelik, ordu kumandanı Hasan İzzet Paşanın, bu mevsimde harekat yapılamayacağı, taarruzun bahara bırakılması tavsiyesine karşılık, onu vazifesinden azletti ve taarruza karar verdi. Üçüncü Ordu Komutanlığı vazifesini de üzerine alan Enver Paşa, 18 Aralık 1914 tarihinde, kıtalara, taarruz emrini verdi. Taarruza iştirak eden birliklerin büyük bir kısmı, özellikle Arabistan'dan geri çekilen ve Güneydoğu Anadolu'dan sevk edilenler, sıcak iklime alışık olup, teçhizatları yönünden kış şartlarına hazırlıksızdı. Üçüncü Ordunun üç kolordusu (9, 10, 11. Kolordular), 24 Aralık 1914 günü -39 derece soğukta Büyük Sarıkamış Çevirme ve Kuşatma (İhata) Harekatına başladı. Ayrıca, gerilla harbi yapan yarı resmi Türk çeteleri de, Ardahan'a hareket etti. Üçüncü Ordudan bazı kıtalar, 24-25 Aralık gecesi, Sarıkamış'a ulaşmayı başardı. Ancak,Allahü Ekber Dağlarını aşarken çetin zorluklar ve kış şartları sebebiyle gerek miktar, gerekse mevcut silahları yönünden çok zayiat ve kayıp verdiler. Allahü Ekber Dağlarını aşan Mehmetçiklerden bir kol da, Sarıkamış'ın doğusundaki Selim İstasyonuna vararak demiryolunu tahrip edince, Sarıkamış'taki Rus kolorduları paniğe uğradı. Gayriresmi Türk çeteleri de, 1915 yılı başında Ardahan'a girdi. Rus Kafkas Ordusu Başkumandanı, Üçüncü Ordunun ilerleyişi üzerine 2-3 Ocak 1915 günlerinde telsiz-telgraf ile müttefikleri Fransa ve İngiltere'ye, günde birkaç defa yalvarırcasına başvurarak: “Telefon konuşmalarını durduran soğuk ve kış, Türk ordusunu engelleyemiyor. İkinci bir cephe açarak, Türk ordularının ilerlemesi durdurulamaz ise, zengin Bakü petrolleri, Osmanlı-Alman ittifakının eline geçecek ve Hindistan yolu onlara açık bulunacaktır!” haberini gönderiyordu. Kış, 3-4 Ocak 1915 gecesi daha da şiddetlendi. Fırtına ile yağan kar, yolları tıkayıp, çadırları yıktı. Arkasından da dondurucu soğuklar bastırınca, 150 000 kişilik ordunun 90 000'i (veya 60 000'i) donma, dizanteri ve tifo gibi hastalıklarla mahvoldu. Sarıkamış İstasyonuna giren Enver Paşa, bu felaket karşısında, Üçüncü Orduyu yüzüstü bırakıp, İstanbul'a döndü. Bu harekatta Ruslar, 32 000 kayıp verdiler. Sarıkamış Harekatı kuşatma harekatıyla düşman kuvvetlerinin arkasına düşmeyi hedef alan, başarılı bir plandı. Ancak, stratejinin faktörlerinden zaman iyi değerlendirilmediği, kuvvetler de böyle bir harekatı yapacak şekilde teçhizatlandırılmadığı için başarısızlıkla sonuçlandı. Ordunun kış şartlarına hazır olmaması ve olumsuz iklim şartları sebebiyle ikmal ve iaşe hizmetlerinin yapılmayışı, kıtalarda açlığa, hayvanların telef olmasına, dolayısıyla birliklerin dağılmasına sebep oldu. Enver Paşanın şuursuzca verdiği gece taarruzu emirleri, kayıpları daha da arttırdı. Sarıkamış Harekatı sonunda, Doğu Anadolu kapıları, Ruslara açıldı. 13 Mayıs 1915'te Ermenilerin işbirliği yaptığı Rus kuvvetleri, önce Van'a, bilahare Muş ve Bitlis'e girdi. Ermenilerin harp esnasında Ruslara yaptıkları büyük hizmetin karşılığı olarak, bu illerin valilikleri, Ermenilere verildi. Harpten sonra, Ermeni-Rus işbirliği sonunda, bölge halkına karşı müthiş bir soykırıma girişildi. Van Gölünün ortalarına kayıklarla taşınıp öldürülen, suya dökülen çocuk, kadın, genç ve ihtiyar Türklerin sayısı, kesin olarak tespit edilmemesine rağmen, çok fazladır. Esasen, bu harp sırasında Ermeni Komitacıları, hemen her tarafta isyana hazırlanarak, birçok yerde depolar dolusu silah ve cephane biriktirdiler. Bu silah, teçhizat ve destekle katliam yapıp, Doğu Anadolu'yu harabeye çevirdiler^.
  3. İstanbul

    Gence Hanlığı

    Gence Hanlığı Azerbaycan'ın Gence Yöresinde Hüküm Sürmüş Olan Hanlık İran hükümdarı Nadir Şah, 1735'te, Gence'yi ele geçirdi. Nadir Şah'ın öldürülmesinden sonra, Gence de, diğer azerbaycan hanlıkları gibi İran toprağı olmaktan çıkarak, 1747'de bağımsızlığını ilan etti. Ziyadoğulları Hanedanını kuran Kalaç Türklerinden Şahverdi Han, Gence'nin ilk hanı oldu. Şia'nın Caferî koluna mensup olan Ziyadoğulları Hanedanı, Türkçe konuşuyordu. 1781-83 yılları arasında Gence, Karabağ hanlarının eline geçtiyse de geri alındı. On dokuzuncu yüzyılın başlarında Gürcistan'ı işgal eden Rusya, Gence ile birlikte bütün bağımsız azerbaycan hanlıkları için tehdit unsuru oldu. Bu hanlıklar, büyük tehlikeye karşı aralarında birleşmeyi başaramadılar. Rusya, bu sırada Dağıstan ve Kuzey Kafkasya'da bulunan hanlıklarla savaş halindeydi. azerbaycan'daki coğrafî durum, Rusya'nın, Dağıstan'ı ve Kuzey Kafkasya'daki hanlıkları ele geçirmesini güçleştiriyordu. Kafkasya'daki Rus orduları kumandanı general Sisyanov, 1803'te, Tiflis'ten hareket ederek Gence'yi kuşattı. Gence Hanı Cevad Han, Ruslarla yaptığı, yenildiği ve devletini kaybettiği muharebede öldürüldü. Oğlu ve veliahdı Hüseyin Han da, babası ile aynı günde Ruslar'ın top ateşi ile öldürüldü. Cevad Hanın ve Hüseyin Hanın öldürülmesi üzerine, iki koldan şehre giren Ruslar, yağma yaparak, halkı öldürdüler. Gence Hanlığını ortadan kaldırdılar. Buranın adını da Çariçelerinin onuruna Elizabethpol olarak değiştirdiler (1804). Hüseyin Hanın kardeşi Uğurlu Han, bu tarihten 22 yıl sonra, Gence'yi Ruslardan geri alıp, 2 yıl Gence Hanlığı yaptı. Fakat Ruslar, ülkeyi tekrar istila ederek Gence Hanlığını tamamen ortadan kaldırdılar. Gence de, Türkmençay Antlaşmasıyla Rusya'ya ilhak edildi. Komünist idare, Gence'ye, Kirovabad adını verdi.
  4. İstanbul

    İpek Yolunun Önemi

    İpek Yolu Önemi (İpek Yolu) Çin'den başlayarak Anadolu ve Akdeniz aracılığıyla Avrupa'ya kadar uzanan ve dünyaca ünlü ticaret yoludur. Milattan yüzyıllar önce Mısırlılar, daha sonra da Romalılar, Çinlilerden ipek satın alırlardı. Ulaşım ise, daha sonra İpek Yolu adı verilen güzergahları izleyen kervanlarla sağlanırdı. İpek endüstrisi, eski çağlardan beri birçok milletin hayatında çok önemli bir yer tutmuştur. Uzak Doğu'dan gelen ipek ve baharat, Batı dünyası için, uluslararası ilişkilerde önemli bir yol oynamıştır. İpek, ayrıca Doğu kültürünün Batı tarafından tanınmasını da sağlamıştır. Doğu'nun ipeği ile baharatının kervanlarla batıya taşınması, Çin'den Avrupa'ya ulaşan ticaret yollarını oluşturmuştur. Orta Çağda, ticaret kervanları, şimdiki Çin'in Xian kentinden hareket ederek Özbekistan'ın Kaşgar kentine gelirler, burada ikiye ayrılan yollardan ilkini izleyerek Afganistan ovalarından Hazar Denizi'ne, diğeri ile de Karakurum Dağları'nı aşarak İran üzerinden Anadolu'ya ulaşırlardı. Anadolu'dan deniz yolu ile veya Trakya üzerinden kara yolu ile Avrupa'ya giderlerdi. Doğudan batıya doğru gelişen bu ticari harekette daha önceki çağlardan beri kullanılmakta olan bir yol şebekesinden yararlanılmıştır. Yoğun bir şekilde ipek, porselen, kağıt, baharat ve değerli taşların taşınmasınmasının yanında kıtalar arasındaki kültür alışverişine de imkan sağlayan bu binlerce kilometre uzunluğundaki kervan yolları zaman içinde İpek Yolu olarak adlandırılmıştır. İpek Yolu Asya'yı Avrupa'ya bağlayan bir ticaret yolu olmasının ötesinde, 2000 yıldan beri bölgede yaşayan kültürlerin, dinlerin, ırkların da izlerini taşımakta ve olağanüstü bir tarihsel ve kültürel zenginlik sunmaktadır. Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra, İpek Yolu'nun hem bir ticaret yolu, hemde tarihsel ve kültürel değer olarak yeniden canlandırılması gündeme gelmiş, bu yol boyunca inşa edilmiş ve artık kullanılmayan yapıların, yeni işlevler kazandırlarak korunmaları ve yaşatılmaları için çalışmalar başlamıştır.
  5. Hamamın Tarihçesi Erken dönem Hellen banyo yapılarında olsun Roma İmparatorluk dönemi kompleks hamamlarında olsun hypokaust sistemi uygulamaları prensipte aynı çalışma düzeneğine sahip olduğundan genel terminolojisinde farklılık görülmez. Buna karşın özellikle Roma İmparatorluk döneminde ortaya çıkan gelişkin planlar mekan içindeki bölümlerde farklılıklar ortaya koymuş ve erken örneklerde olmayan bu kısımlar da terminolojideki tek farklılık olarak ortaya çıkmıştır. Burada ise terminoloji özellikle üzerinde yoğunlaşılan hypokaust sistemi nedeniyle iki farklı bölümde ısıtmanın yapıldığı taban altı 'alt yapı' taban üzerindeki asıl yıkanma bölümleri ise 'üst yapı' şeklinde ayrılarak incelenmiştir. A) Alt Yapı Genel anlamda hypokaust uygulaması ısınmış gazın döşeme altında oluşturulmuş bir alt yapıda dolaşımını sağlayarak hamam içinde ısıtmayı sağlayan sistemdir(lev.I). Özele inildiğinde ise bu sistem içinde bulundurduğu mimari elemanlar çeşitli odalarda elde edilmek istenen farklı sıcaklık oranlarına bağlı olarak geliştirilen suyun ısıtılmasının da aynı sistem içinde sağlanması ile bir mühendislik gelişmesi olarak görülmektedir. Bu sistemde kullanılan çalışma prensibi ise fazla karmaşık olmamasına rağmen elemanlar arası çalışma uyumunun doğru kavranmasıyla kolaylıkla anlaşılabilmektedir. Hypokaust sisteminin başlangıç noktası olarak baca gazının odun yakılarak ısıtıldığı 'külhan' olarak kabul edilebilir. Külhan bir ocak olarak yapılmakta ve hamamın büyüklüğüne göre sayısı ve boyutları değişmekteydi. Külhanda ısınan baca gazının hamam altındaki bölümlere ulaşmasını sağlayan genelde kemer mimarisi ile yapılmasına karşın farklı uygulamaları da görülen kanal sistemine ise 'praefurnium' denir. Praefurniumdan gelen ısınmış baca gazı tabanı destekleyen ve sıcak havanın dolaşımı için alt yapının ana taşıyıcıları olan simetrik olarak dizilmiş 'pilae' adı verilen dikmeler arasında dolaşır. Pilaelar genelde ısıya dayanıklı tuğlaların arasına 'argillacum capilo ' denen harç koyularak üst üste dizilmesiyle bazı örneklerde ise tamamen kemer mimarisi ile oluşturulmuş olabilir. Pilaelerin oturduğu ana zemin 'solum' adını taşır ve solumu oluşturmak için kullanılan büyük boyutlu zemin tuğlalarının her birine 'tegulis sesqui pedalibus' denir. Taban altında dolaşımını sürdüren baca gazı daha sonra farklı bir mimari ile oluşturulan duvar ısıtma sistemine doğru ilerler. Burada baca gazının duvar içinde dolaşımını sağlayan tuğla dizileri yer alır ve bu tuğlalardan her birine 'tibuli' denir. Buhar banyolarının yapıldığı mekanlara genelde alt yapıdan direk sıcak hava girişi sağlanarak bu kısımların daha fazla ısıtılması sağlanır. İşte bu geçişi sağlayan taban üzerindeki deliklere 'suspensura' adı verilir. Bunun dışında hamam içinde su ısıtılması için kullanılan genelde bronzdan yapılmış ve direk külhan üzerine yerleştirilen büyük boyutlu kazanlara ise 'ahena' adı verilir. Üst Yapı Roma İmparatorluk dönemi hamamlarında ortaya çıkan gelişmeler sonucu hamam içinde genelde farklı derecede ısıtılmış ve farklı kullanım amaçlarına yönelik olarak yapılmış olan birtakım oda dizileri hamamın üst yapısını oluşturur. Bu mekenlardan kısmı olarak tabir edilebilecek bölüm 'apodyterium' hamama gelenlerin soyunma odası olarak kullandıkları mekandır. Apodyteriumdan sonra gelen oda veya birkaç oda dizisinden oluşan bölüm 'tepidarium' çok fazla ısıtılmayan ve genelde ılıklık bölümü olarak adlandırılan mekandır. Tepidariumdan sonra geçilen bölüm genelde hamamın büyük salonu görüntüsüne sahip ve içinde sıcak su havuzlarının bulunduğu 'caldarium' hamamın sıcak su banyosu yapılan bölümüdür. Bu bölümde ayrıca yağ masajı gibi Roma banyo geleneklerine bağlı olan yıkanma gelenekleri uygulanmaktadır. Her Roma hamamında olmamakla birlikte bir çoğunun içinde yer alan 'sudatorium' veya 'cocanicum' olarak adlandırılan bölüm ise günümüz saunaları benzeri bir işlevi olan ve buharla ter banyosunun yapıldığı yer olarak ifade edilebilir. Hamamın en son kısmı hiçbir ısıtma tertibatına sahip olmayan ve genelde içinde bir soğuk su havuzunun bulunduğu 'frigidarium' soğukluktur. Bazı hamam yapılarında frigidarium içinde soğuk su havuzu dışında bahçelere yapılan açık havuzlarda bulunur ve bu havuzlara 'natatio' denirdi.
  6. KURTULUŞ SAVAŞI YILLARINDA KURULAN YARARLI VE ZARARLI DERNEKLER I- YARARLI DERNEKLER : A- Genel Amaçlı Dernekler : 1- İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti : İzmir, 1 Aralık 1918 Cemiyet, kendisine katılan "İstihlası Vatan Cemiyeti" ve kurulmasına yardımcı olduğu "İlhakı Red Cemiyeti" ile kaynaşmış olarak faaliyetine İstanbul'da devam ederken İzmir'deki faaliyetlerini de işgal dolayısıyla Denizli'ye nakletmiştir. 2- Tarakya - Paşaeli Heyet-i Osmaniyesi : Edirne, 2 Aralık 1918 Heyet-i Temsiliye'nin isteği ile Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adını alarak, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin şubesi olmuştur. 3- İstihlası Vatan Cemiyeti : Manisa, Kasım 1918 19 Mart 1919 Kongresi ile İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti'ne katılmıştır. 4- İlhakı Red Heyet-i Milliyesi (Müdafaa-i Vatan Heyeti) : İzmir, Aralık 1919 5- Hareket-i Milliye-Redd-i İlhak ve Redd-i İşgal Heyetleri : Balıkesir Balıkesir ve Alaşehir Kongresi ile genelleştirilmiştir. Sivas Kongresi'nden sonra da "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" teşkilatına dönüşmüştür. 6- Heyet-i Milliye : a) Aydın Heyet-i Milliyesi Denizli Redd-i İlhak Heyet-i Milliyesi Denizli'de 29 Mayıs 1919'da kurulmuştur. Asıl Heyet-i Milliye adını taşıyan Cemiyet, 7 ağustos 1919'da, Nazilli'de aktedilen bir kongre ile kurulmuştur. Nazilli Kongresi bu bölgede kurulan Heyet-i Milliye kuruluşları ile birleşmiş, Alaşehir Kongresi ile genişleyerek Batı Anadoluyu içine alacak şekilde yayılmıştır. Sivas Kongresi'nden sonra da Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ne katılarak, bu cemiyetin şubelerini oluşturmuşlardır. Nazılli Kongresi ile Aydın, Muğla, Denizli, Burdur, Isparta ve Antalya, Nazilli merkezine bağlanmıştır. Bağlanan kuruluşlar arasında, Çine Heyet-i Milliyesi, Akhisar Redd-i İlhak, Söke Heyet-i Milliyesi, Milas Müdafaa-i Vatan Cemiyetlerini sayabiliriz. 7- Trabzon Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti :Trabzon, 12 Şubat 1919 Rize,Gümüşhane,Giresun ve Ordu'da şubeler açmıştır. Cemiyet, Erzurum Kongresi'nden sonra "Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" şubesine dönüşmüştür. Sivas Kongresi'nden sonra da "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adını almıştır. 8- Kilikyalılar Cemiyeti : Merkezi İstanbul, 21 Aralık 1918 9- Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti : Erzurum, 10 Temmuz 1919 2 Aralık 1918'de İstanbul'da kurulan "Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti"nin Erzurum şubesi, daha faal hareket etmek amacı ile " Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti"ne dönüşmüştür. Kurucuları Erzurum Kongresi üyeleridir. Cemiyet, Sivas Kongresi kararı ile " Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti"ne katılmıştır. Erzurum'da kuruluş ise anılan cemiyetin şubesini oluşturmuştur. Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin İstanbul merkez olmak üzere, ilk kuruluşunda Erzurum'dan başka Elazığ, Diyarbakır, Sivas, Bayburt, Bayezid, Hasankale, İspir, Narman, Bitlis, Erzincan, Şebinkarahisar, Van, Hınıs, Tercan, Tortum ve Yusufeli'de şubeleri vardı. 10- Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti : Sivas, 11 Eylül 1919 Sivas Kongresi kararı ile kurulmuştur. Müdafaa-i Hukuk, Redd-i İlhak, Redd-i İşgal ve diğer benzeri isimler altında kurulan cemiyet ve heyetler tek bir çatı altında birleştirilmiştir. Bu karardan sonra bir çok il ve ilçemizde Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti şubesi kurulmuştur. 11- Kars Milli İslam Şürası : Kars, Kasım 1918 17-18 Ocak 1919'da "Cenubi Garbi Kafkas Hükümeti Muvakkate-i Milliyesi" olarak adını değiştirmiştir. 12- İstanbul'da Müdafaa-i Hukuk davasını desteklemek amacı ile kurulan gizli cemiyetler : 1- Karakol Cemiyeti : İstanbul, Kasım 1919 Milli Mücadele'nin başlangıcında Anadolu'ya yardımcı olmuş, sonraları tehlikeli ilişkileri nedeniyle kapatılmış, yerine Müdafaa-i Milliye Teşkilatı ve MM grubu kurulmuştur. 2- MM Grupları : a) Müsellah MM grubu MM grubu (Müdafaa-i Milliye) 3- İstanbul Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti : İstanbul, 1919 13- İstanbul'da kurulan diğer cemiyetler : a) Milli Kongre : İstanbul, 1918 Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti'nin oluşturduğu bir kuruluştur. Milli Kongre Fırkasının başkanı Esat Paşa, 1919 seçimleri dolayısıyla Ankara ile uyuşmazlığa düşmüş, İstanbul'da Meclis-i Mebusan'ın kapatılması sonucu, Fırkanın faaliyeti sona ermiştir. Milli Ahrar Fırkası : İstanbul, 4 Mayıs 1919. Anadolu'daki hareketi desteklemiştir. c) Milli Türk Fırkası : İstanbul, 23 Kasım 1918. Anadolu'daki harekete bağlı kalmıştır. d) Anadolulular Cemiyeti : İstanbul, Ağustos 1921 B- Kadınların Kurdukları Cemiyetler : 1. İstihlas-ı Milli Kadınlar Cemiyeti : İstanbul, 24 Kasım 1918 2. Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti :Sivas, 10 Aralık 1919 Bu cemiyetin Konya, Niğde, Burdur, Aydın, Erzincan, Kayseri, Kastamonu, Eskişehir, Amasya, Yozgat, Pınarhisar, Viranşehir ve Kangal'da şubeleri kurulmuştur. II- ZARARLI DERNEKLER A. Milli varlığa ve Anadolu'daki milli harekete düşman cemiyetler : 1- İngiliz Muhipler Cemiyeti :İstanbul, 20 Mayıs 1919. Manda taraftarı 2- Wilson Prensipleri Cemiyeti : İstanbul, 14 Ocak 1919. Manda taraftarı 3- Kürdistan Teali Cemiyeti :İstanbul, Mayıs 1919. 4- Teali-i İslam Cemiyeti (Eski Cemiyet-i Müderrisin) : İstanbul, 19 Şubat 1919. Hilafetçi ve ümmetçi 5- Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti : İstanbul, Ocak 1919 28 Eylül 1919'da Hürriyet ve İtilaf Fırkası'na katılmıştır. 6- Sulh ve Selamet-i Osmaniye Fırkası : İstanbul, 14 Ocak 1919 Fırka, Sulh ve Selamet Cemiyeti ile Selamet-i Osmaniye Fırkası'nın birleşmeleriyle oluşmuştur. 7- Hürriyet ve İtilaf Fırkası : İstanbul, Ocak 1919 8- Nigehban Cemiyet-i Askeriyesi : İstanbul, Ocak 1919 Hürriyet ve İtilaf'la beraber hareket etmiştir. 9. Osmanlı İla-yi Vatan Cemiyeti : İstanbul, 19 Kasım 1919 Padişah taraftarı ve Müdafaa-i Hukukun tamamen karşısındadır. Cemiyet, gizli olarak Milli Mücadele aleyhine örgütlediği Tarik-i Salah (veya Tarikat-ı Salahiye) Cemiyeti ile beraber çalışmıştır. Bu dernek ve partilerin dışında, faaliyetleri sınırlı ve etkinliği yaygın olmayan, Osmanlı Mesai Fırkası, Osmanlı Çiftçiler Cemiyeti, Türkiye Sosyalist Fırkası, Vahdet-i Milliye Heyeti, Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi, Türk Teali Cemiyeti, Müsalemet İttifakı, Amele Fırkası gibi kuruluşlar Anadolu'daki Milli Mücadele hareketinin karşısında olmuşlardır. 10. Lazistan Selamet-i Milliye Cemiyeti : Rize, 23 Nisan 1919 Gürcülerin çıkarlarına hizmet eden para ile tutulmuş kimselerden oluşmaktadır. B. Azınlıkların Kurdukları Zararlı Dernekler : 1. Rumların kurdukları cemiyetler : a) Mavri Mira : Rum Patrikhanesi'nde kurulmuştur. Yunan Kızılhaç Cemiyeti ile Resmi Göçmenler Komisyonu da Mavri Mira'ya bağlı idiler. Ayrıca, Rum okullarındaki izci kuruluşları da tamamiyle Mavri Mira tarafından yönetilmekteydi. Pontus Rum Cemiyeti c) Trakya Cemiyeti İttihad-ı Milli ve Kordos adlı cemiyetler 2. Ermenilerin Kurdukları Cemiyetler : Daha önceleri Ermenilerin kurmuş oldukları Taşnaksütyan ve Hınçak adlı gizli ve yeraltı örgütleri milli mücadele döneminde de faaliyette bulunmuşlar ve yabancı devletlerle işbirliği yapmışlardır. Ermeni patriği Zaven Efendi de Ermenilerin örgütlenmesinde önemli rol oynamıştır.
  7. Maresal Fevzi (Çakmak) Pasa'nin sirri - Fevzi Pasa... bu ifsayi, refikasi Fitnat hanima söyle açiklamistir: «Fitnat. Öyle birsey biliyorum ki ortaya çikip söylememe bugüne kadarki tutumumuz ve davranislarimiz müsait degil. Mecburum, bu sirri kendimle beraber mezara götürmege» Ve iste Maresalin senelrce sakladigi büyük sir ki, Sultan Vahdettin'in vatansever bir insan oldugunu ve kurtulusu (Istiklal savasin kazanilmasi) Anadolu'da gördügünü apaçik göstermektedir. Dinleyelim Fevzi Pasayi: «Mütareke senesinde, bir Cuma selamligindan sonra Sultan Vahdettin beni huzuruna kabul etti. "Pasa, dedi. Durumu görüyorsunuz. Bu isler anca Anadolu'da teskilatlanarak kurtarilabilir. Bana Anadolu'da teskilat kuracak, memleketi su karanlik durumdan kurtrabilecek Pasalarin bir listesini yapip getirin" Ertesi Cuma, yine selamliktan sonra huzruna girip hazizladigim listeyi verdim. Dikkatle okuduktan sonra, bir müddet sustu. sonra yari kapali gözleriyle agir agir, tane tane konusmaya basladi: "Pasa, Mustafa Kemal Pasa hirsiz midir" "Hasa Padisahim" "Bir namuzsuzlugu, ahlaksizligi var midir ?" "Hasa Padisahim" "Beceriksiz ve kabiliyetsiz mdir?" "Hayir efendim. O hepimizden bilgili, kabiliyetli ve dinamiktir" "O halde bu listeye niçin onun adini yazmadiniz?.." Hiç düsünmeden cevap verdim: "Padisahim, Mustafa Kemal Pasa yenilik, bilhassa öteden beri Cumhuriyet taraftaridir" Padisah elindeki kagidi atar gibi masanin üzerine birakti...Ayaga kalkip pencereye döndü. Limanda demirli Itilaf devletleri (Ingiliz, Fransiz, Italyan, Yunan) gemilerini göstererek: "Pasa, Pasa...Bu gemileri görmek kanima dokunuyor. Bu memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun...Kendine selamla birlikte teblig ediniz, haftaya Cuma günü Mustafa Kemal Pasa'yi görecegim » Tercüman, 10.04.1976 Kaynak: Vehbi Vakkasoglu, Son Bozgun, cilt: 1, S. 134-135, Timas, Istanbul, 1990
  8. LİSE 2 TÜM TARİH NOTLARI-5 DAĞILMAYI ÖNLEME ÇABALARI 1-OSMANLICILIK: Din, dil, ırk ayrımı yapmadan Osmanlı topraklarında yaşayan herkesin Osmanlıyım demesini sağlamak. Balkan savaşları ve Ermeni olayları bunun gerçekleşemeyeceğini gösterdi. 2-İSLAMCILIK: Bütün İslam ümmetini Osmanlı bayrağı altında toplama düşüncesi. Arnavutların bağımsız olmaları, Arapların I.Dünya savaşı sırasındaki tutumları bunun gerçekleşmeyeceğini göstermiştir. 3-TÜRK BİRLİĞİ (TURANCILIK) Türkiye, Rusya, İran, Afganistan ve Çin’de yaşayan Türkleri bir bayrak altında toplayarak Turan adlı bir devlet kurma düşüncesi. 4-TÜRKÇÜLÜK Osmanlı Devleti’nde yaşayan Türkleri yönetimde ve sosyal hayatta hakim kılma düşüncesi. 5-BATICILIK Osmanlı Devleti’nin tek kurtuluşunun batıya ayak uydurmak olduğunu savunmak. Batıcılara göre:1-Batının tekniği alınmalıdır. 2-Batının tekniğinin yanında onu oluşturan kültür yapısı da alınmalıdır. *Bu beş düşüncenin ortak özelliği: Hiç biri Osmanlı Devleti’ni yıkılmaktan kurtaramamıştır. I.DÜNYA SAVAŞI Tarih:1914-1918 Tarafları: İtilaf devletleri ( İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya) X İttifak devletleri (Almanya, Osmanlı Devleti, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan) Sebepleri: 1-I.Dünya Savaşı’nın en önemli sebebi İngiltere ile Almanya arasındaki ekonomik rekabettir. 2-İngiltere: Sömürgelerini korumaya çalışıyordu. 3-Almanya: İngiltere’nin sömürgelerine göz dikmişti. 4-Fransa: Almanya’ya kaptırdığı sanayi bölgesi Alsas Loren’i geri almak istiyordu. 5-Avusturya: Panslavizm tehlikesinden korunmaya çalışıp, Balkanlara yayılmaya çalışıyordu. 6-Bulgaristan: Almanya ile Osmanlı Devleti arasında ulaşımı sağlamak için savaşa girmesi gerekiyordu. 7-İtalya: Halkını doyurmak için verimli topraklara ihtiyacı vardı. 8-Rusya: Sıcak denizlere açılmak istiyordu. 9-Osmanlı Devleti: Savaşa girmesi için hiçbir nedeni yoktu. Balkan savaşlarından yeni çıkmıştı. Savaşa girerse Almanya Rusya’nın açacağı doğu cephesinde rahatlayacaktı. Çünkü Rusya kuvvetlerinin bir kısmını Osmanlı cephelerine kaydıracaktı. Ayrıca Almanya, Osmanlı topraklarında denetim kurarak İngilizlerin sömürgelerine giden yolu kapatmayı amaçlıyordu. Osmanlı padişahlarının halifelik sıfatını da kullanarak Müslüman devletlerin savaşa girmesini sağlayacak ve boğazlar yoluyla Rusya’ya yardım gitmesini engelleyecekti. Berlin-Bağdat demiryolu hattını kullanıp Musul-Kerkük petrollerinden de yararlanacaktı. Savaşın bahanesi: 24 Haziran 1914’te Avusturya veliahtı Sırbistan’ı ziyareti sırasında bir Sırplı tarafından suikast sonucu öldürüldü.Bu olaydan sonra Avusturya Sırbistan’a savaş açtı ve I.Dünya Savaşı başlamış oldu. I.Dünya Savaşı’nda Osmanlı cepheleri: 1-Kafkasya cephesi 2-Kanal Cephesi 3-Çanakkale Cephesi 4-Irak cephesi 5-Hicaz ve Yemen Cephesi 6-Suriye ve Filistin Cephesi 7-Galiçya Cephesi 8-Romanya ve Makedonya Cephesi I.DÜNYA SAVAŞI’NIN SONUÇLARI 1-Yenen ve yenilen devletler arasında barış sağlamak amacıyla Ocak 1919’da Paris’te bir konferans toplandı. 2-Konferansta Fransa’nın amacı Almanya’yı bir daha savaş yapamayacak hale getirmekti. 3-Konferansta en çok tartışılan devlet Osmanlı Devleti oldu. 4-Yenilen devletler ile imzalanan antlaşmalar ile savaş sona erdi. 5-Avrupa’nın ve dünyanın haritası yeniden çizildi. 6-Bir çok devlet ve imparatorluklar yıkıldı, yeni devletler kuruldu. I.DÜNYA SAVAŞI SONUNDA İMZALANAN ANTLAŞMALAR VERSAY ANTLAŞMASI Tarih:28 Haziran 1919 Taraflar:Almanya-İtilaf devletleri Önemi:Almanya bu antlaşma ile büyük ölçüde toprak kaybetti ve bütün deniz aşırı sömürgeleri elinden çıktı. Ayrıca antlaşma Almanya’ya büyük ekonomik yükümlülük getirdi. SAİNT GERMAİN (SEN JERMEN) ANTLAŞMASI Tarih:10 Eylül 1919 Taraflar:Avusturya-İtilaf devletleri Önemi:Avusturya, Macaristan,Çekoslovakya ve Yugoslavya’nın bağımsız birer devlet olmasını kabul etti. Antlaşma Avusturya’ya büyük ekonomik yük getirdi. NEUİLLY (NÖYYİ) ANTLAŞMASI Tarih:27 Kasım 1919 Taraflar: Bulgaristan-İtilaf devletleri Önemi: Bulgaristan topraklarının bir kısmını Yunanistan ve Yugoslavya’ya bıraktı. Bulgaristan’ın Ege Denizi ile bağlantısı kesildi. Ayrıca savaş tazminatı ödeyecekti. TRİANON (TRİYANON) ANTLAŞMASI Tarih:1919 Taraflar: Macaristan-İtilaf devletleri Önemi:Macaristan topraklarının bir kısmını Çekoslovakya, Yugoslavya ve Romanya’ya bıraktı. *Bu antlaşmalarla Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve Macaristan’da zorunlu askerlik kaldırıldı. MONDROS ATEŞKES ANTLAŞMASI Tarih: 30 Ekim 1918 Taraflar: Osmanlılar-İtilaf devletleri Önemi: Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti fiilen sona erdirilmiş ve toprakları İtilaf güçlerince paylaşılmıştır. SEVR BARIŞ ANTLAŞMASI Tarih:10 Ağustos 1920 Taraflar: Osmanlılar- İtilaf devletleri Önemi:Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti fiilen sona erdi ancak Kurtuluş Savaşı başlamıştı. Bu sebeple Sevr Antlaşması ölü doğmuş olarak kabul edilir. LOZAN ANTLAŞMASI Tarih: 24 Temmuz 1923 Taraflar:Türkiye Cumhuriyeti-İtilaf devletleri Önemi:Türkiye Cumhuriyeti kendisini parçalamak isteyen devletlere bağımsızlığını kabul ettirdi. OSMANLI KÜLTÜR VE UYGARLIĞI OSMANLI DEVLET ANLAYIŞI 1-Eski Türk gelenekleri 2-İslam dininin devlet anlayışı 3-Hakim olunan topraklardaki toplumların devlet anlayışlarıdır. OSMANLI DEVLETİ’NDE TOPLUM 1-Askeri (Yönetenler) 2-Reaya (Yönetilenler) olmak üzere iki kısma ayrılırdı. DEVLET (MERKEZ) YÖNETİMİ *Osmanlı Devleti’nde yönetim mutlak monarşi ve teokratik bir özelliğe sahipti. Padişahlar Yavuz Sultan Selim’den itibaren halife unvanını aldılar. *Fatih Sultan Mehmet çıkardığı kanunname ile padişah olan kişiye, rakip olan kardeşlerini öldürme yetkisi vermiştir. Böylece yönetimde eski veraset sistemi ( devletin hükümdar ailesinin ortak malı sayılması) geleneği kaldırılmıştır. *I.Ahmet çıkardığı bir kanunla Osmanlı hanedanının ekber ve erşed olanının ( yani büyük ve aklı başında ) tahta geçmesine karar vermiştir. Böylece tahta hükümdarın kardeşleri de çıkabilmişlerdir. HÜKÜMDARLIK SEMBOLLERİ 1-Hutbe 2-Sikke (Para bastırmak) 3-Davul (tabl) 4-Sancak 5-Tuğ 6-Kılıç kuşanmak DİVAN-I HÜMAYUN *Divan devlet işlerini görüşülüp karara bağlandığı, savaş ve barışa karar verildiği, büyük davaların ele alındığı bir kuruldu. Bu günkü Bakanlar Kuruluna benzeyen divan, padişaha danışmanlık yaparlardı. Divanda son söz yine padişaha aitti. Divana Kuruluş döneminde padişahlar, daha sonra sadrazamlar başkanlık etmişlerdir. Divan Topkapı Sarayı’nda Kubbealtı denilen yerde toplanırdı. Orhan Bey zamanında kurulan Divan-ı Hümayun, II.Mahmut döneminde kaldırılmış, Avrupa’nın kabine usulü uygulanmaya başlanmıştır. DİVAN ÜYELERİ 1-Padişah 2-Vezir-i azam 3-Vezirler 4-Kazasker 5-Defterdar 6-Nişancı 7-Kaptan-ı Derya 8-Şeyhülislam 9-Reisülküttap VEZİR-İ AZAM (SADRAZAM) Padişahın mutlak vekili olan sadrazam, padişahtan sonra (maliye ve yargı dışında) tüm devlet işlerinden sorumluydu. Padişahın mührünü (mühr-i hümayun) taşırdı. Sadrazam konaklarına Paşa kapısı veya Babıali denirdi. Sadrazam padişahın katılmadığı seferlere serdar-ı ekrem unvanı ile komutanlık yapardı. II.Mahmut, sadrazamlığı kaldırarak yerine başvekalet makamını oluşturdu. VEZİRLER Sancak beyliği ve beyler beyliğinde bulunan tecrübeli devlet adamlarından seçilirdi. Vezirlerin sayısı Kuruluş Devri’nde en fazla üç iken, Yükselme Devri’nde yediye çıkarılmıştır. Sadrazama yardımcı olurlardı. En kıdemlisi sadrazam olurdu. DEFTERDAR Maliye işlerine bakar, bütçeyi hazırlardı. Fatih zamanında sayıları Anadolu ve Rumeli defterdarı olarak ikiye çıkarılmıştır. KAZASKER Adalet ve eğitim işlerine bakardı. Büyük davalara bakan kazaskerler, kadı ve müderrislerin atamalarını yaparlardı. Yükselme döneminde, Anadolu ve Rumeli kazaskeri olmak üzere sayıları ikiye çıkarılmıştır. NİŞANCI Padişah fermanlarını yazar, ferman ve beratların üstüne padişah tuğrasını çekerdi.Ayrıca tapu ve kadastro işlerini yürütürdü. Fethedilen arazileri yazar, dirlikleri dağıtır ve bunları tapu defterlerine işlerdi. MÜFTÜ (ŞEYHÜLİSLAM) 16. yüzyıldan itibaren Divan üyesi oldu. Devletçe yapılan işlerin, savaş, barış ve idam kararlarının dine (şeriata) uygun olup olmadığına kara verileceği zaman toplantılara katılırdı. Şeyhülislamlar padişah tarafından atanır ve ölünceye kadar makamlarında kalabilirlerdi. Padişah ve sadrazamlar şeyhülislamdan fetva almadan kimseyi idem ettiremezlerdi. KAPTAN-I DERYA Yükselme döneminde Divan üyesi oldu. Donanmadan sorumlu Deniz kuvvetleri komutanıdır. REİSÜLKÜTTAP Önceleri Nişancıya bağlı iken 16. yüzyıldan sonra dışişleri ile ilgili yazışmalardan sorumlu olan Divan üyesi olmuştur. İSTANBUL’UN YÖNETİMİ Başkentin idaresinden birinci derecede sadrazam sorumlu idi. Güvenliğine Yeniçeri Ağası ve subaşılar, belediye hizmetlerine Şehir emini, adalet işlerine İstanbul kadısı bakardı. ÜLKE YÖNETİMİ 1-Eyaletler (Vilayetler) (Yöneticisi: Beylerbeyi) 2-Sancaklar (Yöneticisi: Sancak beyi) 3-Kazalar ve Köyler (Yöneticisi: Kadı) Eyaletler üç bölüme ayrılır: 1-Merkeze bağlı yıllıksız eyaletler (Salyanesiz): Bu eyaletler dirlik sistemine göre has, zeamet, tımar olarak bölümlere ayrılmıştır. 2-Yıllıklı eyaletler (Salyaneli): Bu eyaletlerin valilerine ve askerlerine salyane adı verilen maaş verilirdi. Ayrıca bunların yıllık vergileri, iltizam usulüyle, mültezimler ( tahsildarlar) tarafından toplanırdı. Mültezim, devlete belli bir peşin para ödeyip, sonra devlet adına bir bölgenin vergisini toplayan kimsedir. Bu tür eyaletlerden alınacak verginin daha önce devlet hazinesine yatırılmasına da iltizam denir. Salyaneli eyaletler dirliklere bölünmezdi. Başlıca salyaneli eyaletler Cezayir, Tunus, Trablusgarp, Mısır, Yemen, Habeş, Bağdat ve Basra’dır. 3-Bağlı hükumet ve beylikler (İmtiyazlı eyaletler): Merkezden uzak olan bu eyaletlerin yöneticileri kendi halkından seçilir ve padişahın onayı ile atanırdı. Bu eyaletler iç işlerinde serbest, dış işlerinde Osmanlılara bağlıdılar. Başlıcaları Eflak, Boğdan, Erdel, Lehistan, Kırım ve Hicaz’dır. Bunlardan vergi alınır, gerektiğinde de bu eyaletler asker gönderirdi. TOPRAK YÖNETİMİ Topraklar devlete aitti. MİRİ TOPRAKLAR (DEVLETE AİT TOPRAKLAR) Kullanış amacına göre bölümlere ayrılırlar. Başlıcaları: 1-DİRLİK:Gelirleri devlet hizmetleri veya atlı asker (tımarlı sipahi- cebeli) yetiştirmek şartıyla, komutanlara ve yüksek devlet memurlarına dağıtılan topraklardır. Gelirlerine göre Has, Zeamet ve Tımar olmak üzere üç bölüme ayrılır. A)HAS: Yıllık geliri 100 bin akçeden fazla olan topraklardır. Padişah ve ailesine, şehzadelere, divan üyelerine beylerbeyi ve sancak beylerine verilirdi. Gelirinin her beş bin akçesi için (kılıç hakkı) Cebelü denilen bir atlı asker beslemek zorundaydılar. B)ZEAMET: Yıllık geliri 20 bin akçe ile 100 bin akçe arasında olan topraklardır. Orta dereceli devlet memurlarına verilirdi. C)TIMAR: Yıllık geliri 0- 20 bin akçe arasında olan topraklardır. Savaşlarda yararlılık gösteren sipahilere verilirdi. 2-VAKIF ARAZİ: Bu topraklardan alınan vergiler cami, medrese, imarethane, hastane, kervansaray ve köprü gibi dini, eğitim-öğretim ve sosyal kuruluşlara ayrılırdı. Satılamaz, devredilemezlerdi. 3-MÜLK ARAZİ: Devlet hizmetinde ve askeri alanda üstün başarı gösteren kimselere devletin bağışladığı topraklardır. Bunlar satılıp, miras bırakılabilir veya vakfedilebilirdi. 4-OCAKLIK: Geliri kale muhafızları ve tersane giderlerine ayrılan topraklardır. 5-YURTLUK: Sınır boylarındaki topraklar olup bu amaçla Türkmen boylarına verilirlerdi. 6-MUKATAA: Geliri doğrudan doğruya veya mültezimler aracılığı ile devlet hazinesine giren topraklardır. 7-PAŞMAKLIK ARAZİ: Vergi gelirleri padişahların kızları ve ailelerine bırakılan topraklardır. OSMANLILARDA ALINAN BAŞLICA VERGİLER 1-ÖŞÜR (AŞAR) : Müslümanlardan alınan toprak vergisidir. 2-HARAÇ: Gayr-ı müslimlerden alınan toprak vergisidir. 3-CİZYE: Hıristiyanlardan askerlik yapmadıkları için alınan can ve mal güvenliği (kafa) vergisidir. 4-ÇİFTBOZAN VERGİSİ: Üst üste üç yıl toprağını işlemeyenlerden alınan vergidir. 5-AĞNAM VERGİSİ: Koyun ve keçiden alınan vergidir. 6-AVARIZ (TEKALİF-İ ÖRFİYE) VERGİSİ: Büyük felaketlerde ve savaş gibi olağanüstü durumlarda alınan vergidir. OSMANLILARIN BAŞLICA GELİR KAYNAKLARI 1-Halktan alınan vergiler 2-Gümrük, maden, orman ve tuzla gelirleri 3-Savaşlardan elde edilen ganimetlerin beşte biri 4-Bağlı beyliklerden ve yabancı devletlerden alınan vergi ve hediyeler OSMANLILARIN BAŞLICA GİDERLERİ 1-Devlet memurlarına ödenen maaşlar 2-Kapıkulu askerlerine ödenen ulufeler (üç ayda bir verilen maaş) ve ulemaya (bilim adamlarına) ödenen maaşlar 3-Savaş masrafları ve donanma giderleri 4-Askerlere padişah değişiminde dağıtılan cülus bahşişleri (tahta çıkma ikramiyesi) 5-Bayındırlık ve imar faaliyetlerine harcanan paralar PARA POLİTKASI ORDU TEŞKİLATI Osmanlı Devleti’nde ordu üç bölümden oluşmaktaydı. 1-KAPIKULU ASKERLERİ: Merkezde ve sınır boylarındaki kalelerde oturan kapıkulu askerleri üç ayda bir ulufe denilen bir maaş ve her padişah değişiminde ise (Fatih’ten sonra) cülus bahşişi alırlardı. Kapıkulu askerleri başlangıçta savaş esiri olan Hıristiyan çocuklar arasından seçilerek yetiştirilirlerdiAncak Ankara Savaşı’ndan sonra Çelebi Mehmet zamanında Devşirme Kanunu ile Hıristiyan halk arasından seçilmeye başlanmıştır. Bu gençler yeteneklerine göre çeşitli askeri ocaklara ya da Enderun’a (saray okulu) gönderilerek sadrazamlık makamına kadar yükselme şansına sahip olmuşlardır. Kapıkulu askerleri, Piyadeler ve Süvariler olmak üzere iki kısımdan oluşurdu. Piyadeleri, Yeniçeri Ocağı, Acemi Oğlanlar Ocağı, Cebeci Ocağı, Topçu Ocağı, Top Arabacıları Ocağı, Humbaracılar, Lağımcılar, Saka Ocağı ve Kapıkulu Süvarilerinden oluşmaktaydı. Süvarileri ise, Sipahi, Silahtar, Sağ ulufeciler, Sol ulufeciler, Sağ garipler, Sol garipler oluştururdu. 2-EYALET ASKERLERİ (TIMARLI SİPAHİLER): Merkeze bağlı eyaletlerde dirlik sahiplerinin beslediği atlı askerlerdir. Bu askerlere cebelu adı verilirdi. Osmanlı ordusunun çoğunluğunu oluştururlardı.Hepsi atlı olup devletten maaş almazlardı.Masrafları dirlik sahipleri tarafından karşılanırdı (Köylülerden alınan vergilerle). Osmanlı dirlik sistemiyle, devlet hazinesinden para çıkmadan büyük miktarda ordunun (tımarlı sipahinin) yetiştirilmesini sağlamıştır. Bu durum devletin ekonomik yükünü azaltmıştır. Eyalet askerlerinin tamamı Türklerden oluşurdu. Eyalet askerleri Akıncılar, Azaplar, Yayalar, Müsellemler,Yörükler, Deliler, Gönüllüler,Beşliler, Sakalardan oluşuyordu. 3-YARDIMCI KUVVETLER: Savaş sırasında Osmanlı Devleti’ne bağlı devlet ve beyliklerden alınan kuvvetlerdir.Kırım, Eflak, Arnavutluk ve Boğdan kuvvetleri gibi. DONANMA : Osmanlı Devleti’nde ilk donanma faaliyetleri Orhan Bey zamanında Karesioğulları Beyliği’nin alınması ile başladı. Karadeniz Fatih döneminde ve Akdeniz Kanuni döneminde bir Türk gölü haline getirildi. Donanma başkomutanına Kaptan-ı derya denirdi. Diğer komutanlara Reis, deniz askerlerine Levent adı verilirdi. MALİYE VE PARA Osmanlıların en büyük gelir kaynağı toprak vergisiydi. Baharat ve İpek yolları Coğrafi keşifler sonucunda önemini yitirdi. Osmanlılar bundan büyük ekonomik zarar gördü. Devletin en büyük gideri, ordu için yapılan harcamalardı. HUKUK SİSTEMİ Osmanlılar kuruluşundan beri adalete büyük önem vermişlerdir. Devlet içerisinde dini, mezhebi ve ırkı ne olursa olsun herkes kanun önünde eşit sayılırdı. Osmanlılarda iki tür hukuk uygulanırdı. 1-ŞERİ HUKUK: Kaynağını İslam’dan alan şeriat kurallarıydı. Ancak Osmanlılar bu hukuktaki bazı kuralları yumuşatarak uygulamışlardır. 2-ÖRFİ HUKUK: Kaynağını Türk gelenek ve göreneklerinden alan hukuktur. Özellikle Fatih Sultan Mehmet geçmişte yayınlanan tüm kanunları bir araya getirerek Kanunname-i Al-i Osman adında ilk örfi Osmanlı kanunnamesini oluşturmuştur. Bu konuda Kanuni zamanında da büyük çalışmalar olmuştur. Normal davalara kadı’lar, yüksek devlet görevlileri arasındaki davalara ise kazaskerler bakardı. Gayr-ı müslimlerin davaları kendi kilise ve havralarında çözümlenirdi. EKONOMİK HAYAT Osmanlı ekonomisi büyük ölçüde tarım ve hayvancılığa dayanmaktaydı. Ekonomiyi canlı tutabilmek için Venedik, Ceneviz ve Fransız tüccarlarına imtiyazlar tanınmış, kervansaraylar ve karakollarla ticaret yollarının güvenliği sağlanmıştır. Selçuklulardan sonra Osmanlılarda da esnaf ve zanaatkarlar arasında dayanışmayı sağlamak için Loncalar kurulmuştur. Loncaların kuruluş amaçları: 1-Çırak-kalfa-usta anlayışı içinde zanaatkar yetiştirmek 2-Esnaf arasında birliği sağlamak 3-Kaliteli mal üretmek 4-Devlet ve esnaf arasında işbirliği sağlamak, kar oranlarını tespit etmek 5-Üyelerine kredi sağlamak 6-Muhtaçlara yardım yapmak Babadan oğla geçen sanat anlayışı getiren Lonca sistemi, Sanayi İnkılabı’ndan sonra fabrikaların kurulmasıyla önemini kaybetmiştir.
  9. LİSE 2 TÜM TARİH NOTLARI-4 KABAKÇI MUSTAFA İSYANI Tarih:1807 Sebep: 1-III. Selim’in ıslahatlarını (Nizam-ı Cedid hareketi) Yeniçeriler, din adamları ve esnaf çıkarlarına uygun bulmadı. 2-III.Selim Yeniçerilere Nizam-ı Cedid askerinin elbisesini giydirmek istiyor ve Yeniçerileri düzenli talime tabi tutmak istiyordu. Sonuç: 1-III.Selim Nizam-ı Cedid’i kaldırdı.2-Asiler III.Selim’i tahttan indirip yerine IV.Mustafa’yı çıkardılar. 3-İsyanı bastıran Alemdar Mustafa Paşa Kabakçı ve adamlarını öldürttü. 4-IV.Mustafa, yeniden tahta çıkma ihtimali olan III.Selim’i öldürttü. 5-Alemdar Mustafa Paşa IV.Mustafa’yı tahttan indirip yerine II.Mahmud’u çıkardı. Önemi: Kabakçı Mustafa isyanı Nizam-ı Cedid dönemini ortadan kaldırmıştır. II. MAHMUD DÖNEMİ *Devlet memurlarının pantolon, ceket ve fes giymesini kanunlaştırdı. *Nizam-ı Cedid ordusunun Kabakçı isyanı ile ortadan kaldırılması üzerine Alemdar Mustafa Paşa Sekban-ı Cedid ordusunu kurdu. Yeniçeriler bir isyan sonucu Alemdar Mustafa Paşa’yı öldürerek bu ocağa son verdiler. TİLSİT ANTLAŞMASI Tarih: 1807 Taraflar: Fransa-Rusya Önemi:Fransa Osmanlı Devleti ile Rusya arasında arabuluculuk yapacaktı. SENED-İ İTTİFAK (1808) Önemi: 1-Osmanlılardaki ilk demokrasi hareketidir. (Çünkü padişah ilk kez yönetimde kendisinden başkalarının da söz sahibi olduğunu kabul etmiştir.) 2-Osmanlıların eyaletler üzerindeki otoritesi yeniden kuruldu. KALE-İ SULTANİYE ANTLAŞMASI Tarih:1809 Taraflar: Osmanlı-İngiltere Önemi:Tilsit antlaşmasına karşılık olarak İngiltere ile Osmanlı Devleti aralarındaki anlaşmazlıklara son vermeyi, siyasi, ticari ilişkilerini geliştirmeyi kabul ettiler. BÜKREŞ ANTLAŞMASI Tarih:1812 Taraflar: Osmanlı-Rusya Önemi: Sırbistan’a ayrıcalıklar verildi. VAKA-YI HAYRİYE Tarih:1826 Önemi: II.Mahmut Yeniçeri kışlalarını topa tuttu. Bu olay sonunda Yeniçeri Ocağı kaldırıldı. Tarih:1826 Önemi: II.Mahmut Yeniçeri kışlalarını topa tuttu. Bu olay sonunda Yeniçeri Ocağı kaldırıldı. Yeniçeri Ocağı’nın yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı yeni bir ordu kuruldu. NAVARİN BASKINI Tarih: 1827 Taraflar: Osmanlı X İngiltere, Fransa, Rusya Sebebi: Yunanistan’ın bağımsızlığını Osmanlılara kabul ettirmek. Sonuç: Müttefikler Navarin’de demirli bulunan Osmanlı ve Mısır donanmalarını yaktılar. EDİRNE ANT. Tarih:1829 Taraflar: Osmanlı- Rusya Önemi: Yunanistan bağımsız oldu. MISIR MESELESİ 1-Osmanlı Devleti Mora isyanını bastırmak için Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’dan yardım istedi. Mehmet Ali Paşa Bu yardımına karşılık Mora’yı istedi. Fakat Yunanistan bağımsız olunca Mora da onu katıldı ve Mehmet Ali Paşa Bu sefer Suriye valiliğini istedi. 2-Osmanlılar Suriye’yi Mehmet Ali Paşa’ya vermek istemeyince Mehmet Ali Paşa saldırıya geçti ve Konya’ya kadar ilerledi. 3-II.Mahmut Mehmet Ali Paşa isyanına karşılık batılı devletlerden yardım istedi. Cevap alamayınca Rusya’dan yardım istedi ve Rusya yardıma geldi. 4-Rusya’nın Osmanlılara yardıma gelmesi üzerine batılı devletler Mehmet Ali Paşa ile Osmanlıları Kütahya Antlaşması ile barıştırdılar. Mehmet Ali Paşa’ya Mısır, Girit, Suriye, Adana ve Cidde valilikleri bırakıldı. 5-Osmanlı Devleti Rusya ile Hünkar İskelesi Antlaşmasını imzaladı ve Boğazlar sorunu ortaya çıktı. 6- Kütahya Antlaşması iki tarafı da memnun etmemişti ve Mehmet Ali Paşa yeniden saldırıya geçti. Mehmet Ali Paşa. Nizip savaşında Osmanlıları yendi. Batılı devletler bunun üzerine Londra Protokolü ile Mehmet Ali Paşa ve Osmanlıları barıştırdılar. Mehmet Ali Paşa’ya Mısır babadan oğla geçmek şartıyla bırakıldı. (1840). KÜTAHYA ANTLAŞMASI Tarih:1833 Taraflar: Osmanlı-Mısır valisi Mehmet Ali Paşa Maddesi: Mehmet Ali Paşa’ya Mısır ve Girit valiliklerine ek olarak oğlu İbrahim Paşa’ya Cidde valiliği ile Adana muhassıllığı (vergi toplama hakkı) verildi. HÜNKAR İSKELESİ ANTLAŞMASI Tarih:1833 Taraflar: Osmanlı-Rusya Önemi:Antlaşma ile Boğazlar sorunu ortaya çıkmıştır. BALTA LİMANI ANT. Tarih: 1838 Taraflar: Osmanlı-İngiltere Önemi: Osmanlıların imzaladığı en ağır kapitülasyon antlaşmasıdır. ABDÜLMECİD DÖNEMİ LONDRA KONFERANSI Tarih:1840 Taraflar: İngiltere, Rusya, Avusturya, Prusya Maddeleri: 1-Mısır hukuki yönden Osmanlılara bağlı kalacak, 2-Mısır yönetim olarak Mehmet Ali Paşa ve oğullarına bırakılacak, 3-Suriye, Girit ve Adana valilikleri Osmanlılara geri verilecek. *Abdülmecid 1841’de Mısır Fermanı ile Mısır’ın yönetim düzenini belirlemiştir. LONDRA ANTLAŞMASI-BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ Tarih:1841 Taraflar: Osmanlı, İngiltere, Fransa, Prusya, Avusturya, Rusya Önemi: 1-Boğazlar uluslar arası bir statü kazandı. 2-Boğazlar sorunu ilk kez devletler arası bir konferansta görüşülmüştür. TANZİMAT FERMANI (GÜLHANE HATT-I HÜMAYUNU) (3 Kasım 1839) Fermanla:1-Hıristiyan- Müslüman bütün vatandaşların eşitliği, can, mal ve namus güvenliği sağlandı. 2-Mal edinme ve miras hakkı tanındı. 3-Müsadere usulü kaldırıldı. Ferman sayesinde Osmanlı Devleti, batılı devletlerin desteğini sağladı ve Mısır meselesinin çözümü kolaylaştı. KIRIM SAVAŞI Tarih: 1853-1856 Taraflar: Rusya X Osmanlı+İngiltere+Fransa+Piyomente Sebep: Osmanlı ordusunun modernleştirilme çalışmaları Rus çarı I.Nikola’nın hoşuna gitmemiş ve Osmanlı ordusu güçlenmeden önce saldırmayı düşünmüştü. Sonuç: Paris Antlaşması ile savaş sona erdi. Önemi: 1-Avrupalı devletler ilk bir savaşta Osmanlılara yardım ettiler. Çünkü Rusya’nın Osmanlıları yıkarak topraklarına yerleşmesini istemiyorlardı. 2-Bu savaş sırasında Osmanlı Devleti ilk kez dış borç aldı ( İngiltere’den). PARİS ANTLAŞMASI: Tarih:1856 Taraflar: Rus- Osmanlı+ İngiltere+Fransa+Avusturya+Sardunya Önemi: Osmanlı Devleti bir Avrupa devleti sayıldı ve toprak bütünlüğü Avrupa devletlerinin garantisi altına alındı. ISLAHAT FERMANI (1856): Fermanla: 1- Hıristiyan vatandaşların can ve mal güvenliği sağlanacaktı. 2- Hıristiyanlara din ve eğitim özgürlüğü tanınacaktı. 3- Gayrı müslimlerde devlet memurluğu ve askerlik yapabilecekti. 4- Gayrı müslimler de taşınmaz mallar satın alabileceklerdi (ev gibi). 5-İltizam usulüne son verilecek. Islahat Fermanı Paris Antlaşması ile güvence altına alınmıştır. ABDÜLAZİZ DÖNEMİ *İntihar eden ilk Osmanlı padişahıdır. *Avrupa’ya giden ilk Osmanlı padişahıdır. *Yavuz Sultan Selim’den sonra Mısır’a giden ilk Osmanlı padişahıdır. ŞARK MESELESİ-TÜRK MESELESİ Şark Meselesi V. Yüzyılda Huğ kavimlerinin Avrupa’ya gelişi ile başlar. Şark Meselesi 1815 Viyana Kongresi’nde Rus çarı Aleksander tarafından ortaya atılmıştır. Avusturya, Rusya, Fransa, İngiltere arasında Osmanlı topraklarının paylaşılmasıdır. Şark meselesine göre: 1-Türkler Avrupa’dan atılmalı 2-Türkler Balkanlardan atılmalı 3-Türkler Anadolu’dan atılmalı 4-Mümkünse Orta Asya’ya dönmeleri sağlanmalıdır. V. MURAT DÖNEMİ *Abdülaziz’den sonra tahta çıkan V.Murat akıl sağlığı bozulunca tahttan indirildi ve yerine II.Abdülhamit tahta çıktı. II.ABDÜLHAMİD DÖNEMİ: *II.Abdülhamit Tanzimat’ın son, meşrutiyetin ilk padişahıdır. İslamcı ve Alman yanlısı bir politika izlemiştir. I.MEŞRUTİYET (1876-1878) (20 Mart 1877- 14 Şubat 1878) I.Meşrutiyet Meclisi ikiye ayrılıyordu: 1- Meclis-i Mebusan (Milletvekilleri, halk tarafından seçilirlerdi.) 2-Meclis-i ayan (Devletin ileri gelenleri, padişah tarafından seçilirlerdi.) I.Meşrutiyet Meclisi ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasi’yi uygulamıştır. Bu anayasa padişahı yeniden açma şartı ile meclisi kapatma yetkisi veriyordu. II.Abdülhamid, 1877-78 Osmanlı-Rus savaşındaki yenilgiyi bahane ederek meclisi kapatmıştır. I.Meşrutiyet Meclisi’nde 44 Hıristiyan, 4 Yahudi, 71 Müslüman milletvekili ile padişahın atadığı 26 ayan vardı. 1877-1878 OSMANLI- RUS SAVAŞI (93 HARBİ) Sebep:Osmanlı Devleti Sırbistan ve Karadağ’a ayrıcalıklar verilmesini kabul etmiyordu. Sonuç: Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması ile savaş sona erdi. Önemi: Bu savaş sırasında Kafkaslardan ve Balkanlardan Osmanlı topraklarına en büyük göç yaşanmıştır. BERLİN ANTLAŞMASI Tarih:1878 Taraflar: Osmanlı+İngiltere-Rusya Maddeleri: 1- Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsız oldu. 2- Bulgaristan üçe ayrıldı. A)Bulgar Prensliği Makedonya C) Doğu Rumeli 3-Doğu Anadolu’da Ermenilerin oturduğu yerde ıslahat yapılacak. 4-Bosna-Hersek hukuki olarak Osmanlılara bağlandı ve yönetimi bir süre için Avusturya’ya bırakıldı. 5-Kars, Ardahan ve Batum Ruslara bırakıldı, Doğubeyazıt ise Osmanlılarda kaldı. Önemi: 1-Rusya ile imzalanan Ayastefanos Antlaşması’nı geçersiz kılmıştır. 2-Osmanlıların başına Ermeni meselesini açmıştır. (Rusya bundan böyle Akdeniz’e inmek için doğuda bir Ermeni devletinin kurulması için çalışacaktır. İngiltere ise kendisine bağlı bir Ermeni devleti kurdurarak Rusya’nın Akdeniz’e inmesini engellemeye çalışacaktır.) 3-Bu antlaşma Panslavizm akımının bir zaferidir. 4- Berlin Antlaşması’nda arabuluculuk yapan İngiltere bunun karşılığı olarak Kıbrıs adasına yerleşmiştir. 1885 İSTANBUL ANTLAŞMASI Taraflar: Osmanlı-Mısır Önemi:İngiltere’nin Mısır’daki varlığı resmiyet kazandı. DÖMEKE MEYDAN SAVAŞI Tarih: 1897 Taraflar: Osmanlılar X Yunanlılar Sebep:Girit’in Yunanistan’a bağlanmak istemesi Sonuç: Osmanlılar yendiği halde Batılı devletlerin isteği ile İstanbul’da bir antlaşma yapılarak savaşa son verildi. 1897 İSTANBUL ANTLAŞMASI Taraflar: Osmanlılar- Yunanlılar Önemi: Girit özerk hale geldi. (II.Meşrutiyet’in ilan edildiği sıralarda Yunanistan Girit’i işgal etti ve adayı Yunanistan’a bağladı. Balkan savaşları sonunda imzalanan Atina Antlaşması ile Girit Yunanistan’a bağlandı.) DÜYUN-I UMUMİYE II.Abdülhamid döneminde Osmanlılar dış borçlarını ödeyemeyince Avrupalı devletler alacaklarına karşılık Düyun-ı Umumiye (Genel Borçlar) idaresini kurdular (1881). Başında alacaklı devletlerin bulunduğu idare tütün, ispirto, pul, tuz ve orman gelirlerine el koydular. Böylece Osmanlılar ekonomik bağımsızlıklarını kaybettiler. ERMENİ MESELESİ II.MEŞRUTİYET II.Meşrutiyet’in I.Meşrutiyet’ten tek farkı, II.Meşrutiyet meclisinde siyasi partilerin olmasıdır. *II.Meşrutiyet’in getirdiği karışıklık ortamında Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Avusturya Bosna-Hersek’i, Yunanistan Girit adasını kendi topraklarına kattığını ilan etti. VI.Mehmet 1919’da Meclis-i Mebusan’ı kapattı. 31 MART OLAYI (1909) Sebep: Meşrutiyet’i ortadan kaldırıp, II.Abdülhamid’i tahttan indirmek. Sonuç: Hareket ordusu isyanı bastırdı. II.Abdülhamid tahttan indirilerek V.Mehmet Reşad tahta çıkarıldı. V.MEHMET DÖNEMİ (REŞAD) *I.Dünya Savaşı’nın Osmanlı padişahıdır. TRABLUSGARB SAVAŞI Tarih:1911-1912 Taraflar: Osmanlı X İtalya Sebep: 1-İtalya kendisine sömürge arıyordu. 2-Trablusgarb İtalya’nın tam karşısındaydı ve savunmasızdı. ( Osmanlılar karadan yardıma gelemiyorlardı çünkü arada İngiliz işgalindeki Mısır vardı. Donanmaları olmadığı için de denizden gelemiyorlardı.) Sonuç: Uşi Antlaşması ile savaş sona erdi. UŞİ ANTLAŞMASI Tarih: 1912 Taraflar: Osmanlı- İtalya Maddeleri: 1- Trasblusgarb ve Bingazi İtalya’ya bırakıldı. 2- 12 ada Balkan savaşları sonuna kadar İtalya’ya bırakıldı. ( İtalya bu adaları bize vermemiş 1947’de Yunanistan’a terk etmiştir.) Önemi: 1-Bu antlaşma ile Osmanlıların Afrika kıtasındaki varlıkları sona erdi. 2- Bu savaştaki güçsüzlüğü görülen Osmanlılara Balkan devletleri saldırdılar. BALKAN SAVAŞLARI I.BALKAN SAVAŞI Tarih:1912-1913 Taraflar: Osmanlı X Karadağ, Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan Sebep: Balkan devletlerinin Osmanlıları Balkanlardan ve Rumeli’den atmak istemesi Sonuç: Osmanlılar Midye-Enez çizgisinin batısındaki tüm toprakları kaybettiler(Edirne dahil) LONDRA ANTLAŞMASI Tarih:1913 Taraflar: Osmanlılar-Balkan devletleri Maddeleri:1-Midye-Enez hattı Osmanlı Devleti’nin Trakya sınırıdır. 2-Edirne Bulgaristan’a verildi. 3-Girit Yunanistan’a verildi. 4-Gökçeada ve Bozcaada dışındaki Ege adalarının durumu büyük devletlerin kararına bırakıldı. II.BALKAN SAVAŞI Tarih:1913 Taraflar: Bulgaristan X Sırbistan, Yunanistan, Romanya Sebep: I.Balkan Savaşı sonunda Bulgaristan’ın çok toprak kazanması Balkan devletlerinin hoşuna gitmemişti. Makedonya’nın paylaşılmasında Sırplar ile Bulgarlar anlaşamıyorlardı. Sonuç: 1-Bu savaşa katılmayan Osmanlılar savaş sırasında Edirne ve Kırklareli’yi geri aldılar. 2- Savaş sonunda imzalanan antlaşmalarla Osmanlıların Balkanlardaki ve Ege denizindeki üstünlüğü sona ermiştir. BÜKREŞ ANTLAŞMASI Tarih:1913 Taraflar: Balkan devletleri Maddeleri: 1-Bulgaristan Dobruca’nın bir bölümünü Romanya’ya verdi. 2-Selanik Yunanistan’a verildi. 3-Manastır Sırplara bırakıldı. Önemi:Balkan savaşlarını sona erdiren antlaşmadır. İSTANBUL ANTLAŞMASI Tarih:1913 Taraflar:Osmanlılar-Bulgarlar Maddeleri:1-Edirne, Dimetoka, Kırklareli Osmanlılara; Kavala ve Dedeağaç Bulgaristan’a bırakıldı. 2-Meriç nehri iki ülke arasında sınır kabul edildi. ATİNA ANTLAŞMASI Tarih:1913 Taraflar: Osmanlı-Yunanistan Maddesi: Osmanlılar Yanya, Selanik ve Girit’in Yunanistan’a ait olduğunu kabul ettiler.(Yunanistan Ege adalarını da istedi, reddedildi, görüşmeler sırasında I.Dünya Savaşı çıktı, adalar sorunu Lozan Antlaşması’nda çözüldü.)
  10. LİSE 2 TÜM TARİH NOTLARI-3 II.MUSTAFA DÖNEMİ *Dedesi Kanuni’yi örnek almak istedi. Bu sebeple 3 kez Avusturya seferine çıktı. Seferlerde yenilince bir daha başka sefere çıkmadı. ZENTA BOZGUNU Tarih:1696 Taraflar: Osmanlı-Avusturya Önemi: Zenta Bozgununda Osmanlı ordusu Avusturya ordusu tarafından imha edilmiştir. Osmanlılar Zenta bozgunu sonucu Karlofça ve İstanbul Antlaşmalarını imzalamışlardır. KARLOFÇA ANTLAŞMASI Tarih:1699 Taraflar: Osmanlı- Avusturya, Venedik, Lehistan Önemi: Osmanlı Devleti’nin toprak kaybettiği ilk antlaşma. (Macaristan’ın kaybedilmiş olması antlaşmanın en ağır maddesidir.) İSTANBUL ANTLAŞMASI Tarih:1700 Taraflar: Osmanlı-Rusya Önemi: Ruslar Azak Kalesi’ni alarak Karadeniz’e açıldılar. İÇ İSYANLAR 1-İstanbul isyanları 2-Celali isyanları 3-Eyalet isyanları *İstanbul isyanları II. Osman, IV.Murat ve IV.Mehmet dönemlerinde yaşandı. İsyanlar sonucunda II.Osman Yeniçeriler tarafından öldürüldü. IV. Murat döneminde 17, IV.Mehmet döneminde Vaka-yı Vakvakiye Olayı sonucunda 30 devlet adamı Yeniçeriler tarafından idam edildi. *Celali isyanlarına bu ismin verilmesinin sebebi isyanları Yozgat’ta Celal adlı birinin çıkarmasıdır. EYALET İSYANLARI Sebep: Merkezi otoritenin zayıflaması Sonuç: İsyanlar sonucunda bazı eyaletler Osmanlılardan ayrılarak yarı bağımsız hale geldiler. III. AHMET DÖNEMİ *III.Ahmet’in çağdaşı Rus Çarı I.Petro: 1-Rusya’yı büyük bir devlet haline getirmek, 2-Karadeniz’e inmek, 3-Kırım’ı ele geçirmek, 4-Balkanlardaki Ortodoksları himayesine almak, 5-Lehistan üzerinde hakimiyet kurarak Baltık Denizi’ne açılmak istiyordu. I.Petro ile başlayan bu Rus politikası Osmanlı-Rus savaşlarının ana sebebidir. PRUT SAVAŞI Tarihi: 1710 Taraflar: Osmanlı X Rus Sebebi: 1-Lehistan’ın Rus hakimiyetine girmesi, 2-Rusya’nın Balkanlardaki Ortodoksları Osmanlılara karşı isyana teşvik etmesi Sonuç: Baltaca Mehmet Paşa Prut Antlaşması’nı imzalayarak savaşa son verdi. PRUT ANTLAŞMASI Tarihi:1711 Taraflar: Osmanlı- Rus Önemi: Prut Antlaşması, II. Viyana Kuşatması’ndan sonra Kutsal İttifak’a indirilen ilk darbedir. Ancak Ruslar antlaşma şartlarına uymamışlardır. PASAROFÇA ANTLAŞMASI Tarih: 1718 Taraflar:Osmanlı-Avusturya Önemi: Osmanlılar Macaristan’ı tamamen kaybetti. İSTANBUL ANTLAŞMASI Tarih:1724 Taraflar: Osmanlı-Rusya Önemi: Osmanlılar ile Ruslar arasında imzalanan ilk dostluk antlaşmasıdır. LALE DEVRİ 1718 Pasarofça Antlaşması’ndan 1730 Patrona Halil isyanına kadar geçen döneme Osmanlı tarihinde Lale Devri adı verilir. Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma hareketi Lale Devri ile başlar. Dönemin padişahı III. Ahmed ve sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa barış yanlısı kişilerdi. PATRONA HALİL İSYANI Tarih: 1730 Sebep: 1-Halktan ve esnaftan yeni vergilerin alınması. 2-Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın akrabalarını yüksek devlet görevlerine getirmesi. Sonuç:1-III.Ahmet, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’yı ve yakınlarını idam ettirdi. 2-İsyancılar III. Ahmet’i tahttan indirip yerine I.Mahmut’u padişah yaptılar. 3-I. Mahmut, Patrona ve adamlarını idam ettirdi (1731). Önemi: Patrona Halil isyanı Lale Devri’ni sona erdirmiştir. I.MAHMUD DÖNEMİ BELGRAD ANTLAŞMALARI Tarih: 1739 Taraflar: Osmanlı-Avusturya, Osmanlı- Rusya Önemi: 1-Belgrad antlaşmaları Osmanlıların 18. yüzyılda (Gerileme döneminde) imzaladığı son kazançlı antlaşmalardır. 2-Belgrad antlaşmaları ile Karadeniz’in bir Türk gölü olduğu bir kez daha kabul edildi. 3- Osmanlılar ittifakların önemini kavradı ve ilk kez İsveç ile ittifaka girdi. 4-Anlaşmalarda arabuluculuk yapan Fransa kapitülasyonların daha da genişletilmesini ve süresiz hale gelmesini sağladı (1740). III.MUSTAFA DÖNEMİ *Osmanlı tarihinde son cülus bahşişi III.Mustafa tahta çıkınca verilmiştir. PANSLAVİZM Rusya’nın, Balkanlardaki milletleri Slav ve Ortodoks propagandası ile Osmanlı’dan ayırıp önce bağımsız, sonra kendine bağımlı hale getirerek Akdeniz’e inme politikası. Panslavizm Küçük Kaynarca Antlaşması ile netlik kazandı. Panslavizm, başlangıçta başarılı oldu. Balkan devletleri bağımsızlıklarını kazandı ancak Rusya’yı Akdeniz’e indirmediler. ÇEŞME BASKINI Tarih:1770 III.Mustafa döneminde 1768’de başlayan Osmanlı-Rus savaşında Baltık denizinden kalkan bir Rus donanması İngilizlerin yardımıyla Cebelitarık boğazından geçerek Mora kıyılarına geldi. Bunu fırsat bilen Mora Rumları ayaklandılar. Osmanlılar isyanı bastırınca Rus donanması Çeşme’de demirli bulunan Osmanlı donanmasını yaktı. I.ABDÜLHAMİD DÖNEMİ *I.Abdülhamid, yabancı askeri uzmanların Müslüman olmaları şartı ile kıyafetleri konusundaki kısıtlamaları kaldırdı. KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASI Tarih:1774 Taraflar:Osmanlı-Rusya Önemi: 1-Kırım bağımsız oldu. Osmanlılar ilk kez Müslüman-Türk toprağını terketmek zorunda kaldılar. Ayrıca Kırım kaybedilince Karadeniz Türk gölü özelliğini kaybetti. 2-Rus ticaret gemileri Karadeniz ve Akdeniz’de serbest dolaşma hakkı kazandı. Böylece Karadeniz Türk gölü olma özelliğini kaybetti. 3-Ruslar Osmanlı yönetimindeki Ortodoksları koruma hakkını elde etti. Böylece Osmanlıların içişlerine karışmaya başladı. Ayrıca Panslavizmin uygulanması için zemin hazırlamış oldu. 4-Osmanlı devleti ilk kez bir devlete Rusya’ya savaş tazminatı verdi. 5-Rusya kapitülasyonlardan yararlandı. 6-Ruslar İstanbul’da daimi elçi bulunduracaklardı. OSMANLI TARİHİNİN ÜÇ MEŞUM (UĞURSUZ ANTLAŞMASI) 1-Karlofça Antlaşması 2-Küçük Kaynarca Antlaşması 3-Sevr Antlaşması III. SELİM DÖNEMİ *Osmanlı tarihinde isyan sonucu öldürülen 3. padişahtır. YAŞ ANTLAŞMASI Tarih:1792 Taraflar: Osmanlı-Rusya Önemi: Osmanlı Devleti Kırım’ın Rusya’ya ait olduğunu kabul etti. Böylece Karadeniz Türk gölü olma özelliğini kesin olarak kaybetti. OSMANLI-FRANSIZ İLİŞKİLERİ 1-Osmanlı Fransız ilişkileri Fransa kralı Fransuva’yı Şarlken’den kurtarmak için Osmanlıların yaptığı Mohaç Meydan Muharebesi ile Kanuni döneminde başladı. 2-Kanuni, Fransızlara kapitülasyonlar verdi. 3-Belgrad antlaşmalarında arabuluculuk yapan Fransa kapitülasyoların süresiz hale gelmesini sağladı. 4-Osmanlılar Fransız İhtilali’nden sonra kurulan Fransız yönetimini tanıdı. 5-Fransa İngiltere’nin sömürgelerine göz dikti ve sömürgelerine giden yolu kesmek için Osmanlı yönetimindeki Mısır’ı işgal etti. Ancak Napolyon ilk yenilgisini Nizam-ı Cedid askerlerinden Akka’da aldı ve bölgeden çekildi. 6-Fransa kapitülasyonlardan faydalanmakla birlikte Osmanlılar aleyhindeki bütün ittifaklara katıldı. 7-Fransa Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’daki topraklarına göz dikti ve Cezayir ve Tunus’u işgal etti. 8-Balkan milletlerini Osmanlılar aleyhine kışkırttı. 9-Yahudileri Filistin’de devlet kurmaya davet etti. 10-Bütün bu gelişmeler karşısında Osmanlılar İngilizlere yanaştı ancak İngiltere’nin Mısır’ı işgali üzerine Osmanlılar yeniden Fransız yanlısı bir politika izlediler. 11-I.Dünya Savaşı’nda Fransa İtilaf devletleri saflarında Osmanlılara saldırdı ve savaş sonunda Osmanlı topraklarını paylaşan ve işgal eden devletler arasına katıldı.
  11. LİSE 2 TÜM TARİH NOTLARI-2 II.BAYEZİD ( VELİ, SOFU) Amacı: Devletin iç düzenini sağlamak *Hayatta iken tahtı oğlu Yavuz Sultan Selim’e bırakmak zorunda kalmıştır. *II. Bayezid döneminde Karamanoğulları’na kesin olarak son verilmiştir. CEM OLAYI’NIN ÖNEMİ: Cem Olayı sonunda Devşirme yöneticiler II.Bayezid’i tahtta tutarak Türk yöneticileri yönetimden uzaklaştırmayı başardılar. Bu durum devletin son bulmasına kadar devam etti. OSMANLILAR İÇİN ANADOLU’DAKİ 3 BÜYÜK TEHLİKE 1-Timur (Ankara Savaşı) 2-Uzun Hasan (Otlukbeli) 3-Şah İsmail (Çaldıran) ŞAH İSMAİL’İN AMACI: Şii mezhebinin taraftarlarını çoğaltarak Anadolu’yu ele geçirmek. II. BAYEZİD’İN MÜSLÜMAN VE YAHUDİLERE HİZMETİ İspanya’daki Müslüman ve Yahudiler büyük bir baskı altındaydılar. II.Bayezid, Kemal Reis idaresindeki bir donanmayı İspanya’ya yolladı. Donanma Müslümanları Kuzey Afrika’ya, Yahudileri Selanik ve İstanbul’a taşıdı. (1505) I.SELİM DÖNEMİ (YAVUZ) Amacı:1- Bütün Türk ve Müslümanları Osmanlı bayrağı altında toplamak. 2- İran’ı ele geçirip Türkistan’a ulaşmak. *Unvanı: Hadimül-haremeyn (Mekke ve Medine’nin koruyucusu) ÇALDIRAN SAVAŞI Tarih: 1514 Taraflar: Yavuz SS X Şah İsmail (Safeviler) Sebep:Şah İsmail’in Şii mezhebini Osmanlı topraklarında yaymak istemesi Sonuç:1-Doğu Anadolu Osmanlı idaresi altına girdi. 2-Dulkadiroğlu beyliğine son verildi ve toprakları Osmanlı hakimiyetine girdi. 3-Tebriz-Halep, Tebriz-Bursa ipek yolu Osmanlı kontrolüne geçti. 3- Şah İsmail hazinesini bırakarak kaçtığı için Osmanlılar büyük ganimet elde ettiler. 4-Şiiliğin Anadolu’da yayılması geçici olarak önlenmiştir. Önemi:Savaş Osmanlı ateşli silahlarının üstünlüğünü göstermiştir. MISIR SEFERİ 1-MERCİDABIK SAVAŞI Tarih:1516 Taraflar:Osmanlılar X Memlukler Sebep: 1-İslam dünyasının liderliği için Yavuz Sultan Selim halifeliği Memlukler’den almalıydı. 2-Mısır alınırsa Baharat yolu Osmanlıların eline geçecek ve Avrupa ülkeleri ekonomik yönden Osmanlılara bağlanacaktı. Sonuç: 1-Suriye, Filistin ve Lübnan Osmanlıların eline geçti. 2-Mısır yolu Osmanlılara açıldı. 3- Ramazanoğulları Osmanlılara katıldı. 4- Kansu Gavri öldürüldü. 2-RİDANİYE SAVAŞI: Tarih:1517 Taraflar: Osmanlı X Memlukler Sebep: Yavuz Sultan Selim’in Memluklere son darbeyi vurmak istemesi Sonuç: Kahire fethedildi ve Memluk Devleti sona erdi. MISIR SEFERİ’NİN SONUÇLARI: 1-Mısır, Suriye, Filistin,Lübnan ve Hicaz bölgesi Osmanlı topraklarına katıldı. 2- Kutsal emanetler, Mekke ve Medine’nin anahtarları Osmanlılara teslim edildi. Halifelik Osmanlılara geçti. (Osmanlı padişahları 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’na kadar bu unvanı kullanmadılar.) 3- Baharat ticaret yolu Osmanlılara geçti. (Ancak coğrafi keşiflerin yapılmasından dolayı Osmanlılar Baharat yolundan istedikleri gibi faydalanamamışlardır.) 4-Mısır seferi sonunda Osmanlı hazinesi tamamiyle doldu. 5-Venedikliler Kıbrıs için Memluklere verecekleri vergiyi bundan sonra Osmanlılara ödemeye başladılar. 6- Mısır’ın fethi ile Kuzey Afrika seferleri için önemli bir üs elde edildi. 7-Yavuz, savaştan sonra halife ve akrabalarını idari tedbir olarak, alim ve şeyhleri medreselerde yararlanmak üzere İstanbul’a getirdi. Önemi: 1-Halifelik Osmanlılara geçti. 2- Mısır seferi ile Osmanlı ateşli silahları ile hiçbir devletin boy ölçüşemeyeceği anlaşıldı. *Yavuz Sultan Selim şir-i pençe (aslan pençesi) adı verilen bir çıban sebebiyle ölmüştür. I.SÜLEYMAN DÖNEMİ ( KANUNİ) Amacı: Avrupa krallarını dize getirmek *Unvanı, muhteşem, büyüktür. *Osmanlı tahtında en uzun kalan padişahtır. BELGRAT’IN FETHİ Tarih: 1521 II. Murat, Belgrat’ı kuşattı ancak alamadı. Fatih, Sırbistan seferinde Belgrat hariç bütün Sırbistan’ı fethetti (1459). Kanuni, 1521’de Tuna’dan ve karadan kuşattığı Belgrat’ı fethetti. Önemi: Belgrat Orta Avrupa’ya yapılacak seferler için önemli bir üs olmuştur. MOHAÇ MEYDAN MUHAREBESİ Tarih:1526 Taraflar: Osmanlılar X Macarlar Sebep: Alman İmparatoru Şarlken’e esir düşen Fransız kralı Fransuva’yı kurtarmak. 2- Kanuni Fransuva’yı kurtararak Avrupa’daki Haçlı birliğine Fransa’nın katılmasını engellemek istemiştir. Sonuç: Macaristan’ın tamamı ele geçirildi ve Avusturya ile Osmanlı Devleti arasında tampon bir Macar krallığı kuruldu. I.VİYANA KUŞATMASI Tarih:1529 Taraflar: OsmanlılarX Macarlar Sebep: Avusturya arşidükü Ferdinad’ın Budapeşte’yi ele geçirmesi Sonuç: Budapeşte geri alındı ama Ferdinand ordusu ile ortada yoktu. Bu sebeple Osmanlı ordusu Viyana’yı kuşattı. Ancak ordu kuşatma için hazırlıksız gelmişti ve kış mevsimi yaklaşmıştı. Bu sebeplerden dolayı I.Viyana kuşatması başarısız olmuştur. İSTANBUL BARIŞI Tarih:1533 Taraflar: Osmanlılar-Avusturya Önemi: Avusturya kralı protokol bakımından Osmanlı sadrazamına denk olacaktır. ZİGETVAR SEFERİ Tarih:1566 Taraflar:Osmanlı X Avusturya Sebep: Avusturya’nın antlaşma şartlarına uymaması Sonuç: Zigetvar Kalesi fethedildi. Önemi: Zigetvar seferi Kanuni’nin son seferidir. KAPİTÜLASYONLAR FRANSA KAPİTÜLASYONLARI NİÇİN KABUL ETTİ 1-Avrupa’da kendisine karşı oluşturulan cephede sırtını Asya’da Osmanlılar gibi güçlü bir devlete dayamak istiyordu. 2-Fransa Şarlken’e karşı Kanuni’ye güvenmek istiyordu. OSMANLILAR KAPİTÜLASYONLARI NİÇİN VERDİLER 1-Kanuni, Şarlken’in Avrupa’da kendisine karşı kuracağı bir Haçlı ordusunda Fransa’nın bulunmasını engellemeye çalışıyordu. 2-Kanuni Fransızları Akdeniz limanlarına çekerek Akdeniz ticaretini canlandırmak istiyordu. Kapitülasyonlar Kanuni ile Fransuva’nın yaşadığı sürece geçerliydi. Ancak II.Mahmut döneminde kapitülasyonlar sürekli hale getirildi. Osmanlı Devleti kapitülasyonlar yüzünden Avrupalı tüccarların açık pazarı haline geldi. Her alanda Osmanlıların geri kalmasını sağlayan kapitülasyonlar 1923 Lozan Antlaşması ile kaldırılmıştır. İRAN SEFERLERİ Tarih: 1533, 1548, 1553,1577 Taraflar: Osmanlı X Safeviler Sebep: Safevilerin Kanuni’nin batı seferlerini fırsat bilip Anadolu’ya saldırmaları Sonuç. İran seferleri Amasya Antlaşması ve Ferhat Paşa Antlaşması ile son bulmuştur. AMASYA ANTLAŞMASI Tarih:1555 Taraflar: Osmanlılar X Safeviler Önemi: Osmanlılar ile Safeviler arasındaki ilk antlaşma FERHAT PAŞA ANTLAŞMASI Tarih:1590 Taraflar: Osmanlılar –Safeviler Önemi: Bu antlaşma ile Osmanlılar doğudaki en geniş sınırlarına ulaşmışlardır. DENİZLERDE GELİŞMELER RODOS’UN FETHİ Tarih:1522 Sebep:Rodos’u ellerinde bulunduran St.Jean şövalyeleri Mısır, Suriye ve Anadolu arasındaki deniz taşımacılığını devamlı engelliyorlardı. Sonuç:Rodos fethedildi ve şövalyeler Malta adasına yerleştirildi. PREVEZE DENİZ SAVAŞI Tarih: 1538 Taraflar: Osmanlı X Haçlılar Sebep: Akdeniz’de Osmanlı hakimiyetini sağlamak Sonuç:1-Şarlken’in Akdeniz’deki üstünlüğü sona erdirildi. 2-Akdeniz bir Türk gölü haline geldi. Önemi: Preveze Deniz Savaşı’nın tarihi olan 28 Eylül ülkemizde Türk Denizcilik Günü olarak kutlanmaktadır. HİNT DENİZ SEFERLERİ Tarih:1538-1553 Taraflar: Osmanlılar X Portekizliler Sebep: Portekizliler Basra Körfezi’ni kapatarak Baharat yolunu değiştirmişlerdi. Bu durum Osmanlı ekonomisine büyük zarar veriyordu. 2- Portekizliler Müslüman tüccarlara zarar veriyorlardı. Sonuç:Seferler başarısız olmuştur. Bunun sebebi Osmanlıların okyanuslara dayanıklı büyük gemilerinin olmayışı ve komutanlar arasındaki anlaşmazlıklardır. II. SELİM DÖNEMİ (SARI SELİM) KIBRIS’IN FETHİ Tarih:1571 Taraflar: Osmanlı X Haçlılar Sebep: Anadolu, Suriye, Mısır arasındaki deniz yolunun güvenliği ve Doğu Akdeniz’e Osmanlıların tam hakimiyeti için Kıbrıs’ın fethi şarttı. Sonuç:1-Osmanlılar Doğu Akdeniz’e hakim oldular. 2- Güney kıyılarımızın güvenliği sağlandı. İNEBAHTI SAVAŞI Tarih: 1571 Taraflar: Osmanlı X Haçlılar Sebep: Osmanlıların Kıbrıs’ı fethetmeleri Sonuç: Haçlı donanması, İnebahtı’da demirli bulunan Osmanlı donanmasını yakarak imha etti. SOKOLLU MEHMET PAŞA’NIN KANAL PROJELERİ 1-Süveyş kanalı ( Bu kanal açılabilseydi Baharat yolu işlerlik kazanacak ve Ümit Burnu yolu önemini kaybedecekti.) 2-Don Volga Kanalı ( Bu kanal açılabilseydi Osmanlılar Karadeniz’den Hazar Denizi’ne geçebilecek ve Orta Asya Türkleri ile yakından ilişkiye girilebilecekti.) 3-İznik-Sapanca kanalı ( Bu kanal açılabilseydi İstanbul Boğazı’nın trafiği rahatlatılabilecekti.) *II. Selim ordunun başında savaşa gitmeyen ilk padişahtır. *II.Selim, şehzadelerin sancağa gitmeleri usulünü kaldırdı ve şehzadeler için sarayda hapis hayatı başladı. III. MURAD DÖNEMİ *Anadolu’da sancak beyliği yaparak yöneticilik tecrübesi kazanan son Osmanlı padişahıdır. LEHİSTAN’IN OSMANLI TOPRAKLARINA KATILMASININ ÖNEMİ: Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti Baltık Denizi kıyılarına kadar ulaştı. III. MEHMET DÖNEMİ (Eğri fatihi) HAÇOVA MEYDAN MUHAREBESİ Tarih:1596 Taraflar: Osmanlı X Avusturya Sebep: III. Murad döneminde başlayan Avusturya seferlerinde Estergon ve Vişegrad kaleleri Avusturya’nın eline geçmişti. Sonuç: Haçova, Osmanlıların zaferle sonuçlanan son meydan muhaberesidir. FEODALİTE (Derebeylik) Feodalite, Ortaçağ Avrupasının yönetim şeklidir. Merkezi yönetimin zayıflaması sonucu Avrupa’da soylular kendilerini korumak adına şatolar yaptırıp, şövalyeler tuttular ve kralları dinlememeye başladılar. İstanbul surlarının büyük toplar ile yıkıldığını gören Avrupalı krallar büyük toplar döktürdüler ve derebeylerinin şatolarını yıkarak feodalite rejimine son verdiler. COĞRAFİ KEŞİFLER Sebepleri: 1- Doğu ülkelerinin zenginliği ve Avrupalıların bu zenginliğe ulaşma istekleri. 2- Efsane ve hurafelere inanmayan cesur gemicilerin yetişmesi. 3- Türklerin İstanbul’u fethederek Karadeniz ve Akdeniz’i bir Türk gölü haline getirmeleri. 4- Coğrafya bilgisinin artması. 5- Bilim ve teknik alanında ilerleme. 6- Pusulanın bulunuşu. AMERİKA’NIN KEŞFİ Kristof Kolomb devamlı batıya gidilirse Hindistan’a varılacağı görüşündeydi. 1492’de bu amaçla yola çıktı ve Bahama adalarına vardı. Burasını Hindistan sandı. Ancak 1507’de Americo Vespuci buranın yeni bir kıta olduğunu açıkladı ve yeni kıtaya Amerika adını verdi. Bartelmi Diyaz yakalandığı bir fırtına sonucunda Fırtınalar Burnu’nu ( Ümit Burnu) dolaşarak Hindistan’a vardı. Macellan 1519’da dünyanın yuvarlak olduğunu ispatlamak için Amerika’nın güneyindeki Macellan Boğazı’nı dolaşarak Filipinler’e kadar geldi. Burada ölünce seyahati Del Kano tamamladı. Coğrafi keşiflerin sonuçları: 1- Keşiflerden en çok yararlanan Portekiz ve İspanya ele geçirdikleri yerlerde sömürge imparatorlukları kurdular. 2- İpek ve Baharat yolları değişti. Akdeniz limanları önemini kaybetti. Atlas Okyanusu kıyısındaki şehirler önem kazandı. 3- Keşfedilen yerler yağmalandı. Avrupa’da hayat seviyesi yükseldi. Avrupa’da zengin burjuva sınıfı ortaya çıktı. 4- Sömürgeler Avrupa sanayinin pazarı ve hammadde kaynağı haline geldi. 5- Avrupa’dan keşfedilen yerlere göçler oldu. 6- Keşifler sonunda şehirleşme başladı. 7-Deniz taşımacılığı sayesinde zengin bir sınıf ortaya çıktı. Bunlar kültür ve sanat hareketlerini desteklediler. Böylece Rönesans’ın yayılması hızlandı. 8- Avrupalılar Amerika ve Afrika yerlilerine tam bir soykırım yaptılar. Böylece Amerika’da Kamçılı Medeniyet kuruldu. 9-Dünyanın yuvarlak olduğu anlaşıldı. 10- Bilinmeyen bitki ve hayvanlar keşfedildi.Mısır, tütün, patates, domates, portakal, vanilya, kakao Amerika’dan Avrupa’ya ; pamuk, şekerpancarı, kahve ve yoğurt Avrupa’dan Amerika’ya taşındı.11- Sömürgelerden getirilen altın ve gümüş gizlice Osmanlı pazarlarına sokuldu, böylece Osmanlılarda ilk enflasyon başladı.12- Osmanlı gümrük gelirleri azaldı. Azalan gelire karşı Osmanlılar yeni vergileri artırdılar. Bu da ülkede ayaklanmalara sebep oldu. RÖNESANS ( Yeniden doğuş) XV. ve XVI. Yüzyılda Avrupa’da düşünce, sanat ve bilimde görülen değişme ve ilerlemelere Rönesans adı verilir. REFORM Reform, Hıristiyanlığı asli şekline çevirmek için XVI. Yüzyılda Katolik mezhebinde yapılan düzeltme ve değişikliklerdir. Reform sonunda Protestanlık mezhebi ortaya çıkmış ve laik eğitim sistemine geçilmiştir. REFORM’UN SONUÇLARI 1-Avrupa’da mezhep birliği bozuldu.Katolik ve Ortodoks mezheplerine Protestanlık, Kalvinizm ve Anglikanizm eklendi. 2-Papalara ve din adamlarına güven ve bağlılık azaldı. 3-Protestanlığı kabul eden ülkelerde kiliselerin mallarına el kondu. 4-Katolik kilisesi Protestanlık mezhebi karşısında kendisini düzeltme gereği duydu. Hıristiyanlık dünyasının en büyük cemiyeti olan Cizvit Tarikatı kuruldu. Bu tarikat deniz aşırı ülkelerde Hıristiyanlığı yaymaya çalıştı. 5-Laik eğitim sistemine geçildi. 6-Kilisenin devlet üzerindeki baskısı kalktı. Din ve devlet işleri birbirinden ayrıldı. DURAKLAMANIN SEBEPLERİ 1-XVII.yüzyılda göreve gelen bazı padişahların yeteneksiz ve güçsüz kişiler oluşu. 2- Devlet adamlarının da yeteneksiz ve güçsüz kişiler oluşu ve devlet adamlarının göreve iltimas ile getirilmesi. 3- Toprak yönetiminin bozulması. 4-İlmiye teşkilatının bozulması. 5-Medreselerin bozulması. 6- Askeri teşkilatın bozulması. 7- Uzun süren savaşlar sonucu güvenliğin bozulması 8-Maliyenin bozulması 9-Üretimin azalması .10-Tımar sisteminin bozulmasına paralel olarak tarım ve hayvancılığın gerilemesi. 11-Paranın değerinin azalması.12-Avrupa’daki bilim ve teknik gelişmelerine kayıtsız kalınması. 13-Yeterince genişlemişken, daha fazla fetih hareketlerine girişilmesi. 14- Avrupalıların Osmanlılara karşı Haçlı birlikleri oluşturması.15- Osmanlı Devleti’nin sömürge kurmaması.16-Sokollu Mehmet Paşa’nın ölümü. Duraklama dönemi: Sokollu Mehmet Paşa’nın 1579’da ölümünden 1683 II.Viyana Kuşatması’na kadar geçen döneme Osmanlı tarihinde Duraklama dönemi adı verilir. I.AHMET DÖNEMİ *I.Ahmet padişahlığın Osmanlı soyunun ekber ve erşed( büyük ve aklı başında olan) olanına geçmesine karar verdi. Böylece padişahların kardeşleri de tahta çıkabildiler. *I.Ahmet Sedefkar Mehmet Ağa’ya Sultanahmet Cami’ni yaptırtmıştır. ZİTVATOROK ANTLAŞMASI Tarih: 1606 Taraflar:Osmanlı-Avusturya Önemi:1- Osmanlı padişahı ile Avusturya kralı protokol bakımından eşitlendi. 2- Zitvatorok Antlaşması Osmanlı Devleti’nin çöküşünün ilk aşamasıdır. II. OSMAN DÖNEMİ ( GENÇ OSMAN) *II.Osman, Osmanlı tarihinde ayaklanma sonucu öldürülen ilk padişahtır. *Yenilik hareketlerine girişen ilk Osmanlı padişahı HOTİN SEFERİ Tarih:1621 Taraflar: Osmanlı-Lehistan Sebep: Lehistan’ın Boğdan’ın iç işlerine karışması Sonuç: Hotin antlaşması imzalanarak savaş sona erdi. Bu antlaşmayla Boğdan yine Osmanlı egemenliğine girdi. Önemi: II.Osman Hotin kalesi önünde savaşmayan Yeniçeri Ocağı’nı kaldıracağını açıkladı. Bu kararı onun öldürülmesi ile sonuçlanmıştır. IV. MURAD DÖNEMİ * IV. Murad döneminde 1633’te İstanbul’da büyük bir yangın çıktı. İstanbul’un % 20’si yandı. Bu sebeple IV. Murat yangınlara sebep olduğu gerekçesi ile tütün ve içki içilmesini yasakladı. Tebdil-i kıyafet ederek ( kıyafet değiştirerek) İstanbul’u gezer ve yasağa uymayanları cezalandırırdı. KASR-I ŞİRİN ANTLAŞMASI Tarih: 1639 Taraflar: Osmanlı-İran Önemi: 1-Bu antlaşma Türk İran sınırının çizilmesinde etkili olmuştur. 2-Antlaşma İran ile Osmanlılar arasında 150 yıl süren savaşları sona erdirmiştir. I.İBRAHİM DÖNEMİ (DELİ İBRAHİM) *I.İbrahim Osmanlı tarihinde öldürülen ikinci padişahtır. IV. MEHMED DÖNEMİ ( AVCI) *IV.Mehmed döneminin ünlü sadrazamları: Köprülü Mehmet Paşa, Köprülü Fazıl Ahmet Paşa, Tarhunca Ahmet Paşa ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa BUCAŞ ANTLAŞMASI Tarih:1672 Taraflar: Osmanlı-Lehistan Önemi: Osmanlıların batıda toprak kazandıkları son antlaşmadır. II.VİYANA KUŞATMASI (1683) Sebebi: Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Viyana’yı alırsa Kanuni dönemindeki güçlü duruma dönüleceğine inanıyordu. Sonuç: Viyana alınamadı. Viyana’yı alamamamızın sebepleri: 1-Viyana’nın savunmaya müsait oluşu.2- Askerin yiyecek sıkıntısı çekmesi. 3- Askere Viyana’yı yağmalama izni verilmemesi. 4- Kırım Hanı Murat Giray’ın Merzifonlu Kara Mustafa ile arası açık olduğundan Haçlı ordusunun Tuna nehrini geçmesine izin vermesi. Önemi:1- Viyana bozgunundan sonra Osmanlılar savunmaya çekildiler. Bu savunma 1922 Sakarya Meydan Muharebesi’ne kadar sürdü. 2- Viyana bozgunundan sonra Avrupalı devletler ( Avusturya, Venedik, Malta, Lehistan ve Rusya) Kutsal İttifak’ı kurdular ve Osmanlılara hep beraber saldırmaya başladılar. II.AHMET DÖNEMİ SALANKAMEN BOZGUNU Tarih: 1691 Taraflar: Osmanlı X Avusturya Önemi: 1-Sadrazam Köprülü Fazıl Mustafa Paşa şehit düşünce Osmanlı ordusu bozguna uğradı. 2-Avusturya Temeşvar hariç Osmanlıların Macaristan topraklarını ele geçirdi.
  12. LİSE 2 TÜM TARİH NOTLARI TARİH Toplumların geçmişteki faaliyetlerini, toplumlar arasındaki münasebetleri yer ve zaman göstererek, sebep sonuç ilişkisi içinde inceleyen bilime tarih denir. Tarihin gözlemi, deneyi ve tekrarı yapılamaz. BİR OLAYIN TARİH OLABİLMESİNİN ŞARTLARI 1-Zamanı bilinmeli 2-Yeri bilinmeli 3-Sebebi bilinmeli 4-Sonucu bilinmeli 5-Olay zamanda yayılma yapmalı 6- Olay mekanda –yerde yayılma yapmalı OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞU Osmanlılar Oğuzların Bozok kolunun Günhan soyunun Kayı boyunun Karakeçili aşiretine mensupturlar. Kayı Boyu, 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya geldi. Kayı, güç ve kudret demektir. Kayıların damgası, iki ok arasında gerilmiş bir yaydır. Osmanlılar 1299 yılında Osman Bey tarafından Söğüt’te kurulmuştur. OSMAN BEY DÖNEMİ 1281-1326) Amacı: Bursa’yı ele geçirmek. KOYUNHİSAR SAVAŞI (Bafeon Savaşı) Tarihi: 1302 Tarafları: Osmanlılar X Bizans Sebep: Bizans’ın Osmanlı ilerleyişini durdurmak istemesi Sonuç: İzmit yolu Türklere açıldı. Önem: İlk Osmanlı-Bizans savaşıdır. ORHAN BEY DÖNEMİ (1326-1362) Amacı: Balkanlara yayılmak (Orhan Bey, babasının Bizans’a karşı yürüttüğü yayılma siyasetini aynen devam ettirdi.) *Orhan Bey döneminde Bursa fethedildi ve beyliğin merkezi oldu. İpek sanayinin merkezi olan Bursa’nın fethi ile hazineye önemli bir gelir kaydedildi. MALTEPE ( PELEKANON) SAVAŞI Tarihi: 1329 Taraflar: Osmanlı X Bizans Sebep: 1-Bizans’ın Osmanlıların İznik kuşatmasını sonuçsuz bırakmak istemesi. 2- Bizans’ın Türk kuvvetlerinin İstanbul Boğazı’na yaklaşmalarını önlemek istemesi Sonuç: İznik yolu Türklere açıldı. OSMANLILARIN RUMELİ’DEKİ İSKAN SİYASETİ (İstimalet politikası)’NİN AMACI: İstimalet sisteminin amacı fethedilen yerlerde Türk nüfusunu arttırmak ve Türk kültürünü yaymaktı. Osmanlılara kendi isteği ile katılan beylikler: Karesioğulları, Germiyanoğulları Osmanlılara ilk katılan beylik: Karesioğulları Osmanlılara son katılan beylik:Ramazanoğulları Osmanlıları en çok uğraştıran beylik: Karamanoğulları KARESİ BEYLİĞİ’NİN OSMANLILARA KATILMASININ ÖNEMİ 1-Karesi beyliği Osmanlıların aldığı ilk beyliktir. 2-Karesi donanması ve donanma komutanları Osmanlıların emrine girdi. 3-Karesi donanması ile Osmanlılar Rumeli’ye geçtiler. ÇİMPE KALESİ : Çimpe kalesi Osmanlıların Rumeli’deki ilk askeri üssüdür. Çimpe Kalesi Bizans’ın Osmanlı yardımlarına karşı Osmanlılara verdiği bir hediyedir. Bizans imp. Çimpe’yi geri almak için para teklif ettiyse de Osmanlılar vermediler. I.MURAT ( HÜDAVENDİGAR) DÖNEMİ ( 1362-1389) Amacı: Balkanlara kesin olarak yerleşmek SIRP SINDIĞI SAVAŞI Tarih:1364 Taraflar: Osmanlılar X Haçlılar ( Sırp, Bulgar, Eflak, Bosna, Macar beyleri) Sebep: Filipe ve Edirne’nin Osmanlılara teslim olması. Sonuç: 1-Balkanlardaki Türk ilerleyişi devam etti. 2-Balkanlardaki Macar etkisi kırıldı. Önemi: 1-İlk Osmanlı-Haçlı savaşıdır. 2- Savaş sonunda Osmanlılar’ın başkenti Bursa’dan Edirne’ye taşındı. PLOŞNİK BOZGUNU 1387 yılında Şahin Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri Ploşnik’te Sırp ve Boşnak kuvvetleri tarafından imha edildi. Ploşnik Bozgunu I.Kosova Savaşı’nın sebebidir. I.KOSOVA SAVAŞI Tarihi: 1389 Taraflar: Osmanlı X Haçlılar (Sırp, Boşnak, Macar, Eflak, Arnavut, Leh, Çek kuvvetleri) Sebep: Haçlıların Ploşnik bozgununda Osmanlıları yenmesi onlara cesaret vermişti. Sonuç: Balkanların Türk toprağı olduğu ispatlandı. Önemi:1-I.Kosova Savaşı Balkanlarda tutunabilmek için yaptığımız savaşların en büyüklerindendir. 2-I.Murat savaş meydanını gezerken bir Sırplı tarafından şehit edildi. 3-I.Murad’ın oğlu Bayezid, bu savaşta gösterdiği ustalık ve çabukluk sebebiyle Yıldırım unvanını aldı. 4- Savaş Balkan Yarımadası’nın geleceğini belirlemiştir. I.BAYEZİD ( YILDIRIM ) DÖNEMİ (1389-1403) Amacı: Anadolu’da Türk birliğini kurmak *Yıldırım Bayezid devrinde Osmanlılar ilk kez İstanbul’u kuşattılar. Yıldırım İstanbul’u 2 kez kuşatmış, sonuç alamamıştır. *Yıldırım Bayezid devleti içinde bulunduğu güç durumdan kurtarmak ve ekonomik gelişmeyi sağlamak için Venedik tüccarlarına imtiyazlar (kapitülasyonlar) verdi. Hayatı boyunca Venedik tüccarlarını himaye etmeyi kabul etti. Ayrıca Venedikliler Osmanlı topraklarında serbestçe ticaret yapacaklar ve vergi vereceklerdi. *Yıldırım Bayezid, savaş meydanında padişah olan ilk ve son Osmanlı padişahıdır. *Yıldırım Bayezid, düşmana esir düşen ilk ve son Osmanlı padişahıdır. ANADOLU HİSARI (GÜZELCE HİSAR) 1397 tarihinde Yıldırım Bayezid tarafından İstanbul Boğazı’nı denetlemek ve İstanbul kuşatmalarında Bizans’a Karadeniz’den yardım gelmesini engellemek amacı ile yaptırılmıştır. NİĞBOLU SAVAŞI Tarihi:1396 Taraflar: Osmanlılar X Haçlılar (Macar kralı komutasındaki Haçlı ordusu) Sebep: Osmanlıların İstanbul’u kuşatmaları. Sonuç: Bulgaristan tamamen Osmanlı topraklarına katıldı. Önemi: Savaşta çok fazla ganimet elde edildi. Bu ganimetle Osmanlılar bir çok eser inşa ettirdiler. Bursa Ulu Cami bunlardan biridir. Osmanlı-Karaman rekabetinin ana sebebi: İki devletin de kendilerini Türkiye Selçuklularının mirasçısı saymaları bu rekabetin ana sebebidir. ANADOLU’DA SİYASİ BİRLİĞİN KURULMASI İÇİN SAVAŞMADAN YAPILAN ÇALIŞMALAR 1-I.Murat, Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın kızı ile oğlu Yıldırım Bayezid’i evlendirdi. Devlet Hatun çeyiz olarak Kütahya, Tavşanlı, Emet ve Simav’ı getirdi. 2-I.Murat kızını Karamanoğlu Alaeddin Ali Bey ile evlendirdi. 3-I.Murat Hamitoğullarından Akşehir, Beyşehir, Seydişehir, Yalvaç ve Isparta’yı 80 bin altın karşılığında satın aldı. 4- Sivas hakimi Kadı Burhanettin ölünce Sivas halkı şehri Osmanlılara teslim etti. ANKARA SAVAŞI Tarih: 28 Temmuz 1402 Taraflar: Yıldırım Bayezid X Timur Sebep: 1-Yıldırım Bayezid ile Timur arasındaki üstünlük mücadelesi 2-Yıldırım Bayezid’in doğuya doğru genişlemesi Timur’un hoşuna gitmemişti. Sonuç:1-Bizans’ın alınması 50 yıl gecikti. 2-Osmanlıların Balkanlardaki ilerleyişi durdu. Arnavutluk boşaltıldı. 3-Yıldırım Bayezid tarafından kurulan Anadolu birliği bozuldu. Çünkü Timur Anadolu beyliklerine bağımsızlıklarını geri verdi. 4-Timur, Osmanlı topraklarını Yıldırım’ın oğulları arasında paylaştırdı. Böylece Osmanlı Devleti parçalandı.5-Yıldırım Bayezid Timur’a esir düştü. Esarete dayanamayıp kısa sürede öldü.6- Osmanlı Devleti’nin gelişmesi 50 yıl gecikti. 7-Fetret devri başladı. FETRET DEVRİ ( 1402-1413) Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşı’nda Timur’a yenilmesi ile başlayan ve Çelebi Mehmet’in hükümdar olmasına kadar geçen 11 yıllık saltanat karışıklığına Osmanlı tarihinde Fetret devri adı verilir. Fetret devrine Timur’un Osmanlı ülkesini Yıldırım Bayezid’in oğulları arasında paylaştırması sebep olmuştur. ÇELEBİ MEHMET DÖNEMİ (1413-1421) Amacı:Anadolu birliğini yeniden sağlayarak devleti güçlendirmek. *Çelebi Mehmet Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu sayılır. II.MURAT DÖNEMİ (1421-1444/ 1446-1451) Amacı: Balkanlarda Osmanlı aleyhine bozulan dengeyi yeniden sağlamak. *II.Murat, kuruluş döneminin son padişahıdır. *II.Murat, Türkçe’ye çok önem vermiştir. Devletin resmi kayıtları II.Murat’tan itibaren Türkçe tutulmuştur. EDİRNE-SEGEDİN ANTLAŞMASI Tarih:1444 Taraflar:Osmanlı- Macar+Sırp En önemli maddesi: İki taraf birbirleriyle 10 yıl savaşmayacaklar.( II.Murad bu maddeyi antlaşmaya koyarak tahtı 12 yaşındaki oğlu II.Mehmed’e bırakmak istiyordu. 10 sene sonra II.Mehmed savaşacak yaşa gelecekti.) VARNA SAVAŞI Tarih:1444 Taraflar: Osmanlı X Haçlılar (Macar, Erdel, Eflak, Leh, Venedik, Sırp, Alman) Sebep: Osmanlı tahtına 12 yaşındaki II.Mehmed’in geçmesi. Sonuç:1-Hıristiyanların Osmanlıları Avrupa’dan atma ümitleri sona erdi. 2- Bizans’ın kaderi belirlendi. 3-Balkanlarda 500 yıl sürecek Osmanlı hakimiyeti başladı, Rumeli’de kesin olarak Türk egemenliği sağlandı. II.KOSAVA SAVAŞI Tarih:1448 Taraflar:Osmanlı X Haçlılar ( Macar, Erdel, Eflak, Alman) Sebep: Haçlılar Varna yenilgisinin izlerini silmek istediler. 2- Türk düşmanı Hunyadi Yanoş’un Macar kralı olup Haçlıların yardımı ile Osmanlılara saldırmak istemesi. Sonuç1-Avrupalı ülkeler saldırıdan savunmaya geçtiler. Haçlılar bir daha Türklere saldırmaya cesaret edemediler. (1683 tarihine kadar) 2-Bu zafer Türklerin kesin olarak Balkanlara yerleşmesini sağlamıştır.3-Eflak yeniden Osmanlılara tabi oldu. 4-Bulgaristan ve Kuzey Yunanistan Osmanlı yönetimine girdi. Bu bölgelere Anadolu’dan getirilen göçmenler yerleştirildi ve özellikle Bulgaristan hızla Türkleşti. II.MEHMET DÖNEMİ (FATİH) Amaçları: 1-İstanbul’u fethetmek. 2-Anadolu’yu bir yönetim altında birleştirmek.3-Karadeniz ticaret yoluna hakim olmak. *Fatih, Yükselme döneminin ilk padişahıdır. *Fatih döneminde ilk Osmanlı altın parası basılmıştır. İSTANBUL’UN FETHİ (6 NİSAN-29 MAYIS 1453) İstanbul’un fethinin sebepleri:1-Bizans, Osmanlıların Rumeli’den Anadolu’ya,Anadolu’dan Rumeli’ye asker geçirmelerine engel oluyordu.2-Bizans, Avrupa devletlerini, Anadolu beyliklerini ve Osmanlı şehzadelerini Osmanlılar aleyhine kışkırtıyordu. 3-Rumeli’de kesin hakimiyet için İstanbul’un fethi şarttı..4-Osmanlı padişahları devleti Rumeli’de Edirne’den, Anadolu’da Bursa’dan yönetiyorlardı.İstanbul’un fethi ile tek merkezden yönetim sağlanacaktı. 5-İstanbul kara ve deniz yollarının üzerinde bulunması sebebiyle ticari önem taşıyordu. 6-İstanbul Hıristiyanlar için önemli bir dini merkezdi. İstanbul’un fethinin Türk tarihi açısından sonuçları: 1-Osmanlı Devleti için yükselme dönemi başladı. 2-İstanbul Osmanlı Devleti’nin başkenti oldu. 3-Boğazlar Osmanlı hakimiyetine girdi. 4-Karadeniz ticaret yolu Osmanlıların eline geçti. 5-Türklerin Avrupa’ya yerleşmeleri hızlandı.6- II. Mehmet, Fatih unvanını aldı. 7-Osmanlıların Rumeli ve Anadolu’daki toprakları bütünleşti. 8- Osmanlıların İslam dünyasındaki saygınlığı arttı. İstanbul’un fethinin dünya tarihi açısından sonuçları: 1-Şehirleri çevreleyen surların toplarla yıkılacağı anlaşıldı. Avrupalı krallar derebeylerinin şatolarını toplar ile yıkarak Ortaçağ feodalite rejimine son verdiler. 2-İpek ve baharat yolları Türklerin eline geçince Avrupalı denizciler başka deniz yolları aramak zorunda kaldılar ve coğrafi keşifler başladı. 3-1058 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla Roma imparatorluğu tarihe karıştı. 4-İstanbul’un fethinden sonra İtalya’ya kaçan bilginler orada Rönesans hareketini başlattılar. 5- İstanbul’un fethi Ortaçağ’ın sonu, Yeniçağ’ın başlangıcı olarak kabul edildi. OTLUKBELİ SAVAŞI Tarih:1473 Taraflar: Fatih SM X Akkoyunlu Uzun Hasan Sebep: Akkoyunlu Uzun Hasan’ın Osmanlılara karşı kullanmak üzere Venediklilerden ateşli silahlar almak istemesi. Sonuç:Akkoyunlu Devleti yıkılma sürecine girdi. Önemi: Osmanlılar Anadolu’daki en büyük rakiplerinden birini ortadan kaldırmıştır. İTALYA SEFERİ (OTRANTO SEFERİ) Tarih:1480 Taraflar: Osmanlı X Napoli Krallığı Sebep: Roma’yı fethetmek. Sonuç: Fatih’in ölümüyle sefer yarıda kaldı. KIRIM’IN OSMANLILARA KATILMASININ ÖNEMİ: Fatih: 1-Karadeniz ticaret yolunun güvenliğini sağlamak, 2-Moskova Prensliği’nin güneye yayılmasını engellemek, 3-Ceneviz ticaretine son vermek için Kırım’ı Osmanlılara bağlamak istedi. Kırım’ın Osmanlılara katılması ile: 1-Karadeniz bir Türk gölü haline geldi. 2-Karadeniz kıyılarındaki doğu ticaret yolları Osmanlıların eline geçti. 3-Osmanlılar Eflak ve Boğdan’ı doğudan kontrol etmek imkanına kavuştular. FATİH KANUNNAMESİ: Fatih Kanunnamesi, sadrazam Karamani Mehmet Paşa tarafından hazırlanmıştır. Hükümdar devletin bekası için kardeşlerini katledebilir. Bu kanunname sayesinde Osmanlılar 600 sene varlıklarını devam ettirebilmişlerdir. *Fatih’in ölüm haberi Roma’ya ulaşınca İtalya’da toplar atılıp, günlerce şenlikler yapıldı. Papa, bütün Avrupa kiliselerinde üç gün çanların çalınıp şükür ayinleri yapılmasını emretti.
  13. Sultân Abdülhamid Hân, Osmanlı Padişahları arasında en uzun süre tahtta kalanlardan biridir; Osmanlı Devleti’ni yakından ilgilendiren çok önemli olayların saltanatında meydana geldiği nadir padişahlardandır ve en önemlisi de hakkında en çok eser bulunan bir devlet adamıdır. Bir iki sayfada onun şahsiyetini ve devrindeki olayları özetlemek mümkün değildir. Bu sebeple sadece bazı olayların ana hatlarını vermeye çalışacağız. II. Abdülhamid, I. Abdülmecid’in 4. Kadınefendisi olan Çerkez asıllı Tîr-i Müjgan Kadınefendi’den Çırağan Sarayında Eylül 1842 yılında dünyaya gelen oğludur. 10 yaşında annesini kaybeden Abdülhamid, manevi annesi Başikbal Perestû Hanımefendi’nin terbiyesi altında büyümüştür. 28 yıl II. Abdülhamid’in vâlide sultânlığını ifa etmiştir. Milletin Sultân Hamid dediği II. Sultân Abdülhamid, şehzâdeliğinin ilk günlerinde musiki dersleri almış; 1850’den itibaren devrinin âlimlerinden hat, Arapça, Farsça, Osmanlı Edebiyâtı ve diğer İslâmi İlimleri ders almıştır. Özellikle hadisden Buhari okuyan Abdülhamid, devrin Maârif Bakanından politika ve iktisad, Vak’anüvis Lütfi Efendi’den Osmanlı Tarihi derslerini dinlemiştir. Kendinden önceki padişahlardan farklı olarak, Şâzelî tarikatına intisap eden Abdülhamid, 1879’dan itibaren Kadiri tarikatının derslerini almaya başlamış ve ömrünün sonlarına doğru Nakşibendi tarikatına da intisap eylemiştir. Bu bir kaç satırlık bilgiden anlaşılacağı üzere, Sultan Abdülhamid Han, bütün hayatını tam bir İslâm âlimi ve siyâset ve devlet adamı olmaya vermiştir. Amcası Abdülaziz zamanında ziyâretlerde ve seyahatlerde bulunan Abdülhamid, Fransız İmparatoriçesi, Avusturya Kralı, Prusya Veliahdı, Galler Prensi, Fransa Prensi, Şeyh Şâmil ve Emir Abdülkadir gibi, batılı ve doğulu devlet adamlarıyla tanışmış ve onlardan istifade etmesini bilmiştir. Babasının tabiriyle kuşkulu ve sükûtî oğul olan Abdülhamid, kurulduğu yıl Yeni Osmanlılar Cemiyetine girmiş ve ancak gayelerinin bozuk olduğunu anlayınca ayrılmıştır. Hayat tarzı itibariyle Sultân Abdülaziz’e benzeyen, şarklı, tam bir Müslüman, tam bir Osmanlı ve tam bir Müslüman Türk olan Abdülhamid Han, takvâ ve dindarlığı sebebiyle halk arasında veliyyullah olarak bilinmiştir. Dedesi II. Mahmûd’a ve Reşid Paşa’ya hayran olduğu ifade edilen II. Abdülhamid, babası I. Abdülmecid ile ağabeyi Murad’ın alafranga hayatının devlete ve millete zarar verdiğine inanıyordu. 31 Ağustos 1876’da, akıl hastası olan V. Murad’ın yerine, Midhat Paşa ve Mütercim Rüşdü Paşa’yı ikna ederek Osmanlı tahtına oturan II. Abdülhamid, dış ve iç düşmanların bütün gayretlerine rağmen, 27 Nisan 1909 yılına kadar Osmanlı tahtında oturmayı ba’şârmıştır. II. Abdülhamid’in saltanat yıllarını ikiye ayırmak ve meseleleri ona göre değerlendirmek şarttır: BİRİNCİ SALTANAT DEVRİ (31.8.1876-13.2.1878); MİDHAT PAŞA VE EKİBİNİN İDAREYİ ELİNDE TUTTUĞU ÇÖKÜŞ YILLARI: II. Abdülhamid, Midhat Paşa ve ekibini taltif ederek tahta çıkmış ve maalesef Meclis-i Mebusan’ın kapatıldığı Şubat 1878’e kadar da, idarede hep onların sözleri geçerli olmuştur. Neticede bu bir buçuk yıl kadar zaman, Osmanlı Devleti’nin çöküş ve hatta yıkılış yılları olmuştur. Rus askerlerinin Yeşilköy’e kadar geldiği bu acılı günlerin faturasını II. Abdülhamid’e yüklemek çok büyük hata olacaktır. Bu devrenin en önemli olaylarını şöylece özetlemek mümkündür: Midhat Paşa ve Rüşdi Paşa’ların meşrutiyetle alakalı şartlarını kabul ederek II. Sultân Abdülhamid Hân ünvanını alan Sultân Abdülhamid, Aralık 1876’da Midhat Paşa’nın entrikalarından bıkarak istifa eden Rüşdi Paşa’nın yerine Midhat Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Osmanlı Devleti tam bir isyan ülkesi haline gelmiş ve bu durum açık denizlere girmek isteyen Rusya’nın iştahını açmış olmasından dolayı, Düvel-i Muazzama, İstanbul’da Tersane Konferansını tertip etmişlerdir. İngiliz baş mürahhası ve Türk dostu olan Lord Salisbury ısrarla Rus-Osmanlı savaşına taraftar olmadıklarını söylemesine ve Rus Çarı II. Aleksandr da, barışçı bir tavır izlemesine rağmen, Midhat Paşa, padişahla münakaşayı bile nazara alarak Rusya’ya harp ilan edilmesini savunmuştur. Midhat Paşa ile aynı fikirde olanlar, sadece Rusya’daki Panslavistlerdi. Böyle bir dönemde, Osmanlı Devleti Midhat Paşa ve ekibinin ısrarıyla, 23 Aralık 1876 tarihinde I. Meşrutiyet’i (Taclı Meşrutiyet veya 93 Meşrûtiyeti de denmektedir) ilan etti ve temel itibariyle 1960 yılına kadar yürürlükte kalacak olan ilk yazılı Anayasasını yani Kanun-ı Esâsî’yi ilan etti. Bundan cesaret alan, Midhat Paşa ve ekibi, ordunun harp istediğini, Rusya’nın yenileceğini ve İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin yanında harbe katılacağını iddia ederek, harp ilanına karşı olanları vatan hâini ilan ettiler. II. Abdülhamid bunlardan hiç birini kabul etmiyordu ve ancak çaresizdi. Harp tekliflerini incelemek üzere Ocak 1877’de toplanan Meclis-i Meb’usân’ın 240 üyesinden 60’ı gayr-i müslim idi. Karar, harp ilanının lehine çıktı ve Osmanlı Devleti’ni yıkılışa götüren bu karar, Rusya ile Osmanlı Devleti’nin başbaşa kalmasına sebep oldu. Memleketin felakete gittiğini gören II. Abdülhamid, Midhat Paşa’yı Şubat 1877’de azletti ve sürgün etti. Bu arada Düvel-i Muazzama, evvela büyükelçilerini İstanbul’dan çektiler ve sonra da Mart 1877’de Londra Protokolünü imzaladılar. Tersane Konferansından daha hafif teklifler ihtiva eden bu konferansı, Rus Çarı kabul etti ve sadece harp isteyen aşırı milliyetçileri teskin için Karadağ’a Nikşi Kazasının bırakılmasını istedi. Bunu Kanun-ı Esâsi’ye aykırı bularak reddeden Bâb-ı Âli, Nisan 1877’de büyük Rus-Osmanlı Savaşının yani halkın ifadesiyle 93 Harbi’nin başlamasına yol açtı. Fiilen Haziran 1877’de başlayan bu harb Ocak 1878’de Osmanlı Devleti’nin her şeyini kaybetmesiyle sonuçlandı. 93 felâketi, Şubat 1878’de Meclis-i Meb’ûsân’ın kapatılmasını ve II. Abdülhamid’in ikinci saltanat devresinin başlamasını netice verdi. Tarihçilere göre bu bir buçuk yıllık devreden II. Abdülhamid sorumlu değildi. II. ABDÜLHAMİD’İN İKİNCİ SALTANAT DEVRESİ=ŞAHSİ İDARE DEVRİ (13.2.1878-27.4.1909): 30 yıl kadar süren bu devreye, II. Abdülhamid’in şahsî idare devri veya muhâliflerinin ve maalesef Cumhuriyet dönemi tarihçilerinden bir çoğunun ifadesiyle istibdâd devri (devr-i istibdâd) denmektedir. Bilançoları çok ağır olan 93 felâketinin devleti yok edeceğini gören basiretli devlet adamı II. Abdülhamid, Meclis-i Meb’ûsân’ın bağımsız Ermenistan, Pontus ve Kürdistan gibi devletlerin kurulmasını tartıştığını görünce, 13.2.1878’de Meclis’i fesh etti. Alman Devlet Adamı Bismark, “bir devlet millet-i vâhideden mürekkeb olmadıkça, meclisin faydadan ziyade zarar vereceğini” ifade ederek tasvip etti. Rus Çarı zaten memnundu. Durumdan rahatsız olan İngiltere, V. Murad’ı padişah ve Midhat Paşa’yı sadrazam yapmak için Genç Osmanlılardan Ali Suavi’yi tahrik ederek, tarihe Çırağan Baskını veya Ali Suavi Vak’ası olarak geçen elim olayı patlattı. Arkasında, İngiliz Büyükelçisi Lord Elliot ve yerine gelen Lord Layard ile Ali Suavi’nin İngliz ajanı olan hanımı Mary vardı. 23 ihtilâlcinin ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamid’i hafiyye denilen gizli teşkilâtını kurarak daha sıkı idareyi ele almasına mecbur etti. İç buhranlarla perişan olan ve her iki cephede de mağlup duruma düşen Osmanlı Devleti, Yeşilköy’e kadar gelen Ruslarla, İntihar Andlaşması denilebilecek olan 3.3.1878 tarihli Ayastafanos Muâhedesini imzaladı. Ancak düvel-i muazzama denilen İngiltere, Fransa ve Avusturya yani Almanya’nın bundan rahatsız olmaları üzerine, 4,5 ay sonra bu andlaşma yok sayıldı ve 13.7.1878’de Berlin Muâhedenâmesini imzalayarak varlığını 30-40 yıl daha uzatmış oldu. Berlin Muâhedenâmesi de, Osmanlı Devleti’ni, Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a tam istiklâliyet vererek Avrupa’dan tasfiye ediyordu. Bosna-Hersek Eyâleti Avusturya’ya verilirken, otonom bir Bulgaristan Prensliği kuruluyordu. Karadağ’a bir kaza bırakmamak uğruna, devlet, Avrupa’dan siliniyordu. Berlin Muâhedenâmesinden cesaret alan Ermeniler, 1895-1896 yıllarında Doğu Anadolu’da katliamlara ve bağımsız bir Ermenistan kurma teşebbüslerine giriştiler. II. Abdülhamid, teşkil ettiği Hamidiye Alayları ile bu tehlikeyi bertaraf etti ve dahi denecek kadar mükemmel olan dış politikasıyla, büyük devletlerin işe karışmasına mani oldu. Ermeni isyanlarına karşı sert tedbirler alan II. Abdülhamid, Ermeniler tarafından Kızıl Sultân diye anılmaya başlandı. İttihâdcılar ve Cumhuriyet dönemindeki sözüm ona bazı aydınlar da, aynen Ermeniler gibi, bu ünvanı kullanmaya devam etti. Ermenilerle ilgili batılı devletlerin baskılarını, imtiyaz ve maddi menfaat gibi her çeşit imkânı kullanarak durdurdu ve İngiltere bu diplomatik girişimler üzerine Çanakkale Boğazına kadar getirdiği Akdeniz filosunu geri çekti. Ermenilerden bir netice alamayan İngiltere, dış borç batağına sapladığı Hidiv İsmail Paşa’dan Süveyş Kanalı tahvillerini de satın aldı. Bunun üzerine Mısır’a baskı yapmaya başladı. 1879’da Hidiv’in azledildiği Mısır, yine sükûn bulmadı. İngilizlerin Mısır’a hücum etmesi üzerine, II. Abdülhamid’in Mısır’a başbakan tayin ettiği Arabî Paşa’ya bağlı ordu Eylül 1882’de İngilizlere yenildi. Artık Mısır, fiilen İngiliz işgali altındaydı. Bu arada büyük devletlerin tahriki ile iyice şımaran Yunanistan, Epir (Yanya) ve Girit Eyâletlerine göz dikerek Osmanlı Devleti’ne harp ilan etti. Ancak Osmanlı orduları Yunanlıları bir kaç defa mağlup ettikten sonra Atina’ya kadar yaklaştılar. Yunanistan’ın sulh talebi üzerine, araya yine büyük devletler girdi ve son söz yine onların oldu. Aralık 1897’de imzalanan İstanbul Andlaşmasına göre, Tesalya geri veriliyor ve Girit’e muhtâriyet tanınıyordu. İçte ve dıştaki bütün menfiliklere, Ermenilerin püskürtülmesi ve Yahudilere Filistin’de arazi verilmeyerek geri çevrilmeleri sebebiyle bütün Batılı devletlerin ve lobilerin aleyhteki faaliyetlerine rağmen, II. Abdülhamid, hiç bir zaman vazgeçmediği ittihâd-ı İslâm (İslâm Birliği) siyâseti sebebiyle halkı tarafından sevildi ve tutuldu. Neticede Devleti de ayakta durdurdu. 1902-1903 yıllarında Vilâyât-ı Selâse denilen Kosova (Üsküb merkezli), Selanik ve Manastır çevrelerinde, Makedonya İhtilâli başladı ve yine büyük devletler araya girerek Osmanlı Devleti’ne baskı yapmaya başladı. Ermeni komitacıları ve milletlerarası siyonizmin temsilcileri, davalarına engel gördükleri II. Abdülhamid’i yok etmek üzere, terörist Belçikalı Jorris ile anlaştılar. 21 Temmuz 1905’de Cuma Selamlığında patlayan bomba, Padişahı yok etmek için patlatılmıştı; ama Allah korudu. İngilizler de boş durmuyordu; 1905’de Yemen’de isyan çıkardıkları gibi, II. Abdülhamid’in Akabe Kasabasına asker göndermesine müsaade etmek istemeyen İngiltere ile de savaş için burun buruna gelindi. İngilizlerin altın verdiği Arap kabileleri Osmanlı ordusuna saldırdı ise de bunlar bertaraf edildi. İngilizler Hicaz demiryolu ile Bağdad demiryolunun acısını böylece çıkarmak istiyorlardı. Neticede Tâbe ve Akabe arasındaki sınır, Mısırlı ve Osmanlı subayları tarafından yeniden çizildi. Dış ve iç baskılara rağmen 30 yıl Osmanlı Devleti’ni büyük sıkıntılarla ayakta tutan II. Abdülhamid, bu idareyi devam ettirmek için bazı zecrî tedbirlere baş vurmak mecburiyetinde kalmıştı. Ancak bundan da önemlisi, Ermeni ve Yahudi meselesi yüzünden bütün basın ve Avrupa kamuoyu tamamen aleyhine geçmişti. Bu aşırı propagandalara rağmen, Müslüman halk, veli bildiği Padişaha itaat etmeyi ibadet telakki ediyordu. Ancak menfi güçlerin tahriki ile genç aydınlar ve askerler arasında, 93 felaketi ile memleketi sürüklediği uçurum unutularak, körü körüne bir Midhat Paşa hayranlığı yeniden başlamıştı. Yeni Osmanlılar veya Genç Türklerin fikirleri yeniden dirildi. 1890 yılında bir kısım Harbiye ve Askerî Tıbbıye talebelerinin teşebbüsü ile gizlice kurulan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, II. Abdülhamid’in azlini gaye edinen bir hareket idi ve asker siyâsete yine karıştırılmıştı. Ermenilerin ortaya attığı Kızıl Sultân iftirası, bunlar tarafından da kullanılmaya başlandı. Daha sonra anlatacağımız gibi, İttihâdcı Prens Sabahaddin Bey, Abdülhamid’in Ermeni kâtili olduğunu söyleyecek kadar azıttı. III. Ordudaki Tal’at Bey, Enver Bey, Niyazi Bey ve benzeri genç subayları da arasına katan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, kazandığı gücü teröre transfer edecek kadar dengeyi kaybetti. Hareketlerine karşı koyanlara mürteci damgasını vuran İttihâd ve Terakkiciler, II. Abdülhamid’e temel hükümleri zaten yürürlükte olan Kanun-ı Esâsi’yi tamamen yürürlüğe sokmak ve Meclis’i açmak üzere baskı yaptılar. 23 Temmuz 1908’de II. Meşrûtiyet ilan edildi. Bu iç kargaşadan istifade eden Bulgaristan ve Bosna-Hersek Osmanlı Devleti’nden ayrıldı ve İttihâdçıların ittihâd-ı anâsır fikrinin ilk acı meyvesi bu oldu. İttihâdcıların basiretsizlikleri yüzünden, 240 üyeli meclisin sadece 140’ı Türk olmak üzere Meclis-i Meb’ûsân 17 Aralık 1908’de açıldı. Azınlıklar, demokrasi geldi diye devlete bağlanmadılar ve bilakis devlete isyan etmeye başladılar. Müslümanların kanına giren Sırplar, Bulgarlar, Ermeniler ve benzeri azınlıklar için af ilan edildi. İstanbul’da Ermeni ihtilâli yapıldı; ama suçlu Müslümanlar oldu. Bunu fırsat bilen İngilizler ve diğer Osmanlı düşmanları, Üçüncü Ordudan İstanbul’a sevk edilen avcı taburları tarafından 31 Mart Vak’ası denilen ihtilali çıkardılar. Asker ve bunlara katılan hamallar gibi sıradan insanlar, şerî’at elden gidiyor diyerek devlete karşı ayaklandılar. İttihâdçıların hem Abdülhamid’den kurtulmak ve hem de muhâliflerini ve samimi dindarları ezmek için tertip ettiği bu olay, İstanbul’a gelen Hareket Ordusu tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Neticede Meclis’i toplayan İttihâdcı Tal’at Bey, 27 Nisan 1909 tarihinde, silah tehdidi altında Meclis’den hal’ kararını çıkardı ve içinde hiç Müslüman Türk bulunmayan dört kişilik heyetle (Yahudi Emanuel Karaso, Ermeni Komitecisi Aram Efendi, Arnavud Es’ad Toptani Paşa ve Gürci Ârif Hikmet Paşa) hal’ kararını II. Abdülhamid’e tebliğ ettirdi. Böylece Osmanlı Devleti’nin yıkılış trendi, maalesef hız kazanmıştı. KADIN EFENDİLERİ: 1- Nâzik-edâ Baş Kadın Efendi.; 2- Bedr-i Felek Baş Kadın Efendi; Sâfi-nâz Nur-efzûn 2. Kadın Efendi; 4- Bîdâr 2. Kadın Efendi; 5- Dilpesend 3. Kadın Efendi; 6- Mezîde Mestân 3. Kadın Efendi; 7- Emsâl-i Nûr 3. Kadın Efendi; 8-Ayşe Dest-i Zer Müşfika (Kayıhân) 4. Kadın Efendi. İKBALLERİ: 9- Sâz-kâr Hanımefendi; Baş ikbal; 10- Peyveste Hanımefendi; İkinci İkbaldir; 11-Fatma Pesende Hanımefendi; Üçüncü İkbal; 12- Behîce (Maan) Hanımefefendi; Dördüncü İkbâl; 13- Sâliha Nâciye Hanımefendi; 4. İkbal. GÖZDELER: 14- Dürdâne Hanım; Baş Gözde; 15- Câlibos Hanım; 2. Gözde; 16- Nazlıyâr Hanım; 3. Gözde ÇOCUKLARI: 1- Mehmed Selim Efendi; 2- Mehmed Abdülkadir Efendi; 3- Ahmed Nuri Efendi; Ulviyye Sultân; 5- Nâile Sultân; 6- Zekiyye Sultân; 7- Fatma NâimeSultân; 8- Seniyye Sultân; 9- Senîha Sultân; 10-Şâdiye Sultân. 11- Hamîde Ayşe Sultân (Babam Sultânhamid adlı kitabın yazarı). 12- Refî‘a Sultân; 13- Hatice Sultân. 14- Aliyye Sultân; 15- Cemîle Sultân; 16- Sâmiye Sultân. 17- Mehmed Burhânüddin Efendi. 18- Abdürrahim Hayri Efendi. 19- Ahmed Nureddin Efendi. 20- Mehmed Bedreddin Efendi. 21- Mehmed Âbid Efendi .
  14. Hz. Peygamber'in Filistinde Bir Vakfı Ve Osmanlı Devleti'nin Vakıf Ve Tapu-Kadastro Anlayışını Gösteren Bir Belge Prof. Dr. Ahmed Akgündüz Osmanlı devletinin vakıf müessesesine olan yaklaşımı ve elde ettikleri toprakların maddî ve manevî tapusunu çıkarmaktaki maharetleri inkâr edilemez bir gerçektir. Yavuz Sultan Selim ve Kânunî zamanlarında yapılan tapu tahrir işlemleri, günümüzdeki modern tapu-kadostro işlemlerine göre daha ileri ve ayrıntılı bir teknikle yapılmıştır. Bugün üzerinde 30 küsur devletin bulunduğu Osmanlı hakimiyetindeki bütün toprakların ayrıntılı tapuları, asırlarca Kuyûd-ı Hâkâniye adı altında muhafaza edilen Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki bin küsur Tapu Tahrir Defterlerinde mevcuttur. Biz bunların nasıl bir incelik ve itina ile tutulduğunu ve Osmanlı Devleti'nin vakıf müessesesine nasıl hürmet gösterdiklerini gösteren bir önemli vesikadan burada bahsedeceğiz. Hicretin IV yahut X. yılında Temim Dari isimli bir sahabe Hz. Peygamber'e gelir ve henüz fethedilmediği halde Filistin arazisinden muayyen bir kısım arazinin kendisine tahsis edilmesini arzu eder. Gelecekte bu toprakların müslümanların eline geçeceğini gözle görmüş gibi bilen Hz. Peygamber, Temim Dari'nin bu arzusuna müsbet cevap verir ve bu tahsisin yazılı bir senet şeklinde Temim Dari'ye verilmesi için şöyle bir emirnâmede yazdırır. "Bu yazılı belgede Allahın Peygamberi Muhammed'in Temim Dari ailesine, Allah fethini nasib ettiği zaman bağışladığı ve tahsis ettiği arazi yazılıdır. Bunlar Beyt-i Aynun, Habrûn ve Beyt-i İbrahim'dir. Ebediyyen kendilerine verilmiştir." Şahitler "Abbas, Ebubekir, Omer, Osman ve Ali" Yavuz Dönemine Ait Tapu-Tahrir Defterindeki Vakıf Kaydı Bu senedin muhtevasındaki emir, Hz. Ömer devrinde Filistin Arazisi müslümanlar tarafından fethedildiği zaman yerine getirilmiştir. Hz. Peygamber'in yazdırdığı deri parçası (intaâi şerif), Temim Dari ailesinin elinde mevcut olduğu ve bunu bizzat gördüklerini tarihçiler zikr etmektedirler.[2] Aslında bir temlikî ikta tasarrufu olan bu tasarruf ebediyyen kaydıyla yapıldığı için vakıf haline gelmiştir. Filistin toprakları, 922/1517 yılında Osmanlı Devletinin eline geçmiş ve Filistin'deki şehirler birer Liva olarak Şam vilayetine bağlanmıştır. 1527 yılından itibaren bu çevrede fethedilen arazinin tapu-tahrirleri yani tapu kadastrosu, bugün bile hayal edemeyeceğimiz modern bir tarzda yapılmaya başlanmıştır. Bu defterlere, her mahaldeki vergi mükellefleri, vergiden muaf olanların adları, arazinin kimin dirliği, mülkü yahut vakfı olduğu yazılmıştır: Şahıs veya arazilerden vergiden muaf olanların muafiyet sebebi ve ilgili fermanın kaydı düşülerek işlenmiştir. Her tapu-tahrir defterinin başına ait olduğu sancak veya eyalete ait hususî bir Kanunnâme varsa o kanunun metni yazılmıştır.[3] İşte Filistin arazisinin tapu-tahriri yapılırken Hz. Peygamber'in Temim Dâri ailesine yaptığı vakıf araziye sıra gelmiştir. Osmanlı padişahlarının fermanıyla bütün vakıflara gösterilen hürmet, buna da fazlasıyla gösterilmiştir. Hz. Peygamberin deri üzerine yazdırdığı senet ve ilgili kayıtlar esas alınarak Osmanlı Tapu Tahrir defterlerine bu arazi Hz. Peygamber'in vakfı olarak kayda geçmiştir. Kanunî zamanında yazılan bir 980/1572 tarihli ve 522 no.lu Tapu Tahrir Defterinde mevcut olan ve bugün Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunan bu kayıt aynen şöyledir: "Bütün Peygamberlerin seyyidi; Âlemlerin Rabbi olan Al*lah (C.C.)'ın habibi; Arap ve Acemin efendisi; Mekke ve Ha*rem'in imamı olan Hâşim oğlu Abd-i Menaf oğlu Abdülmuttalip oğlu Abdullah oğlu Muhammed'in (üzerine salât ü selâm olsun) Ensâr'dan Temim Dari, evladı, evladının evladı, zürriyetleri ve bütün nesil ve neseplerine yapılan vakfın, Hz. Peygamberin yazılı emri ve Ali Beg Evkâfı kayıtları gereğince kaydedilen suretidir. Halilü-Rahman'a Tâbi Beyt-i Aynun Köyü Tamamen Habrun ve Sarra Diye Bilinen Halilür-Rahman Şehrine ait Arazi Tamamen Halilür-Rahman'a Tâbi Mertun Mezreası Tamamen Halilür-Rahman Şehrinde 65 adet Temim Vakfı Diye Bili*nen Dükkânlar.[4]". Osmanlı tapu-kadastro sisteminin bir nümunesi olarak takdim ettiğimiz bu belge, Osmanlı Devleti'nin vakıf müessesesine verdiği ehemmiyeti ve fethettikleri topraklar üzerinde icra ettikleri tapu-kadastro işlemlerinin mükemmelliğini açıkça göstermektedir. Osmanlı Devletinin büyük bir itina ile muhafaza ettiği Vakıflar, müslim-gayri müslim, yerli ve yabancı herkese karşı dermeyan edilebilen müslüman toprakların tapusu haline gelmiştir. Vakıf, Allah (C.C.) ve insan sevgisinden doğan mukaddes bir müessesedir. Osmanlı Devletinin bu tutumu kendileri hakkında diğer müslümanların da takdirlerini celb etmiştir. Bir Hanefî hukukçusu olan Hamevi’nin şu sözleri enteresan olduğu kadar çok da manidardır: "Osmanoğulları ehl-i keşif ve irfanın kitaplarında sahabeden sonra en âdil devlet adamlarıdır diye tavsif edilmektedirler".[5]
  15. Müslümanların İstanbul’u fetih arzuları çok erken tarihlerde başlamış idi. Hicri 52, miladi 672 yılında Hz. Muhammed’in mihmandarı olan Ebu Eyyub el- Ensari ile ile başlayan fetih hareketi, ancak onuncusunda yani Fatih Sultan Mehmed’in Bizans’a giriştiği son hamle ile neticelenecek, İstanbul Müslüman ordularına, Osmanlı askerine kapılarını açacaktır[1]. Bir kısım kaynaklar Emevilerle Abbasiler’in H.34/655-H.169/785 tarihleri arasında İstanbul’a beş sefer düzenledikleri, Osmanlıların ise, İstanbul’u yedi kere muhasara ettikleri ve yedincisinde fethettikleri kayıtlıdır[2]. Fatih’in Ayasofya ile ilgili en eski vakfiyelerinden birinde “nice melikler bu işe el uzattılar. Her birinin zafere ulaşamadan geri döndükleri rivayet olunmaktadır. Kuvvet ve azamet sahibi eski sultanlar ve meliklerden 63 kişi bu beldeyi feth için çok miktarda asker topladılar. Muhkem ve büyük kuvvetlerle geldiler. Kuşatıp zorla ele geçirmek ve halkını esir etmek isteğiyle harb ettiler ise de ..verdikleri zayiatla birlikte geri çekildiler”. Kaydı ile vu konuya işaret edilir [3]. Son Bizans imparatorunun (XI. Konstantinos) ne cesareti, ne de enerjisi devleti yıkılmaktan kurtaramayacaktı. Fatih Sultan Mehmet, babası II. Murad’ın vefatından sonra (Şubat 1451) Bizans’ın son saatleri de yaklaşmış idi. Zira Bizans’a ait olan İstanbul, Osmanlı arazisinin tam kalbinde yer alıyor, Osmanlıların Anadolu ve Avrupa’daki topraklarını birbirinden ayırıyordu. Bu yabancı unsuru ortadan kaldırmak ve teşekkül etmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’na İstanbul ile sağlam bir devlet merkezi hediye etmek genç sultanın ilk hedefi idi. Tükenmez bir enerji ve büyük bir ihtiyat ve itina ile Bizans İmparatorluğu’nun başşehrinin fethi için hazırlandı. Boğaziçi’nde, şehrin hemen dibinde Rumeli Hisarı’nı inşa etti[4]. O devirde Bizans mezhep kavgaları ile meşgul idi. İstanbul’un sukut edeceği bilindiği halde, mezhep ihtilafı sönmemişti. Bizans Tarihi yazarı Dukas, söz konusu mücadele hakkında şu çarpıcı beyanlarda bulunuyor; “Mezhep kavgaları da nihayet bulmadı. Salâhiyetli ruhanilerin bu hususta takındıkları tavır zikre değer. Mesela günahlarını itiraf için bunlara müracaat eden hristiyanları, daha evvel katolik papazlarından Hz. İsa’nın kanını ve cesedini temsil eden ekmek ve şarabı alıp almadıklarını, birleşme taraftarı bir papazın icra eylediği ruhani ayinde bulunup bulunmadıklarını soruyorlardı. Şayet böyle bir hal vaki olmuş ise, bu husustaki kilise kanunları şiddetli ve manevi cezası ağır idi. Adet olduğu üzere kilise kanunlarına uyarak mukaddes ekmek ve şarabı almağa hak kazanan kimse, birleşme taraftarı papazlara müracaat etmezse, onlar tarafından ağır manevi cezaya müstahak olurdu. Birleşme taraftarı papazlar Ortodoksluk taraftarı olan papazlar hakkında bunların papaz olmadıklarını, takdim ettikleri şeylerin sahih ve hakiki olmadıklarını söylüyorlardı. Ortodoks papazlar, bir cenazeye veya bir ölünün ruhunun istirahatı için yapılan ayine davet olunduğu zaman, bu merasimlerde birleşme taraftarı bir papaz görününce, Ortodoks papaz hemen ruhani elbisesini çıkarır ve yangından kaçar gibi oradan uzaklaşırdı. Büyük kilise (Ayasofya) şeytanların ilticagahı ve putperestlerin mabedi telakki ediliyordu. Nerede o mumlar, nerede o kandillerdeki yağlar ? Her şey zulmet içinde, hiç müteessir olmuyordu, mukaddes mâbed viran bir hal almıştı. Bu hal, şehir halkının dini hükümlere muhalefet ve tecavüzleri dolayısıyla, bir müddet sonra mâbedin düşeceği harap vaziyeti daha evvelden gösteriyordu. Genadios ise, hücresinde va’z ediyor ve birleşmeğe taraftar olanları tel’in ediyordu”[5]. Dukas devamla diyor ki; Genadios her gün birleşme taraftarları aleyhine vaz etmekten ve yazılar yazmaktan geri kalmıyordu….Senatodan baş amiral büyük duka, Genadios ile hem fikirdi ve işbirliği yapıyorlardı. İstanbul’un aleyhine toplanmış olan sayısız Türk askerlerini gören halka hitaben bu büyük duka Latinler aleyhine şunları söylemeğe cesaret etti; İstanbul’un içinde Türk sarığını görmek, Latin serpuşunu görmekten daha iyidir[6]. Dukas’ın büyük duka dediği şahıs Bizans Devleti’nin en saygın kişilerinden Leon Notaras idi[7]. Ayasofya’ya mağara ve rafizilerin mezbahı adı veriliyor, içinde kiliselerin birleşmesi taraftarları olanlar tarafından ruhani ayin icra olunduğundan kirlenmemek için Dukas’a göre hiçbir Bizanslı bu mâbede girmiyordu[8]. Bizans, ahlaki bakımdan da tamamen çökmüştü. Bu durum karşısında İstanbul’un müdafaası doğudaki ticari menfaatlerini kaybetme korkusu içinde bulunan Latinlere bırakılmıştı. Tahta çıkınca ilk işinin İstanbul’un fethi olacağı şayiası daha şehzadeliği zamanından beri duyulan Fatih tahta çıkınca Bizanslılar derin bir teessüre kapılmışlar, son Bizans imparatoru Konstantinos Dragasis, hristiyanlık namına Papa Beşinci Nicolas (Nikola)’dan imdat dilemiş, hatta asırlardır birbirine düşman olan İstanbul ve Roma kiliselerinin birleştirilmesine bile razı olmuştur. Batılı kaynaklarda göre papa İstanbul’a yardım kuvvetleri yerine iki mezhebi birleştirecek bir kardinalden başka bir şey göndermemiş olmakla tenkit edilir. Aslen Selanikli veyahut Moralı bir Rum olduğu rivayet edilen kardinal İsidore (İzidor) büyük bir gemiye iki yüz İtalyan askeri doldurarak İstanbul’a gelmiş, 30 Zilkade 856 /12 Ocak 1452 (12 Aralık 1452 bk Ostrogorsky, s. 523) günü Ayasofya kilisesinde imparatorla devlet erkanı da hazır bulunduğu halde büyük bir ayin yaparak Rum patriği Grigorios Mammas’la beraber Ortodoks ve Katolik mezheplerinin birleştirildiğini ilan etmiştir. Mezheplerine vatanlarından çok fazla bağlı olan Bizanslılar imparatorun bu faaliyetini küfür saymışlar ve İstanbul sokaklarında Türk sarığı görmeyi kardinal şapkası görmeye tercih ettiklerini konuşmaya başlamışlardır. Bizans imparatoru Avrupa katolikliğine gösterdiği fedakarlığın karşılığını görememiş, hemen hiçbir yardım alamamış, netice itibariyle kendi tebaası arasına bir tefrika sokmuş ya da mevcut olan bir tefrikayı alevlendirmiştir. İmparator bu buhran içinde yapabildiği tek şey surları onarmak, Adaları tahkim etmek ve şehre erzak yığmak olmuştur[9]. Dukas’ın anlattıklarına bakılırsa, İstanbul’un fethinin yaklaştığını ve şehrin düşeceğini anlayan yerli halk, bütün kadın ve erkekler, rahip ve rahibeler Büyük Kilise’ye yani Ayasofya’ya sığınmışlar, iltica etmişlerdi. Bunun sebebi şu idi; Çok seneden beri şehir halkına bazı yalancı falcılar istikbalde şehrin Türklere teslim olunacağını, bu Türklerin askeri kuvvetle şehre gireceklerini, Bizanslıları keseceklerini ve Türklerin bu yürüyüşlerinin büyük Konstantin’in sütununa (Çemberlitaş) kadar varacağını, ondan sonra gökten bir meleğin elinde kılıç olarak ineceğini ve bu melek, sütunun yanında bulunacak olan ismi meçhul sadedil ve fakir bir adama imparatorluğu ve kılıcı vererek ona; Bu kılıcı al ve Allah’ın kavminin intikamını al diyeceğini, o zaman Türklerin geri gideceklerini, Bizanslıların bunları takip ve telef edeceklerini, bunların şehirden, garptan ve şark yerlerinden İran hudutlarında bulunan bir yere kadar kovulacaklarını söylüyorlardı. Bazı kimseler yukarıda bahsedilenlere inanarak bunların vaki olacağı kanaatiyle koşuyorlar ve başkalarını da koşmağa teşvik ediyorlardı. Bunların kanaati böyleydi ve bugün vuku bulmakta olan hadiseler, esasen çok seneden beri kafalarında yer etmişti. Yani Stavros (Çemberlitaş) sütununu geçecek olursak, gelecek felaketi atlatırız diyorlardı. İşte bu sebepten halk Ayasofya’ya sığınıyordu. Bir saat içinde o muazzam mâbed tamamıyla erkek ve kadınlarla dolmuş idi. Mâbedin alt ve üst katları, avluları ve her bir yeri sayısız halk tarafından işgal edilmişti. Mâbed dolduktan sonra, içerdekiler kapıları kapadılar; kurtuluşlarını mâbedin kerametinden bekliyorlardı[10]. İstanbul’un fethinden bir gün önce Ayasofya’da imparatorun, bütün devlet ve saray erkanının göz yaşlarıyla katıldığı büyük bir ayin yapılır. Bu Ayasofya’da yapılan son ayindir. Ayrıca sokaklardan papazların idare ettiği ayin alayları geçirilmiş, bütün halk bu alaylara katılmış, İstanbul’un içi “Kyrie eleison” yani Ya Rabbi bize merhamet et dualarıyla çınlamış, kadın ve çocukların vaveylaları içinde yoluna devam eden alay surlara kadar ilerleyerek Bizans’ın son tahkimatını takdis etmişlerdir. İmparator, Bizanslıları mukavemete teşvik eden son nutkunda Şarki Roma’nın uzun bir inhitat ahlaksızlığından sonra bu akıbete layık olduğunu belirten “eğer bu tavsiyelerime riayet edecek olursanız Allah’ın bize yolladığı haklı cezadan belki kurtuluruz” sözünü ifade etmiştir[11]. Türkler İstanbul’u zaptettikleri zaman (29 mayıs 1453) müdafaasız halk kiliseye sığınmıştı. Halk şu inancı taşıyordu; Türkler Büyük Konstantin sütununun yanına kadar geldiklerinde gökte bir melek zuhur edecek ve bunu gören Türkler bir daha dönmemek üzere Asya’da ki vatanlarına (İran sınırı) çekileceklerdi. Fakat Türkler gelmişler mabedin kapılarını açarak içeri girmişler ve orada korkudan birbiri üstüne yığılmış olan erkek ve kadınları esir etmişlerdir[12]. Burada cebren içeri girmek mecburiyetinde kalan Türk askerleri hiç kimsenin hayatına dokunmamış ve yalnız esir almakla yetinmişlerdir. Türk ordusu değil Ayasofya’ya sığınanları öldürmek, İstanbul’a girdiği vakit Fernand Grenard’ın ifadesiyle yalnız silahla mukavemet gösterenleri ve vaziyetleri şüpheli görülenleri öldürmüşler, mütebakisini esir etmişlerdir. Bizans Rumları katliama maruz kalmamıştır[13]. Hayrullah Efendi tarihinde “şehir içine girildikten başka imparatorun ölümü haberi duyulunca asker ve halktan bir çoğu Venedik gemilerine binip kaçmak için Samatya, Ahırkapı ve Kadırga Limanı taraflarına koştuklarından diğer taraflarda az kimse kalmıştı. Bundan başka ahalinin çoğu kiliselere kapandığından çok can kaybı olmadığını, bir çoğunun da savaş esiri olarak sağ yakalandıklarından iki bin kişiden fazla insanın ölmediğini..” belirtir[14]. Kapılarını kırıp Ayasofya’ya giren Fatih’in askerlerinin yaptıklarını abartılı bir şekilde anlatan Dukas, mâbedin içinde hiçbir şey bırakmadılar der[15]. Daha sonra Hammer, Lamartine, Kont Segür, Dimitri Kantemir ve benzeri Avrupa tarihçileri ve yazarları da taassuba dayanan, gerçek dışı saldırılarda bulunmuşlar, okuyucularını yanıltmışlardır[16]. Ayasofya da dahil sanat ve kültür eserlerini tahrip edenler Türkler değil, bir kısım batılı kaynakların da teslim ettiği gibi, Türklerden iki buçuk asır önce İstanbul’u Bizanslılardan zaptetmiş olan Avrupa Haçlılarıdır. Şurası unutulmamalıdır ki, Osmanlılar Ayasofya’nın çan kulesini bile yıkmamışlardır[17]. 1847-1849 yılları arasında gerçekleşen tamirde İsviçreli mimarlar Bizans devri mozayiklerinin hâlâ çok iyi durumda olduğunu görmüşlerdi. Eğer Türkler tahripkar davransaydı mozayiklerden eser bile kalmazdı[18]. Rus müelliflerinden Uspenski sanat ve kültür eserlerine karşı Müslüman Türklerin 1204 Haçlılarından bin kat insaflı ve insanca davranmış olduklarını söyler. Bir çok batılı tarihçi de Müslümanların Kudüs’e girdiklerinde orada ki Hristiyanlara, kendilerini İsa’nın askerleri sayan İstanbul’u talan eden bu adamlardan daha bir insanca davrandıklarını yazarlar. Ortaçağda yaşamış Fransız tarihçi Villehardouin 1204 Haçlı yağmasını “Dünya yaratıldı yaratılalı bir kentten bu kadar çok ganimet kazanılmamıştır” diye anlatır. Zaten harap ve perişan bir halde olan İstanbul’u alan Fatih, derhal imar faaliyetlerine başlamıştır. Türk fethi Bizansı yıkmış ama İstanbul’u kurtarmıştır[19]. Tarih-i Ebu’l-Feth yazarı Tursun Bey eserinde İstanbul daru’l-eman oldu, Fatih Ayasofya’ya geldiğinde “bu binay-ı hasînün tevabi ve levahıkın harab u yebab gördi” der ve Ayasofya’yı ve surları onardığını belirtir[20]. Andre Clot, Fatih Sultan Mehmet adlı eserinde 1204 yılındaki Latin yağmasına değinirken barbarlarınkinden çok daha korkunç katliâma ve yağmaya giriştiklerini, yüzyıllardır biriktirilen defineler, hazineler yağmalandığını; kiliseler, manastırlar, evler, soyulup soğana çevrildiğini; Ayasofya’nın tamamen soyulup boşaltıldığını; kutsal vazolar içki kadehleri olarak kullanıldığını, mihrabı yaktıklarını, kilisede değer taşıyan ne varsa parça parça edip aralarında paylaştıklarını, aldıkları bu değerli eşyayı yüklemek için atlarını ve katırlarını kilisenin içine kadar getridiklerini, hayvanlar gibi davranıp bütün kadın ve kızların, rahibelerin ırzına geçtiklerini belirtir[21]. Sadece Ayasofya’da bile her asırda bir Türk eseri buluyoruz. Her devirde camiiye bir Türk eseri katılmıştır. Müştemilatıyla binayı bu zaviyeden değerlendirdiğimizde Türk eserleri yarıdan fazlayı bulur. Süheyl Ünver, Ayasofya’nın pek çabuk olarak medresesi ile, türbeleri ile ve Mahmud I in kurduğu pek zarif kütüphanesi ile, mahfelleri ile, şadırvanıyla, sebiliyle, ilk mektebi ile muvakkıthanesi ile en mühim İslami sitelerimizden biri olmuştur der[22]. Türklerin Ayasofya’ya girişlerine şahit olanlardan hiç biri sonraları çıkan rivayetlerde olduğu gibi, o vakit bir katl-i âmdan ve mabede karşı bir hürmetsizlik ve tecavüz yapıldığından bahsetmezler[23]. Bu müfterilerden biri olan ve Ayasofya’nın minarelerinin yıktırılmasını, Rusların İstanbul’u alıp haçı dikmesini hararetle savunan muasır tarihçilerden Schlumberger hiçbir kaynak göstermeden Ayasofya içinde bile katliam olduğunu belirtir[24]. Andre Clot, Fatih Sultan Mehmet adlı eserinde, öyle görünüyor ki büyük kilisede çok az kan döküldü. Türkler orada bulunanları tutuklayıp sonradan köle yapmakla yetindiler der. Yine aynı yazar Fatih’in akşam sivillerin tutuklanmasının durdurulmasını ve yağmalamaya son verilmesini emrettiğini, orduya mensup her kişiye, her askere kent halkını, kadınları ve çocukları öldürmeyi veya köle almayı da bunlara karşı kötü davranılmasını yasaklıyorum. Bu emre karşı gelen herkes öldürülecektir dediğini nakleder[25]. Osmanlılar merhametli davranmayı kan dökmeye tercih etmişlerdir. Ayasofya sahasını hiçbir katl veya idam lekesi kirletmemiştir[26]. Voltaire, İstanbul’un zabtı sırasında bazı tarihçiler tarafından Osmanlılar tarafından ahaliye karşı yapıldığı belirtilen saldırıları ve bu saldırılara karşı gösterildiği rivayet edilen salabet ve hoşgörüyü reddetmiştir[27]. Lamartine bütün saldırıları ile beraber şu gerçeği aktarmadan geçememiştir. Ünlü tarihçi Phranzes’den naklen şöyle diyor; ...rahibelerin, annelerinden ayrı düşmüş çocukların, kendi çocuklarından ayrılmış annelerin feryat ve figanlarını merhamet gözüyle gören Osmanlılar bu hazin duruma üzülüyorlardı[28]. Fatih, umumiyetle rivayet olunduğu gibi, at üzerinde değil, fakat yaya olarak kiliseye girmiş ve müezzine ezan okutarak maiyeti ile beraber namaz kılmıştır[29]. Maalesef ünlü ressam Delacroix, Paris Louvre Müzesinde bulunan Fatih’in Ayasofya’ya girişini temsil eden tablosunda sultanı atıyla mabede girer gibi göstermiştir. Hata etmiştir. Fatih Ayasofya’ya girince secde-i şükrana kapanmış, iki rekat namaz kılmış, ilk ezanın da bu sırada okunduğu rivayet edilmiştir[30]. Fatih düzenlenen tören alayı ile şehre girince kuvvetli rivayete göre doğruca Ayasofya’ya gitmiştir. Tursun Bey, Ayasofya nam kiliseyi görmeye rağbet etti der. Müverrih Âlî, “Fatih’in hemen şehre girmesindeki isticali Ayasofya nam kenise-i azimeyi mâbed-i ehl-i İslam etmeğe mütehâlik” olduğunu söylüyor ve devamla mâbed-i kadime doğru yöneldiklerini belirtiyor. Osmanlı Türklerinde bir gelenek olarak devam eden, asırlardır tatbik edilen bir kural vardır. Bu kural bir memleket veya kale fethedildiği vakit ordu içeriye girip burçlara bayrak çekerken surların üstünde ezan sesleri yükselir ve şehrin en büyük kilisesi derhal camiye tahvil edildikten sonra ilk Cuma namazı bu ilk camiide kılınırdı. Bu tarihi ve milli an’ane gereği Fatih vakit geçirmeden Ayasofya’yı camiiye tahvil etmek gayesiyle Ayasofya’ya yönelmiştir. Fatih buraya gelince atından inerek yaya olarak içeriye girmiştir. Burada belirtmek gerekir ki Fatih at üzerinde değil yaya olarak mâbede girmiştir. Fatih mâbedin azametini görünce hayran kalmıştır. O sırada bir Türk askerinin mabedin mermerlerinden birisini kırmakta olduğunu görünce Fatih, bu tahribatı neden yaptığını sormuş, o asker de din için yaptığını söylemiştir. Fatih bu askerin tahribatına mani olmuş, askeri yakın koruma dışarı çıkarmıştır. Fatih burada “servet ve esirler size yeter, şehrin binaları bana aittir” der[31]. Yanında bulunan bazı İtalyan ve Rumlar’ın rivayetine göre Fatih, mozaiklerin sökülmesi teşebbüsünde bulunan mimarlara hitaben; “Durunuz! Bu mozaik resimleri günaha sebep olmamaları için bir kireç tabakasıyla örtmekle yetininiz! Fevkâlâde olan bu kakmaları koparmayınız” demiştir[32]. 1930’lı yıllarda Amerikan Bizans Ensititüsü namına Ayasofya mozayiklerini araştırmakla görevli Thomas Whittemore “bu mozayiklerin hiç birinde insan tarafından tahribat ika edildiğine ait bir iz görülmemiştir. Hatta binanın her tarafında yüzlerce haçlar hiç bozulmadan kalmış olup binanın uzun müddet Türkler tarafından muhafaza edildiğine şehadet etmektedir”[33]. Ayasofya İstanbul’un fethinde usulden olduğu üzere şehrin büyük kilisesi olarak camiye çevrildi. Tursun Bey’in ifadesine göre kubbeye kadar çıkan Fatih Sultan Mehmet binanın ve çevresinin harap görüntüsü karşısında meşhur Farsça beytini söylemiştir. Tursun Bey, Fatih Ayasofya’ya girdiğinde “vakta ki bu binay-ı hasisün tevabi ve levahikin harab u yebab gördü” der ve Sadî’nin şu meşhur Farsça beytini söylediğini rivayet eder; Perde-dârî mî küned der tâk-ı kisrâ ankebût Bûm-i nevbet mî zened der kal’a-ı Efrâsiyâb Yani; Örümcek Kisrâ’nın penceresinde perdedarlık yapıyor/ Baykuş Efrasiyab’ın kalesinde nevbet vuruyor/bekliyor. Fatih Ayasofya’nın tahribini önlemiş, burada müezzinlerinden birine ezan okumasını emretmiş, müezzin ezan okuduktan sonra maiyeti ile beraber ilk namazı kıldıktan sonra camiyi kendi hayratının ilk eseri olarak vakfetmiştir[34]. Bizans tarihçisi Dukas, Ayasofya’da ilk ezanın okunmasından ve ilk namazın kılınmasından duyduğu ızdırabı şöyle dile getirir “adem-i meşruiyetin veledi, Deccal’ın mübeşşiri, mihraptaki mukaddes din taşının üstüne çıkarak, namazını kıldı. Nedir bu nekbet ? Heyhat nedir bu dehşet veren acibe, eyvah ne olacağız? Vay vay, neler görüyoruz? Altında havarilerin ve şehitlerin mübarek bakiyeleri medfun bulunan bu mukaddes mihrap üzerinde bir Türk, bu mihrabın üzerinde bir dinsiz ? Ey güneş titre ! Allah’ın kuzusu nerededir? Bu mihrap üzerinde kurban olan, yenilen ve hiçbir zaman tükenmeyen Babanın oğlu nerede ? Hakikaten fasit bir neticeye vardık, günahlarımızdan dolayı bizim ibadetimiz, diğer milletlere nispetle, hiç nazarı itibara alınmamıştır. Allah’ın hikmeti namına bina olunan, Ekânim-i Selâse kilisesi, Büyük Kilise ve Yeni Sion adlarını almış olan bu mâbed, bu gün barbarların ibadet yeri ve Muhammed’in evi adını aldı ve öyle oldu. Ey Cenab-ı Hak verdiğin hüküm adildir ![35] Fethin üçüncü günü Cuma günü Fatih, Ayasofya’ya gelip ilk Cuma namazını askerleriyle beraber kılmıştır. İmamete İstanbul’un fethinin manevi mimarı Akşemseddin geçmiş, ilk olarak Fatih namına hutbeyi de bu nurani zat okumuştur. Hutbenin Fatih tarafından irad edildiği de yazılmaktadır. Diğer bir rivayette ise Fatih Ayasofya’nın camiye tahvil edildiği gün askerine bir hutbe irad etmiştir. Fatih’in iradesiyle bu Cuma gününden evvel Ayasofya’daki tasvirlerle heykeller ve putlar kaldırılıp, kıble tarafına mihrab yapıldığı ve minber konulduğu, bütün hazırlıkların Cuma gününe kadar ikmali için mimarlarla ustalar gece gündüz çalıştıkları rivayet olunur[36]. Bu arada üç gün zarfında bir de tahtadan minare yapılmıştır. Yapılan minber ve mihrap zamanımıza ulaşmamıştır. (Şimdiki mihrap ve minber daha sonra yapılmış olup Fatih’in yaptırdığı değildir. 16. yüzyılın izlerini taşır. II. Bayezid devrinde mihrab, III. Murad devrinde minber ilave edildiği bilinmektedir. Tahta minare ise II. Selim zamanında yapılan tamir sırasında kaldırılmıştır[37]). Solakzâde tarihinde Cuma namazından önce mihrab, minber ve mahfil hazırlandığı, duvarlarda bulunan tasvirlerin kaldırıldığı, Cuma hutbesini Akşemseddin’in irad ettiği, imameti de yine bu zatın yaptığı belirtilir[38]. Okunan bu hutbe Osmanlılar içinde okunan hutbelerin belki de en mukaddesi, en sevinçlisi, en büyük şan ve şerefe sahip olanı idi. Çünkü o güne kadar sekiz buçuk asırdan beri bütün müslümanların ulaşmayı şiddetle arzu ettikleri bir fethi Cenab-ı Hak tarafından Osmanlı padişahlarına ve onun tebasına verildiğini ilan etmekte idi. Fethin komutanı ve gazileri, sahabe-i kiramın bile şiddetle arzu ettikleri büyük bir saadete ve Hz. Peygamberin “ne güzel komutan ve ne güzel asker” övgüsüne mazhar olmuşlar idi[39]. İstanbul’un fethini müteakip şehirde bulunan yüzden fazla kilise ve manastır cami ve ibadethane haline getirilmiş, bir çoğu da medrese ve hangah yapılarak ehli tarikata barınak olmuştur[40].
  16. Prof. Dr. Ahmed Akgündüz Muhtelif fikir çevrelerinde Yavuz’un Kürtleri katliama tabi tuttuğu ve hatta onlar hakkında ağza alınmayacak ifadelerle dolu olan bir dörtlüğü olduğu ileri sürülmektedir. Bu doğru mudur? Elbetteki bu iddianın tam tersi doğrudur. Bunu şöyle açıklayabiliriz. Şöyleki, Yavuz olmasaydı, bugün Doğu Anadolu’daki ehl-i sünnet olan Kürtler, Şî’a’nın tasallutu altında olurlardı. Osmanlı Devleti'nin Doğu Anadolu ile alakası, XV. yüzyıla kadar uzanır. Ancak bölgenin Osmanlı Devleti’ne ilhakı veya daha doğru bir tabirle iltihakı, 1514'de kazanılan Çaldıran Zaferi’nden sonradır. Bilindiği gibi, Şah İsmail, İran'da kısa bir zamanda Safevî Devletini kurmuş ve Doğuda hem Osmanlı Devleti için ve hem de âlem-i İslâm'ın birlik ve beraberliği için, hem siyasî ve hem de dinî açıdan tehlike arz eder hale gelmiştir. Şehzâde Selim, bu iki yönlü tehlikeyi henüz Trabzon Sancakbeyi iken fark etmiş ve babasını İstanbul'da ikaz dahi eylemişti. Fakat, II. Bâyezid, tedbir alamamanın yanında, Şi’îlerin tahrikiyle çıkarılan Şah Kulı isyanını da önleyememişti. Anadolu'yu Şiîleştirme hedefini güden ve her geçen gün bu hedefine daha da yaklaşan Şah İsmail, bir türlü durdurulamıyordu. Nihâyet Yavuz Sultân Selim Padişah olunca, şuurlu âlim İbn-i Kemal'in de yerinde ikazlarıyla, hem İslâm birliğini bozan ve hem de Doğudaki Sünnî Kürt ve Türkmen aşiretlerini rahatsız eden Safevî tehlikesini bertaraf etmeye azmetti. Allah'ın yardımıyla 1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi ile, Şah İsmail'in Anadolu üzerindeki siyasî ve dinî emellerine son verildi. Bu mühim zaferin kazanılmasında tamamen Sünnî olan ve gazada Yavuz Selim'in yanında yer alan Sünnî Kürt ve Türkmen aşiret beylerinin de büyük rolü vardı. Anadolu'nun ve hatta Musul ve Kerkük civarının da Osmanlı Devleti’ne katılması gerekiyordu. Bu iş nasıl yapılmalıydı? Kılıçla ve savaş yoluyla bu mümkün değildi. Zira bunlar da hem Müslüman ve hem de ehl-i sünnet vel-cemaat idiler. Bununla beraber, bu bölgenin kendi başına kalması, hem mahallî halkın güvenliği açısından tehlikeli ve hem de Osmanlı Devleti'nin de Müslüman bir ülke olması; İslâm'ın kahramanca müdafaasını yapan böyle bir devlete itaat etmenin siyasî ve hukukî açıdan bir farklılık meydana getirmeyeceği ve hem de İslâm birliğinin teşekkülü gibi gayelerle münferiden hareket edilemeyeceği ortadadır. İşte bu hakikatı idrâk eden Kürt ve Türkmen Beyleri, istimâlet ile yani kendi meyil ve arzuları ile, Osmanlı Devleti'ne itaat etmenin zaruretini anlamışlardır. Büyük âlim İdris-i Bitlisî tarafından Padişah'a yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişti. Osmanlı Devleti'nin değişmeyen siyâsetinin kaynağı ve dayandığı hukukî temeli, İslâmiyetin getirdiği hükümlerdi. Osmanlı Devleti, Kur’ân, sünnet, icmâ’ ve kıyas yoluyla vaz’ edilen hukukî hükümler yanında, İslâm hukukunun müsaade ettiği ölçüde her mahallin örf ve âdetlerine de hürmet gösteriyordu. Bu sebeple, Osmanlı Devleti’ne tâbi’ olan bir Müslüman beylik, dâhilde ve hâriçte, farklı bir sistemle karşılaşmıyordu. Mesela, Doğudaki Kürt ve Türkmen Aşiretleri, Osmanlı Devleti’ne iltihak etmekle bir şey kaybetmemişlerdi; belki kazanmışlardı. İşte Osmanlıya bağlılığın sırrı burada yatıyordu. Daha önce de izah ettiğimiz gibi, Osmanlı Devleti sahip olduğu topraklar üzerinde, ırka ve maddî sömürüye dayanan bir ayırıma gitmiyordu. Zira topraklarının dahilinde bulunan her yer dâr’ül-İslâm sayılıyor ve bütün Müslüman ahali de bu ülkenin aslî vatandaşı kabul ediliyordu. Zaten Osmanlıyı Avrupa'dan ayıran en önemli hususiyet de buydu. Osmanlı topraklarında yaşayan insanların arasında düşünülebilecek en önemli farklılıklar, bazı örf âdetlere münhasırdı. Rengi ve şekli farklı olsa da, bütün Müslüman Osmanlı ahalisi, yemede, içmede ve hatta giymede dahi aynı dinin esaslarına tabi’ oldukları için, aralarında ihtilafa vesile olacak ciddî bir şey mevcut değildi. Mesela, Müslüman Türklerle Kürtler arasında mevcut olan bazı ufak ve önemsiz farklılıklar dışında, aralarında dinî, ahlakî, kültürel ve coğrafî çok büyük azamî müşterekler vardı. Bu sebeple de, Doğu Anadolu'nun siyasî, dinî, kültürel ve idarî bütünlüğünü bozmak ve parçalamak maksadıyla içerde ve dışarıda yapılan faaliyetlerin, bölge halkı arasında müessir olması çok zordu. Çaldıran Zaferini takip eden 1516 yılında, Yavuz Sultân Selim, kendisine Doğu Anadolu'nun fethedilmesini tavsiye eden meşhur âlim ve tarihçi İdris-i Bitlisî'ye, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı Devleti'ne ilhâkı için vazife veriyordu. Böylesine ehemmiyetli bir zamanda İslâm birliğinin zaruretine inanan başta Bitlis Hâkimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısn-ı Keyfâ Emiri Eyyubîlerden II. Halil, İmâdiye Hâkimi Sultân Hüseyin olmak üzere 25-30 tane Kürt beyi (ümerây-ı ekrâd), Osmanlı Devleti'ne itaat arzularını padişaha iletmişlerdi. Şah İsmail'in Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu on bin kişilik İdris-i Bitlisî kumandasındaki gönüllü birliklerle hezimete uğratan aynı beyler, bu hâdiseden önce Şi’îlerin Diyarbekir'i muhasara altına almaları üzerine, Yavuz Sultân Selim'e tarihçe müsellem olan tarihî arîzayı, yardım talep etmek ve Osmanlı Devleti'ne itaat etmeden huzur bulamayacaklarını ifade etmek gayesiyle göndermişlerdir. “Can ü gönülden İslâm Sultânı’na bî’at eyledik, İlhâdları zâhir olan Kızılbaşlar’dan teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid’atleri kaldırdık ve ehl-i sünnet mezhebi ve Şafi’î mezhebini icra eyledik. İslâm Sultânı’nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâda başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslâm Padişahı’nın yollarını bekledik. Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah bizde böyle cârî olmuşdur.” Bu mektûb üzerine Konya Beylerbeyisi Hüsrev Paşa kumandasında ve İdris-i Bitlisî'nin manevî yardımlarıyla toplanan on bin kişilik gönüllüler ordusu, Şah İsmail'in Diyarbekir'i muhasara altına alan ordularını tarumâr eylemiştir. XX. asrın İdris-i Bitlisî'si olan Bediüzzaman 1910'larda Osmanlı Devleti'ne karşı isyan etmek isteyen Kürt aşiret reislerine hitaben diyor: “Altı yüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve ma’rifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık etmeyeceğiz ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlâd böyle olur... İttifakta kuvvet var, ittihâdda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaatte selâmet var. İttihâdın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir.” Diyarbekir'in Safevî Devleti'nden alınmasından sonra Kürt Beyleri arasındaki gayretlerini sürdüren büyük âlim İdris-i Bitlisî, bu faaliyetlerinin neticesinde kısa zamanda Doğu ve Güneydoğudaki Kürt ve Türkmen Beylerinin Osmanlı Devleti'ne itaatlerini temin eylemiştir. İdris-i Bitlisî vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kısa bir zaman içinde ve hem de yerli beğlerin istek ve arzularıyla Osmanlı Devleti'ne ilhak edildiğinin haberini alan Yavuz Sultân Selim, bu büyük âlimi taltif etmek üzere kendisine bir ferman gönderir. Mektubunun başında Diyarbekir Vilâyeti’nin sulh ile ve istimâlet yolu ile fethine vesile olduğu için İdris-i Bitlisî'ye teşekkür eder. Sonra da manevi takdirleri yanında ona gönderdiği bazı maddî hediyeleri zikreder. Osmanlı Devleti'ne kendi arzularıyla tâbi olan beylerin ve bunlara bağlı olan sancakların mikdarlarını ve tahrîrî bilgileri hazırlamasını emreder. Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa'ya beyaz hükm-i şerifler gönderdiğini ve Osmanlı Devleti'ne bundan sonra da tâbi olacak olan bey olursa, gönderilen tuğralı beyaz kâğıtlar kullanılarak onlara berâtlarının yazılmasını emreder. Yani bugünün vilâyetleri ve hatta devletleri, kendi arzu ve istekleriyle ve hem de birer mektup ile Osmanlı Devleti'ne bağlanmaktadır. Devlete bağlanan beyler arasında ihtilaf ve ihtilal vuku bulmaması için gereken tedbirlerin alınmasını ve in’âm ve ihsanların da ona göre yapılmasını ister. Mektubun sonuna doğru, Anadolu'yu Şi’îleştirmek isteyen Şah İsmail'in kendisine elçiler gönderdiğini, bin bir türlü yağcılıklar yapıp sulh istediğini, ancak onun sözlerine ve ıslah olduğuna inanılmaması icab ettiğini belirterek gerekli tedbirlerin ihmal edilmemesini emretmektedir. Bu gayretlerin neticesinde, yıllar sürecek harplerle elde edilemeyecek zaferlere ulaşıldı. Şark diye adlandırabileceğimiz ve bugün Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Musul ve Kerkük'den itibâren Kuzey Irak ve Haleb'i de içine alan Kuzey Suriye bölgelerinde yaşayan çok sayıda Arap, Türkmen ve Kürt aşiretleri Osmanlı Devleti'ne iltihâk eylemiştir. Bu iltihâklardan bazılarını beraber görelim: 1) Kürt ve Türkmen beylerinden istimâlet ile kendi meyil ve arzuları ile itaat eden 25'den fazla aşiretten ve reislerinden bazıları şunlardır: Bitlis Hâkimi Emir Şerefüddin; Hizan Meliki Emir Davud; Hısn-ı Keyfâ Emîri Melik Halid; İmadiye Hâkimi Sultân Hüseyin; Cezire Hâkimi Şah Ali Bey; Çemişgezek Hâkimi Melik Halil; Pertek Hâkimi Kasım Bey.... Ayrıca Suran, Urmiye, Atak, Cizre, Eğil, Garzan, Palu, Siirt, Meyyafarakin, Sason, Sincar, Çermik, Malatya, Urfa, Besni, Harput, Mardin ve benzeri yerlerdeki aşiretler de arka arkaya Osmanlı Devleti'ne iltihâk etmişlerdir. 2) Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, güneyde yer alan Arap aşiretleri de yine kendi irâdeleriyle Osmanlı Devleti'ne iltihâk etmişlerdir. Aralarında İbn-i Harkuş, İbn-i Said, Benî İbrahim, Benî Sâyim, Benî Atâ aşiretleri, Safed ve Gazze şeyhleri ile Haleb ileri gelenlerinin bulunduğu seçkin bir temsilciler heyetinin Yavuz'a takdim ettikleri ve aslı Topkapı Sarayı’nda bulunan şu itâ'at mektubu çok manidardır: “Bizler, canlarımız, mallarımız, iyâlimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz. İslâmı tatbik ve adâleti te’sis için sizin hâkimiyetinizi zaruri görüyoruz “.[1] Yavuz Sultân Selim ve Kürtler konusunda ileri sürülen önemli fikirlerden biri de Yavuz Sultan Selim’in Doğuda bağımsız bazı küçük Kürt devletlerine müsaade ettiği ve asırlarca bu devletlerin varlığını sürdürdüğü iddiasıdır. Bu konuyu da önce Osmanlı Devleti’nin Doğuda kurduğu idare tarzı nasıldı onu kısaca açıkladıktan sonra, bu iddiaların doğru olup olmadığına işaret edelim. Esasen bu iddiaların da Osmanlı Devlet teşkilâtını bilmemekten ve konu ile ilgili bazı belgeleri yanlış yorumlamaktan kaynaklandığını hemen burada işaret edelim. Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti'nin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyâletler teşkil ediyordu. Ancak Osmanlı Devleti, bugünün Amerika’sı gibi, mutlak bir merkeziyetçilikten tamamıyla uzak bir anlayışa sahipti ve idaresi altına aldığı bölge ve cemiyetleri, çeşitli özelliklerine göre farklı idare tarzlarına tabi tutuyordu. Yani eyalet ve sancakların İstanbul'a olan bağlarında ayrı ayrı statüler söz konusuydu. İşte Osmanlı Devleti, Çaldıran Zaferi’nden sonra Doğu Anadolu'da Diyarbekir merkez kabul edilerek Musul, Bitlis, Mardin ve Harput da dahil olmak üzere bütün Doğu Anadolu'da gayet geniş bir eyâlet meydana getirmişti. Kanunî Süleyman devrinde yeni bir düzenleme yapılarak Van'da ayrı bir eyâlet daha teşkil olundu. Doğu Anadolu'daki sancakları, idare tarzı açısından, her iki eyâlette de, üç ana guruba ayırmak mümkündü. Bunları kısaca özetlemekte yarar görüyoruz. Birinci gurup, klasik Osmanlı Sancakları şeklindeydi. Yani Osmanlı Devleti'nin diğer bölgelerinde tatbik edilen idare usulü burada da cari idi. Sancakbeyleri doğrudan merkezden tayin olunurlardı ve herhangi bir imtiyaza sahip değillerdi. Bu sancaklar tımar sistemine dahildi. Diyarbekir ve Van eyaletlerindeki bu tür sancaklar, umumiyetle aşiret yapısı kuvvetli olmayan yerlerde teşkil edilmiştir. Diyarbekir Eyâleti'nde merkez Amid, Harput, Hasankeyf, Akçakale, Sincar, Zaho, Ergani ve Çemişkezek sancakları ile Van Eyaleti’ndeki Erciş ve Adilcevaz sancakları, bu tür sancakların başlıca örneklerini teşkil ederdi. İkinci gurup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır. Fetih esnasında bazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve has şeklinde tevcih edilmiştir. Bunlara Ekrâd Sancakları da denir. Hatta Kürdistan Eyâleti sancakları da denmektedir. Bunlar klasik Osmanlı sancaklarından farklıdırlar. Zira sancakların idaresi genellikle bölgeye eskiden beri hâkim ola-gelen nüfuzlu, eski mahallî beyler ve hânedanlara terk edilmiştir. Hayat boyu sancakbeyi olan bu idareciler vefat ettiğinde, yerlerine oğulları veya diğer yakınlarından biri geçmektedir. Devlete ihânet ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde Beylerbeyi’nin hizmetine girmekle mükelleftirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir. Arâzîleri tımar nizâmına tabidir. İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbekir Eyaleti’ne bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı olarak da 9 adet mevcut idi. Çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Siirt ve Atak Diyarbekir'e bağlı bu tür sancaklardandırlar. Müküs ve Bargiri de Van'a bağlı bu tür sancaklardandırlar. Üçüncü gurup ise, Hükümet adı verilen sancaklardır. Bunların idâresi, fetih esnâsında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir. Sancakbeylerinin tayinine merkezî idare asla karışmaz ve ellerine verilen ahidnâmeler gereğince, bunlar azl ve nasb edilemezler. Arâzîsinde tımar nizâmı cari değildir. Dahilde tamamen müstakil olan bu bölgeler, hariçte yani askeri ve siyasi alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler. Diyarbekir eyâletinde Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkari ve Mahmûdi sancakları bu mahiyette Osmanlı Sancaklarıdır. Yani bunlar, bağımsız birer devlet tarzında değil, sadece icranın başı olan beyin tayini ile arazinin statüsünün tesbitinde müstakil yetkilerle donatılmışlardır. Zaten toprak itibariyle de, Diyarbekir veya Van Eyâletinin içine serpiştirilmişlerdir. Kısaca özetlediğimiz bu sistem, daha ziyade Doğu Anadolu’da’da uygulana gelmiştir. Sebebi bu bölgede daha önce müstakil veya İran’a bağlı beylerin fetih esnasında Osmanlı Devleti'ne sadakat göstermeleri ve en önemlisi de, hem itikadî açıdan ve hem de amelî açıdan, Osmanlı Devleti ile aralarında herhangi bir farkın bulunmamasıdır. Başlangıçta hizmet ve sadakat karşılığı verilen bu sancakların durumu, daha sonra ailelerin tasarrufuna bırakılmış ve Tanzîmât dönemine yani 1840'lara kadar bu hal aynen devam etmiştir.[2] [1] Koca Müverrih, Bedâyi‘, c. II, vrk. 452/a-b; Âli, Künh’ül-Ahbâr, Es’ad Efendi, nr. 2162, vrk. 249/a-251/a; Solakzâde, sh. 378-383; Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 11634/26; E. 1019; Anonim Tarih, Süleymaniye Kütp. Esad Efendi, nr. 2362, vrk. 112/a-113/a; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. II, sh. 273 vd; Bediüzzaman Said Nursi, Nutuk (Osm.), sh. 20; Kodaman, Bayram, Sultân II. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası, Ankara 1987, sh. 8 vd: Akgündüz, Güneydoğu Meselesi ve Çözüm Yolları, İstanbul 1996, sh. 30 vd; Osmanlı Kanunnâmeleri, c. III (Diyarbekir Eyâleti Kanunnâmeleri), sh. 197-213. [2] Koca Müverrih, Bedâyi‘, c. II, vrk. 452/a-b; Âli, Künh’ül-Ahbâr, Es’ad Efendi, nr. 2162, vrk. 249/a-251/a; Solakzâde, sh. 378-383; Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 11634/26; E. 1019; Anonim Tarih, Süleymaniye Kütp. Esad Efendi, nr. 2362, vrk. 112/a-113/a; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.II, sh. 273 vd; Bediüzzaman Said Nursi, Nutuk (Osm.), sh. 20; Kodaman, Sultân II. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası, sh. 12 vd: Akgündüz, Güneydoğu Meselesi ve Çözüm Yolları, sh. 40 vd; Osmanlı Kanunnâmeleri, c. III (Diyarbekir Eyâleti Kanunnâmeleri), sh. 213 vd.
  17. İstanbul

    Osmanlı'da Eğitim

    Ayasofya Medresesi Yavuz ÖZDEMİR* İstanbul'u aldıktan soma Fatih ilk iş olarak Ayasofya'ya gelerek burada toplanmış olan Bizans halkına hitaben can, mal ve din özgürlüklerinin kendi teminatında olduğu konusunda güvence verdi. Harap ve bakımsız durumda olan Ayasofya'yı camiye çevirerek onarıma aldırdı. Fatih ve ondan soma gelen Osmanlı Padişahları da fetih sembolü olarak kabul edilen Ayasofya'ya büyük önem verdiler ve bu konuda hiçbir fedakarlıktan kaçınmadılar. Ayasofya'nın kutsal hikmet manasına gelen Grekçe adının dahi değiştirilmediğini düşünürsek Türkler’in ne kadar hoş görülü oldukları daha iyi anlaşılır. Özellikle II. Selim döneminde Mimar Sinan'ın yapmış olduğu destek payandaları ve onarımlar sayesinde yapının günümüze kadar ulaşması mümkün olabilmiştir. Ayrıca Sultan Abdülmecid döneminde Fossati kardeşlerin yaptıkları restorasyon çalışmaları da önemli yer tutar. Cami'ye çevrildikten sonra İslam inancı gereği Ayasofya'nın içinde bulunan figürlü mozaiklerin üzerleri ince bir sıva ile örtülmüş, bu uygulama ile bir bakıma bunların korunması sağlanarak günümüze kadar ulaşabilmeleri mümkün olmuştur. Ayasofya'nın masrafları ve onarımları, Fatih tarafından kurulmuş olan vakıf gelirlerinden karşılanmıştır. Ayasofya'nın vakıfları şehir içindeki musakkafat, dükkanlar evler, menziller, değirmenler, hanlar, hamamlar ve özellikle Fatih tarafından yaptırılan bedestenlerden oluşmaktadır. 926 tarihli tahrir defterinde Ayasofya vakıflarının hasılatı 1.426.288 akçedir. O tarihlerde 40 akçe 1 flori olmakla, bu miktar 36.500 altın flori, bugünki para ile 2.500.000 liradan fazla tutar (Kapalıçarşı Akçalı Kuyumcusundan alınan bilgiye göre 1973 yılında 1 gr. Altın 19 TL. idi, 09.01.2003 günü 1 gr. Altın 19.000.000.-TL. dır. Bu hesaba göre kitabın basım tarihi olan 1973 yılının 2.500.000.- TL.sı bugünün 2500000 x Ayasofya Medresesi Planı (Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, c. 3, s. 319) 19000000 : 19 = 2.500.000.000.000.- "ikibuçuktrilyon" TL. dir.). Bu yüklü gelir sayesinde Ayasofya devamlı olarak imar edilip ayakta kalabilmiştir. Bugün de Kültür Bakanlığı tarafından Müze içinde onarım ve restorasyon çalışmaları aralıksız devam etmekte ve binanın korunması yolunda her türlü çalışma yapılmaktadır. Çok iyi eğitim görmüş olan Şehzade Mehmed (Fatih) zamanın en iyi alimlerinden olan Molla Gürani ve Molla Hüsrev'den dersler aldı. Bilim ve eğitime büyük önem veren Fatih, İstanbul' u aldıktan sonra da ilk iş olarak Zeyrek'teki Pantakrotor Manastırı odaları ile Ayasofya'daki Papaz Odalarını medrese olarak açtı. Bu nedenle İstanbul külliyesi (Üniversitesi) medreselerinin 1453 yılında Zeyrek ve Ayasofya'da kurulduğunu söylemek yanlış olmaz. Medresenin ilk müderrisi de Fatih'in hocası Molla Hüsrev'dir. Şam'lı Ebu Bahram'ın Atlas Minor tercümesinde İstanbul hakkında ilave olan bilgiler arasında "Fatih Ayasofya'nın şimal tarafından talebe-i ulum için vezayifi muayene ile bir darm tahsili ulum ve medrese-i aliye ihdas etmiştir." denmektedir. Bu eski saray tarihinden yani 1454 den evveldir. Bu nedenle Ayasofya medresesi'nin 1453 yılında Ayasofya Camii' nin kuzeyinde var olduğunu söyleyebiliriz Fatih Külliyesi 'nin inşası üzerine bir süre boş kalan Ayasofya Medresesi II.Bayezid döneminde (1481-1512) tekrar kullanılmaya başlanmıştır. 1596 tarihli masraf defterinden anlaşıldığına göre, daha önce yıktmlan medrese, 1596 da yeniden ihya edilmiştir 4.Fatih'in yaptırmış olduğu tek katlı medresenin üstüne ıı. Bayezıd bir kat ve hücreler ilave ederek iki katlı bir medrese haline dönüştürmüştür. 1846-1849 yılları arasında Sultan Abdulmecid döneminde Mimar Fossati kardeşler tarafından yapılan Ayasofya restorasyonu sırasında medrese binası da restore edilmiş ve tamir sırasında köklü değişiklikler yapılmıştır. Ayasofya Medresesi'nde çok değerli bilim adamları ders vermişlerdir. Bunlardan biride Fatih zamanının en önemli alimlerinden Ali Kuşçu' dur. Ayasofya hakkında bir risale yazıp Fatih'e hediye etmiş olan Ali Kuşçu hakkında Süheyl Ünver şu bilgileri vermektedir. Fatih, Ali Kuşçu'yu 1473 de Uzunhasan seferine giderken yanında götürür. Dönüşte Ayasofya Medresesi 'ne günde 10 akçe, Nişancı Paşa'ya göre 200 akçe ile Müderris tayin eder. Ölünceye kadar Ayasofya Medresesi'nde müderrislik yapan Ali Kuşçu'nun mezarı Eyüp Sultandadır 5. İstanbul 'un tarihi eserlerini çizmiş olan Gurlitt' in Ayasofya'nın genel planında 18 numara ile medresenin yeri belirtilmiştir. Prof. Dr. Süheyl Ünver'in "Ali Kuşci" risalesinde medresenin yıkılmadan önce çekilmiş olan resimleri ile planları yayınlanmıştır. Gurlitt'in planında ölçek olmasına rağmen medresenin ayrıntılı çizimi yoktur. Süheyl Ünver'in planında ise ayrıntı olmasına rağmen ölçek bulunmamaktadır. E. Hakkı Ayverdi Osmanlı mimarisinde Fatih devri adlı eserinin III. cildinde bu iki planı da yayınlanmıştır. Ayasofya' da 1982 yılı onarımıarı sırasında tamamen toprak dolgu altında kalan, çalılık ve moloz yığınları altındaki medrese alanı önce temizlenmiş somada temel sondajlarına geçilmiştir. Onarım çalışmalarını yürüten Y.Müh. Mimar Alpaslan Koyunlu'nun araştırmaları sonucunda medresenin temel kalıntıları, bölme duvarları, su yolları, şadırvan kaidesi ile ana gezinti yolları ortaya çıkarılmıştır 6. Alpaslan Koyunlu tarafından yapılan çalışmalar sonucunda medresenin rölövesi hazırlanmış ve burada daha geniş bir kazı yapılması gerektiği belirtilmiştir. Ayasofya'nın kuzeybatı köşesinde halen Ayasofya Medresesi'ne aİt temel kalıntılarının izlerine rastlanmakta olup, bu kısım çalı ve oHarla kaplanmıştır. Bu kısımda kazı yapıldığı takdirde medresenin planları hakkında daha ayrıntılı bilgiye sahip olabiliriz. Ancak resimler ile eski planlardan anlaşıldığına göre iki katlı, bir iç avluya sahip, ahşap revaklı bir yapıdır. Prof. Dr. Semavi Eyice'ye göre 19.yy'da yaygın olan batı üslubundan etkilenmiş görünen medrese binasının dar bodrum pencerelerinin üzerinde iki sıra halinde uzanan yarım yuvarlak kemerli büyük pencereler o güne kadar alışılagelmiş medrese mimarisinden çok uzaktır 7. Ekrem Hakkı Ayverdi yukarıda bahsettiğimiz eserinin 321. sayfasında aynen şu ifadeler yar almaktadır. "...Gurlitt'in planı önde 50, arkada 47 m., derinlik 35 m.dir; iç avlu 14 x 23m. dir; iki kollu bir merdiveni vardır. Süheyl Ünver beyin planı Arkeoloji Müzeleri'nden almış; biz çok aradık yoktu; pek fazla bir ma'lümat vereceğini de tahmin etmiyoruz. Bu plana göre büyük tarafta bir katta 17 şerden 34, küçük avlu üzerinde 12 oda vardır. Büyük avlu ortasında ilk binadan kalma tonozlu bir mahzen vardır. Bu haliyle binanın Dar'ül-Hilat'ül-' Aliye Medresesi olarak 1924 senesine kadar kulanıldığı bilinmektedir. 1934 Ayasofya Suikasdını ta'kıyben Müze Müdüri (Aziz Ogan) tarafından gayretkeşlik ve emir kulluğu zoruyla yıktmlmıştır; mezkur Müdürin bir Su' ale cevaben yazdığı mektubun sureti elimize geçti; bundan binanın temamen muhdes olduğu ve binaen'aleyh "Ayasafya gibi tarihi mühin:ı bir abidenin yanında olması hasebiyle yıkılmasının zaruri" bulunduğu ifade edilmektedir. Bina orta yok ki ne derece muhdesdi cevap verelim. Amma xıx. asırdan olursak muhakkak yıkılır diye bir kaa'ide mi vardı ki kurtarılması cihedine gidilmesi? Ve bir an evvel ortadan kaldırılmak telaşı içinde palas pandıras yıktırıldı. Bina yeni de olsa Fatih'in yaptırdığı ilk İstanbul Medresesi idi. Fekat bunu vicdanının en derin yerinde hissetmek için bizden olmak gerektir. Bir tek duvar kalsa Ayasofya'nın yanında bırakılacaktı, işte o kadar." 1924' e kadar medrese olarak kullanılan bina bir ara Vilayetin emrinde kimsesizler yurdu olarak kullanılmış, ancak; 1934 yılında harap olduğu ve Ayasofya'nın görünümünü bozduğu gerekçesiyle zamanın Antikiteler ve Müzeler Umum Müdürü Aziz Ağan'ın emri ile yıktırılmıştır. 1924'den 1934'e kadar kimsesizler yurdu olarak kullanılan medrese yıkılmadan önce resimleri çektirilip, planları mimar Nihat'a çizdirildikten sonra birer nüshaları Evkaf Müdürlüğü'ne ve Kültür Bakanlığı'na gönderilmiştir. Muhtemelen bir nüshası da Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü'nde kalmış olup, Süheyl Ünver de "Ali Kuşci" kitabındaki medrese hakkındaki bilgileri buradan almış olmalıdır. E. Hakkı Ayverdi'nin fikirlerine tamamen katılmakla birlikte önemli olan bundan sonra neler yapılabileceğidir. Süheyl Ünver, Ekrem Hakkı Ayverdi ve Gullitt' in plan ve bilgilerinin yanısıra Alpaslan Koyunlu tarafından yapılmış olan rölöve ile İstanbul Arkeoloji Müzeleri fotoğraf arşivinden edindiğim medresenin eski fotoğraflarından yararlanarak Ayasofya Medresesinin restitüsyon planı yapılarak rekonstürüksüyon (yeniden inşası) yapılabilir. Böylece İstanbul'un fethinin 550. yıl dönümünü kutlayacağımız bu yıl içerisinde Fatih' in anısını da yaşatmış olmakla birlikte Ayasofya Müzesinin depo, ofis gibi yer ihtiyaçlarının karşılanması da mümkün olacaktır. Ayrıca yapıya kültür amaçlı bir fonksiyonda kazandırılabilir. Medresenin yıkılmadan önce 1934 ve 1935 yıllarında Eski Eserler Encümeni tarafından çekilmiş olan fotoğrafları elde ettiğim İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü'ne, müzenin fotoğraf bölümü şefi Arkeolog Turan Birgili ve mimari konularda yardımlarını esirgemeyen İstanbul Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü mimarı Hüseyin Kaya'ya teşekkürü bir borç bilirim. Bu arada Türk kültürüne büyük hizmetleri geçen yukarıdaki bilgilere ulaşmamızı sağlayan Ekrem Hakkı Ayverdi ve Süheyl Ünver hocalarımızın yanı sıra; Ayasofya içinde görmekte olduğumuz Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin yazdığı 7,5 metre çapındaki dünyanın en büyük levhalarını Ayverdi'ye onartarak, kendi çabasıyla tekrar yerine astıran eski Müdürümüz Arkeolog Muzaffer Ramazanoğlu'nu saygı ve rahmetle anıyoruz. Ayverdi, Ünver ve Ramazanoğlu gibi Türk kültürüne hizmeti geçmiş bilgili ve cesur insanlar sayesinde kültür değerlerimiz korunmuş ve günümüze ulaşabilmiştir. Başka milletlerin değerlerine sarılan kişi_erse onların adi birer kopyası olmaktan öteye gidememişlerdir. * Ayasofya Müzesi Uzmanı Bu yazı, kısmen Tarih ve Düşünce Dergisi, Şubat 2003, Sayı 36, s. 14-19’dan ve yazarın elinde bulunan asıl metinden alınmıştır. Dergi İdaresi ve Sayın Yazara teşekkür ediyoruz.
  18. İstanbul

    Bilinmeyen OSMANLI

    Dünyanın ilk Standartlar ve Tüketiciyi Koruma Kanunları II. Bâyezid döneminde dünyanın ilk Standartlar Kanunu, ilk Belediye Kanunları, ilk Tüketiciyi Koruma Kanunları ve ilk Gıda Nizâmnameleri hazırlandığı söylenmektedir. Bu kanunlardan bazı örnek maddeler zikrederek anlatabilir misiniz? Prof Dr. Ahmed Akgündüz Evet doğrudur. II. Bâyezid devrine ait en mühim kanunlardan birisi şüphesiz ki, Bursa, İstanbul ve Edirne İhtisâb Kanunnâmeleridir. Bu kanunnâme, dünyanın en mükemmel ve en geniş belediye kanunu olmakla kalmamakta, aynı zamanda dünyada ilk tüketici haklarını koruyan kanun, ilk gıda maddeleri nizâmnâmesi, ilk standartlar kanunu, ilk çevre nizâmnâmesi ve kısaca asrına göre çok hârika bir hukuk kodudur. Bu kanun, hem Osmanlı örf âdetlerini ve hem de İslâm hukukunu çok iyi bilen Mevlânâ Yaraluca Muhyiddin tarafından hazırlanmıştır. Hazırlanış tarihi 1502 ila 1507 tarihleri arasındadır. Biz, her biri 100 küsur maddeyi bulan bu üç kanunnameden sadece bazı maddelerini, tüketici hakları açısından arz ediyoruz (Maddenin başındaki rakamlar Kanun maddelerine ve harflerden B, Bursa, E Edirne ve İ İstanbul Kanununa işaret etmektedir): “İ-45. Ve mahkeme kararıyla yiyecek ve içecek ve giyecek ve hubûbât ki; çarşıda ve pazarda vardır, gözedilüb her meslek sahibi teftiş oluna. Eğer terâzûda ve kilede ve arşunda eksük bulunursa, muhtesib (belediye başkanı) haklarından gele. İ-21. Etmekçiler, standart olarak alınan ekmeği narh üzere pâk işleyeler, eksik ve çiğ olmaya. Etmek içinde kara bulunursa ve çiğ olursa, tabanına let uralar; eksük olursa tahta külâh uralar veyahud para cezası alalar. Ve her etmekçinin elinde iki aylık, en az bir aylık un buluna. Tâ ki, aniden bazara un gelmeyüb Müslümanlara darlık göstermeyeler. Eğer muhâlefet edecek olurlarsa, cezalandırıla. İ-4. Eyle olıcak ekmek gâyet eyü ve arı olmak gerekdir. E-7. Aşcılar bişürdükleri aşı pâk bişüreler ve çanakların pâk su ile yuyalar ve tezgâhlarında kâfir olmaya. Ve iç yağiyle nesne bişürmeyeler. Ve bir akçelik eti her ne narh üzerine alurlar ise beş pare olur. Bir akçelik aş alanın aşına bir pâre koyalar. İki pulluk dahi etmek vereler. Bir akçelikden artuk alsalar ya eksük alsalar, bu hisâb üzerine vereler. Cemî‘ Edirne'nin aşcıları ittifakiyle teftiş olundı. İ-38. Ve kile ve arşun ve dirhem gözlenile; eksüği bulunanın hakkından geleler. İ-5. Un kapanında olan kapan taşlarını, mahkeme kararıyla muhtesib (belediye başkanı) dâim görüb gözede. Tâ ki, hile ve telbîs olub un alan ve satan kimesnelere zarar ve ziyân olmaya. B-74. Ve hamallar na‘lsuz at istihdâm etmeyüb ve dağ yükünün iki yükünden ziyâde götürmeye. E-58. Ve ayağı yaramaz bârgiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Her kangısında eksük bulunursa, sâhibine tamam etdüre. Eslemeyeni gereği gibi hakkından gele. Ve hammâllar ağır yük urmayalar, ma’kul üzerine ola[1]. İ-40. Ve sirke ve yoğurda su koymayalar. Su katılmış olub bulunursa, teşhir edeler veyahud tahta külâh uralar, gezdireler. İ-29. Kuyumcular, sâde işi dirhemine bir akçe; minekârî işde dirhemine iki akçe ve altun sâde ise miskâline üç akçe; müşebbek işde miskâline beş akçe ve gümüş düğmeler iriyi ve hurdayı gâyet eyü hâlis işleyeler, bakır koyub işlemeyeler. İşleyenin muhtesib (belediye başkanı) gereği gibi haklarından gele. İ-33. Ve boyacıları dahi gözedeler, kalb boyamayalar; boyarlarsa gereği gibi hakkından geleler. İ-42. Ve iplikçilerin ipliği tire ipliğine berâber ola. Ve astar ki, şehirde işlene, sekiz arşun ola, eksük olmaya. Olursa hakkından geleler. İ-46. Hammâmcılar, hâmmâmları gözedeler, yunmuş ola, ıssı ve sovuk su ile ârâste ve dellâkleri cest ve çâlâk ola. Usturası keskin ola. Şöyle ki, usturası altında kimesne zahmet çekmeye ve nâzır olan fotaları pâk duta; Müslümana verdüği fotayı kâfire vermeye. İ-66. Ve dahi hekîmlere ve attârlara ve cerrâhlara, muhtesib (belediye başkanı)in hükmi vardır; görse ve gözetse gerekdir. İ-24. Bakkallar ve attârlar ve bezzâzlar ve takyeciler, onun on bire satalar, ziyâdeye satmayalar. Ziyâdeye satarlarsa, muhtesib (belediye başkanı) dutub te'dîb ede. Ammâ bu bâbda ve gayride mahkeme kararı bile ola. E-194. Berber gözlene; kâfir başın tıraş etdükleri ustura ile Müslüman başın tıraş etmeyeler. Kâfir yüzin sildikleri fota ile Müslüman yüzin silmeyeler. Usturaları keskün ola. E-195. Tabibler dahi gözlene; bîmârhâne (hastahane) tabiblerine göstereler, imtihân edeler, kabul etmedikleri kimesneleri men` edeler. Cerrâhlar dahi gözlene; san`atlarında kâmil olalar. E-196. Değirmenciler gözlene; değirmende tavuk beslemeyeler ki, halkın ununa ve buğdayına zarar etmeye. Ve âdetlerinden artuk almayalar ve iri öğütmeyeler ve kesmüklü buğdayı değiştirmeyeler ve illâ muhkem ve müntehî hakkından geleler. E-198. Ve câmilerde dilenci tâifesin yürütmeyeler. İ-70. Ve her san‘atı aydan aya kadı ile teftiş ede ve dahi göre ve gözede. Her kangısı kim ta‘yin olunan narhdan eksük sata, muhtesib (belediye başkanı) hakkından gelüb teşhîr ede. İ-73. Fil-cümle bu zikr olunanlardan gayrı her ne kim Allâh ü Te‘âlâ yaratmışdır, hepsini de muhtesib (belediye başkanı) görüb gözetse gerekdir, hükmi vardır. Şöyle bileler, her kim muhâlefet ve inâd ederse, itâba ve ikâba müstahak olur”[2] [1] Hayvan haklarının 20. yüzyılın başında savunulmaya başlandığı düşünülürse, bu maddenin çok ileri bir hukuk anlayışının mahsulü olduğu daha iyi anlaşılır. [2] Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. II, sh. 188-230, 286-304, 387-402.
  19. Rönesans ve Reformun Çıkış Sebepleri ve Sonuçları Reform: 16. yy.da Batı Kilisesi’nde gerçekleşen dinsel devrim. Siyasal,iktisadi ve toplumsal etkileriyle Hıristiyanlığın üç ana kolundan biri olan Protestanlığın ortaya çıkmasına yol açmıştır. En büyük önderleri Martin Luther ve Jean Calvin’dir. 16. yy. reformcularını ortaya çıkaran Katolik Kilisesi’nin yapısı oldukça karmaşıktı. Yüzyıllar boyunca kilise,özellikle de papalık makamı Batı Avrupa’nın siyasal yaşamıyla iç içe geçmişti. Bunun sonucundan ortaya çıkan siyasal entrika ve manevralar kilisenin durmadan artan gücü ve zenginliğiyle birleşince kilise ruhani bir güç kaynağı olarak yozlaşmaya başlamıştı. Endüljans uygulaması ve kutsal emanetlerin satışa çıkarılması ile din adamları arasındaki yolsuzluklar ve dindarların sömürülmesine ve kilisenin manevi yetkisinin zayıflamasına neden oluyordu. 16. yy.dan önce de, ortaçağ boyunca Aziz Francesco, Pierre Valdo, Jan Hus ve John Wycliffe gibi reformcu din adamları kilise içindeki yozlaşmayı dile getirmişlerdi. 16. yy. başlarında büyük hümanist bilgin Desiderius Eromus da ahlaki yozlaşmaya ve boş inançlara karşı Katolik Kilisesi’nde liberal bir reformun gerekliliğini savunmuş ve Hz. İsa’nın örnek alınmasını önermişti. Bütün bunlar Reform’un başlangıç günü sayılan 31 Ekim 1517’de tüm Azizler Yortusu’nun arifesinde Luther’in Wittenberg’de Schlosskirche’nin kapısına Doksan Beş Tez’i asmasından önceki reform kıpırtılarıydı. Luther’e göre kendisiyle önceki reformcular arasındaki fark, öncekilerin kilise yaşamında ki yozlaşmaya karşı çıkmakla yetinmelerine karşılık, onun sorununun kökenini, kilisenin kurtuluş ve kayra öğretisindeki sapmayı hedef almasıydı. Tanrı‘nın karşılıksız kayrasının endüljanslara ve bu dünyada iyi iş işlenmeye bağlanmasına katkıda bulunabileceğin öğretisinin İncil’lerde yer almadığını savunuyordu. Luther’in kilisenin etik ve ilahiyat bakımından yenilenmesiyle ilgili yaklaşımının ipuçları buradaydı: Kutsal metinlerin tek başına bağlayıcılığı (sola sciptura)ve işlerle değil yalnızca imanla (sola fide) aklanma. Luther Katolik Kilisesi’yle bağları koparma yanlısı olmamakla birlikte papalıkla çatışma kaçınılmazdı.1520’de Worms’daki İmparatorluk Meclisi (Diet) önünde yargılandı,ardından da aforoz edildi. Kilise içinde reformu amaçlayan hareket sonunda Batı Hıristiyanlığın bölünmesine yol açtı. Almanya’daki Reform kısa sürede farklı akımlara dönüştü; bunların çoğu Luther’in girişiminden bağımsız gelişti. Huldryc Zwingli Zürich’te oluşturduğu dinsel yönetim çevresinde devleti ve kiliseyi Tanrı’ya hizmet amacı içinde birleştirdi. Zwingli iman yoluyla aklanma önertisinin öneminde Luther’le anlaşıyor,ama Komünyon ayini konusunda ondan çok daha köktenci bir görüş benimsiyordu. Luther, Katolik Kilisesinin Komünyon ayininde kutsal ekmek ve şarabın Hz. İsa’nın gerçek bedenine ve kanına dönüştüğü yolundaki tözdönüşümü öğretisini yadsıyor, ama Hz. İsa gerçekte her yerde olduğuna göre onun bedeninin de ekmek ve şarapta hazır bulunduğunu öne süren tözbirliği öğretisini savunuyordu. Komünyon’un İsa’nın ölümünün anılmasından ve bir imkan ikrarından başka anlam taşıdığını ileri süren Zwingli gibi de düşünmüyordu. Zwingli’nin çevresinden, ondan daha köktenci olan bir başka grup doğdu. Köktenci Reformcular kutsal metinlerin bağlayıcılığı ilkesinin ödünsüz uygulanması gerektiğini savundular ve çocukların vaftiz edilmesine karşı çıkarak Zwingli’den koptular. Çocukluklarında vaftiz edilenleri yetişkinken yeniden vaftiz ettikleri için Anabaptistler adını alan grubun İsviçre’deki kolu Hz. İsa’nın İncil’lerde sunduğu örneği izleyerek her türlü yemin etmeyi reddetti, silah taşımaya karşı çıktı ve kilise ile devletin kesin olarak birbirinden ayrılması gerektiğini savundu. Protestanlığı benimsedikten sonra Fransa’dan kaçan Fransız avukat Jean Calvin’i izleyenler Protestanlığın öteki önemli kollarından Kalvenciliği oluşturdular. Calvin Basel’de yeni Reform hareketinin ilk kapsamlı ve sistematik ilahiyat incelemesi olan Christianae religionis institutio’yu (Hıristiyan Dininin temelleri) yayımladı. Calvin Luther’in iman yoluyla aklanma önertisini paylaşmakla birlikte, dinsel yasalar ile İncil’i kesin çizgilerle ayırmaya çalışan Luther’e göre Hıristiyan toplumu içinde yasalara daha olumlu bir işlev yüklüyordu. Calvin, Tanrı’nın seçilmiş kullarından oluşan disiplinli bir toplum idealini Cenevre’de sınama olanağı buldu. 16. yy. boyunca Reform hareketi öteki Avrupa ülkelerine de yayıldı. Yüzyılın ortalarında Luthercilik Kuzey Avrupa’da egemenliği kurulmuştu. Kralların çok zayıf, soyluların güçlü, kentlerin de az olduğu, ayrıca dinsel çoğulculuğua öteden beri alışkın olan Doğu Avrupa ise Daha köktenci Protestanlık biçimlerine açıktı. İspanya ve İtalya ise Karşı Reform Hareketinin merkezleri oldu, Protestanlık buralarda hiçbir zaman etkinlik kuramadı. İngiltere’de Reform hareketinin kökleri dinsel olmaktan çok siyasaldı. Papa VII. Clemens’ten boşanma izni alamayan VIII. Henry papalığın yetkisini reddetti ve 1534’te başında kralın bulunduğu Anglikan Kilisesini kurdu. 16. ve 17. yy. çeşitli yasalarla Katoliklerin ibadeti yasaklandı,yurttaşlık hakları kısıtlandı, bazı Katolik papazlar idam cezasına çarptırıldı. Bu ceza yasaları 1791, 1832 ve 1926’da çeşitli yasalarla yürürlükten kaldırılacaktı. Siyasal sonuçları bir yana, Henry’nin attığı adımlar İngiltere’de dinsel reformun başlangıcını oluşturdu. The Book Of Common Prayer (Toplu Dua Kitabı) adıyla İngilizce bir ayin kitabı düzenlendi. Cenevre’de kaldığı sürede Calvin’den etkilenen John Knox Presbiteryenliğin İskoçya’da devlet kilisesi olmasına öncülük etti. Böylece İskoçya ve İngiltere’nin birleşmesi sağlandı. Elektör II. Johann Georg’un 1667’de 31 Ekim’i Saksonya’da Reform Günü olarak ilan etmesinden sonra bu gelenek öteki Protestanlarca da benimsenmiştir. Rönesans: (Fransızca renaissance, İtalyanca rinascita “yeniden doğuş”),Avrupa tarihinde, 14. yy. sonuyla 15. ve 16. yy. kapsayan ve en belirgin özelliği Eski Yunan ve Roma kültürünün canlandırılması olan dönem. Aynı zamanda bir keşifler ve serüven çağı olan Rönesans boyunca, astronomide Ptolemaios sisteminin yerini Kopernik sistemi almış, kağıt, matbaa, pusula ve barut gibi yeni ürün ya da teknolojiler yaygın uygulama alanı bulmuştur. “Ortaçağ” kavramını 15. yy. bilginleri, bilginleri, Eski Yunan ve Roma dünyasının yıkılmasıyla bu dünyanın kendi yüzyıllarında yeniden keşfedilmesi arasındaki (“ortadaki”) dönemi belirtmek amacıyla ortaya atmışlardı. Ama Rönesans’ın kökleri ortaçağın sonlarında, 12.yy. başlayan bir dizi siyasal,toplumsal ve düşünsel dönüşümde yatıyordu. Bu gelişmelerin başında Rönesans’ın anayurdu sayılan İtalyan kentlerinin gelişmesi geliyordu. Bu kentlerde soylular, tüccarlar, rantiyeler ve zanaatçılar bir arada yaşayıp çalışıyor, aynı milislerde çarpışıyor,evlilik yoluyla ilişki kuruyor,özellikle Kilise’nin otoritesine karşı ortaklaşa direniyordu. Ortak bir düşmana karşı siyasal bir eylem birliği bu kentlerin halklarında bir topluluk bilinci ve yurttaş bağlılığı yaratmaya başlamıştı. Kentsel bütünleşme hem kent toplumu içinde yeni iktidar organlarının oluşmasına, hem de kentler arasında, çevrelerindeki alanlara sahip olma mücadelesinin doğmasına yol açtı. Daha 13. yy. İtalyan kentlerine özgü bir halk egemenliği kavaramı gelişti. İvedi kararların gerektiği durumlarda bir parlamento toplantıya çağırılıyordu. Ama 14. yy. bu kentlerden bazıları kent içindeki iktidar kavgaları nedeniyle demokratik yönetim tarzından uzaklaşarak tek adam yönetimine yönelmeye başladı; yüzyıl sonuna gelindiğinde signoria yaygın yönetim biçimi oluşmuştu. Bu nedenle bir yandan feodalizmin kurumsal yapısı yıkılırken, bir yandan da feodalizme özgü değerler yeni biçimler altında canlanıyor, böylece Rönesans Döneminin karakteristik devlet anlayışı ortaya çıkıyordu. Sonunda kent devleti, daha önce tek tek yurttaşların bir araya gelmesiyle sağlanan işlevlerin çoğunu üstlendi; bireyler artık hiçbir aracı olmaksızın doğrudan devletle karşı karşıyaydı, Rönesans insanı hem bir birey olarak kendisinin, hem de yetki alanı içindeki herkes için bir baba, bir anne ve aile olan devletin varlığının bilincindeydi. Öte yandan kent topluluğu içinde okuryazarlığın artması ve bir yeni edebiyat beğenisinin gelişmesi daha önce yalnızca din adamlarının elinde olan kültür tekeline son verdi. Yeni meslekler, din adamı olmayanlar arasında okuryazarlığın artmasının ve uzmanlaşmanın bir yansımasıydı. Hümanizm. Rönesans’ın dünya görüşünün ilk dışavurumu Hümanizm olarak bilinen düşünce akımıydı. Hümanizm, ortaçağın düşünce yaşamına egemen olan ve Skolastik felsefeyi yaratan bilgin din adamlarınca değil, kilise dışındaki kültür adamlarınca başlatıldı. Dante ve Petrarca’nın öncülük ettiği bu akımın başlıca temsilcileri Gionozo Manetti, Leonardo Bruni, Marsilio Ficino, Pico della Mirandola, Lorenzo Valla ve Coluccio Salutati’ydi. 1453’te İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesi pek çok Doğulu araştırmacının Batı’ya kaçarak önemli kitaplar ve el yazmaları ile Yunan araştırmacılık geleneğini Rönesans’ın ana yurduna taşımalarını sağladı. Hümanizmin en belirgin özelliği, bütün dışavurumlarıyla ve kazanımlarıyla insanı kendine konu edinmesiydi. İkinci olarak Hümanizm, bütün felsefe ve ilahiyat okullarının taşıdığı doğruluk öğesini birbiriyle bağdaştırmayı amaçlıyordu. İnsanın, ilk günahının kefaretini ödeyecek biçimde yaşamasını en soylu eylem olarak gören ortaçağ anlayışının tersine Hümanistler yaratıcılık ve doğaya üstün gelme mücadelesine ağırlık veriyorlardı. Son olarak Hümanizm yitik insan tininin ve bilgeliğinin yeniden doğmasına umut bağlamıştı; bunun yolu da ilkçağın Yunan ve Roma uygarlıkları ile onların değerlerini yeniden keşfedip benimsemekten geçiyordu. Ama bunu gerçekleştirmeye çalışırken Hümanistler yeni bir düşünsel bakışın doğmasına ve yepyeni bilgi dallarının gelişmesine katkıda bulundular. Rönesans Döneminde “yeniden bulunan” ilkçağ düşünürlerinin çoğu gerçekte ortaçağda biliniyor, kitapları raflarda duruyordu. Rönesans’tan önce ilkçağı canlandırma akımları yaşanmış, 12. Yy. Aristoteles’in bugün bilinen bütün yapıtları derlenmişti. Rönesans’ın gerçek etkisi insanı dinsel iktidarın dayattığı zihinsel kalıplardan özgürleştirmek, özgür araştırma ve eleştiriyi esinlendirmek, insan düşüncesinin ve yaratıcılığının taşıdığı olanaklara güveni pekiştirmek oldu. Rönesans’ın siyasal düşüncesi ise Niccolo Machiavelli’nin II Principe adlı yapıtında en olgun anlatımını buldu. Siyasette devletin çıkarlarının belirleyeceğini savunduğu bu ünlü yapıtta ideal örnek olarak Cesare Borgia’yı seçen Machiavelli, siyasal davranış yasalarını da Roma örneğine dayandırıyordu. Machiavelli’ye göre devlet yönetimi zamandışı yasalara bağlı bir sanattı ve tıpkı hukuk felsefesi ve hekimlik gibi ortak Hıristiyan ettiğinin kısıtlanmalarından kurtulmalıydı. Hümanist dünya görüşü ve onun doğurduğu Rönesans, İtalya’dan kuzeye doğru Avrupa’nın her köşesine ulaştı. Okuryazarlığın ve klasik metinlerin büyük bir hızla yayılmasına olanak veren matbaa bu gelişmeyi daha da çabuklaştırdı. Hümanistlerin sağladığı düşünsel atılım Hıristiyanlıkta Reform hareketinin kıvılcımını yaktı ama Reform gerçekte Rönesans’ın laik değerlerine karşı bir tepki niteliği taşıyordu. 16. yy. sonuna gelindiğinde Reform ve Karşı Reform hareketleri arsındaki mücadele Avrupa’nın düşünsel yaşamına damgasını vurmuştu. İtalya’da Hümanistler Latince’nin yanı sıra çok sayıda yerel lehçede yapıtlar verdiler. Edebiyatta yerel dillerin önem kazanması, bunların zamanla ulusal diller olarak gelişmesine, hem ilk çağın bilim ve sanat yapıtlarının, hem de Kitabı Mukaddes’in yerel dillere çevrilmesine yol açtı. Bu gelişmede okuryazarlığın bir ayrıcalık olmaktan çıkmasına büyük katkıda bulundu. 15. yy. başlarında Hümanist eğitimin merkezi İtalya’ydı. Ama aynı yüzyılın sonlarına doğru Londra, Paris, Anvers, daha kuzeydeki Avrupa kentlerinin de kendi başlarına bire merkez durumuna geldi. Ulusal dillerin güçlenmesi çeşitli ülkelerde edebiyat alanında önemli yapıtların üretilmesine ortam hazırladı. Bilim. Ortaçağ’ın evren ve doğa anlayışı, Aristoteles’in fiziği, Gelanos’un tıp bilgisi, Ptolemaios’un astronomisi ve Hıristiyan ilahiyatının bir karışımıydı. Bu anlayışın yerine yeni bir bilimsel dünya görüşünün geçmesini sağlayan bilim adamlarından yalnızca Kopernik Rönesans Döneminde yaşadı. Ama Rönesans, eski Yunan ve Roma’nın bilim ve felsefe yapıtlarını yaygınlaştırıp tanıtarak bu bilimsel devrimin düşünce alanındaki ön koşullarını hazırladı. Örneğin yaklaşık 2000 yıldır yer’in merkez sayıldığı astronomide,ilk çağın Güneş merkezi kuramları ilk kez Rönesans Döneminde tartışılmaya başladı. Hümanistler aritmetik ve geometriyi de beşeri bilimler arasına kattılar, mekanın düzenlenmesinde geometri kurallarını uygulayan ressam ve mimarlar perspektif kurallarını saptadılar. Bu dönemde tüm üniversitelerde cebir en gözde bilim dallarından biri idi. Teknik adamlar 15. ve 16. yy. kuramsal bilimlerden çok toplumsal çevreyi değiştiren başarılar elde ettiler. En büyük teknik ilerleme matbaanın geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması oldu. Bu gelişme iletişim tarihinde neredeyse yazının geliştirilmesine eş değerde bir devrim yarattı. Resim ve Heykel. Rönesans’ın en önemli sonuçlarından biride güzel sanatlar alanındaki ilerlemelerdi. Dinsel bağnazlıkların kırıldığı ve yeni görüşlerin öne çıktığı dönemde gerek resim, gerekse heykel sanatında gerçekçi bir bakış açısı egemen oldu. İnsan ideal güzellik kavramı içinde ideal oranlarında ele alındı. Dinsel konuların işlenişinde bile gerçeğe yakınlık yeğlendi. Roma’da etkinlik göstermeye başlamadan önce ilk yapıtlarını Floransa’da gerçekleştiren Leonardo da Vinci, bu dönem resimleriyle Yüksek Rönesans’ın habercisiydi. Leonardo yaptığı anatomik çalışmalarla insanı en doğru biçimde betimlemenin yollarını aradı. Bu dönemde amaç uyum ve denge idi. Ayrıca hareket de önem kazanmıştı. Perspektif kurallarının saptanması heykel sanatını da etkiledi. Heykelciler mekan içinde yer alan bir heykelin ya da bir yüzeydeki kabartmaların görünüşünde ortaya çıkacak biçim bozulmalarından daha dramatik bir etki elde etmek için perspektif kurallarını kullandılar. Vasari, Rönesans heykelini Nicola Pisano ile başlatsa da pek çok sanat tarihçisi bugün ilk Rönesans heykelcisi olarak Donatello’yu kabul eder. Donatello yalnızca klasik öğeleri kullanmakla kalmayıp, Antik çağ ruhunu yapıtlarına yansıttı. Mimarlık. Mimarlık alanında da Rönesans, antik çağın yeniden doğuşu oldu. Ama bu dönem yapıtları antik örneklerin kopyaları değil, 15. yy. anlayışı ve dünya görüşü doğrultusunda yorumlarıydı. Rönesans mimarlığın ilk temsilcisi, yarım kalmış bir Gotik Dönem yapısı olan Floransa Katedrali’nin kubbesini tamamlayan F. Brunellesci sayılır. Rönesans sanatının yönlenişinde temel dayanak noktalarından birini oluşturan Perspektifin kurallarını ortaya koyan ilk kurallardan biri de, ressam Masaccio ve mimar alberti ile birlikte Brunellaschi’ydi Perspektif sayesinde mimarlar tasarladıkları yapının daha bitmeden, hatta yapımına bile başlanmadan nasıl görünebileceğini çizerek ifade edebiliyorlardı. Bu da mimarlığı taşçılık ya da marangozluk gibi bir el işçiliği olmaktan çıkartarak ileri bir tasarım sanatı düzeyine getirdi. Yeni mimarlık anlayışının kuramlarını oluşturup yetiştirenler ise Alberti, Filarete vb ondan sonraki kuşağın sanatçıları oldu. Rönesans Döneminde daha pek çok tasarımda kullanıldı ve yapıda uygulandı. Bunun nedeni merkezi şemanın, insanı yaşamın merkezine yerleştiren Rönesans düşünce biçimini ve dünya görüşünü mimarlıkta yansıtmasıydı. Gerçekten de böyle merkezi planlı bir yapının ortasında durulduğunda her şeyin o merkeze yönelik olarak düzenlendiği bakış herhangi başka bir yöne çekecek hiçbir yapı aksının bulunmadığı hemen algılanıyordu. Aslında böyle bir merkezin özel konumu iç mekanın hangi noktasında durulursa durulsun, kolaylıkla kavranabiliyordu. Aynı dönemde ve izleyen yıllarda mimarlık çeşitli kişisel yönelişlerin getirdiği çok zengin bir ifade olanağına ulaştı. Bu tutumun en iyi örnekleri A. Palladio’nun Rönesans’ın klasik Hümanizm çizgisi üzerindeki son kuramcı mimardı. Çağdaşları Michelangelo’dan da Venedik temsilcileri Sansavino ile Sanmicheli’den de etkilenmişti. Bütün bu etkilerin izleri, ilk büyük yapısı olan Vicenza’daki belediye binasında açıkça görülür. Palladio, Bazilika adıyla bilinen onararak büyük ölçüde değiştirdiği bu eski yapıda içeriye çektiği büyük balkonlarla cephede bir ışık-gölge karşıtlığı, bir hareket yaratmış, böylece Rönesans’ın sakin, durağan mimarlığından, baroğun hareketli düzenlenmesine doğru ilk adımı atanlardan biri olmuştu. Onun klasik mimarlık öğelerini gittikçe daha fazla uyguladığı yapıları Rönesans’ı son bir kez daha doruk noktasına ulaştırdı.
  20. İstanbul

    Amazonlar

    AMAZONLAR Av ve cenk gibi erkeğe özgü faaliyetleri kendilerine uğraş kabul etmiş bulunan bir kadın topluluğudur. Bunlar da Doğu Karadeniz yöresinden geçip, Terme civarında yerleşmişlerdir. Bu akınları esnasında Doğu Karadeniz yöresini etkilemiş olduklarına da kuşku yoktur. Amazonlar tarihte, ne kendilerinden önce eşi bulunan ne de dünya durdukça emsali görülecek olan bir toplum modelidir. Topluluk kadınlardan oluşur. Kadınların, rahatlıkla hareket edip muharebe edebilmeleri için çocukken memeleri dağlanmaktadır. Amazon toplumunda, evlilik müessesesi yoktur. Cinsellik ihtiyacı komşu kavimlerin içine dağılmak ve oradaki erkeklerle birleşmek suretiyle giderilmektedir. Bu birleşmeden doğan erkek çocuklar ya öldürülmekte veya babalarına gönderilmektedir. Kız çocuklar ise, annelerinin yetiştikleri yöntemle yetiştirilmektedir.
  21. İstanbul

    Kür Şad Ihtilali

    KÜR ŞAD İHTİLALİ Teoman Yabgu'nun Kuzey Asya'da Büyük Türk Hakanlığı'nı kurduğu yıldan, Milattan önce 220 yılından, 854 yıl geçmişti. Milad'ın 634. yılında Büyük Türk Hakanlığı, mühim bir kriz devresine girmişti. Bu çağda, Büyük Türk Hakanlığı'nın başında Göktürk hanedanı bulunuyordu. Türklerin en büyük ve an'anevi düşmanı, Çin İmparatorluğu idi. Göktürk hanedanından gelen 10. Büyük Türk Hakanı Çuluk Kağan Çinliler , bir Çin prensesi olan eşi İçing Hatun eliyle zehirletmişlerdi. 621 de zehirlenerek ölen Çuluk Kağan'ın yerine kardeşi Kara Kağan geçti ve İçing Hatun'la, yani dul yengesiyle evlendi. Kara Kağan, zayıf bir şahsiyetti. Çinli eşinin entrikalarıyla büsbütün yanlış hareketler yapmaya başladı. üst üste gelen soğuklar ve kıtlık yılları da Türk illerinde büyük zararlar meydana getirdi. Bu durumdan faydalanan Çinliler, kuzeye, Türk ülkelerine büyük bir ordu gönderdiler .Kara Kağan yenildi. 100.000 Türkle beraber Çinlilere esir oldu. 4 yıl Çin'de yaşadı Kederinden öldü. Çinliler, Kara Kağan'ın yerine Doğu Göktürk prenslerinden Sirba Kağan'ı Türk imparatoru ilan ettiler .Sirba Kağan, bir kukladan ibaretti. Hayatı 9 yüzyıla yaklaşan Türk devletinin, Çin'e tabi olduğunu kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Yüzyıllarca Çin'in ve bütün Asya'nın efendisi olan Türkler , bu utandırıcı boyunduruktan silkinmek için fırsat gözlüyor , kendilerine bir lider arıyorlardı. Bu lider , ortaya çıkmakta gecikmedi. Bu kahraman, Çuluk Kağan'ın küçük oğlu, İçing Hatun'un üvey oğlu ve Kara Kağan'ın yeğeni, genç bir Türk imparatorluk prensiydi. Adı Kür Şad'dı. 40 kişilik bir ihtilal komitesi kuruldu ve Kür Şad'ı, çeşitli meziyetlerinden ötürü komitenin başbuğu seçti. Çinliler'i Türk yurdundan kovmak ve Çin'de esir yaşayan Türkleri kurtarmayı amaç edinen bu ihtilal komitesi başarı kazanırsa, Kür Şad hakan olmayacak ve siyasetten çekilecekti. Zira ihtilal tamamen milli bir gaye ile yapıldığından, hiç bir Türk'ün gönlüne şüphe düşmemesi lazımdı. Kür Şad'ın imparator olmak gayesiyle başa geçtiği söylenmemeliydi. Nitekim önce komite üyelerinden birkaçı, Kür Şad'm müstakbel hakan olarak ilan edilmesini teklif etmiş, fakat bu teklif, Kür Şad tarafından kesinlikle reddedilmişti. Bunun üzerine, ihtilal başarıya ulaşırsa, Kür Şad'ın ağabeyinin oğlu, yani yeğeninin hakan yapılması kararlaştırıldı. Bu sıralarda Çin'de 18. imparatorluk hanedanı olan Tanglar'dan 2. imparator Li Şih-min hüküm sürüyordu. Li Şih-min 40 yaşında ve 13 yıldan beri tahtta idi. Çin, 50 milyon nüfusuyla dünyanın en kalabalık devletiydi. Kuzey Çin'de boyunduruk altında yaşayan yüz binlerce Türk, her an yok edilmek tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Türk ihtilal komitesinin planı şöyleydi : İmparator Li Şih-min esir edilecek, Türk illerine kaçırılacak, sonra Çin sarayında esir bulunan Türk ileri gelenleri ve Çin boyunduruğundaki Türk topraklan ile değiştirilecekti. İhtilal başarıya ulaşır ulaşmaz, yani Çin İmparatoru ele geçirilir geçirilmez, bütün Türkler ayaklanacaklar , rastladıkları Çinli'yi öldürüp istiklal kazanacaklardı. Çin İmparatoru'nun her gece kılık değiştirerek başkenti Çangan şehrinde dolaştığı, Türkler tarafından haber alınmıştı. Bir sokak baskınıyla İmparator'un esir edilmesi, oldukça kolaydı. Ancak bu işin yapılması kararlaştırılan gece, aksi bir tesadüfle, büyük bir fırtına patlak verdi. İmparator sarayından çıkmadı. Kür Şad, gecikilirse ihtilalin duyulacağından ve Türklerin kılıçtan geçirilmesinden korktu. Akıl almaz bir cesaretle, imparatorluk sarayını basıp İmparator'u silah kuvvetiyle ele geçirmek kararını verdi. Arkadaşlarının, Çinliler'le kıyas kabul etmez derecede iyi silah kullanmalarına güveniyordu. Gerçekten o gece 40 Türk asilzadesi, Çin imparatorluk sarayını bastı. Pek kanlı bir vuruşma oldu. Yüzlerce Çinli muhafız, 40 Türkün keskin nişancılığı ve vuruş mahareti karşısında can verdi. Türk okları ve kılıçlan, yıldırımlar gibi yağıyor ve değdiği yerden sütunlar halinde kan boşanıyordu. Ancak Çin İmparatoru'nun hassa kuvvetleri, yerden mantar bitercesine çoğalıyor , bir ölü muhafızın yerini on kişi alıyordu. Öyle bir an geldi ki, Kür Şad, İmparator'un ele geçirilmesine imkan olmadığını anladı. Sarayı terk etmek emrini verdi. Ancak yaya olarak kaçmaya kalkışmak delilikti. Mutlaka binecek at bulmak icap ediyordu. Sarayı basan Türkler , sokaklarda göze çarpmamak için atsız gelmişlerdi. Tek yol, sarayın has ahırını basıp at ele geçirmekti. Öyle yapıldı. İmparatorun has ahırına giren Kür Şad ve 39 arkadaşı, seyisleri öldürdüler .Buldukları atlara atladılar . Bütün muhafız duvarlarını parçalayarak saraydan çıkıp gittiler. Şehir surlarının bir kapısını zorlayıp Çin başkentinden de çıktılar. Ancak arkalarından bütün bir Çin ordusu geliyordu. Vey ırmağı kıyısına gelince, amansız takip, korkunç bir vuruşma ha!ini aldı. Irmağa varan Kür Şad ve 39 yoldaşı, suyu geçemeden çinli1er tarafından durduruldular .Birkaç yüz Çin askeri, Türk oklarıyla vurulup düştü. Fakat 40 Türk’te artık değil dövüşecek, yay çekip kılıç savuracak takat kalmamıştı. Göz yaşartıcı, pek haşmetli bir kahramanlık sahnesi içinde, güneşin ışınları karanlığın perdesini yırtmaya başladığı anlarda Kür Şad ve 39 arkadaşı, canlarını mümkün olduğu kadar pahalıya satmak için, son gayretlerini harcadılar Her dakika bir Türk, Vey ırmağının san topraklar üzerine seriliyordu. Bir an için çevresine bakmak fırsatı bulan ve vücudunda düşman silahı değmemiş yer kalmayan Kür Şad, kendisinden başka kılıç sallayan kimse göremedi. Arkadaşlarının hepsi ö1müştü. Son kılıcını savurdu. Şanlı atalarını, Teoman'ı, Oğuz Han'ı, Bumin ve İstemi Kağanlar'ı hatırına getirdi. Gözlerini yumdu ve 39 arkadaşının vefalı göğüslerine doğru düştü. İhtilal başarılamadı diye Çin boyunduruğundaki Türkler sinmedi. Bütün Türk illerinde, hiç bir kuvvet tarafından karşı konulmasına imkan olmayan bir İstiklal rüzgarı esti. 639 yılının karanlık ve fırtınalı bir gecesinde 40 Türkün hayalden dahi geçirilemeyen baskını,Çinlileri kalplerinin derinliklerine kadar titretti.Türkler, Kür-Şad’ın kardeşleri ve yeğenleri , pek şanlı Göktürk hanedanından yeni başbuğlar buldular.İstiklal ülküsü, yeniden taşarak, bütün Çini basmak, yine Asya’nın efendisi olmak derecesinde coştu.
  22. ORHUN ABİDELERİ (DEVAM) Âbidenin ve türbenin inşasında Türk ve Çin sanatkârları beraber çalınmışlardır. Abidedeki kitabeleri Bilge Kağan ve Kül Tigin'in yeğeni Yolluğ Tigin yazmıştır. Bilge Kağan abidesi, aynı yerde Kül Tigin âbidesinin bir kilometre uzağındadır. Şekli, tertibi ve yapısı tamamıyla birincisine benzemektedir. Yalnız bu bir kaç santim daha yüksektir. Bu yüzden doğu cephesinde 41 ve dar cephelerinde de 15'er satır vardır. Bunun da batı cephesinde asıl Çince kitabe vardır, Çince kitabenin üstünde ayrıca Türkçe kitabe devam etmektedir. Çince kitabe hemen hemen tamamıyla silinmiştir. Bilge Kağan âbidesi kendisinin 734'te ölümünden sonra 735'te oğlu tarafından dikilmiştir.Bu âbidede de Bilge Kağan konuşmaktadır. Esasen âbidenin kuzey cephesinin ilk 8 satırı Kül Tiğin âbidesinin güney cephesinin, doğu cephesinin 2-24 satırları ise Kül Tigin âbidesinin doğu cephesinin mukabil satırlarına benzemektedir. Bu âbidede ayrıca Kül Tigin'in ölümünden sonraki vakaların ilâve edildiği görülür. Bilge Kağan âbidesi hem devrilmiş, hem de parçalanmıştır. Onun için tahribat ve silinti bunda çok fazladır. Bu âbideyi de yeğeni Yollug Tigin yazmıştır. Her iki âbidede de Bilge Kağan'ın sözlerinin dışında Yollug Tigin'in kitabe kayıtlan ve ilaveleri yer almaktadır. Bu âbidenin etrafında da yine türbe enkazı ve daha az olmak üzere heykeller, balballar ve taşlar vardır. Tonyukuk abidesi, diğer iki abidenin biraz daha doğusunda bulunmaktadır. Devrilmiş, dikili dört cepheli iki taş halindedir. Birinci ve daha büyük oları taşta 35, ikinci taşta 27 satır vardır, ikinci taşta yanlar daha itinasızdır. Ve aşınma da daha çoktur.Bu abidenin yazıları Kül Tigin ve Bilge Kağan'ınki kadar düzgün değildir. Bu âbidede de yazı yukarıdan aşağı yazılmıştır Fakat diğer ikisinin aksine satırlar soldan sağa doğru istif edilmiştir. Tezyinatı da diğer kitabelerdeki kadar sanatkarane değildir. Tonyukuk âbidesinin yanında da büyük bir türbe kalıntısı, heykeller, balballar ve taşlar vardır. Tonyukuk âbidesini, İlteriş Kağan'nın isyanına iştirak eden ve o günden Bilice Kağan devrine kadar devlet idaresinin baş yardımcısı olarak kalan büyük Türk devlet adamı ve başkumandanı Tonyukuk. ihtiyarlık devrinde bizzat diktirmiştir. Bu âbidede Tonyukuk konuşmaktadır, bu âbidenin müellifi odur. Kül Tigin ve Bilge Kağan âbideleri Baykal gölünün güneyinde Orhun nehri vadisinde Koşo Tsaydam gölü civarında 47,1. arz ve 102 tul derecelerinde bulunmaktadır, Ötüken ormanın da buradaki Hangay sıradağlarının bir parçası olduğu anlaşılmaktadır. Tonyuk'uk âbidesi ise biraz daha doğuda 48. arz ve 107. tul dereceleri arasında Tola nehrinin yukarı mecrasında Bayn Çokto denilen yerin yakınında bulunmaktadır. Orhun âbidelerinin bulunuşu insanlığın en büyük keşiflerinden biridir. Orhun harfleri ile yazılı kitabelerden daha 12. asırda tarihçi Cüveynî Târih-i Cihanküşa'sında bahsetmişti, ayrıca Çin kaynakları da çok eskiden bu âbidelerin dikildiğini bildirmekte idi. Fakat 18. ve 19. asırlara kadar Orhun harfli yazılar ve âbideler ilim âleminin meçhulü olarak kalmıştı. Önce Kırgızlara ait mezar taşlarından ibaret bulunan ve tek tük kelimelerle isimleri ihtiva eden Yenisey kitabeleri bulunmuştur.İlk defa nebatatçı Messerschmidt 1721 yılında Yenisey vadisinde bu yazı ile yazılı bir taşı tespit etmiştir. Fakat Orhun harfli kitabelerin yolunu açan ve bu hususta ilim aleminin dikkatini çeken Strahlenberg olmuştur. 1709'da Poltava muharebesinde esir düsen bu İsveçli subayı Ruslar Sibirya'ya sürmüşlerdir. Sürgünde 13 sene kalan, Messerachmidt'e yardıra eden ve serbestçe gezip dolaştığı yerlerde incelemelerde bulunan Strahlenberg 1722'de vatanına döndükten sonra, 1730'da araştırmalarının neticesini yayınlamış ve bu arada eserinde meçhul Yenisey kitabelerinden de bahsederek bazılarını yayınlamıştır. Bu yayın derhal ilim âleminin dikkatini çekmiş ve Orhun âbidelerinden bir iki asır öncesine ait bulunan Yenisey kitabeleri arka arkaya bulunmaya bağlamıştır. Nihayet 1899'da Rus bilgini Yadrintsev, sonradan Kül Tigin ve Bilge Kağan âbideleri olduğu anlaşılan Orhun hitabelerini bulmuş, bunun üzerine 1890 tarihinde Heikel'in başkanlığında bir Fin, 1891'de de Radolff'un başkanlığında bir Rus ilmî sefer heyeti mahalline gönderilmiştir. Her iki sefer heyeti de âbideleri yakından tetkik etmiş ve fotoğraflarını alarak dönmüştür, Fin heyeti getirdiği mükemmel fotoğrafları Avrupa ilim merkezlerine dağıtmış, öte yandan hem Fin heyeti, hem de Radloff, getirdikleri malzemenin fotoğraflarını büyük atlaslar halinde neşretmişlerdir. Bu atlas yayınları ile âbidelerin okunması çalışmaları hızlanmış ve daha başka yazıları da çözmüş bulunan Danimarkalı büyük âlim Thomsen, kısa bir zaman sonra, 1893'te Orhun yazısını çözmeğe muvaffak olmuştur, önce, âbidelerde çok geçen Tengri, Türk ve Küt Tigin kelimelerini çözen Thomsen, sonra bütün âbideleri okumuş, ve böylece Türk milletinin, ebedî minnettarlığına mazhar olmuştur. Artık bu çözümden sonra bir yandan Thomsen, bir yandan Radloff âbidelerin metni vs tercümeleri üzerinde adeta yarışa girmişler, bunu diğer âlimler takip etmiş ve zamanımıza kadar bu büyük Türk âbideleri elden düşmemiştir. Amerika'dan Japonya'ya kadar Avrupa'da ve medeni âlemde hemen hemen her dilde bu âbideler üzerinde araştırmalar yapılmış, 6 tanesi büyük olan Orhun harfli yeni kitabeler ve metinler bulunmuş, nesirler birbirini kovalamıştır. Son olarak genç Türk âlimi Talât Tekin Amerika'da Orhun Türkçesinin mükemmel bir gramerini ve kitabelerin yeni bir neşrini yapmıştır. Son zamanlarda Orhun sahası arkeolojik araştırmalarda da ön plâna geçmiş ve burada yüzlerce heykel, balbal, çeşitli eserler ve şehir harabeleri bulunmuştur. Burada Çekoslovak âlimi L. Jisl, Kül Tigin heykelinin başını da bulup gün ışığına çıkarmıştır. Bugün, Orhun kitabeleri üzerinde yapılan araştırmaların adları bile bir kitap teşkil eder. Orhun âbidelerinin manzum olduğunu ileri sürenler vardır. Hattâ bir Rus bilgini bu hususta geniş bir deneme yapmış ve âbideleri manzum olarak yayınlamıştır. Tabiî, bu görüş doğru değildir. Fakat abidelerdeki dilin ve üslûbun ahengini göstermesi bakımından dikkate değer bir husustur.
  23. İstanbul

    Orhun Abideleri

    ORHUN ABİDELERİ Türk adının, Türk. milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metin.. İlk Türk tarihi.. Taşlar üzerine yazılmış tarih.. Türk devlet adamlarının millete hesap vermesi, milletle hesaplaşması.. Devlet ve milletin karşılıklı vazifeleri.. Türk nizamının, Türk töresinin, Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesikası.. Türk askerî dehasının, Türk askerlik sanatının esasları.. Türk gururunun ilâhî yüksekliği.. Türk feragat ve faziletinin büyük örneği... Türk içtimaî hayatının ulvî tablosu.. Türk edebiyatının ilk şaheseri... Türk hitabet sanatının erişilmez şaheseri.. Hükümdarâne eda ve ihtişamlı hitap tarzı.. Yalın ve keskin üslûbun şaşırtıcı numunesi.. Türk milliyetçiliğinin temel kitabı.. Bir kavmi bir millet yapabilecek eser.. Asırlar içinden millî istikameti aydınlatan ışık.. Türk dilinin mübarek kaynağı.. Türk yazı dilinin ilk, fakat harikulade işlek örneği.. Türk yazı dilinin başlangıcını milâdın ilk asırlarına çıkartan delil.. Türk ordusunun kuruluşunu en az 1250 sene öteye götüren vesika.. Türklüğün en büyük iftihar vesilesi olan eser, İnsanlık aleminin sosyal muhteva bakımından en manalı mezar taşları.. Dünyanın bu gün belki de en büyük meselesi olan Çin hakkında 1250 sene evvelki Türk ikazı., v. s. v. s. Orhun âbidelerini vasıflandırmak isteyince, insanın zihninde işte bu gibi ifadeler sıralanmaktadır. Orhun âbideleri Göktürk devrinden kalma kitabelerdir. Göktürkler, milâttan önceki asırlarda Hunlar tarafından kurulup, değişen sülâleler ve boylar idaresinde devam edegelen Asya'daki büyük Türk imparatorluğun 6. asırla 8. asır arasındaki devresinde hüküm sürmüşlerdir. 6. asrın ilk yarısında Türk devletinin başında Avarlar bulunuyordu. 552 tarihinde Bumin Kağan, Avar idaresine son vererek Türk devletinin Göktürk hanedanı devrini açtı. O devirde büyük kağanlığın merkezi devletin doğu kısmında idi ve batı kısmı da doğuya bağlı tâbi bir kağanlıkla idare ediliyordu. Bumin Kağanın kardeşi İstemi Kağan da 576'ya kadar bu batı bölümünün kağanı idi. Bumin Kağan, Göktürk hâkimiyetini kurduğu sene içinde öldü ve sırasıyla üç oğlu, büyük kağanlık yaptılar. Birincisi 553'te, İkincisi 553 - 572'de, üçüncüsü de 572 - 581 tarihlerinde hüküm sürdüler. Bunlardan ikincisi olan Mukan zamanında devlet Mançurya'dan İran'a kadar uzanan kuvvetli bir imparatorluk haline geldi . Daha sonra devlet, bir yandan kuvvetli hakanların yokluğu ve devleti teşkil eden kavimlerin çekişmeleri, öte yandan ve bilhassa Çin entrikası yüzünden bir sürü karışıklıklar geçirdi ve nihayet 630'da devletin asıl doğu kısmı Çin hâkimiyetine geçti. Zamanla Çin hâkimiyeti batı kısmına da sirayet etmeğe , başladı. Fakat bu Çin esareti daha fazla devam etmedi ve Kutluk Kağan veya ikinci adıyla İlteriş Kağan, Çin hâkimiyetine son vererek 680 - 682 senesinde devleti yeniden toparladı, İlteriş Kağan ve 691'de ölünce yerine geçen kardeşi Kapgan Kağan idaresinde devlet yeniden eski haşmetini buldu. İlteriş Kağan'ın Bilge ve Kül Tigin adlı iki oğlu vardı. Öldüğünde bunlar 8 ve 7 yaşlarında idiler. Kapgan Kağan 716'da ölünce idareyi onun oğulları almak istedi. Fakat Bilge ve Kül Tigin kardeşler buna mâni olarak ve amcazedelerini tasfiye ederek babalarının devletine el koydular ve Bilge Kağan hükümdar oldu. İki kardeş babalarının ve amcalarının devrinden kalmış ihtiyar vezir ve Bilge Kağan'ın kayınpederi Tonyukuk'un da yardımıyla devleti daha da kuvvetlendirdiler. Sonra 731'de Kül Tigin, 734'te de Bilge Kağan öldü. Bilge Kağan'ın ölümünden 10 sene kadar sonra da Uygurlar, devleti ele geçirerek 745'te Göktürk hâkimiyetine son verdiler. Orhun âbideleri, bu Türk hanedanının Bilge Kağan devrinin mahsulleridir. Birincisi olan Kül Tigin âbidesini ağabeyisi Bilge Kağan 732'de diktirmiş, ikincisi olan Bilge Kağan âbidesini de ölümünden bir yıl sonra 735'te kendi oğlu olan kağan diktirmiştir. Üçüncü olarak verilen Tonyukuk âbidesi ise 720-725 senelerinde kendisi tarafından dikilmiştir. Orhun civarında Orhun yazısı ile yazılı daha başka kitabeler de bulunmuştur. Belli başlıları altı tanedir. Fakat bunların en büyükleri ve mühimleri bu üç tanesidir. Orhun âbidelerine Orhun kitabeleri de denir. Şüphesiz bunlar kitabedir. Fakat hem maddi bakımdan, hem manevî bakımdan bu kitabeler söz götürmez birer âbidedirler. Muhtevaları gibi heybetli yapıları da âbide hüviyetindedir. Onun için bunları ifade eden en iyi isim Orhun âbideleri tâbiridir. Kül Tigin âbidesi, kağan olmasında ve devletin kuvvetlenmesinde birinci derecede rol oynamış bulunan kahraman kardeşine karsı Bilge Kağan'ın duyduğu minnet duygularının ve kendisini sanatkârane bîr vecd ve coşkunluğun içine atan müthiş teessürünün ebedî bir ifadesidir. Bilge Kağan bu ruh hâli ile âbide inşaatının başında oturup, eserin hazırlanmasına bizzat nezaret etmiştir. Abidedeki ulvî ve mübarek hitabe onun ağzından yazılmıştır, âbidede o konuşmaktadır, müellif odur. Kül Tigin âbidesi, kaplumbağa şeklindeki oyuk bir kaide taşına oturtulmuştur. Keşfedildiği zaman, bu kaidenin yanında devrilmiş bulunuyordu. Bilhassa devrik vaziyette rüzgâra maruz kalan kısımlarında tahribat ve silintiler olmuştur. Sonradan yerine dikilmiştir. Yüksekliği 3,75 metredir, itina ile yontulmuş, bir çeşit kireç taşı veya saf olmayan mermerdendir. Yukarıya doğru biraz daralmaktadır. Dört cephelidir. Doğu ve batı cephelerinin genişliği aşağıda 132, yukarıda 122 santimdir. Güney ve kuzey cepheleri ise aşağıda 46, yukarıda 44 santimdir. Âbidenin üstü kemer seklinde bitmektedir ve yukarı kısımda beş kenarlı olmaktadır. Doğu cephesinin üstünde kağanın işareti vardır. Batı cephesi büyük bir Çince kitabe ile kaplıdır. Diğer üç cephesi Türkçe kitabelerle doludur. Cepheler arasında kalan ve keskin olmayan kenarlarda ve Çince kitabenin yanında da Orhun yazısı vardır. Doğu cephesinde 40, güney ve kuzey cephelerinde 13'er satır vardır. Satırlar yukarıdan aşağıya doğru yazılmış ve sağdan sola doğru istif edilmiştir. Satırların uzunluğu aşağı yukarı 235 santim kadardır. Cetvelden çıkmış gibi, çok muntazam, düzgün ve güzel harflerle yazılmıştır. Abidenin Çince kitabesinde Türk - Çin dostluğu, Türk imparatorluğu ve Kül Tigin methedilmekte ve tanıtılmakta, "Gelecek hadsiz, hesapsız nesillerin dimağlarında, onların müşterek muvaffakiyetlerinin şaşaası her gün yeniden canlansın dîye, uzakta ve yakında bulunan herkesin bunu öğrenmesi için, bilhassa muhteşem bir kitabe yaptık" ve "Böyle adamların ebediyen payidar olacaklarının muhakkak olmadığını kini söyleyebilir? Uğurlu haberleri ebediyen ilân için simdi dağ gibi yüksek bir âbide dikilmiştir" gibi ifadeler sıralandıktan sonra, tarih kaydedilmektedir. Abidenin civarında türbe enkazı, pek çok heykel parçaları ve âbideye çıkan iki tarafı heykeller, taşlar dizili 4,5 kilometrelik bir yol bulunmuştur. Bu heykel parçaları arasında son zamanlarda Kûl Tigin'in başı ile karısının gövdesi ve yüzünün bir kısmı da bulunmuştur.
  24. İstanbul

    Cengiz Han(1155 - 1227)

    Cengiz Han(1155 - 1227) Moğol İmparatorluğu'nun büyük Han'ı, Ayrıca dünyanın en başarılı politik ve askeri liderlerinden biri olarak bilinir. Cengiz Han Küçük, savaşçı bir kabileden, dünyanın en büyük kara imparatorluğuna uzanan yolda Cengiz Han Asyanın en etkili ve en korkulan adamı oldu. Asıl adı Temuçin’dir. Temuçin, 13 yaşlarında iken, babasını kaybetti. Henüz küçük olduğundan, kabilesi, onu bırakıp Tayciutlar’a katılmak istedi. Annesi Helün Hatun, binbir çaba ile kabilenin küçük bir bölümünü geri çevirebildi. Nice güçlük ve sıkıntıya rağmen, varlıklarını sürdürebildiler. Bütün bu olaylar sırasında, Temuçin’deki önderlik yetenekleri kendisini belli ediyordu. Cengiz, han olduktan sonra Çin’deki Kitün/Chin Sülalesi'nin, kuzey sınırlarında Tatarlar’a karşı giriştiği bir harekete katıldı ve Tatarlar ezildi. Ona göre Tatarlar, atalarına kötülük edip, ölümüne neden olmuşlardı. 1202’te Tatar kabileleri ile savaştı ve onları yendi. Cengiz Han, Moğolistan’ın tek gücü durumuna gelmişti. 1206 İlkbaharı'nda, Onon Irmağı boylarında bir kurultay toplandı. Bu kurultay, bütün kabilelerin temsilcileri Han Temuçin’i, bakanlığa (Kağan) getirdiler. Cengiz unvanı da bu sırada verilmiş olmalıdır. Cengiz Kağan, Çin’den batıya giden ticaret yolunu denetimlerinde tutan Tangutlar’la savaştı. 1209’da kendisi de sefere katıldı. Başkent Ning-hia düşmediyse de, Tangutlar denetim altına alındı. Cengiz Kağan, Asya’nın doğusunda büyük bir güç olarak ortaya çıkarken, Orta Asya’nın kudretli devleti de Harezmşahlar’dı. İki ülke arasında birçok elçiler gidip gelmişti. Cengiz, iki ülke arasında özellikle ticaretin gelişmesinden yana olduğunu belirtmiş, Harezmşah'tan gelen kervan mallarını uygun fiyatlarla satın almıştı. Cengiz, 1218’de bir kaç elçisi dışında tamamı Müslüman olan tacirlerin yönettiği 450 kişilik bir kervan hazırlatıp gönderdi. Cengiz’in Moğollar’ı tek bir devlet altında toplaması sonucu, eski Göktürk topraklarındaki bazı Türk Boylarının Batı’ya doğru göçü başlamıştır. Asya’daki dinler mücadelesinde, Cengiz’in Şaman inancında olmasına karşın, siyasal açıdan İslamiyet’e yakınlaşmasıyla İslamiyet’e destek sağlamıştır. Cengiz’le birlikte Asya’nın iktisadi yaşamı da değişime uğramıştır. Ülkelerarası ticaret yeni boyutlar kazanmış, sınırlar ve gümrükler ortadan kalkmıştır. Asya’da tek bir devletin egemen olmasıyla, Asya’nın batısı ile doğusu arasındaki ticari ilişkiler gelişmiştir. Cengiz Han, 1227 yılında ölmüştür.
  25. Napolyon Buanoparte (1769 - 1821) Napolyon Buanoparte, 1769 yılında Korsika'nın Ajaccio Şehri'nde doğdu. Carlo Buanoparte ile Marie Letizia Ramolino'nun ikinci oğullarıdır. Öğrenimini Brienne'de bir okulda yaptı; sonra Paris'teki Askeri Akademi'ye yazıldı. 1785'te Valence'daki topçu alayına katıldı. 1794'te İtalya'daki topçu birliklerinin komutanlığına getirildi. Paris'teyken Jakoben çevrelerle ilişki kurmuş olduğu anlaşıldığından, La Vendee'ye gönderilmek istendi; bunu kabul etmeyince, görevinden alındı. Paris'e döndükten sonra, Konvansiyon'a karşı hareketi bastırmak için, Paul François Barras ile Lazare Carnot'un kuvvetlerine katıldı. Olaylar kısa zamanda gelişerek yeni bir anayasanın ve Direktuvarlık'ın doğmasına yol açtı. Napolyon, 1795 Ekim'inde Fransa'daki ordunun başına getirildi. 1796 Şubatında da İtalya'daki ordunun başkomutanı oldu. Bu arada General de Beauharnais'in dul karısı Josephine ile evlendi. 1796 Nisan'ında ilk İtalya seferini yaptı. Bu sefer, Napolyon'un ününü yaydı. Stratejik ustalığın bir şaheseri sayılan İtalya Seferi, büyük başarı ile sonuçlandı. İmzalanan Campo Formio Antlaşması ile Venedik Cumhuriyeti İtalya'ya bırakılıyor, karşılığında da Belçika ve İyon adaları alınıyordu. Bu önemli siyasi olayla Devrim Cumhuriyeti, Avrupa'nın en tutucu devleti olan Avusturya'ya gücünü göstermiş; Napolyon da İtalya'daki Fransız yönetimini kabul ettirmiş oluyordu. Napolyon, Paris'e döndükten sonra, Direktuvarlık tarafından İngiltere'yi ele geçirmekle görevlendirildi. Direk İngiltere'ye saldıracağına, İngiliz etki alanının en can alacı noktasına saldırmayı uygun bulan Napolyon, Mısır seferine çıktı. Akdeniz'deki İngiliz Donanması'nı yenilgiye uğrattı, Malta'yı aldı. 1798 Temmuz'unda da İskenderiye'ye girdi. Piramitler Savaşı'nda Memlükleri yendi. Ancak Horatio Nelson yönetimindeki İngiliz Donanması, Fransız Donanması'na saldırarak gemilerini batırdı. Nelson'un başarısı üzerine İngiltere, Osmanlı Devleti, Avusturya ve Rusya, Fransa'ya karşı birleştiler. Birleşik Ordu, Rus Generali Alexander Suvorov'un komutasında, Napolyon'un ele geçirdiği toprakları geri aldı. Napolyon, 1799 yılında Suriye'ye girdi. Akka'nın Cezzar Ahmed Paşa tarafından başarıyla savunulması ve ordusunda belirgin salgın hastalıklar yüzünden Mısır'a çekildi. Ordusunu burada bırakarak gemi ile Fransa'ya döndü. 9 Kasım 1799'daki hükümet darbesi, Fransa tarihinde yeni bir dönemin başlamasına sebep oldu. Birkaç hafta sonra, anayasada değişiklikler yapılarak yönetim üç konsülün eline bırakıldı. Napolyon "birinci konsül" olarak, Fransa'nın mutlak hakimi oldu. Bazı reformlar yapmaya çalıştı. Devletin dağıttığı kredileri belli bir düzene soktu; 1802 yılında Fransa Bankası'nı kurdu; idari alanda bazı reformlar gerçekleştirerek valilerin ve belediye başkanlarının siviller arasından seçilmelerini ve kendilerini seçen tek merkeze karşı sorumlu olmalarını sağladı; mahkemeleri ve emniyet örgütünü yeniden düzenledi. Avusturya ve İngiltere Orduları hala silahlarını bırakmamışlardı. Napolyon Buanoparte, 1800 yılında tekrar İtalya'ya girdi ve Milano'yu aldı. Böylece Avusturya Ordusu'nu ikiye bölmüş oluyordu. Birini kuşatma altında tutarken diğerine saldırdı. Bu saldırıları başarı ile sonuçlandırdı. Jean Victor Moreau'nun Hohenlinden'deki zaferi üzerine, Avusturya İmparatoru, İngiltere ile ittifakını bozmak ve 1801 Şubatında Luneville Barış Antlaşması'nı imzalamak zorunda kaldı. Napolyon, kısa zamanda Fransa Halkı'nın sevgisini kazandı. Yabancı ülkelerdeki Fransızların, ülkelerine dönüp devletin modernleştirilmesinde kendisine yardımcı olmalarını sağladı. 1804'te yaptığı Code Napoleon (Napolyon Kanunları), halk tarafından da desteklendi. Napolyon, aynı yıl, Paris'teki Notre Dame Katedrali'nde, Papa Pius VII'nin eliyle taç giyerek İmparator oldu. Napolyon, imparatorluğu boyunca sayısız zaferler kazandı. Ancak Fransa içinde beliren bazı hoşnutsuzluklara, İngiliz Donanması'nın gücü, İspanya ve İtalya'da tahta geçirdiği akrabalarına halk tarafından duyulan kin ve nefrete, kendine bağladığı devletlerde beliren milliyetçilik akımları da eklenmişti. Napolyon, 1812 yılında Rusya'ya girdi. Ancak yiyecek sıkıntısı, asker kaçakları ve Rusya'nın dondurucu soğuğu gibi sebepler yüzünden, ordunun yönetimi Joachim Murat'a bırakarak Paris'e döndü. Kendisine karşı düzenlenen hükümet darbesini bastırdıktan sonra yeni bir ordu kurdu. 1813 Ekiminde Leipzig'de yenik düştü. Düşman kuvvetleri 1814'te Paris kapılarına dayanınca görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Elbe Adası'na sürgüne gönderildi. Napolyon'dan sonra Fransa tahtına XVIII. Louis geçirildi. Viyana Kongresi'ne katılan bakanlar ve delegeler, 7 Mart 1815'te Napolyon'un kaçıp Paris'e dönmüş olduğunu, halk tarafından büyük sevgi ile karşılandığını öğrendiler. Hemen bir ordu toplayan Napolyon, Belçika'ya saldırdı. Kazandığı önemsiz birkaç zaferden sonra Wellington'un komutasındaki İngiliz ve Gebhard Von Blücher komutasındaki Prusya Kuvvetleri tarafından 18 Haziran 1815'te Waterloo'da büyük bir yenilgiye uğratıldı. Napolyon, Paris'e dönünce ikinci kez tahttan indirildi. Amerika'ya kaçmak istedi, ancak bunu başaramayınca İngilizlere teslim oldu. İngilizler, onu Atlantik'teki St. Helena Adası'na götürdüler. Napolyon, son yıllarını bu küçük adada geçirdi ve anılarını yazdırdı. Napolyon, 5 Mayıs 1821'de öldü, ancak cenazesi 1840 yılında Paris'e getirilebildi ve İnvalides'e gömüldü. Napolyon'un uşağı tarafından zehirlendiğini ileri sürenler vardır.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.