Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

İstanbul

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    344
  • Katılım

  • Son Ziyaret

İstanbul tarafından postalanan herşey

  1. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİ-3 Yol Ayrımında Türk-Sovyet İlişkileri Türk ve İngiliz heyetleri arasında 1944 yılı Ocak ayında İkinci Kahire Konferansı kararları gereğince yardım konusu görüşülmüş ve 3 Şubat 1944’te görüşmeler birdenbire kesilmiştir. Bu görüşmelerden sonra İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’yi savaşa sokmak için tutumlarını daha da sertleştirmeye başlamışlardır93. İngiltere ve ABD Türkiye’ye 14 Nisan 1944 tarihinde bir nota vererek, Türkiye’nin Almanya’ya yaptığı krom ihracatını kesmesi istenmiş aksi takdirde ekonomik ambargo uygulayacaklarını bildirmişlerdir. Bunu üzerine Türkiye de 21 Nisan 1944’te Almanya’ya krom ihracatını durduracağını açıklamıştır94. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri 13 Haziran 1944’te Türkiye’den Almanya ile olan tüm ilişkilerini kesmesini istemişlerdir. Türkiye ise Almanya’nın herhangi bir saldırısında çekindiğinden dolayı Müttefiklerin bu önerisini kabul etmemiştir. Aynı zamanda 5 Haziran 1944’te bazı Alman gemilerinin boğazlardan geçmesi ve bunların Almanya’nın verdiği güvenceye rağmen ticaret gemisi değil savaş gemisi olması İngiltere ile Türkiye ilişkilerini daha da gerginleştirmiştir. Sovyetler Birliği de bu duruma büyük tepki göstererek ticaret gemisi olarak geçen Alman savaş gemilerinin geçişlerini protesto eden bir notayı Türkiye’ye vermiştir95. Türk Dışişleri Bakanı Menemencioğlu 22 Mayıs 1944 tarihinde Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçisi M. Vinogradov ile görüşmüştür. Menemencioğlu bu görüşmede iki ülkenin Balkan meselelerinde birbirlerine danışmaları esasına dayalı bir antlaşma yapılması teklifini getirmiştir. Bu teklife cevap Molotof’un ağzından 5 Haziran 1944 günü gelmiştir. Bu cevapta; Türkiye ile Almanya arasındaki bağlarda köklü bir değişiklik olmadıkça siyasî işbirliğinin anlamı olmayacağı ve bir anlaşmaya varmanın tek yolunun ise Türkiye’nin Almanya ile olan bağlantılarını keserek, Müttefiklerin yanında savaşa girmesi gerektiği belirtilmiştir. Daha sonra bir görüşme de 22 Haziran günü Genel Sekreter Açıkalın ile Vinogradov arasında yapılmıştı. Vinogradov bu görüşmede de yine Alman antlaşmasına değinerek Rus-Alman savaşı başlamadan üç gün önce imzalanmasının kötü tesir yaptığını dile getirmiştir. Açıkalın buna şu cevabı vermiştir: “Molotov Türk-Alman Anlaşması ile Almanların Sovyetlere saldırması arasında bir bağlantı kurar gibi konuşmuştu. Siyasî terbiyem müsaade etmediği için kendisine Moskova’da Büyükelçi iken gereği gibi cevap veremedim. Sizler Almanya ile yalnız bir askerî tecavüz misakı ile bağlı değil, fakat aynı zamanda fiiliyatta adeta siyaset ortağı idiniz. Biz de birkaç ay evvel Moskova’dan dönüşümüzde size yapmış olduğumuz işbirliği teklifimize cevaben cebimizde tarafınızdan bize tevdi edilmiş olan bir Alman rezervi ile dönmüş bulunuyorduk. O zaman sizin bize bir Alman rezervinin bizimle Alman ordularının hudutlarımıza dayandığı ve müttefiklerimizden hiçbir medet ummağa imkân bulunmadığı bir sırada ve buna rağmen ittifakımızı Almanlara kabul ettirerek bir ademi tecavüz misakı akdetmemiz mi günah oluyor?” Vinogradov ise bu sözlere şu cevabı vermiştir: “Canım bunlar geçmiş şeyler, o zaman öyle idi. Şimdi Almanya bize taarruz etmiş bulunuyor. Biz de onunla harbediyoruz. Bizimle dost olmak isteyenler bize yardım etmelidirler”. Açıkalın 27 Haziran günü Vinogradov’a iki ülke arasındaki ilişkilerin düzelmesine önem verdiklerini bu amaçla da 17 Aralık 1925 tarihli Protokolün zamanından önce yeniden uzatılmasını teklif etmiştir. Vinogradov ise bu ilişkilerin düzelmesindeki en kestirme yolun Türkiye’nin savaşa girmesi olduğunu ve İngilizlerin de bu yönde isteklerinin olduğunu dile getirmiştir. Hakikaten de bu sırada İngilizlerin de bu yönde istekleri vardı96. 3 Temmuz 1944 tarihinde Saracoğlu İngiliz ve Amerikan Sefirleri ile görüşürken Açıkalın da Vinogradov’u Türkiye’nin kararından haberdar etmiştir. Vinogradov ise bu kararın eksik olduğunu, doğrusunun savaş ilânı olacağını bildirmiştir. Açıkalın, Türk-Sovyet ilişkilerinin iyileşmesini Türkiye’nin istediğini vurgulamıştır. 6 Temmuz günü Vinogradov Rus cevabını getirmiştir. Bu cevapta, Türk Hükûmeti’nin, Sovyet Hükûmetince, savaşı kısaltmak amacıyla hemen Almanya’ya savaş ilân etmesi amacıyla 1943 yılı Kasımından beri yapılan talebi kabul etmediği, iki taraf arasında dostluğu teyit etmek için bir diplomatik vesika teatisinde bulunulmasının da savaşı kısaltmaya tesiri olmayacağından lüzumlu görülmediği belirtilmiştir. Sovyetler 1944 yılı Temmuzundan itibaren Türkiye’nin savaşa girmesini istememekteydiler. Çünkü Stalin 15 Temmuz 1944 günü Churchill’in mektubuna verdiği cevapta Türkiye ile ilgili olarak şu hususlara değinmiştir: “…1943 Kasım ve Aralık aylarında, Türkiye’nin müttefikler yanında Hitler Almanya’sına karşı harbe girmesi için üç ülke hükûmetinin ne kadar ısrarla talepte bulunmuş olduğumuzu şüphesiz hatırlayacaksınız. Bundan hiçbir şey çıkmadı. Bildiğiniz üzere, Türk Hükûmeti’nin insiyatifi üzerine, bu yılın Mayıs ve Haziran ayında onlarla yeniden müzakereye girdik ve geçen yıl sonunda Müttefik Hükûmetlerin yapmış oldukları teklifi iki kere daha teklif ettik. Bundan da bir şey çıkmadı. Türkiye Hükûmeti tarafından Almanya’ya karşı takınılmış kaçak ve muğlak tavır muvacehesinde, Türkiye’yi rahat, kendi iradesi ile baş başa bırakmak ve üzerinde yeni baskılara girişmemek daha isabetlidir. Bu tabiatıyla, Almanya ile harpten kaçınmış olan Türkiye’nin, harp sonrasında özel taleplere sahip olmak hakkını da ortadan kaldıracaktı…”. Mektubun son kısmında Stalin açıkça söylememekle birlikte Rusya’nın ileri sürebileceği bazı hususlara Türkiye’nin itiraz hakkı da olmayacağını belirtmek istemektedir97. 1944 Yılı Temmuz ayı sonunda Almanya’nın askerî durumunun gittikçe kötüleştiği bir zamanda İngiltere, Türkiye’nin Almanya ile ilişkisini kesmesini istemiş ve bu öneri bu defa Türkiye tarafından olumlu karşılanmıştır. Sovyetler Birliği ise 27 Temmuz 1944’te İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’ye karşı yaptıkları son girişime karşı çıkarak, Türkiye’nin Almanya ile olan ilişkisini çok geç kesmesinin Sovyetler Birliği’ni tatmin etmediğini dile getirmiştir. Sovyetler Birliği bu tavrı ile Türkiye ile aralarındaki sorunları ikili olarak çözmeyi amaçladığını göstermesi Türkiye’nin endişelerindeki haklılığı ortaya çıkarmıştır. Sovyetler Birliği bu tarz politikası ile de müttefiklerinde ayrılıyordu.98 Türkiye 16 Ağustos 1944’te, Sovyetlerin 6 Temmuz 1944 tarihli son bildirisine cevap vererek, dışardan yapılan saldırıları önlemek için iki ülkenin işbirliği yollarının belirlenmesini istemiş, ancak Ruslar önceki bildirilerine ilave edecek herhangi bir husus olmadığını belirtmişlerdir. Bu durum da Rusların Türkiye’yi artık yalnız başına bıraktığını göstermektedir. Bu dönem içerisinde Türk-İngiliz ilişkilerinde soğuk bir hava devam ederken, Türk-Rus ilişkileri ise kötüye gitmeye başlamıştır99. Yalta Konferansı ve Sovyetler Birliği’nin Boğazlar Üzerindeki Emellerini Açığa Vurması 1944 Yılı sona erdiğinde artık savaşın sonucu belli olmuş ve 4-11 Şubat 1945 tarihleri arasında savaş sonrası dünya düzeninin belirlenmesi için Yalta Konferansı toplanmıştır. Konferans bir nevi sulh müzakeresi olmuştur100. Toplantıya ABD, İngiltere ve Rusya katılmıştır.101. Amerika Başkanı ile Sovyetler Birliği ve İngiltere Başbakanları yanlarında Genelkurmay Başkanları üç dışişleri bakanı ve müşavirleri bulunmuştur. Toplantıda müşterek düşmanın mağlubiyetini tamamlamak için plânlar hazırlamak, milletlerarası barışı sağlamak konuları görüşülmüştür102. Konferansın 10 Şubat günkü toplantısında Stalin Türkiye ile ilgili olarak Boğazları ve dolayısıyla Montrö Boğazlar sözleşmesi konusunu gündeme getirmiştir. Bu tavrıyla Sovyetler Birliği, Boğazlar üzerindeki tarihsel emperyalist emellerini, uluslararası alana taşımıştır103. Stalin Boğazlar konusundaki görüşlerini şöyle ifade etmiştir: “Bu arkaik (modası geçmiş) bir anlaşmadır. Hazırlanmasında Japonya Rusya’dan daha mühim bir rol oynamıştır. Müteveffa Milletler Cemiyeti’ne dayanan ve İngiltere ile Rusya arasındaki münasebetlerin iyi olmadığı bir zamanda oluşturulmuş bir anlaşmadır. Türklere, sadece harp halinde değil, harp tehdidi halinde de Boğazları kapamak hakkını vermektedir. Anlaşmanın derhal revizyonunu talep etmiyorum. Sadece Kırım Konferansı’ndan sonra Dışişleri Bakanlarının bu konuyu ele almakla tavzif edilmelerini (görevlendirilmelerini) istiyorum. Türkiye’nin bu şekilde Rusya’nın boğazını sıkması son derece haksızdır”. Roosevelt de aynı fikirde olup bu konuda: “..Rusya bakımından batıda sıcak denizlere rahatça çıkmayı istemesi tamamen mantıkidir” demiştir. Churchill ise daha çok temkinli olup: “ben de tamamen mutabık olacağım, ancak Türkiye’nin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü mutlak şekilde garanti edilmelidir” demiştir104. Konferans, Boğazlar meselesinin Dışişleri Bakanları tarafından ele alınmasına ve durumdan Türkiye’nin de haberdar edilmesine karar vermiştir. Yalta’da Türkiye ile ilgili olarak alınan kararlar bunlardır105. Yalta Konferansında Stalin, Birleşmiş Milletlere hangi devletlerin alınıp alınmayacağı tartışılırken Churchill ve Roosevelt’in dikkatini bir kez daha Türkiye üzerine çekerek: “…Bazı ülkelerin kazananlardan yana yatırım yaptıklarını… Almanya’ya karşı bütün gücüyle çarpışmış ülkelerin savaş sırasında sallantıda kalmış ve hilekarlık etmiş olanlarla yan yana oturmalarının bunları kızdıracağını” iddia etmiştir106. Yalta Konferansı’nda üç lider görüşmeler sonrasında tam anlaşmaya varmışlardır. Bu görüşmelerde üç lider Avrupa’nın politik ve ekonomik durumu üzerinde durmuşlar, savaştan sonra milletlerarası bir dünya barış ve güvenlik teşkilatı kurulması hususunda bir anlaşmanın temeli şimdiden atılmıştır. Ayrıca savaş suçlularının yargılanması ve gereken cezanın verilmesi konusu da kararlaştırılmıştır107. Yalta Konferansı ve konferansta görüşülüp karara bağlanan konular arasında, Avrupa’nın herhangi bir kurtarılmış memleketi hakkında hiçbir gizli anlaşmaya varılmamış olması hususunda Amerika’nın Fransa’ya güvence vermesi üzerine Fransa Yalta Konferansı kararlarından oldukça memnun olmuştur108. Bu sırada Sovyetler Birliği kuvvetleri ileri hareketlerine devam ederek, 6 Şubat 1945 tarihi itibariyle Berlin şehrinin önündeki tabii ve son büyük engel olan Oder nehrini aşarak 20 km ilerlemişlerdir109. Türkiye’nin Müttefik Devletler Yanında Savaşa Girmesi Yalta Konferansı’ndan sonra İngiltere, 20 Şubat 1945’te Türkiye’ye bir muhtıra vererek, 25 Nisan 1945’te Müttefikler arasında San Fransisco Konferansı’nın toplânacağını, buna ise 1 Mart 1945 tarihinden önce Almanya’ya savaş ilân etmiş devletlerin katılacağını onun için bu tarihten önce Türkiye savaşa girerse Birleşmiş Milletler Bildirisi’ne katılabileceğini bildirmiştir110. Bunun üzerine Türk Hükûmeti TBMM’yi 21 Şubat 1945’te olağanüstü toplantıya çağırmıştır111. 23 Şubat 1945 günü saat 17 de B. Abdülhalik Renda’nın başkanlığında toplânan Türkiye Büyük Millet Meclisi 401 üyenin oybirliği ile Almanya ve Japonya’ya karşı aynı gün savaş kararı alarak, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na girişini sağlamıştır. Bu karardan sonra söz alan Başbakan Şükrü Saracoğlu Meclisin her zaman olduğu gibi bu meselede de gösterdiği birlik karşısında hükûmetin şükranlarını bildirmiştir112. Türkiye savaşa girdiği sırada artık savaşın kaderi belli olmuştu. Böylece Türkiye mağlup olan Almanya ve Japonya’ya karşı savaş ilân etmiştir113. Savaş kararının İngiltere ile olan ittifaka ve Sovyetler Birliği ile olan dostluk sonucuna bağlı olarak alındığı vurgulanmıştır. Türkiye savaş kararını uluslararası yalnızlık durumundan kurtulmak için almıştır. Çünkü Sovyetler Birliği’nin savaş sonrası Türkiye üzerindeki emellerini elde etmeye yöneleceği endişesi sadece Türkiye’yi değil müttefikleri de etkilemiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri İngiltere, ABD ve Sovyetler Birliği olmuştu. Savaş sonucunda Türkiye üzerindeki Almanya ve İtalya yayılmacılık tehlikesi bertaraf olmuştur. Ancak bu sefer de kazandığı zaferden ve müttefikleri İngiltere ve ABD’nin kendisine yönelik olumlu davranışlarından faydalanmak isteyen Sovyetler Birliği tehlikesi ortaya çıkmıştır114. Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasının Feshi Rusya Dışişleri Bakanı Molotof, Rusya’nın Türkiye Büyükelçisi Sarper ile 19 Mart 1945 günü görüşmüştür115. Görüşmede, 17 Aralık 1925 yılı yapılan Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nın süresinin 7 Kasım 1945’te dolması nedeniyle bu antlaşmanın geleceği ele alınmıştır. Sovyetler Birliği bu antlaşmayı yenilemek istemediğini ve savaş sırasında meydan gelen derin değişiklikler sonucunda bu anlaşmanın artık yeni şartlara uygun düşmediğini bildirmiştir116. Böylece Büyükelçilerine daha önceden bu antlaşmanın feshedilmesi için gerekli bildiriyi Türkiye’ye iletmesi için Sarper’e vermiştir.117 Bu antlaşmanın Sovyetler Birliği tarafından feshedilmesi dış ülkelerdeki basın tarafından farklı yorumların yapılmasına neden olmuştur118. Daily Mail Gazetesi antlaşmanın feshedilmesinin nedeni olarak Boğazlar meselesini görmüştür. Çünkü boğazlarda geçen gemilerin kontrolü Montreux Sözleşmesi maddelerine göre Türkiye’nin elindeydi. Rusya’nın ise boğazların kontrolünde herhangi bir etkisinin olmaması böyle bir tavır almasının nedeni olarak görülmüştür. Times Gazetesi’nin Moskova muhabirine göre ise diplomasi mahfilleri, Türk-Sovyet Antlaşması’nın feshini, geçmiş bir devrenin sonu olmaktan ziyade, Sovyet-Türk ilişkilerinin yeni ve realist bir esas üzerine kurulmasına doğru atılan ilk adım olarak düşünmüştür. Reuter Ajansı siyasî yazarı ise son zamanlarda Sovyet basınının Türk siyasetini açık bir şekilde tenkit etmesi ve Türkiye’nin Müttefikler safında savaşa girme kararını geç vermesini alayla karşılamıştır119. Dziennik Ploski Gazetesi ise Sovyetler Birliği’nin antlaşmayı feshetmesini endişe verici olarak yorumlamıştır. Endişenin nedeni olarak ise antlaşmanın Sovyetlerin neden daha önce değil de bu zamana denk getirmesi ve Sovyet basını ile radyosu tarafından Türk aleyhtarı bir mücadelenin yapılması görülmüştür. Gazete, Sovyet Rusya’nın bu tavrını şimdiki güçlü durumuna ve tarihi emeli olan boğazlar yoluyla denizlere açılarak kara devleti olduğu gibi bir deniz devleti de olmak hedefi olarak yorumlamıştır. Haftalık müstakil New Statesman Dergisi antlaşmanın feshi konusunda şunları yazmıştır: “Montreux Mukavelesinin cezri surette yeniden tetkikinin gerekli olduğu aşikardır. Moskova’nın ne teklif edeceğini bilmiyoruz. Fikrimizce Kiel ve Süveyş kanalları da dahil olmak üzere Boğazların ve milletlerarası diğer deniz yollarının bekçiliğini yapacak bir Birleşmiş Milletler Teşkilatının kurulmasından başka memnuluk verecek bir hal sureti olamaz. Asgari bir tadil, boğazların emniyet meclisi kararıyla yapılacak harp hareketleri esnasında iyi niyet sahibi devletlerin ve yalnız bunların gemilerine açık olmasını temin etmelidir.”120. Sovyetler Birliği’nin Türkiye ile aralarındaki antlaşmanın feshedildiğini bildirdikten sonra Türkiye 4 Nisan 1945’te Dışişleri Bakanı B. Hasan Saka tarafından Sovyetler Birliği Ankara Büyükelçisi M. Vinogradov’a verilen bir deklarasyonla, “Sovyet Hükûmetine Türkiye ile Sovyetler Birliği’ni uzun zamandan beri birbirine bağlayan iyi komşuluk ve samimi dostluk münasebetini daima idame tarsin arzusunda bulunmuş olduğunu, Türk-Sovyet dostluğuna büyük hizmetleri dokunmuş olan 17 Aralık 1925 muahedesinin kıymetini tebarüz ettirmek istediğini ve Sovyetler Birliği Hükûmeti tarafından izhar olunan fesih arzusunu kaydeylediğini bildirmiştir. Binnetice, Sovyet Hükûmetinin inkıza etmekte olan muahede yerine iki tarafın bugünkü menfaatlerine daha uygun ve ciddi tadilâtı ihtiva eden diğer bir akit ikamesi hususundaki telkinatını kabul eden Cumhuriyet Hükûmeti mezkur hükümete bu maksatla kendisine yapılacak, teklifleri büyük bir dikkat ve hayırhahlıkla tetkike amade bulunduğunu bildirmiştir121.” Türkiye-Sovyet Rusya antlaşmasının feshedilmesi konusunu gözden geçiren aylık “Great Britain and The East” Dergisi Sovyetler Birliği’nin iki ülke arasındaki ilişkiler açısından tekliflerini bildirmek fırsatını buldukları için gerginliğin azaldığını ve yapılacak antlaşmanın Türk-İngiliz dostluğunu tehditten koruyan hükümleri içereceğini vurguladıktan sonra Türkiye’nin görüşleri konusunda ise şunları söylemiştir: “Türkiye, kendisinin tam istiklâli meselesinde ve kendi ile Rusya arasında imzalanan her yeni vesikanın sadece Rusya ile Türkiye’yi ilgilendiren işlere münhasır kalması ve milletlerarası meselelere şamil olmaması noktasında ısrar edecektir122.” San Francisco’da Birleşmiş Milletler Konferansı’nda Türkiye’yi temsil eden Hasan Saka 7 Mayıs 1945 günü Molotov ile bir görüşme yapmıştır. Bu görüşmede Molotov, henüz kendilerinin bir hazırlıkları olmadığını, Saka’nın Türk Hükûmeti’nin telkinlerini yapabileceğini söylemesi üzerine Hasan Saka Sovyetler Birliği’nin cevabını bekleyeceklerini söylemiştir123.
  2. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİ-2 Almanya’nın Balkanlardaki yayılmacılığı İngiltere ve Türkiye’yi endişelendirdiği gibi Sovyetler Birliği’ni de endişelendirmeye başlamıştır. Bu durum üzerine Sovyetler Birliği yeniden Türkiye’ye yanaşmaya başlamıştır. Çünkü Balkanlardaki Almanya’nın yayılmacılığına karşı Türkiye’nin göstereceği mukavemet Sovyetler Birliği için önemliydi. Bunu bilen Sovyetler Birliği hemen harekete geçerek, 25 Mart 1941’de Türk Hükûmetine başvurarak 1925 tarihli Tarafsızlık ve Saldırmazlık Paktı’nı teyid etmişlerdir. Bu yolla 1939’da Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’nun Sovyetler Birliği’ne yaptığı seyahatin kötü hatıralarını silmeye çalışmışlardır.51 Ayrıca Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin düzelmeye başlaması sonucunda iki ülke arasında 25 Mart 1941’de ortak bir deklarasyon yayınlanmıştır. Buna göre, iki devletten biri saldırıya uğrar ve savaşa girerse, diğeri onun “tam anlayış ve tarafsızlığına güvenebilecekti.” Böylece Almanya’nın yayılmacı hareketi tekrar Türkiye ile Sovyetler Birliği ilişkilerini düzeltmiştir52. Türkiye dünyada gerginliğin artmaya başlaması üzerine topraklarımıza yönelebilecek herhangi bir saldırıyı önlemek amacıyla batıda Edirne-Kırklareli arasını kapsayan “Çakmak Müdafaa Hattı”nı kurarken, doğuda da Kars’tan Zevin’e kadar olan hatta, “Erzurum Müdafaa Hattı”nı güçlendirmeye başlamıştır. Savaşın başlaması ile de ülkede seferberlik ilân edilerek, gerekli önlemler alınmıştır53. Almanya bu sırada Türkiye üzerinden Orta Doğu petrollerine uzanmak istiyordu. Alman askerî kuvvetlerinin Bulgaristan ve Yunanistan yönünden Türk sınırına yaklaşması Türkiye’yi endişelendirmiştir. Bu sırada Almanya’nın Sovyet Rusya ile olan savaşları sürdüğünden dolayı Almanya Türkiye tarafından da bir cephe açarak kuvvetlerini dağıtmak istemiyordu54. Bu nedenle 18 Haziran 1941 tarihinde Almanlar Türkiye ile bir “saldırmazlık paktı” imzalamışlardır. Böylece Türkiye tarafsızlık politikasını iyice takviye etmiştir. Ayrıca Bu politika Türkiye’ye savaşa girmeden zaman kazanma olanağı vermiştir55. Ancak bu antlaşmanın imzalanmasını başta Sovyet Rusya olmak üzere ABD ve İngiltere iyi karşılamamıştır. Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’ye yaptığı yardımı hemen kesmiştir.56. Türkiye, Almanya ile yaptığı bu antlaşma ile iki blokla da iyi ilişkiler kurmasının yanı sıra tarafsızlığını da devam ettirmiştir.57 1 Mart 1941’de Bulgaristan’ın Mihver’e katılması, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye daha çok yaklaşmasına sebep olmuştur. Türkiye’nin Almanya’ya karşı savaşa girmesi durumunda Sovyetler Birliği’nin tarafsızlığına güvenebileceğini bildirmiştir58. Türkiye’nin tarafsız olması Almanya’ya Kafkasya ve Süveyş Kanalı yönündeki istila yollarını kapattığı gibi Boğazların kapanması ve Sovyet Rusya’ya bu yoldan Müttefiklerin yardımının da gitmemesi demekti. Böylece Türkiye’nin önemi bir kat daha artmıştır. Almanya Türkiye ile antlaşma yapıp güneydoğu cephesini sağlama aldıktan sonra 22 Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’ne savaş açmıştır. Almanya’nın Rusya’ya saldırmasıyla Türkiye’nin o ana kadar endişe duyduğu Alman-Sovyet ittifakı bloku yıkılmıştır. Ayrıca artık Sovyetler Birliği’nin Müttefik Devletler safına geçmesi Türkiye açısından rahatlık yaratmış ve Türkiye’nin dış siyasetinde önemli gelişmelere neden olmuştur59. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti Bakanlar Kurulu, Almanya-Sovyetler Birliği harbi nedeniyle ortaya çıkan bu durum karşısında 22 Haziran 1941 tarihinde tarafsız olduğunu ilân etmiştir60. İsviçre’de çıkan Basler Nachricten Gazetesinin 10.09.1941 tarihli nüshasında “Ankara’da Nikbinlik” başlığı altında bir makale yayınlanmıştır. Makalede Türkiye’nin savaşta tarafsız kalma çabalarının halk tarafından önümüzdeki kışın da savaşa girilmeden geçirileceği iyimserliğinin ortaya çıktığı vurgulanmıştır. Vatan Gazetesi bu makale hakkında bilgi verirken bir taraftan da “her iki tarafın Türk bitaraflığına saygı göstermelerini icap ettiren sebepler vardır” demektedir61. Üçler Konferansı 30 Ağustos 1941 tarihinde Moskova’da İngiliz ve Amerika murahhaslarının katılımı ile Molotof’un başkanlığı altında başlamıştır. Konferansta zafer elde edilinceye kadar Ruslar savaştıkları takdirde İngiltere ve Amerika’nın Sovyetler Birliği’ne her türlü yardımı yapacaklarını garanti etmişlerdir62. Türkiye’nin kazandığı önemi İngiltere Başbakanı Churchill şöyle ifade etmiştir: “Türkiye’nin tutumu hem İngiltere hem de Sovyetler Birliği için gittikçe önem kazanmaktadır…” İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında yakınlaşma meydana gelerek, İngiliz Dışişleri Bakanı Anthony Eden Moskova’da Sovyetler Birliği lideri Stalin ile görüşmüştür. Bu görüşme sırasında Stalin, İngiliz Dışişleri Bakanı’na kendine göre Avrupa’ya yeni bir düzen ve siyasî harita getiren önerilerini açıklamış ve bu yeni siyasî haritada Türkiye ile ilgili olarak da şu önerileri olmuştur: “…Türkiye’nin, Ege’de Yunanistan için önemli adalarla ilgili bazı ayarlamalar dışında, Oniki Ada’yı almasını telkin etti. Türkiye aynı zamanda Bulgaristan’da ve mümkünse Kuzey Suriye’de de bazı yerleri almalıdır…(dedi)” Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Haydar Aktay’ın Şubat 1942’de Ankara’ya çektiği telgrafa göre, Stalin’in ısrarı sonucunda bu öneriler İngiliz Dışişleri Bakanı Eden tarafından kabul edilmiştir. Ancak Türkiye’nin savaşa girmediği halde bu derecede kayrılması İngilizlerin eleştirilerine neden olmuştur. Sovyetler Birliği Büyükelçisi Türkiye Dışişleri Bakanı’na Türkiye’nin dürüst tutumundan dolayı çok memnun olan Sovyet Hükûmeti’nin Türkiye’ye Oniki Ada’yı ve Rusçuk’a kadar Bulgar topraklarını vermek suretiyle tarafsızlık politikasından dolayı ödüllendirilmesi gerektiğini İngilizlere bildirdiklerini dile getirmiştir. Ancak Türkiye’ye karşı yapılan bu tür toprak verilmesi önerilerinin Türkiye’nin tarafsızlık politikasını bozacağından dolayı Türkiye bu tür önerileri nazik bir şekilde kabul etmemiştir. Çünkü Sovyetler Birliği’nin politikası ortaya çıkan durumlara göre değişmekte olup bu değişikliği de Boğazlar üzerindeki amaçların gerçekleştirmesi belirlemekteydi. Daha önce de 1940 yılı Kasım ayında Sovyetler Birliği Bulgaristan’a Midye-Enez hattına kadar olan Türk topraklarını önermişti. Bu önerinin nedeni de Bulgaristanlı yöneticilere göre Bulgaristan’ı Türkiye ile birbirine karşı düşman ederek Boğazlara inmekti63. 24 Şubat 1942’de Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi Von Papen’e yapılan suikast teşebbüsünün Rus ajanları tarafından tertiplendiğinin anlaşılması ve bu konunun mahkemeye intikal ederek iki Sovyet ajanının mahkum edilmesi ilişkileri daha çok gerginleştirmiş ve Sovyetler Birliği Türkiye’ye baskı yapmaya başlamıştır64. Almanya’nın Stalingrad ve Alameyin muharebelerindeki yenilgilerinden sonra Türkiye’ye karşı olan Rus tehlikesi artmaya başlamıştır. Türkiye’nin savaş sırasında izlediği politika Sovyetler Birliği basınının tenkitlerine hedef olmaya başlamıştır65. Bu arada Türkiye, 1942 yılı yaz aylarında, Kafkasya üzerinden gelebilecek bir Rus tehlikesine karşı Trakya’dan 26 tümen askerî Sovyetler Birliği sınırına kaydırmıştır.66 Savaş boyunca Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nden duyduğu endişe hiçbir zaman kaybolmamıştır. Türkiye, Almanya’nın yenilmesi sonrası Sovyetler Birliği’nin kazanacağı bir zaferin Türkiye açısından doğuracağı kötü ihtimalleri devamlı olarak göz önünde tutmuştur. Tüm bu şartlara rağmen Türkiye tarafsızlık politikasından ayrılmamıştır. Türkiye Başbakanı Şükrü Saraçoğlu, 27 Ağustos 1942 günü Almanya Büyükelçisi Von Papen ile yaptığı bir görüşmede, bir Türk olarak Rusya’nın yıkılmasını çok istediğini ve böyle bir fırsatın bin yılda bir defa ortaya çıkabileceğini, ancak Türkiye’nin tarafsızlık politikasından kesinlikle ayrılmaması gerektiğini dile getirmiştir67. 1942 Yılı Kasım ayından itibaren Sovyetler Birliği Alman ilerleyişini Stalingrad’da durdurarak avantajlı bir duruma geçince Türkiye’ye karşı eski düşmanlık politikasını tekrar uygulamaya koymuştur. Türkiye’nin savaş içindeki dış politikası Sovyet baskısına ve eleştirilerine hedef olmuştur68. Türkiye’nin tarafsızlık politikasını devam ettirmesi artık Müttefiklerin işine gelmemekteydi. Bu nedenle 18 Kasım 1942’de Churchill, Mısır’daki kurmaylarına “Türkiye’yi baharda savaşa sokmak için en yoğun ve sürekli çaba harcanmalıdır” emrini vermiştir. Ayrıca 24 Kasımda da Churchill, Stalin’e: “Benim görüşüme göre hepimiz Türkiye’yi yanımızda savaşa sokma çabalarını tazelemeliyiz” demiştir. Stalin ise 28 Kasımda verdiği cevapta: “Türkiye’yi baharda savaşa sokmak için mümkün olan her şey yapılmalıdır. Hitler ve suç ortaklarının yenilgisini çabuklaştırmak bakımından bu çok önemlidir” demiştir69. 1943 Yılı başlarına gelindiğinde Müttefikler, Kuzey Afrika’ya çıkartma yapmış, Sovyetler Birliği Stalingrad ve çevresindeki askerî taarruzlarını arttırmıştır70. Sovyetler Birliği’nin kararlı bu askerî hareketleri sonucunda Almanlar Stalingrad’da yenilmiş ve savaşı Sovyetler Birliği kendi lehlerine çevirmişlerdir71. Müttefikler, savaşın devamını sağlamak, zafere ulaşmak için gerekli önlemleri almak ve savaş sonrası düzeni belirlemek için aralarında çeşitli toplantılar yapmışlardır. Savaşın yürütülmesini sağlamak için Kazablanka Konferansı, Washington ve Quebeck Konferansı yapılmıştır. Savaş sonrası düzeni belirlemek için de Moskova Konferansı, Kahire Konferansı, Tahran Konferansı, Yatla Konferansı ve San Fransisco Konferansı’nı düzenlemişlerdir72. 14-24 Ocak 1943 tarihleri arasında yapılan73 Kazablanka Konferansı’nda Roosevelt-Churchill buluşarak, Mihverin kayıtsız ve şartsız teslimine kadar taarruza devam kararı alıp, 1943 yılı içerisinde yapılacak taarruz plânları hazırlanmıştır. Stalin de davet edilmesine rağmen gelmemiştir74. Bu sırada yine de savaşı kimin kazanacağı belli değildi. Almanların Balkanlarda bulunması nedeniyle Türkiye’nin tarafsızlık politikası izlemesi daha da zorunlu bir hale gelmiştir. Ancak müttefikler onu savaşa sokmaya çalışmışlardır75. İngiliz Başbakanı W. Churchill, bu işi müzakere için Türkiye’ye gelmiş ve Adana’da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile görüşmüştür. Bu sırada Başbakan Şükrü Saraçoğlu ve Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak hazır bulunmuşlardır. 30-31 Ocak 1943 tarihinde heyetler arası görüşmeler yapılmıştır. Türk heyetini Başbakan Şükrü Saracoğlu, Mareşal Fevzi Çakmak, Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu temsil ederken, İngiliz heyetini ise İngiliz Büyükelçisi Hugessen, Sir Cadogan, General Wilson, General Alexander temsil etmiştir. Görüşmelerde Türk ve İngiliz siyasî düşüncelerinin aynı olduğu ortaya çıkmıştır76. Şükrü Saraçoğlu Sovyetler Birliği’nin savaştan sonra emperyalist olacağını ve çok taraflı antlaşmaların Türkiye’ye gerçek bir garanti veremeyeceğini Churchil’e bildirmiştir77. Bu görüşmede Türkiye’nin Almanya’nın yenilmesinden sonra Sovyetler Birliği’nin Avrupa’da egemen ve güçlü duruma gelmesinden çekindiği ortaya çıkmıştır78. Görüşmelerde İngiltere Başbakanı Churchill Türkiye’ye geliş maksadının Türkiye’nin silâh ve malzeme ihtiyaçlarını belirlemek olduğunu ifade etmiştir79. Churchill, yapılan ittifak antlaşması gereği olarak Türkiye’nin savaşa girme sorumluluklarını yerine getirmesini istemiştir. Antlaşmaya göre savaş Doğu Akdeniz’e sıçrarsa, Türkiye müttefikleri safında savaşa girecekti. Savaş da çoktan Doğu Akdeniz’e sıçramıştı. Ancak Türkiye savaşa girmemek için bir yol bularak dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Churchill’e “50 tümenimiz var, onu donatınız savaş girelim” deyince İngilizler bu askerî yardımı yapamayacakları için Türkiye’yi savaşa zorlamaktan vazgeçmişlerdir80. Churchill, Adana Konferansı’ndan sonra Stalin’e gönderdiği yazıda şu hususları dile getirmiştir: “…Tabiatıyla Sovyet Rusya’nın büyük kuvveti karşısında büyük endişeleri vardır. Onlara, tecrübeme göre, Sovyetler Birliği’nin hiçbir zaman bir taahhüdü ve anlaşmayı ihlâl etmediğini, kendileri için iyi terkip yapma zamanının şimdi olduğunu ve Türkiye için en emin yerin barış masasında kazananlar olarak oturmasının olduğunu belirttim. Bütün bunları ortak yararımız ve ittifakımıza uygun olarak söyledim ve sizin de onaylayacağınızı umarım…” Stalin ise bu yazıya verdiği cevapta, kendilerinin Türkiye’ye yanaşması yerine Türkiye’nin kendilerine yaklaşmak zorunda olduğu yönündeki görüşlerini şöyle dile getirmiştir: “Türkiye’nin uluslararası durumu çok nazik olmakta devam ediyor. Türkiye’nin bir taraftan SSCB ile tarafsızlık ve dostluk anlaşması diğer taraftan da Alman saldırısından üç gün önce Almanya ile yaptığı dostluk anlaşması var... Bırakın Türkiye bize yaklaşsın”81. Adana görüşmeleri sırasında Türkiye’nin kuşkularını İngiltere’ye anlatması ve ikna etmesi üzerine Sovyetler Birliği tepki göstererek, Türk ordusunun takviyesinin Almanya’ya karşı yapılan savaşla bir ilgisinin olmadığını dile getirmiştir82. Adana Konferansı’ndan sonra İngiltere’nin isteği doğrultusunda Türk-Rus yakınlaşma görüşmelerine Moskova’da Şubat 1943’te başlanmıştır. Toplantı sonucunda Türkiye temsilcisi Cevat Açıkalın’ın Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki dostluğu ortak bir bildiri ile açıklama isteği Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Molotov tarafından kabul edilmemiştir. Türkiye, Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerini İngilizlerle olan ilişkiler paralelinden sağlamak isterken, Sovyetler Birliği’nin ise bunun dışında Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında bir işbirliği istemeleri üzerine Türkiye bunu kabul etmemiştir83. Türkiye Boğazlarla ilgili olarak Montreux Sözleşmesi’ne harfiyen uyulmasında ısrar etmiştir. Ayrıca Türkiye savaşan taraflara karşı dostane hareket tarzı ile kendi menfaatlerini en iyi müdafaa edeceğine bu sırada inanmaktaydı84. Başbakan Şükrü Saracoğlu Mecliste yaptığı konuşmada da tarafsızlık politikasını sürdürecekleri yönünde görüşlerini dile getirmiştir. Başbakan Saracoğlu’nun bu konuşması Avrupa’da da etkili olmuş ve Alman sözcüsü tarafından “Saracoğlu, Türkiye’nin bitaraflık siyasetine sadık kalacağını teyid ve tesbit etti” şeklinde yorumlanmıştır85. 18 Nisan 1943 günü Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu, hükûmet adına Mihver grubu ve tarafsız devletler temsilcilerine 400 kişilik bir yemek vermiştir. Katılım oldukça fazla olmuştur86. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 9 Haziran 1943 tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi büyük kurultayında yaptığı konuşmada tarafsızlık politikasını teyit etmesi tüm dünyada memnuniyetle karşılanmıştır. Alman radyosu, İsmet İnönü’nün konuşmasını çeşitli dillerle yayınlamış ve Berlin gazeteleri ise en önemli sütunlarında bu konuşmaya yer vermişlerdir. Amerika ve İngiltere gazeteleri okuyucuları da Türkiye’nin bu politikasını anlayışla karşılamışlardır. Londra’da Reuter’in diplomatik muharriri ise bu konuşma ile ilgili olarak 9 Haziran 1943 tarihinde şu yorumu yapmıştır: “Türkiye Cumhur Reisi İnönü’nün Parti Kurultayında söylediği nutuk, Türk siyaseti hakkında beklenen doğru ve kat’i bir demeci ihtiva etmektedir. Harb bahsinde, Türkiye’nin siyaseti, her türlü tecavüze karşı Türk toprağını ve Türk hükümranlığını müdafaa için silâhlı hazırlanma ile müterafik bir tarafsızlık siyasetidir. Türk sempatisinin ne tarafa müteveccih olduğu İngiltere’de pek iyi bilinmektedir. Gene şu cihet de kabul olunmalıdır ki, Türk dış siyasetinin temel taşını, Adana mülakatı neticesinde ruhen ve maddeten takviye edilmiş olan Türk ve İngiliz ittifak muahedesi teşkil etmektedir”87. 19 Ekim ve 2 Kasım 1943 tarihleri arasında Sovyet, ABD ve İngiliz Dışişleri Bakanları Moskova’da toplanarak bir takım görüşmelerde bulunmuşlardır. Bu görüşmeler sırasında Türkiye ile ilgili olarak da şu kararlara varmışlardır: “1. Türkiye’nin ve hürriyet sever diğer devletlerin ilgi duydukları şekilde, Hitler Almanya’sının yenilgisini çabuklaştırmak konusunda, Birleşmiş Milletler safında kendi hissesini yüklenmesi için, iki Dışişleri Bakanı, Türkiye’nin 1943 sonundan evvel savaşa girmesinin çok arzu edilir olduğunu düşünmektedirler. 2. Birleşik Krallık ve Sovyet Hükûmetleri adına, taraflar arasında tespit edilecek en kısa süre içinde, 1943 sonundan önce savaşa katılması için Türkiye’ye telkinde bulunulması hususunda iki Dışişleri Bakanı anlaşmışlardır. 3. Türk hava üslerinin ve iki hükûmetin mutabık kalacakları diğer kolaylıkların müttefik kuvvetler emrine tahsis edilmek suretiyle, Birleşmiş Milletler’e bütün yardımın sağlanmasının Türkiye’den derhal talep edilmesi hususunda da ayrıca anlaşmaya varılmıştır88.” Moskova Konferansı’nda da Sovyetler Birliği Türkiye’nin savaşa katılması yönündeki kararlılığını belirtmiştir. Öyle ki, Molotov’a göre Türkiye’nin savaşa girmesinin istenmesi bir öneri olarak değil bir emir şeklinde yapılmalıdır. Sovyetler Birliği Türkiye’nin savaşa girmesiyle Almanya’nın 15 askerî tümenini Sovyet cephesinden çekeceğini düşünüyordu89. 1943 Yılı Kasım ayında yapılan Tahran Konferansı’nda Sovyetler Birliği, Türkiye’nin savaşa girmesini sağlamak için tutumunu daha da sertleştirmiştir. Stalin, “gerekirse enselerinden yakalayarak” Türklerin savaşa mutlaka sokulması gerektiğini söylemiştir90. Türkiye’nin savaşa girme durumu 1 Aralık 1943 tarihinde yapılan Kahire Konferansı’nda yeniden gündeme gelmiştir. Konferansa İnönü, Churchill ve ABD Başkanı Roosvelt katılmıştır. İngiltere yeniden Türkiye’yi müttefiklik vazifesini yerine getirmek için savaşa girmeye zorlamıştır. Türkiye’nin savaşa girmesi ile savaşın daha tez bitirilmesi amaçlanmıştır. Cumhurbaşkanı İnönü, Türkiye’nin savaşa girmesi için yeterince askerî malzeme ve teçhizata sahip olunmadığını dile getirmiştir. Churchill bu durumu önceden biliyordu. Bu toplantıda ABD Başkanı Roosvelt de bu yönde ikna edilmiş ve Türk ordusunun modern silâhlarla donatılmadan savaşa girmesinin mümkün olamayacağına karar verilmiştir91. Türkiye, 1943 yılı içerisinde de izlediği dış politika ile Müttefiklerle Mihver Devletleri arasında denge sağlayarak tarafsızlık politikasını devam ettirmiştir92.
  3. İkinci Dünya Savaşı Sırasında Türk-Sovyet İlişkileri ÖZET Bu çalışmada, İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk-Sovyet ilişkileri hakkında bilgiler verilmektedir. Türk-Rus ilişkilerinde, Çarlık döneminden itibaren Rusya’nın takip ettiği politika Boğazları ele geçirmek olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyet Rusya bu amacına ulaşmak için Türkiye’yi savaşa sokmaya çalışmıştır. Türkiye ise tarafsızlık politikası izlemiştir. Ancak savaşın sonunun belli olmasından sonra Türkiye savaşa girmiştir. Savaş sonrası ise Türkiye, ABD ve İngiltere’ye yanaşarak, Sovyet Rusya’dan gelebilecek tehlikeyi önlemeyi hedeflemiştir. Çalışmamızda Cumhuriyet Arşivi vesikaları, gazeteler, Dışişleri Bakanlığı yayınları, hatırat ve tetkik eserlerden faydalanılarak konu aydınlatılmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler Türkiye, Sovyet Rusya, İkinci Dünya Savaşı, İngiltere, Fransa. TURKISH-RUSSIAN AFFAIRS DURING THE SECOND WORLD WAR ABSTRACT This study explorers the relations between Turk and Soviet in the period of World War II. Russian politica on the relations between Turk and Soviet has consisted of planing to occupy The Bosporus and The Dardanelles since The Dynasty of Russian Czardom. During The World War II, Soviet Russia tried continuously to get Turkey to join war for reaching this aim. But Turkey executed impartial politics and however having been known the result of the war, Turkey joined it. After the war Turkey plan to ally with USA and England to avoid Russian threats. In this study was used Republic records, newspapers, the documents of Foreign Minister, memoirs, books and articles. Key Words Turkey, Soviet Russia, World War II, England, France. Giriş Türk Rus ilişkileri 1683 Viyana bozgunundan sonra Osmanlı aleyhine olmaya başlamıştır. Çar I. Petro döneminden itibaren Rusya’nın geleneksel yayılmacılık politikası Doğu Anadolu, Balkanlar ve Boğazlar üzerinde olmuştur. Bilhassa en ağır baskıyı boğazlar üzerine yaparak sıcak denizlere ulaşmayı hedeflemiştir. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya Karadeniz sahillerine ulaşmış ve Ortodoks tebayı himaye bahanesi ile Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahale etme imkânı elde etmiştir. XIX. Yüzyıldan itibaren Rusya Osmanlı Devleti’ni bölüp parçalamak için harekete geçmiştir. Bu amaçla Balkanlarda Panislavist bir politika izlemiştir. XIX. Yüzyılın sonlarından itibaren bir taraftan da Ermenileri kışkırtıp mevcut ortamdan faydalanarak Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahale etme politikası takip etmiştir. Birinci Dünya Savaşı başlarında Osmanlı Devleti’nin tarafsız politikasına İtilâf Devletleri özellikle Rusya büyük önem vermiştir. Çünkü Osmanlı Devleti tarafsız olduğu sürece müttefiklerinden Boğazlar yolu ile yardım alabilecekti. Ancak Osmanlı Devleti savaşa girince bu imkân ortadan kalktığından dolayı müttefikleri Rusya’ya silâh ve malzeme sevkiyatı için Çanakkale Cephesi’ni açtılarsa da başarısız oldular1. Yardım alamayan Rusya’nın siyasî sosyal ve ekonomik sistemi 1917 ihtilâli ile yıkılmıştır. Rusya’da yönetimi ele geiren Bolşevikler Brest-Litovsk Antlaşması ile 3 Mart 1918 tarihinde savaştan çekildiler2. Böylece Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan istifade ederek Boğazları ele geçirerek sıcak denizlere inme plânı Çanakkale’de Mustafa Kemal’in üstün komuta gücü ve Türk askerînin direnişi sayesinde başarısız olmuştur. Millî Mücadele döneminde TBMM’nin açılışından sonra yeni Türk Devleti ile Sovyetler Birliği arasında direk ikili ilişkiler başlamıştır3. Birinci İnönü muharebesinin kazanılmasından sonra Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki Millî Mücadele hareketinin başarıya ulaşacağını anlayan Sovyetler Birliği, 16 Mart 1921’de TBMM ile Moskova Antlaşması’nı imzalamıştır4. Türk Bağımsızlık Savaşı başarıya ulaşınca İtilâf Devletleri ile Türkiye arasında Lozan Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile Boğazlardan Karadeniz’e geçen askerî gemilere sınırlamalar getirilmiş ve Milletler Cemiyeti güvencesinde Boğazların her iki tarafı askersizleştirilmiştir. Ayrıca Boğazlardan geçişi düzenlemek için bir kurul oluşturulacaktı. Boğazlarla ilgili bu düzenleme Sovyetler Birliği’ni tam memnun etmemiştir. Çünkü onlar Boğazlar rejiminin Karadeniz’e kıyısı olan devletlerce düzenlenmesini istemekteydiler5. 17 Aralık 1925 Yılında Türkiye ile Rusya arasında yapılan Saldırmazlık ve Tarafsızlık Antlaşması ile iki ülke arasındaki ilişkiler 1933 yılına kadar dostane bir şekilde sürmüştür6. 1934 Yılında Balkan paktının imzalanması sırasında Rusya’nın çıkardığı gereksiz güçlükler ve Türkiye’nin İtalya’dan çekinmesine rağmen Rusya’nın İtalya’yı desteklemesi iki ülke ilişkilerinin giderek soğumaya başlamasına neden olmuştur7. Dünyada meydana gelen askerî ve siyasî gelişmeler üzerine Türkiye’nin başvurusu ile Boğazlar meselesi yeniden görüşülmüş ve 20 Temmuz 1936 tarihinde Montreux Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştır8. Yapılan düzenleme ile Boğazlar Komisyonu kaldırılarak, Boğazların kontrolü ve güvenliği Türkiye’ye verilmiştir9. İtalya’nın Akdeniz’de yarattığı tehdit, Habeşistan’ı işgali, Mussoli’nin Asya’yı hedef alan emperyalist emelleri Türkiye’nin İngiltere ile olan ilişkilerini iyi tutmaya yöneltmiştir. Türkiye bu dönemde İtalya ve Alman tehlikesine karşı İngiltere ve Sovyet Rusya’ya dayanmak istemiştir. Ancak Türkiye’nin İngiltere ile bir deklarasyon imzalanmasına varacak kadar ilişkilerin gelişmesi Batılıların Almanya’nın kendisine saldıracağından endişelenen Rusya bu ilişkileri iyi karşılamamıştır. Böylece İngiltere Türkiye’nin dış politikasında önce İtalya’ya sonra da Sovyet Rusya’ya karşı bir dayanak olmuştur.10 Özellikle Almanya’nın Mart 1939’da Çekoslovakya’yı işgali ve doğuya doğru yayılma politikası Türkiye’yi endişelendirmiş ve Batı dünyasına yanaşmasına neden olmuştur11. Almanya’nın Polonya üzerindeki baskısının artması, Almanya ve İtalya’nın Balkanlardaki faaliyetlerini yakından takip eden Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile müzakerelere başlamasına neden olmuştur12. Türk-İngiliz-Fransız Deklarasyonu ve Sovyetler Birliği’nin Tutumu İtalya’nın 1939 yılı Nisan ayında Arnavutluk’u işgali Türkiye’yi endişelendirmiştir. İtalya’nın bu saldırısı üzerine İngiltere ve Fransa 13 Nisan 1939’da Yunanistan ve Romanya’ya garanti vermiştir. Aynı garantinin Türkiye’ye de verilebileceğini söylemeleri üzerine Türkiye hemen kabul ederek, İngiltere ve Fransa ile müzakerelere başlamıştır13. Bu sırada Türkiye’nin endişelendiğini gören Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Von Papen Türkiye’nin İngiltere ile olan müzakerelerinin bir ittifaka varmasına engel olmak ve Türkiye’nin tarafsızlığını sağlamak amacıyla hemen harekete geçmiştir. Almanya en kısa zamanda Türkiye’ye etkin garantiler vereceğini, Türk Dışişleri Bakanı Saraçoğlu’na bildirmiştir14. Bu arada Sovyet Dışişleri Bakanı Yardımcısı Potemkin Ankara’ya gelmiş ve Türkiye tarafından iyi karşılanmıştır. Bu sırada Sovyet Dışişleri Bakanı Yardımcısı Almanya’ya karşı mukavemet edilmesini ve Batılılarla işbirliği edilmesini istemiştir. Zaten Türkiye’nin düşüncesi de bu yöndeydi. Bu görüşmelerle ilgili olarak Türkiye, Sovyetler Birliği’ni haberdar etmiştir. Türkiye’nin İngiltere ile 15 Nisanda başlayan müzakereleri 12 Mayıs 1939 tarihinde Türkiye’yi “Barış Cephesi”ne bağlayan bir deklarasyonun yayınlanması ile sonuçlanmıştır. Bu deklarasyona göre iki taraf kendi milli güvenlikleri için bir ittifak antlaşması imzalayacaklardı. Bu antlaşma imzalanıncaya kadar taraflar Akdeniz bölgesinde savaşa yol açabilecek bir saldırı halinde işbirliği yaparak birbirlerine her türlü yardımda bulunmaya hazırlanacaklardı. Ancak bu antlaşma ile deklarasyon hiçbir devlete karşı olmayacaktı. Ayrıca Türkiye ve İngiltere Balkanlarda güvenliğin sağlanmasının gerekliliğini ilân etmişlerdir. Hatay sorununun çözülmesinden sonra Fransa ile de aynı şekilde bir deklarasyon 23 Haziran 1939 tarihinde yapılmıştır. Sovyetler Birliği Türk-İngiliz deklarasyonunu iyi karşılamış ve basınında bu ittifakı öven yazılar yayınlamışlardır15. Almanya ve İtalya ise deklarasyona karşı tepki göstermişlerdir. Almanya, Türkiye’nin sipariş ettiği tüm savaş araç ve gereçlerinin gönderilmesini durdurmuştur16. Bu sırada Mihver devletleri Türk-İngiliz ilişkilerinin hiç olmazsa gelişmesini önlemeye çalışmışlardır. Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Von Papen bu deklarasyonun bir ittifaka varmasını önlemek için hükûmet üzerinde baskıda bulunmaya çalışmıştır. 22 Mayıs 1939 tarihinde Von Papen Alman-İtalyan ittifakının imzası dolayısıyla Berlin’e gittiği zaman İtalyan Dışişleri Bakanı Kont Ciano’ya Türkiye’nin Almanya için önemine işaret ederek, İtalya’nın Oniki Ada’yı Türkiye’ye vermesi gerektiğini söylemiş ve Türkiye’yi İngiltere’ye yaklaştıran nedenin İtalya’nın Arnavutluk politikası olduğunu belirtmiştir. Özellikle Oniki Ada açısından Türk-İngiliz yakınlaşması İtalya’yı endişelendirmiştir17. Sovyetler Birliği ve Almanya’nın Türkiye’yi Kendi Taraflarına Çekme Çabaları Türkiye savaş sırasında yayılmacı bir politika izlemediği halde kendisi yayılmacı politikaların hedefi olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye birinci derecede Sovyetler Birliği’nin yayılmacılığından çekinmiştir. İkinci olarak da Almanya ve İtalya yayılmacılığından endişelenmiştir18. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından Rusya’nın savaşa girdiği 22 Haziran 1941 tarihine kadar Türkiye ve Rusya ilişkileri açısından iki önemli konu vardır. Bunlar Rusya’ya karşı saldırı projesiyle, Rusya’nın Mihver devletleriyle Türkiye üzerinde pazarlıkları ve Balkan politikasıdır. İngiltere de bu sırada Türk-Rus ilişkilerini yakınlaştırmaya çalışmıştır19. Bu sırada Sovyetler Birliği ile İngiltere ve Fransa arasında da görüşmeler yapılmaktaydı. Ancak bu üç devlet arasındaki görüşmeler kısa süre içerisinde kesilmiştir. 23 Ağustos 1939’da Almanya-Sovyetler Birliği Dostluk Antlaşması yapılmıştır. Bu da Türkiye’yi ister istemez etkilemiştir. Çünkü Türkiye Sovyetler Birliği ile silâhlı bir çatışmaya sürüklenmek istemiyordu20. Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki görüş ayrılıklarına rağmen Türkiye Sovyetler Birliği’nin Barış Cephesine katılacağına inanmıştı. 23 Ağustos Paktı ile Sovyetler Birliği Almanya ile diplomaside sıkı bir işbirliği içerisine girmiştir. Almanya Boğazların Batılılar tarafından kullanılmasından korktuğundan dolayı Sovyetler Birliği vasıtasıyla Türkiye’ye baskı yapmaya çalışmıştır. Sovyetler Birliği de Boğazların Batılıların eline geçmesini istemiyordu21. Sovyetler Birliği’nin 23 Ağustos 1939 tarihinde Almanya ile bir Saldırmazlık Paktı imzalaması ile Türkiye’nin Sovyetler Birliği’nin de katılacağı ümidi ile katıldığı “Barış Cephesi”nde Türkiye iki Batılı devlet ile yalnız kalmıştır22. Almanya ve Sovyetler Birliği arasındaki bu paktın imzalanmasından hemen sonra savaş başlamıştır. Almanya ile Sovyetler Birliği Polonya’yı, ayrıca Sovyetler Birliği Baltık ülkelerini işgal etmeye başlamıştır. Bu gelişmeler sırasında Sovyetler Birliği’nin daveti üzerine bir dostluk antlaşması yapmak üzere Türk Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, Genel Sekreter Yardımcısı Cevat Açıkalın ve Siyasî İşler Genel Müdürü Feridun Cemal Erkin’in içinde bulunduğu bir heyet 22 Eylül 1939’da Sovyetler Birliği’ne hareket etmiş ve 25 Eylül 1939’da Moskova’ya ulaşmıştır23. Bu sırada Türkiye’nin amacı İngiliz ve Rus dostluklarını bağdaştırmaktı. Rusya’nın amacı ise farklıydı. Çünkü Türkiye Almanya’yı çevreleyen pakta girmiş ve Rus-Alman Paktı 23 Ağustosta tamamlandıktan sonra da Almanya ısrarla Türkiye’nin tarafsızlığının sağlanması için Sovyet Hükûmetine baskıda bulunmuştur. Bu ziyaret sırasında Sovyetler Birliği’nin amacı Türkiye’yi “Barış Cephesi”nden ayırmaktı24. Türk Heyeti 26 Eylül 1939 tarihinde Sovyet Rusya Dışişleri Bakanı Molotov ile görüşmelere başlamıştır25. Ancak görüşmelerde Sovyetler Birliği bir Türk-Sovyet Anlaşması yerine Möntrö Boğazlar Sözleşmesi üzerinde kendi lehlerine bazı değişiklikler yapılmasını istemişlerdir Ayrıca Türk-İngiliz-Fransız Üçlü Antlaşmasının Sovyetler Birliği’nin gelecekteki çıkarlarına aykırı olduğundan bu antlaşmadan da bazı değişiklikler yapılması istenmiştir26. Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu Üçlü Andlaşma’nın parafe edilmiş olduğundan ve Boğazlar Sözleşmesinin ise uluslararası bir niteliğe sahip olması nedeniyle değiştirilmesinin mümkün olamayacağını söylemiştir. Bu görüşmeler sırasında Alman Dışişleri Bakanı Von Ribbentrop da Moskova’ya gelince Türk-Sovyet görüşmelerine Almanya’nın etkisi de olmaya başlamıştır. Bunun üzerine Sovyetler Birliği, Türk-Sovyet görüşmelerini ertelemiştir. Molotov, Almanya Dışişleri Bakanı ile olan görüşmelerini öne alıp 28 Eylül 1939’da Sovyetler Birliği ile Almanya arasında yeni bir antlaşma ve gizli protokoller imzalanmıştır. Türk-Sovyet görüşmeleri 1 Ekim 1939’da yeniden başlamıştır. Görüşmelere Şükrü Saraçoğlu, Stalin ve Molotov katılmıştır. Sovyetler Birliği yine eski istekleri tekrarlamıştır27. Sovyetler Birliği Almanya’nın da etkisiyle Türkiye’ye eski şartları da içerisine alan bir antlaşma teklifi sunmuştur. Bu antlaşma şartlarından bazıları şöyleydi: 1. Barış ve savaş zamanında, Türkiye tarafsız veya savaşan olsun, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlere ait savaş gemilerinin Boğazlardan geçmeleri ve Karadeniz’e girmeleri söz konusu olduğu zaman her defasında Türk ve Sovyet Hükûmetleri birbirlerine danışacak ve birlikte karar vereceklerdir. 2. Türkiye, Montreux Sözleşmesi’nin 18. maddesinde öngörülen tonajın beşte birini aşan, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerini Boğazlar’dan geçirmeyecektir. 3. Türkiye, Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin insani bir amaç ile Karadeniz’e gönderecekleri savaş gemilerini Boğazlar’a ve Karadeniz’e sokmayacaktır. 4. Muharip devletlere mensup olup, Milletler Cemiyeti Konseyinin kararı ile gönderilen savaş gemilerinin geçişi ancak Sovyetler Birliği’nin bu karara katılması halinde mümkün olacaktır. 5. Türkiye ve Sovyetler Birliği, aralarında önceden anlaşma sağlanmadan, Boğazlar’dan geçiş rejiminin değiştirilmesiyle ilgili hiçbir görüşmeye katılmayacaklardır28. Görüldüğü gibi bu önerilerle “boğazların ortak savunulması için bir paktın kurulması, Türkiye ile imzalanacak antlaşmanın Sovyetler Birliği’ni hiçbir şekilde Almanya ile silâhlı bir çatışmaya sürüklenmeyeceğini öngören Almanya lehine bir kaydın antlaşma metnine konulması, Montreux Sözleşmeleriyle Karadeniz’de kıyısı olmayan devletlerin savaş gemilerine boğazların kapatılması, Sovyetler’in Baserabya’yı ve Bulgaristan’da Dobruca’yı ellerine geçirmeleri karşısında Türkiye’nin tarafsız kalması” istenmekteydi. Sovyetler Birliği’nin bu tür istekleri Türkiye’nin güvenliğini ve bağımsızlığını ilgilendiren hususlardı. Bu nedenle de Sovyetler Birliği’nin sunduğu bu teklifleri Şükrü Saraçoğlu reddetmiş ve 17 Ekim 1939 tarihinde Moskova’dan ayrılmıştır. Böylece Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin yolları ayrılmıştır29. Bu görüşmeler Türk-Sovyet ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuştur. Bu döneme kadar Türkiye devamlı olarak Rusya’ya danışarak hareket etmiş ve Rusya’nın menfaatlerini devamlı olarak gözetmiştir30. Moskova’da yapılan görüşmelerden sonra Türkiye Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik politikasında büyük endişe duymaya başlamıştır. Sovyetler Birliği’nin Boğazlar üzerindeki emelleri ve istekleri Türkiye’nin Boğazlar konusundaki politikasına ters düşüyordu31. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 1 Kasım 1939 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 6. dönem 1. yasama yılını açış konuşmasında Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında yapılan bu görüşmeleri aşağıdaki şekilde değerlendirmiştir: “Malumunuz olduğu veçhile Hariciye vekilimiz, Sovyet Hükûmetinin misafiri olarak Moskova’da üç hafta kadar temas ve müzakerede bulundu. Bu müzakerelerden, eski dostumuz Sovyet İttihadile aramızda bugünkü mesud münasebetlerden daha ileri bir vaziyet ifa edecek bir anlaşma meydana geleceğini ümid etmiştik. Neticeye varmak için iktidarımızda bulunan bütün gayreti sarf etmiş ve bir an muvaffakiyetin elde edildiği anlayışına varmıştık. Buna rağmen, bizim menfaatimize olduğu kadar karşı tarafın menfaatine de muvafık olduğunu zannettiğimiz neticenin istihsali, bu defa mümkün olamamıştır. Bununla beraber, bilirsiniz ki, iki komşu memleket arasındaki dostluk kuvvetli esaslara müsteniddir. Bu devrin muvakkat icablarından doğan şartlar ve imkânsızlıklar, bu dostluğu ihlal etmemelidir. Biz mazide olduğu gibi atide de Türk-Sovyet münasebetlerinin dostane seyrini samimi olarak takib edeceğiz32”. Türk-İngiliz-Fransız İttifakı ve Rusya’nın Tutumu Şükrü Saraçoğlu’nun Moskova ziyareti ve sonucunda herhangi bir antlaşma yapılmaması üzerine Ankara’da 19 Ekim 1939’da Türk-İngiliz-Fransız İttifakı imzalanmıştır.33 Bu ittifak antlaşması maddeleri ise şunlardı: 1. Bir Avrupa devletinin saldırısı ile başlayan ve İngiltere ile Fransa’nın katılacakları bir savaş Akdeniz’e intikal ettiği takdirde Türkiye, İngiltere ve Fransa’ya yardım edecekti. Savaş Akdeniz’e intikal etmediği takdirde taraflar istişarede bulunacaklar ve Türkiye böyle bir halde hiç değilse İngiltere ve Fransa’ya karşı tarafsız bir politika izleyecekti. 2. Türkiye bir Avrupalı devletin saldırısına uğrarsa İngiltere ve Fransa Türkiye’ye yardım edecekler. 3. Türkiye, Romanya ve Yunanistan’a verdikleri garantilerin yerine getirilmesinde İngiltere ve Fransa’ya yardım edecekti. 4. Bunların dışında Türkiye, ittifak antlaşmasına ek 2 numaralı protokolle, antlaşmadan doğan taahhütlerin kendisini Sovyetler Birliği ile savaşa sürüklemeyeceği hakkında bir ihtirazı kayıt koydu. Türkiye’nin böyle bir ihtirazı kaydın antlaşmaya konmasını istemesinin nedeni Sovyetler Birliği ile ilişkilerini bozmak istememesiydi34. 5. Taraflar bu antlaşmanın uygulanması sonucu olarak savaşa girerlerse, mütareke ya da barışa birlikte karar vereceklerdi. 6. Antlaşmanın yürürlük süresi onbeş yıl olacaktı35. İttifakın imzalanmasından bir gün sonra 20 Ekim 1939 tarihinde Ankara’da İngiltere, Fransa ve Türkiye arasındaki ittifaka ek olarak iktisadî ve malî anlaşmalar da imzalandı. Bu anlaşmalara göre İngiltere ve Fransa savaş malzemesi tezviyatını karşılamak üzere Türkiye’ye 25 milyon Sterlinlik, yirmi yıl vadeli %4 faizli bir kredi açmaktaydılar. Daha sonra İngiltere ve Fransa ile iktisadî, malî ve askerî konular üzerinde başka görüşmeler de yapıldı36. Türkiye bu ittifak antlaşmasıyla İngiltere ve Fransa’nın yardım ve desteğini sağlamış, aynı zamanda Sovyetler Birliği ile bir savaşa sürüklenmek istemediğini göstermekle birlikte ondan ayrılarak Batılı devletlere yaklaşmıştır. Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile olan dış siyasetinde önemli değişiklikler ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı Sovyetler Birliği Türkiye’nin İngiltere ve Fransa ile olan ittifakını tepkiyle karşılamıştır. Bu antlaşmaya yine bir tepki olarak Sovyetler Birliği, Türkiye’ye yapmakta olduğu petrol sevkiyatını durdurmuştur. Türkiye izlediği bu politika ile İtalya ve Almanya saldırısına ve Sovyetler Birliği tehlikesine karşı İngiltere ve Fransa’nın yardımını sağlayarak bir denge politikası izlemiştir. Ancak 1940 yılı yazında Almanya’nın Fransa’yı yenmesi ve topraklarının bir bölümünü işgal etmesiyle Fransa’nın Türkiye’ye destek sağlaması imkânı ortadan kalkmıştır37. Türk-İngiliz-Fransız İttifakı Sonrası Türkiye Sovyetler Birliği İlişkileri 21 Ekim 1939’da İzvestia Gazetesi “İngiliz ve Fransızların Türk-Rus dostluğunu kullanarak, Rusya ile Almanya’nın arasını açmaya çalıştıklarını, barış politikasına bağlı Rusya’nın bu oyuna gelmediğini, Türkiye’nin ise bir harbe doğru sürüklenmeye başladığını yazmıştır38. Bu sırada Londra basını Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında bir savaşın çıkmak üzere olduğu yönünde bir takım iddialarda bulunmaya başlamıştır. İki ülke arasındaki ilişkileri kötüleştirecek her türlü olayı önlemek amacıyla Başbakan Refik Saydam radyoda yaptığı konuşmada Türk-Sovyet ilişkileri hakkında şu açıklamayı yapmıştır: “Şu son günlerde dolaşan gizli amaçlı rivayetlere rağmen Sovyetler Birliği ile ilişkilerimizde hiçbir değişiklik yoktur. Herkesin ancak şahsı adına teminat verebileceği bir anda yaşamaktayız. Bizim kendi hesabımıza Sovyetler Birliği’ne harb ilân etmek niyetimiz katiyen yoktur. Sovyetler Birliği’nin de Türkiye’ye karşı bir tecavüze geçeceği hakkında hiçbir delil mevcut değildir”39. 31 Ekim 1939 tarihinde ise Rusya Yüksek Şurasında konuşan Molotof “Türkiye temkinli tarafsızlık politikasını bir yana iterek Avrupa savaş yörüngesine girdi. Sovyetler Birliği ise ellerinin bağlı olmamasını ve tarafsızlık politikasını tercih etti. Türkiye bu kararından dolayı bir gün pişman olacak mı göreceğiz” demiştir. Ancak Rusya’nın bu tarafsızlık politikası 22 Haziran 1941 tarihinde Almanya’nın saldırısına uğramasına kadar sürmüştür. Buna karşın Türkiye savaşın sonuna kadar tarafsız kalabilmiştir. Bu sefer de Türkiye tarafsız kalması nedeniyle Rusya tarafından tenkit edilmiştir40. Almanya Yayılmacılığı Karşısında Sovyetler Birliği ve İngiltere’nin Türkiye’yi Kendi Taraflarına Çekme Çabaları Almanya 1940 yılı yazından itibaren Türkiye’yi kendi safına çekmek amacıyla yoğun bir propaganda faaliyeti içerisine girmiştir. Türkiye ise 14 Haziran 1940 tarihinde topraklarına bir saldırı olmadıkça Türk-İngiliz-Fransız İttifakı yükümlülüklerinin gereği olarak savaşa katılmayacağını açıklamıştır. Almanya bu sırada Türkiye’yi İngiliz-Fransız ittifakından koparıp Sovyet tehdidi altına sokarak Mihver Bloku’na katılmasını sağlamaya çalışmıştır41. Stalin 1 Temmuz 1940’da Moskova’daki İngiliz Büyükelçisi Sir Stafford Cripps’den Türk-Sovyet ilişkilerini iyileştirilmesi konusunda İngiltere’nin yardımını istemiştir. Bu teklif İngiltere’nin de işine gelmekteydi. Çünkü Türk-Sovyet işbirliği sağlanırsa bir yandan Almanların Balkanlara ve Karadeniz’e inmeleri önlendiği gibi Türkiye’nin Sovyetler Birliği baskısı sebebiyle Almanya’ya yanaşmasının da önlenebileceği düşünülmüştür42. İngiltere bu konuda Türkiye’nin nabzını yoklamış, Türkiye ise Sovyetlerle ilişkilere büyük önem verdiklerini ancak Türkiye tam bağımsızlık ve emniyet endişelerini tamamen hesaba katmayan bir uzlaşmayı kabule kesinlikle taraftar olmadıklarını İngiliz Sefirine bildirmiştir43. Almanya 3 Temmuz 1940 tarihinde Fransa’nın Bakü petrollerini bombalama hareketi hususunda Türkiye ile görüştüğü yolunda bazı gizli belgeleri açıklaması Türk Sovyet ilişkilerini zor bir duruma sokmuştur. Gerçekte Türkiye’nin bu eyleme destek vereceğine dair açık bir kanıt olmamasına rağmen Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin arası açılmıştır. Sovyet Rusya olaya çok sert tepki göstererek Türkiye’yi saldırganlıkla suçlayıp, büyükelçisini geri çağırmıştır.44 1940 Yılı Ekim ayında İtalya Yunanistan’a saldırırken Almanya da aynı yıl içerisinde Macaristan ve Romanya’yı işgal etmiştir45. Sovyetler Birliği de Balkanlar vasıtasıyla boğazlara ulaşmak için bir takım faaliyetler içerisine girmiştir. Bulgaristan Nafia Nazırı Vasilev de Dobruca’nın kurtuluşunu kutlamak amacıyla yaptığı konuşmasında bu husus ile ilgili olarak Bulgaristan’ın Moskova tekliflerine mukavemet edebildiğini ve bundan sonra da etmeğe muvaffak olacağını vurguladıktan sonra şunları söylemiştir: “Sovyet Rusya, Bulgaristan yolu ile Boğazlara ulaşmak istiyordu. Moskova Hükûmeti’nin, Sofya Hükûmetine 1940 İkinci Teşrininde tevdi ettiği notanın hedefi bu idi. Eğer Bulgaristan Sovyet Rusya’nın parlak vaadlerine kapılsaydı, tekrar boyunduruk altına girmek tehlikesine maruz kalacaktı. Rus kıtalarının Bulgaristan’a girmesi, memleketimiz istiklâlinin sona ermesi demek olacaktı”46. Balkanlarda Alman tehlikesinin artması ile birlikte İngiltere Ocak 1941 tarihinden itibaren Türkiye’nin Almanya’ya savaş ilân ederek savaşta yer alması için baskıda bulunmaya başlamıştır. Bu sırada Amerika da İngiltere yanında yer alarak, Türkiye Almanya’ya karşı direnecek olursa Türkiye’ye de yardım edeceklerini bildirmiştir. Türkiye ise bu iki ülkenin amaçlarını desteklediğini ancak herhangi bir yükümlülük altına girmeyeceklerini bildirmiştir. İngiltere bu sırada Türkiye’de üs istemişse de İsmet İnönü, İngiliz askerî kuvvetlerinin Türkiye’ye girmesine izin vermeyeceğini bildirerek, İngiltere’nin vaad ettiği savaş malzemelerini göndermesini istemiştir. Sovyetler Birliği de bu sırada Türkiye’nin Müttefikler safında savaşa girmesi için baskıda bulunmuştur. Bu sırada İngiltere aracılığı ile Amerika Türkiye’ye bir miktar askerî yardımda bulunmuştur47. 1940 yılı sonlarında ve 1941 yılı ilk aylarında Almanya Balkanlarda yayılma hareketine girişmiştir. Kısa süre içerisinde tüm Balkanlar doğrudan ve dolaylı olarak Almanya’nın nüfuz sahası altına girmiştir48. Bulgaristan ile Türkiye 17 Şubat 1941’de bir Türk-Bulgar Saldırmazlık Demecini imzalamışlardır49. Bu ittifakla Balkanların savaşa girmesi önlenmeye çalışılmıştır. Ancak daha sonra Bulgaristan Üçlü Pakta yani Alman cephesi tarafına geçti. Nisan 1941’de Almanlar Yunanistan ve Ege adalarını işgal etmeye başlamışlardır50.
  4. T.C. BAŞBAKANLIK ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ BAŞKANLIĞI Kuruluş, Amaç ve Görevleri: Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 134.maddesi uyarınca, 2876 sayılı kanunla Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu'nun kuruluşuna dahil, tüzel kişiliğe sahip, bilimsel hizmet ve faaliyetlerde bulunmak üzere 1983 yılında kurulmuştur. Merkezin kuruluş amacı Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılaplarını bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak, yaymak ve bu konuda yayımlar yapmaktır. Bu amacı gerçekleştirmek için yerine getirdiği görevler şunlardır: Atatürk'ün kişiliğini, ilkelerini, Atatürkçü düşünceyi, Atatürk inkılaplarını aydınlatacak, değerlendirecek bilimsel araştırmalar yapmak veya yaptırmak, Devlet ve toplum hayatına Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılaplarını egemen kılmak ve yaşatmak için gerekli bilimsel araştırma ve incelemeleri yapmak, elde edilen sonuçları örgün ve yaygın eğitimde kullanılır hale getirmek, ilgili kurum ve kuruluşlara bu konularda ve elde edilen sonuçlar üzerinde önerilerde bulunmak, talepleri halinde gerekli desteği sağlamak, Atatürk, Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi ile ilgili Türkçe ve yabancı dillerde yazılmış kitap, broşür, dergi ve benzeri materyalden oluşan bir kitaplık kurmak, Milli Mücadele, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ve Cumhuriyet dönemi olayları ile Atatürk ilke ve inkılâplarının oluşmasını belirleyen her türlü kaynak ve belgeleri toplamak, bunları bilimsel yöntemlerle düzenlemek, incelemek ve araştırma yapacakların hizmetlerine sunmak, Toplumun her kesiminin Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkılapları konularında, aynı görüş, inanç ve düşüncede birleşmesini sağlayacak açık, kesin ve temel kavranılan ortaya koymak üzere bilimsel araştırmalar yapmak, varılan sonuçlan ve konulara kaynak teşkil eden fikri materyali ve bu amaçla başta Atatürk'ün eserleri olmak üzere Atatürkçü düşüncenin yerleşmesinde ve yayılmasında hizmeti geçmiş fikir adamlarının bu konudaki konuşma, konferans ve yazılarını toplayarak yaymak, yayımlamak, Atatürkçü düşünceye, Atatürk ilke ve inkılâplarına uygun milli hedeflerin tespitinde, seçiminde fikir birikimini sağlayacak tedbirleri almak, bu konularda ilgili kurum ve kuruluşların taleplerini karşılamak, Amaç ve görevleriyle ilgili kongreler, konferanslar, seminerler, kurslar, her türlü bilimsel toplantılar, geziler, sergiler düzenlemek, yurtiçi ve yurtdışı bilimsel toplantılara katılmak, Amaç ve görevleri doğrultusunda süreli ve süresiz yayınlar yapmak, aynı mahiyetteki yayınlan desteklemek, yaptığı bütün araştırma, inceleme, kongre, konferans ve seminerlerin sonuçlarını yayımlamak, Amaç ve görevi ile ilgili konularda inceleme ve araştırma yapacaklara ve lisansüstü çalışmalarda bulunacaklara her türlü destek ve yardımlarda bulunmak, Yurtiçinde ve yurtdışında Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkılâpları konuları ile Cumhuriyetimizin kuruluşunu hazırlayan ve Cumhuriyet dönemindeki olayların sebepleri ve gelişmeleri konularında üstün, başarılı eserler veren, eğitim ve öğretim hayatında ve çalışma alanlarında ve hizmet yerlerinde Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda örnek çalışmalarda bulunan Türk ve yabancı gerçek ve tüzel kişileri çalışmalarında, hizmet ve faaliyetlerinde desteklemek, Amaç ve görevleri ile ilgili olarak, yurtiçinde ve yurtdışında yerli ve yabancı, resmi ve özel eğitim, bilim, kültür, sanat kurum ve kuruluşları ile araştırma merkezleri, arşivler ve benzeri yerlerle ve çeşitli dallardaki araştırmacı, yazar ve sanatkârlarla işbirliğinde bulunmak, Amaç ve görevlerine giren konularda, yurtiçi ve yurtdışındaki yayınları izlemek, incelemek, değerlendirmek ve varacağı sonuçlan yetkili organ ve kurumlara sunmaktır. Ayrıca, her yıl belirlenen bir takvimle Ankara içi ve dışı konferans, panel, sempozyum ve sergilerin dışında dört yılda bir olmak üzere Uluslararası Atatürk Sempozyumları düzenlenmektedir. Atatürk Araştırma Merkezi, Başbakanlık ve Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı'na sunduğu Araştırma ve Yayın Projeleriyle, bilgisayar donanımları ve İnternet bağlantılarıyla bütün Dünya ile iletişim bağlarını kurmuş ve çağdaş bilimsel faaliyetlere etkili olarak katılmaktadır.
  5. LOZAN BARIŞ ANDLAŞMASINA GÖRE TÜRK-YUNAN NÜFUS MÜBADALESİ-4 LOZAN BARIŞ KONFERANSININ SONA ERMESİNDEN SONRA TBMM’DE YAPILAN GÖRÜŞMELER 4 Şubat 1923’de kesilen Lozan Barış Konferansı görüşmeleri 23 Nisan 1923’de yeniden başlamıştır. Üç aylık yoğun görüşmelerden sonra 24 Temmuz 1923’de Konferans sona ermiştir. Türk Heyeti Lozan’da Barış Andlaşması ve ona bağlı on beş sözleşme imzalayarak ülkeye dönmüştür. Lozan Barış Konferansı sonucu TBMM Hükümeti ile Büyük Britanya, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan ve Romanya arasında imzalanan Andlaşma ile ona bağlı on beş sözleşme ve senet 15 Ağustos 1339 (1923) günü İcra Vekilleri Heyeti toplantısında kabul edilmiştir. İcra Vekilleri Heyet Reisi Ali Fuat tarafından söz konusu belgeler, görüşülerek onaylanması amacıyla 21 Ağustos 1923’de TBMM’ne sunulmuştur. Konu aynı gün Mecliste görüşülmeye başlanmıştır. Görüşmelere geçilmeden önce Hariciye Encümeni, imzalanan belgelerin gerekçelerim açıklamış ve ilgili yasaların kabulünü istediği Mazbatayı Meclise sunmuştur 38. Encümen, “Rum ve Türk Ahali Mübadelesi İle İlgili Sözleşme”nin gerekçesini, “Öteden beri memleketin huzur ve sükununu ihlal etmekten ve tabi oldukları devletin hayat ve emniyetini tehlikeye ilka edecek harekatı ihanetkaranede bulmaktan bir an fariğ olmayanlardan tasaffı etmek yeni Türkiye için bir zarurettir”e dayandırmıştır. Bu gerekçeyle Rumların savaş sırasındaki göçü de açıklanmış olmaktadır. TBMM Hükümetince Rumlar, yeni devletin geleceği için -geçmişteki tavırlarından dolayı- bir tehlike oluşturmaktadırlar. Ayrıca Rumların göçü, Yunanistan’da yaşayan Türkler için ayrı bir zulüm oluşturmuştur. Bu kez de Rumlar Türkleri, yaşadıkları yerlerden “cebren terke mecbur etmişlerdir”. Oysa bu durum Türklerin hukuk ve menfaatlerinin ihlali demektir. Mübadele sözleşmesi bu durumu da düzeltecektir. Yani mübadele, karşılıklı olarak, göçlere hukuki bir zemin hazırlayacaktır. Hariciye Encümeni Mazbatasından sonra Lozan barış Konferansı sırasında imzalanan belgelerle ilgili kanun tasarısının tartışılmasına geçilmiştir. Görüşmelerin tümü göz önüne alındığında. Mübadele Sözleşmesinin fazlaca tartışılmadığı görülmektedir. Çünkü o dönemde mübadele, genel kabul gören bir konu durumundadır. Meclis görüşmelerinde mübadele konusuna dört milletvekili değinmiştir. Bunlardan Menteşe Milletvekili Şükrü Kaya, Tekirdağ Milletvekili Faik Bey ve İzmir Milletvekili Mustafa Necati Bey mübadele sözleşmesi aleyhine konuşurken İstanbul Milletvekili Sırrı Bey, sözleşmenin lehinde konuşmuştur. Menteşe Milletvekili Şükrü Kaya ile Tekirdağ Milletvekili Faik Bey, mübadeleyi daha çok Batı Trakya sorunu ile bağlantılı olarak eleştirmişlerdir. Şükrü Kaya Bey, Batı Trakya’nın Türkiye sınırlarının dışında tutulmasını Misakı Milli’ye aykırı görmektedir 39. Bu durum Balkanlarda barışı sağlamak yerine yeni sorunlar çıkaracaktır. Eğer Balkanlarda bir barış isteniyorsa bunun yolu, Batı Trakya’yı Türklere vermekten geçmektedir. Çünkü burada yaşayanların büyük çoğunluğu Türktür. Şükrü Kaya Bey’e göre işin en kötü yanı Batı Trakya Türklerinin mübadele dışı tutulmasıdır. Çünkü Yunanistan, Türkler üzerinde hali hazırda bir imha politikası uygulamaktadır. Bunun sonucu olarak orada bir tek Türk bırakılmayacaktır. Ayrıca İstanbul’daki Rumların mübadele dışı tutulmasının nedeni, Batı Trakya’daki Türkleri muhaceret tehlikesinden kurtarmak endişesidir. Bu her ne kadar tehlikeli bir fedakarlıksa da zorla göçe karşı da bir çareyi beraberinde getirmektedir. Batı Trakya Türklerinin göçe zorlanması durumunda İstanbul’daki Rumların buradan çıkarılarak cevap olanağı sağlanmış olmaktadır. Bu da mübadelenin olumlu yönüdür. Tekirdağ Milletvekili Faik Bey de Batı Trakya’nın Türkiye’den koparılmasına karşı çıkmıştır. Faik Bey, Batı Trakya’nın tamamen Türk olduğunu, emlak ve arazinin hemen tamamının Türklerin olduğunu belirtmiş, Batı Trakya halkının kendi kaderini tayin etmesi gerektiğini savunmuştur 40. Faik Bey’e göre bu vatan parçası kayıtsız şartsız Yunanistan’a teslim edilmiştir. Bu yetmiyormuş gibi Andlaşma ile Batı Trakya “asırların ayıramadığı iki parçaya ayrılmıştır”. Bunu sağlayan da mübadele sözleşmesidir. Sözleşme ile Orfani Körfezi, Mestakarasu Nehri ve Perim Dağları sının ile bilinen Batı Trakya, Bükreş Andlaşması esas alınarak ikiye bölünmüştür. Mübadele sözleşmesi, Batı Trakya’nın sınırlarında yapılan değişiklik sonucu bir kısım Batı Trakyalıyı vatanlarından etmiştir. Böylece Türkiye, onlar üzerindeki hakkından vazgeçmiş olmaktadır. Mübadeleyi eleştirenlerden İzmir Milletvekili Mustafa Necati Bey ise daha çok “müsavat” üzerinde durmuştur 41. Mustafa Necati Bey’e göre Yunanistan’daki Türkler “Yunanistan kanunlarına itaat ederek tam bir tebaa olarak yaşamışlardır”. Oysa Rumlar, Yunan işgalinde düşmanla işbirliği yapmış ve düşmanla beraber kaçmışlardır. Mübadele sözleşmesi ise böylesine iki halkı eşit gömlektedir. Dolayısıyla Heyeti Murahhasamız “çok lütufkar” davranmıştır. Mübadele ile Türklerin yüzyıllardır yaşadıkları toprakları bırakmak zorunda kalacağına değinen İstanbul Milletvekili Süleyman Sırrı Bey, mübadele olayının daha çok olumlu yönlerini vurgulamıştır. Diğer konuşmacıların aksine mübadelenin yararlı olacağını savunmuştur 42. Süleyman Sırrı Bey’e göre mübadele ile “yuvalarına yılan girmiş kuşlar gibi çırpınan” Türklerin derilerine çare bulunmuş olunacaktır. Çünkü Türkler, Türkiye’ye gelmek istemektedirler. Ayrıca savaş sırasında gitmiş olan Rumların boş bıraktıkları toprakları ve evleri işletecek insanlara ihtiyaç vardır. Doğaldır ki buralara Türklerin yerleştirilmesi en uygun çözüm olacaktır. Görüşmelerin son sözünü Hariciye Vekili İsmet Paşa almıştır. Lozan’da imzalanan belgelerin savunmasını yapan İsmet Paşa, mümkün olan en iyi şeyin yapıldığını söylemiştir. İsmet Paşa mübadelenin Türk tarafınca istenmesini “Anadolu vatan-ı aslisinin yeknasak bir vatan olma” görüşüne dayandırmaktadır 43. Böylece Türkiye, sorun çıkarabilecek azınlıklardan kurtulmuş olacaktır. Elbetteki mübadele ile çok ızdıraplar çekilecektir. Ama sınırlarımız dışında kalan Türklerin gelmesi ile, oralarda yaşadıkları bir çok zulüm sona erecektir. İsmet Paşa, mübadele dışı tutulan bölgeleri, Türk Heyetinin mübadeleye dahil etmeye çalıştığını, ama sarfedilen azami kuvvet ile başarılanın bu kadar olduğunu söylemiştir. Ayrıca bundan böyle Türkiye sınırları içinde kalan herkese eşit davranılacağını ve herkesin Türk vatandaşı olduğunu önemle vurgulamıştır. İsmet Paşa’nın konuşmasından sonra Lozan’da imzalanan andlaşma ve sözleşmenin onaylanmasıyla ilgili kanun teklifinin oylamasına geçilmiştir. Ondört red oyuna karşılık 213 kabul oyuyla Lozan Sulh Muhadenanamesi hakkındaki kanun kabul edilmiştir. Mübadele sözleşmesini eleştiren Şükrü Kaya Bey, Mustafa Necati Bey ve Faik Bey red oyu kullanmışlardır. TÜRKİYE VE YUNANİSTAN ARASINDA MÜBADELE DOLAYISIYLA ÇIKAN ANLAŞMAZLIKLAR a) “Etabli” Sorunu Mübadele sözleşmesi gereğince oluşturulan ve mübadelenin sözleşmeye uygun olarak gerçekleştirilmesinden sorumlu olan Muhtelit Mübadele Komisyonu’nun Ekim 1923’de oluşturulmasıyla Türk-Yunan Mübadele Sözleşmesi yürürlüğe girmiş oldu. Mübadelenin onsekiz ayda bitirilmesi öngörülmekteydi. Muhtelit Mübadele Komisyonu’nun kararına göre Türkiye’ye gönderilecek Müslümanların sırası, sahilde oturanların kışın, iç kesimlerde oturanların da yazın gönderilmesi şeklinde olacaktı44. Bu sırada Yunanistan’da Türklerin elindeki emlake el koymalar devam etmekteydi. Muhtelit Mübadele Komisyonu’ndaki Türk temsilcisi Tevfik Rüştü Bey’in protestoları sonucu, Yunanistan bu durumun, Yunanistan’a sığınan göçmenlerin yerleştirilmesinde çekilen iskan sıkıntısından kaynaklandığını belirterek, mübadelenin zaman geçirilmeden başlamasını istemiştir. Bunu üzerine Serez, Drama ve havalisi ile Girit ve Yenişehir’deki Türkler ile Selanik’teki mültecilerin mübadelesi gerçekleştirilmiştir 45. Mübadelenin başlamasından sonra geçen ilk bir yıl içinde önemli bir sorunla karşılaşılmamıştır. Sonraki dönemde mübadele sonucu ortaya çıkan sosyal sorunlar ve sözleşmenin 2. maddesinin uygulanmasıyla ilgili başgösteren uyuşmazlıklar iki ülke ilişkilerini gerginleştirmiş ve iki ülkeyi neredeyse bir savaşın eşiğine getirmiştir46. Mübadele Sözleşmesinin ikinci maddesi mübadele dışı tutulacak Rum ve Müslüman ahalinin belirlenmesiyle ilgilidir. Bunlar İstanbul’daki Hıristiyan Rumlarla Batı Trakya’daki Müslüman Türk ahalidir. Bu maddeye göre İstanbul’a 30 Ekim 1918’den önce yerleşmiş olan Rumlarla, 1913 Bükreş Andlaşması sınırları ile çizilen Batı Trakya’da yerleşmiş olan Müslümanlar mübadele dışı tutulacaklardır. Sorun “yerleşmiş” (etabli) kavramının yorumlanmasından kaynaklanmıştır. “Etabli” kavramının yorumlanış biçimi iki ülkece farklı biçimde yapılmıştır. Türkiye etabli sayılacakların, yani mübadele sözleşmesine göre 1918 tarihinden önce kimlerin İstanbul’da yerleşmiş sayılacaklarının Türk yasalarına göre belirlenmesi gerektiği görüşündedir47. Yunanistan ise bu konuda Türk ve Yunan yasalarına sözleşmede bir atıf yapılmadığından dolayı bu konunun sözleşme metnine ve ruhuna uygun olarak yorumlanması görüşünü taşımaktadır. Yunanistan’a göre 1918’den önce İstanbul’da yerleşmiş bütün Rumlar etabli sayılmalıdır 48. Bu görüş ayrılıklarının temelinde yatan neden mübadele edileceklerin sayısının her iki ülkece kendi görüşlerine göre saptama isteğiyle ilgilidir. Türkiye, etabli kavramını olabildiğince dar kapsamlı yorumlayıp, İstanbul’daki Rumların mümkün olan en çok sayıda mübadeleye tabi tutulmasını istemekteydi. Yunanistan ise 1918 tarihinden önce, doğum yerleri ve İstanbul’a yerleştikleri tarihe bakılmaksızın İstanbul’a gelmiş bütün Rumların İstanbul’da kalmasını sağlamak düşüncesindeydi49. Etabli sorunu Muhtelit Mübadele Komisyonu’nda çok sayıda tartışmaya konu olmuştur. Fakat bu tartışmalar sonucunda her iki tarafı da tatmin edici bir sonuç alınamamıştır. Bunun üzerine Yunanistan, sorunun çözümü için Milletler Cemiyeti Meclisi’ne müracaat etti 50. Milletler Cemiyeti Meclisi, sorunu 31 Ekim 1924’te görüştü. Muhtelit Mübadele Komisyonu adına görüşmelere katılan Komisyon Başkanı General de Lara 51 ve Hariciye Vekili İsmet Paşa’nın, Muhtelit Mübadele Komisyonu’nda görüşülen bir konunun Milletler Cemiyeti Meclisi’nce ele alınmasının doğru olmayacağı yolundaki görüşleri dikkate alınarak, sorunun Mübadele Komisyonu’nca görüşülmesine devam edilmesi kararı alındı52. Sorunun çözümlenememesi halinde Daimi Adalet Divanı’ndan görüş alınması önerisi de getirildi. 15 Ocak 1924’te Muhtelit Mübadele Komisyonu sorunu yeniden tartışmaya başlandıysa da bir sonuç alınamadı. Bunun üzerine Komisyon, La Haye Daimi Adalet Divanı’na başvurma kararı aldı. Yunanistan, Adalet Divanı’ndan İstanbul’a nereden gelmiş olurlarsa olsunlar 30 Ekim 1918’den önce gelmiş olanların ve bu tarihten önce ne amaçla olursa olsun İstanbul’da oturmaya başlayanların etabli sayılması yönünde karar alınmasını istemekteydi. Türkiye ise, etabli sayılacakların ilgili ülke yasalarınca belirlenmesi görüşünde ısrar etmiştir. Adalet Divanı, yerleşmiş sayılmak için gerekli şartların üzerinde durmayarak bunu Muhtelit Komisyon’un insiyatifine bırakmış ve Komisyon Şubat 1925’de; “1- Yerleşmiş olanlar etablis tabiri daimilik vasfına haiz bir oturma ile tebellür eden fiili bir vaziyeti göz önünde tutmaktadır. 2- İkinci maddede ‘İstanbul’un Rum Ahalisi’ tabiri ile tayin edilen şahısların Andlaşma mucibince ‘yerleşmiş olanlar’ addolunmaları ve mübadeleden istisna edilmeleri için, İstanbul şehrinin 1912 kanunu ile tesbit edilmiş olan belediye hudutları içinde bulunmaları; oraya, her nereden olursa olsun, 30 İlkteşrin (Ekim) 1918 tarihinden mukaddem bir tarihte gelmiş olanları ve bu tarihten önce orada daimi olarak oturmak niyetinde bulunmak mecburidir” görüşüne varmıştır 53. Bu sonuç Yunanistan’ın görüşlerine haklılık kazandırmış oluyordu. Adalet Divanı’nın yorumu sorunu çözmeye yetmedi. İki ülke arasında mübadeleden kaynaklanan sorun, gerginliği yeniden tırmandırdı. Yunanistan, sözleşme hükümlerine aykırı olarak Batı Trakya’daki Müslümanların mallarına el koyarak buralara Türkiye’den gelen mübadil Rumları yerleştirmeye başladı. Buna karşılık Türkiye de İstanbul’daki Rumların mallarına el koydu. Bu durum iki ülkeyi savaşın eşiğine kadar getirdi 54. İki ülke arasındaki sorunlara çözüm getirmesi amacıyla 1 Aralık 1926’da Atina İtilafhamesi imzalandı 55. Bu İtilafname, özellikle azınlıklara ait mallara el konulması olayını düzenlemesine rağmen umulan çözümü getirmemiştir. 1930’a kadar gerek etabli sorunu ve gerekse azınlık mallarına el konulması, iki ülke arasında sorun oluşturmaya devam etmiştir. Fakat Balkanlardaki gelişmeler ve özellikle her iki ülkenin de Bulgaristan’ın dış politikasından duyduğu rahatsızlık, sorunların çözümü için yeni adımlar atılmasına neden olmuştur 56. 10 Haziran 1930’da Ankara’da imzalanan anlaşma ile sorunların çözümü mümkün olmuştur 57. Anlaşma ile, yerleşme tarihlerine ve doğum yerlerine bakılmaksızın, İstanbul’daki bütün Rumlar ile Batı Trakya’daki Türkler “etabli” sayılmışlardır. Ayrıca, azınlıklara ait mallar konusunda da yeni düzenlemelere gidilmiştir. Belirtmek gerekir ki bu anlaşma, “Yunan görüşünün başarısıdır” 58. Patrikhane Sorunu Lozan’da imzalanan Mübadele sözleşmesinde mübadillerin belirlenmesinde “din” unsuru temel alınmıştır. Mübadeleye tabi tutulacaklar Yunanistan’ın Müslüman ahalisi ile Türkiye’deki Rum Ortadoks ahalidir. Fakat Katolik ve Protestan Rumlar mübadele dışı tutulmuştur. Öte yandan Ortodoks olan Karamanlı Türkler mübadele ile Yunanistan’a gönderilmiştir. Bunun yanında Türkiye’ye gelenler arasında da Müslüman olup Türk olmayan ve Türkçe bilmeyen Balkan halkları vardır. Ortodoksların gönderilmesi, “Ortodoksluğun başkaldırın bir Yunanlılık vermesi” anlayışından kaynaklanmaktadır. Müslümanların yeni kurulan Türk Devletine daha iyi uyum sağlayacağının düşünülmesi, Ankara Hükümetini bu yolda davranmaya itmiştir59. Patrikhane, Rum Ortodokslarının dinsel merkezi konumunda olduğundan Lozan görüşmelerinden mübadele içinde bu konu da tartışılmıştır. Türk tarafı önceleri Patrikliğin de mübadele ile İstanbul dışına çıkarılmasını savunmuşsa da Patrikliğin, sadece dinsel işlerle uğraşma garantisinin alınmasından sonra İstanbul’da kalmasına razı olmuştur. Türkiye’nin Patrikhane sorununu Lozan’da gündeme getirmesi, Rıza Nur’un gerek Lozan’da ve gerekse TBMM görüşmelerinde belirttiği gibi, daha çok taviz koparmak için başvurduğu bir taktiktir. Lozan Barış Konferansından sonra Türkiye ile Yunanistan arasında çıkan sorunlardan biri de Patrikhane ile ilgili sorundur. 1924 yılında Başpapazlığa Arapoğlu Konstantin’in tayin edilmesi ile Türkiye durumdan rahatsız olmuş ve Arapoğlu Konstantin’in mübadeleye tabi olduğunu belirtmiştir 60. Yunanistan’ın duruma itirazı üzerine Muhtelit Mübadele Komisyonu sorunu görüşmüş ve Konstantin’in mübadeleye tabi olduğuna karar vermiştir. Fakat Yunanistan’ın Patrikliğin mübadele dışı tutulduğu için Konstantin’in mübadele edilemeyeceği görüşü hakkında karar vermenin yetkisi dışında olduğu sonucuna varmıştır. Yunanistan konuyu Milletler Cemiyeti ve La Haye Adalet Divanı’na götürmek istemişse de Türkiye, bu organların bu konuda yetkisiz olduğunu ileri sürmüştür. Sorun, Konstantin’in 19 Mayıs 1925’te görevden çekilmesiyle çözüme kavuşmuş ve yerine Vasil Georgiades seçilmiştir61. SONUÇ Türk-Yunan nüfus mübadelesi, her iki ülke için de “ulus devlet” oluşturmaya yönelik önemli bir tarihsel olaydır. Yunanistan, 1830’da bağımsızlığım kazandıktan sonra, “Megali İdea”sına göre çizdiği sınırlar içinde, sadece Yunanlılardan oluşan bir devlet kurmayı amaçlarken Türkiye de, benimsediği Misakı Milli sınırları içinde Müslümanlardan oluşan bir devlet kurma çabası içindedir. TBMM Hükümeti’nin mübadele isteğinin başlıca iki nedeni vardır: Öncelikli amaç, Batı’nın müdahalesine gerekçe oluşturan azınlıklardan kurtulmaktır. İkinci neden de, Müslüman unsurların kolayca uyum sağlayabileceği düşüncesiyle, Misakı Milli sınırları içinde “ulus devlete giden yolu açabilmektir. Çünkü Misakı Milli sınırları, Araplar dışında, Osmanlı İmparatorluğu içinde kalan son müslüman yerleşim bölgelerini kapsamaktadır. Her iki ülkenin de isteği olan nüfus mübadelesi, Yunanistan’ın “Megali İdea”sının gerçekleşme şansının ortadan kalkmasıyla anlaşmazlık konusu olmuştur. Yunanistan mübadelenin isteğe bağlı olmasını istemişse de Lozan Görüşmelerinde, Türkiye ve Müttefik Devletlerin zorunlu mübadele düşüncesi benimsenmiştir. Birinci Dünya Savaşı ile başlayıp, Kurtuluş Savaşı ile hızlanan Rum göçü, Yunanistan’ı da zorunlu mübadele fikrini benimseme noktasına getirmiştir. Lozan’da imzalanan Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi ile zorunlu mübadele birçok sorunlara yol açmasına rağmen gerçekleştirilmiştir. “Etabli” ve Patrikhane konularında çıkan sorunlar iki ülke ilişkilerini zaman zaman gerginleştirmesine rağmen yapılan anlaşmalarla bu sorunlar da çözümlenmiştir. KAYNAKÇA Kitaplar: Aksin, Sina (Editör): Türkiye Tarihi-Çağdaş Türkiye, Cilt 4, Cem Yayınevi, İstanbul 1989. Armaoğlu, Fahir: 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1980), İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1984. Ateş, Toktamış: Türk Devrim Tarihi, Filiz Kitabevi, İstanbul 1985. Cebesoy, Ali Fuat: Siyasi Hatıralar, II. Kısım, Doğan Kardeş Yayınları, İstanbul 1960. Gönlübol, Mehmet - Sar, Cem Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası (1919-1938), A.K.D.T. Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1990. İnan, İbnülemin M. Kemal: Son Sadrazamlar, Cilt 4, Dergah Yayınları, İstanbul 1982. Oran, Baskın: Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, Ankara 1986. Şimşir Bilal, Ege Sorunu, Cilt I, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1976. Uçarol, Rifat: Siyasi Tarih, Filiz Kitabevi, İstanbul 1985. --------, Düstur, Üçüncü Tertip, Cilt 8, 12. --------, Lozan Barış Konferansı Tutanaklar-Belgeler (Çev. Seha L. Meray) A.Ü., S.B.F. Yayınları, Ankara 1973. --------, T.B.M.M. Gizli Celse Zabıttan, Cilt 1,2,3,4., İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1985. --------, T.B.M.M. Zabıt Ceridesi (1920-1923). Makaleler: Akgün, Seçil: “Birkaç Amerikan Kaynağından Türk-Yunan Mübadelesi Sorunu”, Üçüncü Askeri Tarih Semineri Bildirileri, Gen. Kur. Basımevi, Ankara 1986. Eren, A. Cevat: “Türkiye’de Göç ve Göçmen Meselelerinin Başlaması”, Türk Dünyası, Sayı 1, Şubat-Mart-Nisan 1966. Erim,Nihat: “Milletlerarası Daimi Adalet Divanı ve Türkiye”, A.Ü. Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 2, Sayı 1, Ankara 1944. Ülman, Haluk: “Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923-1968)” A.Ü.S.B.F. Dergisi, Cilt 23, No 3, Ankara 1968.
  6. LOZAN BARIŞ ANDLAŞMASINA GÖRE TÜRK-YUNAN NÜFUS MÜBADELESİ-3 MÜBADELEYE İLİŞKİN SÖZLEŞME Lozan Barış Konferansı’nda 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan “Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” 30, Ülke ve Askerlik Sorunları Komisyonu Alt-Komisyonunca hazırlanan taslaktır. Zaten bu taslağın ortaya çıkmasından sonra Konferansta mübadele sorunu çözümlenmiş sayıldığından yeniden görüşme konusu olmamıştır. Yunan Temsilci Heyetinden E.K. Venizelos ve D. Caclamanos ile Türk Temsilci Heyetinden İsmet Paşa, Dr. Rıza Nur Bey ve Hasan Bey’in imzaladığı Sözleşme ve Protokol ondokuz madde ve bir protokolden oluşmaktadır. Sözleşmeye göre mübadeleye Türkiye’deki Rum Ortodoks dininden Türk uyrukları ile Yunanistan’daki Müslüman dininden Yunan uyruklar tabi tutulmuştur (m. 1). Mübadelenin en önemli özelliği zorunlu olmasıdır. Fakat sözleşme ile İstanbul’un Rum ahalisi ile Batı Trakya’daki Müslüman ahali mübadele dışı tutulmuştur (m. 2). Mübadele dışı tutulacaklar yine ikinci maddede belirtildiği gibi, İstanbul için Şehremaneti sınırları içinde 30 Ekim 1918 tarihinden önce yerleşmiş (etablis) Rumlar ve Batı Trakya için 1913 tarihli Bükreş Andlaşmasının çizdiği sınırın doğusunda yerleşmiş olan Türkler olacaktır. 1912 tarihinden sonra göç etmesi gerekenler ya da göç edenler “göçmen” olarak nitelendirilerek mübadele kapsamına alınmıştır (m. 3). Mübadele edileceklere hiç bir engel çıkartılmayacak (m. 5) ve Türkiye’de alıkonulmuş vücutça sağlam Rumlar Türkiye’den gönderilecek ilk kafileyi oluşturacaktır (m. 4). Mübadiller bulundukları ülkenin uyrukluğunu yitirecekler ve varış ülkesine ayak baslıkları anda o ülkenin uyrukluğunu kazanmış sayılacaklardır (m. 7). Mübadiller ve topluluklar (camiler, kiliseler, demekler vb.) taşınır mallarını hiç bir kısıtlamaya tabi olmadan yanlarında götürebileceklerdir. Götürülmek istenmeyen taşınır mallar için, yerel makamlar değer tesbiti yapacaklar ve bununla ilgili olarak dört nüsha tutanak hazırlayarak birini kendilerinde alıkoyarak, birini göçmene, birini Karma Komisyona ve birini de göç edilecek ülke hükümetine vereceklerdir (m. 8). Taşınmaz malların tasfiyesi ile Karma Komisyon görevlendirilmiştir (m. 9). Mübadele kapsamına girenlere ait bütün taşınır ve taşınmaz mallar üzerinde daha önce konmuş olan her türlü kısıtlayıcı hüküm yok sayılacak, değer tesbitleri buna göre yapılacaktır (m. 10). Onbirinci madde ile Karma Komisyon’un kuruluşu düzenlenmiştir. Karma Komisyon, sözleşmenin yürürlüğe girmesinden sonraki bir ay içinde, Türk ve Yunan tarafından dörder ve 1914-1918 Savaşına katılmamış devletlerin uyrukları arasından Milletler Cemiyeti Meclisince seçilecek üç üyeden oluşacaktır. Alt-Komisyonlar oluşturabilecek olan Karma Komisyon, göçü denetlemek, taşınır ve taşınmaz malların tasfiyesini gerçekleştirmek, sözleşmenin gerektireceği tedbirler» almak ve çıkacak diğer sorunları karara bağlamakla görevlendirilmiştir (m. 12). Komisyon, mübadilin göç ettiği ülkede bıraktığı mallara karşılık, borç tutarını gösteren bir belgeyi mübadile verecektir. Bu belgede belirlenen tutar kadar göç edilen ülkenin göç edilecek ülkeye karşı bir borcu olacaktır. Göçmen, gittiği ülkede, elindeki belge tutarı kadar mal alma hakkına sahip olacaktır (m. 14). Tasfiye işlemlerinin bitmesinden sonra iki ülkenin borçları ve alacakları karşılaştırılacaktır. Karşılaştırmadan sonra borçlu durumda kalan ülke, borcunu peşin para ile ödemekle yükümlüdür (m. 14). Ödeme süresi ile ilgili düzenleme yapma yetkisi Karma Komisyon’da olacaktır. Mübadillere gidişlerinde gerekli kolaylıkların sağlanması, mübadele dışı tutulanlar hakkında hiç bir baskı ve kısıtlamaya gidilmeyeceği ve mübadele sözleşmesinin taraflarca onanmasından sonra yürürlüğe gireceği de diğer maddelerle düzenlenmiştir. İsmet Paşa, Dr. Rıza Nur ve Hasan Bey’in imzaladığı protokol gereği de, sözleşmenin birinci maddesindeki hükmün uygulama alanı dışında kalmak üzere, dördüncü maddede düzenlenen, vücutça sağlam erkeklerin serbest bırakılması, Türkiye tarafından, Barış Andlaşması imzalanır imzalanmaz gerçekleştirilecektir. LOZAN BARIŞ KONFERANSI’NIN BİRİNCİ DÖNEMİYLE İLGİLİ TBMM’NDE YAPILAN GÖRÜŞMELER 20 Kasım 1922’de başlayan Lozan Barış Konferansı görüşmeleri, ağırlıklı olarak Musul sorunu ile iktisadi ve mali konularda ortaya çıkan anlaşmazlık sonucu, 4 Şubat 1923’de kesintiye uğradı. Aynı gün Lord Curzon’un Lozan’dan ayrılmasından sonra 7 Şubat 1923’de Türk Heyeti de Lozan’dan ayrıldı. Türk Temsilci Heyeti Ankara’ya geldikten sonra ilk olarak İcra Vekilleri Heyeti’ne bilgi vermiş, daha sonra da konu TBMM’nde görüşülmüştür. Gizli oturumlarda yapılan görüşmeler 21 Şubat 1923’de başlamış 6 Mart 1923’de tamamlanmıştır. İsmet Paşa’nın Barış Konferansı’nın kesintiye uğradığı tarihe kadarki genel değerlendirmesinden sonra 2 Mart 1923’de, Konferansta ele alman konularla ilgili görüşmelere geçilmiştir. Meclisteki görüşmelerin ağırlık noktasını Musul sorunu ve mali konular oluşturmaktadır. Mübadele konusu görüşmelerin genel tablosu içinde çok fazla ağırlık taşımamaktadır. Zaten mübadele konusunda varılan nokta Türkiye’nin isteklerine uymayan hükümlere fazlaca yer vermediğinden Barış Konferansı’nın kesilmesinden önce bitmiş durumdaydı. Mübadele konusunda Meclis’e ilk olarak Rıza Nur Bey bilgi vermiştir. Rıza Nur Bey yaptığı konuşmada Patrikhane sorununun Lozan görüşmelerinde niçin ortaya atıldığını da açıklamıştır. Rıza Nur’a göre Patrikhane sorunu, Lozan’da ortaya konuş biçimiyle TBMM’nin isteği değildir. Türk temsilciler konuyu gündeme getirerek Müttefiklerden taviz koparmayı amaçlamışlardır 31. Bunun sonucu olarak da Patrikhane’nin siyasi, idari ve adli vasıfları elinden alınmıştır. Böylece Patrikhane’nin, Rumları Türkiye aleyhine teşvik etme olanağı ortadan kaldırılmıştır. Rıza Nur Bey, Patrikliğin İstanbul dışına çıkarılmamış olmasını da olumlu olarak yorumlamıştır. Böylece Patriklik denetim altında tutulabilecektir. Rıza Nur Bey, Patrikhane’nin Lozan’da görüşme konusu yapılarak, elde edilen tavizler olarak şunları görmektedir: İstanbul’daki Rumlara karşılık Batı Trakya’daki Türklerin mübadele dışı tutulması, İstanbul’daki mübadele dışı tutulacak Rumların belirlenmesinde Şehremaneti sınırının kabul edilmesi ve İstanbul’a sonradan yerleşen Rumların mübadele kapsamına alınması. Rıza Nur’a Meclis görüşmelerinde yöneltilen ilk soru Batı Trakya’nın mübadele kapsamına alınması ile ilgilidir. İzmit milletvekili Sırrı Bey, İstanbul’daki Rumlara karşılık Batı Trakya’daki Türklerin mübadele dışı tutulmasının, buranın Yunanistan’a bırakılması anlamına geldiğini belirtmiştir. Sırrı Bey’e göre bu bölge için bir plebisit yapılmalıdır. Batı Trakya’nın mübadeleye konu olmasının anlamı bu bölgenin Yunanistan toprakları içinde algılanması demektir. Bu da Misak-ı Milli’yi ihlal anlamına gelmektedir32. Rıza Nur verdiği cevapta, bu bölgede yaşayanların mübadeleye tabi tutulmamasının, orada kalması anlamını taşıdığını belirterek bunun, o bölgedeki insanların geleceklerini belirleme anlamına geldiğini söylemiştir. Bu durum da Rıza Nur’a göre Misak-ı Milli’ye uygundur. Azınlıklara sağlanacak hakların ilerde bir tehlike oluşturabileceği yolunda Üsküdar milletvekili Neş’et Bey’in sorduğu soruyu da Rıza Nur Bey, mübadelenin bu sorunu çözeceğini ve zaten mübadeleden sonra azınlıklar diye bir sorunun kalmayacağını söyleyerek cevaplandırmıştır 33. Neş’et Bey, Patrikhane konusunda ikna olmadığını vurgulayarak her şart altında Patrikhane’nin İstanbul dışına çıkarılması gerektiği görüşünde olduğunu belirtmiştir. Neş’et Bey’e göre bu yapılmazsa Patrikhane eskisinden daha olumsuz şeyler yapacaktır. Rıza Nur Bey ise mübadele dolayısıyla Patrikhane’nin kendi Meclisini oluşturması için Anadolu’dan metropolit bulamayacağı için etkisini kaybedeceğini söylemiştir. Zaten Rıza Nur Bey, azınlıklar konusundaki bütün soruları, mübadele nedeniyle bu sorunun ortadan kalkacağı şeklinde cevaplamıştır. Bolu milletvekili Tunalı Hilmi Bey’in sorusu mübadillerin belirlenmesindeki ölçütü ortaya koyması bakımından ilginçtir. Tunalı Hilmi Bey, Anadolu’da patrikhane oluşturmuş olan Türk Ortodokslarının mübadeleye dahil olup olmadığını sormuştur 34. Rıza Nur Bey’in verdiği cevap bunun Türkiye’nin isteğine kalmış olduğu şeklinde olmuştur. Çünkü Türk Ortodokslarıyla ilgili olarak mübadele sözleşmesinde özel bir hüküm yoktur. Türk Ortodokslarının mübadele dışı tutulması taslakta yer almamaktadır. Meclisin 4 Mart 1923 günlü oturumunda Çorum milletvekili Dursun Bey, İstanbul’daki Hıristiyanların neden mübadele dışı tutulduğunu, bunun bir mecburiyetten mi kaynaklandığını, İstanbul’daki Hıristiyanlardan daha çok müstahsil durumda olan Hıristiyanların mübadele edilip edilmeyeceğini sormuştur. Dursun Bey, İstanbul’daki Hıristiyanların müstahsil olması nedeniyle mübadele dışı tutulduğu kaygısını taşımakta ve mübadele yapılacaksa bunun, bütün Hıristiyanları kapsaması gerektiğini düşünmektedir. Aslında Dursun Bey’in bu görüşü Lozan’da Türk Heyetinin başlangıçta savunduğu görüşlerle ört üşmektedir. Dursun Bey’in sorusunu İsmet Paşa cevaplamıştır. İsmet Paşa verdiği cevapta İstanbul’daki Hıristiyanların mübadele dışı tutulmasının nedeninin bütün müttefiklerin ısrarları sonucu olduğunu söylemiştir 35. İsmet Paşa’ya göre mübadele meselesi Türk Heyetinin emrivakisi sonucu Konferans gündemine girmiştir. Mübadeleden vazgeçilmesi için Türk Heyetine çok baskı yapıldığını ve en büyük sıkıntının da bu konuda çekildiğini belirtmiştir. 6 Mart 1923 günlü oturumda söz alan Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey, Patrikhane sorununu ve mübadele edileceklerin ekonomik durumunu yeniden gündeme getirmiştir. Yusuf Ziya Bey, Patrikliğin Türkiye için sorun olacağını belirterek Anadolu Ortodokslarının, Patrikliği “hal etmeye” çalıştığı bir sırada, Patrikliğin İstanbul’da kalmasına razı olunamayacağını söylemiştir. Çünkü Ziya Bey’e göre “bütün vakayı asriyemizin, siyasiyemizin her hangisini karıştırırsak ya bir patrikhane parmağı veya bir patrik çıkar” 36. Yusuf Ziya Bey, mübadelede sayıların önemli olmadığını, önemli olanın “vaziyeti maliye” olduğunu vurgulamıştır. Rumlar öteden beri kendilerini emniyette hissetmedikleri için kazandıkları parayı “ne akara, ne araziye, ne de emlake verirler”. Bu nedenle Rumların taşınmaz olarak götürecekleri mallar Yunanistan’dan gelecek olan Müslümanlardan çok fazla olacaktır. Çünkü gelecek olan “İslamlar” kazandıklarını taşınmaz mallara yatırmış durumdadırlar. Mübadele görüşmelerinde bu nokta göz önüne alınmamıştır 37. Lozan Barış Konferansının ilk dönemiyle ilgili olarak gizli oturumlarda yapılan görüşmeler 6 Mart 1923 tarihinde tamamlanmıştır. Görüşmelerin tamamlanmasından sonra Saruhan Milletvekili Reşat Bey’le rüfekasının (arkadaşlarının) verdiği aşağıdaki takririn kabulüyle barış görüşmelerine devam edilmesi karan alınmıştır. Riyaseti Celileye 1- itilaf devletlerinin Lozan Konferansı neticesi olarak heyeti murahhasamıza tevdi ettikleri muahade projesi istiklalimizi muhil şeraiti ihtiva ettiğinden şayanı kabul değildir. İtilaf devletleri bu projenin kabulünde ısrar ettikleri halde tekliflerini katiyen ret ederiz. Bu takdirde harp milletimiz için zaruri olur. 2- Pek mühim ve hayati olan Musul meselesinin hallini muvakkaten talik ve Avrupa hudutlarımızı tesbit etmek için heyeti murahhasanuzın ve Heyeti Vekilemizin verdikleri izahata muttali olduk. Mali ve iktisadi ve idari mesailde memleket ve milletimizin hukuk-u hayatiye ve istiklalil’esini tam ve emin olarak istihsal eylemek esas dahilinde sulh teşebbüsatına devam olunmasını ve Heyeti Vekilenin heyeti murahhasaya mezkur esasa göre vazife ve talimat vermesini teklif ediyoruz. Bilcümle memalikimizin sürati tahliyesi şartı katidir. Ancak neticenin her ne olacaksa biran evvel iraesine intizar ederiz.
  7. LOZAN BARIŞ ANDLAŞMASINA GÖRE TÜRK-YUNAN NÜFUS MÜBADELESİ-2 İngiliz temsilci Lord Curzon da mübadelenin zorunlu olması taraftandır. Bu görüşünü de mübadelenin bir an önce yapılmasındaki gerekliliğe bağlamaktadır. Mübadelenin gönüllü olması durumunda bunun aylar alabileceğinden endişe duymaktadır. Lord Curzon yaptığı konuşmada konumuz açısından önemli olabilecek rakamlar da vermektedir. Curzon’un verdiği bilgilere göre Küçük Asya’da 450.000 Rum kalmışken, Yunanistan’daki Türk nüfusu 450-480 bin kadardır. Curzon Türkiye’deki Rum nüfusunu hesaplarken İstanbul’daki Rumları bunun dışında tutmuştur. İstanbul’la ilgili verdiği rakam 1914 yılma ait 400 bin Rum nüfusudur. Fakat bu nüfus içinde Yunanistan’a göç eden önemli bir kesim vardır. Öte yandan Yunanistan’daki Türk nüfus içine Batı Trakya’daki 124.000 Türk dahil edilmiştir. Mübadelenin zorunlu olması fikrini destekleyen Curzon, İstanbul’daki Rumların bunun dışında tutulması gerektiğini söylemektedir. Çünkü Curzon’a göre “bu Rum nüfusun sınırdışı edilmesi, Türkiye’nin kendisi için de ekonomik ve endüstriyel bir kayıp olacaktır” 18. Curzon’un verdiği rakamlara İsmet Paşa itiraz etmiştir. Kendisi kesin bir rakam vermemekle birlikte 1914’te Osmanlı İmparatorluğu’nda hiç bir zaman 1.600.000 Rumun yaşamadığını belirtmekle yetinmiştir. Ayrıca İsmet Paşa’ya göre Yunanistan’daki Türk nüfusla ilgili rakam gerçeğin çok altındadır19. Azınlıklar Sorunu ile Mübadelenin İlişkilendirilmesi Lozan Barış Konferansı görüşmelerinde azınlıklar sorunu ile mübadele sorunu çoğu zaman birlikte tartışılmıştır. Bu durum özellikle Türk tarafının sorunu ortaya koyuş biçiminden kaynaklanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde azınlıklara tanınan ayrıcalıklar, Türk temsilcilerini bu konuda kesin bir tavır almaya zorlamış ve mübadele ile, azınlık diye nitelenen Hıristiyan unsurlardan kurtulmak, sorunun çözüm yolu olarak görülmüştür. Ülke ve Askerlik Sorunları Komisyonu’nun 12 Aralık 1922 tarihli oturumunda azınlıklar sorunu tartışılırken mübadele sorunu da gündeme getirilmiştir. Yunanistan ve müttefikleri özellikle İstanbul’daki Rumları mübadele dışı tutmak istediklerinden, azınlıklar sorununa önemle eğilmişlerdir. Müttefik Devletler İstanbul’daki Rumlara karşılık Batı Trakya’daki Türklerin mübadele dışı tutulmasını önermişlerdir. Dolayısıyla azınlıklar sorununu, çözümlenmesi gereken önemli bir sorun olarak görmektedirler. Oysa Türk tarafı azınlıklar sorununun halledilmesinde en büyük engel olarak Hıristiyan Rum unsurunu görmektedir. Türk Temsilcilere göre Ermeni sorunu Ermenistan ile yapılan andlaşma gereği çözümlendiğinden, azınlık statüsüne sahip olabilecek tek unsur Rumlardır. Kürtler ise Müslüman olduklarından Türk tarafınca azınlık olarak görülmemektedirler. Bundan dolayı Türk tarafı zorunlu mübadele ile Hıristiyan Rum unsurlardan kurtulmak isteğindedir. Böylece “ yabancı müdahalesinden” ve “dışardan kışkırtmalardan” kurtulunmuş olunacaktır 20. Azınlıklar sorununun görüşülmeye devam edildiği 31 Aralık 1922’deki oturumda İsmet Paşa, azınlıklar sorununun çözümünün zorunlu mübadele olduğu üzerinde ısrarla durmaya devam etmiş ve mübadelenin İstanbul’daki Rumları da kapsaması gerektiğini belirtmiştir. Görüşmeler sonunda İsmet Paşa, Yunanistan’dan göç edecek Türklerin orada bırakacaktan taşınır ve taşınmaz mallara karşılık alınacak bir tazminata karşılık İstanbul’daki İstanbul doğumlu 200.000 Rumun kalabileceğini kabul etmiştir 21. Böylece Türk tarafı Konferansın başından beri savunduğu mübadelenin bütün Rumları kapsaması görüşünden vazgeçmiş oluyordu. Tazminat isteminin yanı sıra İstanbul’da kalacak Rumlar konusunda Türk tarafının ileri sürdüğü diğer bir şart da Patrikliğin İstanbul’dan uzaklaştırılmasıdır 22. Fakat Venizelos ile birlikte Curzon da bu şartları oldukça ağır bulmuşlardır. İsmet Paşa, mübadelenin zorunlu olması fikrinin Türk tarafına mal edilmesinin de doğru olmadığını belirtme gereği duymuştur. Mübadelenin zorunlu olması fikri İsmet Paşa’ya göre -resmi sıfatı olmayan- Dr. Nansen’e aittir ve Dr. Nansen’i de Konferansa davet eden Yunanistan ve müttefikleridir 23. Yunanistan ise her fırsatta zorunlu mübadeleyi istemediğini belirtmiştir. Fakat bunun için de birtakım şartlar öne sürmekten vazgeçmemiştir. Bu şartların başında gelen ise Yunanistan’a savaş sırasında göç eden Rumlara, isterlerse geri dönüş olanağının tanınmasıdır. Ayrıca gerek Türkiye’deki Rumların ve gerekse Yunanistan’daki Türklerin göçe zorlanmaması, İstanbul’daki Rumların bu şehirde oturmaya devam etmeleri ve karşılıklı olarak azınlık haklarının tanınması da zorunlu mübadeleden vazgeçilmesinin şartı olarak sayılmıştır 24. İngiltere’nin diğer temsilcisi Sir Horace Rumbold da mübadelenin zorunlu olması fikrinin Türk tarafına ait olduğunu belirtmiştir. Rumbold, Küçük Asya’dan kütle halinde göçlerin başlamasıyla birlikte, İstanbul’daki Müttefik Yüksek Komiserliğinin sorunla ilgilendiğini, İstanbul’da bulunan Dr. Nansen’e danışıldığını belirterek mübadele fikrinin Dr. Nansen’den geldiğini söylemiştir. Fakat Yüksek Komiserlik, sorunun Konferansta çözülmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu arada Dr. Nansen’in İstanbul’daki Ankara Hükümeti temsilcisi Hamit Bey’e başvurmasıyla Ankara’nın görüşü öğrenilmiştir. Ankara’nın görüşü de “nüfus mübadelesinin, ancak zorunlu bir mübadele ilkesine dayanırsa düşünülebileceğedir 25. c) Alt-Komisyon’daki Görüşmeler Ülke ve Askerlik Sorunları Komisyonu, sivil rehinelerin geri verilmesi, savaş tutsaklarının mübadelesi ve nüfus mübadelesi sorunlarıyla ilgilenmesi için bir alt-komisyon oluşturmuştur. Bu alt-komisyon, söz konusu sorunları Konferansın bitmesini beklemeden çözmekle görevlendirilmiştir. Alt-Komisyondaki görüşmelerle ilgili ilk açıklamayı komisyona başkanlık eden kalyan temsilci M. Montagna, 10 Ocak 1923 tarihinde Ülke ve Askerlik Sorunları Komisyonu’nda yapmıştır. Montagna’nın belirttiğine göre Alt-Komisyonda mübadele ile ilgili önemli görüş birliği sağlanmıştır. Yunanistan’ın itirazına karşılık mübadelenin zorunlu olması, diğer ülkeler tarafından da kabul edilmiştir. Batı Trakya’daki Türkler ile İstanbul’daki Rumların mübadele dışında tutulmasında anlaşmaya varılmıştır. Türk taralı bu konuda bir sınırlama getirilmesi görüşünden vazgeçmiştir. Bu görüş, 30 Ekim 1918’den sonra İstanbul’a yerleşmiş olan Rumların, mübadeleye tabi tutulmasıdır. Asıl uzlaşılamayan konu ise Patrikhane sorunu olmuştur. Yunanistan ve müttefikleri Patrikliğin İstanbul’da kalması gerektiğin: savunurken Türk temsilci heyeti ısrarla. Patrikliğin İstanbul dışına çıkarılmasını istemiştir. Sorun Alt-Komisyonda bir çözüme kavuşturulamadığından Komisyona havale edilmesi kararlaştırılmıştır. 26 Patriklik sorunuyla ilgili olarak Müttefik Temsilci Heyetleri adına konuşan Curzon, Patrikliğin İstanbul’dan çıkarılmasını “uygarlık dünyasının vicdanını yaralayan” bir olay olarak nitelemiştir 27. Müttefik devletler Patrikliğin İstanbul’dan çıkarılmasına şiddetle karşıdırlar. Curzon bu sorunun çözümü için, Türkiye’nin egemenlik haklarına müdahale, olarak gördüğü, Patrikliğin siyasal alanlarla yönetim alanlarındaki bütün yetkilerinin elinden alınarak sadece, ruhani konularla ve kilise işleriyle ilgili olarak sorumluluğunun devam etmesi şartıyla, İstanbul’da kalmasını önermiştir. Venizelos’un da bu görüşe katıldığını bildirmesinden sonra söz alan İsmet Paşa, İstanbul’daki Rumların mübadele dışı tutulmasının kabulünden sonra Patrikliğin İstanbul dışına çıkarılması önerisinden de vazgeçmiştir28. İsmet Paşa, bu konuda Türk taralının endişelerine karşılık Müttefik Temsilci Heyetlerinin ve Yunan Temsilci Heyetinin yapmış olduğu konuşmaları garanti senedi saydığını da eklemiştir. Alt-Komisyonun mübadele konusunda hazırladığı sözleşme taslağı, 27 Ocak 1923 günlü oturumda Ülke ve Askerlik Sorunları Komisyonu toplantısında Komisyona sunulmuştur. Bu taslak her iki ülkenin verdiği tavizlerin sonucunda hazırlanmış oluyordu. Türk tararı, sınırdışı edilecek Yunanlıların bir daha Türkiye’ye dönmelerinin yasaklanmasından ve “Batı Trakya” olarak adlandırılan bölgenin Yunanistan’ın düşündüğünden daha geniş bir alanı kapsadığı görüşünden vazgeçmiştir. Yunanistan ise Müslümanların mülkiyetindeki taşınmazların kamulaştırılmasında 1912 tarihli kanun uyarınca alınmış olan tedbirler konusunda uzlaşıcı bir tutuma razı olmuştur. İstanbul bölgesinin sınırları Şehremaneti bölgesi alanı ile sınırlandırılmış, özel kişilerin mallarına uygulanan tasfiye işleminin dinsel toplulukların mallarına da uygulanması kabul edilmiştir29. Mübadele işleriyle uğraşmak üzere bir Karma Komisyon kurulması benimsenmiştir. Komisyonun dört Türk ve dört Yunan temsilcisi ile Milletler Cemiyetinin seçeceği üç üyeden oluşması öngörülmüştür. Böylece mübadele ile uğraşan Alt-Komisyon sorunu bir çözüme bağlamış oluyor ve bir sözleşme metni ortaya çıkarıyordu.
  8. Lozan Barış Andlaşmasına Göre Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ve Konunun TBMM'de Görüşülmesi H. Cevahir Kayam ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 27, Cilt: IX, Temmuz-Kasım 1993 GİRİŞ 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, “Misak-ı Milli” sınırlarına, Musul ve Hatay hariç, ulaşmış bulunmaktaydı. Türkiye’nin diğer Batılı devletler gibi tam bağımsızlık ve eşitlik statüsünü kazandığı yer ise Lozan olmuştur. Lozan Barış Konferansı (20 Kasım 1922-24 Temmuz 1923) sonucu Türkiye, eşitliğini ve egemenliğini bütün dünyaya kabul ettirmiş oluyordu. Müttefik devletlerle imzalanan Lozan Barış Andlaşmasıyla, Musul, Hatay ve diğer bazı sorunlar dışındaki bütün sorunlar çözümlenmiş ve Türkiye, bağımsız devletler arasındaki yerini almıştır. Lozan Barış Konferansı’nın ortaya çıkardığı siyasi metinlerden biri de “Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol”dür. Bu sözleşme ile gerçekleştirilen mübadele sırasında yaklaşık olarak 350.000 Müslüman Türk ile 200.000 Hıristiyan Rum yaşadıkları yerleri terketmek durumunda kalmışlardır. Mübadele, sözleşmenin imzalanmasından kısa bir süre sonra başlamış ve her iki ülke için de yıllarca sorun oluşturmuştur. Bu çalışmada, mübadele konusunun Lozan’da ele alınışı, konuyla ilgili Lozan görüşmelerinin ve imzalanan Mübadele Sözleşmesinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) ortaya çıkardığı tartışmalar incelenmektedir. Ayrıca, mübadele sırasında ortaya çıkan “etabli” ve Patrikhane sorununa da değinilmektedir. MÜBADELE SORUNUNUN ORTAYA ÇIKIŞI Osmanlı İmparatorluğu tarihinde, özellikle 1978 Osmanlı-Rus savaşından sonra, önemli göç olayları yaşanmıştır. Bu göçlerin nedeni, savaşlar dolayısıyla İmparatorluğun toprak kaybetmesidir. Kaybedilen topraklardaki Türk-Müslüman nüfus, elde kalan bölgelere göç etmişlerdir. Bu olay, Balkan savaşları (1912-1913) döneminde artarak devam etmiştir. Balkan Savaşları dönemindeki göç olayları bir “nüfus mübadelesi”ni gündeme getirmiştir. Mehmet Said Halim Paşa başkanlığındaki İttihad ve Terakki Hükümeti ile Bulgaristan arasında imzalanan İstanbul Andlaşması (29 Eylül 1913) ile mübadele, resmi bir çerçeveye bağlanmıştır. Göç olaylarını düzenleyen ilk andlaşma olan İstanbul Andlaşmasıyla, gerçekleştirilecek olan ahali değişimi, sınırın her iki yanında 15 km. mesafede oturanları kapsamaktaydı1. Osmanlı İmparatorluğu’nu Bulgaristan ile nüfus mübadelesi yapmaya iten nedenlerden biri zorunlu göç olayı ise, diğeri de Hıristiyan azınlıklardan kurtulma isteğidir. “Bir uluslar mozaiği olan Osmanlı İmparatorluğu’nda özellikle Hıristiyan “millet’ler duraklama döneminden bu yana Avrupa’nın büyük devletlerinin müdahale nedeni olmuşlar, ayrıca Ondokuzuncu Yüzyılın başat ideolojisi olan milliyetçilik fikirlerine koşut bir ulusal bilinç geliştirdikleri için devletin kronik zayıflığını oluşturmuşlardı. İmparatorluk’taki en son milliyetçi akım olan Jön Türkler, İmparatorluk’taki Hıristiyan azınlıklar ile Avrupa müdahalesini bir neden-sonuç ilişkisi biçiminde algıladıklarından, İmparatorluğun egemenliğinin ön koşulu olarak bu grupların oluşturduğu sorunu çözmeyi şart saymaktaydılar” 2. Bunun sonucunda da İstanbul Andlaşmasından birkaç ay sonra, aynı nitelikte bir andlaşma önerisi Yunanistan’a da yapılmıştır. Yunanistan 1830’da bağımsızlığını kazandığı sırada, sınırları içinde türdeş bir Rum nüfusu barındırmaktaydı. Tesalya, Makedonya, Girit, Epir de Ege Adalarının Yunanistan’a geçmesiyle nüfus yapısındaki türdeşlik ve değişmeye başlamıştır. 1913’de Balkan Savaşının bitmesiyle nüfusun etnik yapısı, 1830’daki durumdan oldukça farklı bir görünüm kazanmıştır. Bu tarihte Yunanistan sınırları içindeki Türk, Ulah, Slav ve Arnavutların sayısı nüfusun % 20’sini bulmaktaydı.3 Yunanistan’ın bağımsızlıktan sonraki amacı, sınırları içinde yalnızca Yunanlıların yaşadığı bir devlet oluşturmaktı. Yunanistan’ın devlet olarak amaçladığı sınırlar, Batı Anadolu bölgesine kadar uzanmaktaydı4. Çizilen bu sınırların ve gerçekleştirilmek istenen nüfus yapısının ifadesi olan “Megali İdea” 5, Yunanistan’ın izlediği dış politikanın başlıca unsuru olmuştur. Bu amaçla Yunanistan da Osmanlı İmparatorluğu ile bir mübadele istiyordu. Ama Yunanistan’ın amaçladığı mübadele, “Megali İdea” sınırları dışındaki Rumları kapsaması yönündeydi. Yunanistan, Batı Anadolu bölgesini kendi sınırları içinde gördüğünden mübadelesini istediği Rumlar, Anadolu içlerindeki Rumlardı 6. İttihat ve Terakki Hükümeti İzmir Rumları ile Makedonya Türklerini kapsayacak bir mübadeleyi Yunanistan’a önerdiği tarihte, güvenlik gerekçesiyle Ege kıyıları ve Doğu Trakya’daki Rumların Anadolu’ya nakillerini kararlaştırmıştı. Dolayısıyla bu mübadele önerisi Yunanistan’ın amaçlarına uygun değildi. Fakat İttihat ve Terakki’nin almış olduğu nakil karan, Venizelos’un öneriyi kabullenmesine neden olmuştur 7 . Haziran 1914’de Osmanlı İmparatorluğu ile Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesiyle ilgili andlaşma imzalandı ve mübadeleyi yürütecek bir Karma Komisyon oluşturuldu. Fakat Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla andlaşma uygulanamadı. Birinci Dünya Savaşından Osmanlı İmparatorluğu yenik çıktı. Müttefik Devletler ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) sonrasında başlatılan işgallerle İmparatorluk Müttefik Devletlerce parçalanmış oldu. 15 Mayıs 1919’da da Yunanlılar İzmir’e asker çıkardı. Yunanlıların İzmir’e çıkmasının ardından Anadolu’da bir Türk Kurtuluş Savaşı başlamış oldu. 1919-1922 tarihleri arasında süren savaş, Türkiye ile Müttefik Devletlerin Mudanya’da imzaladığı mütareke ile sona erdi. Bu tarihten sonra Türkiye ile Yunanistan arasındaki durum da tamamiyle değişmiş oldu. Savaş sırasında bir milyondan fazla Rum, Yunanistan’a sığınmıştı ve Yunanistan “Megali İdea” sınırlarını elde edememişti. Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşması, savaş sonucu Yunanistan’ın yaşadığı yoğun Rum göçü, Yunanistan’ın nüfus mübadelesi konusundaki görüşlerini değiştirmesine neden olmuştur. Yaşanan yoğun göç, Yunanistan’ı ekonomik ve sosyal açıdan zor bir duruma sokmuştu. Bu ortam içinde Yunanistan, Türkiye’nin önerdiği zorunlu mübadele önerisini kabul etmek istemiyordu. LOZAN BARIŞ KONFERANSINDA MÜBADELE SORUNU Bağımsızlık Savaşını başarıyla yürütmüş olan TBMM Hükümeti, Lozan’da bir devlet olma kimliğini kabul ettirme savaşı vermiştir. Bu nedenle Lozan’da bağımsızlığı zedeleyebilecek her şeye karşı çok hassas davranmıştır. Kapitülasyonlar ve Osmanlı borçlarının tasfiyesi konuları, görüşmeleri zaman zaman sertleştirmiş ve özellikle Kapitülasyonların devamı konusundaki Müttefik Devletlerin ısrarı, Lozan görüşmelerini üç ay kesintiye uğratmıştır. Görüşmeler sonunda imzalanan belgelerle TBMM Hükümeti, diğer bağımsız devletlerle eşitlik statüsünü ve egemenlik hakkını kabul ettirmiştir. Bilindiği gibi Lozan Barış Konferansında bir tarafla İngiliz İmparatorluğu, Fransa, Yunanistan, İtalya, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı ve Amerika Birleşik Devletleri (gözlemci olarak) temsilcileri, öte yanda TBMM Hükümeti temsilcileri yer almıştır. Konferansta Türkiye’yi îsmet Paşa, Rıza Nur Bey ve Hasan Bey temsil etmişlerdir. Lozan Barış Konferansında ağırlıklı olarak siyasal, mali ve ekonomik konular görüşülmüştür. Türkiye ile Müttefik Devletler arasında imzalanan Barış Andlaşmasının ağırlığını da bu konular oluşturmaktadır. Ayrıca ulaşım ve sağlık sorunları da bu metinde yer almıştır. İncelememizi oluşturan Mübadele Sözleşmesi ise Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanmıştır. a) Mübadele Sorununun Ele Alınışı 20 Kasım 1922 tarihinde başlayan Lozan Barış Konferansı, kurulan üç komisyonla çalışmalarını yürütmüştür. Bunlar Ülke ve Askerlik Sorunları Komisyonu ile Maliye ve İktisat Sorunları Komisyonu’dur. Konferansın ilk oturumları yeni Türkiye Devleti’nin sınırlarının çizilmesine yönelik oturumlardır. Konu, “Ülke ve Askerlik Sorunları Komisyonu”nca ele alınmıştır. Komisyon aynı zamanda azınlıklar ve Türk-Yunan nüfus mübadelesi sorunu ile de ilgilenmiştir. Doğu Trakya sınırının görüşülmeye başlanmasıyla birlikte azınlıklar ve mübadele sorunu da tartışılmaya başlanmıştır. Özellikle mübadele sorunu Türkiye ile Yunanistan arasındaki yoğun tartışmalara yol açmıştır. Bu sorun hem Batı ve Doğu Trakya sınırlarının belirlenmesi bakımından, hem de kimlerin azınlık statüsüne tabi olacağının belirlenmesi bakımından önemli olmuştur. Mübadele konusu, Ülke ve Askerlik Sorunları Komisyonu’nun 1 Aralık 1922 tarihli oturumunda görüşülmeye başlanmıştır. Bundan önceki oturumlarda savaş sırasında yurtlarını terk eden Rumların ve Türklerin durumları söz konusu edilmişse de bunlar daha çok Yunanistan’ın Doğu Trakya ve İzmir üzerindeki iddiaları ile ilgilidir. Yunanistan temsilcisi Venizelos, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1914 yılının ilk aylarında Küçük Asya ve Doğu Trakya’dan 450.000 Rumu zorla sınırdışı ettiğini daha 22 Kasım 1922 günlü oturumda dile getirmiş ve ilk kez “mübadele” sözcüğünü de kullanmıştır. Venizelos’a göre, sınır dışı etmelere bir çözüm bulmak için, mübadelenin, kendisi ile Osmanlı Sadr-ı Azamı arasında görüşülmesi kararlaştırılmıştı. Brüksel’de yapılması planlanan görüşme, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla gerçekleştirilememiştir8. Bir yandan savaş sırasındaki göçler ve yakıp-yıkmalar, öte yandan “halkların içice girmişlikten kurtarılmasının barışın kurulmasını sağlayabileceğine” olan inanç, mübadeleyi gerekli kılmaktaydı9 . Mübadele, aynı zamanda etnik yer değiştirmeler sonucu ortaya çıkan ekonomik sorunların çözümlenebilmesinin yolu olarak da görülmekteydi. Mübadele, Lozan’da sadece Türkiye ve Yunanistan’ın isteği oile Imamıştır. Konferansa katılan diğer ülkeler de yukarıda sayılan sorunların çözüm yolunu mübadelede görmekteydiler. 1 Aralık 1922 tarihli oturum, tümüyle mübadele sorununun görüşüldüğü bir oturum olmuştur. İlk olarak Dr. Nansen nüfus mübadelesi konusundaki görüşlerini ve önerilerini açıklamıştır. Dr. Nansen’in oturuma katılması ve görüş bildirmesi de İngiliz temsilci Lord Curzon’un çağrısı üzerine gerçekleşmiştir10. Milletler Cemiyeti’nin 1919’da oluşturduğu Uluslararası Muharecet Komisyonu’nun başkanlığını da yapmış olan Dr. Nansen’in görüşleri, konunun uzmanı olması11 bakımından önem taşımaktadır. Dr. Nansen, Türkiye ile Yunanistan arasında, geciktirilmeden bir mübadele yapılmasını isteyen “dört büyük devletin İstanbul’daki temsilcilerinden” çağrı aldıktan sonra, konu ile ilgili olarak temaslarda bulunduğunu belirtmektedir12. Türk ve Yunan makamlarıyla görüşen Nansen, her iki ülkenin de mübadeleyi istedikleri sonucuna varmıştır. Nansen’e göre mübadelenin ortaya çıkaracağı bir çok soruna karşılık (kimlerin mübadele edileceği, mübadillerin bırakacağı malların değerinin tesbiti, tazminat ödemeleri vb.) sağlayacağı yararlar bu aşamada daha fazladır. Savaş dolayısıyla çok sayıda insan zaten yer değiştirmiştir. Bu durum her iki ülkeye de ağır ekonomik zorluklar yüklemektedir. Yunanistan’a göç etmiş bir milyona yakın Rumun varlığı bile mübadelenin hem ekonomik hem de insani yönünü göstermektedir. Bu yer değiştirmeler nedeniyle, Türkiye’de işlenebilecek durumdaki tarım arazileri işlenememektedir. Mübadelenin geciktirilmeden gerçekleştirilmesi durumunda hem bu sağlanmış olacak, hem de Yunanistan’a sığınan göçmenleri yerleştirme olanağı doğacaktır 13. Dr. Nansen, Türk-Yunan mübadele andlaşması için daha önce uygulanan Bulgar-Yunan andlaşmasının örnek alınmasını önermiştir. Bu andlaşmada bir takım değişikliklerin yapılmasıyla iki ülke arasındaki mübadele de başarıyla yürütülebilir. Dr. Nansen’e göre mübadele andlaşması genel hükümleri kapsamalıdır; ayrıntılarla ilgili özel yönetmeliklerin hazırlanması, oluşturulacak Karma Komisyon’a bırakılabilir 14 . Bu Karma Komisyon’da her iki ülkenin birer temsilciyle, Milletler Cemiyeti Meclisi’nce atanmış iki temsilciden oluşmalıdır. Bulgar-Yunan mübadelesinde uygulanan bu yöntemle mübadele, başarıyla yürütülmüştür. Dr. Nansen bu önerisiyle Milletler Cemiyeti’ni işin içine sokmuş oluyordu. Oysa bu cemiyete TBMM hükümeti henüz üye değildir. Dolayısıyla Milletler Cemiyeti’nin devreye sokulması Türk Temsilcileri rahatsız etmiştir. Bundan dolayı İsmet Paşa, Dr. Nansen’in raporunu, “bir özel kişinin raporu saydığını” belirtmiştir15 . Türk görevlileriyle Dr. Nansen’in Konferans öncesinde yaptığı görüşmelerin bir sonuca ulaşamamasını da buna kanıt olarak göstermiştir. İsmet Paşa, mübadele sorunu ile azınlıklar sorununun birlikte ele alınması gerektiğini belirterek, Ülke ve Askerlik Sorunları Komisyonu iki sorunun birbirine bağlı olduğunu kabul ederse mübadele konusunda Türk Temsilci Heyetinin görüşlerini açıklayacağını söylemiştir. İsmet Paşa’ya göre bu sorunun görüşülmesi için henüz erkendir; bundan dolayı Türk tarafı mübadele konusundaki görüşlerini daha sonraki oturumlarda açıklayacaktır. Yunanistan Temsilcisi Venizelos ise özellikle ekim mevsimi geçmeden mübadelenin başlaması gerektiği görüşündedir. Israrlı tutumlar karşısında İsmet Paşa, mübadele konusundaki Türk tarafının görüşlerini genel hatlarıyla açıklamak durumunda kalmıştır. Öncelikle Doğu Trakya’nın 30 Kasım’da teslim edilmesinden dolayı boşaltılmış köylerin kaç kişi barındırabileceğini tesbit etmenin hemen olamayacağını belirtmiştir. Anadolu’da binlerce evsiz-barksız Türk vardır. En azından şimdilik, Yunanistan’daki Müslümanlar evlerinde oturmaktadırlar. Bu nedenle, bir mübadele yapılacaksa bu, İzmir ve İstanbul’u da içine almak koşuluyla bütün Rum nüfusunu kapsamalıdır 16. Yunanistan’ın mübadele konusundaki en önemli ısrarı mübadelenin isteğe bağlı olarak gerçekleştirilmesi olmuştur. Bunun en önemli gerekçesi de Birinci Dünya Savaşından beri Yunanistan’a sığınan bir milyona yakın göçmendir. Yunanistan bu göçmenler nedeniyle zaten zor bir duruma düşmüştür. Ayrıca Türkiye sınırları içinde kalan Rumların da zorunlu mübadele ile Yunanistan’a göçmesi, altından kalkılamayacak kadar ağır bir yük getirmektedir. Venizelos’a göre “böyle bir sınır dışı ediş, benzeri görülmemiş siyasal, ekonomik ve sosyal bir yıkım” demektir 17.
  9. ESKİ MISIR MEZAR MİMARİSİ-2 Mikerinos dönemini izleyen yaklaşık bin yıl içerisinde de piramit yapımına devam edilmiştir. Ancak bunlardan taş olanlar çok küçüktür. Üstelik niteliksiz yapılar oldukları için büyük ölçüde hasara uğramışlardır. Yapımlarına kireçtaşı yerine tuğla kullanılanlar ise kalıcı olmamışlardır; bunlardan günümüze yalnızca ufalanmış tuğlalarını, tuğla döküntülerinin oluşturduğu şekilsiz boz yığınla kalmıştır. Oysa Piramitler Çağı’na ilişkin taş piramitlerden Meydum Piramidi dışında, birçoğu hemen hemen tarihlerindeki biçimlerini korumuş ve günümüze dek kalmıştır. Abu Ravaş IV.Hanedanlığın üçüncü firavunu olan Ra’cedef adına yaptırılan “Sehedu yıldızı olan piramit” adlı, yapıt sahici piramit grubunun içinde yer almaktadır. Piramit bitirilememiştir, ancak yapıda granit kaplama malara rastlanmıştır. Abusır III.Hanedanlık zamanında Sahure tarafınan yaptırılmıştır. Adı “Ba-ruhlarının Yüksekliği Piramit”dir. Piramidin özgün yüksekliği 47 metredir. V. Hanedanlığın üçüncü firavunu olan Neferirkare’ye ait olan piramidin adı “Ba-ruhunun Piramidi”dir. Özgün yüksekliği 70 metredir. Kralın ölümünde bitmemiş olan piramidin Vadi tapınağı ve yaklaşım yoluna ardılı olan firavun Neuserre el koymuştur. V. Hanedanlığın beşinci firavunu Ra’neferre’ye ait olduğu sanılan piramidin adı “Ba-ruhlarına Kutsal Olan Piramit”dir. Piramidin çok resmi kayıtlarda mevcut olunmasına rağmen bulunamamıştır. V. Hanedanlığın altıncı kralı Neuserre tarafından yaptırılmıştır. Adı “Yerli Yerine Konmuş Piramit”dir. Özgün yüksekliği 51.1 metredir. el-Kula Burada bulunan basamaklı piramidin sahibi bilinmemekle birlikte kraliyet piramidi olmadığı tahmin edilmektedir. Ancak Üçüncü Hanedanlığa ait olduğu sanılmaktadır. Sakkarra IV. Hanedanlığın sonuncu firavunu olan Skepseskof’a ait bu piramidin adı “Arınmış Piramit”dir. Gerçek bir piramit değil, lahit biçimli bir yapıdır. V. Hanedanın ilk firavunu olan Userkof’a ait olan bu yapının adı “Yerinde saf olan Piramit”dir. Özgün yüksekliği 49 metredir. Gömü töreni tapınağı, alışılmamış biçimde, piramidin güneyinde bulunur. V. Hanedanın firavunu olan İzezi’ye ait piramidin adı “Güzel Piramit” çağdaş adı ise “el-Şavvaf”tır. Özgün yüksekliği 52.5 metredir. V. Hanedanın firavunu Venis’e ait piramidin adı “Yerinde Güzel Olan Pirami”dir. İlk yüksekliği 43 metredir. Yaklaşım yolu bir dizi olağanüstü röliyefle süslüdür. VI. Hanedanın firavunu Teti’ye ait piramidin adı “Yerinde Kalıcı Olan Piramid”dir. İlk yüksekliği 52.5 metredir. VI. Hanedanlığın firavunu olan Merenre tarafından yaptırılan piramidin adı “Parlak ve Güzel Piramid”dir. Özgün yüksekliği 52.5 metredir. VII. Hanedanlığın üçüncü firavunu Pepi’ye ait bu piramidin adı “Yerleşik ve Güzel Piramid”dir. Özgün yüksekliği 52.5 metredir. Memphis şehri adını bu piramitten almaktadır. VIII. Hanedanlığın firavunu olan İbi’ye ait olan piramidin adı bilinmemektedir. Piramit sağlıklı ölçü veremeyecek kadar tahrip olmuştur. Zaviyet el-Aryan Sahibi bilinmeyen bu basamaklı piramidin çağdaş adı “Bitmemiş Piramid”dir. Yalnızca toprak altı bölümünün yapımı başlanmış, alışılmamış bir biçimde sanduka gömü odasının tabanında gömülü olarak bulunmuştur. Kesin olmamakla birlikte III. Hanedanlığın firavunu olan Ka’ba’ya ait sanılıyor. Çağdaş adı “Tabakalı Piramit”tir. Zavyet el-Maiyitin Sahibi bilinmiyor ama muhtemelen III.Hanedanlığa ait olduğu sanılıyor. Basamaklı piramit grubundandır. Yeri Bilinmeyen Piramitler V. Hanedanlık firavunlarından olan Menkauhor’a ait olup Sakkara’da olduğu tahmin ediliyor. Piramidin adı “Tüm Yerler İçinde En Kutsanmış Piramid”dir. VIII. yada VIII.Hanedanlığın firavunu olan Neferkare’nin piramidinde de Sakkara’da olduğu tahmin ediliyor. Piramidin adı “Dayanıklı ve Yaşayan Piramid”dir. VIII. yada X.Hanedanlığın firavunu olan Iti’ye ait piramidin yeri kesin olarak bilinmemektedir. Piramidin adı “Ba-ruhları Piramidi”dir. B. Orta İmparatorluğu Çağ Mezar Mimarisi Bu çağda tapınak inşaatına daha fazla önem verilmeye başlandı, fakat mimarinin temeli yine yeryüzü hayatının maddi eşyalarından öbür dünya da yararlanılmasını sağlayan sağlam mezar yapımıdır. Kralların mezarlarında, piramit gene tam formu ile görülmektedir. Eskiden bina tam piramit biçiminde iken, şimdi binanın üzerine oturtulmuş sembolik bir taç gibidir. Ayrıca büyüklük bakımından, aynı ölçüde kalmadığı gibi materyal bakımından da aynı değildir. Çünkü bu inşaatlar artış taştan değil toprak tuğlalardan yapıldığından, zamanın tahribatına maruz kalıyordu. Asıl mezar odaları mezar yapısının içinde olmayıp, derinliğine oyulmuş ve toprak altına yapılmıştır. Kralın abide mezarı yanında, kraliçe ve prenseslere ait kısımlar bulunmaktadır. Gerek piramit gerek mastaba, mezarı saklayacak yerde, fazlasıyla belirttiklerinden, çok sık soyulmuş ve tahrip edilmişlerdi. Ölülerin bütün servetleriyle gömülmelerini ve onlara dua edip hediye sunulmasını sağlayacak bir başka tip mezar yapmak ve mezarı gizlemek gerekiyordu. Orta İmparatorluk çağında, piramitlerin mezar daireleri aldı. Nil Vadisi dar olduğundan mezarlar falezlerin içine oyuldu. Bunlara Hipoje adı verilir. Avlu, hol, tapınak, koridor ve tünelden oluşan hipojeler plan açısından piramitlere benzemektedir. Devlet büyükleri eskiden olduğu gibi firavunun himayesinde onun çevresinde toplanmak istemediklerinden, falezlerin içinde kendilerine mezarlar oydurdular. Hipoje tipi mezarlar bu çağda bilhassas Ben-i Hasan bölgesinde ve çok sayıda yapıldı. Mastabalar ise Eski İmparatorluk çağında olduğu gibi yine piramidin çevresinde toplandıkları görülür. Mastaba duvarındaki şapel nişi bu dönem içerisinde büyük önem kazanmıştır. Bu çağda yapılan tapınakların aslında ölü tapınakları yani büyük mezar şapelleriydi ve bunlar Teb tepelerine gömülen tanrı-firavun mezarlarına bağlıydılar. Bunlardan başka, piramit, mastaba, hipoje gibi çeşitli mezar tiplerinin ölü tapınağıyla birleşmesinden başka bir yapı tipi olan Mezar Tapınağı meydana geldi. Dönemin özelliklerini iyi ifade edebilen başlıca mezar yapı hakları şunlardır; 1) I. Mentuhotep Mezar Tapınağı Mısır’ı tekrar birleştiren firavun olarak bilinen Mentuhotep’in bu yapıtı Dar-el-Bahri’de bulunmaktadır. Nehirden gelen ve duvarlarla sınırlı yoldan, batısında çift revaklı bir geçit bulunan bir avluya ulaşılır. Avludan rampayla çıkılan ikinci terasta dışı revaklı bir mezar tapınağı ve onun üstünde bir piramit vardır. Bu binanın arkasındaki revaklı tören avlusunda asıl törenlerin yapıldığı sütunlu kutsal salona geçilir. Kralın mezarı bu salonun ekseninde olup kayalara oyulmuştur. Mezar odasına ayrıca, rampanın başladığı ön avludan yüz elli metre uzunluğunda bir yer altı dehliziyle de ulaşmak mümkündür. Bu binada tapınakla mezarın yine birleştirildiği ve dağa oyulan mezara büyük bir mimari cephe verildiği görülüyor. Fakat sonuç Eski İmparatorluk çağına göre çok daha ince ve zariftir. 2) I. Amenemhet Mezar Tapınağı On ikinci Hanedanlığın ilk firavunu olan I. Amenmhet, el-Lişt’le “Yüksek ve Güzel Piramid” adındaki yapıyı yaptırmıştır. Yüksekliği 55 metredir. Daha sonra kendisinin yerine geçecek olan oğlu I. Senvasret’in piramidiyle arasında bir buçuk kilometre vardır. piramidin çevresinde daha küçük piramid ve mastabalar bulunmaktadır. Memfis nekropolisinin yakınlığı I. Amenemhet’e hazır durumda uygun yapı malzemesi kaynağı oluşturmuştur. 3) II. Sesostris Mezar Tapınağı el Lahun kentine üç kilometre kadar uzaklıkta olan piramidi II. Sesostris yaptırmıştır. Yapımcıları piramidi oturtmak için doğal bir kaya tepesini kullanmışlar ve Orta Krallığın gelişmiş çekirdekten kurma yönteminden yararlanmışlardır. Bu, merkezden yayılan taş istinad duvarları ve onların arasında kalan odaların ker*** tuğlalar ile doldurulması ile elde ediliyordu. Dış yüzün taşla kaplanması, tamamen taştan yapılan piramidler ile aynı görüntü etkisi veriyordu. 4) I. Sesostris’in Sirenpovet Mezarı I. Sesostris’in yaptırdığı bu mezarın içi, bir eksen üzerinde sıralanan salonları, odaları, hücrelerle sağlam bir mimari düzen ve bir bütün oluşturulduğunu gösterir. Eski İmparatorluk çağında piramit mezarlarındaki salon ve odalar, amaçsız bir dolambaçlık içindedir. Sirenpovet mezarının Sakkara’daki karışık odalar ve koridorlarla artık ilgisi yoktur. Ayrıca Eski İmparatorluğun o karışık iç planlaması ve az sütunlu salon anlayışı da bu mezarlarda yoktur. Ancak bu mimarinin sütunları kare şeklindedir. 5) Diğer Mezar Tapınakları Sakkara On üçüncü Hanedanlığın firavunu olan Hencer’e ait olan ve adı bilinmeyen piramidin ilk yüksekliği 37 metredir. Ana yapı malzemesi tuğladır. Bölgedeki bir diğer piramidin ise sahibi bilinmiyor ancak on üçüncü hanedanlığa ait olduğu sanılıyor. İlk yüksekliği bilinmeyen piramid bugün yalnızca 3 metre yüksekliğindedir. Dahşur III.Sesostris’e ait olan bu piramidin adı bilinmemektedir. İlk yüksekliği 78.5 metredir. II. Amenemhet’e ait olan piramide “Güçlü Piramid” adı verilmişir. İlk yüksekliği bilinmiyor. III. Amenemhet’ê ait olan piramidin adı bilinmiyor. Tuğladan yapılan piramidin ilk yüksekliği 81.5 metredir. Mazghuna Sahibi net olarak bilinmeyen piramidin IV. Amenmhet yada Nefrussobk’a ait olabileceği varsayılıyor. Toprak üstü yapısı günümüzde tamamen kayıptır. C. Yeni Krallık Dönemi Yeni İmparatorluk zamanında krallara ait mezar mimarisinde esaslı değişiklikler olmuştur. Hiksosların Mısır’ı istilası esnasındaki karışık devreden istifade eden hırsızlar, mezarları daha geniş ölçüde soymuşlardır. Bunun için, yeni yapılacak kral mezarlarını mümkün olduğu kadar gizli ve kimsenin kolaylıkla giremeyeceği yerlerde inşa ettirmek lazım gelmiştir. Bu amaçla Teb şehrinin karşı sahilinde, kayalıklı bir dağ vadisi seçilmiş ve burada yeraltına inen kral mezarları yapılmıştır. Onun için buraya krallar vadisi denir. XVIII.Hanedan’ın Teb’li yöneticileri kendilerine uygun tarzda mezarlar yaptırmaya başlamışlardı Krallar Vadisinde. İlk kez I. Tutmosis mezarını burada kayaları oyarak yaptırmıştır. Bu vadi iki ana koldan oluşur, mezarların çoğunun yer aldığı Doğu Vadisi ve özellikle III.Amonofis’in mezarının bulunduğu Batı Vadisi. Krallar Vadisinde toplam altmış iki adet mezar bulunmuştur. Sonuncu bulunan mezar ise Tur’ankamun’a aittir. Bulunan mezarların hepsi kral mezarları değildir. Mezarlar, tarım alanının hemen kenarında kurulan kişilere ait gömülme tapınaklarından ayrılmışlardır. Tapınak ile mezarı ayırmanın tek nedeni, güvenlik değildi, aynı zamanda dini ve mimari nedenleri de vardı. Krallar Vadisi’nde XVIII.Hanedan ile XX.Hanedan arasında kraliyet mezarlarının planı; gömülme odasında son bulan, bir yada daha fazla salonlu (bazen sütunlu) uzun eğimli kayaya oyulmuş bir koridordan ibarettir. İlk mezarlarda koridor belirli bir yerde genellikle dik açı içinde ya sağa yada sola kıvrılırdı, ama XVIII.Hanedan’ın son dönemlerinden başlayarak düzleşti. Uzunluğu değişiyordu. Haremhab’ın ki 105 metre, Siptah’ın ki 88 metre, VI.Ramses’in ki 83 metredir. Kral mezarlarının hepsi birbirine benzemektedir. Mezar odasında granit bir lahit, duvarlarda renkli, düz yada kabartma resim ve freskler vardır. Oldukça büyük ve etkileyici kolosal heykeller mezar odalarını süslemiştir. Vadideki mezarların üzerinde herhangi bir mimari yapı yapılmamıştı. Mezarların iç kısım planları yalnızca iyi saklanmayı gerektirecek çarelere yönelikti, mezar soyguncularını şaşırtmaya yönelik yollar ve yalancı kapılar yapılmıştı. Ancak Krallar Vadisindeki mezarlardan yalnızca Tut’ankamu’nun mezarı hırsızlar tarafından soyulmamıştı. Bu soygunlara önlem olarak eski Mısır rahipleri, aralarında I. Seti, I. Ahmosis, I. Amenhotep, II. Ramses ve II. Tutmosis’inde bulunduğu kırk firavun mumyalarını mezarlarından çıkartarak, vadi ile Deir El Bahri arasında gizli ve toplu bir mezarlığa alel acele taşımışlardı. Krallar Vadisi’nin 1,5 km güney batısında Biban El-Harim denilen yerde ise Kraliçeler Vadisi yeralmaktadır. Burada kraliçe ve prenseslere ait seksen mezar tespit edilmiştir. Kraliçe Nefertari ve Thiti gibi firavun eşlerinin mezarları dışındakilerinin boyutları küçük, süslemeleri ise pek çoğunda yok denecek kadar azdır. Eşy Abd El-Gurnah köyü yakınlarında Soylular Vadisinde ise VI. Hanedandan Ptolemaioslar dönemine kadar geçen süre içinde gömülen dörtyüz mezar tespit edilmiştir. II. ESKİ MISIR’DA ÖLÜ GÖMME TÖRENLERİ Mısırlılar, ölümden sonra, yeniden canlanılacağına inanırlardı. Buna tabiatın kış ile baharına benzetirler, ölüm ve yeniden doğuş halini örnek tutarak, nasıl ki Osiris yeniden hayata kavuşmuştur, o halde insan hayatı da ona benzemelidir diye düşünürlerdi. 1-Osiris, yeryüzü veya uzayda olsun, yaşamsal etkinliktir ve bir tanrının görünür şekli altında ölülere yeniden canlanmayı vaad etmek için onların dünyasına iner. Çünkü kendini temize çıkarmış her ölü, tıpkı toprağın bağrına düşmüş bir buğday tanesi gibi, evrenin derinliklerinde bir hayat tomurcuğudur. 2-Mısır mitolojisine göre Osiris ile erkek kardeşi Seth arasında yaşanan çatışma sonucunda Osiris vücudu parçalara ayrılmak suretiyle öldürülmüştü. Karısı İsis ve oğlu Horus, Osiris’in tüm Mısır ülkesine yayılan vücud parçalarını tanrıça Nefitis’in yardımıyla sihirsel bir tören sonunda bir araya getirip onu tekrar yaşama döndürmüştü. Kısaca Eski Mısırlılar için ölüm mevcut değildi. Her biri, toprağın öbür yüzünde kendine, dünyadakine oldukça benzer bir yer ve bir mevcudiyet bulacağına güvenebiliyordu. Gezegenler arasında, kendini doğruya çıkardıktan sonra, maddi zenginliklerinin hiçbirini terk etmeksizin vaad edilen ebediyetle mutlu olabilirdi. 3- Bütün bunların gerçekleşmesi için de belli şartlar vardı. Bunlara bakacak olursak; Her şeyden önce kutsal bedenin korunması sağlanmalıydı. Çünkü Eski Mısırlılar, ruhun öte dünyada yaşamını sürdürebilmesi için, bedenin korunması gerektiğine inanıyorlardı. Piramit, kralın mumyası için dikiliyor, ceset ise, bu koskoca taş dağının tam ortasında, yine taştan bir mezar içine yerleştiriliyordu. Ardından soylular da, kral piramidinin çevresine düzenli sıralarla dizilmiş daha küçük mezarlar yaptılar. Giderek, biraz önemli herkes, öte dünya için tedbirlerini alabileceği pahalı mezarlar sipariş etmeye başlar oldular. Ölüm ile ilahi dünyaya katılma arasında yargı yer alır. Osiris öteki dünyaya alınan ruhların yazgısının ne olacağına karar veren bir yargı kurulunun başkanıdır. Ölüyü sorguya çeker ve kalbinin temiz olup olmadığını bir tüy ile tartardı. Osiris bu sınavı kırk iki yargıçla birlikte yapardı. Bu sınavda başarısız olanları aç, susuz, karanlık zamanlar bekler ayrıca timsahlar tarafından parçalanmaya mahkum edilirlerdi. Rahiplere göre, imtihanlardan iyi olarak geçebilmek için, birçok yol vardı. Bunlardan biri mezarlar içine yiyecek koymaktı, bir diğer ise ilahları memnun edecek tılsımlardı. Ayrıca da, balık, yılan, hamamböceği ve diğer bazı böcekler, rahibin takdisinden geçerek ceset içine konursa, ölüye yardımcı olacakları kabul edilirdi. Bir de en çok tercih edilen şey, bir “Ölüler kitabı” satın alınarak mezara koymaktı. Bu papirüs kitabı rahipler tarafından yazılmış dualarla ve Osiris’i sakinleştirecek ve hatta aldatacak formüllerle doludur. 4-Bilinmeyen yolculuğunda ölünün ruhuna veya “dublesine” yardımcı olmak için, mezarın son kapısı da mühürlenmeden ölüm ayinini yöneten rahip mumyanın yanına inisiyasyonlara göre yazılmış bir papirüsü koyar. Bu papirüse “Ölüler Kitabı, Güneş İlahileri Kitabı, Gizli Evin Kitabı, Kapılar Kitabı” denir. 5-Ölüler Kitabı, iki yüz civarında sihirli söz topluluğudur. Ölüler Kitabı, ölünün geçeceği maceralı yolculuğu sırasında geçeceği kapıları karşılaşacağı tanrıları tanımayı, bazı kısımlarında Osiris’e dua gibi olan bu yakarılarla onların iyi tesirlerini çekmekte ve özellikle pek çok sayıdaki yırtıcı, sinsi, kötü ruhun fenalıklarından veya isimleri, belleği, iç organları yiyen, sürekli ölüler aleminin uluhiyetlerinin gölgesinde yaşayan yılan, şeytanlara yakalanmamakta yardımcı olmaktadır. 6-Ölüler Kitabında yazılanlar rahipler tarafından cenaze töreni boyunca mumyaya dönük okunuyordu. Eski Krallık döneminde başlayan kültürel gelişmelerle birlikte, “ölümsüzlüğün sığınağı” olarak benimsenen mezarlara konulacak ölülerin, öbür dünyadaki yaşamları için ünleri ve zenginlikleri ölçüsünde mumyaları yapılmaktaydı. Heredot’un uzun uzun anlattığı gibi eski Mısır’da mumyacılık kutsal ve yaygın bir meslek dalı olup, yapılacak işlemlere göre değişik fiyat tarifeleri uygulanmaktaydı. 7-Mumyalama işlemi yaklaşık yetmiş gün sürüyor. Ancak önemli bir kişi yada bir firavunun cesedinin mumyalama işleminin on ay kadar sürebildiği de görülmüştür. Bedenin su kaybını sağlamak için beden doğal bir bileşim olan natrona (karbonat, bikarbonat, klorid ve sodyum sülfat karışımı) gömülüyordu. Ardından kadavranın kılları özenle traş ediliyor ve burun deliklerinden sokulan çengel gibi aletlerle beyin boşaltılıyordu. Sonra sol böğrün yarılarak iç organlarının çıkarılması gerçekleşiyor, beden oyuklarının ve yan tarafın yarası balmumu ile strelizasyon işleminden geçiyordu. Daha sonra iç organlarının işlemden geçirilmesi yani içlerinin boşaltılması, natron ile su kaybının sağlanması, kurutulması, yağlanması ve erimiş reçine sürülmesi. Bedenin ise natron ve güzel kokulu reçine ile örtülmesi, sonra geçici olan sargıların çözülmesi ve uzuvların deri altlarına kum yada toprak verilmesi. Beden oyuklarının reçineye batırılmış keten yada içinde mür ve tarçın gibi güzel kokulu maddelerin bulunduğu torbacıklarla sarılması, bedenin yağlanması ve bedenin yüzeyine erişmiş reçine sürülmesi son olarak da sargıların sarılması ve muskaların, takıların konulması gerçekleşiyordu. 8-Kendilerine ne lüks kaplamalar, ne ağlayıcılar, ne muskalar sağlayabilen fakir kişiler mumyacılarca toptan muamele görüyor ve çırakları, kadavraların iç organlarını çıkarırken ellerini işe alıştırıyorlardı. Masrafları çoğaltmamak için işlemler basitleştiriliyordu. Kadavralar kasaplardakine benzer çengellere asılıyor, içleri boşaltıldıktan sonra, yetişkinlerden beşer ceset alabilen teknelere atılıyordu. Cesetler otuz gün süreyle tuzlu bir eriyikte yatırılıyordu. Mumyalama bitince, akraba veya dostlar kadavralarını geri alıyorlardı. 9-Fakir olan kimse kendine bir tabut alamamış ise öküz derisine sarılıp bir palmiye ağacının altına gömülüyordu. Mezarın içine ise ölüler kitabından alınmış birkaç papirüs koyuyorlardı. Bazı mumya vücutlarının kara, kuru, kırılgan ve derilerinin büzülmüş; bazılarının ise daha doğal görünümlü olması mumyacılığın önemli bir uzmanlık gerektirdiğini gösterir. II. Ramses 96 yaşında, Tutankhamon 18 yaşında öldüğü halde, mumyası genç firavundan çok daha iyi durumdadır. 10-Mumyalama işleminin ardından cenaze törenleri başlardı. Soylu olan kişinin cenazesi erken başlardı. Yüzleri boyalı, gri-mavi yas elbiseleri içindeki “Kites” adındaki kiralık yas tutucular ilahiler söyleyip, ağlayıp, feryat ederlerdi. Cenaze alayının başında çiçekleri, mezara bırakılacak ölü eşyalarını, tepsi içindeki yiyecek ve adakları, kanopik kapları, papirüsleri, “Tekenu” denilen bir kızağa yerleştirilmiş hayvan postlarıyla kaplı insan şeklinde bir sembolü, kurban edilecek hayvanları tören yerine taşıyan “Saptis” denilen hizmetkarlar bulunurdu. Ardından geleneksel keten robu üzerine panter veya leopar postu sarmış “Sem” denilen rahip, diğer “Ko” rahipleri ve ölü ailesinin yakınları olmak üzere hep birlikte Nil’in karşı kıyısındaki kaya mezarlarına gitmek üzere gemiye binerlerdi. Burada hazırlanan katafalka konulan sandukanın iki yanında, İsis ve Osiris Tanrıları’nın kılığına girmiş iki kişi yer alır ve ilahiler okurlardı. Tören olayının nekropole ulaşması burada yapılan kutsal ayin ve törenlerin ardından, sanduka mezar odası içindeki taş kapaklı lahit içine yerleştirilir. Tüm ölü eşyaları ve adaklar mezara bırakılır, bölmeler ve giriş örülür, mühürlenir ve mezar girişi belli olmayacak şekilde kapatılırdı. Kral ve soylu mezarlarına bırakılan sunaklar için 114 bölümden oluşan törenler yapılmaktaydı. 11-Mumyalar muskalarla örtülüp yanlarına “Uzun Yürüyüş Asası” denilen sihirli olduğu varsayılan asa bırakılıyor. Mumyanın çenesi altına da Osiris sakalının konulması ihmal edilmiyordu. Yine ölünün öbür dünyada ortağı olacak heykelcikleri bırakılırdı mezarda. Bir vakitler, acımasız bir geçmişte, güçlü biri öldüğünde, öte dünyada kendine yaraşır bir hizmetçi topluluğuna sahip olsun diye, o güçlüyü, öldürülen uşakları ve tutsaklarıyla birlikte gömme geleneği vardı. Bu tür gelenekler daha sonraları ya çok acımasız yada çok masraflı sayılmış ve imdada sanat yetişmiştir. Yeryüzü büyüklerinin alayını, gerçek uşaklar yerine, resim ve imgeler oluşturmaya başladı. Mısır mezarlarında bulunan resim ve araçlar, çoğu erken kültürlerde de rastlandığı gibi, ölenin ruhuna öte dünyada yardımcı olabilecek dostlar sağlama amacıyla ilişkilidir. 12-Mısırlı ressamların çizdiği duvar resimleri ve kabartmalar Mısır’da nasıl yaşandığına ait önemli bilgileri vermektedir. Ressamların resimlerinde önemli olan güzellik değildi. Çünkü sanatçının görevi her şeyi en açık ve kalıcı bir biçimde korumaktadır. M.Ö. yaklaşık 1900 yıllarına denk düşen Orta Krallık denilen dönemde yaşamış bir Mısırlı soylunun mezarında, duvarların nasıl süslendiği hakkında iyi bir fikir vermektedir. Hiyeroglif yazıları, bu adamın gerçekte kim olduğunu, yaşamında hangi unvanlara ve payelere sahip bulunduğunu kesinlikle söylüyor. 13-Mezarlıkta son ritler tamamlanırken hizmetçiler de cenaze ziyafetini hazırlarlar. “Issız Vadi”de, dallar ve çiçeklerle kulübecikler yaparlar. Masalarında etrafında toplanılır. Herkes nefis yiyeceklerden yer. Bu ara lotüs çiçekleriyle süslenmiş çıplak dansözler, akşamın yumuşamış ışığında esrarlı Mısır’ın hikayelerini canlandırırlar. Bununla beraber, içkilerin, şarkıların, dansların etkisiyle davetlilerin asık yüzleri canlanır ve ölünün böyle bir günü için ve serbest hale geçmiş ka’sı için sevinirler. Bununla beraber bu eğlentinin çok uzamaması uygun görülür ve artık bıkmış merasimciler, gece canlıların alemini güzellikleri ile örtmeden, Teb’e dönerler.
  10. I. ESKİ MISIR MEZAR MİMARİSİ Mısır dininin başlıca özelliği, ölümden sonra yaşamaya devam edebilmek için vücudu çürütmeden, korumayı başarmaktı. Sonsuza dek saklanan cesedin, sağlam bir mezarda korunmak istenmesi bunun doğal sonucu oldu. Mısır mimarisinin temeli ve başlıca sorunu mezarın bozulmazlığıydı. Bu dokunulmazlık ve sağlamlık bir çok yönlerden sağlanmalıydı. Cesedin, emniyetinin, ölünün servet, eşya, hizmetkar ve hazinelerinin korunması gerekiyordu. Bunun sonucunda mezar bir sapel, depo ve sanat eseri oldu. Heredot’un söylediğine göre ev geçici, mezar ise devamlı bir konuttu. Mezar ve tapınaklarının eski Mısır Çağının en önemli binaları olması da bu düşünceyi kanıtlar. Mısır mezarı, yeryüzündeki konutun karşılığı olarak düşünülmüş bir ev görünüşündedir. İçinde hiçbir canlının giremeyeceği, ruha ayrılmış bir kısım (Tai), rahiplerin ve akrabaların dualar okumak ve sunular bırakmak üzere geldikleri kabul salonları (Ka) ve bu ikisinin arasında bir koridor ağı yer alır. Mısırda mezar mimarisi için çok şeyler bilinmektedir. Çünkü bugüne kadar gayet iyi bir halde kalabilen ve incelenmesi mümkün olan mezar anıtları bulunmaktadır. Mezar anıtları, Şahıs Mezarları ve Krallar Mezarları olmak üzere başlıca iki grupta incelenebilir. Bunlar birbirinden farklı fikirlere göre inşa edilmişlerdir. Çünkü dini inanışlara göre, krallar öldükten sonra tanrılaşmış sayıldıklarından, onlar için yapılacak mezarların sonsuza kadar varolması düşünülmüştür. Mısır’da mezar mimarisi mastaba adı verilen mezar yapılarıyla gelişmeye başlamıştır. Mastabalar, imparatorluğun ilk çağlarından büyük devlet memurları tarafından kendileri için yapmış oldukları mezarlardır. Uzunlukları yaklaşık olarak 50 metre, genişlikleri 25 metre, yükseklikleri ise 10-12 metredir. Mastabanın planı dikdörtgendi. Örkeleri ker***ten yapılmış olup sonradan taştan yapılmaya başlanmıştır. Mastabalarda üç bölüm vardır. (Levha 1) 1. Dış oda; burada ölüye sunulan eşyalar bulunur, duvarlar ziyafet ve bayram sahnelerini gösteren kabartmalarla süslenirdi. Doğu cephesinde bir niş biçiminde yapılan bu oda, bir çeşit şapeldi ve ucunda sunak masasıyla bir yalancı kapı da vardı. Bu niş daha da büyütüldüğü zaman, kapı batı cephesine geçirildi. Bu yalancı kapıda ölünün ruhunun geri geleceğine inanılıyordu. 2. Gizli iç oda, Sardab adı da verilen bu odada ailenin ölülerinin heykelleri toplanmıştı. 3. Lahidin bulunduğu asıl mezar odası; bir yer altı bacasından ulaşılan bu odada, ölünün özel eşyaları bulunuyordu. Teknik olarak mastabaların yapımında madeni aletler, matematik bilgisi ve teşkilatmış bir çalışma gerekmişti. Görünüşteki basitliğe rağmen orta bir mimari eser vardır ve mastaba parlak bir gelişimin ilk belirtisidir. Piramit inşaatlarında ilk adım olduğu gibi, sonradan Luxor’da yapılan büyük ölü tapınakları da bu küçük mezar şapeli odasından türedi. Yine ilk defa bu inşaatlarda görülen ince taş işçiliği ise sonradan gelişen bütün mimarilerde gelenekleşti. Mastabaların çoğunluk köy gibi düzenledikleri görülür. Serdab’a konulan heykellerin amacı, mumyalanmış cesed bozulursa bu ruhun heykellerden birinin içine girebilsin düşüncesiyle konulmuştu. Duvar resimleri ise öncelikle ölüye dünyada yaşadığı hayatı anımsatmaktır. Daha sonraları ölen kimsenin biyografisi de yer almıştı bu duvarlarda. Orta imparatorlukta mastabaların yapımına devam edilmekle birlikte Yeni İmparatorluk dönemi içerisinde mastabalar yerine kayalara oyulmuş kaya mezarlarının yapımına başlanmıştı. Piramitler ise krala ait mezar mimarisini oluşturur. Biçimi, büyüklüğü ile diğer yapılarından hayli farklıydı. İlk kral mezarları Abidos şehri civarında sülaleye ait basit şekilde yapılmış yapılardı. İlk kral mezarları basit şekilde ise de sonraları nisbetleri daha büyümüş, duvarları itinalı bir şekle girmiş ve asıl mezarın etrafına, iç bölme duvarı ile niş şeklinde küçük odacıklar ilave edilmiştir. Piramitler iç düzenlemeleri ile birbirinden ayrılmaktadır. Birincisi mastabaların geliştirilmesiyle yapılan basamaklı piramittir. İkincisi de gerçek pramitlerdir. Piramitler daha çok bölgeler oluştururlar ve bölgelerde yakınların da bulunan çağdaş kasabaların adlarıyla anılır. Bu gruplaşmaların çeşitli nedenleri vardır, ancak ana hatlarıyla. Eski Krallık piramitleri daha çok memphis yakınında yoğunlaşmış, Orta İmparatorluk piramitleri ise İtştavi dönemin başkenti yakınında toplanmıştı. 4. Hanedan’dan başlayarak piramitlere, çevrelerindeki yapılarla birlikte, ad verilmemeye başlandı. Piramitlerin oluşum sürecinde geçtiği aşamalar şöyle idi; planlama, tasarım ve yapım. Piramitlerin kurulacağı alanın belirlenmesinde önemli temel ilkeler esas alınmıştır. Öncelikle güneşin battığı yön yani Nil’in batı yakasında inşa edilmeliydi. Sonra Nil düzeyinden oldukça yüksek bir yerde olmalı ancak ırmağın batı yakasına da uzak düşmemeliydi. Alanın çatlaksız bir kaya üzerinde olması gerekliydi. Başkenti ve firavunun diğer sarayına yakın bir yerde yapılmalıydı. Yer belirleme işleminin ardından piramid işçileri gerekli alanı kum ve çakıl taşlarından arındırmalıydı. Böylece temel kazı alanı kazılıp zemin yatay duruma getiriliyordu. Kazı alanında bu düzenlemeler yapıldıktan sonra, piramidin tabanının tam kare olacak biçimde belirlenmesi ve kenarlarından her birinin dört asal yönden biri doğrultusunda olması gerekiyordu. Eski Mısırlılar piramitlerle ilgili ölçme işlerinin yapılmasında kullandıkları standart uzunluk ölçü birimi “krallık kübit1iydi. Uzunluğu 0.524 m olan krallık kübiti, yedi “avuç” yada yirmi sekiz “parmak”tı. Bir avuç da dört parmağa eşitti. Piramit için gerekli taşlar taş ocaklarından sağlanıyordu. Nil’in doğusunda bulunan Tura’daki Mukattam tepeleri önemli taş ocaklarından biridir. Taşçı ustaları taş bloklarını dikdörtgen prizmaya dönüştürmek için metal testereler kullanıyor ardından kalem ve madırga gibi aletlerle perdahlıyorlardı. Taşların gerekli uzunlukları iplerle ölçülerek denetleniyordu. Yeterli sayıda granit taş elde etmek içinse yeraltına kanal açma suretiyle elde edilebilmekteydi. Kullanılacak granitin nitelikli olması çeşitli işlemlere tabi tutulmaktaydı. Taş ocaklarından elde edilen taş bloklar, tekneler yardımıyla karaya indirilmekte ardından kızaklar yoluyla piramidin oluşturulduğu alana taşınmaktaydı. Granit Assuan’dan, bazalt ve alçıtaşı Fayyum’dan, bakır Doğu Çölü’nden ve Sina Yarımadası’ndan getiriliyordu. Ayrıca kaldıraçlar, levyeler, destekler, yapı iskeleleri ve kızaklar için keresteye, kalaslara ve ahşap dikmelere; üzerlerinden taşların kaydırıldığı yada çekildiği tomruklara; döşeme kaplamaları ve heykeller için su mermerine gereksinim vardı. Herodotos Kepps Piramidinin yapımında yüzbin işçinin yirmi yıl çalıştırıldığını ayrıca bu işçilerinde üç aya bir değiştirildiğini söylemektedir. Ne var ki bu bilginin doğruluğundan emin olunmamaktadır. Ancak Rainer Stadelmann, Eski Mısırlı işçilerin bir günde yaklaşık hacimleri bir metreküp olan 340 bloğu yerine yerleştirdiğini hesaplamıştır. Bu veri temel alınır, söz konusu piramidin yapımında yaklaşık 2300000 blok kullanıldığı ve Eski Mısırlıların bir yılda 360 gün çalıştıkları kabul edilirse, yapım süresi yaklaşık on dokuz yıl bulunur. Bu sonuç, Herodotos’un verdiği ilgili bilgiyle bağdaşmaktadır. A. Eski İmparatorluk Mezar Mimarisi Eski Krallık döneminin en gözde yapıları olan piramitler firavun ve yakınları için yapılmış anıt mezarlarıdır. Yakın çevresinde tapınak ve kutsal mekanlar bulunan piramitlerin çoğunluğu Nil’in batı kıyısında, yaklaşık 100 km uzunluğunda bir bölgede yer alır. Mısırda altmıştan çok piramit bulunur. Bunların en ünlüleri de bu dönem içerisinde yapılmışlardı. Bu piramitlerin en önemlileri şunlardır: 1) Zoser Basamaklı Piramidi III. sülaleden itibaren büyük kral mezarları yapılmaya başlanmıştır. Zoser’de III.sülalenin ikinci firavunudur. Zoseer’in piramidi M.Ö.2600’lı yıllarda Sokkara’da yapılmıştır. Mezarın mimarı İmhotep’tir. İmhotep kralın veziri ayrıca başhekim ve başmüneccimdi. Taş piramitlerin ilkidir bu piramit. Bina üst üste yerleştirilmiş ve yukarıya doğru gittikçe küçülen mastabalardan meydana gelmiş gibidir. Zoser’in özgün mastabası en az beş kez değişikliğe uğramış ve her aşamada tasarımı geliştirilmiştir. Sonuçta altı basamaklı bir piramit şeklini almıştır. (Levha 2) Özgün mastabanın yeraltında kalan mezar bölümüne derinliği 28 m ve kenar uzunlukları 7 m olan kare en kesitli bir kuyuyla inilmektedir. Mezar bölümü biri ötekinin üstünde bulunan iki gözden oluşturulmuştur. Alt gözde kralın mumyasının olduğu sanılmakta, burası eski zamanda yağma edilmiş ve bir insan ayağı mumyası keşfedilmiştir. Alt gözün uzunluğu 2.97 metre ve genişliği ile yüksekliği 1.67 metredir. Piramidin özünü oluşturan ilk taş mastabanın kenar uzunluğu 63 metre iken ikinci taş mastabanın kenar uzunluğu 71.6 metreye ulaşır. Üçüncü mastaba yalnızca doğu yönünde 8.5 m daha uzatıldı, taban boyutları, kuzey-güney ve doğu-batı doğrultularında, sırayla 71.6 m ve 80.1 m oldu. Dördüncü mastabanın tüm yönlerini 2.9 m daha uzatılarak mastabanın farklı bir biçimde büyütülmesine karar verildi. Böylece mastaba dört basamaklı bir piramite dönüşmüş, yüksekliği 40 metreye ulaşan dev bir yapıta dönüşmüştü. Özgün bir yapısal sistemi vardı. Kuzey-güney ve doğu-batı doğrultularındaki taban boyutları, sırasıyla, 77.4 m ve 85.9 metreydi. Üstünde kenar uzunlukları 6 m olan karesel bir düzlük bulunuyordu. Son olarak da beşinci basamak inşa edilmiştir. Kuzey ve güney boyutları 109.1 m ve 125.3 m doğu ve batı doğrultusu 12 m ve 24 m olarak yapılmıştır. Böylece piramidin toplam yüksekliği 62.2 m’ye ulaşmıştır. Piramid’in güneydoğu yakınındaki yapı grubu sed festivalinin kutlanması için yapılmış mabed ve pavyonların taş kopyası temsil eder. Festical kralın hükümranlığının yeni bir evresini belirtmek üzere düzenlenirdi. Piramidin kuzey doğu köşesine yakın bir kapalı odada (Serbab) Mısır’ın bilinen ilk büyük taş kraliyet heykeli olan Coser’in oturur biçimindeki heykeli vardır. Ölümünden sonra tanrılaştırılan İmphotep’in bu eseri mimarlık sanatına birçok yenilikler getirmiştir. Öncelikle Mısır mimarisinde o güne kadar daha çok kamış, ahşap, çiğ tuğla ve az miktarda da taş kullanılıyordu. Sakara piramidinde ve çevresindeki binalarda ise ilk defa çok miktarda taş kullanılıyordu. Ahşap inşaat biçimleri böylelikle taşa uygulanmaya başlanacaktı. Malzemenin yeniliği kadar yapımındaki geniş ve karmaşık kompleksin çözümlenmesi de bir uygarlığın olgunlaştığını kanıtlar. Plan, düzen, binaları yerleştirilmesi, genel manzara ve bunlara ilaveten resim ve heykeltıraşının mimari elemanlar haline gelmesi, mimarının teknik bilgi yanında zengin bir yaratıcı hayal gücüne sahip olduğunu kanıtlar. 2) Gömülü Piramit Kral Sehemhet selefinin yaptırdığı piramidin güneybatısında daha da büyük bir basamaklı piramit yaptırmak istemiş ama hükümdarlığın kısa sürmesi sebebiyle piramit tamamlanmadan kumların altında kaybolmuştur. 1950 yılında Mısırlı Ejiptolog M. Zakarya Goneim tarafından keşfedilmiş “Gömülü piramid” adı verilmiştir. Piramidin yüksekliği 70 m ve basamak sayısı yedi olacak biçimde tasarlandığı anlaşılmıştır. Eğer yapılsaydı Zoser basamaklı piramidinde yüksek olacaktı. Taşlarının bir bölümü çalındığı için piramitin ne yüksekliğe kadar tamamlanabildiği bilinmemektedir. Yapının içinde bir de hazineye ulaşılmıştır. 3) Meydum Piramidi Dördüncü Hanedan’dan başlayarak kral mezarlarının tasarımına önemli bir gelişme olu; basamaklı piramitlerin yerini, karesel tabanlı, içe eğimli yüzleri bir doruk noktasında birleşen gerçek piramitler aldı. Bunların ilki, Nil’in batı yakasında Meydum yöresinde bulunan piramittir. Kendine özgü görüntüsü, yaş yığınlarından oluşan bir tepenin üstünde yükselen bir kule biçiminde bir yapıdır. Ancak piramit yapım hataları yüzünden çökmüş sade bir kule şeklinde kalmıştır. Piramidin adı yapının hiçbir kısmında görülmemiştir. Yapımına 3.Hanedan’ın son kralı Huni zamanında başlanmış daha sonra 4. Hanedanın ilk kralı Snofu tarafından tamamlanabilmişti. Piramid Zoser piramidinden de yüksektir. Başlangıçta yedi basamaklı olarak düşünülmüş sonradan sekiz basamaklı bir yapıya dönüştürülmüştü. Ardından da basamaklar doldurulup gerçek piramit şeklini almıştı. Piramidin özgün yüksekliği 93.5 m iken günümüze kadar 40 m yüksekliğinde varlığını koruyabilmiştir. Meydum piramidini kendinden önceki piramitlerden ayıran özellikleri vardır. Bunlar mezar odasının bir kuyu dibinde değil de piramidin tabanın da bulunması, piramidin doğu kenarının ortasında 2.74 ö yüksekliğinde bir ölüler tapınağının olması ve kuşatma duvarıyla piramidin arasındaki açık alanın genişliğinin az olmasıdır. Bu özellikleri ile daha sonra yapılacak piramitlere öncüllük etmiştir. (Levha 3) 4) Eğik Piramit Eğik Piramit, Dahşur’da Snofru tarafından yapımına başlatılmış ve gerçekte piramid olarak planlanan ilk piramiddir. Kimi zaman “Parıltılı Güney Piramidi” adıyla da anılan Eğik Piramit’in karesel tabanının kenar uzunlukları 189 m, özgün yüksekliği 105 m, hacmi 1449921 m’dir. Zamanla oluşan aşınmalar, günümüzdeki yüksekliğinin 101.5 m’ye inmesine yol açmıştır. Çift eğimlidir. Yaklaşık 49.4 m yüksekliğine dek 54o 31 93 eğim açısıyla yapılmış, sonra eğim azaltılmış 43o 21 ya indirilmiştir. Bu açısal kırılma nedeniyle piramide Eğik Piramit adı verilmiştir. Eğik piramid, bir kuzey yüzünde bir de batı yüzünde iki girişi olan tek piramiddir. Vadi tapınağı piramid 700 metre kadar kuzey doğusundadır. Piramidin kaplama taşları günümüze kadar sağlamlığını koruyabilmiştir. Piramidin doğu kenarında duvarlarının bir kısmı tuğladan bir kısmı da kireçtaşından yapılmış küçük bir ölüler tapınağı inşa edilmiştir. Tapınakta bir sunak ve Snofru’nun adlarının yazıldığı bir yazıt yer almıştır. (Levha 4) 5) Kırmızı Piramit Snofru tarafından Dahşur’da Eğik Piramid’in 2 km kadar kuzeyinde yapılmıştır. Kullanılan kireçtaşının renginden dolayı kırmızı yada Pembe Piramid olarak bilinmektedir. Eğim açıları Eğik Piramidin açılarına benzetmektedir. Yüksekliği 28.7 metredir. Birbiri ardına gelen üç oda yer almıştır piramidin içerisinde. Üçüncü oda mezar odası olarak planlanmıştır. Bu oda gömme işlemi yapıldıktan sonra belli olmayacak şekilde kapatılmıştır. (Levha 5) 6) Keops Piramidi Snofru’nun ölümünden sonra tahta geçen Khufu tarafından yaptırılan, dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilen ve Mısır’ın en büyük piramididir. Khufu piramidi için Gize’nin yaklaşık sekiz kilometre batısında ve Libya Çölü kıyısındaki plabyu seçti. Burası hem lojistik, hem siyasal ve hemde dinsel bakımdan elverişli bir yöredir. Taş ocaklarına ve başkent Memfis’e yakındır. Nil’in batı yaaksında ölüler diyarındadır. Bu nedenlerden ötürü Keops’un, sonra seçtiğini tahmin ediyoruz. Her piramitte olduğu gibi bununda dört kenarı dört yönü belirtir. Bina, tepede birleşen eşkenar üçgenlerden meydana gelmiştir. Taban 230 metre, uzunluğu 146 metredir. Günümüzde ise sadece 137 metredir. İnşaatta 6.25 milyon taş kullanılmıştır. Taşların ortalama ağırlığı 2,5 tondur. Bloklar, birbirine tam uyacak biçimde son derece düzgün kesilmiştir. Taş bloklar arasına ince bir kağıt bile giremez. Bloklar ise standart kalıplanmıştır ve 20 santimetre civarındadır. Daha uzun yada daha kısa herhangi bir taş bloka rastlamak mümkün değildir. Piramid yapılmadan hemen önce arazide bulunan kumlar kaldırılmış sonra sağlam kireçtaşı zemine ulaşıncaya dek kazı yapılmış, zemin düzeltilmiş ve yatay konuma getirilmiştir. Piramidin kazı alanının yatay ve düzgün duruma getirilmesinde Eski Mısırlılar su kullanıyordu. Piramidin kenar uzunlukları arasında çok az hata yapılmıştır. Bu açıdan Mısır’daki piramitler arasında da ilk sırada yer almıştır. İçerisinde kraliçe odası, kral odası ve yer altı odası olmak üzere başlıca üç mekan yer almaktadır. Yeraltındaki oda ile “Kraliçe odası” adı verilen odanın yapımı “Kral odasının” yapımına başlanmasıyla yarıda bırakılmıştır. Giriş yarıda bırakılmış bu yer altı odasına açılan bir koridora ulaştırır. Yukarı çıkan bir koridor büyük galeriye kadar uzanır; bu galeri de “kral odası”na açılır. Kral odasına, üstündeki piramit ağırlığını taşıması için beş sıra taş sütun yerleştirilmiştir. Burada Kral odasından dışarı açılan iki havalandırma bacası bulunur. Kraliçe Odası, piramidin kuzey ve güney yüzlerinin tam ortasındadır. Bu odaya bir kral heykelinin konması tasarlanmış ancak bunun gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği bilinmemektedir. Kral odası ise doğu-batı, kuzey-güney doğrultusundadır. Burada kralın mumyasının konulduğu bir lahit yer almaktadır. Cenaze töreninin ardından Kral odasına girilmesin diye koridorun ucundaki Büyük Galeri girişi mühürlenmiştir. Piramidin doğu yüzünde ölüler tapınağı yeralmıştır. Kraliçe piramitleri olarak bilinen üç piramit Keops’un hemen güneyinde inşa edilmiştir. Heredotos kitabında, piramitle kullanılan taşların ocaktan çıkarılması, taşınması ve piramidin yapılması için yüz bin işçinin yirmi yıl çalıştırıldığı ve işçilerin üç ayda bir değiştirildiğini yazmaktadır. Ancak verdiği bu bilgiden yalnızca çalışan işçi sayısının doğru olması mümkündür. (Levha 6) 7) Kefren Piramidi Dördüncü hanedanın dördüncü kralı olan Kefren tarafından yaptırılmıştır. Keops Piramidinin güneybatısında yer almıştır. Biçim olarak Keops Piramidine benzemektedir. Yüksekliği 143 metredir. Günümüzde ise 6 metre daha kısalmış bir durumdadır. Piramidin iki girişi vardır. mezar odası kaya zeminin kazılmasıyla oluşturulmuştur. Odada siyah granitten yapılmış dikdörtgen bir lahit bulunmuştur. Odanın güneyinde bir çukur kazılarak kralın iç organlarının bulunduğu bir kutu gömüşmüş üstü de sonradan kireçtaşı ile kapatılmıştır. Kefren piramidinin doğusunda ölüler tapınağı vardır. burada iki büyük hol, beş şapel ve yalnız birkaç kişinin girebildiği çok kutsal bir oda vardır. Piramidin batısında bir dizi galeri yer almıştır. Burada piramidin inşasında çalışan ustaların ve işçilerin barındırılması düşünülmüştü. Piramidin birde kuzey-güney doğrultusunda bir uydu piramidi vardır. Halk piramidin önündeki avluya kadar gelip hediyelerini buraya bırakabilirdi. Bu avluda dikili kral heykelleri vardır. bu avludan da giriş tapınağına ulaşılıyordu. Girip tapınağında tek sıra sütunlu, uzun bir salon, iki sıra sütunlu bir dikey salon ve duvarlara yaslanmış yirmi üç tane kral heykeli vardır. Kefren’in krallık döneminde yapılmış yüzlerce heykelin en büyüğü ve en görkemlisi olan Büyük Sfenks, Eski Mısır heykelciliğinin ilk devasa ürünüdür. Boylu boyunca yere uzanmış gövdesi aslan, başı insan olarak ifade edilmiş bu heykel Kefren Piramidi vadi tapınağının kuzeybatısında yer almıştır. (Levha 7) 8) Mikerinos Piramidi Dördüncü Hanedanın beşinci kralı Mikerinos tarafından yaptırılmıştır. Gize platosunda, Kefren piramidi’nin güneybatısında inşa edilmiştir. Diğer iki Gize Piramitlerinin en küçüğüdür. Özgün yüksekliği 66 metredir. Günümüzdeki yüksekliği 62 metre kadardır. Zeminin küçük bir kısmı kırmızı granitle kaplanmıştır. Kaya zemin içine mezar odası oturtulmuştur. Bu mezar odasından daha derin iki oda daha eklenmiştir daha sonra. Bu odaların ikincisinde kral Mikererinos’un mumyasının içine koyulduğu sanıldığı lahit bura bulunmuştur. Piramidin güneyinde kraliçe piramitleri yer almıştır. Ölüler tapınağında kral heykelleri yer almıştır. Vadi tapınağında kralı kız kardeşinin ve karısının heykelleri bulunmaktadır. (Levha 8) 9) Dönemin Diğer Piramitleri Beşinci sülale hükümdarlarının mezarları daha küçük şekilde yapılmışlardır. Fakat buna karşılık tapınak bölümlerine daha fazla önem verilmiş ve özellikle süslenmesine çok dikkat etmişlerdir. Planları hemen hemen aynıdır. Küçük bir kapıdan kapalı avluya girildikten sonra, sütunlarla çevriliş asıl mabet kısmına ulaşılmaktadır. Daha uzakta heykel odaları, mağazalar ve bir çok küçük odalar bulunmaktaydı. Bunlardan sonra asıl mezara yakın yalancı kapıya tesadüf edilir. Ölen kimsenin bu kapıdan çıkarak, kendisi için sunulan şeylerden istifade edebileceği sanılırdı. Beşinci sülalenin son hükümdarı Unas zamanında bir yenilik daha görülür, oda asıl mumyanın konacağı yeraltı mahzeninin duvarlarına dini metinler yazdırmaktadır. Amaç kral, kendisi gibi ilah olmuş olanların yanına daha hazırlıklı bir halde girmesi içindir. Altıncı sülale kralları bu metinlerden daha fazla yararlanmışlardır.
  11. İstanbul

    Orhun Yazıtları

    Moğolistan’da Orhun ve Yenisey ırmakları arasında kalan bölgede, geniş bir alana yayılmış çok sayıdaki anıt özelliği taşıyan yazıtlar. Orhun Yazıtları; Moğolistan, Yenisey, Altay, Türkmenistan, Orta Asya Yazıtları adlarıyla da anılmaktadır. Yazıtlarda, Göktürk kağanlarının ve ileri gelenlerinin, ülkeleri ve halkları için yaptıkları, kendi ağızlarından anlatılmaktadır. Yazıtların önemi, Türk tarihine açıklık getirmesi ve Türkçenin en eski yazılı belgeleri olmasından kaynaklanmaktadır. Yazıtlar 730′lu yıllarda düz yazıyla ve söylev türünde yazılmıştır. Yaklaşık 800 kadar sözcük kullanılması, Türkçenin o zamanki gelişmişlik düzeyi hakkında fikir vermektedir. Orhun Yazıtları’nın en önemlileri Bilge Kağan Yazıtı, Kültigin Yazıtı ve Tonyukuk Yazıtı’dır. Kültigin Yazıtı’nı, ölümünden sonra kardeşi Bilge Kağan diktirmiştir. Kültigin Yazıtı, 3,35 metre yükseklikte, kireçtaşından yapılmış ve dört cepheli, piramit biçimlidir. Doğu-batı cephelerinin genişliği aşağıda 132, yukarıda 122 santimetredir. Kuzey-güney cepheleri de aşağıda 46, yukarıda 44 santimetredir. Üst kısım kemer biçiminde ve yukarıda beş kenarlı olarak bitmektedir. Yazıttaki satırların uzunluğu 235 santimetredir. Yazıtın doğu yüzünde 40; güney ve kuzey yüzlerinde 13′er satır Göktürk harfli Türkçe metin vardır. Batı yüzündeyse, devrin Çin İmparatoru’nun Kültigin’in ölümü dolayısıyla gönderdiği Çince mesajına yer verilmiştir. Batı yüzde Çince yazılar dışında yazıta sonradan eklenmiş Göktürk harfli iki satır bulunmaktadır. Yazıtın kuzeydoğu, güneydoğu, güneybatı yüzlerinde de Göktürk harfli Türkçe metinler vardır. Kültigin yazıtında Göktürk tarihine ait olaylar, Bilge Kağan’ın ağzından nakledilerek birlik, bütünlük mesajı verilir. Yazıtın doğu, kuzey ve güney yüzlerinin yazıcısı, Yollug Tigin, batı yüzünün yazıcısı ise, Tang İmparatoru Hiuan Tsong’ın yeğeni Çang Sengün’dür. Kültigin yazıtının doğu yüzünde, bütün Türk boylarının ortak damgası olduğu sanılan dağ keçisi damgasına; doğuya ve batıya bakan “tepelik” kısımlarındaysa, kurttan süt emen çocuk tasvirlerine yer verilmiştir. Yazıt, geçen yaklaşık 1300 yıllık süreç içinde önemli ölçüde tahrip olmuştur. Yazıtın doğu ile kuzey yüzlerini birleştiren kısım yıldırım düşmesi sonucunda parçalanmıştır. Orijinalinde kaplumbağa kaide üzerinde bulunan yazıt, bu kaidenin de parçalanması üzerine 1911 yılında, sunak taşından kesilen granit bir blok üzerine oturtulmuştur. Bilge Kağan Yazıtı, Kültigin Yazıtı’nın bir kilometre uzağındadır. 734 yılında ölen Bilge Kağan adına oğlu Tenri Kağan tarafından yaptırılan bu yazıt 735 yılında dikilmiştir. Yazıtta Bilge Kağan’ın ağzından devletin nasıl büyüdüğü anlatılmakta ve Kültigin’in ölümünden sonraki olaylar ilave edilmektedir. Ayrıca kağanın konuşmasından başka yeğeni Yuluğ Tigin’in kayıtları da yer almaktadır. Yaklaşık 3,75 metre yüksekliğinde olan yazıt, dört cephelidir. Yazıtın doğu yüzünde 41, kuzey ve güney yüzlerinde 15′er satır Göktürk harfli Türkçe metin bulunmaktadır. Batı yüzündeyse, Çince bir metne yer verilmiştir. Batı yüzün tepelik kısmının ortalarına da Göktürk harfli Türkçe manzum metin yazılmıştır. Yazıtın güneydoğu, güneybatı ve batı yüzlerinde de Göktürk harfli Türkçe küçük metinler bulunmaktadır. Yazıtta olayları nakleden, öğütler veren Bilge Kağan’dır. Yazıta Kültigin’in ölümünden sonraki olaylar da eklenmiştir.Yazıtın çevresinde Bilge Kağan’ın anıt mezarı ve balballar (mezar taşları) bulunmaktadır. Tonyukuk Yazıtı, Bilge Kağan’a ve diğer Göktürk kağanlarına 46 yıl danışmanlık yapmış olan Tonyukuk adına dikilmiştir. Yazıtlardaki anlatım, Bilge ve Kültiğin kağanların yeğenleri Yulug Tekin’e aittir. Tonyukuk Yazıtı dört cepheli iki dikilitaş hâlindedir. Yazılar, diğer taşlara göre daha silik durumdadır. Taşlarda Göktürklerin Çin esaretinden nasıl kurtulduğu, kurtuluş savaşının nasıl yapıldığı ve Tonyukuk’un neler yaptığı anlatılır. Birinci yazıt, 243 cm; ikinci yazıt ise, 217 cm yüksekliğindedir. Birinci yazıtta 35, ikinci yazıtta 27 satır Göktürk harfli Türkçe metin bulunmaktadır. Orhun Yazıtları, uzun süre bulundukları yerde öylece kalmıştır. 1709 yılında İsviçreli bir subay tarafından ortaya çıkartılmıştır. Daha sonra batılı Türkologların araştırmalarıyla okunan yazıtlardaki metinler, yabancı ve yerli Türkologlar tarafından yayımlanmıştır.
  12. İstanbul

    Harzemşahlar

    Harzemşahlar Devleti’nin bayrağıCeyhun ırmağının Aral gölüne döküldüğü yerin güney kesimleri Harzem adıyla anılır. Öteden beri burada hüküm sürenlere Harzemşah denilmiştir. Harzemşahlar sülâlesinin atası Anuş-Tegin isminde, Begdili Türk zümresine mensup bir kişidir. Anuş- tegin Selçuklu Sultanı Melikşah’ın saray hizmetinde bulunuyordu. Oğlu Kudbeddin Muhammed, Selçuklulara bağlı kalarak, Harzemşah unvanı ile bu bölgenin valiliğini üstlenmiştir Daha sonra başa geçen Atsız ve İl-Arslan devirlerinde hem Irak Selçukluları hem de Kara-Hıtaylarla mücadele edildi. Nitekim İl-Arslan, Sultan Sencer’in ölümü üzerine bağımsızlığını ilân etti Harzemşahların en büyük hükümdarı Alaaddin Tekiş’tir. Tekiş, önce Kara-Hıtaylar’ı, ardından son Selçuklu Hükümdarı II. Tuğrul’u yendi. Harzemşahlar kısa sürede sınırlarını Doğu Anadolu’dan Maverâünnehir’e kadar genişlettiler. Âdeta Selçuklu devletinin vârisi oldular. Karahanlı ve Kara-hıtay devletlerine son verdiler. Ancak bu parlak dönem uzun sürmedi. 1220′de bütün ülke Cengiz Moğolları’nın istilâsına uğradı. Celâleddin Harzemşah devleti yeniden toparlamak için uğraştıysa da başarılı olamadı. Ölümü üzerine Harzemşahlar Devleti tamamen ortadan kalktı. Harzem devletinin doğuşu Harzem bölgesinde Selçuklu devletine bağlı olarak merkezden atanan valilerle yönetilen bu eyalet Anuş Tekin zamanında serbest yaşamaya başlamışlardır. 1128’de Harzem valisi olarak atanan Atsız döneminde yarı bağımsızlık kazanmıştır. 1141 Katvan Savaşında Selçukluların ağır yenilgi almasıyla tamamen bağımsız kalma fırsatı doğmasına rağmen Oğuz soylu oldukları için Sencere bağlı kalmayı tercih etmişlerdir. Harzemşahlar devleti: Selçukluların varisi ve Orta Asya’nın sahibi Alaaddin Tekiş dönemi ve zirve Alaaddin Tekiş dönemi her bakımdan en parlak olduğu dönemdir. Bu dönemde Irak, Azerbaycan, Karadenizin kuzeyi, Horasan ve Doğu Türkistan’ın bir bölümü ele geçirilmiştir. Alaaddin Tekiş kendisini Selçukluların devamı ve varisi olarak görmüş ve “Sencer” unvanını kullanmıştır. Abbasilerle iyi ilişkiler kurmuş; Batinilere karşı halifeyi savunmuşlardır. Alaaddin Muhammed dönemi Alaaddin Tekiş’in oğlu olan Alaaddin Muhammed döneminde Karahitaylara ve Batı ve Doğu Karahanlılar tamamıyla yok edildi. Gaznelileri yıkan Gurları yok ederek Pakistan ve Afganistanı topraklarına katmıştır. Alaaddin Muhammedin en büyük rüyası Çini ele geçirmekti. Fakat bu dönemde Moğollar Çini alarak büyük güç haline gelmişlerdi. Siyaset gereği Moğol tehlikesini görmüş ve Moğollarla iyi geçinmeye çalışmıştır. Moğollarla ticaret anlaşması imzalamıştır. Otrar Faciası ve Moğol İstilası Bir Moğol ticaret kervanının Harzemşah valisi İnalcık tarafından yağmalanması ve geri kalanlarının da sakallarının yakılıp geri gönderilmesi yüzünden Moğollarla ilişkiler bozulmuştur; bu olay tarihe OTRAR FACİASI olarak geçmiştir. Kervanı yağmalatma sebebi; Moğol kervanı mensuplarının casusluk yapmasıdır.Bu olayın özelliği; Türkler Moğolları üzerlerine çekmiş; Türk Dünyası üzerinde Moğol tehlikesinin başlamasına neden olmuştur. 1220’de başlayan Moğol istilası Harzem devletinin sonunu hazırlamıştır. Otrar Faciası yaşanmasa bile Moğolların Harzemşahların üstüne bir bahane ileri sürüp saldıracağı kuvvetle muhtemeldir çünkü Cengiz Han Çin hanedanlığını yok etikten sonra yeni yerler fethetmek zorundaydı kendi kurduğu çok büyük bir yağma ordusu vardı. Bu orduyu beslemek ve barındırmak için bir yayılma hareketi şarttı. Yassı Çemen Savaşının Sebebi Ana madde: Yassı Çemen Savaşı Harzemşahlar’ın Selçuklu Devleti’yle birleşip kendilerine karşı tehdit unsuru oluşturacağını anlayan Moğollar; Harzem askeri görüntüsü altında bazı Selçuk köylerini talan ettiler. Bunu Celaleddin Harzemşah’ın yaptığını zanneden Selçuk Sultanı; Celaleddin Harzemşah’ın köyleri talan etmediğini bildiren mektubuna inanmadı, bir süre sonra da araları açıldı. Bu esnada eski Ahlat Valisi Hacip Ali’de kaybettiği Ahlat Kalesi’ni yeniden ele geçirmişti. Bunu duyan Celaleddin Harzemşah, Ahlat Kalesini tekrar almak için Ahlat’ı kuşatınca Hacip Ali’nin dostluğunu kendi menfaatleri için ilerlettiği Selçuk Sultanı; Celaleddin Mengü Berti’den Ahlat kuşatmasını kaldırmasını istedi. Sultan Celaledddin Ahlat Kalesi’nin zaten kendisinin olduğunu, Hacip Ali’nin orayı işgal ettiğini söylediyse de Selçuk Sultanı onu dinlemedi. Bu mevzuu hakkında aralarında geçen sert mektuplar yüzünden aralarında savaş rüzgarları esmeye başlamıştı. Harzemşahlar’ın yenilmesinin bazı sebepleri şunlardır: Türk ve Müslüman ordusu olan Harzemşahlar’ın bir başka Türk ve Müslüman ordusu olan Selçuklular’la savaşmak istememesi. Yıllardır Moğollar’la savaştığı için yorgun olan Harzemşah ordusunun daha dinç olan Selçuklu ordusu karşısındaki güçsüzlüğü. Hanedanlığın Anadoluya Geçişi Moğollardan kaçan bir kısım halk ve Harzem soyluları Anadolu’ya sığınmak istemişler fakat nedense Anadolu Selçukluları 1230 Yassı Çemen Savaşında Harzem hükümdarlığını yok etmiştir. Tarihçiler arasında, barış sağlansaydı Moğol istilasına karşı güçlü bir Türk Dünyası doğabileceği varsayımı yaygındır. Bundan sonra Orta Asya’da Moğol istilası başlamış; Türk Dünyası, birikimi ve medeniyetinde büyük tahriplere yol açmıştır. Bugünkü Orta Asya oluşmasında 1220 Moğol istilası temel belirleyici olmuştur. Kurucusu : Anuş TEKİN K. Muhammed Harzemşah (1097 - 1128) Atsız Harzemşah (1128 - 1156) İl-Arslan Harzemşah (1116 - 1172) Alaeddin Tekiş Harzemşah (1172 - 1200) Aleddin Muhammed Harzemşah (1200 - 1220) Celaleddin Harzemşah (1220 - 1231) Egemenlik Alanı Kapladığı Alan : İran, Güney Kafkasya, Dağıstan , Umman Denizi, Afganistan, Maveraünnehir, Harzem, Balkaş ile Aral Gölleri arasıdır. (5.000.000 km 2). Harzemşahların Türk Tarihine katkıları Her yönüyle Büyük Selçuklu karakteri taşır. Orta Asyanın Moğol istilasından önce son gücü ve güçlü devlet olmuşlardır. İranlılar bu devletin resmi dili Farsça olduğu kendilerine mal etmeye çalışmaktadır ama tüm devlet özellikleri ve karakteristik yapısı ile ve halkın büyük çoğunluğu Türk’tür.
  13. İstanbul

    Abbasiler

    Muhammed’in vefatından (632) sonra, İslam dünyasını Hulefa-yı Raşidin denilen dört halife ve ardından da Emeviler (661-750) yönetti. Emeviler, Ali’nin öldürülmesiyle yönetimi ele geçirmişlerdi. Emevilerin iktidardan düşüşleri de aynı biçimde kanlı oldu. Muhammed’in amcası Abbas Bin Abdülmuttalip’ın soyundan gelen Abbasiler, Emevi yönetimine karşı ayaklanarak 750′de halifeliği ve iktidarı ele geçirdiler. Bu tarihten başlayarak Abbasiler 1258′e kadar İslam dünyasının büyük bölümüne egemen oldular. İlk Abbasi halifesi Ebu’l-Abbas’tı. 754′te oğlu Mansur onun yerine geçti. Bu iki halife döneminde orduda Türk ve İran kökenliler önemli görevler üstlendiler[kaynak belirtilmeli]. Mansur, 762’de Bağdat kentini kurdurarak başkenti Şam’dan buraya taşıdı. Abbasi Devleti Mansur’un torunu Harun Reşid döneminde en geniş sınırlarına ulaştı[kaynak belirtilmeli]. Harun Reşid, Binbir Gece Masalları’na konu olan görkemli saltanatını Bermeki ailesine borçluydu. Bu aileden Yahya Bermeki ve iki oğlu, vezir olarak Abbasi Devleti’ni 17 yıl boyunca fiilen yönettiler. 750-1258 arasında AbbasilerHarun Reşid’in oğulları Emin (809-813), Memun (813-833) ve Mutasım (833-842) babalarının politikalarını sürdürdüler. Annesi Türk olan Mutasım[kaynak belirtilmeli], Türklerden özel bir askeri güç kurmuştur[kaynak belirtilmeli], Türk unsurları yönetimde önemli görevlere getirmiştir. Daha sonra bu askeri gücün Bağdat’taki varlığı bazı huzursuzluklara neden olduğundan Samarra adıyla yeni bir kent kurdurarak devlet merkezini oraya taşıdı. 838 yılında Bizans üzerine bir sefer düzenleyen Mutasım, sınırları İznik kentinin yakınlarına kadar ilerletmiştir. Yerine geçen oğlu Vâsık döneminde Türk emirleri askeri işlerin yanı sıra yönetsel konularda daha etkili oldular. Vâsık’ın ölümünden sonra Abbasi Devleti parçalanma sürecine girdi. Abbasi toprakları üzerinde Samaniler, Karahanlılar, Fatımiler, Tolunoğulları ve Hamdaniler gibi bağımsız devletler kuruldu. İran’da hüküm süren Büveyhiler, 945′te Bağdat’a egemen oldular. Bundan sonra Abbasi halifeleri Büveyhilerin izniyle başta kalabildiler. Halife Kâim’in (1031-1075) çağrısı üzerine Büyük Selçuklu Devleti Hükümdarı Tuğrul, 1031 yılında Büveyhileri Bağdat’tan çıkardı ve Abbasilere yeniden saygınlık kazandırdı. Ne var ki Abbasiler eski askarı güçlerine ulaşamadılar ve Mustazhir dönemindeki Haçlı Seferleri karşı başarılı olamadılar. Büyük Selçuklu Devleti’nin parçalanmasıyla birlikte Abbasiler yeniden gücünü yitirdi. Cengiz Han’ın torunu Hulagu’nun yönetimindeki İlhanlılar 1258′de Bağdat’ı yakıp yıktılar, Halife Mustasım’ı ve yakaladıkları hanedan üyelerini öldürdüler. Böylece 508 yıllık Abbasi Devleti son buldu. Halife Zâhir’in oğlu Ahmed Mısır’a kaçtı ve orada Memluk Sultanı Baybars’ın koruması altında halife ilan edildi (1261). Mısır Abbasi halifeliği, siyasal ve askeri yetkiden yoksun, yalnız dinsel otoritesi olan bir kurumdu. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim 1517′de Mısır topraklarına girerek, halifenin yetkileri ile Kutsal Emanetler’i devraldı ve Mısır Abbasi halifeliğine son verdi. Devlet yönetimi [değiştir]Abbasilerde devlet örgütlenmesi, “Divan” adı verilen ve değişik alanlarda görevler üstlenen resmi kurullara dayanıyordu. Devlet maliyesinin ana gelir kaynağı ise toprak vergisiydi. Halktan toplanan zekât da önemli bir gelir kaynağıydı. Vergi gelirlerinin büyük bölümü orduya ve bayındırlık işlerine ayrılırdı. Halife Ömer döneminde kurulan divanı geliştirdiler. Divanı, devlet yönetiminde en etkili kurum haline getirdiler.Devlet ve memleket sorunları, önce divanda görüşülerek divanın önerdiği çözümleri uygularlardı. Abbasi Sanatı İslam dininin sanata getirdiği en büyük yenilik cami mimarisidir. İslamlıkta her sınıf halkın ayrım gözetilmeden ön saflarda namaz kılabilmesi safların geniş tutulması istediği uyandırmış, bu nedenle kiliselerin aksine camilerde enine mekan tercih edilmiştir. Plan formunun ihtiyaçtan doğması gibi, mihrap, minber, minare türünden mimari ögeler de İslamlığın gelişmesine paralel olarak zamanla ihtiyaçtan doğmuşlardır. Abbasilerden önceki İslam şehirciliği konusundaki bilgilerimiz çok kısıtlıdır. Bu konuda bilinen ilk örnek, 762-765 yıllarında Abbasi halifesi Mansur’un kurdurduğu Bağdad şehridir. Kaynaklardan edinilen bilgilere göre ilk Bağdad şehiri daire planlıydı ve iç içe iki sur duvarı dıştan bir hendekle çevrelenmişti[kaynak belirtilmeli]. Şehrin dört kapısına bulundukları yöndeki komşu şehirlerin adı verilmişti. Haç planlı saray ve yanındaki cami şehrin merkezinde yer alıyordu. 766 yılında yapılan Bağdad Ulu Camii ker**** duvarlı, ahşap sütunlu ve düz damlı basit bir yapıydı. Halife Harun Reşid, 808’de yapıyı planını değiştirtmeden tuğla duvarlı olarak yeniden yaptırmıştır. Bağdat 892’de Abbasilerin başkenti olunca, artan nüfus nedeniyle camiye aynı planda ikinci bir bölüm eklenmiştir. Ancak, Bağdad şehrinin bu dönem yapılarından günümüze, ilk camiye ait basit bir mihraptan başka hiçbir şey gelmemiştir. Abbasi şehirleri arasında Samarra’nın ayrı bir önemi vardır. Abbasilerden sonra hiç oturulmadığından üzerinde başka dönem ve kültürün izine rastlanmadığı için Abbasi şehirciliğini en katıksız biçimde yansıtır. Samarra, Dicle kenarında Bağdad’ın yakınındadır. Bağdad’ın dairesel ve düzenli planı burada yerini araziye uydurulmuş, uzun bir plana bırakmıştır[kaynak belirtilmeli]. Dicle kıvrımlarına paralel olarak uzanan şehrin büyük bölümü kazılarla ortaya çıkarılmıştır. Buluntular, Abbasi cami, saray, türbe ve ev mimarisi ile zengin süsleme sanatı hakkında bilgi vermektedir. Samarra, 836 yılında Halife Mutasım tarafından abbasi hizmetindeki Türk birlikleri için “ordugah şehri” olarak kurdurulmuş, 883 yılında terkedilmiştir. Samara Ulu Camii, öteki adıyla Mütevekkiliye Camii, İslam dünyasının en büyük cami yapılarından biridir. 150.000 kişi burada bir arada namaz kılabiliyordu. Basit mimarisi, ilk İslam cami planının anıtsal ölçüler içinde tekrarından ibarettir. Yapımında tuğla ve ker**** kullanılan caminin ilginç bir minaresi vardır. Kare tabana oturan dev boyutlu bu anıtsal minareye geniş bir rampa ile çıkılır. Bu minare formu, yine Samarra’da Ebu Dulaf Camii’nde tekrarlanmış ve bir daha kullanılmamıştır. Samarra’ın ikinci büyük camii olan Ebu Dulaf Camii, 860 yılında yapılmıştır. Kalıntılar daha gelişmiş bir mimarinin varlığını ortaya koymaktadır. Harem bölümü, kemerli duvarlarla birbirinden ayrılan neflerden oluşmuş ve üzeri düz bir çatıyla örtülmüştü. Samarra’nın saray ve evlerinde kullanılan çeşitli süsleme arasında mermer tozu ve alçı karışımıyla yapılan “ıtuk” kabartmalar önemli bir yer tutar. Bu kabartmalarda iki farklı teknik kullanılmıştır: Dik kesim ve eğri kesim. Dik kesimde motifler yaş sıva üzerine dikine olarak oyulmakta, böylece ışık-gölge kesin çizgilerle birbirinden ayrılarak kuvvetli bir kontrast etkisi sağlanmaktadır. Eğik kesimde ise daha yumuşak bir plastik etki söz konusudur. Eğik kesim, Türklerin İslam sanatına belki de ilk katkısıdır. Bu teknik daha önceleri Orta Asya sanatında Türkler tarafından kullanılmıştır. Dik kesimde daha natüralist, eğik kesimde ise daha stilize bir üslup görülür.
  14. Türk göçlerinin doğu yönünde devam ettiği asırlarda, Çin’de kurulan Chou devletinin (M.Ö. 1050-256) Türklerle ilgisi üzerine dikkat çekilmiş, hükümdar sülalesinde Gök dini, Güneş ve yıldızların kutlu sayılması gibi inançlarla, askerî kuvvette harp arabalarının bulunması ve devletin, daha çok, Türklerle meskûn bölgede (Şensi, Batı Şansi, Kansu) kurulmuş olması, çeşitli ilim dallarından bazı bilginleri (F. Hirth, B. Karlgren, Ed. Chavannes, J. C. Anderson, R. Wilhelm, W. Eberhard vb.), bu hanedanın aslen Türk olabileceği, veyahut devlette Türk unsurunun hakim bulunduğu düşüncesine sevk etmiştir. Bununla beraber, aslında daha ziyade Türk kültürü tesiri fazla belirli bir Çin devlet ve cemiyeti gibi görünen Chou devletine ait bu faraziye kesinlik kazanıncaya kadar, Asya Türk tarihini Hunlarla başlatmak yerinde olacaktır. Çin kaynaklarında, M.Ö. 4. asırdan itibaren, Türklerle birlikte Moğol Tunguz soyundan bazı grupların başındaki “Kuzey Barbarları Hanedanı”nı belirlemek üzere Hiungnu (Hsiungnu) diye anılan kütlenin, hangi soydan oldukları hakkında, türlü görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlerde, eskiden, Çin kaynaklarının Hiungnularla ilgili olarak verdikleri örf, adet ve ekonomik faaliyetlere ait, iyi incelenmemiş bilgi dikkate alınmış, son zamanlarda ise hayli ilerleyen dil ve kültür araştırmaları, esas teşkil etmiştir. Bunlara göre, Hiungnular Türk’tür (J. De Guignes, 1757; J. Klaproth, 1825; F. Hirth, 1899; J. Marquart, 1903; P. Pelliot, 1920; 0. Franke, 1930; Gy. Nemeth, 1930; McGovern, 1939; R. Grousset, 1942; W. Eberhard, 1942; B. Szasz, 1943; L. Bazin, 1949; F. Altheim, 1953; H.V. Haussig, 1954; W. Samolin, 1958; 0. Pritsak, 1959; G. Clauson, 1960 vb.). K. Shiratori, önce Türk kabul etmiş, sonra da Moğol olduklarını söylemiştir. L. Ligetiye göre, Hiungnuların kimliğini tespit etmek müşküldür. A. V. Gabain, Türk-Moğol karışımı oldukları fikrindedir. Her ne kadar, Hiungnuların büyük imparatorluğunda, Türkler yanında Moğol, Tunguz vb. yabancı kavimlerin de yer almaları tabiî ise de, devleti kuran ve yürüten asıl unsurun Türk olduğunda şüphe yoktur. Bu devlette, aslında orman kavmi olan Moğol ve Tunguz değil, Türk bozkır kültürü hakim olup, Gök Tanrı’ya inanılıyor (aslında totemci olan Moğollara, “Tanrı” sözü, sonra Türklerden intikal etmiştir); aile, “baba hukuku” üzerine kurulu bulunuyordu. Nihayet Hiungnu devletinde idareci zümre ve hanedanın dili Türkçe idi. Siyasî ve kültürel münasebetler vesilesi ile, Çin yıllıklarında Hiungnu dilinden zapt edilen, Tanrı, kut, börü, il (el), ordu, tuğ, kılıç vb. kelimeler Türkçe olup Türk dilinin en eski yadigârlarındandır. Ve nihayet devletin sahipleri, kendilerine, Türkçe’de “kavim, halk” manasında olan “Hun” (Khun=/tü/ı) diyorlardı. “Hun” adı, bir görüşe göre, M.Ö. 1. bin başlarında “Kwan, Gun”, 5. asırdan önce “Kun”, 4. ve 3. asırlarda ise “Khun” telaffuz edilmişti. Ağırlık merkezinin, Orhun-Selenga ırmaklan ve Türklerce kutlu ülke sayılan Ötüken havalisi, Orhun ırmağı üzerindeki Karakum ile Ordos bölgesi arasında bulunduğu anlaşılan Hun siyasî birliğinin kesin tarihini, M.Ö. 4. asırdan itibaren takip etmek mümkün olmaktadır. Hunlarla ilgili en eski yazılı vesika olarak, M.Ö. 318 yılında yapılan bir anlaşma zikredilmiştir. O zaman, Chou iktidarının zayıflaması sonucu meydana çıkan 14 kadar büyük derebeyliğin mücadele sahası olan Çin’de, birbirleri ile savaş halindeki bu feodal “muharip devletler”den Ch’in (Ts’in)’in gittikçe kuvvetlenmesinden endişelenen komşu beş “krallık” (derebeylik), zikredilen yılda, Hun birliği (Hiungnu) ile ittifak antlaşması yapmıştı. Hunlar, daha sonra Çin topraklarında baskıyı artırdılar. Mahallî hanedanlar, uzun müdafaa savaşları sırasında, korunmak maksadı ile, meskûn sahaları ve askerî yığınak yerlerini surlarla çeviriyorlardı. Chou’lardan iktidarı M.Ö. 256′da tamamen devralan Ch’in devletinin (Şensi’de) ünlü hükümdarı Shihhuangti (M.Ö. 247-210), kuzey taarruzlarına karşı sınırlarını büsbütün kapamak için, surların iç kısımlarını yıktırarak elde ettiği malzeme ile, dış surları birbirine bağlamak ve boş yerleri tamamlatmak sureti ile, meşhur Çin Seddi’ni (15 m. yükseklik, 9 m. genişlik, düz bir hat halinde uzunluk:1845 km.) meydana getirdi (M.Ö. 214). Böylece, Çinlilerin en tesirli korunma tedbirini aldıklarına kanaat getirdikleri bu sırada, iki mühim hadise vukua geldi: Çin’de uzun müddet dirayetli imparatorlar yetiştiren Han sülalesinin (İlk Han, M.Ö. 206-M.S. 22, İkinci Han M.S. 24-220) kurulması ve Hun devletinin başına da Mo-tun’un (veya Maotun, Mavdun; eski okunuşlar: Moduk, Meitei, Mote, Mete) geçmesi (M.Ö. 209). Çin kaynaklarında, Hunların Tuku (=Türk?) adlı aile veya kabilesine mensup olduğu bildirilen Mo-tun (Beğtun), kendi oğlunu tahta getirmeyi tasarlayan üvey anasının teşviki ile, babası T’uman tarafından tahttan mahrum bırakılması teşebbüsü karşısında, emrindeki, demir disiplin altında yetiştirilmiş, 10 bin atlı ile katıldığı bir sürek avında Tuman’ın öldürülmesi üzerine, Hun hükümdarı ilan edilerek (M.Ö. 209-174), Hun dilinde “imparator” manasında “sonsuz genişlik, yücelik, ululuk” ifade eden ve Asya Türk devletlerinde 6 asır kadar kullanılan Tanhu (türlü okuyuşlar: Tanju, Jenuye, Şanu ve son olarak, aynı Çince işaretin bugünkü söylenişi ile Şanyü, Şany) unvanını aldı. Devletini yeniden düzenledi ve kendisini iyi tanımadıkları anlaşılan Tunghuların (doğudaki Moğol-Tunguz kabileler birliği) ısrarla toprak talepleri karşısında savaş açarak, onları perişan etti. Böylece, hakimiyetini kuzey Peçili’ye kadar genişlettikten sonra, Orta Asya’da Tanrı dağları, Kansu havalisindeki, Hind-Avrupa menşeli sanılan Yüeçileri (Yüehch’ih) mağlup etti (M.Ö. 203). O sırada, Hun devleti “Sol Bilge eligi”nin Shangku’da, “Sağ Bilge eligi”nin Shangkün’de (Şensi) ikamet ettiği tahmin edildiği bu dönemde Mo-tun, daha sonra, Çin topraklarına yöneldi, 3 yıl kadar sürdüğü anlaşılan (201-199) bu savaşlarda Mai, Taiyuan bölgelerini zapt etti. Han sülalesinin kurucusu imparator Kaoti’nin (M.Ö. 206-195) 320 bin kişilik ordusunu, Paiteng’de bozkır usulü sahte ric’at gösterisi (Turan Taktiği) ile çember içine aldı. İmparator, bozkır bölgelerinin Hun devletine terki, yiyecek ve ipek verilmesi ve yıllık vergi şartları ile kendini ve ordusunu kurtarmağa muvaffak oldu. Doğu Asya tarihinde, iki büyük devlet arasında akdedilmiş ilk milletlerarası mukavele olduğu belirtilen bu antlaşma (M.Ö. 201) gereğince, Mo-tun’un bir Çin prensesi ile de evlenmesi sonucu, Çin ile dostluk havası içinde, imparatoriçe Lü (M.Ö. 195-179) ve imparator Wenti (M.Ö. 179-157) zamanlarında da devam etmiş olan ticarî münasebetler geliştirilirken, Mo-tun, Baykal gölü kıyılarından İrtiş yatağına kadar olan bozkırları ve daha batıdaki Tingling’ler, bazı Ogur (Hochieh = 0k’ue) kollan ile meskûn araziyi, kuzey Türkistan’ı zaptetti ve oradaki Yüeçi’lerin komşusu Wusun’ları himayesine aldı. Bu suretle Büyük Hun hükümdarı, o çağda Asya kıtasında yaşayan Türk soyundan hemen bütün toplulukları, kendi idaresinde tek bayrak altında toplamış oluyordu. İmparatorluk sınırlarının, doğuda Kore’ye, kuzeyde Baykal gölü ve Ob, İrtiş, İşim nehirlerine, batıda Aral Gölüne, güneyde Çin’de Wei ırmağı - Tibet yaylası - Karakurum dağları hattına ulaştığı bu tarihlerde, Hunlara tabi olanlar arasında, Moğollar, Tibetliler, Tunguzlar ve Çinliler de vardır. Mo-tun tarafından Çin hükümetine gönderilen, M.Ö. 176 tarihli mektuptan anlaşıldığına göre, yalnız İç Asya’da Türk devletine bağlı kavim ve şehir devletçiklerinin sayısı 26 idi ve hepsi, Tanhu’nun ifadesi ile “yay geren”lerle “tek bir aile” halinde birleşmişlerdi. Mo-tun, M.Ö. 174 yılında öldüğü zaman, sivil ve askerî teşkilatı, iç ve dış siyaseti, dini, ordusu, harp tekniği ve sanatı ile yüksek vasıflı bir cemiyet halinde, daha sonraki bütün Türk devletlerine örnek olan, tarihi kesin ilk Türk siyasî teşekkülü olan “Büyük Hun Devleti”, kudretinin zirvesinde bulunuyordu. Görüldüğü üzere bu devlet, idaresindeki kısıtlı tarım sahalarına karşılık, daha ziyade, otlağı bol, besiciliğe elverişli bozkırlar bölgesinde kurulmuştu. Ekonomisinin temeli, başta at olmak üzere, hayvan yetiştiricilik idi. Buna göre, sosyal durumu da, toprağa bağlı “köylü” kültüründeki geniş arazi sahibi Çin “gentry” tabakası ile köle sınıfından çok farklı idi. Ne malikanelere, ne de toprak kölelerine rastlanmayan Hun bölgelerinde halk, kan akrabalığı ile birbirine bağlı ailelerin meydana getirdiği sosyal ve siyasî birlikler olarak, disiplinli ve kendilerini müdafaa için daima silahlı kabileler (boylar) halinde yaşıyor ve devlet, bu kabile birliklerinin (budunlar) kendi aralarında sıkı işbirliği yapmalarından doğuyordu. Devlet, bu kuruluşu icabı ve bilhassa ordunun Mo-tun tarafından tanziminden sonra, merkezden idare edilen bir “askerî teşkilat” niteliği kazanması sebebi ile askerî karakterde idi ve gerekli şartlar (bozkırda eğitilmiş olmak, at ve silah) hazır olduğu için de fütuhata açıktı. Bu yönden de, “köylü” Çin devletinden ayrılıyordu. Çin’de esas rejim “feodalite” olduğu halde, Hun devletinde merkeziyetçilik, dikkati çekecek kadar belirli idi. Küçük memurlar ve bazı müşavirler belki Çinli idi, fakat emirlerindeki silahlı kuvvetlerle, aynı zamanda birer kumandan olan bütün yüksek görevliler ile birinci derecede sorumlu makam sahipleri, hep Hun asıldan oldukları gibi, devlet teşkilatının da (mesela, sağ-sol veya doğu-batı taksimatı vb.) Çinlilik ile hiç ilgisi yoktu. Mo-tun tarafından gerçekleştirilen ve toplulukta kabilecilik gayretlerini kırarak adeta devlete millî topluluk havasını getiren ordudaki 10′lu tertip de Türk idi. Esasen devletin millî karakterinin korunmasına dikkat edildiğine dair bazı davranışlar göze çarpıyordu: Mesela Paiteng’de, imparator idaresindeki Çin ordusunu kuşatan Mo-tun’un, Çin içlerine dalarak bozkırdan uzaklaşmasına, zevcesi ve herhalde devlet meclisi tarafından engel olunmuştu. İnanç yönünden de, ne Moğol totemciliği, ne de Çin toprak tanrıcılığı ile ilgisi bulunan, bozkır Türk Gök-Tanrı itikadındaki Hun devletinin meydana gelişinde, “Çin imparatorluğu”nun model olduğuna dair yaygın görüş, normal ölçülerdeki karşılıklı kültür tesirleri dışında, doğru sayılmamalıdır. Zira bu düşüncenin gerekçesinde ileri sürülen, “Hiungnu hükümdarının, tıpkı Çin imparatoru gibi Gök’ün (Tanrı’nın) oğlu olarak görünmek ve Çin’dekine benzer saray erkânına sahip olmak lüzumu”, Hun devleti için zarurî değildi. Önce, devlet, Çin topraklarında değil, “Hiungnu”lar sahasında kurulmuştu; dolayısıyla Çin meşruiyet prensiplerini, bu devlette aramakta isabet yoktur. İkincisi, Mo-tun’un “Gök’ün oğlu” diye bir unvan takındığı şüphelidir, çünkü onu tavsif eden: T’engli Koto (aynı Çince işaretin bugünkü söylenişi ile, Ch’engli kut’u) tabirindeki şimdiye kadar “oğul” manasına geldiği sanılan ikinci kelimenin “kut” (siyasî iktidar) demek olduğu anlaşılmıştır. Üçüncüsü, Çin devletinde “Gök’ün oğlu” kavramı da aslen Çin değil, Türk menşelidir. Bütün bunlardan dolayı, Mo-tun zamanında kesin şeklini aldığı görülen Büyük Hun devleti, etnik yönden ve hakimiyet anlayışı, sosyal yapısı, idarî ve askerî kuruluşları (sosyo-politik üniteler, devlet meclisi = toy, sağ sol teşkilatı, bilge elig’ler vb.) dini ve dünya görüşü ile, Türk milletinin tarih ve kültüründe feyizli etkilerini, iki bin yıl sürdüren bir ana kaynak durumundadır. Bu itibarla, Türk ve dünya tarihinde çok büyük önem taşır. Mo-tun’un oğlu tanhu Kiok (Chiyü /Kök?/ veya Laoshang, M.Ö. 174-160), Hun İmparatorluğunun bu büyüklüğünü muhafaza etmeğe çalıştı. Yurtlarından oynattığı Yüeçilerin, Afganistan’a giderek Baktria (Belh) bölgesinde, vaktiyle İskender tarafından kurulmuş olan Grek hakimiyetine son verdikleri tarihte (M.Ö. 166), kalabalık ordusu ile Çin’e girerek, başkent Ch’angan yakınındaki imparator sarayını yakan Kiok, bu seferdeki gayesine uygun olarak, Çin ile iktisadî ilişkilerini dostane bir şekilde sürdürmek için, bir Çin prensesi ile evlendi. Şüphesiz, Çin sarayı ile devam ettirilen akrabalık, siyasî mahiyette bir davranıştan ibaretti. Fakat bu suretle ileride, Çin ile temas halindeki hemen bütün Türk devletleri bakımından kötü neticeler verecek olan bir çığır, derinleştirilmiş oldu. Çünkü hanedanlar arasındaki bu yakınlaşmalar, her zaman, Çin hile makinesinin harekete geçmesi için, fırsat teşkil etmekte idi. Hun merkezinde, Çinli prensesin himayesinden faydalanan Çin diplomat ve vazifelileri, Hun imparatorluğu topraklarında serbestçe gezip dolaşıyorlar, Türkler ve tâbi kavimler arasında kötü propaganda yapıyorlar, devleti sinsice kuvvetten düşürmeğe çalışıyorlardı. Bundan başka, ticaret malı olarak memlekete sokulup, Hun ileri gelenleri arasında revaç bulan Çin ipeği, lüks zevki yolu ile rehaveti arttırmakta idi. Kiok devrinde fazla hissedilmeyen bu menfî durumlar, onun oğlu Künçin (Chünch’en) zamanında (M.Ö. 160-126), gerçek bir huzursuzluk kaynağı olarak kendini gösterdi. Keza, Han sülalesine damat olan bu tanhu, babası ve dedesi ölçüsünde dirayetli ve asker ruhlu bir hükümdar olmadığı için, Hun iktidarında sarsıntılar belirdi. Çinlilerin, bu devirde (imparator Chingti, 157-141), sınır boylarında ufak çaptaki akınları durdurduğu görülüyordu. İlk defa, imparator Wuti (M.Ö. 141-87), kalabalık ordular teşkil ederek Hun hakimiyetinin yıkılmasını hedef tutan planlarını tatbike girişti. Propagandayı arttırdı. Gayelerinden biri de, Çin için büyük gelir kaynağı olan ipeğe, batı bölgelerinde yeni pazarlar bulmak ve İç Asya-İran üzerinden Akdeniz kıyılarına ulaşan, meşhur “İpekyolu”nu emniyet altına almaktı. Dolayısıyla, Orta ve Batı Asya’da, yabancıların kudretini kırması lâzımdı. Bilindiği gibi, aşağı yukarı M.S. 1. bin sonlarına kadar, Türk-Çin mücadelelerinin temel sebeplerinden biri, bu kervan yoluna hakimiyet meselesi olmuştur. Wuti’nin, İpekyolu üzerindeki memleket ve kavimleri öğrenmek ve Hunlara karşı onlarla işbirliği sağlamak maksadı ile batıya gönderdiği yüksek rütbeli bir asker olan Çangk’ien’in (Changch’ien), gizli vazifesini yaparken Hunlar tarafından bir süre gözaltında tutulmasına rağmen, buralarda geçirdiği uzun müddet içinde (M.Ö. 138-126) edindiği bilgiyi, temaslarını ve hükümete tavsiyelerini ihtiva eden mühim rapor, imparatoru memnun etmiş ve sonraki Çin siyaseti için başlıca rehber vazifesini görmüştür. Bu arada Çinliler, çok ehemmiyetli bir başarı daha elde etmişlerdi ki, o da, ordularını Türk usulüne göre yetiştirmeleri ve Hun silahları ile teçhiz etmeleri idi. Daha Mo-tun’dan çok önceleri, 318 andlaşması ile ilgili olup, Hunlara karşı askerî gücünü takviyeye çalışan Chao (Şansi’de) krallığında Wuling (M.Ö. 325-298) zamanında başlayıp, daha sonra, Kuzey Çin’de feodal hükümetlerin yerini alan büyük Ch’in devletinin imparatoru Shihhuangti zamanında hızla devam eden bu askerî ıslahat hareketleri, Han imparatoru Wuti’nin kumandanlarından Weits’ing ile Hun tarzında 140 bin kişilik bir süvari kuvveti çıkaran Ho K’üping tarafından, büyük başarıya ulaştırılmıştı. M.Ö. 127-117 yılları arasında, Ordos’daki Hunlara karşı kazandıkları zaferler, Hun ağırlık merkezinin, Gobi’den kuzeye, Orhun nehri bölgesine kaymasına sebep olmuştu. Hunlar, artık eskisi gibi değildiler. Akınları duraklamış, bilhassa Tanhu Tsütihoü (Chut’eho) zamanından itibaren (M.Ö. 101-96) 40 yıl devamınca, zengin güneybatı topraklarının (Tanrı dağları, Cungarya, Turfan, Yarkent, Kuça vb.) düşman istilasına uğraması ile devlet geliri azalmış, o zamana kadar Çin’den vergi ve hediye olarak sağlanan malî destek kesilmişti. İç huzursuzluk, idarecilerle başbuğların arasını açmağa yönelen kesif Çin propagandası ile gittikçe derinleşiyordu. Hun prenslerinin birbirleri ile olan anlaşmazlıkları, mücadeleyi şiddetlendirdi. İktisadî darlık ve askerî güçsüzlük karşısında, maddî yardım temin edilir düşüncesi ile, çıkar yol olarak Tanhu Hohanyeh’in (M.Ö. 58-31) Çin himayesini isteme meyli, durumu büsbütün karıştırdı. Sol Bilge eliği (Sol kanat kralı) olan Çiçi (Chihchih, Tsitki), bu kardeşinin tanhuluğunu tanımadı. Mesele, Hun devlet meclisinde (Türkçesi: toy) ağır münakaşalara yol açtı. Hohanyeh’in teklifi; istiklâlin feda edilmesini “gülünç ve utanç verici” bir davranış sayan ve kendilerinden ülkenin devralındığı atalara karşı hürmetsizlik kabul eden Çiçi taraftarlarınca reddedildi. Tanhu’nun fikrinde direnmesi, Hunları ikiye ayırdı (M.Ö. 55). Devlet birliğinin parçalanması ile, Çin üzerindeki Hun tehdidi ortadan kalktığı için, Doğu Asya tarihinde bir dönüm noktası olan bu yıllarda, Hun prensleri arasında iyice alevlenen açık mücadele sonunda, rakiplerini mağlup, bu arada tanhuluk merkezini de işgal ederek Hun imparatoru durumuna yükselen Çiçi karşısında, Hohanyeh, kendine bağlı kütlelerle birlikte, desteğini sağladığı Çin’in kuzeybatı sınır bölgesine (Ordos, Pingçu) çekildi (M.Ö. 54). Devletini güçlendirmek ve iktisadî imkanlara kavuşturmak bakımından, hakimiyetini batıya doğru yaymağı uygun gören Çiçi Tanhu, M.Ö. 51′de harekete geçti. Önce, Tanrı Dağları kuzeyi Isık Göl havalisindeki Wusun’ların mukavemetini kırdı; Tarbagatay bölgesindeki Ogurları, daha kuzeydeki Kırgızları ve İrtiş etrafındaki Tingling’leri tabiiyetine aldı. İki yıl içinde kazandığı bu başarılardan sonra, Wusun akınlarının tedirginliğinden kurtulmak isteyen Kangkü (Çu, Güney Kazakistan bozkırı, Maveraünnehir) kralının arzusu üzerine, bu devleti himaye etmek vesilesi ile Aral Gölüne kadar bütün batı bölgesini idaresi altına alarak, geniş Orta Asya Hun İmparatorluğunu ihya etti. Çiçi, hükümetinin kuzey Moğolistan’daki ağırlık merkezini de, Çu-Talas nehirleri arasına kaydırarak, orada etrafı surlarla çevrili yeni bir başkent inşa ettirdi (M.Ö. 41) ki, böylece, mevkii dolayısıyla İran, Afganistan, Hindistan, Doğu ve Orta Avrupa kıtaları bakımından, Asya tarihinin bundan sonraki gelişiminde sürekli tesiri görülecek olan Türkistan sahasına, Türk halkının iyice nüfuzunu sağlamış oluyor (Batı Hunları) ve Fergana, Baktria (Belh) havalisini kendine bağladıktan sonra, Çin kaynaklarına göre, Ansi bölgesini, yani güneybatı sınırları, ta Anadolu’ya kadar uzanan Parth İmparatorluğunun kuzeydoğu kısmını zaptetmek için planlar hazırlıyordu. Fakat Çiçi’nin hakimiyeti uzun sürmedi. Topraklan çok genişti ve Hun devleti bu bölgelerde henüz iyice yerleşmiş, idarî nizamı kurmuş, tâbi kütleler ve komşuları ile normal münasebetlerini geliştirmiş değildi. Çiçi’nin harekâtını, adım adım takip eden Çin, Wu’sun’ları, Kangkü devletini kendine çekmeği bildi ve derhal saldırıya geçti. Etraftan aldıkları yardım ve 70 bin kişi civarındaki orduları ile, baskın şeklinde, Hun topraklarına girerek süratle ilerleyen Çinliler tarafından kuşatılan, Talas ırmağı üzerindeki surlu Hun başkenti, tamamıyla tahrip edildi (M.Ö. 36). Başkentte, hayrete değer bir müdafaa yapılmış, sokaklarda kanlı savaşlar verilmiş, hatta tanhuluk sarayı içinde oda oda çarpışılmış ve Çiçi, oğlu ve hatunlar dahil, saray mensuplarından 1518 kişi, ellerinde kılıç, devletleri uğruna hayatlarını feda etmişlerdi. Çiçi’nin batıya uzaklaşmasından sonra kendini toplayan ve Çin hükümeti ile anlaşma yaparak (M.Ö. 43), devlet meclisinin kararı ile başkentini Orhun bölgesine nakleden, fakat M.Ö. 36′dan itibaren tekrar Çin tâbiliğine giren Hohanyeh’e (ölm. M.Ö. 31) bağlı kütleler, onun evlatları tarafından bir müddet idare edildikten sonra, tekrar toparlanmağa başlamışlar ve kudretli bir devlet adamı olduğu anlaşılan Yu (Hotodzsisi) Tanhu zamanında (M.S. 18-46), Çin’e karşı istiklallerini elde ederek, doğuda Mançurya’ya, batıda Kaşgar’a kadar olan geniş bölgeyi tekrar idarelerine almağa muvaffak olmuşlardı. Fakat Yu’nun ölümünden itibaren iç anlaşmazlıklara düşmeleri ve uzun süren kıtlık yıllarının sebebiyet verdiği çok sayıda hayvan kırımı ile ülkede baş gösteren açlık, Hunları müşkül duruma soktu. Yu’nun oğlu Tanhu P’unu’ya karşı mücadele açarak, kuzeydeki Hun kabileleri arasına çekilen Pi’nin (P’unu’nun yeğeni) orada kendini tanhu ilan etmesi hadisesi (M.S. 48), Hunları tekrar ve artık bir daha birleşememek üzere ikiye ayırdı: Kuzey Hunları (Kuzey veya Dış Moğolistan’da) ve Güney Hunları (Güney veya İç Moğolistan’da). Böylece, M. 48′de, ayrı siyasî vasıfları kesinlik kazanan iki Hun devleti arasındaki büyük fark, güneydekinin Çin tabiiyetini devam ettirmesi, Kuzey devletinin ise istiklalini daima koruması idi. Bundan başka, Güney Sibirya, Cungarya ötesine kadar Batı ve İç Asya’da iktisadî ehemmiyeti bilinen bütün şehir devletleri de, Kuzey Hun Devletinin idaresinde idi. Dolayısıyla siyasî ve askerî Çin saldırılarının ana hedefini teşkil ediyordu. Daha Hun İmparatorluğunun bölünmesi ile sonuçlanan iç mücadeleleri ustaca istismar eden Çin, Hunlara bağlı doğudaki Moğol-Tunguz karışımı Wuhuan ve Sienpi (Hsienbi) kütlelerini kışkırtmış, bunların sürekli baskıları neticesinde Hun Devleti, Doğu Moğolistan’da kontrolü kaybederken, batı bölgesinde de tahrikçi Çin siyaseti ile karşılaşmıştı. Bu sebeple, en tesirlisi Yarkent Krallığı olmak üzere, Şanşan (Loulan, Lobnor’un güneyi), Turfan vb. bölgelerdeki ayaklanmalar ile uğraşmak zorunda kalındı (46-60 yılları). Hun Devletinin buralarda, bilhassa Çin’in sömürücü tutumu ile Yarkent kralı Kien’in çok merhametsiz davranışından perişan düşen halk tarafından, kurtarıcı gibi karşılanması ve duruma hakim olduktan sonra, yeniden baskı altına aldığı Çin’i, sınır kasabalarında serbest ticarete mecbur etmesi (61-65), Çin’i tam kararlılık içinde ve doğrudan doğruya askeri harekâtla Hun Devletini çökertmek hazırlığına sevk etti. İmparator Mingti (58-75), Ç’engti (75-89) ve Hoti (89-105) devirlerinin ünlü generali Pan Ç’ao’nun yüksek kumandasında kalabalık Çin ordularının, 30 yıl süren harekâtı sonunda Kangk’ü’ye kadar (Kaçgar, Hami, Yarkent, Hoten dahil) sayısı 50′yi bulan zengin ve kervan yolu üzerinde olduğu için, iktisadî yönden önemli şehir, Çin idaresine geçti. Bilhassa 73-74, 89-90-91 yılları harekâtında ağır kayıplara uğrayan Hunlar, İç-Asya’da hakimiyetlerini kaybederken, doğuda da Sienpi’lerin hücumlarına (en şiddetlisi 89-91 arasında) maruz bulunuyorlardı. İki cephede, sürekli savaşlar vermek zorunda kalan Kuzey Hun Devleti, son tanhuların başarılı müdafaalarına rağmen, kuvvetten düştü, durum aleyhte gelişti. Hakimiyetlerini, Güney Sibirya’ya ve Cungarya’ya kadar genişletmeğe muvaffak olan Sienpi’lerin hükümdarı Tanshihhuai (aş. yk. 147-156) tarafından, nihayet saf dışı edilen Kuzey Hunlarının (ihtimal Tanhu Avitokhol zamanında) toprakları, düşman kabilelerin istilasına uğradı. Siyasî iktidarlarının zayıflamağa yüz tuttuğu tarihlerde, esasen memleketi terk etmeğe başlayan Hunlardan (büyük çapta göçler 91′de ve 155′e doğru), Kuça civarında kalan Yüepan-Yüebanlar dışındaki kalabalık kütleler, batıya çekilmişlerdi ki, bunların şimdiki Güney Kazakistan bozkırındaki soydaşlarına (Çiçi Hunları) katıldıkları anlaşılmaktadır. M. 48′den beri, Çin sınır bölgesinde yaşayan ve kuzeyden gelecek saldırılar için Çin’in ileri karakolu bir tampon devlet durumunda olan Güney Hunları da pek huzurlu değildi. Kukla tanhulara karşı, Hun kabileleri, sık sık başkaldırıyorlardı. 94, 124 ve 140 yıllarında görülen ayaklanmalar güçlükle bastırılmış, bunları 153, 158 isyanları takip etmişti. Bu senelerde Kuzey Moğolistan’ı işgal eden Sienpi’ler, güneye doğru baskılarını artırarak, Hun devleti için tehlikeli olmağa başladılar (177′den itibaren). 188′de Çin hükümetince tayin edilen tanhunun tamamen Çin’e teslim olma kararı üzerine Hunlar tarafından öldürülmesi, devleti başsız bıraktı. Kabileler, diğer tayinli iki tanhuyu da tanımadılar ve dağınık kabile hayatına döndüler. Son tanhunun, Çin başkentinde hapsedilmesi ve ülkenin 5 eyalete bölünerek Çinli askerî valilerin gözetimine verilmesi ile, Güney Hun Devleti de sona erdi (M. 216). Bununla beraber, Sienpi baskısı yüzünden bilhassa 3. yy.’ın 2. yarısında güneye gelmek suretiyle Çin’de sayıları gittikçe artan Hunlar, Çin idaresi altında ve Çinli halk arasında, varlıklarını korumayı bildiler. Çin’de, Han sülalesi iktidarının zayıflamağa yüz tuttuğu tarihlerde (180′den itibaren) birbirleri ile mücadeleye girişen generallerin tutumu, büyük değişiklik meydana getirmiş, siyasî birliğin parçalanmasına yol açmıştı (”16 Devlet” devri). Sui hanedanının, birliği ihya ettiği 589 yılına kadar süren bu devrede Türk kütleleri, başta Tabgaç (Wei) sülalesi olmak üzere, müstakil devletler kurmuşlar ve Han iktidarının son bulması ile, M.S. 220′lerde, tekrar sahnede görünen Güney Hun kabile başbuğlarının idaresinde nüfuzlarını artırarak, zamanla hemen bütün Kuzey Çin’i Türk hakimiyetine almayı başarmışlardı. Bunu sağlayan kuvvet, yukarıda zikredilen asî generallerden biri olan Ts’ao Ts’ao’nun, savaşlarında yardımları olduğu için, Şansi bölgesine yerleştirdiği 19 Hun kabilesi idi. Kalabalık olan ve her fırsatta Çin idaresine başkaldıran (meselâ 271, 294, 296 yıllarında) bu Türk kütlesi, millî benliğini koruyor ve eski tanhu ailesi mensuplarına karşı saygı beslemeye devam ediyordu. 19 kabileden biri T-opa (Tabgaç), biri de büyük Tanhu Mo-tun ailesinin indiği Tuku veya T’uko idi. Hun Tuku (T’uko) başbuğu, eski tanhular neslinden ve Hun elig’lerinden olan Liu Yüan (Liu, bu devirde Tuku ailesine Çinlilerin verdiği addır) çetin bir hürriyet mücadelesi verdikten sonra, dikkat çekici bir siyasî kavrayışla, 500 sene önceki atalarının, eski Han sülalesi ile olan dostluklarını ve “kardeş”liklerini de ileri sürerek ve hatta kendi sülalesine “Han” adını vererek, bu Çin bölgesinde (merkez: P’ing ç’eng) Türk devletini kurmağa muvaffak oldu (304-329. 1. Chao). Çin başkenti Loyang’ı zapt etti (311). Kendisinden sonra, Çin’in öteki başkentini de ele geçiren kardeşi Liu Ts’ung’un geliştirdiği bu siyasî hakimiyet şuuru; idare, başbuğ aileleri arasında el değiştirmesine rağmen, devam etti (başlıca Hun sülaleleri: 2. Chao: 329-351, Hsia: 407-431, Kuzey Liang: 401-439 ve bunun devamı: Lou-lan krallığı, 442-460; Turfan civarında). Aynı şuur, Tsükü (Chuch’ü) Mengsün tarafından kurulmuş olan son Hun devleti “Kuzey Liang”ın 439 yılında Tabgaç hükümdarı T’aivvu’nun baskısı ile başkent Gutsang işgal edilerek yıkılması üzerine, buradan kaçıp kurtulduğu anlaşılan Türk Açına [Asena, Bozkurt] ailesinin temsil ettiği büyük Göktürk Hakanlığı’na ulaştı. Çin sahasında Hun adı altındaki siyasî hayatları böylece tarihe karışmakla beraber, M.Ö. 1. asırda Çi-çi iktidarının yıkılması neticesinde, etrafa dağılmış olarak Sogdiana’nın (Seyhun-ötesi) doğusunda, Kafkaslar’ın kuzeyinde, hatta Dinyeper nehri civarında ve bilhassa Aral Gölünün doğu bozkırlarında varlıklarını devam ettiren Türk kütleleri, oradaki diğer Türk zümreleri ve 1. asır sonlarından 2. asrın yarısına kadar, doğudan gelen Hun kalıntıları ile çoğalmışlar ve uzunca bir müddet sakin bir hayat yaşamak suretiyle güçlerini artırmışlardır. Bunların, büyük ihtimalle iklim değişikliği yüzünden veya son yıllarda gelişen yeni bir görüşe göre, 110-350 yıllarında doğudan gelen Uar-hun baskısı karşısında batıya yöneldikleri ve sonra Avrupa Hun İmparatorluğu’nu kurdukları anlaşılmaktadır. Bu kütlelerin batıya Sibirya’ya doğru Çin sahasından uzaklaşmalarından dolayı, haklarında, 2 asır gibi uzun bir süre yazılı bilgi bulunamadığı gerekçesine dayanılarak, Hiungnularla aynı kavim sayılamayacakları yolundaki bazı iddialara rağmen, Atilla zamanında, bütün Avrupa’da Türk hakimiyetini gerçekleştirenlerin, bu Asya Hunları neslinden oldukları çeşitli vesikalarla belgelenmektedir. Askerî Teşkilat Sadece hafif zırhla korunmuş ve tamamı atlı okçulardan oluşan bir ordunun, nasıl bunca orduları yok ettiği ve hattâ iyi eğitimli, tam zırhlı ve yüksek tecrübeli Roma lejyonlarını yendiği, ilk bakışta hayret vericidir. Bu zaferlerin sırrını çözebilmek için, Hunlar’ın savaş taktiklerini, silahlarını ve nasıl organize olduklarını iyi bilmek gerekir.
  15. İstanbul

    İstanbul Nasıl Kuruldu?

    İ.Ö. 7 yüzyılda Bizans adlı birinin önderliğinde gelen Megare muhacirlerinin yerleşmeleriyle kurulmuştur. Bizans kenti daha küçük bir kent görünümünü sürdürürken, 283-305 yılları arasında yaşamış olan Diocletianus İmparatorluğun başkentini Doğu’ya taşımayı düşünmüştü, ancak gerçekleştirememişti. Roma İmparatorluğu 4. yüzyılın başında dışarıdan barbar saldırılara uğrarken içeride dağılmaya başlayan köleci düzenin ve özgür çiftçilerin başlattıkları devrimci bir dalga ile karşılaşmıştı. Bu, imparatorları daha gelişmiş yönetim sistemlerinin yanı sıra ikametleri için de daha güvenli yerler seçmeye zorluyordu. Başkent Roma, ekonomik sıkıntılarında etkisiyle başkent olma özelliğini iyice yitirmişti. Roma İmparatorluğu’nu Doğu ve Batı olarak ikiye ayıran Dioclatianus’un komutanlarından Constantius’un oğluydu Constantinus. Annesi ise gerçek haçı bulduğu için “azize” olarak nitelendirilen Helen’dir. Paganist olan Constantius, ayaklanmaları oğlu ile bastırdıktan sonra 306′da ölünce oğlu Constantinus’u Batı Roma İmparatoru ilan etmiştir. Ancak egemenliğini perçinleyebilmesi için Roma’da imparatorluğunu ilan eden Maxentius’u yenmesi gerekti. Bir söylentiye göre ordusuyla Roma üzerine yürürken bir öğlen gökyüzünde parlayan ve üzerinde “Bununla kazan” yazılı bir haç gördü. Bu düşten sonra haçı askerlerinin kalkanlarına işletti. Maxentius’un ordusuyla Roma yakınlarındaki Milvian köprüsünde karşılaşan Constantinus büyük bir zafer kazanarak 312′de Batı Roma’nın tek hakimi oldu. 313′te Licinius ile bir araya gelerek Hıristiyanlara tapınma özgürlüğü veren Milano Fermanı’nı kabul etti. Ancak Constantinus’un Hıristiyanlara yasal statü sağlaması Romalıların hiç hoşuna gitmemişti. İmparator Contantinus 326′dan sonra Doğu’ya çekildi ve Roma’ya bir daha geri dönmedi. Constantinus’un Doğu Roma İmparatoru Licinius ile 324′de savaşmasından önce Roma İmparatorluğunun başkenti olan Bizantion, bu galibiyetten sonra tek imparator olan Constantinus tarafından da başkent olarak tercih edildi. Ve adı değiştirildi. Bu tercihin başlıca sebeplerini şöyle sıralayabiliriz. a- Doğu’nun kimi Roma yöneticileri üzerindeki çekici etkisi. İmparatorluğun merkezini Doğu’ya taşıma isteği, Jül Sezar’dan başlayarak görülür. Doğu’nun bu çekiciliğinin sebebini ise şöyle açıklayabiliriz: Roma’nın zenginliği savaşlarla, işgallerle ele geçirilen taşra eyaletlerinin sömürülmesine dayanıyordu. Doğu eyaletlerinin imparatorluğa bağlanmasıyla illerin işgaller sona erecek, iller sömürülemeyecek ve dolayısıyla ekonomik ağırlık merkezi bu kentlere dönecekti. Doğu’nun ekonomik üstünlüğü böylece, başkentin taşınmasıyla onaylanmış, yerleştirilmiş oldu. b- Kentin üç yanı denizlerle çevriliydi. Ayrıca karadan da güçlü surlarla korunuyordu. Düşmanların yaklaşması olanaksızdı. c- Contantinopolis Avrupa ile Asya arasındaki üstün jeopolitik konumu nedeniyle iki kıta arasında bir aracıydı. Bu konuda Auguste Baully “Bizans Tarihi” isimli kitabında ticaretin önemini “… bütün Akdeniz sitelerini ticaret gemileri yüklerini boşaltıyorlar ve Constantinopolis’ten ipekli, tahıl, baharat, fildişi sanat eserleri, kıymetli madenler alıyorlar… “şeklinde anlatırken Ayla Ödekan “Kentlerin Kraliçesi Constantinopolis” isimli makalesinde “kentin, bu yüzyılda ticaretle ilişkisinin zayıf olması, seçimin ticaret olanakları düşünülerek yapılmadığını kanıtlamaktadır. Nitekim I. Contantinus’un bayındırlık programına liman yapımı alınmamıştır” demesi bir çelişkiyi yaratıyor. Ancak yine de kentin jeopolitik önemi göz önünde tutulmalıdır. Kentin tüm bu özellikleri sonucunda bir de gelişebilir kentsel özelliğini yitirmez nitelikte olduğu ortaya çıktı ve nitekim tahminler sonuçsuz kalmadı. Constantinus yeni başkentin kurulmasının “Tanrının emri” olduğunu söylüyordu. Başkentin ilanından sonra artık sıra her konuda yapılanmaya gelmişti. Nüfusun ve yapıların hızla artığı yeni başkentte çok sayıda mimara, ustaya ve işçiye gereksinim vardı. Mimar bulmak zordu. Kölelerin kent dışına çıkmalarına izin verilmiyordu ve yapı malzemesi her zaman azdı. Ancak imparator Constantinus Batı Roma’nın imparatoru iken çok sayıda yapı inşa ettirmişti. Constantinus, yeni başkentine, çoğunluğu Balkanlar’dan olmak üzere çok sayıda insan yerleştirmişti. Kentin nüfusu sürekli artmış ve 5. yüzyılda Constantinopolis 300 bin kişilik nüfusu ile Roma’dan daha kalabalık olmuştu. Bu nüfusu beslemek zordu. Constantinus döneminde Mısır, Suriye ve Anadolu’dan ithal edilen buğday, yağ ve şarap halka ücretsiz olarak dağıtılıyordu. Temel gıda buğdaydı. Constantinopolis artık bir Yunan kentinin devamı olmaktan çıkmıştı. O kadar büyümüştü ki doğal ardülkesi onu beslemeye yetmedi. Kuruluş aşamasında kentte Yakındoğu’nun Helenistik-Roma kentlerinde varolan gelişmiş bir endüstri yoktu. Fakat bir başkent olarak çekiciliği ve kalabalık nüfusu, kenti büyük bir pazara dönüştürmüştü. Constantinus’un kenti “gelişebilirliği” nedeniyle tercih etmesi bir tahminden öteye gidip gerçekleşmişti. Constantinopolis bir Helenistik kentti. Kentin yapısında Doğu’lu ve Helenistik öğeler bir aradaydı. Din, felsefe ve Yunan dili gibi. Ayrıca Constantinopolis Patrikliği bütün Trakya, Pontus ve Asya piskoposluklarını içine almıştır. Din adamları vergi vermemişlerdir. Kilisenin sonsuz bağış alma hakkı vardı. Kilise yetkililerini yerel yönetimde kullanma bir imparatorluk politikasıydı. Elde edilen verilen çerçevesinde Constantinus’un çizdiği kent topografyası hakkında bir yorum yapacak olursak; kent planının bugünkü Cibali, Fatih, Altımermer ve Etyemez’i de içine alan çapı 2.5 kilometrelik bir çember yayını kapsadığını söyleyebiliriz.Yeni kentin iskan faaliyetleri gün geçmeden başlatılmalıydı. Ayrıca yeni kentte çözülmesi gereken iki sorun vardı. Kentin insanlara, işlevsel ve simgesel olarak da anıtlara ihtiyacı vardı. Constantinus Roma’nın bütün görkemini yeni başkente taşımak istiyordu. Benimsenmeyen “Nea Roma-Yeni Roma” ismi bu isteğin bir göstergesidir. Öyle bir şehir olmalıydı ki, görkemiyle Roma’yı geride bıraksın. Hatta bir efsaneye göre bizzat tanrı Sezar’a görünüp ona başkentin yerini göstermiştir. Constantinopolis 11 Mayıs 330′da resmi törenlerle kurulmuş ve bu olay her yıl aynı tarihte Encainia şenlikleriyle kutlanmıştır. İmparatorluğun bütün ileri gelenleri kenti donatmaya çağırmıştı. İmparatorluğun her köşesinden kente heykeller ve başka sanat yapıtları getirilmişti. Hatta Roma, İskenderiye, Efes, Antakya ve Atina’yı soyup soğana çevirmişlerdir.Kentin resmen açılışından sonra anıtsal yapıların inşa edilmeye başlandığı dönemde imparatorun en büyük sorunu kente yerleşenlere konut sağlamaktı. Alınan bazı önlemler şunlardır: * İnşaat yapanları vergiden muaf tutma. * Kendi evlerini yapanlara bedava ekmek verme. * Anadolu’da mülkü olanlara, Constantinopolis’te ev yapmayı zorlama. * Soylulara konut yapmalarında hazineden yardım sağlama.
  16. MENGÜCEK BEYLİĞİ VE SELÇUKLU DÖNEMİNDE ERZİNCAN-2 ERZİNCAN ORTA ÇAĞDA ULUSLARARASI ÜNE SAHİP OLUYOR FELSEFEDEN MUSİKİYE, MİMARLIKTAN, MİMARLIKTAN TlBBA KADAR YÜKSEK DÜZEYDEKİ YAŞAM ÖRNEKLERİ Mengücekler'in başkenti olan Erzincan, şehrin büyüklüğü, ticari ve ekonomik zenginliği, hükümdarların ilim ve kültürel faaliyetleri ile gelişmişlik düzeyi yüksek bir merkez idi. Nitekim Selçuklular'ın hizmetinde Erzincanlı; ilim, edebiyat ve devlet adamlarının bulunması da bu kültürel yükselişin göstergesidir. Tarihi kaynaklar, Erzincanh hekimlerin Konya'ya davet edildiğini ve sultanları tedavi ettiklerini gösteriyor. Erzincanlı Hekim Alaeddin, Sultan IV. Kılıç Arslan'ın hastalığı nedeniyle Konya'ya gitmişti. Mengücek Hükümdarı Alaed-din Davud Şah da babası gibi ilim, edebiyat ve sanata düşkündü. Şiirler yazan, felsefe ve tıb ile uğraşan, bu alanlarda ünlü kişileri sarayına davet ederdi. Bu yüksek vasıfları dolayısiy-le îslam dünyasının ünlü Tabibi Muvaffakuddin Abdullatifi Erzincan'a davet etmiştir. Halep'ten gelen bu alim tabib, 1228'de Erzurum, Erzincan, Kemah, Divriği ve Malatya'ya uğrayarak tekrar Halep'e dönmüştür. Mengücek Hükümdan'nın hizmetinde önemli bir mev-kiye sahip olmuş, kendisine çok yüksek maaş verilmiştir. 0 da hükümdar adına birkaç önemli eser yazarak, bunları Davud Şah'a sunmuştur. Fahreddin Behram Şah (1168-1225) ve zevcesi îsmetiye Hatun, alimlere ve din adamla-rına çok hürmet ederlerdi. Ünlü büyük ozan Genceli Nizami, "Mahzen-ül Esrar" adlı mesnevisini Behram Şah'a adamıştır. Onlar ve Erzincan şehri Mevlevi hatıralarında önemli bir yeri vardır. Rivayete göre Ba-haeddin Veled, henüz çocuk yaşta oğlu Celaleddin ile Anadolu'ya gelirken Malatya'dan Er-zincan'a gelmiş, îsmetiye zaviyesinde misafîr kalmış, Behram Şah ve eşi onu hürmetle ağır-lamıştır. Bununla beraber onların ısranna rağmen Bahaeddin Veled, yine de Erzincan'dan hareket edip Akşehir'e gitmiştir. Hükümdar, arkasından haberciler göndererek dönmelerini rica eder. Bahaeddin Veled, Erzincan Akşehir'inde kendisine bir medrese yapmasım istemiş ve hükümdar bu isteği derhal yerine getirmiştir. Behram Şah, hükümdarlık yıllarının sonlarına doğru ünlü Iraklı Filozof Abdullatif el Bağdadi'yi, sarayında 12 yıl boyunca ağırlamıştır. Kültür ve refahın çok ileri düzeyde bulunduğu, halkın eğlenceye düşkün olduğu Erzincan'da güzel sanatların ve musikinin de gelişmesi doğaldı. Bu nedenle de Erzincanh müzisyenler başka ülkelere de davet edilmekteydi. Nitekim Siraceddin Ahmed, edebiyat ve tasavvufda önemli bir şahsiyet olmasına rağmen, ünü musiki alanında yayılmıştır. Horasan tarzında gazelleri ve peşrevleri vardı. Bu ünü dolayısıyla, Suriye Eyyubi Hükümdarı Melik Eşref (1228-1237) Siraceddin'in musiki üstadhğını duymuş, onu Şam'a davet edip, sarayında kendi eserlerini çaldırmıştır. Hükümdar ile birlikte sarayın musiki heyeti de kendisine hayran olmuştur. Selçuklu Türkiyesi'nde bütün Türk devletlerinde olduğu gibi, yabancı ırk ve din mensuplarına daima din hürriyeti ve adaletle muamele yapılmıştır. Bu durum çağdaş bütün kaynaklarda ve özellikle Anadolu'da yaşayan Süryani, Ermeni, Rum müelliflerinin eserlerinde hayranlık verici ifadelerle belirtilmiş ve Bizans idaresinden şikayetçi bulunan Hıristiyanlar, Türk yönetimlerini tercih etmişlerdi. Fakat Moğol döneminde Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki iyi komşuluk ve uyum bozulmuştur. Zira, Mısır-Suriye Türk Memlukları tarafından sürekli bozguna uğratılan Moğollar, Müslüman Türklere güvenmiyor ve Hıristiyanları tutuyorlardı. Anadolu Türkleri de putperest ve zalim Moğollara karşı zaferler kazanan Mısır Sultanı Baybarsı çok seviyor ve bütün umutlarını ona bağlıyorlardı. Bu sırada MoğolWın korumasında bulunan bazı Hıristiyanlar'ın Müslümanlara karşı başlattıkları taşkınlıklar, Erzincan'da yaşayan bir kısım Ermeniler'e de de yansıdı. Bu durumu fırsat sayan Ermeni kilisesi mensupları ve Erzincan metropoliti Marhasya, Moğolları Selçuklular karşı kışkırtıyor, Selçuklular'dan bağımsız davramyorlardı. 1261'de Selçuklu Emiri Yavtaş papazın bu tavırlarına engel olmak istemiş, ancak Moğol elçileri girişimi önlemişlerdi. Marhasya daha sonra Abaga Han'ın himayesini kazanarak Erzincan'ın kendisine verilmesini ve 500 süvari beslemesine müsade edilmesini istemişti. Selçuklular da O'nu, çiftçileri papaz gösterip haraç ve cizyeden bağımsız tuttuğunu Han'a şikayet ettiler. Sonuçta Marhasya, Selçuklu Veziri Muineddin Pervane'nin gizli emri ile 1277 yılında Harput Beyi tarafından öldürüldü. Erzincan, Selçuklulara bağlı olmakla beraber Abaga Han, 1277 yılında Anadolu seferinden dönerken, bu şehre uğramış, vezir Şemseddin Cuveyni'nin tavsiyesi ile Selçuklular'ın borçlarına karşılık beldeyi "Has-İncü" olarak Moğol hanedanının mülkiyetine almış, şehir ve bölgeye ait kumaşlar ve mallar hayvanlara yükletilerek Han ile birlikte Bayburt yolu ile Tebriz'e gönderilmişti. Selçuklu Türkiyesi gibi Mengücek ilinde de toprak mülkiyeti şahıslara değil, devlete aitti, yani miriydi. VI.KıhçArslan Moğollara dayanarak kardeşi II.Îzzeddin Keykavus'a karşı mücadele ederken Erzincan köylerini yanındaki beylere ikta olarak vermiş ve bütün Selçuklu ülkesine egemen olduğunda, bu köyleri kendilerine temlik edeceğini söylemişti. îlhanlı divanı 1335 tarihinde Erzincan'a bağlı bir köyün (Karayazı) hazineye ait vergilerini idrar (maişet) olarak Mahmud'a tahsis ederken bu vergilerin öşür, kopçur (sayım) cizye ve saireden oluştuğunu, köyün kethudalarına ve halka çiftçilerin toprakları boş bırakmalarını ve imarına çalışmalannı emreder. Reşiddeni Şiraz'da devlet sürülerinin yününden imal edilmiş battaniyelerden Erzincan medresesine gönderildiği kaydeder. Selçuklu Sultanı III.Gıyaseddin Keyhusrev'in Şubat 1274'te, o zaman (Şebin) Karahisar'a bağlı Suşehri'nden bir zaviyeye yaptığı vakfîye önemli bir tarihi belgedir. Sultan vakfiyede şehirde Dar uz-zakirin adını alan zaviyeye ve onun şeyhi Behlul bin Hüseyin el-Hora-sami'ye ırmak suyu, Soğukpınar, Yüce-kaya, Bölürce-pınar, Küçük-höyük, Aluçlugediği, Yü-ce, Höyük kuşağaç kızıl höyük ve kara taşlar sınırları içinde Gökçey ile Basar-pınar ve yol arasındaki Baru köyünü bütün huku-i divaniyesi (vergileri) ile vakfettiğini, tevliyeti şeyhe ve evladlanna şart kıldığını belirtir. Bu belge, yörede dini kuruluşlardan biri olan bu zavi-yenin varlığını arazinin bütün Selçuklu Türkiye'sinde olduğu gibi Mengücek ilinde de miri toprak rejiminin yani devlet varlığını ve bu nedenle sadece vergilerin vakfedildiğini gösterir. Ayrıca bu bölgenin yer adları bakımından ne derece Türkleştiğini göstermek bakımından önemlidir. Karahisaı^da "Melik Behramşah Gazi Bey" adına yazılı 748 tarihli bi vakfiye Şeyh Pir Hasan, Şeyh Sinan ve Şeyh Muinedin Süleyman namına yapılmış, 716 ve 748 yılında tanzim edilmiş, diğerleri de günümüze kadar gelmiştir. 14. yüzyılda Amasya civarında yerleşen Şeyh Abdurrahman Erzincani de halkı kerametleri ile kendisine bağlamış, Erzincanlı bir veli olarak anılmaya değerdir. Orta Çağ Türkiyesi'nde tarım, sınai, ticari ve kültürel bakımlardan önemli bir şehir olan Erzincan ve özellikle Mengücekler hakkında, kaynakların yetersizliği nedeniyle bilgilerimiz azdır. Erzincan tarihinin kaynakları hakkında önemli belgeler oluşturabilecek mimari yapıların çok azı günümüze ulaşmıştır. Yüzyıllar boyunca ardarda gelen yer sarsıntıları eski eserleri toprağa gömmüştür. Bu nedenle kayalık bir zemin üzerinde kurulan Divriği ve Kemah yapıları ayakta kalabilmiştir. Bu yapıların yalnız Mengücekler ve Sultan Aleaddin Keykubad tarafından yapılmış kale ve surların varlığım da ancak tarihi bir iki kayıt nedeniyle biliniyor. Ortaçağ'da Mengücek ve Selçuklu yapılarını yıkan yer sarsıntılarının başlıcaları; 1046 yılında Erzincan tamamiyle harap olmuş, yerler yarılmış ve insanlar açılan yarıklarda günlerce feryad etmiştir. 1138 yılında bütün yakın doğuyu sarsan, pek çok yıkıma ve insan kaybına neden olan büyük bir yersarsıntısı Erzincan'da da etkilerini göstermiştir. 1165 yılında yaşanan bir başka yer sarsıntısında, Erzincan şehri tekrar harap olmuş, ovada arazi çatlaklan meydana gelmiş ve kırmızı sular akmağa başlamıştır. Moğolistan'dan dönerken 1255 yılında Erzincan'dan geçen W.Rubruck, bu sırada yine şehrin tamamiyle yıkıldığını, Erzincan yöresinde sayısı bilinmeyen yoksulların yanısıra sadece adı yazılan ölü sayısının 10000 kişi olduğunu, yerlerin nasıl yarıldığını, dağlardan aşağı akan kaya ve toprakların vadileri nasıl doldurduğunu anlatır. Selçuklu dönemine ait önemli bir yersarsıntısı 1290 yılında olmuştur. ORTA ÇAĞDA ERZÎNCAN'DA ÜRETİM VE TİCARET Erzincan'ın siyasi, sosyal ve kültürel yönlerinin yanısıra, Selçuklular ve daha sonra gelen yüzyıllar içerisinde Anadolu'nun önde gelen ticari merkezlerinden biri olduğunu belirleme olanağı vardır. 0 dönemler içerisinde ekonomik yaşamın temelini oluşturan faaliyetler açısından çağdaşı olan kentlerin pek çoğundan geri kalmadığı dönem özellikle Behram-şah zamanına rastlar. Hamdullah Kazvini'nin, Erzincan'ı Anadolu'nun 11 şehrinden 2.'si olduğunu kaydetmesi 14. yüzyılda da kentin önemli olduğunu belgeler. Ekonomi Lonca-Korparasyon ve bu kurumların başındaki Ahi Babalar tarafından sıkı bir disiplin altında yürütülmekte, halkın ihtiyaçlarını karşılayabilecek her türde üretim ve zanaat faaliyeti sürdürülmektedir. Endüstriyel bir faaliyet olarak Erzincan ve kasabalarında dokunan kumaşlar, ayrıca o dönem varlıklı ailelerin her türlü beğenisine yanıt verebilecek düzeydeydi. îşletilen veya üretilen malın ülke içindeki pazarlarında, ticaret hanlannda veya dükkanlarında satıldığı cinslerine göre ayn ayrı hanlann varlığı bilinmektedir. Diğer kentlerde elde edilen çeşitli ticari mallarla beraber, Erzincan'ın dünyaca ünlü bukranları Avrupa'ya ve doğu ülkelerine ihraç ediliyordu. Öte yandan Erzincan, Irak'tan getirilen cam ve avize parçaları burada işlenerek iç ve dış piyasalara sürülmekteydi. Alaeddin Davud'un, Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad'ı Kayseri-Menşhediye ovasında ziyaret ettiği sırada hediye ettiği yöre koyunu ve çeşitli tarım ürünleri ve altın işlemeli eşyalar dönemin göz kamaştıracak kadar büyük bir değere sahip örnekleriydi. 12. yüzyılda, Gezgin Marco Polo, kentte dokumacılığın gelişmiş olduğunu yazar. 12. yüzyılda îbni Batuta da, kentte dokumacılığın ve bakır eşya yapımmın ileri düzeyde olduğunu kaydeder. Kentte varolan dokumacılık, boya yapımının gelişmesini de sağlamıştı. 1561-1518 yıllarında düzenlenen tahrir defterlerinde, kentin yıllık geliri 224.753 akçe idi. Bu gelir, çeşitli vergi ve resimlerinden oluşmaktaydı. SELÇUKLULAR DÖNEMİ 1092 yılında Büyük Selçuklu împaratoru Melikşah'ın ölümü üzerine, Selçuklu hanedanı arasında başlayan ve 12 yıl kesintisiz süren saltanat çatışması sonucunda imparatorluğun eski gücüne yeniden kavuşamaması, Anadolu beyliklerinin ortaya çıkmasının başlıca nedeni olmuştur. Bunların içinde en önemlisi Konya başkentli Anadolu Selçuklu Devleti'dir. Anadolu'nun büyük bir bölümüne egemen olan diğer uç beylikleri üzerinde siyasi üstünlüğü olan Selçuklu yönetimi; Bizans'tan devraldığı köhnemiş Anadolu'yu ardarda gelen Haçıl Seferieri'ne rağmen, yeni baştan imar etmiş; medreseleri, camileri, şifahaneleri ve sarayları ile donattığı birçok kentte kültür ve sanat yüksek düzeylere ulaşmıştı. Öte yandan doğu-batı arasında ticareti geliştirmek için, kervansaraylar, menziller, köprüler inşa edilmiş, transit ve gümrük vergilerinde düşük oranlar uygulamıştır. Devletin en güçlü olduğu Sultan Alaeddin Keykubad döneminde, denizciliğe önem verilmiş, Akdeniz'de Antalya ve Alanya'da, Karadeniz'de Sinop ve Suğdak'ta liman ve tersaneler kurulmuş, Anadolu'nun doğu ve batısındaki Türk Beylikleri, Konya'ya bağımlı hale getirilmiş veya fethedilmiştir. Bu süreçte, Mengücek Beyliği de 1228 yılında Konya Başkenti'ne bağlandı. Alaeddin Keykubad, oğlu Gıyaseddin Keyhusrev'i Erzincan Valiliği'ne atadı. Yaşının küçük olması nedeniyle, Mübarizeddin Ertokuş da Atabek olarak Erzincan'a gönderildi. Celaleddin Harzemşah'ın Doğu Anadolu'da egemenlik kurmasına karşı çıkan Alaeddin Keykubad, Erzincan'ın Yassıçimen yöresinde yaptığı savaşta Celaleddin Harzemşah yenildi ve doğu sınırlarını güçlendirmek amacı ile Harzemliler'i sınır boylanna yerieştirdi. Tarihçiler, Alaeddin Keykubad'ı, Harzemşah Devleti'nin yıkılması ile Moğollar arasında yer alan güçlü bir tampon devleti ortadan kaldırmasını hata olarak kabul ederler. Anadolu Türk tarihinde; biri parlak "1071 Malazgirt zaferi" ile yükselişi, diğeri karanlık "1243 Kösedağ yenilgisi" ile, çöküşü belirleyen iki önemli yıl vardır. Sultan II.Gıyaseddin'in, Vezir Sadeddin'in etkisi altında kalarak, değerli birçok devlet adamını tasfiye etmesi ile yönetim gücünü yitiren devlet, güneydoğudan batıya doğru gelişen Baba îshak ayaklanması ile denetlenemeyen yoğun göçlerin ortaya çıkardığı siyasi ve sosyal bunalımlann üstesinden gelemedi. Moğollar'ın doğu sınırlarına gelip dayanması ise büyük bir tehdit oluşturdu. Doğu sınırlanna yerleştirilen harzemliler, sınır boylarındaki görevlerinden ayrıldılar. Bu durum, özellikle doğu sınırlarının savunmasını zayıflattı. Selçuklu ordusunun 1243 yılında Kösedağ yakınlarındaki savaşta Moğol ordulanna yenilmesi ardından, Konya yönünde birçok bayındır Anadolu kenti yerle bir edilmiş, Selçuklu yönetimi Moğol bağımlılığı altına girmişti. İlhanlı Hanı Hulagu, 1257'de Sivas, Kayseri ve Erzincan'ı aldı. Oğlu Yeşmud'u Erzincan Valiliği'ne atadı. Erzincan, Hulagu Han'dan sonra yerine geçen Abaka Han'ın yönetimine girdi. Abaka Han'ın, 1282'de Erzincan'da ölmesinden sonra yerine Teküder Han geçti. Teküder Han'ın Müslümanlığı kabul etmesi üzerine, adı Teküder Ahmed Han oldu. îlhanlı hanlarından Argun Han ve Holaca Han, zamanlarının çoğunu Erzincan'da geçirmişlerdir. Büyük Vezir Muineddin Pervane'nin, îlhanlı Moğolları'na bağımh olan Konya yönetiminde etkili olması, iki yanlı siyasal girişimlerde bulunması ve ağır vergilere rağmen; 13. yüzyılın ortalarından 14. yüzyılın başlarına kadar olan süreçte, Anadolu Selçuklu Devleti'nin ekonomik ve kültürel varlığı gelişmiş, ancak îlhanlı başkentinde ortaya çıkan yönetimsel sorunlar ve Anadolu'daki Moğol Noyanları'nın güç ve iktidar çatışmalarıyla birlikte, Selçuklu Devleti'nin siyasi varlığı da sona ermiştir. İlhanlı merkezi yönetiminin çökmesi ile Anadolu'da ortaya çıkan siyasi boşluk ve kargaşa içinde, yerel Türk beylikleri tekrar bağımsızlaşırken, Moğol Noyanları'ndan Uygur ve Türk kökenli beyler, Orta Anadolu'da devlet düzeyinde tanımlanabilecek Eretna Beyliği'ni kurdular. Selçuklular döneminde Doğu Anadolu'da dört beylik vardı. Bunlar Mengücekler (Erzincan-Şebinkarahisar-Divriği yöreleri), Saltuklular (Erzurum-Bayburt bölgesi), Ahlat Şahlar (Van gölü çevresi) ve Dimlaçlar (Bitlis-Erzen yöresi). Bu beyliklerin yaşadıklan zamanda Güney Doğu Anadolu'da iki beylik görülür: Artuklular (Başlıca Mardin-Hısnkeyfa yöreleri) ve Yınallılar (Diyarbakır ve dolayları). Bu sonunculara, Kızıl Arslanlılar da (Siirt yöresi) ilave edilebilir. Selçuklular devrindeki Doğu ve Güney Doğu Anadolu'da görülen beyliklerin tarihleri aşağı yukarı bir yüzyıl sürmüş ve 13. yüzyılın ilk yansınının ortalarında beyliklerden çoğu ortadan kalkmıştır. Bu beylikleri sona erdiren nedenler, birbirlerinden değil, komşu devletlerden gelmiştir. Konya başkentli Anadolu Selçukluları Mengücek ve Saltuklular'm, Eyyübiler de Yınallılar ile Ahlatşahlar'ın varlıklarına son verdiler. Artuklular ile Dimlaç Oğulları varlıklarını Moğol devrinden sonra da sürdürdülerse de eski güçlerini koruyamadılar. Bu beylikler tarihleri boyunca Türk geleneklerine bağlı siyaset uygulamışlar, Müslüman ve Gayrimüslüm halklarını adaletle yönetmişler, ülkelerini her alanda kalkındırmışlardır. Yer sarsıntıları, Moğollar'ın istila ve yıkımlan olmasaydı, günümüze onlardan çok daha fazla eser ulaşacaktı. Başlıcaları cami, medrese, hamam, han, zaviye, köprü ve türbelerden oluşan bu eserler, aynı zamanda yüksek sanat değeri taşımaktadır.
  17. 300 YIL BOYUNCA DEVAM EDEN MÜSLÜMAN ARAP AKINLARI VE FETİHLERİ İLE YÖRE SÜREKLİ SAVAŞLARA SAHNE OLUYOR Bizans Devleti'nin îran'a karşı kazandığı zaferlerin başladığı yıl Araplar'm hicret yılıdır. Herakleios'un îran'ı yere serdiği zaman içinde, Hz.Muhammet îslamiyet'in temellerini atmaktaydı. Daha Peygamber'in vefatı üzerinden birkaç yıl geçmeden büyük Arap muhacereti başladı. Bu muhaceret tabii unsurlara özgür bir kudretle Arapları verimsiz yurtlarından dışarı yöneltti. îran daha ilk hamlede çöktü. Bizans ise doğu eyaletlerini Hz.Muhammed'in ölümü üzerinden on yıl geçmeden kaybetti. Yüzyıllarca süren Bizans-îran savaşlan her iki devleti de 1071 MALAZGİRT ZATEN İLE DOĞU ANADOLU YOĞUN TÜRK İSKANINA AÇILIYOR Doğu Anadolu'da ortaya çıkan, bu gelişmeler karşısında kendisini güvende hissetmeyen Bizans yönetimi tüm olanaklarını son bir kez seferber ederek hazırladığı büyük bir orduyla doğuya yönelir. Başlarında asker kökenli împarator Romanos Diogenes vardır. Hedefleri ise Oğuz göçlerini durdurmak ve Türkleri Maveraünnehir ötesine sürmektir. 26 Ağustos 1071'de böyle bir savaşa hazırlıklı olmayan Alparslan yine de savaştan büyük bir zaferle çıkmayı başarır. R. Diogenes'i bağışlar ve bir anlaşma yapar. Ancak Başkentte Mihael Dukas împaratorluğu'nu ilan etmiş ve Türkler ile olan anlaşmayı tanımadığını duyurmuştur. Bu karar ve durum Bizans'ın Anadolu'daki çöküşünü öylesine hızlandırmıştır ki, Türkistan seferine hazırlanmakta olan Alparslan, bu haberi aldığında son derece hiddetlenerek komutanlarını ve Türk oymaklarını büyük gruplar halinde Anadolu'ya gönderir. Bunlardan biri olan Mengücek Ahmet Gazi de, Yukarı Fırat ve Çaltı boylarını almakla görevlendirildi. ERZİNCAN VE YÖRESİ MENGÜCEK BEYLİĞİ YÖNETİMİNDE EN PARLAK DÖNEMİNİ YAŞIYOR Mengücek Ahmet Gazi, Erzincan, Kemah, Divriği ve Şebinkarahisar yörelerine egemen olduktan sonra, Merkezi Kemah olan Mengücek Beyliği'ni kurdu. Kemah, önemini Malatya-Divriği-Sivas kervanyolu üzerinde, Harput-Çemişkezek-Dersim yollarının da kavşak noktasında bulunmasından alıyordu. Sağlam bir kalesi vardı. Engebeli bir arazide kurulmuş olması, savunmasını kolaylaştıran önemli bir etkendi. Mengücek Ahmed Gazi döneminde (1072-1114) beyliğin ana uğraşı, Haçlı seferleri ve kuzeydeki Bizanslılar'la savaşmak oldu. Ahmet Gazi'nin 1114'te ölümünden sonra, yerine oğlu îshak Bey geçti. Beyliği uzun süre yöneten îshak, 1142'de ölünce yerine kardeşi Melik Mahmut geçti. Ancak, îshak Bey'in oğulları onun hükümdarlığını tanımadılar. Davudşah Erzincan-Kemah'ta, diğer oğlu Süleymanşah da Divriği'ye egemen olarak, Beyliği ikiye ayırdılar. Bu bölünmeden sonra Kemah kolu önemini giderek yitirdi ve Erzincan'a bağlandı (1142). 1151'de Davudşah'ı boğdurarak öldürten eşi, Mengücekler'in Divriği Kolunun Beyi Süleymanşah ile evlendi. Böylece, Erzincan, 1151'den başlayarak 10 yıl kadar Süleymanşah'a bağlı olarak yönetildi. Daha sonra Davudşah'ın oğlu Fahreddin Behramşah, amcası Süleymanşah'a karşı çıkarak Erzincan'ın yönetimini geri aldı (1162). Kısa sürede iyi bir devlet adamı olduğunu kanıtlayan Behramşah zamanında Erzincan yöresi, 63 yıl dingin bir dönem yaşadı. Behramşah'ın Anadolu Selçuklu Sultanı Kılıç Ars-lan'ın damadı olması, Mengücekler ile Selçuklular arasındaki ilişkileri yumuşattı. Behramşah'ın 1225'te ölümünden sonra yerine oğlu II.Alaeddin Davudşah geçti. Diger oğlu Muzaffereddin Muhammed, Şebinkarahisar Beyi idi. Kemah Beyi olan büyük oğlu Selçukşah ise daha önce ölmüştü. II.Davudşah da babası gibi güzel sanatlara ve bilime düşkün, iyi bir yöneticiydi. Onun zamanında Erzincan, önemli bir kültür ve sanat merkezi oldu. Özellikle tıp bilimi bu kentte önemli bir gelişim gösterdi. Bunda, dönemin ünlü tıp bilimcilerinden Muvaffakeddin Abdüllatifin, II.Davudşah'ca Erzincan'a getirilmesinin payı büyük olmuştur. Bu sırada Anadolu Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad, doğudan gelecek saldırılara karşı amcasının oğlu Cihanşah'ın, Erzurum'u, II.Davudşah'ın da Erzincan'ı koruyabileceklerinden kuşku duyuyordu. Bu nedenle, doğu sınırlarını güçlendirmek için Erzurum ve Erzincan'daki beylikleri ortadan kaldırarak doğrudan Anadolu Selçuklu Devleti'ne bağlamak istiyordu. Alaeddin Keykubad'ın bu amacını öğrenen II.Davudşah ile Cihanşah, gizlice karşı girişimlerde bulunmaya başladılar. Bu olaylar, Mengücek Beyliği'nin yıkıhşını kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Alaeddin Keykubad, 1228'de Mengücek Beyliği'ni ortadan kaldırarak, II.Davudşah'ı Ilgın'a, kardeşi Şebinkarahisar Beyi Muzaffereddin Muhammed'i de üç oğlu ile birlikte Kırşehir'e yerleştirdi. Erzurum Beyi Cihanşah'ın Eyyübiler ile birleşmesi üzerine Erzurum seferi ertelendi. MENGÜCEKOĞULLARI YÖNETİMİNDE ERZİNCAN KENTİ Baybars Mansuri, Mengücek hanedanının büyük koluna ait şehirleri Erzincan ve ona bağlı Akşehir, Tercan, Kemah, Karahisar kalesi ve diğerleri olarak gösterir. Erzincan, ekonomik ve siyasi merkez olarak başlıca şehri oluşturur. Devletin başkenti 1142 tarihine kadar Kemah olduğu için, bu yılda Davud Şah'ın Erzincan'ı merkez yapması ile burası siyasi bakımdan da önem kazanmıştır. Şehir topraklannın zengin ve sulak olması, meyve ve bağlarının bol, ticaret ve sanayiinin gelişmiş bulunması ile ilerlemeye çok elverişli idi. Anadolu'yu doğuda, îran'a bağlayan büyük kervan yolu da ekonomiyi canlı tutuyordu. Karahisar'da şap madenlerinin işletilmesi ve Avrupa'ya ihracı da ülkeye zenginlik getiriyordu. Dolayısıyla, Erzincan'da sanayi ilerlemiş, şehirde üretilen Buharin kumaşları dünyaca tanmmıştır. Marco Polo ve B.Pegolotti gibi gezginler, 13. ve 14. yüzyıllarda diğer sanatların da parlak olduğunu belirtmişlerdir. Tancalı Gezgin İbn Batuta, Erzincan'ın büyük bir şehir olduğunu, burada çeşitli kumaşlar dokunduğunu sanatkarane bakır eşya yapıldığını, civardaki bakır madenlerinin işletildiğini ve çarşılannın güzel olduğunu, Anadolu şehirlerinde ekonomi ve sosyal düzenin temelini oluşturan Ahiler'in, Erzincan'da da çok güçlü olduklarını, gezgin burada Ahi Nizamettin'in zaviyesinde kaldığını yazar. 13. yüzyıl başlarında Yakut da; Erzincan'ın güzel, hayratının çok ve halkın eğlenceye düşkünlüğünden bahseder. Hamdullah Kazvini'ye göre, Erzincan'da hububat, meyve, üzüm boldur. Şehrin surları yontma taştan olup, Alaeddin Keykubad tarafından inşa ettirilmiştir. Erzincan vergileri 33 tümen, yani 330000 dinar tutuyordu. Tarihci Reşideddin'e göre, güzelliği ile cennetten bir parça olan Erzincan'da; dokumacıhğın ileri, meyveleri bol olup, başkente gönderdiği vergilerin dışında, her yıl 200 ton temha, 10000 arşın kadife ve 10000 arşın riskarlat gibi ağır kumaşlar yanında, 800 men elma, 200 men kayısı ve 60000 men armut gönderiyordu. Karahisar civarında işletilen şap madenleri, kumaşların boyanmasında çok önemli bir hammadde idi ve Trabzon limanından Avrupa'ya gönderiliyordu. Bu nedenle 13. yüzyılda, Avrupalılar bu şehri "Harsar" adı ile tanıyorlardır ki, bu şehir Karahisar'dan başka bir şey değildir. Kemah'ın ince ve zarif çadır bezleri de ünlüydü. İbn Said, Erzincan-Erzurum yolunun sulak ve ekili topraklardan geçtiğini kaydetmekte, bölgede tarımın ileri olduğunu belirtmektedir Timur'a gelen îspanyol Elçisi Klaviyo, Trabzon'dan Erzincan'a uğrar ve bu şehir hakkında bilgiler verir. Trabzon'dan hareket eden elçi yolda Rumlar'ın tecavüzlerinden ve onlar ile Çepniler (Oğuz boylarından) arasında savaşların devamından sözettikten sonra, Erzincan beyliği sınırları içindeki ilk Türk köyü Alanza'ya geldiğinde güven ve huzura kavuştuğunu söyler. Buradan Erzincan'a kadar çok misafirperverlik gördüğünü, Türkler'in kendisinden hiç para almadıklarını, yol boyunca bazen Ermenilere de rastladığını anlatan elçi, Erzincan'a yaklaşınca ileri gelenler tarafından karşılandığını, Erzincan Valisi Pitalibet'in (1404-?) konuğu olduğu için onun hesabına günlük harçlık aldığını, görkemli bir törenle kabul edildiğini ve kendisine ziyafet verildiğini yazar. Ona göre valinin sırtında ipek üzerinde işlemeli bir elbise, başında mücevherli uzun bir külah, külahın tepesinde bir sorgüç bulunmakta ve arkaya sarkmakta idi. Vali kırk yaşlarmda güzel yüzlü, esmer ve sakallı idi. Vali kendisine gümüş kadeh içinde şarap veriyordu. Ziyafette kadehi alanlar diz çöküp onu iki elinde tutuyor, bir el ile tutmak saygısızlık sayılıyordu. Kadehi alan herkes ayağa kalkıp bir iki adım geri gidiyor, fakat arkasını çevirmemeye dikkat ediyordu. Sonra kadehi içmek için ayağa kalkıp sağ dizini üç defa yere dokundurmak suretiyle kadehi iade ediyordu. Vali başka bir ziyafette Klaviyo'yu ortasında fıskiye bulunan güzel bir köşkte kabul etmiştir. Yüksek birzevkle döşenmiş bu köşkte şehrin önde gelenleri bulunuyordu. Musiki heyetinin eşhğinde şarap içmeye ve yemek yemeye başlandı. Herkesin elinde et kesmek için bir bıçak ve bir tahta kaşık bulunuyordu. Ziyafet akşama kadar devam etti. îspanyol elçisine göre; Erzincan şehri çok kalabahk, cadde ve meydanlan çok, tüccar ve memurları zengindi. Şehir kuleleri olan surlar ile çevriliydi. Suriye'den gelen ticaret kervanları Erzincan'a gelir ve oradan batıya ve kuzeye giderlerdi. Erzincan'dan hareket eden elçi, her tarafı bağ ve bahçeler ile çevrili köylerden geçtiğini, bütün ovanın üzüm bağları ve buğday tarlaları ile kaplı olduğunu yazar. Erzincan hükümdarı Mutahharten Hıristiyanlara çok itibar gösterirdi. Müslümanların büyük kilise inşasından şikayetçi olduklan halde, ticaret yapan Hıristiyanlar'ın çok para ve servet getirdiklerini düşünerek onları himaye ederdi. Nitekim Timur Hıristiyanlar'ın kılıçtan geçirilmesini emredince hükümdar ona çok ricada bulunmuş, 9000 parça altın ve 9000 parça gümüş vermek üzere onları kurtarmıştır. Bununla beraber Timur, yine de kiliselerin yıkılması emrini vermiş, onun kıyımından Erzincanlılar'da şehri terketmiştir. Erzincan, Moğol istilasından yıkıma uğrayan Türk kentleri arasında idi. Baycu Noyan 1243 yılında Anadolu seferinde Erzincan'dan geçerken kentten altın istedi, alamayınca surları mancınıklarla yıktırdı. Halkın bir kısmını da katletti. Bununla beraber Erzincan, îlhanlı Moğolları döneminde, doğal servet kaynakları ve uluslararası büyük kervan yolları üzerinde olması nedeniyle yeniden kalkındı. Son îlhanh Hükümdarı Ebu Said Bahadır Han'ın Venedikliler ile 1320 yılında yaptığı bir ticaret anlaşmasına göre, Erzincan'da Avrupalı tacirlere ait bir kilise ile Fransiskenlere ait bir manastır inşa edilmesi, ticaretin ve şehrin önemini ortaya koyar. Selçuklular döneminde olduğu gibi bu anlaşmada da Latinlere ticaret ve din serbestisi verilmişti.
  18. Doğu Anadolu tarih öncesi çağlarına ait araştırmalar sınırlıdır. Van'da Tilkitepe, Erzurum'da Karaz Höyük'te ve Kars dolaylarında yapılan arkeolojik kazı ve araştırmalarda, tarih öncesi çağlara ait önemli buluntular elde edilmiştir. Erzincan ilinin yazılı tarih öncesi dönemlerine ait önemli yerleşimler Altıntepe ve Üzümlü ilçesi arasında bulunan Küçüktepe Höyüğü'dür. Altıntepe'de bulunan Urartu kalesinin, îlk Tunç Çağı'na ait bir yerleşimin üzerinde kurulduğu tespit edilmiştir. Burada bulunan tek yapı katında, yanmış evler ve Karaz Höyük'e göre daha eski dönemlere ait çanak çömlekler ile pişirilmiş topraktan yapılmış depolama kapları bulunmuştur. Küçüktepe Höyük'te yapılan araştırmalar, buranın Altıntepe îlk Tunç Çağı yerleşimiyle çağdaş olduğunu göstermiştir. Her iki yerleşime ait halk topluluklarının, tarım ve hayvancılıkla uğraştıkları, kalay ve bakırı karıştırarak tunç elde ettikleri, bunlardan araçgereç ve silah ürettikleri tespit edilmiştir. Erzincan tarih öncesi dönemlerde; doğu-batı, güney, güneybatı yol güzergahlarının üzerinde bulunmaktaydı. Boğazköy, Alişar ve Alaca'dan dolayı önem kazanan Orta Kızılırmak ile Aşağı Kızılırmak'ın doğuya olan bağlantısının Refahiye-Erzincan üzerinden de sağlanmış olması, Kangal, Kösedağ, Kelkit ile Kuzey Anadolu bağlantısı olan batı yol düğümünü sınırları içine alması, Erzincan ve yöresinin tarihi önemini artırmıştır. Tercan ilçesinin kuzey sınırını oluşturan Pulur bölgesinde, tarih öncesine ait buluntular ele geçmiştir. Yine Erzincan'ı Kelkit vadisinden Kuzey Anadolu'ya bağlayan kıstaklar, tarih öncesi dönemler açısından önemlidir. YEREL HAYAŞA KRALLIĞI VE HİTİT EGEMENLİĞİ Üçüncü bin yılına ait Sümer kaynaklanna göre, Sümer ve Akad bölgelerinin kuzey kesimlerindeki dağlık bölgeye, yani Kuzey-Doğu Anadolu'ya, Subartis ve halkına da Subar adı veriliyordu. Akad Kralları Sargon ve Naramsin'e ait tabletlerde bu bölge, Akad Devleti'nin bir vilayeti olarak anılmaktadır. Arkeolojik belgeler, îlk Tunç Çağı sonrasında Erzincan yöresine ilk yerleşen halk topluluklarının Hayaşalılar olduğunu göstermiştir. Hattuşaş (Boğazkale) arşivlerindeki III.Tuthalya ve I.Şuppiluliuma (MÖ 1375-1335) dönemine ait metinlerde, Erzincan'ın kuzeyi Azzi-Hayaşa olarak geçmekte ve bu Hitit Kralları'nın Kumaha (Kemah) yöresinin Hayaşalı Kralı Krannis ile savaştıklarından söz etmektedir. Bölgeyi egemenlikleri altına alan Hititler'in Hayaşa Kralı Hukkana ile bir bağımlılık anlaşması yaptığına dair metinlerde, Hukkana'nın, kızkardeşini I.Şuppiluliuma'ya eş olarak verdiği de yazılıdır. Hayaşa ve Hitit ilişkilerine ait diğer bilgilere, Hitit Kralı II.Murşil'e (MÖ 1334-1306) ait yazılı belgelerde de rastlanmaktadır. Boğazköy tabletlerine göre, bölge 2. bin yılda Hurriler'in elinde bulunuyordu. 2. bin yılın ilk yarısından itibaren Erzincan ve yöreleri, Hayaşalılar'ın eline geçti. Anadolu'nun yazılı tarih dönemlerinin başlangıcında, Hititler'in kendilerinden önceki yerel krallık ve halk topluluklarını merkezi bir yönetim altında birleştirme faaliyetleri yer alır. Hititler, Kızılırmak yayı içerisinde, siyasi faaliyetleri için uygun ortam bekledikleri sıralarda, Erzincan'ı da içine alan bölgelerde yaşanan Hurriler'in daha güneye kaymalarıyla da, Erzincan'ı da içine alan bölgelerde yaşanan Hurriler'in daha güneye kaymalarıyla, onlann yerlerini alan Hayaşahlar, bölgeye egemen olurlar. Hititler'in Erzincan'da kesin egemenlik kurdukları dönem, MÖ 1380 yıllarından sonra başlamışsa da, önceki yıllarda da Hitit askeri seferlerinin yapıldığı anlaşılmaktadır. 1340 yılında Hayaşalılar, Hititler tarafından ortadan kaldırılırlar. MÖ 1200 yıllanna doğru batıdan gelen "Deniz Kavimleri"nin istilası sonucunda ise Boğazkale başkentli Büyük Hitit împaratorluğu da sona erer. YÖRE KALKINMASININ ÖNCÜLERİ URARTULAR Eski Çağ Anadolu tarihinin bilinmesinde Hitit ve Asur çivi yazılı tabletlerinin önemli rolü olmuştur. MÖ 13. yüzyıla ait Asur tabletlerinde "Uruatri" adına rastlanmıştır. MÖ 900 yıllarında kurulan Urartu Devleti, Urmiye gölünden Erzincan'ın batı kesimlerine, Kafkasya'nın güneyi ve Doğu Karadeniz kıyılarından, Suriye'nin kuzeyine ve Akdeniz'e kadar uzanan bölgeler arasında genişleyebilmiştir. Uruatri halkının kurduğu Urartu Devleti'nin Başkenti "Tuşpa" (Van) idi. Menuas yazıtlarından, Urartu Devlet topraklarının güneyde Diyarbakır, batıda Malatya ve Elazığ, kuzeyde ise Erzincan'a kadar genişlediği ve Ön Asya'nın en güçlü devletlerinden biri olduğu öğrenilmektedir. Hakkında en çok bilgi bulunan ilk Urartu Kralı Lutibri'nin oğlu Sardır'dır. Urartular, Asur împaratorluğu'nun Akdenizle olan bağlantısını kesmek için, Musul ve Halep'e kadar olan bölgeleri aldılar. Bölgenin en güçlü devleti Asurlular'la egemenlik çatışması içinde olan Urartu Krallığı'nın kesin olarak tarih sahnesinden silinmesi, kuzeyden gelen Kimmer ve Iskit akınlarıyla olmuştur. Bu kavimlerce siyasi güçleri yok edilen Urartu Devleti'nin bütün toprakları, Med Kralhğı'nın eline geçmiştir (MÖ 600). Urartular, Doğu Anadolu'da ekonomik ve kültürel kalkınmanın öncüleridir. Bölgede çok sayıda bayındır kentler kurmuşlar, üretimin yanısıra bölgeler arası ticareti geliştirmişlerdir. Erzincan kenti yakınındaki Urartu yerleşimi olan Altıntepe, Urartu topraklarının batı sınırında bulunmaktaydı. Burada yapılan arkeolojik kazı va araştırmalar sonucu elde edilen buluntular, Urartu uygarlığının gelişmişliğini gösteren belgeler olmuştur. MED KRALLIĞI VE PERS İMPARATORLUĞU DÖNEMİ I.Sargon'dan itibaren Doğu Anadolu'ya yönelen Asurlulan, Babil ile işbirliği yaparak yenen Medler (MÖ 612), bu tarihten sonra Doğu Anadolu'nun istilasına başlamışlardı. Kyaksar'ın Batı yönünde Anadolu'yu egemenliği altına almasında önüne çıkan başlıca engel, güçlü Lidya Krallığı olmuştur. Her iki krallık yaptıkları savaşlar sonunda Kızılırmağı, aralannda sımr olarak belirlemişlerdir. Kyaksar, Lidya ile yaptığı savaşı îskitler'in onlara sığınışını bahane ederek açmış, bu savaşlann sürdüğü beş yıl boyunca, Erzincan ve civar yöreler savaş alanına dönüşmüştür. Bu dönemde kurulan daimi orduların yanısıra ekonomik açıdan önemli ticari faktörler daha geniş tabana yayılarak işlerlik kazanmışlardır. Medler tarafından bölgelere uygulanan feodal düzen, Persler zamanında da devam etmiştir. Kyakseı^den sonra yerine geçen Astiyağ'ın zayıf kişiliği, yönetimin Pers hanedanma geçmesine neden olmuştur (MÖ 550). Med Krallığı'ndan yönetimi elde eden Persli II.Kyros, güçlü bir ordu kurarak, 547'de Batı Anadolu'nun en güçlü devleti olan Lidya Krallığı'na son verir. Persler'in ikinci ünlü hükümdarı Darius'un en önemli icraatı yönetim yapılanması olmuştur. împaratorluğu 23 satraplığa (Askeri yetkilere sahip eyalet valiliği) ayırmış, Ön Asya'da güçlü bir imparatorluğun kurulması ve yönetimi bu sayede olmuştur. Erzincan (Eriza-Azi-riz) yöreleri, önceleri çok büyük bir alanı kapsayan II. Satraplık içindeyken, daha sonra Pont Kapadokyası ve Büyük Kapadokya olarak ikiye bölünen bu bölgeden, Büyük Kapadokya sınırlan içinde kalmıştır. Bu bölgede; Hurri, Mitanni, Kataon, Gaşga, Muşki, Tibaren, Kimmer, Mosinek gibi çeşitli halk toplulukları yaşamaktaydı. Pers yönetimi, bağımlı ülkeleri merkezden gönderdikleri valilerle yönetmişler, farklı etnik yapı ve inanca sahip yerel topluluklar üzerinde kültürel baskı uygulamamışlardır. Doğu ile batıyı ekonomik ve askeri olarak bağlayan kral yolu üzerinde altyapılar, Pers yönetimi zamanında geliştirilmiştir. İran'a bağlı satraplıklardan bir kısmı zamanla, Darius döneminde kurulan düzeni bozup, bu hükümdardan sonra merkeze karşı kimi aktif, kimi pasif olan direniş göstermişlerdir. Merkezi yönetimde başgösteren bozukluklar nedeniyle Büyük Kapadokya'da çeşitli kabilelerin çıkarttıkları ayaklanmaları MÖ 361-359 yılında Erzincan'ı da yönetimi altında bulunduran II.Arioborzanes'te yönetmişti. îran yönetimi bu ayaklanmayı güçlükle bastırdı ve bölgeye II.Mithridates tayin edildi. MÖ 4. yüzyılda, Lidya Satrabı Kyros'un ağabeyi Pers împaratoru Artakserkses'i tahttan indirmek amacıyla, îran'a yürüyüşünü anlatan Ksenophon "Anabasis (Onbinlerin Dönüşü)" adlı eserinde, Doğu Anadolu ve Erzincan yörelerinden sözeder. Erzincan da dahil olmak üzere, bütün bölge halkları iki yüzyıla yakın bir süre Pers egemenliğinde kalmıştır. BÜYÜK İSKENDER'İN PERS EGEMENLİĞİNE SON PERS EGEMENLİĞİNE SON VERMESİYLE ORTAYA ÇlKAN YEREL KRALLIKLAR Makedonya Kralı îskender'in, Persler'e karşı başlattığı askeri seferle birlikte MÖ 334 yılında Çanakkale Boğazı'ndan geçerek, Anadolu'da ilerlemesi ve karşılaştığı Pers ordulannı ardarda yendi. îskender, hedefi olan Pers împaratorluğu'nun başkenti Persepolis'e Kilikya üzerinden hızla yönelmiş, bölgenin Büyük Kapadokya'nın yönetimine komutanlanndan Sabiktas'ı gön-dermiştir. Güneyinden geçerken, To-ros dağlarındaki Gülek geçidine doğru ilerlediği sırada, Sabiktas'a karşı ayaklanan Kapadokya halkları, I.Ari-arathes'in önderliğinde bağımsızlıkla-rını ilan ettiler (MÖ 332). Büyük îskender'in, îran împaratorluğu'nu ele geçirmesiyle, Erzincan'da yeni bir dönem başlar. Kurduğu büyük imparatorluğu amacına uygun olarak belirli bir düzene koyamadan ölen îskender'in ardından, împarator Naibi General Perdikkas, satrap olarak Ne-optolemos'u Kapadokya'ya gönderir. Ancak yerli halk, hoşnut olmadığı bu Makedonyalı asker yöneticiye karşı eski bölge Satrabı Orontes'i yeğlemiş ve onun önderliğinde ayaklanmıştı. Bölge sorununun çözümü için Eumenes, Kapadokya'ya giderek kendisine direnen Orontes'i tasfiye eder, yerine Artavasat isimli Pers kökenli satrabı bölgenin yönetimiyle görevlendirir. Perdikkas'ın ölümüyle Anadolu'ya egemen olmak isteyen Antigon, parçalanmakta olan imparatorluğu yeniden kurma girişimleri îpsos Savaşı'ndaki yenilgiyle son bulur (MÖ 301). İmparatorluk Diadokhoslar denilen Makedonyalı generaller arasında paylaşıldığında Mezopotamya ve Suriye'de Asya împaratorluğu olarak bilinen Seleukhos Krallığı kuruldu. Seleukhos Krallığı'nın ortaya çıkışı ile Doğu Anadolu oldukça karmaşık ve çatışmalı bir döneme girmiştir. Seleukhoslar'ın yeterince egemenlik kuramadıkları bu bölgedeki yerel krallıklar bağımsızlık eğilimine girdiler. Özellikle Seleukhos Kralı Büyük Antiokhos'un, Manisa'da (MÖ 189) Romalılara yenilmesi ardından; Atropaten ve Kelkit Satrapları gibi Araks Satrabı Artaksias ile Fırat bölgesindeki Akisilen, Anzit ve Sofen Satrabı Zariadres bağımsızlıklannı ilan ettiler. Bunların içinde en güçlü ve toprakları geniş olan Artaksias, diğerleri üzerinde daha etkili olmuş ve devlet düzeyinde bir krallığa dönüşmüştü. Kendi aralarındaki çekişmeler ve güç çatışmalanna Seleukhos Krallığı ve Part Krallığı da tarafolmakta veya karışmaktaydı. Daha sonra Seleukhoslar'ı bölgeden çıkaran Partlar yöreye egemen oldularsa da Artaksiad Krallıklarını ortadan kaldıramadılar. Bunlardan Araks Kralı Tigran, Doğu Anadolu'ya, Pontus Krah VI.Mithridates'de Karadeniz ve Büyük Kapadokya'ya egemen, iki büyük bölge krallığı olarak ortaya çıktılar. ROMA YÖNETİMİ, YÖREYİ İMPARATORLUĞUN DOĞU GÜVENLİK ALANINA DÖNÜŞTÜRÜYOR Büyük îskender'den sonra Diadokhos ve yerel krallıkların, ardı arkası kesilmeyen egemenlik çatışmaları sürerken; Roma, Yunanistan üzerinden Batı Anadolu'ya sokulmaktaydı. Seleukhos Krallığı'nın baskıları karşısında Bergama Krallığı'nın, Roma yanlısı tutumu ve Kral III.Attalos'un bir vasiyetle ülkesini Roma'ya bırakmasıyla önesüren Romalılar, MÖ 2. yüzyıl ortalarından itibaren Batı Anadolu'yu işgal ettiler. Seleukhos Krallığı'nın direnişini kıran Romalılar, Doğu Anadolu yönünde egemenlik alanlarını genişletmeye başladılar. MÖ 70 tarihinde Roma ordusu, Lukullas komutasında Pontus ve Armenia ve Doğu Anadolu Krallıklarını ele geçirmeye başladı. Elazığ yöresindeki Sofen (Harput) Kralhğını yıktıktan sonra, Armenia Kralı Tigran ordusunu yenilgiye uğrattı. Ancak Pontus Kralı VI. Mithridates, Roma işgaline karşı giriştiği amansız savaşlarla Erzincan yörelerinde ve Anadolu'daki Roma üstünlüğüne bir süre için son verdiyse de Roma Senatosu, tüm Anadolu'nun işgaline ve direnişleri kırmaya kararlıydı. Buraya Pompeius komutasında gönderdiği ordular ile Pontus Kralı VI.Mithridates Eupotoria ve yandaşı Armenia Kralı Tigran'a karşı sürdürdüğü kanlı çatışmalar, Roma'nın başarısı ile sonuçlandı (MÖ 64) Erzincan, Doğu Anadolu ile birlikte Roma'nın Küçük Asya eyaletine bağlandı. Roma împaratorluğu'nun 395'ten sonra kesin olarak ikiye ayrılması ile birlikte, Başkenti Constantinopolis (îstanbul) olan Doğu Roma împaratorluğu; kökleri, yönetim biçimi ve kurumlanyla Roma geleneklerine sahip olmakla birlikte; Hristiyanlığı resmi din olarak kabul etmiş, doğu kültürlerine yakın yeni bir uygarlık sentezi olarak tarih sahnesine çıkmıştı. Bizans olarak da bilinen yeni imparatorluğun Doğu Anadolu politikası, Roma'mn bir mirası olarak devralındı. Bölgeyi, doğudan gelecek tehlikelere karşı tampon olarak kullanan, burada bulunan Arsak, Vaspuragan ve Hosrav'a bağlı yerel krallıkları baskı altında tutan, inanç ve meshep konulannda hoşgörülü davranmayan katı merkeziyetçi ve devletçi yönetim, ekonomik alanlar yerine, kilise, manastır gibi dini yatırımlara önem vermiş, yöre kalkınmasını gözardı etmişti. İran'dan gelecek tehlikelere karşı özellikle Koloneia (Şebin Karahisar), Satala (Günümüzdeki Sadak), Erzincan, Theodosiopolis (Erzurum), Tercan (Buraya bağlı BizansVican, Justiana-Tzumina dahil) ve Mehtene (Malatya) üzerinden Amida'ya (Diyarbakır) kadar uza-yan hattın korunması ve güçlendirilmesine özen gösterildi. Yerleşik alanlarm bir kısmı restore edilerek, bir kısmı da yeniden kurularak, bunlann yanı sıra Theodosipolis'e giden ticaret yolları da güvenlik altına alınınaya çalışıldı. Zira, antik dünyanın en önemli kenti olan Constantinopolis, doğu-batı dünya ticaretinin odaklandığı bir konumda olması nedeniyle, doğu-batı ticaret yollarının güvenlik altında bulundurulması gerekiyordu. Bölgedeki Roma-Part çekişmesi, bu defa Bizans-Sasani olarak, Müslüman Araplar'm Ön Asya'ya ve îran'da egemenlik kurmalanna kadar şiddetle devam etti. Daha sonraki Arap akınları, Bizans yönetiminin Dogu Anadolu'daki siyasi gücünü büyük ölçüde yıprattı. 10. yüzyıldan itibaren Türk boylarının Anadolu'ya yönelmesi ve uzun süren mücadeleler ile Doğu Anadolu halkları ve kentleri; siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda 500 yıl süren büyük bir karmaşa içine düştüler. Erzincan yöresinde, Bizans döneminden günümüze kadar ulaşan az sayıda kilise ve manastır kalıntıları bulunmaktadır.
  19. İstanbul

    Pers İmparatorluğu

    Pers İmparatorluğu İsa'dan önce 5.yy'da Persler II. Keyhüsrev önderliğinde birleşerek kuzeydeki Medleri yıkmış ve bir devlet haline gelmişlerdir. Bundan sonra Keyhüsrev fetih hareketlerine girişmiştir. Bu fetihlerde ise Babil Fenike gibi zengin yerleri fethedip ülkeyi zengin bir krallık haline getirmiştir. Ermenistan'ı Lidya'yı ve Krezus'ünservetini ele geçirip tüm Anadolu'yu hakimiyeti altında birleştirmiştir. Anadolu'yu ele geçirdikten sonra Babil üzerine saldırmış ve orayı da fethedip kendini Babil kralı ilan etmiştir. Bundan sonra ise Mısır'a saldırma hazırlıklarına başlamış kuzeydoğuyu sağlamlaştırmak için iki kabileyle savaş yapmış ve bu savaşlar da kabileler direniş göstermişler Keyhüsrev de bu savaşta hayatını kaybetmiştir. Yerine ise oğlu Kambis geçmiştir. Kambis devrinde Mısır fethedilmiş Kartaca'ya kadar Pers ordusu ilerlemiş ancak Kartacalıları geçememiştir. Kambis döneminde İranlı kabileler ayaklanmışlardır bunlar Gomata isimli bir Med rahibinin başını çektiği Mecusilerdir. Kambis Mısır dönüşü ölmüş yerine ise ünlü Pers İmparatoru 1. Darious geçmiştir. İlk olarak kabile isyanlarını bastırmış ve çeşitli alanlarında devrim niteliğindeki hareketlere girişmiştir. 1. Darious da fetih hareketlerine girişmiş doğuda Hindistan'a dayanmıştır İmparatorluk sınırları. Kafkasya'ya doğru Türklerin ataları olan İskitlere karşı da sefer yapmış ama başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Daha sonra batıya yönelip Trakya Makedonya ve Ege'ye saldırıp buraları ele geçirmiştir. Bunun üzerine Yunanlılar Darious ve oğlu Kserkes'e karşı Salamis Deniz Savaşı'nı yapmışlardır. II. Artakserkes döneminde devlet hızla çözülmeye başlamış İmparatorlukta ayaklanmalar olmuş Mısır bağımsızlığını ilan etmiştir. İsyanlar güçlükle bastırılmış ama daha sonra III. Darious döneminde Persler İmparatorluğu'na Büyük İskender son vermiştir.
  20. DÜNYA TARİHİ-4 1938 Eylül Çekoslovakya'nın Almanların yaşadığı bölgelerinin Almanya'ya geçirilmesi 1939 1 Eylül Hitler'in Polonya'ya saldırması 1939-1945 İkinci dünya Savaşı 1940 ilkbaharı Almanların Danimarka'yı ve Norveç'i ele geçirmeleri 1941 22 Haziran Hitler'in savaş duyurusunda bulunmadan Rusya'ya saldırması 1942 Kasım'ı 1943 Şubat'ı Ruslar'ın Almanlar'ı geri püskürtmeleri 1943 Temmuz'u Mussolini'nin İngiliz-Amerikan birliklerinin İtalya'ya çıkmasıyla iktidardan düşmesi İtalya'nın savaştan çekilmesi. 1944 6 Haziran İngiliz-Amerikan birliklerinin Normandiya çıkartması 1945 1 Mayıs Hitler'in kendini öldürmesi Alman başkomutanlığının teslim belgesini imzalamaları. 1945 Hiroşima'ya ve Nagazaki'ye atom bombalarının atılması 1946 Türkiye'de çok partili hayata geçiş 1947 İsrail Yahudi devletinin kurulması 1947 Hindistan'ın İngiltere'den çekilmesi 1947 Birleşmiş Milletler'in Filistin'in Araplar ve Yahudiler arasında bölüştürülmesi kararı 1947 Truman Doktrini 1948 Ghandi'nin öldürülmesi 1948 (ve 1956 1967 1973) Yahudi-Arap savaşları 1949 NATO'nun Kurulması 1949 komünistlerin Kuomingtang'a karşı kesin zafer kazanıp Çin'in yönetimini ele geçirmeleri 1949 ilk Rus atombombası denemesi 1950 Kuzey Kore komünist yönetiminin Güney Kore'ye saldırmasıyla Kore Savaşı'nın çıkışı 1953 Kore Savaşı'nda ateşkes 1953-1954 Rusların Amerika'dan birkaç ay sonra hidrojen bombalarını patlatmaları 1954 Vietnam'ın Fransız egemenliğinden kurtulması 1956 Macarların ülkelerindeki komünist rejime başkaldırmaları 1956 Süveyş bunalımı 1957 Gana'nın bağımsızlığını kazanan ilk Afrika kolonisi olması 1957 Rusya'nın uzaya uydu gönderen ilk ülke oluşu 1957 Roma Andlaşması ile AET'nin kurulması 1958 Suriye ile Mısır'ın birleşmesi 1961 Suriye'nin Birleşik Arap Cumhuriyeti'nden ayrılması 1962 Fransa'da halkoyu yoklamasının Cezayir'e bağımsızlıktan yana sonuç vermesi 1962 ABD Küba'daki füzelerin çekmesini istediğinde SSCB'nin üçüncü dünya savaşı korkusuylabu isteğe uyuşu 1964 Vietnam'da Amerikan askeri etkinliklerinin başlayışı 1966 De Gaulle Fransası'nın NATO'dan çekilerek mutlak egemenlik hakkını elinde tutmayı seçmesi. 1967 İsrail ile Arap devletleri arasında Ekim Savaşı 1969 ABD uzay gemilerinin ay'a inip dönmeyi başarmaları 1970 Sovyetler Birliği'nin ticaret ve yatırım olanakları yolunda Federal Almanya ile görüşmelere başlaması 1973 Ocak İngiltere İrlanda ve Danimarka'nın Avrupa Topluluğu'na tam üye olmaları 1973 İsrail ile Arap devletleri arasında Ramazan Savaşı; petrol ambargosu ve ardından petrol fiyatlarının yükselmesi. 1975 Yumuşamanın göstergesi olan Helsinki Anlaşması 1978 Çin Halk Cumhuriyeti'nde Deng Şaoping'in önderliğinde ekonomik reformların başlaması. 1979 Mısır ile İsrail arasında Camp David Andlaşması'nın imzalanması 1979 İran'da Ayetullah Humeyni önderliğindeki İslamcıların bir devrimle yönetimi ele geçirmesi 1979 Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi 1980-1988 İran-Irak savaşı 1981 Ocak Yunanistan'ın AT'ye tam üye olması 1985-1991 Ülkesinde glasnost ve perestroika'yı uygulamaya çalışacak olan Michael Gorbachev'in başkanlık süresi 1986 Ocak İspanya ve Portekiz'in AT'ye tam üye olması 1987 Temmuz Avrupa Tek Senedi'nin (Single Act) kabul edilmesi 1988 Nisan Türkiye'nin AT'ye tam üyelik başvurusunda bulunması 1989 Doğu Avrupa'da marksist ekonomilerin çökmesi 1989 Kasım Berlin Duvarının yıkılması 1990 Sovyetlerin dağılması ve Soğuk Savaş'ın sona ermesi 1990 Ağustos Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesi 1990 Ekim Almanyaların birleşmesi 1991 Aralık Bağımsızlık Devletler Topluluğu'nun kurulması 1995 Ocak İsveç Finlandiya ve Avusturya'nın Avrupa Birliğine tam üye olmaları 1996 Ocak Dayton Barış Andlaşması ile Bosna Savaşı'nın sona ermesi.
  21. DÜNYA TARİHİ-3 1707 Kok kömürü yapma yöntemlerinin bulunuşuyla demir cevherini eritmede kömürden yararlanma olanağının doğuşu 1740-1786 Büyük Frederick (II. Frederick) yönetimi döneminde Prusya'nın Avrupa'nın büyük güçlerinden biri durumuna gelmesi. 1745 Abdül Vahab'in Arabistan'da Vahhabiliğin ilkelerini oluşturması 1756-1763 Yedi Yıl Savaşları 1762 bir Alman prensesinin kocasının öldürülmesi üzerine II. Katerina adıyla Rusya imparatorluğu tahtına çıkması. 1763 İngiltere'nin Hindistan Kanada gibi denişaşırı ülkelerde kesin zafer kazanması. 1768-1774 Rusların Osmanlı ordularını ağır bir yenilgiye uğratmaları ve Küçük Kaynarca Anlaşması'nın yapılması. 1772 Polonya'nın ilk bölüşülmesinde Prusyalılar ve Avusturyalılar Türkler karşısındaki ilerleyişini durdurmak için Rusya'ya sus payı olarak Polonya'nın büyük bir parçasının işgaline izin vermeleri. 1774 Safevi imparatorluğunun dağılması 1774-1778 İspanya'nın Amerika limanlarının kıyı ticaretini yasaklayıp kolonilere yapılan dışsatımları ve iç alımları Cadiz kentinden tekelci bir tutumla düzenlemesi 1775-1783 Amerikan bağımsızlık savaşı 1789 1 Mayıs Etats-Generaux'un toplanması 1789 14 Temmuz Kralın Ulusal Meclis'i kaldıracağı söylentisi üzerine halkın Bastille'e saldırması 1789 4 Ağustos Ulusal Meclis'in feodal hakları kaldırarak köylü çoğunluğunu Devrim Safhalarına çekmesi. 1791 Yeni Fransız anayasalarının hazırlanması 1793 Polonya'nın ikinci bölüşülmesi 1794 Robespierre'in öldürülmesi 1795 Polonya'nın üçüncü bölüşülmesi ile Rusya sınırlarını batıda Vistül Irmağı'na kadar genişlemesi 1799 Napoleon'un bir darbe ile iktidara getirilişi 1803 Sırpların Osmanlı'ya başkaldırması 1807 İlk buharlı geminin Robert Fulton tarafından yapılması 1812-1815 Napoleon'un Avrupa devletleri koalisyonunca yenilgiye uğratılması 1815 Viyana Konferansı sonucu barış anlaşmasının yapılması 1821-1830 Yunan Devrimi 1830 Cezayir'in Fransızlarca işgali 1833 Köleliğin Büyük Britanya'nın yönetimindeki tüm ülkelerde kaldırılması 1839-1841 Afyon Savaşı 1839 Tanzimat Fermanı'nın ilanı 1840 posta sisteminin Büyük Britanya'da kuruluşu 1840'lar demiryolları ağı yapımının başlayışı 1847 Liberya'nın Amerika'dan eski yurtlarına dönen eski kölelerce Birleşik Devletler anayasasına benzeyen bir anayasa sahip bir cumhuriyet olarak kurulması 1848 Devrimleri 1848 Marx'ın gittikçe yoksullaşan proleter kitlelerin bir devrimle toplumsal sorunu çözecekleri düşüncesini ortaya atması. 1848-1852 Fransa'da III. Napoleon'un devlet başkanlığında cumhuriyet dönemi 1854 Japonya'nın kabuğuna çekilme politikasını bırakıp dışa açılmak zorunda kalışı. 1854 Kırım Savaşı'nda Fransa'nın ve Britanya'nın Ruslara karşı Türklerin yardımına koşup Rusların Kırım'da yenilgiye uğratılması 1856 Islahat Fermanı'nın ilanı 1859 İtalya'nın Kont Cavour'un çabalarıyla birleştirilmesi 1859 Darwin'in canlıların evrimi kuramını ortaya atması 1861-1865 Amerikan iç savaşı 1863 ABD'de köleliğin kaldırılması 1869 Süveyş Kanalı'nın açılışı 1870-1871 Prusya'nın Fransa'yı yenilgiye uğratması 1871 Almanya'nın Bimarck'ın çabalarıyla birleştirilmesi 1878-1908 Abdülhamid II'nin iktidarı dönemi 1885 Hindistan Ulusal Kongresi'nin (Kongre Partisi'nin) kurulması 1888 köleliğin Brezilya'da kaldırılması 1889 İkinci Enternasyonal'in kuruluşu 1889 Japon İmparatoru Meiji'nin Bismarck Almanyasını örnek alan bir Anayasa çıkarması;diyet'in kurulması 1893 Havai Adaları'nın ABD topraklarına katılması 1900 Batılı devletlerin gönderdikleri uluslararası birliğin Pekin'i ele geçirmesi 1901 Avusturya'nın İngiliz Uluslar Topluluğu'nun kendi kendini yöneten dominyonu olması 1903 Sibirya'yı aşan demiryolunun tamamlanması 1904-1905 Rus-Japon savaşı beklenmeyen sonuçla Japonların yenmesi 1905 Hindistan Müslüman Birliği'nin kurulması 1906 Rusya'nın parlamenter organa sahip olması 1908 Jön Türkler'in iktidara ortak olmak isteğiyle Abdülhamid'i deviren darbeyi gerçekleştirmeleri 1910 Japonların Kore kralını indirip Kore Yarımadası'nı ülkelerine katmaları 1912 Mançu hanedanının yakılıp Çin Cumhuriyetinin kurulması. 1912-1913 Balkan Savaşları ile Balkanlardaki toprakların kaptırılması 1914 Berlin-Bağdat demiryolunun başlaması. 1914 Panama Kanalı'nın açılması 1914-1919 Birinci Dünya Savaşı 1915 Japonlar'ın Çin'deki özel ayrıcalıklarını öne sürdükleri "Yirmi Beş İstek" ile artırmaya kalkmaları. 1917 6 Nisan ABD Kongresi'nin Almanya'ya savaş ilanı 1917 Kasım İkinci bir devrimci hükümet darbesinin Sosyal Demokrat seçilmesi 1918 Ekim Alman ve Avusturya hükümetlerinin Başkan Wilson'un barışın dayandırılacağı "On Dört Nokta"sını kabul etmeleri. 1918-1920 Rusya'da ve Rusya'nın sınır ülkelerde iç savaş 1919 Paris Barış Konferansı'nın Rusya'daki durumu ele almaya kalkmayıp savaşı yitiren Almanya Avusturya ve Osmanlı hükümetlerine barış koşullarını zorla kabul ettirmeleri. 1919 barış antlaşmasının Arap dünyasının zengin ve kalabalık bölgelerini Fransız ve İngiliz koloni yönetimlerine bırakması 1921 Çin Komünist Partisi'nin kurulması 1922 Faşizmi İtalya'da iktidara getiren hükümet darbesi 1922 Lenin'in "Yeni Ekonomik Politikası"nı (NEP) ilan etmesi 1923 Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması 1925 Rıza Pehlevi'nin İran'da iktidarı ele geçirip Mustafa Kemal'inkine benzer bir laik reform hareketini başlatması. 1925 Abdülaziz İbni Suud'un Arabistan Yarımadası'nı fethedip Mekke'nin ve Medine'nin denetimini eline geçirmesi 1929 New York borsasının çökmesiyle ABD'de 1920'lerin hızlı ekonomik gelişmesinin sona ermesi 1930'lar Japon yayılmasının yeniden canlanışı 1030'lar Amerikan Başkanı Franklin D. Roosevelt'in "New Deal" politikası 1931 Japonların Mançurya'yı istila etmesi 1932 Irak'ın formal olarak bağımsızlığını kazanması 1933 New Deal politikasının başlatılması 1933 Haziran Hitler'in iktidara gelmesiyle Almanya'nın köklü bir rejim değişikliği geçirmesi. 1934 Etiyopya'nın 1896 yenilgisinin öcünü almak isteyen İtalya'nın saldırısına uğrayıp uçakların ve zehirli gazların yardımıyla İtalya emperyalizmi altına sokuluşu.
  22. DÜNYA TARİHİ-2 İ.S. 1071 Malazgirt Savaşı ile Türklerin Hristiyanlık (Bizans) dünyasına karşı başarılı olup Anadolu'nun iç bölgelerinin denetiminin Selçuk Türklerine geçişi. İ.S. 1096-1099 Birinci Haçlı Seferi. İ.S. 1171 Galler ülkesinin ve İrlanda'nın Anglo-Norman şövalyelerince fethinin tamamlanışı. İ.S. 1204 Dördüncü Haçlı Seferi'nde Konstantinopolis'in ele geçirilip yağmalanması ve kısa yaşamlı Doğu Latin İmparatorluğu'nun kurulması. İ.S. 1206-1227 Cengiz Han'ın yönetim dönemi İ.S. 1254; Avrupa'da imparatorluğun çökmesiyle Papalığın Latin Hristiyanlık dünyasının evrensel hükümeti olduğunu ileri süren tek kurum olarak kalışı. İ.S. 1300'den sonra Japonların geniş çaplı denizcilik eylemlerine girişmeleri. İ.S. 1300'den sonra Cermen ve Frank şövalyelerinin Baltık ve Doğu imparatorluklarını kurup ticaret etkinliklerine girişmeleri İ.S. 1337-1453 Yüzyıl Savaşları İngiltere ile Fransa arasında kiralık askerlerle yürütülen her yeri yakıp yıkıp yağmalayıcı savaşlar. İ.S. 1347-1351 Avrupa'7a Veba salgını İ.S. 1300 Rönesans'ın İtalya'da biçimlenmeye başlanışı. İ.S. 1354 Türkler'in Çanakkale Boğazı'nı geçip Gelibolu Yarımadasını ele geçirerek Avrupa'ya adım atmaları. İ.S. 1389 Kosova Savaşı'nda Sırpları yenen Türklerin balkanlarda askeri üstünlüğü ele geçirmeleri. İ.S. 15. yüzyıl İnkalar'ın And Dağları'ndaki merkezlerinde yayılan imparatorluklarının Peru'da merkezi bir rejim kurması. İ.S. 1417 Papalık monarşisinin Konstanz kurultayında onaylanmasıyla Protestan-Katolik ikililiğinin azaltılması İ.S. 1430 Çinlilerin denizlerden çekilmesiyle Japonların Güneybatı Pasifik'te deniz üstünlüğünü ele geçirmeleri. İ.S. 1453 Konstantinopolis'in Türklerin eline geçmesi bunun üzerine Rusların Ortodoks kiliselerinin Hristiyanlığın son kalesi olduğuna inanmaları İ.S. 1480 Moskova Dükü III. İvan'ın Altınordu egemenliğini tanımayıp "Çar" sanını alarak bağımsızlığını ilan edişi. İ.S. 1492 Kolomb'un okyanusu aşması İ.S. 1492 Müslüman Faslıların Avrupa'daki son kalesi Grenada'nın alınışı bu olayla Hristiyan haçlı ruhunun körüklenmesi İ.S. 1500 İtalyan Rönesansı'nın doruğuna ulaşması İ.S. 1500'den sonra Avrupa'nın deniz üstünlüğü kurması İ.S. 1500-1650 Avrupa'da fiyatların hızla yükseldiği "Fiyat Devrimi" İ.S. 1500-1700 arası milyonlarca kilometrelik ülkeninmilyonlarca insanın islam yönetimine sokulmasıyla İslam tarihinin en parlak dönemi 1508 Şah İsmail'in Bağdat'ı fethetmesi 1509 Portekizlilerin İslam filosunu Umman Denizi'ndeki Diu limanı açıklarında yenilgiye uğratmaları ve Hint Okyanusu'nda üstünlük kurmaya başlamaları 1511 Akdeniz'de Türk İspanyol ve Portekiz güçleri arasında uzun deniz savaşlarının başlayışı. 1512-1520 Yavuz Sultan Selim Yönetimi Dönemi 1513 İlk Portekiz tacirin Güney Çin kıyılarına gelmesi 1514 Şah İsmail yanlılarının Anadolu'da büyük bir ayaklanmayı kışkırtmaları 1514 Çaldıran savaşında Şah İsmail'in yenilgiye uğratılması 1515 Portekizlilerin Hürmüz Adası'nda üs kurmaları 1517 Luther'in Wittenberg'deki Kilisenin kapısına 95 maddelik tezini asmasıyla Protestanlık hareketinin başlaması. 1520-1566 Kanuni Sultan Süleyman yönetimi dönemi 1521 Cortez'in yeni Dünya'nın hazinelerinin kapısını (İspanyollara) açması 1526 Mohaç Savaşı'nda Türkler'den kaçan Macar kralının ölmesiyle V. Karl'ın Bohemya ve Macaristan taçlarını ele geçirmesi. 1526 Timur soyundan gelen Babür'ün Hindistan'ı ele geçirmesiyle Babür İmparatorluğunun kurulması. 1534 İngiltere'nin Papalık ile ilişkilerini koparması İngiltere kilisesinin yavaş yavaş Protestanlığı benimsemesi 1534-1603 İngiltere'de Tudor hanedanı yönetimi ve bölük pörçük reformlar dönemi 1536 Fransa kralının Habsburg gücüne karşı Osmanlı imparatoruyla imzaladığı ittifak anlaşması. 1552 Korkunç İvan'ın Altınordu Hanlığı başkenti Kazan'ı ele geçirişi bunu izleyen dört yıl içinde Aşağı Volga bölgesinin fethini tamamlaması. 1560 İspanyolların İtalya'yı istila edip papalık topraklarını ele geçirip Reform karşıtı harekete izin vermemeleri; bunun üzerine Papaların Hasbburglular ile işbirliğine girişimleri. 1568-1609 Felenekler'in İspayol yönetimine karşı ayaklanmaları 1580-1640 İspanyolları Portekiz'i ve imparatorluğunu kendi imparatorlularına katmaları 1587-1629 Safevi devleti yöneticisi Büyük Şah Abbas yönetimi dönemi 1590 dolayları mikroskopun icadı. 1598 İspanyol üstünlüğü döneminin başlayışı 1600 denizlerde yeni bir güç dengesiyle Hint Okyanusu'nda İspanyol ve Portekiz gemilerinin yerini Felemenk İngiliz Fransız gemilerinin alışı 1600 Felemenk Doğu Hindistan Kumpanyası'nın kurulması 1600'den sonra İngilizlerin Hint Okyanusu'nda ticaret etkinliklerine başlamaları 1601 İngiliz Doğu Hindistan kumpanyası'nın kurulması 1608 bir Polonya ordusunun Moskova'yı ele geçirip bir kukla yönetim kurması 1608 dolayları teleskopun icadı 1618-1648 Otuz Yıl Savaşları 1620 ingilizlerin Massachussets kolonisini kurmaları 1626 Felemenkler'in New York'ta koloni kurmaları 1636 Japon hükümetinin kendi iç sorunlarından dolayı açık deniz gemiciliğini uyruklarına yasaklaması 1638 Japonya'nın kabuğuna çekilme politikası 1640'lar İngiliz Fransız ve Felemenk girişimcilerinin şekerkamışı ticaretini Portekizlilerin ve İspanyolların elinden alıp başı çekmeleri 1642-1648 İngiliz iç savaşları 1648 Westphalia Antlaşması bunun sonucunda İtalya'nın ve Almanya'nın bölünmesi ile ortaya çıkan küçük devletlerin duruma göre Fransa'nın yanında ya da karşısında yer almaları. 1648 Fransız üstünlüğünün başlaması 1648 İngiltere'de Parlamento egemenliğinin kurulması 1648-1715 XVI. Louis yönetimi dönemi 1648-1789 Avrupa'nın Eski Rejim ve kolonici yayılma dönemi 1649 İngiliz kralı I. Charles'in idamı 1653-1689 Fransa'nın rakipleri karşısında kesin üstünlüğe sahip olduğu dönem 1688 İngilizlerin İspanyol armadasına karşı zafer kazanmaları 1689 Petro'nun Avrupa gezisi dönüşü geniş çaplı reform hareketlerini başlatması 1696 Petro'nun Türklere karşı başarısı 1700-1721 Petro'nun İsveçlileri yenilgiye uğratabilip Finlandiya Körfezinde denize açılabilmesi 1701-1714 İspanyol Taht Savaşları sırasında Avusturyalıların İspanya'nın bölüşülmesinde en büyük parsayı toplamaları
  23. İstanbul

    Dünya Tarihi-1

    Dünya Tarihi Dünya Savaşları İ.Ö. 8500-7000 Ortadoğu'da çiftçiliğe geçiş İ.Ö. 3500-3000 Dicle-Fırat ve Nil vadilerinde uygarlığa geçiş İ.Ö. 4000-3000 Uygarlığın Sümer'de doğuşu İ.Ö. 3000 sabanın icadıyla insanların tarımda hayvan gücünden yararlanmanın yolunu bulmaları İ.Ö. 3000 dolayları yazılı kayıtların başlayışı İ.Ö. 2000'den az önce Mezopotamya çevresindeki bölgelerde taşra uygarlıklarını kurmaya başlayan toprak aristokrasilerinin doğmasını kolaylaştıran koşulların oluşması. İ.Ö. 1700 dolayları Hammurabi tarafından insanlığın ilk yasa derlemelerinin çıkarılışı. İ.Ö. 1700 Avrasya bozkırı kökenli barbar halklar akınlarının Avrupa'nın Atlantik kıyılarına ulaşması. İ.Ö. 1300 dolayları alfabetik yazının Suriye'de ve Filistin'de yaygınlaşması. İ.Ö. 1000 yıllarında Ortadoğu uygarlığının iki uç bölgesinde (Filistin ve İran'da) verimli düşünce akımlarının doğuşu. İ.Ö. 700'den az önce Orta Asya'dan ve Güney Rusya'dan göç etmiş İskitler'in Ukrayna'da bir kabileler imparatorluğu kurup Yunan dünyasıyla ticarete girişmeleri. İ.Ö. 6. yüzyıl Lidya Krallığı'nda sikke paranın dolaşıma konması İ.Ö. 6. yüzyıl İyonyalı filozofların dünyayı ve insanı akılla kavrama çabası İ.Ö. 500 dolayları Çin uygarlık biçiminin temel öğelerinin ortaya çıkışı. İ.Ö. 500 dolayları Kastların ve Hind dininin kendine özgü vurgularının biçimlenişi İ.Ö. 330 Pers İmparatorluğunun Makedonyalıların saldırısıyla yıkılması İ.Ö. 320 İskender'in İndüs Vadisi'ne girmesi İ.Ö. 146 Roma'nın Makedonya'yı ve Yunanistan'ı fethetmesi. İ.S. 70-100 Dört İncil'in yazıldığı yıllar İ.Ö. 30 Roma'nın Mısır'ı fethetmesi İ.S. 193 Roma Barışı'nın şiddete başvurulmasıyla bozulması. İ.S. 372 Hunlar'ın Güney Rusya'ya girip Ostrogotları sürüşleri İ.S. 378-511 Roma imparatorluğu'nun büyük barbar akınlarıyla çökmesi İ.S. 410 Hun korkusuyla Roma sınırlarını zorlayan Vizigotlar'ın Roma kentini yağmalamaları ve İspanya'yı geçip krallıklarını kurmaları. İ.S. 451 Kalkedon (Kadıköy) Kurultayı'nın Papa'nın çağrısıyla toplanıp kutsal üçleme öğretisinin Papa Büyük Leon'un saptadığı biçimiyle benimseyip "monofizist" biçimini reddedişi İ.S. 453 Attila'nın ölüşü ve Hun Konfederasyonu'nun dağılması İ.Ö. 552 Japonya'ya ulaşan Budist misyonerler topluluğunun önemli başarılar elde etmesi. İ.S. 565'ten sonra (Doğu) Roma İmparatorlarının "Bizans İmparatoru" denmeye başlanışı. İ.S. 568'den sonra Cermen kabilesi Lombartların Bizanslıları İtalya'nın iç bölgelerinden çıkan buraların denetimini ellerine geçirmeleri. İ.S. 572 Türk İmparatorluğu'nun haneden kavgalarıyla ikisi de iç kavgalarla yıpranan doğu ve batı ordularına bölünmesi İ.S. 600 dolayları Hint Okyanusu'nda Hindu gemicilerin yerini Müslümanların alması. İ.S. 622 Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göçü. İ.S. 632-1000 arasında İslam'ın Hızla yükselişi ve Ortadoğu'da Kuzey Afrika'da İspanya'da yayılışı İ.S. 632 Hz. Muhammed'ön ölümü İ.S. 636 Arap ordusunun Bizans'ı Suriye'den ve Filistin'den çıkarması İ.S. 641 Arap akıncı birliklerinin Mezopotamya'yı ele geçirişleri İ.S. 642 Arap akıncı birliklerinin Mısır'ı ele geçirişleri. İ.S. 651 İran ve Mezopotamya'da Sasani iktidarının sona ermesi İ.S. 651 Arap akıncı birliklerinin İran'ı ele geçirmeleri. İ.S. 711 Vizigot krallığının sona ermesi. İ.S. 711-715 Kuzey Afrika'nın ve İspanya'nın Müslümanların denetimine geçmesi İ.S. 715 İslamların Kuzeybatı Hindistan'daki Sind Bölgesinde daha sonra da Hint Okyanusu'nda üstünlüğü ele geçirmeleri İ.S. 717-718 Müslümanların Konstantinopolis'i kuşatmaları İ.S. 750 Emeviler'in halifelik döneminin sona ermesi İ.S. 751 Talas Meydan Savaşı'nda Çin'e bağlı birkaç vahanın Müslümanlara kaptırılışı. İ.S. 756 baskı aygıtının Çin'de bulunuşu. İ.S. 800 Şarlman'a Papa tarafından Romalıların imparatoru olarak taç giydirilişi. İ.S. 800'den birkaç yıl sonra Bizans İmparatorunun Şarlman'ın imparatorluğunu tanımasıyla Batı Roma İmparatorluğunun yeniden kuruluşunun yasallaşması. İ.S. 831-1000 arası Danimarka'nın İsveç'in ve Norveç'in Hristiyanlığa geçmeleri. İ.S. 840 Uygurların yıkılışı İ.S. 845 Budizmin Çin'de resmen yasa dışı sayılması; bunun üzerine Kore'de devlet dini yapılıp iyice benimsenmesi İ.S. 900 dolaylarında Türk askerlerinin kabilelerinin İslam devletlerinin siyasal yaşamına egemen olmaya başlamaları. İ.S. 900-14. yüzyıl ortaları Avrupa'da toprakların tarıma açılışı. İ.S. 989 Rusya'nın Hristiyanlığa geçişi. İ.S. 1000 dolayları kolonileşme ve ticari yayılma sürecinin başlayışı İ.S. 1000 dolayları Gazneli Mahmut'un akınlarıyla İslam'ın Hindistan'ın İç bölgelerini ele geçirmeye başlaması. İ.S. 1000 Macaristan'ın Hristiyanlığa geçmesi İ.S. 1000 Hristiyanlığın Uzakbatı ülkelerinde Kelt Cermen ve Slav kabileleri arasında yayılması. İ.S. 1000-1300 arası Avrupa'da kasabaların hızla gelişmeleri. İ.S. 1000-1453 arası İslamlığın Hindistan'da Doğu Avrupa'da Orta Asya'da yayılışı. İ.S. 1000-1500 İslam mimarlığının görkem ve incelik dönemi İ.S. 1054 Katolik-Ortodoks bölünmesinin Papa ile Konstantinopolis Patriğinin birbirlerini afaroz etmeleriyle yaratılışı.
  24. İstanbul

    Sanayi Devrimi

    Sanayi Nedir Sanayi Devrimi 18. yüzyılın ikinci yarısıyla 19. yüzyılın ilk yılları arasında bir seri buluşun, enerji, tekstil, demir, çelik ve ulaştırma üretimlerini etkilemek yoluyla İngiltere'nin üretim karakterinde meydana getirdiği yapısal değişmedir. Kesin tarih vermek mümkün olmamakla beraber 1760 ile 1829 arasındaki dönemi kapsadığı kabul edilmektedir. 1769 tarihine kadar olan dönemde, ekonomik faaliyet, iki ana akım üzerinde toplanmış bulunmaktaydı: Tarım ve ticaret. Bu tarihe kadar iktisadi hayatın ana faktörleri, köylü, tüccar, lonca mensubu gibi kimselerdi. Fabrika işçisi yoktu. Sanayi kapitalisti de iktisat sahnesine çıkmış değildi. Zenginlerin çoğu servetini bir şey imal etmekle değil, ticaret, nakliyat ya da borç para vermekle yapmışlardı. Sanayi Devrimi'nin Kara Avrupası'nda değil de İngiltere'de başlamasının nedenlerini anlayabilmek için İngiltere'yi Avrupa'nın birçok ülkesinden ayıran farkları incelemeliyiz. Bunlardan birincisi, İngiltere'nin bu ülkelere göre daha zengin oluşudur. Bir yüzyıl süren keşifler, esir ticareti, korsanlık, ticaret ve savaşlar, İngiltere'yi dünyanın en zengin devleti haline getirmiştir. İngiltere'deki zenginlik, yalnız asillerin elinde değildi; ortanın üstünde geniş bir ticaret burjuvazisine yayılmış bulunmaktaydı. İkincisi, İngiltere, feodal toplumdan ticari topluma başarılı bir geçişe sahne oldu. Toprağa dayanan eski kuvvetle, paraya dayanan yeni kuvvet arasında çıkar çatışmaları olmasına karşılık, İngiltere'yi yönetenler, piyasa ekonomisine karşı çıkmak yerine, oradan gelen taleplere uyma yolunu seçmişlerdi. Üçüncüsü, İngiltere'nin fen ve mühendislik alanındaki çalışmaların en büyük destek ve teşvik bulduğu yer olmasıdır. Bunlardan başka, kömür ve demir yataklarının zenginliği, icatları tespit eden ve koruyan milli bir patent sisteminin kurulmuş olması gibi nedenler de sayılabilir. Ancak bütün bu faktörleri harekete geçiren, bir grup yeni insanın iktisat sahnesine çıkmasıydı. Yeni insanlar her şeyden önce müteşebbisti. Sanayi Devrimi'nin etkileri, üretimi arttırması ve uzun dönemde iktisadi refahı geliştirmesidir. Sanayi Devrimi, fiziki sermayenin genişlemesine ve emek verimliliğinin geniş çapta artmasına yol açan bir süreçti.
  25. İstanbul

    Türk Devrim Tarihi

    TÜRK DEVRİM TARİHİ Temel Kavramlar Genel Kavramlar Devrimin açıklanabilmesi için üzerinde durmak zorunda olduğumuz kavramlar;devlet ve ulus,devletin içindeki güçler,yasama yürütme yargı ,hukuk,meşruluk,ve son olarak ekonomi ve sınıf kavramlarıdır. Devlet ve Unsurları Devlet,Belirli bir ülkesi olup bir hükümet yönetimi altında örgütlenmiş bulunan ve yurt dışı hiçbir denetlemeye bağlı olmayan, benzerleri tarafından tanınmış siyasal ve bağımsız topluluktur.Devlet,öteki kurumları kapsayan en yüce topluluktur.Günümüz devletin tanımlanmasında da iki eğilimle karşı karşı karşıyayız.Biri çağdaş devletin genel anlamda klasik tanımı;diğeri ise çağdaş devletin işlevci tanımıdır. Devletin işlevci tanımına göre devletten söz edebilmek için gereken iki unsur vardır:Bunlar ,sınırları belli bir alan ve bu alan içersindeki kudret ve otoritenin tek elde bulunmasıdır. Devletin genel anlamdaki klasik tanımı ise,Devlet sınırları belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan bir insan topluluğunun yaşamını kolaylaştırmak için oluşturduğu ve varlığı diğer devletlerce de tanınan bir aygıttır. Ulus-Halk Ulus yada millet ,tarihsel ve felsefi bir kavram;halk ise sosyolojik bir kavramdır.Tüm 19.yüzyıl boyunca dünyanın ve özellikle Avrupanın değişik ülkelerinde gördüğümüz tüm devrimler bu gerekçeye ,yan, halk egemenliğine dayanır. Sınırları belli bir ülke içinde yaşayan ve kimi zaman aralarında önemli farklar bulunan insan topluluklarını ulus yada halk yapan sözkonusu insan topluluğunun bugünü için belirli b,r doyumu ve yarını için belirli bir ortak umududur.Bu umut ekonomik rahatlık ve devletin ve o halkın bir parçası olma isteğidir. Ülke ve Örgüt Ülke Her devletin sınırları belirlenmiş ve üzerinde egemen olduğu bir toprak parçası üzerinde belirli konularda devletin otoritesi tektir.Ancak,sınırları belli bir toprağın ve bu toprak üzerindeki tek otoritenin içte ve dışta tanınması ve oyan olması önemlidir.Aksi taktirde bir devlet oluşturulamaz. Vatan ve yurt sözcükleri duygusal niteliktedir ve devletin kurulduğu alan,yani sınırlanmış bir toprak parçasını en iyi açıklayan sözcük ülkedir. Ulusların kaderlerini tayin etme hakkı sömürgeci bir devlete karşı ulusal devlet kurma aşamasında ne denli meşru ve geçerli bir haksa ,bir ulusal devlet için de ayrılıkçı ve bölücü amaçlarla kullanıldığı zaman ,o denli gayri meşru ve geçersiz bir hak olur.Her ulusal devlet ülke bütünlüğünün koruma korunma hakkına ve yetkisine sahiptir. Örgüt Devletin çağdaş toplumdaki varlık nedeni belirli hizmetlerin görülmesi ve belirli hizmetlerin düzenlenmesidir.Devletin rejimi neolursa olsun ;her devlet içinde üç temel işlev vardır:yasama,yürütme,yargı.Günümüz devletlerinde bu üç güç dışında devlet başkanlığı kurumuna rastlanmaktadır.Devlet yasama ve yürütmeyi düzenleyen aygıt ve örgüt demektir.Yasama ve yürütme güçlerini elde bulundurulduğu zaman ,tüm aygıtıda elde bulunduruyor demektir. Hukuk Toplum yaşamını düzenleyen ve bu yaşamı en uyumlu şekilde sürdürmek amacına yönelik zorlayıcı kurallar dizisine hukuk adı verilir.Hukuk kavramını sosyalleştiren ve hukuk sosyolojisini kuran Karl MARX’dır. Hukuk toplumsal yaşamın zorlayıcı düzenidir.Zorlama nedir?Zorlama, Hukuka uymamanın karşılığı olarak ,gerekirse kaba güçle sağlanacak bir yaptırım olması anlamına gelir.Hukuk diğer toplumsal düzenlemelerden ,örneğin ahlak,töre,gelenek vb. gibi düzenlemelerden,bu zorlama ve yaptırımları olması unsurlarından ayrılır. Ekonomi ve Sınıf İnsanların gereksinimlerini karşılayacak kaynaklar sınırlıdır.Bu sınırlı kaynakları sınırsız gereksinimler karşısında optimum bir denge için dağıtma çabası dilim dalında ekonomi yada iktisat olarak adlandırılır.Pierre Laraque,biraylerin hangi sınıftan olduklarının saptanmasında üç noktaya değiniyor. •a.toplumun içinde oynanan rol •b.yaşam tarzı •c.ruhsal tutum ve kollektif bilinçOrtaç çıkarları ve bekleyişleri olan ve bunların bilincinde olan insanların oluşturdukları gruplara sınıf denir. •A.ortak çıkar ve bekleyişler •B.benzer bir yaşantı •C.yaklaşık olanaklar •D.sınıf bilinci Ortak çıkar ve bekleyişler ,benzer bir yaşantı, yaklaşık olanaklar sınıf tanımlamamın nesnel unsurlarıdır.Sınıf kavramının ise;bir nesnel bir öznel yönü vardır.Nesnel olarak bir sınıfın üyesi sayılması gereken kişi eğer öznel olarak bunun bilincinde değilse;nesnel olarak üyesi olduğu sınıfın dışında kalmış sayılmalıdır.Ancak öznel olarak kendini üyesi saydığı sınıfın üyesi olamayacağınada kuşku yoktur. Devrim sözcüğü ,Türk Dil Kurumu Sözlüğünde , Pek kısa bir zaman içinde meydana gelen temelli ve önemli değişiklik,inkılaptır.Yaşayan dilimizde ‘devrim’ ihtilal anlamındada kullanılmaktadır ve bu anlamda kullanıldığı zaman devrim,bir grubun devleti ya da daha doğrusu devlet aygıt ve örgütünün başı olan yönetim mekanizmasını zorla ele geçirmesidir.Bu kullanım yanlıştır.İhtilali bir ınkılap izlemeli,bir başka deyişle ihtilal ve inkılap bütünleşmelidir.İki kavram arasında bütünleşme gerçekleşmiş olursa buna devrim değil hükümet darbesi adı verilir. Eğer toplumda yeni gelişen yada güçlenen gruplar bir ihtilal yaparak yani devleti bir ayaklanma ile ele geçirir ve sistemin temel ilişkilerini değiştirirlerse o zaman bir devrim söz konusudur. Devrim yada inkılap, toplumdaki ekonomik yararlanma olanaklarının ve siyasal yapıdaki etkinliğin toplumun daha geniş kesimleri yararına hızlı bir şekilde değiştirilmesidir.Her ihtilal devrim olmadığı gibi her de devrim sayılmaz. Türk Devrimi Ulusal Kurtuluş Savaşımızın ve Cumhuriyetimizin kuruluşunun tam anlamıyla bir devrim,bir inkılap olduğunu biliyoruz.Önce dış ve iç hakim güçlere karşı bir kurtuluş savaşı, yani bir anlamda ihtilal yapılmış; sonra da bir dizi reform ve yenileştirmelerle devrim perçinlenmeye çalışılmıştır. CHP’nin altı oku Kemalizm,halkçılık,ulusçuluk,bağımsızlık ve çağdaşlık demektir.Ulusçuluk;Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde dil,d,n,ırk ve kültür farkı gözetmeden bir ‘Türk Halkı’ oluşturmak ve bu halkı her bakımdan yükseltmek ve yüceltmek demektir.Bağımsızlık;her türlü emperyalizme karşı askeri,ekonomik,siyasal ve kültürel bir bağımsızlığa ulaşmak ve bunu son derecede duyarlı bir şekilde korumak demektir. Çağdaşlık ise en basit tanımıyla çağının gerisinde kalmamak;çağın bilincini,tekniğini,düşünce ve felsefesini özümlemeye çabalamak demektir.Kemalist anlamda çağdaş olmak demek 1930’ların düşünce ve felsefe kalıplarını benimseyip sınırlı kalmak demek değil,tam tersine bunları sürekli olarak aşmak ve yenilemek demektir.Halkçılık;egemenliğin halkta olması,yani iktidarın kaynağının halkın idaresi olduğunun kabul edilmesi demektir. Ulusçuluk;Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde dil,din,ırk ve kültür farkı gözetmeden bir ‘Türk halkı’ oluşturmak ve bu halkı her bakımdan yükseltmek ve yüceltmek demektir.Bağımsızlık;her türlü emperyalizme karşı askeri,ekonomik,s,yasal ve kültürel bir bağımsızlığa ulaşmak ve bunu son derece duyarlı bir şekilde korumak demektir. Çağdaşlık ise en basit tanımıyla çağının gerisinde kalmamak;çağın bilincini ,tekniğini,düşünce ve felsefesini özümlemeye çabalamak demektir.Kemalist anlamda çağdaş olmak demek 1930’ların düşünce ve felsefe kalıplarını benimseyip sınırlı kalmak değil ,tam tersine bunları sürekli olarak aşmak ve yenilemek demektir.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.