Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

İstanbul

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    344
  • Katılım

  • Son Ziyaret

İstanbul tarafından postalanan herşey

  1. Büyük düşünürler yeryüzünün en değerli insanlarıdır çünkü imgelemlerimizin kilitlerini açabilirler. Peki büyük düşünürleri ortak noktaları nelerdir? Onları özel kılan nedir? Büyük düşünürlerin dokuz özelliği olduğu sonucuna vardım: 1. Büyük düşünürler ateşlidir. 2. Büyük düşünürler hayal güçleri içinde yitip gitmezler. 3. Büyük düşünürler gözlerini budaktan esirgemezler. 4. Büyük düşünürler fikir içinde yoğrulurlar. 5. Büyük düşünürler bir araya geldiklerinde daha iyi düşünürler. 6. Büyük düşünürler hayır yanıtından hoşlanmazlar. 7. Büyük düşünürler fanteziyi gerçeğe dönüştürürler. 8. Büyük düşünürler bir amaç için yaşarlar. 9. Büyük düşünürler yürekleriyle düşünürler. Nasıl Düşünür Olursunuz? Bugünün Darwin’ci iş ortamında ilk kuralı Darwin’in kendisi koymuştur: Doğru çevreyi bul ki yeteneklerin gücünün en üst noktasına ulaşabilsin. Çoğumuz için bu uzun bir deneme-yanılma süreci olabilir. Michael Jordan, beyzbolun çekici hızını sevmiş olabilir ama onun için doğru çevre kesinlikle basketboldur. Bill Clinton için istediğinizi söyleyebilirsiniz, ama o, gerçek anlamda politikacı olarak doğmuş bir insandır. Gerçek bir sanatçıyı izlemek kadar heyecan veren hiçbir şey yoktur. Bir başkasının düşlerini yaşayan birini izlemekte aynı ölçüde acı verir: ailenin hukuk şirketine saplanıp kalmış özgür bir ruh, heykeltıraş olmak isteyen bir cerrah, roman yazmak isteyen bir reklamcı... Herkesin kendi ideal yaşamını yaşayabileceğini söylemeye çalışmıyorum. Ama, yaratıcılığı serbest bırakmak, her sabah işe heyecanla gidebileceğiniz biçimde yaşamak için yaratıcı fikirler üretmek istiyorsanız, önce yüreğinizi yoklayıp gerçekten ne yapmak istediğinizi sorgulamalısınız. Yaratıcılığınızın yöneldiği alanları keşfedip, istediğiniz şeyi yapmanın bir yolunu bulmalısınız. İkinci kural, yavaşlamaktır. Kimse en iyi düşüncelerini koşar adım giderken üretemez. Yıllar önce kokain ve amfetamin gibi uyuşturuculara karşı bir kampanya yürütülmüştü. Tüm medyada öne çıkarılan başlık “Sürat öldürür.” idi. Bu hala geçerli, sürat büyük fikirleri öldürür. Hızlandıkça, kuluçkaya yatmak, düşünüp taşınmak ve düş kurmak için daha az zamanımız kalır. “Kurşundan hızlı” felsefesi reklam dünyasında hala geçerliliğini koruyor. Bugün reklam yazarlarıyla, sanat yönetmenlerine bir görev verildiğinde işi çok kısa sürede bitirmeleri de isteniyor. Ücretleri yüksek, çalıştıkları ortamlar geniş ama fikirleri küçüldükçe küçülüyor. Çünkü kuluçka dönemi için kullanacakları zaman gittikçe azalıyor.
  2. İstanbul

    Sosyalleşme Kimlik Problemleri

    Bilgi sosyolojisi açısından göz önünde bulundurulması gereken konulardan biri de sosyal yapının veya toplumun sosyalleşme esnasında sosyal problemleri nasıl yarattığıdır. Günümüzün merkezi problemleri, esasta sosyalleşme hatalarından kaynaklanmaktadır. Bunlar sosyalleşme problemleri olarak da ele alınabilir. Bazıları bilgi sosyolojisi yaklaşımıyla kısaca analiz edilebilir. Özellikle temel eğitim kurumlarındaki diğer eğitim konularının yanı sıra, uzun dönemde işsizlik, refah devletinden sosyal programlara kadar, geniş bir alanda toplumun her tür problemiyle koordineli olarak ele alınabilir.[1] Sosyal problemlerin en önemlilerinden biri suçluluk kimliğidir. Toplumdaki suç ve suçluluk kimliği konusunda bir düşünce olarak genellikle iki yaklaşım mevcuttur. İlki, insanın doğuştan barışçı olduğu, zulme ve suça bozuk sosyal çevrenin sebep olduğuna dair teoridir. Bu düşünce suçlu kesim ile ilgili olaylarda suça bir bakış açısı olarak kullanılmaktadır. Suçlar, zulme ve adaletsizliğe karşı bir isyan şeklinde görülmekte, bozuk yapı unsurlarının ve yanlış düşünce sistemlerinin giderilmesine çalışılmaktadır. Diğer yaklaşımda ise, insanın içgüdüsel olarak saldırgan olduğu ve toplumun temel amacının onların zorbalıklarını gidermek olduğunu işleyen geleneksel siyasi felsefenin ışığında suç, farklı bir şekilde gözükmektedir. Polis, hâkim ve mahkumlar caydırıcı kimselerdir, fakat nihaî olan en güçlü engel kültürel olarak yüklenilmiş dahili mekanizmalardır.[2] Yani inanç veya ahlâk sistemleri gibi tüm sosyal değerler. Netice itibariyle günümüzdeki suç hareketleri sosyal zulümden, baskıdan dolayı değil, alt sınıfların zayıf aile yapısının bir tezahürü olarak ferdin yetersiz sosyalleşmesinden dolayı ortaya çıkmaktadır. Başka bir deyişle sosyal yapı suç vakıasını ve dolayısıyla da suçlu kimliğini üretmektedir. Bir diğer sosyal problem de işsizlik neticesinde yaratılan işsiz kimliğidir. İşsizlik karamsar, sorumluluktan kaçan, içe kapanık bir psikolojik hale sebep olmaktadır. Çalışmayan kesim olarak ele alındığında iş bulamayanlar, çalışma çağının dışında olanlar ve bunların ailelerinden oluşan oldukça büyük bir kitleyi etkilemektedir. İşsizlik gelir düzeyini düşürmekte, eğitimi engellemekte, aile düzenini sarsmakta ve sosyal ilişkileri bozmaktadır. Böyle bir çevrede sağlıklı sosyalleşme beklentisi oldukça zordur. Ayrıca, Batı dünyasında çalışabilir nüfusun genel nüfus içindeki oranı hızla düşmekte ve artan yaşlılar kitlesi büyük bir problem olarak ortaya çıkmaktadır. Sosyal yardımlaşma, sosyal borçtan ortaya çıkan görev duygusu ihmal edilmektedir. Sosyal dayanışma sistemi bu yönde bir sosyalleşme ile kurulabilir.[3] Ayrıca, böyle bir borcun inkârı karşılıklılık sürecini sekteye uğratmaktadır .[4] İşsiz ve malî yönden zor durumdaki ebeveynin ailelerinde de çocukların sosyalleşmesi büyük problemlerle karşılaşmaktadır. Her şeyden önce ekonomik zorluklar ebeveynin çocukları yetiştirmekteki tutumlarını olumsuz etkilemektedir.[5] Yukarıda kısaca değinilen problemler, yanlış sosyalleşmiş ve bunalımlı bir kesimin yeniden sosyalleşmesini gerektirmektedir. Yeniden sosyalleşme veya gurup sosyalleşmesi, kendine has metotlarla hataların çözümlendiği programların yaygın eğitim yoluyla aktarılmasını sağlamaktadır. Belirli problemler çerçevesinde benzeri niteliklere sahip bir gurup insanın bir araya gelerek ortak bir amaç doğrultusunda sosyalleşmeleri gurup sosyalleşmesidir. Gurup içindeki üyeler, problemin çözümü doğrultusunda rol yüklenmektedirler. Bazı yazarlar bu tür gurupların zararlı olduğunu, bir tür beyin yıkama formuna dönüştüğünü belirtmektedirler.[6] Ancak, benzeri programlar toplumun pek çok kesiminde uygulanmaktadır. Meselâ, zenci kesiminin halihazırdaki sosyalleşme tarzları neticede problemli kitleler ve büyük sosyal patlamalar yaratmaktadır. Los Angeles ayaklanması bir kesimin , farklı yaşama şartlarının neticesidir. Bu kesimleri müessir ve yeni bir kimlikle tekrar sosyalleştirmek için belli bir unsurun veya koordineli olarak birkaç unsurdan teşkil ettirilmiş merkezi temaların esas olduğu sosyalleşme programları düşünülmektedir. Eğitim programları, doğrudan ferdî kaynaşma, ırk bilinci eğitimleri, ve politika guruplarının yapılanmaları gibi unsurları amaçlayan sosyalleştirmeler yoluyla bu kitleler yeniden düzenlenmeye çalışılmaktadır .[7] Yetişkinler ve çocukların birlikte oluşturdukları guruplar, pek çok sosyal problemin düzenlenmesi için, eğitim kurumlarının yanı sıra, düzenli ve yaygın eğitim programları uygulamaktadırlar. Bu problemler yeni nesillerin fizikî olarak deforme olmasından, televizyonun sebep olduğu aktivite bozukluğuna, yüksek boşanma oranlarından suçluluğa kadar mevcut bütün problemler alanına yayılmış gözükmektedir. Bu sınıflarda uygun eğiticiler, çocuklar ve yetişkinler için probleme yönelik sosyalleştirme faaliyetleri yapmaktadırlar.[8] [1]J. Marzollo, "How they learn best (four year olds).", Parents. v. 63, Jan. 1988, s. 102-6. [2]Magnet-Myron. "Rebels with a cause (blaming society for inner city crime).", National Review. v. 45, Mar. 15, 1993, s. 46-50. [3]M. H. Cantor, "Families: a Basic Source of Long-Term Care for the Elderly.", Aging. no.349, 1985, s. 8-13. [4]E. A. Wynne, "Will the Young Support the Old?", Society. v. 23, Sept./Oct. 1986, s. 40-7. [5]R. Goldsmith, The Effects of Parental Employment Status, Dissertation (Ph.D.) The University of Michigan, 1986, s.31. [6]D. Hurley, "Getting help from helping.", Psychology Today. v. 22, Jan. 1988, s. 62-4. [7]R. Majors ve J. Mancini, "Rescuing the black male." The Futurist. v. 26, Sept./Oct. 1992, s. 50-1. [8]M. Bloom, "Shake, Rattle, and Roll ." New York. v. 20, Nov. 23 1987, s. 72-87.
  3. Özet Günümüzün felsefesi denilince ilk akla gelecek olan postmodernizmdir. O, çürüyen kapitalizmin felsefesi olarak bir dekadanslığı simgeler. Bununla birlikte, burjuva felsefesinin rasyonalizm ve pozitivizm gibi ana damarları (türevleriyle birlikte) post modernizmle aynı temel referanslara sahiptirler. Kesinlik, mutlaklık, özcülük eleştirileriyle göreliyi mutlaklaştıran, şüpheciliğe, bilinemezciliğe kapıyı ardına kadar açan, mistik idealist görüşlere davetiye çıkartan onlardır. Bu akımları ortak bir payda, belirsizlik felsefeleri kavramı etrafında toplamak mümkündür. Bilimlerin olguları açıklamaya yetmediği savı, felsefedeki geriye doğru kırılmanın başlangıcını oluşturmakta; bu, toplumsal koşulların günümüzdeki kaotikliğinden de beslenen bilinç bulanıklığı ile buluşup derinleşmektedir. Yazı, doğabilimsel yeni bulguları ve karmaşık toplumsal süreçleri açıklama güç ve yeteneğine sahip felsefenin diyalektik ve tarihi materyalizm olduğu savına sahiptir. Bu sav, modern bilimlerdeki gelişmelerin ve toplumsal süreçlerin çözümlenmesinde açıklayıcı argümanlara dayandırılmakta, felsefede günümüzde ayrım ve tartışma konusunu oluşturan sorunlu noktalara girilmektedir. Yazı bu temelde, sadece kendi savını kanıtlama gibi bir amaç gütmemekte, doğabilimsel ve toplumsal olgu ve süreçleri dayanılan felsefenin gelişimi açısından inceleyip değerlendirmektedir. Günümüzün felsefesi Günümüzün felsefesi denildiğinde akla ilk gelecek olan postmodernizmdir. Siyasetten sanata, toplumsal ve bireysel yaşamın her alanına egemen olan yüzeyselleşmenin, ilke ve öz yoksunluğunun felsefi açıklanışı postmodernizmdedir. Parlak neon ışıkları altında, yüzüne üç kat tekno-boya sürülerek kraliçe tacı onun başına konmuştur. Tacın postmodernizmin başına takılmasıyla emperyalist kapitalizmin kriz, yeniden yapılanma ve küreselleşme süreçlerinin kaotikliği arasında bulunması (yakalanması) hiç de güç olmayan bir bağlantı bulunmaktadır. Sermayenin birikim/değerlenme süreçlerindeki zorlanmalar, mali sermayenin asalaklığındaki artış, krizler, üretim süreçlerinde deregülasyon, sınıf mücadelelerindeki gerileyiş, küresel düzeyde, hemen her alanda ve her ülkede yeniden yapılanma, neoliberal postmodern “yapıbozumcu” tezler (”büyük anlatıların geçersizliği”, “ideolojilerin sonu”, sınıfların, sınıf mücadelelerinin, tarihselliğin reddi, aile-birey-cemaat; öteki, alt kimlik, sivil toplum, yönetişim kavramlarının bunların yerine geçirilişi) arasındaki ilişki rastlantı olmadığı gibi, çok dolayımlı da değildir. Nesnel sürece yüklenen öznel amaç, toplumsal atomizasyonun her alanda ve her düzeyde derinleştirilmesi, tikelleştirme ve tekilleştirme, çelişki ve karşıtlıkların sistem içerisinde uyumlulaştırılması, sömürülen ve ezilen sınıf ve halkları alternatifsiz, umutsuz ve geleceksiz bırakma, günümüzün egemen burjuva felsefesinin görevinin son derece işlevsel ve dünyevi olduğunu gösterir. Postmodern felsefe, popülarize edilerek (popülerleştirilerek) sanattan politikaya, kültürün bütün alanlarına, gündelik yaşama taşınmış, krizler; teknolojik gelişim ve küresel genişlemenin toplum ve bireylerin yaşamındaki tüm yansımalarının farklı gösterme ve biçimlerin farklılaştırılmasıyla kabul ettirilmesinde odaklanmıştır. Politikadaki amorflaşmanın, ilkesizlik ve şekilsizliğin (geleneksellik ile modernist eğilimin bir araya getirilmesi; “Üçüncü Yol”, “Sosyal Liberal Sentez”; “sivil toplumcu” argümanlar) felsefi tabanını en açık burada görebiliriz. Tarihsel içkinlik kazanmış en temel insanal değerler dahi yıkılarak tüm nitelik ve özellikler ticari değer üzerinden ölçülüp ona tabi kılınırken, katmanlı bir egemenlik oluşturulmuş, hayaller dahi ele geçirilmişken, bireylerden söz etmek bir ironi bile olamaz. Bireyler, yabancılaşmanın çarpımsal gelişimi içerisine sokulmuştur; öz ve değer yoksunluğu ile şekilsizleşme, öte yandan bireyin içe kapalı kendi başınalığı bireyin özgürleşmesi olarak sunulmaktadır. Özne olma olanağından yoksun kalmış bireyler, postmodern bireyselliğin yüzeyselliği ile varoluşçuluğun bunaltı sarkacında ve hazcı kaçışlar arasında gidip gelmektedirler. Sınıfsallığını ve toplumsallığını red etmişken mutlaklığının içerisine düştüğü çukurdur bu. Postmodernizm çürüyen kapitalizmin felsefesi olarak bir dekadanslığı simgeliyor olsa da, felsefedeki çöküşün sorumluluğu bütünüyle ona ait değildir. Burjuvazinin gelişim çağında çıkıp, ana damarlarını oluşturan felsefeleriyle aynı idealist temele sahip olunduğu gibi, günümüzde dayandıkları temel referanslar da aynıdır. Postmodernizm, “Nesnel gerçek diye birşey yoktur” (Derrida) savına varmıştır fakat, kesinlik ve mutlaklık, özcülük eleştirileriyle göreliyi mutlaklaştıran, şüpheciliğe, bilinemezciliğe, belirlenemezciliğe, plüralizme kapıyı ardına kadar açan mistik idealist görüşlere davetiye çıkartan burjuva felsefesinin ana akımları değil midir? Bilimlerin olguları açıklamaya yetmediği savı, geriye doğru kırılmanın başlangıcını oluşturmakta, toplumsal durumun günümüzdeki kaotikliğinden de beslenen bilinç bulanıklığı ile buluşup derinleşmektedir. Bundan dolayı onları ortak bir payda üzerinden değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Belirsizlik felsefesi, günümüzdeki burjuva felsefelerinin özelliklerini açıklayan en uygun ve doğru nitelemedir. Bu niteleme, bir, hatta birkaç felsefi akımın tanımlanması ve adlandırışıyla sınırlı değildir. İdealizm kampında yer alan felsefi akımlarla birlikte, farklı orijinden gelen kaba materyalizm temelinde gelişenleri de içermekte, diyalektik materyalizm dışında kalan felsefelerin günümüzdeki buluşma noktasını belirleyip tanımlamaktadır. (Çıkış noktalarının, geliş biçimlerinin farklılığından, yoğunluk farkından, belirsizliğin her daim içerili olduğundan söz edilebilir; bunlar doğru da olsa, tanımın yapılmasının nedeni, belirsizliğin, bu felsefelerin ortak buluşma noktasını oluşturması, birçoğunun da görüşlerinin merkezine onu yerleştirmiş olmalarıdır. ) Şüphecilik, bilinemezcilik, belirlenemezcilik, maddenin kaybolduğu, nedenselliğin olmadığı, görelikçi, olasılıkçı yaklaşım, imancılık, mistisizm, irrasyonalizm vb. vb. birçok felsefi akımın birine ya da birkaçına sarıldığı bu kavramlar, neden ya da sonuç olarak, doğrudan yada dolayımlı belirsizlik kavramıyla ilişkilidirler. Doğabilimsel yeni bulguların açıklanışı, onlara yaklaşımda da bir farklılık ve sıçrama gerektirirken, bu gelişimle çelişen, hatta tümüyle ters yöndeki çıkarımlarla, içerisinde bulunulan tarihsel dönemin (toplumsal koşulların) kaotik görünümü belirsizlik felsefelerine temel oluşturmaktadır. Geçen yüzyılın başından itibaren doğabilimsel gelişmelerin geldiği düzeyde yeni yaklaşımlar gerektiren sorunların varlığı ile tarihi toplumsal gelişimin az çok istikrarlı, düzenli bir seyir izlediği önceki dönemden farklı olgu ve gelişmelerin yer aldığı karmaşık bir sürecinin içerisinde olunuşu, idealist felsefenin ana damarlarını oluşturan rasyonalist ve pozitivist felsefelerin her iki alandaki gelişmeleri açıklamadaki yetersizliklerini belirgin olarak açığa çıkarmıştır. Kuantum fiziği alanına geçişte fiziğin, kaos problemlerinin çözümünde matematiğin krizi, evrimin fizyolojik, biyolojik süreçlerinin açıklanmasındaki zorlanmaların bir sonucu olarak bilimlerin olguları açıklamaya yetmediği görüşüyle birlikte felsefede de geriye doğru bir savrulma, kırılma ortaya çıkmıştır. Kaba deterministik yaklaşımlar, tek yönlü etki-tepkiye dayalı nedensellik, hareketin tek biçimli ve doğrusal kavranışı, kesinlik ve mutlaklık arayışları, yerlerini kesinsizlik, belirsizlik, nesnelliğin olmadığı gibi görüşlere bırakmış; görelilikçi, olasılıkçı, şüpheci nitelikte, sonrakine bir adım mesafede duran, iç içe geçen ara akımlarla, hemen ötesinde yer alan, mistik, irrasyonel, nesnel gerçek diye bir şey yoktur diyen idealist ve metafiziksel felsefelere doğru geri sıçramıştır. Matematiksel, mantıksal pozitivizm, eleştirel usçuluk gibi türev felsefelerin bilimler üzerinden hatta kimi diyalektik kategorileri kullanarak ileriye doğru bir devamlılık oluşturma yönelimi ise köklerinin sınırlarına dayanmakta, eklektisizmden öteye geçemedikleri gibi geriye doğru kırılmaktadırlar. Bu noktada öncelikli sorun, materyalizmle idealizm arasındaki kamplaşmanın temel ayrım konusunu oluşturan felsefenin temel sorusunun doğru yanıtının verilmesindedir. Bu felsefeler, materyalizm yönünde net bir yanıt oluşturmadıkları gibi pozitivizme de temel oluşturan Kant’ın eklektik ve agnostik görüşüyle, Kartezyen düalizmine takılıp kalmaktadırlar. Aşma ise nedensellik ilkesinin reddiyle birlikte geriye doğru olmaktadır. Şüpheci-kesinliksizci-belirlenemezci, olasılıkçı, plüralist, öznelci yaklaşımlar, duruşlarını, modern bilimlerdeki yeni olgularla açıklamaya çalışsalar da bu takılma noktasından bir anda idealizm kampına sıçradıkları, eksik olanı o taraftan tamamladıkları görülür. Yanlış, eksik, bilerek çarpıtılmış, bilimselliğini kaybetmiş argümanlarla idealist mistik, irrasyonel görüşler hayret uyandıracak bir korelasyonla bir araya getirilmektedir. Siyasal ve toplumsal alanda öznelliğin, ilkesizliğin, farklı gerçeklikler olabileceğinin ve plüralizmin popüler kavramı “hem, hem de”dir. Bireyselliğin yüceltilmesinden, sivil toplumculuğa birçok görüşün felsefi tabanına bu görüş yerleştirilmektedir. Diyalektik, değişimin sürekliliği içerisinde farklılığı, bir şeyin hem kendisi hem de başka başka bir şey olmasını kabul eder. Belirli bir nitelikselliğin içerisinde farklı nicelik düzeylerinin varlığını da. Diyalektik, formel mantığın a = a’dır kuralını, bir şeyin hem kendisi hem de başka bir şey olamayacağını söyleyen metafizik özdeşlik ilkesini ise reddeder. Engels, doğabilimsel bulgulara işaret ederek, kaba ayrım ve sınıflandırmalarda bulunmanın yanlışlığını belirtiyor, diyalektik bir ilişkilendirmeyle “Ya bu, ya o” demenin yanında, “Hem bu, hem o” demenin olanaklılığını açıklıyordu. Felsefe açısından yeni keşfedilmiş bir gerçek değildir bu! Şimdi yapılan ise, mutlaklığın reddi adına tersi yönde bir mutlaklaştırma, görelinin mutlaklaştırılmasıdır. Madde ve hareketin değişim sürekliliği, geçişleri farklı düzeyleri, çeşitlenmeleri içerir ve bu “Hem bu, hem o” diyebilmenin olanaklılığını ortaya çıkartır. Bununla birlikte, madde ve hareketin niteliksel ayrımla belirlenen farklı düzeylerdeki biçimlenişleri ve onu oluşturan, karakterize eden özsel ve temel nitelikleri vardır. Bunlar aynı zamanda bir kararlılık ve denge durumunu oluştururlar. “Ya bu, ya o” demenin olanaklılığı da buradadır. Olasılıklar; doğada ve toplumsal süreçlerde kaossal sorunların varlığı belirsizlikçi, bilinemezci görüşlerin bir başka dayanma noktasıdır… Olasılıklar, gerçekleşebilirlik düzeyleri, olanaklılık durumlarıyla bağıntılı değerlendirilirler. Madde ve harekete içkin ve objektif karakterlidirler. Olasılıkların varlığı, çok yönlü etkileşime bağlı değişken durumların ortaya çıkabilmesindendir, nedensellik bağını ortadan kaldırmaz. Maddenin içsel yapı ve hareket özellikleriyle, bir başka zorunluluğun ürünü olan raslantının etkileşimlerinin içerisinden belirir. Bu ancak diyalektik hareketin bütünlüğü içerisinde diyalektik ilkelerin yanı sıra, olanak/gerçeklik, raslantı/zorunluluk kategorileriyle birlikte anlaşılır. Ki bu bize, öngörü ve kestirimde bulunabilme olanağını kazandırır. Doğadaki (fizik, matematik, iklim) kaossal olaylar, istatistiksel yöntemler, olasılık hesapları, birleştirimli (?) kavramlarla çözümlenebilmektedir. Bilimlerin olguları açıklamakta yetersiz kaldığı savının aksine, modern bilimlerin yeni bulgularının, ara ve alt bilim dallarının ortaya çıkışının da gösterdiği, maddeye içkin olanın derin bilgisine ulaşma yönünde büyük bir ilerleme olup, maddeyi hareketsel özellikleri içerisinde, geçiş durumları, etkileşimleri, hareketin iç içe geçmiş biçimleri ve bunların oluşturduğu yeni formlarla kavramakta bir sıçrama gerçekleşmiştir. Kuantumlar, atom ve moleküler yapılar, kütle ve enerji eşdeğerlik ve dönüşüm ilişkisi, evrimin inorganik ve organik geçiş ve canlı oluşumlarıyla bakteriyel düzeyden ve biyogenetiksel gelişimiyle açıklanışı; görelilik kuramının ışığın hızı/hareketi, kütle çekişi ve zamana ilişkin bulguları; düşüncenin yüksek örgenlikte bir madde olan beynin ürünü olduğunun, beynin moleküler yapısının ve farklı beyin bölgelerinin işlemlerinin, beynin sinir sistemlerine gönderdiği elektro-kimyasal iletilerin görüntüleme teknikleri ve deneysel gözlemlerle kanıtlanması…. Farklı bilim dallarının konusu olan nesnel gerçekliği şu ya da bu yönüne ilişkin kopuk ve ayrı duran bilgilerimiz, sağlanan gelişmeyle bağlantılı bir bütünlük oluşturmaktadır. Dünya/evren, öncekinden kat be kat fazlasıyla bilinebilirdir. Bilgilerimiz, dünyanın/evrenin, olduğu gibi, hiçbir şey katmadan kendisiyle açıklanabilirliğini -materyalizmi- doğrulayıp, idealist monistik ve ikici yaklaşımları da mahkum etmektedir. Maddenin farklı formları arasındaki geçişler, enerji dönüşümleri, olgu ve süreçler arasındaki ilişkiler, gelişimin diyalektiğini ve doğadaki hareketin şeklinin diyalektik olduğunu göstermektedir. Özbilinmezliğe alan bırakmayan, karşıtlar ilişkisinin diyalektiğini gösteren, iç hareket ve çok yönlü etkileşimler içerisinde nedenselliğin belirimine de açıklık kazandırarak mekanik, kaba deterministik, kaba materyalist yaklaşımların yanlışlığını da açığa çıkartan bilimsel bulgulardır bunlar. Doğa bilimlerinin yeni bulguları, felsefenin çözmeye uğraştığı, alan içi tartışma ve ayrım konusunu oluşturan temel ve kaotik soruları yanıtlarken, önceki felsefelerle bilimler arasındaki varolan çelişkiler ve karşıtlık, diyalektik materyalizmle aşılmaktadır. Diyalektik materyalizmle tarihsel toplumsal olay ve süreçlerin parçalı, tekil, rastgele açıklanışından tüm insanlık tarihinin aşamalarıyla ve kesintisiz olarak tarihselliği içerisinde kavranışını olanaklı kılan, ekonomik toplumsal gelişim yasaları ve sınıf mücadelelerine bağlı açıklanışına, devrimci bir sıçrama gerçekleşmiştir. Gelişmeler, felsefedeki ayrımın, kabaca materyalizm mi idealizm mi biçiminde ifade olunamayacağını da göstermektedir; bu bir ilk soru ve ayrım ekseni olsa da, kaba materyalist, ampirik olgucu yaklaşımların metafiziğe alan açmaları ve kendilerini o yönde tamamlama eğilimi, diyalektiksiz bir materyalizm olamayacağını, keza bilimsel olgulardan hareket etme iddialarına, hatta başlangıç durumlarının bu olmasına karşın, maddeye içkin olanı, bulunduğu ortamsal ilişki içerisindeki etkileşimlerini ve oluşan değişimi çözümleyemeyerek, karşı yönde, soyut, imsel, dilsel ve matematiksel, yer yer diyalektiğe yaklaşan yöntemler geliştiren idealist felsefelerin varlığı nedeniyle materyalizmsiz diyalektiğin olmayacağını, diyalektik materyalizmin -diyalektiğin ve materyalizmin- biri olmazsa diğeri de olmaz, bir bütünlük ve bağıntılılık içerisinde kavranılışının zorunluluğunu göstermektedir. Hareketin tüm şekillerini, etkileşim ve değişimlerini içerecek bir madde, maddenin hareketsel özellikleri içerisinde kavranılışıdır bu. Diyalektik materyalizm, doğa/insan, toplum/birey ilişkilerinin tarihi ekonomik toplumsal koşulları içerisinde, sınıfların ve bireylerin, ekonomik, sosyal, sınıfsal, siyasal, kültürel davranış ve eylemlerinin eklektik ve kaba ayrımlara gidilmeden diyalektik bütünlük ve karşılıklı etki ve bağıntılarıyla, tarihselliği içerisinde organik olarak, farklı yön ve özgünlükleri de içerecek (gözardı etmeyecek) şekilde verilmesi -diyalektik kavrayışın bu gelişkinliğiyle olanaklıdır… Tarihsel materyalizm. Tarihi toplumsal olay ve süreçlerin sadece yasalarla sınırlandırılarak en genel çizgilerin içerisinde açıklanması durumu, genellik taşıyacağı gibi, zorunlulukların yanı sıra raslantısallıkların da etkin olduğu özgünlük içeren süreçleri açıklamakta zorlanır. Bunun için, eksik bir diyalektik kavrayışının ötesine geçilerek diyalektiğin sağladığı zengin olanaklardan yararlanılmalıdır. Çok yönlü etkileşimlere bağlı neden-sonuç ilişkisi, özsel ve belirleyici olan temel faktörlerle birlikte, gelişim ve nihai sonuç üzerine etkide bulunabilen, yön değişimine yol açabilen faktörlerin, raslantı ve istatistiki olasılığın unsurları ile değerlendirilebilir oluşu, tarihi olay ve süreçlerin, tüm yönleriyle, özgünlükleri de içerecek biçimde açıklanabilmesinin bilimsel olanağını sunmaktadır. Bu, kaba tarih yorumlarının aşılarak tarihsel bilginin gerçeğe uygunluk ve anlaşılırlık düzeyini yükselttiği gibi, olasılıklar içerisinde olanaklılık durumlarını, gerçekleşebilirlik düzeylerini değerlendirerek, bilimsel öngörü ve kestirimde bulunabilme olanağını da kazandırır. Tarihsel perspektifin bu temel üzerinde gerçekleşen gelecek öngörüsü bir kehanet olmayacaktır. Tarihsel olay ve süreçlerin bu ele alınışı, “tarihsicilik” “ekonomisicilik” (Karl Popper, vd.) “meta anlatıları” (postmodernizm) eleştirilerine bir yanıt oluşturduğu gibi, tarihin kaba materyalist, indirgemeci yorumlarından da ayrılır. Bunun dışında, tarihsel olay ve süreçlerin, özgünlüklerini öne sürerek tikelleştirici açıklanışı öznel bir tarih yorumu olmanın ötesine geçmez. Gelecek için öngörüde bulunma ve perspektif sunabilme olanağından da yoksundur. Günümüzde birçok felsefi akım, kaos belirsizlik ve bunlardan çıkarsanan kavramlar etrafında dönmektedir. Bilimlerin önceki düzeyinde, madde ve hareketin basit gözlemlenebilir, doğrusal biçimleri söz konusu iken basit mantık kategorileri bunları açıklamakta kısmen yeterli olabiliyordu. Bugün ise bu tümüyle olanaksız hale geldi. Sıçrama ve altüst oluşları içeren tarihi toplumsal süreçler için de geçerlidir bu. Bunların açıklama güç ve yeteneğine sahip olan tek felsefe, diyalektik ve tarihi materyalizmdir. Diyalektik ve tarihi materyalizm, sadece doğa ve toplumsal gelişim süreçlerinin açıklanışının değil, bunlara bilinçli etkin müdahalede bulunabilme ve dönüştürebilmenin olanaklarını da vermektedir.
  4. İstanbul

    Mantıksal Pozitivizm

    Mantıksal pozitivistler ya da Yeni Pozitivistler olarak da adlandırılan Viyana Çevresi’nin başlıca temsilcileri; Moritz Schlick, Rudolf Carnap ve Otto Neurath’tır. Viyana Çevresi’nin en temel öğretisi doğrulamacılıktı: “Herşey doğrulanabilirlik ilkesi denilen ve Schlick tarafından ‘bir önermenin anlamı onun doğrulama yöntemidir.’ diye özlü bir biçimde dile getirilen, ilkeye bağlıydı” (Magee, 1979: 175). Ayer bunun iki anlamı olduğunu söyler: “Birincisi, deney ve gözlemle -duyusal gözlemle- doğrulanamayan her şeyin anlamsız olmasıydı. (…) İkincisi ise, önceleri Schlick’in yorumladığı biçimde, bir önermenin anlamı onu neyin doğrulayacağını söyleyerek betimlenebilir olmasını gerektiriyordu” (Magee, 1979: 176). Görüldüğü gibi Mantıkçı Pozitivizm’in temel sorunu “anlamsızlık”tır. Onlara göre metafizik olan, gözlemle doğrulanamayan her şey anlamsızdır. Carnap anlamsızlığı iki sınıfa ayırır. Birincisi “sözdizimi (sentaks) bakımından doğru kurulmuş önermelerde anlamsız sözcükler yer alır -bununla şu da öne sürülmüş olur: bu gibi sözcükleri içinde bulunduran tüm tümceler için de doğrulama koşulları verilmemiştir” (Akarasu, 1979: 160). Bu anlamsız sözcüklere örnek olarak, “mutlak”, “koşulsuz olan”, “gerçekten varolan”, “hiçlik”, “evrentemelli” vb. sözcükleri verir. “Anlamsızlığın ikinci sınıfı şurada bulunur: Anlamlı deyimler sözdizimi bakımından bozuk bir biçimde biraraya getirlirler. Bu çeşitten anlamsızlığa örnek ‘Sezar bir sayıdır.’, ‘kırçiçeği bir hayvandır’” (Akarsu, 1979:161). Metafizik önermeler daha çok Carnap’ın ayırdığı anlamsızlığın birinci sınıfına dahildir. Carnap’a göre metafizik sorunlar görüntü-sorunlardır. Başka bir ifadeyle sorun dahi değillerdir, çünkü bunlar anlamsızdır. Örneğin biri gerçekçi (realist) öteki idealist ya da tekbenci (solipist) iki coğrafyacı olduğunu düşünelim. Her ikisi de Brezilya’nın ortasında belli bir gölün olup olmadığını araştıracaklar. O bölgeye yapılan bilimsel bir gezi ve empirik araştırmalar sonucu gölün mevcut olduğunu ve gölün coğrafi durumunu, derinliği, yüzölçümü vb. ölçümleri alıyorlar. Bu iki araştırmacının bu ölçümlerde bir karşıtlığı bulunmayacaktır. “Ama eğer (…) biri gölün yalnızca var olmakla kalmayıp ayrıca bilinçten bağımsız bir gerçekliği olduğunu öne sürerse, buna karşılık tekbenci de böyle bir gerçeği yadsırsa, her ikisi de artık empirik araştırmacı olarak değil, metafizikçi olarak konuşuyorlar demektir” (Akarsu, 1979:161). Empirik araştırmalar bitmiş olduğundan ve bu görüş ayrılıklarını karara vardıracak hiç bir yol olmadığından, gerçekçi sav da solipist sav da anlamlı olarak kabul edilemez sonucuna varılır.
  5. İstanbul

    Oryantalizm

    Oryantalizm, Yakın ve Uzak Doğu toplum ve kültürlerinin, dilleri ve halklarının incelendiği batı kökenli ve batı merkezli bir araştırma alanlarının tümüne verilen ad. Terim, kimi çevrelerde 18. ve 19.yüzyıllardaki Avrupa emperyalizmi döneminin zihniyeti tarafından şekillendirilmiş Amerikalı ve Avrupalıların Doğu araştırmalarına işaret etmekte kullanılarak olumsuz bir yan anlam kazanmıştır. Bu anlamda oryantalizm Doğu kültür ve halklarının önyargı dolu ve bu kültürlere yönelik dışarıdan yorumlarını işaret etmektedir. Terimi bu bakış açısından ve olumsuz manada kitaplarında -özellikle de Orientalism (1978) kitabında- kullanan en ünlü kişi Edward Said'dir. Bernard Lewis gibi batılı akademisyenler ise Said tarafından kelimeye yüklenen bu olumsuz imaları eleştirmişlerdir. Oryantalizmi daha radikal boyutta inceleyen Türk aydınlarından Ömer Baharoğlu, oryantalizmin Batı'nın emperyalist eylemlerine katkıda bulunan bir kurgu olduğunu aslında hiç masum bir imgelem veya disiplin olmadığını ve Batı'nın dünyanın değişik coğrafyalarına sızma girişimlerinin fikri/bilimsel/kültürel altyapısının oryantalizm tarafından teçhizatlandırıldığını söylemektedir. Biricik gerçeklik ise oryantalizmin resmi veya gayrı resmi başlangıcından itibaren tümüyle yüklendiği ve bugün hala aynı şevkle uygulanabilirliğini artırmaya çalıştığı görev ,emperyalizmin Doğu coğrafyalarına sızma girişimini meşru ve kolay hale getirmektir. Yani neticede masum gibi görünen ama hiç de masum olmayan bir fikirler ve çalışmalar kompozisyonu olan oryantalizm; özellikle 18-19. yüzyıllarla birlikte emperyalizmi meşrulaştırmak amacıyla ortaya çıkan sosyal bilimlerden sosyoloji, hukuk ve ekonominin de temel fikri alt yapısını hazırlamıştır. Terimin Anlamı Oryantalizm kelimesi güneşin doğuşunu ifade eden Latince Oriens kelimesinden türetilmiş ve coğrafi manada Doğuyu işaret etmekte kullanılmıştır. Kelimenin karşıtı genel bir kullanımın kazanmamış olan Occident'dir. Roma İmparatorluğu döneminde henüz Uzak Doğu kültürleri tam olarak bilinmediğinden günümüzde Orta Doğu denilen bölge Doğu olarak görülmekteydi. Doğu ile ilgili anlayışlar Batılı kaşiflerin Asya'nın içlerine yaptıkları seyahatlerle değişmeye başladı. Oryantalizmin Doğuşu 18.yüzyıl Aydınlanma düşünürleri bazen Doğu kültürlerinin Hristiyan Batı önünde üstünlüğünü savunmuşlardır. Voltaire örneğin Zerdüştlük inancını araştırmaya onun Hristiyanlığa üstün olan rasyonel Deizm'i desteklediği inancıyla teşvik etmiştir. Bazıları İslam ülkelerinde Hristiyan Batı'nın aksine var olan dini hoşgörüyü ve Mandarin Çin'indeki bilginliği övmüşlerdir. Abraham Anquetil-Duperron Zerdüştlüğün kutsal metinleri Avesta'yı tercüme etmiş, William Jones Hint-Avrupa dilleri üzerinde yaptığı araştırmalarda Doğu ve Batı kültürlerinin birbirine karıştığı ilk dönem tarihi bağlantıları ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte bu gelişmeler Fransa ve İngiltere arasındaki Hindistan'ın kontrolü konusundaki çekişme ortamında ortaya çıkmıştı ve sömürgeleştirilmiş kültürleri onları daha etkili kontrol etme amaçlarıyla ilişkiliydi. James Mill gibi liberal iktisatçılar Doğu ülkelerini medeniyetlerinin statik ve yozlaşmış oluşuyla küçümsemekteydi. Karl Marx bile "Asya modeli üretim"in değişmezliğinden söz etmekteydi. Hristiyan evanjelistler ise Doğu dini geleneklerini hurafe (superstitions) görerek yermekteydiler. Budizm ve Hinduizm üzerine ilk ciddi Avrupa kökenli araştırmalar Eugene Burnouf ve Max Müller gibi bilginlerce yapılmıştı. Aynı dönemde İslamiyetle ilgili ilk ciddi araştırmalar yapılmaya başlandı. 19.yüzyılın ortalarında "Oriental Studies" (Doğu Araştırmaları) akademik bir disiplin olarak ihdas edildi. Yine de akademik araştırmalar geliştikçe "anlaşılmaz" ve "hilekar" doğulu gibi ırkçı tavırlar ve yaygın klişeler de artmaya başladı. Doğu sanatı ve edebiyatı hala "egzotik" ve Klasik Yunan-Roma ideallerine göre düşük görülmekteydi. Doğunun politik ve iktisadi sistemlerinin genellikle feodal "doğu despotizmi" şeklinde olduğu ve kültürel ataletiyle ilerlemeye engel olduğu düşünülmekteydi. Pek çok eleştirel teorisyenler Oryantalizmin bu biçimini beyaz adamın daha geniş, ideolojik sömürgeciliğinin bir parçası olarak görmüşlerdir. Edward Said'in Görüşleri Orient (Doğu) tabiri Doğu'yu Batılı öğrenim, Batılı bilinç ve Batı imparatorluğu alanına taşıyan politik güçlerce çevrelenen temsiller sistemine işaret eder. Doğu (Orient) Batılı için vardır ve Batı ile ilişkisin içinde ve onun tarafından inşa edilir. O, Batı'ya yabancı olan diğeri (Other) ve onun altı (inferior) olanı yansıtan bir aynadır. Orientalism Doğu'ya ilişkin ideolojik önyargılar ve perspektiflerin hakim olduğu, düzenlenmiş (veya Doğululaştırılmış-Orientalized) yazı, vizyon ve araştırma tarzıdır. O, tüm düşünce ve araştırma alanı tarafından ifade edilen 'Doğu' imajıdır. Oriental bu tip düşünmeyi temsil eden kişidir. Erkeği feminen, güçsüz ama yine de garip bir şekilde Batılı, beyaz kadını tehdit eden kişi olarak tasvir edilir. Doğulu kadın ise çarpıcı derecede egzoteik ve hakimiyet altına alınmaya isteklidir. Doğulu kültürel ve ulusal sınırları aşan bir klişedir. Gizli Oryantalizm bilinçsizdir, Doğunun ne olduğu hakkında belirsiz bir kesinliğe sahiptir. Onun temel içeriği statik ve belirlidir. Doğu ayrı, egzantirik, geri, farklı, tensel ve pasif görülür. Despotizme eğilimli ve ilerlemeden uzaktır. Onun ilerlemesi ve erdemi hakkında Batı ile karşılaştırmalı ve Batılı terimlerle hükme varılır ki o her zaman ötekidir, aşağıdır ve fethe açıktır. Dişil bir nüfuz edilebilirlik ve kaygısız bir uysallık sergiler. Açık Oryantalizm ise üzerine konuşulan ve eylemde bulunulan şeydir. Doğu hakkında değişen enformasyon ve bilgiyi ve Oryantalist düşüncede politik kararları içermektedir. O, Gizli Oryantalizmin söz ve eylemde ifade edilen halidir. Sanat ve Edebiyatta Oryantalizm Doğulu Stillerin Taklidi Rönesans'dan 18.yüzyıl Batılı tasarımcılarına kadar Batı'da Çin seramikleri taklit edilmeye çalışılmış ve bunda da kısmen başarılı olunmuştur. Chinoiserie terimi Batı Avrupa'daki dekorasyonda kullanılan Çin temaları modasını ifade etmektedir. Ortaçağ, rönesans ve barok sanatlarında Kuzey Afrika Müslümanları ve Türklerin tasvirlerine rastlanmaktadır. Bu eserlerde Doğu egzotik ve yozlaşmış, şehvet düşkünü gösterilmektedir. Viktoryen İngiltere'nin Hristiyanlığın etkisiyle tensel olan her şeye karşı gösterdiği önyargı ve İslam ordularının Hristiyan dünyayı tehdit ettiği inanışından beslenen İslam düşmanlığı sözkonusu eserlerde bugün çeşitli çevrelerde hâlâ devam eden bir Doğu mitinin doğmasına yol açan temaları kullanılmasının önünü açmıştır. Fransız Resim Akademisi yöneticisi Jean Auguste Dominique Ingres'in Türk Hamamı tablosu Doğu'yu erotikleştirmiş ve Batı'da herkesçe kabul edilen kadın formlarını genelleştirmiştir. Sanatta oryantelleştirilmiş imajlar 20.yüzyılın ilk yarısında bile var olmaya devam etmiştir. Bunun örneklerinden biri de Matisse'nin oryantalist çıplak tablolarıdır. Bu eserlerde Doğu ekseriyetle Batı kültürünün bir aynası olarak veya onun gizli ve gayrimeşru yönlerini ifade etme işlevini görmektedir. Gustave Flaubert'in Salammbô adlı romanında Kuzey Afrika'daki antik Kartaca antik Roma'nın önündeki bir engel olarak gösterilmektedir. Kartaja kültürü romanda ahlaken yozlaşmış ve tehlikeli biçimde cezbedici bir erotizmin yayıldığı bir yerdir. Bu roman daha sonraki antik Sami kültürlerine ilişkin portreleri büyük ölçüde etkilemiştir. Oryantalist sanatta sadece Doğu'nun batı inşası tensel şehvet düşkünlüğü resmedilmemiş aynı zamanda Doğu'nun kan ve kılıç ile simgelenen despotik ve barbar bir doğaya sahip olduğu şeklindeki doğuşu kökeni oldukça eski bir önyargıya dayalı imgeler de bulunmaktadır.
  6. İstanbul

    Osmanlıda Felsefe

    Bu makalede, Tanzimat'tan Cumhuriyet'e kadarki dönemde, Osmanlılar'da felsefî faaliyetler incelenecektir. Öncelikle, Osmanlılarda Tanzimattan önce de birtakım felsefî faaliyetlerin ve felsefe eğitiminin var olduğuna, başta Sahn-ı Semân ve Süleymaniye olmak üzere medreselerde, özellikle de, matematik, astronomi ve tıp gibi aklî bilimlerin yanısıra, felsefe okutulduğunu belirtmeliyiz. 3 Kasım 1839 günü ilân edilen Tanzimatla birlikte, kapılarını Batı'ya açan Osmanlı Devleti'ne, oradan, önce, onsekizinci yüzyıl Aydınlanma devri devlet felsefesi girmiştir. Daha sonra da, Romantizm, Yeni Pozitivizm, Yeni Realizm, Tarihî Materyalizm, Entüisyonizm, Evolüsyonizm (Evrimcilik), İdealizm ve Materyalizm (Maddecilik), Fenomenoloji (Olguculuk), Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk) ve Romantizm gibi çeşitli felsefe akımları girmiştir. Bir geçit ve buhran dönemi olan bu dönemde, felsefe eğitimi almak üzere Fransa, Almanya, İngiltere ve Amerika'ya gönderilmiş olan öğrencilerden, Fransa'dan dönenler Fransız felsefesini; Descartes ve Descartes'çılık, Bergson ve Bergsonculuk ile egzistansiyalizmi, Almanya'dan dönenler Alman Felsefesini; Felsefî Antropoloji, Yeni Ontoloji ve Fenomenolojiyi, İngiltere'den dönenler İngiliz Felsefesini; Yeni Realizm ve Yeni Pozitivizmi, Amerika'dan dönenlerse, Pragmatizmi ülkeye getirmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu'na, Batı'dan, ilkin girmiş olan onsekizinci yüzyıl Aydınlanma devri devlet felsefesi hakkında şunları söyleyebiliriz: Aydınlanma devrinde devlet, her şeyden önce, bireylerin hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla meydana getirilmiş bir güven aracı olarak kabul edilmiştir. 18.yüzyıl Aydınlanma devri filozof ve düşünürleri, siyasî görüş ve düşünceleriyle yeni bir sosyal düzenin kurulmasına, devletlerin laik ve demokratik bir yapıya dayanmasına büyük ölçüde katkıda bulunmuşlardır. Özellikle, Montesquieu (Monteskiyö) ve Jean Jacques Rousseau (Jan Jak Ruso) bu görüşleri daha fazla geliştirmişler ve 1789 Fransız Devrimi'ni hazırlamışlardır. 18. yüzyıl Avrupasını, Aydınlanma'dan Fransız Devrimi'ne götüren fikir ve görüşlerin bazıları Tanzimatla birlikte ülkemize de girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nda, o zaman için yepyeni olan özgürlük, eşitlik, ve adalet kavramlarını geniş halk kitlelerine yayan, bireyin doğal hak ve özgürlüğünü savunan ve daha sonra, Cumhuriyetle birlikte gerçekleşecek olan devrimler üzerinde hiç de küçümsenemeyecek etkileri bulunan Şinasi, Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa gibi aydınlarımız, özellikle Lametrie, Voltaire (Volter), Jean Jacques Rousseau (Jan Jak Ruso), d'Alembert ve Diderot (Didero) gibi Fransız ansiklopedist ve aydınlanmacılarının etkisinde kalarak devlet felsefesiyle uğraşmışlardır. Devlet felsefesine ilişkin olarak Nâmık Kemâl, Osmanlı Devleti'nin yeni baştan düzenlenmesi, özgürlük, adalet ve eşitliğe dayanan bir devletin kurulması meselesi üzerinde önemle durmuştur. Tanzimatın ilân edildiği ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısına rastlayan dönemde, Avrupa'da, Romantizm egemendir. Romantik dünya görüşü, bu devrin sanat, edebiyat ve felsefesine damgasını vurmuştur. Osmanlılarsa, daha ziyade, Fransız Romantizminin etkisinde kalmışlardır. Romantizm, aslında, kendisinden önce Avrupa'da hâkim olan bir düşünce çığırına, onsekizinci yüzyıl Aydınlanma çığırına bir tepki olarak doğmuştur. Bununla birlikte, özellikle Fransız Romantikleri, Victor Hugo'nun temsil ettiği sonraki gelişmiş Fransız Romantizminin önde gelenleri, siyasî düşünce ve görüşlerinde, yeniden Aydınlanma'ya bağlanmışlardır. Ünlü Fransız Romantik düşünürü Victor Hugo'nun Romantizminden etkilenen Tanzimat düşünürlerinden Nâmık Kemâl, Romantik edebiyat anlayışının etkisiyle romanlar yazmış ve tiyatro eserleri vermiştir. Tanzimatla birlikte, Batı'dan yapılan çevirilere ve Batı etkisiyle yapılmış çalışmalara gelince: Bunları şu tekilde özetlemek mümkündür: Tanzimat döneminde ilgi, düşünce, görüş ve yazılarıyla Fransız devrimini hazırlayan Aydınlanma devri filozoflarına yönelmiş, onlardan çeviriler yapılmıttır. Ziya Paşa, Jean Jacques Rousseau (Jan Jak Ruso)'dan "Emile"i çevirmiştir. Bu çevirilerden bir bölümü, 1881'de Mecmua-i Ebuzziya'da yayımlanmıştır. Münif Paşa (1828-1894), 18. yüzyıl ansiklopedistlerinin yaptığı çalışmalara benzer çalışmalar yapmış; bir dergi çıkartmış ve dernek kurmuştur. M.Paşa, "Muhaverat-ı Hikemiye" ("Felsefe Konuşmaları") adlı kitabını, 1859'da, Fransız Voltaire, Fontenelle ve Fenelon'dan çevirdiği diyaloglardan oluşturmuttur. Münif Paşa'nın ayrıca, "Mecmua-i Fünûn" ve "Hazine-i Evrak" adlı dergilerde yayınlanmış felsefî makaleleri vardır. 1878'de, üçüncü kez açılışında Darü'l-fünun'da felsefe derslerinin yer almasında Münif Paşa'nın bu makalelerinin de etkisi olmuştur. Ali Suavi (1839-1878) ise, medreseden yetişmiş ateşli bir devrimcidir. "Ulûm" ve "Muhbir" gazetelerini çıkartmıştır. "Kâmusu'l-Ulûm ve'l Maarif" adlı bir tür küçük ansiklopedi meydana getirmiştir. "Tarih-i Efkâr" ("Fikirler Tarihi") başlığı altında ilk felsefe tarihi bilgisini, kendi gazetesi olan "Ulûm" da yayınlamıştır. Bu yazılarında Ali Suavi, Sokrates öncesi Yunan filozoflarının görüşlerini oldukça geniş bir biçimde anlatmış, İslâm felsefesiyle karşılaştırmalar yapmıştır. Ahmet Mithat (1842-1912), başlangıçta materyalizme eğilimliyse de daha sonra, İslâm ahlâkına ve doktrinine kuvvetle bağlanmış; Draper'in "Din ve Bilim Çatışması" adlı kitabını dilimize kazandırmıştır. "Tarih-i Hikmet" adlı bir kitap kaleme almış, böylece kısa da olsa, bir felsefe tarihi kitabı denemesi yapmıştır. Ayrıca, Ahmet Mithat, kendi çıkarmış olduğu Dağarcık dergisinde, tercüme ve telif bazı felsefî makaleler yayımlamıştır. Bu dergide yayımlamış olduğu "Felsefe ve Feylesoflar" adlı yazısında, Ahmet Mithat, şunları söylemiştir: "Felsefe kelimesi, aslında, Yunanca "philo"/"sophia" kelimelerinden oluşmuştur. Felsefe, bugüne kadar çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. Örneğin, bazıları, onu, "felsefe, insanlığın özü üzerinde düşünce yürütmektir" diye, bazıları da "felsefe, insanın evrenle olan ilişkisini düşünmekten ibarettir" diye tanımlamışlardır. Bense, şimdilik bir öğrenciyim, filozof değilim ama, "olamam" demiyorum. Felsefeyi tanımlamak istesem şöyle derim: "Evrenin (bütün kısımlarının) birbiriyle olan bağlantı ve ilişkileri üzerinde düşünmektir." Bundan sonra, Ahmet Mithat, Thales'ten Sokrates'e kadar bir felsefe tarihi bilgisi vermiş ve şöyle demiştir: "Dünyada hiçbir filozof olmamıştır ki, bir manevî kuvvetin hüküm sürdüğünü görmemiş ve onu anlamamış olsun. Bunu, hepsi görmüşler ama, onun özünü gösterme bakımından birbirlerinden ayrılmışlardır". Daha sonra, Ahmet Mithat, yine bu yazısında, "feylesof" deyince herkeste dinsiz veya kayıtsız bir insan fikri uyandığını belirtmiş ve "filozofun mu bilim adamı, yoksa bilim adamının mı filozof" olduğu konusundaki tartışmalardan söz etmiştir. Ahmet Mithat, bu yazısında bile, din konusuna girmeyi ihmal etmemiştir. "Nasıl ki felsefe, her yerde hakikati ararsa, din için de aranan hakikattir." demiştir. "Felsefenin Sergüzeşt-i Ahvâli" adlı yazısında ise, Ahmet Mithat, dinlerin sonradan saplandıkları dar görüşlülük ve taassup (bağnazlık) yüzünden fikir özgürlüğüne karşı yapılan baskılardan söz etmiştir. Ahmet Mithat, bu derginin yanısıra, "İttihâd", "Matbaa-i Amire", "Takvim-i Vekâyi" ve "Tercümân-ı Hakikat" (1876) gazetelerinin de kuruculuğunu yapmıştır. Amacı, dilde sadeleşmeyi sağlamak olan Ahmet Mithat, "Tercümân-ı Hakikat" gazetesinde de çeşitli makaleler, hikâyeler ve romanlar yayımlamıştır. 1815'de Mühendishaneye matematik profesörü olarak tayin edilen İshak Hoca ve Tamanlı Rıfkı Efendi, matematiğe ilişkin ilk ciddi çevirileri yapmışlar, Vidinli Tevfik (1832-1893) ise, ülkemizde, matematik ile felsefe arasındaki ilişkileri göstermiştir. Aynı zamanda, Vidinli Tevfik, Ahmet Muhtar Paşa ve Yusuf Efendi ile birlikte, 1864'de "Cemiyet-i Tedrisiye-i İslâmiye" cemiyetini kurmuştur. Daha sonra, bu cemiyete, Nâmık Kemâl de katılmıştır. 1860'da ise, "Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye" kurulmuştur. Felsefede atılmış ilk adımlardan bir diğeri, İbrahim Ethem'in 1895'de dilimize çevirdiği Descartes'ın "Discourse de la Methode" adlı eseridir . Mantık alanında da bu dönemde, çeşitli eserler dilimize kazandırılmıştır. Ali Sedat ve İsmail Gelenbevî, bu çevirilerde önemli rol oynamışlardır. Çevrilen ilk eser, İtalyan Gallupi'nin "Miftâhu'l-Fünûn"udur. Dilimize kimin çevirdiği bilinmeyen, ama, eski mantıkla yeni mantığı ilk defa yanyana getirmesi ve Batı felsefesine kapı açması bakımından dikkate değer bir eser olarak nitelendirilen "Miftâhu'l- Fünûn", 1868 ve 1872'de olmak üzere iki kez basılmıştır. I. ve II. Meşrutiyet dönemlerine gelince: I.Meşrutiyette, Nâmık Kemâl, Şinâsi ve Ziya Paşa'nın önderliğinde kurulmuş olan Jön Türkler dikkati çeker. "Tasvir-i Efkâr" , "İbret" ve "Hürriyet" gazeteleri, dönemin ünlü gazeteleridir. Bu gazetelerde, özellikle Nâmık Kemâl'in yazıları ilgi çekicidir. II. Meşrutiyetin, politika buhranı yüzünden ilk günlerinde fikir hayatı, tam bir kaos halindedir. Bu sırada, "Maarif" dergisi ve "Tercüman-ı Hakikat" gazetesi kapatılmıt, "Sırât-ı Müstakim" dergisi ise, bir süre daha çıkmaya başladıktan sonra, yerini "Sebilü'r-Reşad"a bırakmıştır. Abdülhamid devrinin "Muallim", "Asar", "Nilüfer" ve "Mektep" gibi dergileri de çoktan kapanmıştır. 1894 yılında "Servet-i Fünûn" dergisi kurulmuş, bu derginin ağırlık merkezini de başta Recâizâde Mahmut Ekrem olmak üzere "Edebiyat-ı Cedide" akımı oluşturmuştur. Bu devirde, "Ceride-i Askeriye", "Devir" ve "Bedir" adlı gazetelerin yanısıra, yukarıda da adı geçen, "Dağarcık" ve "Kırkanbar" adlı iki dergi kurulmuştur. Bu dönemde, felsefî akımlardan, materyalizm, pozitivizm ve mekanik evrimcilik, ülkede oldukça yayılmıştır. Materyalizmden etkilenenler içerisinde, Baha Tevfik (1881-1914), "Teceddüd-ü İlmî ve Edebî Kütüphanesi" (Bilim ve Felsefede Yenilik Kitaplığı)ni kurmuş ve buradan on bir cilt eser yayımlamıştır. Materyalist filozof Ernest Haeckel'in "Kainat'ın Muammaları" adlı eserinin çevirisini -ki bu eseri, dilimize, Memduh Süleyman kazandırmıştır- kendi çıkardığı Felsefe dergisinde yayınlamıştır. Baha Tevfik, Felsefe dergisinde,Kant hakkında, onun "Salt Aklın Kritiği" nin tahliline dayanan etraflı bir inceleme de yayınlamıştır. Baha Tevfik, yine bu dergide bir de "Felsefe Sözlüğü" tefrikası da yapmıştır. Bu sözlük de, Batı tipinde bir sözlük olması bakımından dikkate değerdir. Bütün yazıları, Baha Tevfik'in kaleme aldığı bu dergi, 1912'de yayınlanmaya başlamış, Türkiye'nin ilk felsefe dergisidir . Baha Tevfik, bu dergide, amacını şöyle anlatmıştır: "Bizde bir felsefe dili yoktur. Ben bunu yapmaya çalışıyorum. Batı'nın üstünlüğü, felsefesinin üstünlüğü ile paraleldir". Balkan Savaşından sonra, yine felsefe ağırlıklı Zekâ dergisini çıkarmış ve Alfred Fouille'nin iki ciltlik "Felsefe Tarihi"ni, Ahmet Nebil ile birlikte dilimize kazandırmış ve yayınlamıştır. Bundan önce, sadece, Münif Paşa'nın, Ali Suavi'nin ve Ahmet Mithat'ın felsefe tarihine dair dağınık makaleleri ile Cevdet Paşa'nın kızı Fatma Aliye'nin İslâm filozof ve kelamcılarından son derece yüzeysel bir şekilde bahseden "Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife" adlı küçük kitabı vardı. Baha Tevfik, bu hususta da önemli bir yenilik yapmış, büyük bir adım atmıştır. Bu eserin önsöz'ünde," filozofları anlamak için kendi görüş açınızı bırakarak, evreni, anlamak istediğiniz kimsenin açısından görebilmeniz lâzımdır" derken Baha Tevfik, esasında, felsefe tarihinin objektifliğine sâdık kalınması zorunluluğuna da dikkati çekmiştir. Baha Tevfik, bir yandan Felsefe dergisinde öğrencilere ve halka hitabeden makaleler kaleme almış ve yayınlamış, bir yandan da Ahmet Nebil ve Memduh Süleyman ile birlikte "Nietzsche" adlı küçük kitabını oluşturmuştur. Teceddüd-i Felsefî serisinin dikkate değer bir kitabı da, Ernest Haeckel'in "Monisme" adlı konferansının Baha Tevfik ve Ahmet Nebil tarafından çevrilmesiyle oluşturulmuş olan ve materyalist felsefenin tezine uygun olarak, Tanrısız Pan naturisme'i destekleyen, dolayısıyla, hararetli tartışmalara yol açmış olan "Vahdet-i Mevcut" adlı kitaptır. 1809'da, İmmoralizm akımını da, ülkemizde, yine, Baha Tevfik temsil etmiştir. Beşir Fuat da materyalist Büchner'den etkilenmiş ve onun "Madde ve Kuvvet" adlı kitabının felsefe dünyasında bir yenilik oluşturduğunu söylemiştir. Türkiye'de Diderot, Baron d'Holbach ve d'Alembert gibi düşünürlerin yazılarına ilk kez yer veren de yine Beşir Fuat olmuştur. Pozitivist ve Naturalist felsefeden etkilenenler arasında ise, başta Rıza Tevfik, Mehmet Cavit ve Ahmet Şuayıp gelir. Bunlar, birlikte, 1908'de "Ulûm-u İktisadiye ve İçtimaiye" dergisini çıkartmışlardır. Bu dergi, ilk defa tam anlamıyla ülkemizde felsefî denebilecek bir hareket meydana getirmiştir. Bu dergide tanıtılan ve tartışılan pozitivist görüş, daha sonra, aydınlar arasında da yayılmıştır. Bu dergi sayesinde, felsefe ülke çapında yayılmıştır . Rıza Tevfik (1868-1951), kendisinin daha sonra amprizm ve agnostisizm yolunda olduğunu söylemiş ve kendisine "Bacon'ın ve Stuart Mill'in öğrencisi" ünvanını vermiştir. Makalelerine "feylesof" diye imza attığı için bu lakapla anılmış; Maarif Bakanlığının oluşturduğu bir heyetle birlikte "Istılâhât-ı Felsefiye Lugatı" ("Felsefe Terimleri Sözlüğü")nı hazırlamıştır. Ayrıca, yine Maarif Bakanlığının kararı ile "Kâmus-ı Felsefe" adını verdiği bir sözlük hazırlamış, ilk iki cildi basılmış olan bu eserin tamamı basılamamıştır. Rıza Tevfik, "Felsefe Dersleri" adını taşıyan liseler için ilk felsefe ders kitabını yazmış ve 1914'de yayınlamıştır. Aynı tarihte, liselere de felsefe dersini koydurtmuştur. Kendisi, "Rehber-i İttihâdi Osmanî" özel lisesinde, Türkiye'de ilk kez felsefe dersleri vermiştir. Rıza Tevfik, aynı zamanda, Türkiye'de Bergson'u ilk tanıtanlardandır. "İçtihâd" dergisinde yayınladığı makaleler serisinde ve "Henri Bergson ve Felsefesi" adlı makalesinde, bunu açıkça görmek mümkündür. "Bilgi"dergisindeki yazılarında ise, Rıza Tevfik, Kant'ı ülkemizde tanıtmıştır. A.Şuayıp (1876-1910) ise, Servet-i Fünûn neslinin en kuvvetli felsefecisi ve eleştirmenidir. "Şehbal" ve "Servet-i Fünûn" dergilerinde felsefî yazılar yazmış, görüşlerini açıklamıştır. "Hayat ve Kitaplar" adlı eserinde ilkin, 19.yüzyılın felsefî durumundan kısaca söz etmiş, spiritüalizm'den bahsederken ünlü Fransız filozofu P.Janet'i de zikretmiş, daha sonra, Fransa'da A.Comte ile başlayan ve İngiltere'de S.Mill, Fransa'da Littre, E.Renan ve Taine'de devam eden pozitivizme derinliğine girmiştir. Pozitivist görüşü, Servet-i Fünûn dergilerinde yazdığı bazı makalelerinde de sergilemiş ama, daha sonra bu görüşü, "Ulûm-u İktisâdiye ve İçtimâiye"yi çıkaran diğer iki arkadaşından sonra gelen, Bedi Nuri, Sâtı el-Husri, Asaf Nef'î, Suphi Ethem, Ethem Nejdet, Memduh Süleyman ve Faik Nüzhet ile birlikte evrimciliğe dönüşmüştür. Ulûm-u İktisâdiye ve İçtimâiye dergisini, kurucularından sonra çıkaran ve yukarıda adları geçen bu yeni nesil, "Meşveret", "Mizan", "Şura-yı Ümmet" ve "Terakki" gibi dergilerde, evrimci felsefe doğrultusunda yazılar yazmışlardır. Böylece, pozitivist görüş, bu kimselerle birlikte gelişerek devam etmiş olmakla birlikte, evrimcilik daha baskın çıkmıştır. Ahmet Şuayıp ise, pozitivizme dayanarak sosyolojiye girmiş ve yeni akımlardan biyolojik sosyolojiyi tanıtıcı mahiyette yayınlar yapmıştır. "Devlet ve Toplum", "Mezhep Hürriyeti", "Hilâfet ve Saltanat", "Fransız İhtilali", "Viyana Kongresi" adlı yazılarında sosyolojik görüşünü Kurumlar tarihi ve Türkiye'nin problemlerine uygulamıştır. Daha sonraki yazılarında ise ırk teorisi üzerinde durmuştur . Memduh Süleyman ise, Edward Hartmann'ın "Darwinizm" adlı eserini 1911'de dilimize kazandırmıştır. O, aynı zamanda, Darwin kuramına son derece bağlı olmakla birlikte, diğerlerinden farklı olarak bu kuramı eleştirmiştir de. II.Meşrutiyetin başlarında kurulan Ulûm-u İktisâdiye ve İçtimâiye dergisinin yazarlarından biri olan Bedi Nuri (1875-1913) de, evrimciliği benimsemiş, bu dergide yayınlanmış olan "İçtimâî Kabiliyet" adlı makalesinde özellikle Spencer'in etkisinde kalarak evrimi topluma uygulamıştır. Böylece, biyolojik hayatta bulduğu esasların sosyal hayatta da geçerli olduğu sonucuna varmıştır. Sâtı el- Husri (1884-1968) ise, Ulûm-u İktisâdiye ve İçtimâiye dergisinde yayınlamış olduğu "Cemiyetler ve Uzviyetler" adlı makalesinde bir Darwin'ci ve Spencer'ci olarak evrimi -tıpkı kardeşi Bedi Nuri gibi- topluma uygulamış; toplumda da evrim olduğunu ileri sürmüştür. Ulûm-u İktisâdiye ve İçtimâiye dergisinin yazarlarından Asaf Nef'i de bir evrimcidir ve o da evrimi toplumu uygulamıştır. Asaf Nef'i, bu dergide yayınlamış olduğu "Mücâdele-i Hayat ve Tekâmül-i emiyât" adlı makalesinde evrimciliğe ve Spencerciliğe olan meylini gayet açık bir biçimde dile getirmiştir. O da, diğerleri gibi Darwinizmi, Lamarkizmle tamamlayarak topluma uygulamıştır.Bu arada o, özellikle "Sosyal adalet" kavramına ağırlık vermiş ve yeni bir toplum anlayışına yönelmiştir. Suphi Ethem ise, bir diğer evrimcidir. O, bu konuda "Lamarckizm", "Darwinizm" adlı eserlerle Felsefe dergisinde "Lamarck ve Lamarckizm" adlı bir makale yayınlamıştır. Ayrıca, "Bergson Felsefesi" adlı bir eseri vardır. Suphi Ethem, Darwin'in ortaya attığı fikrin esasında, İlkçağ'da, Empedokles ile Herakleitos gibi iki ünlü Yunan filozofu arasında mücadele yaratacak kadar mevcut olduğunu, ama Darwin'in bundan habersiz bulunduğunu belirtmiştir. Darwin kuramına kuvvetle bağlı olan Suphi Ethem, onun görüşlerini aynen benimsemekle birlikte abartarak sunmuştur. Ethem Nejdet de Suphi Ethem gibi koyu bir Darwinci, dolayısıyla, evrimcidir. "Tekâmül ve Kanunları" adlı bir eseri vardır. Lamarck'tan ziyade, Darwin kuramına itibar etmittir. Diğerlerinden farklı olarak, belki de Main de Brian'ın etkisiyle olsa gerek, evrimde sadece ilerlemenin değil, gerilemenin de söz konusu edilmesi gerektiğini söylemiştir. Bir Spencerci olarak, toplumlarda da evrim bulunduğunu ve evrim kanunlarının geçerli olduğunu belirterek, bu durumda - tıpkı Asaf Nef'i gibi- sosyalizmden bahsetmek gerektiğini vurgulamıştır. Ahmet Mithat da "Dağarcık" dergisinde yayınladığı "Duvardan Bir Sada", "İnsan", "Dünyada İnsanın Zuhûru" adlı makalelerinde, Darwin'in evrim kuramını benimsemiş ve savunmuş bir evrimci olarak karşımıza çıkar. Öyle ki, Ahmet Mithat, bu makalelerinde, insanı, o zamana kadar alışılmamış bir tarzda ve cesaretle evrimci ve naturalist bir bakış açısından açıklamıştır . Daha sonra, dinsizlikle suçlanmış ve çeşitli eleştirilere maruz kalmıştır. Olgun yaşta dine yönelmiş, felsefede spiritüalizmi benimsemiş, materyalizm ve pozitivizmden ise mümkün olduğunca uzaklaşmıştır. Bizde, Auguste Comte ile asıl ilgilenen düşünür ise, Ahmet Rıza (1858-1930) olmuştur. Ahmet Rıza, Pariste iken, pozitivistlerin derneğine girmiş ve onların parolası olan "Ordre et Progres" anlayışını, yeni Türk fikir hareketinin parolası haline getirmiştir. Ayrıca, Ahmet Rıza, 1895'de, her onbeş günde bir Fransızca ve Türkçe olarak yayınlanan, pozitivist görüş ağırlıklı yazılara yer verilen "Meşveret" gazetesini çıkarmaya başlamıştır. "Tolerance Musulmane" adlı eserinde ise, pozitivist düşünürlerden E.Renan ve H.Spencer'den uzun uzadıya söz etmiştir. Abdullah Cevdet (1869-1931) ise, çıkarmış olduğu İçtihâd dergisinde pozitivist, materyalist ve ateist görüşleri savunmuştur. Abdullah Cevdet, felsefe, sosyoloji ve pedagoji konularında özellikle, Gustave Le Bon'dan "Asrımızın Nusûs-u Felsefiyesi", "Dün ve Yarın", "İlm-i Ruh-u İçtimâî" adlı çevirilerini ve Voltaire'den yaptığı çevirileri bu dergide yayınlamıştır. "Fünûn ve Felsefe" (1897) adlı eseri felsefe açısından önemlidir. Abdullah Cevdet, bu eserinin ikinci baskısını ise,1913'de "Felsefe Sanihaları" adlı bir ekle yayınlamıştır. Abdullah Cevdet, ayrıca, G.L.Bon'un "melezleme" kuramından da etkilenmiştir. Pananteizmi benimsemiş olmakla birlikte, esasında bir vahdet-i vücutçu olan Şehbenderzade Ahmet Hilmi (1865-1913) ise, 1908'den sonra, Dârü'l-fünûn'da felsefe dersleri okutmuş, 1910'da "Hikmet" adlı bir dergi çıkartmış ve daha sonra bunu gazete haline getirmiştir. Bu gazetede, felsefeye ve sosyolojiye ilişkin makaleler yayınlamıştır. Bunlardan bazıları, "Tasavvuf ve Yeni İlimlerle Felsefe", "İblis İzzettin Behmen" ve "Çağımızın Felsefesi ve Sosyoloji" dir. Burada, özellikle Pozitivizm ile Sosyoloji ve sosyal olaylar üzerinde durmuştur. O, materyalist olarak nitelediği Celâl Nuri'nin, "Tarih-i İstikbal" (Geleceğin Tarihi)ini ve spiritüalist olarak nitelediği İsmail Fenni Ertuğrul'un, "Maddiyûn Mezhebinin İzmihlâli" (Materyalizm Mezhebinin Yıkılışı) adlı eserini eleştirmiştir . Mantıkla ilgili olarak, "Yeni Mantık" adlı eseri bulunan Ahmet Hilmi'nin felsefeye dair "Üç Feylesof", "Maddiyun Mesleki Dalâleti", "Allahı İnkâr Mümkün müdür?" ve "Amâk-ı Hayâl" (Hayâlin derinlikleri) adlı eserleri vardır. "Maddiyûn Mesleki Dalâleti" adlı eseri bir tür felsefe tarihi gibidir; burada, tüm filozofların bir resm-i geçidini yapar, onların, çeşitli konulardaki görüş ve düşüncelerini tahlil ve tenkit eder. Kant'ın "Salt Aklın Kritiği" ile açtığı kritik bilgi yoluyla, bu yolun bizi körü körüne bir realizmden ve materyalizmden niçin ve nasıl kurtardığını anlatır. "Amâk-ı Hayâl" adlı felsefî romanında ise, Şehbenderzâde Ahmet, felsefî görüşlerini dile getirir. "Üniversiteli Gençlerle Bir Konuşma" adlı risâlesinde, gençlerin herşeyden önce, bir hayat görüşü, bir felsefesi olmak lâzım geldiğini belirtir. Bu risâlesinde o, "hangi felsefî doktrini seçelim?" diye sorar ve şöyle der: "Çağımızda üç büyük felsefî meslek vardır. Bunlar: Kritisizm, Pozitivizm ve Evolüsyonizm (Evrimcilik) dir. Filozoflar arasında spiritüalizmle materyalizm yaygındır. Felsefe ve ahlâkta, her mesleğin içindeki doğru tarafları alarak meydana gelecek eklektizmi seçmekten daha sağlam yol yoktur" . İsmail Fenni Ertuğrul (1855-1946) ise, modernist İslâm filozofudur. Vahdet-i vücudu, hem bir sistem hem de ruhsal bir durum olarak benimsemiştir. Şehbenderzâde Ahmet Hilmi ile aynı konularda çalışmıştır. "Lügatçe-i Felsefe" adlı bir felsefe sözlüğü hazırlamış; "Materyalizm Mezhebinin Yıkılışı" ve "Vahdet-i Vücûd ve Muhyittin b.Arabî adlı eserleri kaleme almıştır. Yayınlanmamış eserleri arasında ise, fenomenolojinin kurucusu Edmund Husserl'i etkilemiş olan ünlü Fransız filozofu P.Janet'den dilimize kazandırdığı "Çağdaş Materyalizm Mezhebi" ile "Büyük Filozoflar" ve S.Mill'den çevirdiği "Hürriyet" ön sırada yer alır. Ona göre, çağdaş felsefenin en önemli sorunlarından birisi, evrimdir. Materyalistlerin "evrende hiçbir şey yaratılmaz; hiçbir şey de kaybolmaz" şeklinde kimyanın bir ilkesinden alınmış tezleri ise, kabul edilemez. Çünkü madde ezelî ve ebedî değildir. Bu durumda, materyalist Büchner ile E.Haeckel'in tezlerini savunmaya imkân yoktur. Ezelî ve ebedî olan sadece Tanrı'dır. Evrenin varlığı, Tanrı'nın varlığından çıkar. Madde ve enerji, ezelî ve ebedî olmadığı, yani sonradan meydana geldiği gibi yok da olabilir. İzmirli İsmail Hakkı (1868-1946) Dârü'l-fünûn Edebiyat fakültesinde felsefe, felsefe tarihi, İslâm Felsefesi, Hukuk fakültesinde ise, fıkıh ve usûl-i fıkıh dersleri vermiştir. "Usûl-i Fıkıh Dersleri", "Yeni İlm-i Kelâm", "İlm-i Hilâf"(2 cilt), "İslâm Felsefesi Tarihi", "Türk Filozofları", "Mukayese", "Miyâru'l-Ulûm", "Felsefe Dersleri" (1914) adlı eserlerinin yanısıra, "Ceride-i İlmiye" dergisinde Gazâlî hakkında, Edebiyat Fakültesi dergisinde ise, Fârâbî ve İbn-i Sînâ hakkında makaleler serisi vardır. "Yeni İlm-i Kelâm"da, bütün Ortaçağ felsefesi problemlerini modern felsefe açısından ele almıştır. Tanrı'nın varlığına ilişkin ileri sürülmüş olan eski kanıtları, Batı felsefesindeki kanıtlar ile karşılaştırmıştır. İslâm filozofları içerisinde Türk olanları ayırmış, ve ilk kez Türk filozofları incelemeye başlamıştır. "Mukayese"de, Doğu ve Batı filozoflarını mukayese etmiş, İhvânü's Safâ ile Darwinizm arasında, Kınalızâde ile Descartes arasında sıkı bir fikir birliği görmüştür. Felsefeci olduğu kadar fıkıhçı da olan İsmail Hakkı, bu yüzden, teorik ile pratik arasında da sıkı bağlantılar kurabilmiş bir kimsedir. O, aynı zamanda, bir modernist İslâmcıdır; action kafasına sahiptir ve bu yönüyle Ziya Gökalp'i etkilemiştir. Mehmet Ali Aynî (1869-1945) ise, Cumhuriyet öncesinde karşılaştığımız bir diğer önemli düşünürümüzdür. Dârü'l-fünûn Edebiyat fakültesinde, uzun yıllar felsefe tarihi profesörü olarak çalışmış ve dekanlık yapmış olan Aynî, 1928'de Türk Felsefe Cemiyeti'nde tebliğler okumuş, aynı yıl, Amerika'da toplanan uluslararası Felsefe Kongresi'ne katılmıştır. Çetitli yerlerde yayınlanan eleştirilerini "İntikâd ve Mülâhazalar" (Eleştiriler ve Düşünceler) adlı kitabında toplamıştır. Mehmet Ali Aynî, Rıza Tevfik'in "Kâmus-ı Felsefe"si ile Abbe Barbe'den okullardaki ders kitabı gereksinimini karşılamak için yapılan Felsefe Tarihi çevirisini ayrıntılı olarak, ve Fongsgrive'den yapılan "Felsefe Dersleri"nin çevirisini, çevirmenini söz konusu etmeksizin eleştirmiştir. Mehmet Ali Aynî, ayrıca, Suphi Ethem'in "Bergson ve Felsefesi" adlı eserini de eleştirmiştir. Tasavvufa bağlılığı ile tanınan Mehmet Ali Aynî, Dârü'l-fünûn İlâhiyât Fakültesinde Dinler Tarihi profesörlüğü de yapmış, ve bu sırada Denis Saurat'ın "Dinler Tarihi"ni dilimize çevirmiştir. "Gazâlî" ve "Hacı Bayram Veli" hakkında monografileri, ahlâka ilişkin olarak da, "Türk Ahlâkçıları" adlı bir eseri vardır. Ziya Gökalp, Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında olduğu kadar, Cumhuriyetin ilk yıllarında da, düşünceleriyle toplumu büyük ölçüde etkileyecek ve adını gittikçe genişleyen bir kitleye duyuracaktır. Ziya Gökalp, felsefe ile sosyoloji arasında bir ilişki kurmuş, başta Durkheim olmak üzere, birçok Batı filozoflarından alıntılar yaparak, Türkiye'nin sorunlarını incelemiştir. Ziya Gökalp'in öneri ve aracılığıyla Istılâhât-ı İlmiye Encümeni oluşturulmuş, bunun gayretleriyle, 1915'de felsefî terminolojiye ilişkin ilk resmî çalışma olarak nitelendirilebilecek Felsefe Terimleri Dergisi çıkmıştır. Ziya Gökalp gibi, bir Durkheim'ci olan Mehmet İzzet (1891-1930) ise, Sorbonne Üniversitesi felsefe bölümü mezunudur. Kendisi, Dârü'l-fünûn'da uzun yıllar öğretim üyeliği yapmış ve öğretim üyeliğinin ilk yıllarında, Karl Vorlander'in iki ciltlik "Felsefe Tarihi"nin ilk cildini çevirmiş ve bu 1927'de İstanbul'da basılmıştır. Asistanı ve ilk felsefe doktoru Orhan Sadettin ise, bu eserin ikinci cildini dilimize kazandırmış ve bu da, 1928'de İstanbul'da basılmıştır. Mehmet İzzet, Pragmatizm ve Bergsonizmi, o dönemdeki moda akımlar olarak nitelendirmiş, onların karşısına Kant'tan başlayan felsefe geleneğini o günün ihtiyaçlarına göre dirilten filozofları koymuştur. Alman idealizminden etkilenmiş ve Kant 'ın "Pratik Aklın Kritiği"ni dilimize çevirmiş ve eser Dârü'l-fünûn'da taş basma olarak 1919'da yayınlanmıştır. "Ahlâk Felsefesi" adlı eseri ise basılmamıştır. "Bilgi" dergisinde "Zenon ve İzinden Gidenler" adlı bir de makalesi bulunan İzzet, ömrünün sonlarına doğru fenomenolojiye ilgi duymuş, bu hususta, özellikle Max Scheler ve fenomenolojinin kurucusu Husserl'in Fransızcaya çevrilmiş kitaplarını incelemiştir. Dârü'l-fünûn Edebiyat Fakültesi Dergisi'nde makaleler halinde "Muasır Hayat ve Büyük Adamlar" ı yayınlamış; idealizmdeki ilk denemesi olan bu eseri daha sonra "Milliyet Nazariyeleri ve Millî Hayat" ile tamamlamıştır. Son günlerinde hazırlamış olduğu "Sosyolojinin Sınırları" adlı tebliğinde, değerler felsefesinin yerine geçmek ve değerlere ilişkin bütün problemleri çözmek iddiasında bulunan sosyoloji ekollerinin eleştirilerini yaparak, bu veya başka bir bilimin Ziya Gökalpçilerin dedikleri gibi "felsefe kaymakamı" olamayacağını savunmuştur. Şu halde, anlatılacağı üzere, Bedi Nuri, Sâtı el- Husri, Asaf Nef'î, Baha Tevfik, Suphi Ethem, Ethem Nejdet, Memduh Süleyman, Ahmet Mithat gibi düşünürlerimiz evrimci felsefeden etkilenmişler ve bu felsefeyi ülkemizde temsil etmişlerdir. 1912'de, zamanın Maarif Bakanı Emrullah Efendi tarafından son kez açılışında da, Dârü'l-fünûn'da, başta Ahmet Mithat ve Rıza Tevfik olmak üzere, İzmirli İsmail Hakkı, Mehmet Ali Aynî, Mehmet İzzet ve Cumhuriyetten sonraki dönemde de Mehmet Emin Erişirgil tarafından felsefe dersleri verilmiştir.
  7. İstanbul

    Hermetizm

    Hermetizm Hermetizm, Eski Mısır’da yaşamış bilge Hermes-Thot’un (Trismegistus) öğretisidir. Hermetizm adının sonundaki “izm” sonekine bakılarak ilk bakışta bunun günümüzdeki bir felsefi akım olduğu sanılabilirse de, felsefi bir akım değildir. Kimilerine göre Hermes-Thot bir inisiye idi, dolayısıyla öğretisi ezoterik bilgilerden oluşuyordu. Eski Yunan yazarlarına göre bu ezoterik öğreti Mısır’ın özellikle Teb ve Memphis tapınaklarındaki inisiyasyonlarda öğretiliyordu. Mısır kökenli Yunanca metinlerde Hermes-Thot’dan majinin, simyanın, astrolojinin, astronominin,tıbbın ve bilgeliğin kurucusu olarak söz edilir. Bu metinlerde ondan “üç kere büyük Hermes” anlamında “Hermes Trismegistus” olarak söz edilir.
  8. İstanbul

    Maskülizm

    Maskülizm esas olarak erkeklerin deneyimleri üzerine bina edilmiş toplumsal teori ve politik bir hareket tarzıdır. Maskülizmin çoğu sözcüsü bir yandan toplumsal ilişkilerin eleştirisini yaparken bir yandan da toplumsal cinsiyet (gender) eşitsizlik ve erkeklerin hakları ve sorunları gibi konular üzerine yoğunlaşmaktadırlar. Maskülizmi savunan kişiye "maskülist" denir. Tarihte bu adlandırmaya uygun görüşleri (maskülizmi) ilk kez ortaya koyan kişi sosyalist bir teorisyen olan Ernest Belfort Bax idi. Bununla birlikte zaman içinde maskülist çevrelere muhafazakar kesimler de dahil olmuştur. Maskülizmin Tarihçesi Feminizme karşı ilk seküler yanıt, sosyalizmin zirvede olduğu 20.yüzyılın başlarında Karl Marx ile yakınlığı olan sosyalist bir teorisyen Ernest Belfort Bax'dan geldi. Bax, 1913 yılında ilk maskülist metin olan "The Fraud of Feminism"i kaleme aldı. Bununla birlikte maskülizm (masculism) terimi 20.yüzyılın sonuna kadar kullanım kazanmadı ve bugün hâlâ "masculinism" şeklinde hatalı yazılmakta hatta misogyny (kadın düşmanlığı) ile karıştırılmaktadır. Bazı maskülistlere göre feministler, cinsiyetleri hemen hemen her alanda aynı kapasiteye sahip görmekte ve farklılaştırılmış cinsiyet (gender) rollerini baskıcı sun'i bir inşa olarak kınamaktadırlar. Sözkonusu maskülistler, feministlerin bu tip görüşlerinin aksine derin cinsiyet (gender) farklılıklarının insan doğasında mevcut olduğuna inanmakta ve feministlerin bu farklılıkları kanunlar yoluyla yok etmeye teşebbüs ettiklerini ve diğer yollara başvuran insanları aldatıcı bir deneyimin içinde kabul ettiklerini iddia etmektedirler. Yine de bu görüş aynı zamanda maskülist olmayan pek çok kişi tarafından kabul görmekte. Ancak toplumsal cinsiyetten arınmış bir toplum ve akışkan toplumsal cinsiyet (gender) rolleri fikrini öne çıkaran Warren Farrel gibi maskülistler de bulunmaktadır. Çoğu maskülist feminizmin kaynağını yüksek boşanma oranları (bk. marriage strike), cinsiyetlerin yabancılaşması, dişi şovenizmi, aşk-utangaçlığı, çözülen topluluklar, babasız çocuklar, lise terk, uyuşturucu müptelalığı, tüketimcilik, ergen (teenage) hamileliği, erkek intiharı, şiddet suçu (özellikle cinayet), öfke, dolu hapishanelere izafe ederler. Diğer başkaları tüm bu noktaların doğası gereği çok-cepheli nedenler ve kaynaklara sahip olduklarını ve feminizmin bunların tek sebebi olmadığını öne sürmektedirler. Maskülistlerin İlgilendiği Alanlar Maskülistler, tek taraflı mevzuata, kanunların erkekler aleyhine icra edilmesine ve erkeklerin (ve erkek çocuklara) yönelik ayrımcılığa karşı çıkmaktadırlar. Maskülistlerin karşı çıktığı diğer hususlar da aşağıda sıralanmaktadır: Erkek-karşıtı ayrımcılığın makul olduğuna inanan ve bunu öğreten hükümet ve feminist gruplar, Erkeklere erkek olduklarından ötürü kendilerini kötü hissettiren kültür, Çocukların vesayetini annelerin çocuğa babalardan daha iyi bakacakları yönündeki inanç sebebiyle anneye verilmeye teşvik edilmesi, İşyerlerinde feminist ideolojiyle ters düştüklerinde erkeklerin işlerine son verilmesi, Kamu hayatında erkeklere kadınlardan daha az saygı gösterilmesi, Erkek haklarının savunulmasında zafiyet, erkeklerden ziyade kadınlara yönelik sosyal programların uygulanması Adalet sisteminde erkeklere yönelik önyargı Bazı maskülistler üniversitelerde "Kadın Araştırmaları" şeklindeki yanlış yönlendirici bir başlık altında feminist ideolojinin öğretildiğini öne sürmektedirler. Bazı Kadın Araştırmaları kurslarında "Masküliniteler" tartışılmakla birlikte çoğu maskülist bu kurslarda erkeklere saldırıldığını ve feminist perspektiflerin ötesinde bir şey öğretilmediğini iddia etmektedirler. Maskülistler arasındaki en büyük anlaşmazlık noktası cinsiyet rollerine ilişkin dini yasaklarla ilgilidir. Bazı maskülistler erkeğin genel liderlik rolünü desteklemekteyken diğer bazı maskülistler cinsler arası izafi eşitlik öne sürmektedirler. Maskülizm terimi ve erkek hakları hareketi birbiri yerine kullanılabilen kavramlardır, ancak bu, erkek hakları hareketi içindeki çoğu cinsiyete karşı nötr ve hümanist grupların varlığı gözardı etme sonucunu doğurabilmektedir. Erkek hakları hareketi içindeki liberaller maskülizm terimini hareketin içindeki muhafazakar kolu tanımlamakta kullanmaktadır. Yine de liberal ve eski feminist yazar Warren Farrell de kendisini maskülist olarak tanımlamaktadır. Maskülistler arasında bir başka anlaşmazlık konusu sekülarizm ve dindir. Hareketin içindeki muhafazakar kanat kadın konusuna dini bir perspektiften yaklaşırken liberal kanat cinsiyet konusunda daha nötr bir tutumu tercih etmektedir. Kimileri bu her iki kanadın arasında yalnızca dinamikleri arasında farklılık bulunduğunu ancak hareketin hedefleri konusunda genel bir uzlaşma olduğunu öne sürmektedirler. Maskülizm kadın ve erkek tüm toplumda eşitliği savunan ve anti-feminist nitelendirmeyi kabul etmeyen Maskülinizm'den erkeğin üstünlüğünü savunması ve anti-feminist tavrı itibariyle ayrılmaktadır.
  9. İstanbul

    Gözlem Yoluyla Öğrenme

    Gözlem Yoluyla Öğrenme • Gözlem yoluyla öğrenme, öğrenme sürecinin önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. İnsanlar gözlem yoluyla çeşitli davranışları öğrenmektedirler. İletişimin ve görsel teknolojilerin gelişmesiyle birlikte gözlem yoluyla öğrenme sürecini anlamak insan davranışlarının kontrolünde ve yordanmasında önemli bir yer tutmaktadır. • Gözlem yoluyla öğrenme konusunda ilk çalışmalar Thorndike (1901) tarafından kedi, tavuk, köpek ve maymunlarla ve Watson (1908) tarafından maymunlarla yapılmış ve bu organizmaların gözlem yoluyla öğrenmedikleri sonucuna ulaşılmıştır. • Miller ve Dollard, taklit davranışlarını üç boyutta ele almışlardır: Aynı davranışın gösterilmesi, bir başkasının davranışını kopye etmek ve benzer bağımlı davranış. Birincisi kırmızı ışıkta herkesin durması veya bir konser bitiminde herkesin alkışlaması, İkincisine ise yaptığı ödev öğretmeni tarafından eleştirilen öğrencinin öğretmenin davranışlarını taklit ederek yeni ödev yapması örnek verilebilir. Son olarak, babası kapıya geldiğinde çukulata alacağını bildiği için büyük kardeşin kapıya koşması durumunda küçük kardeş kendisinin de kapıya koşması durumunda çukulata alacağını (ödüllendirileceğini) öğrenir. Bu nedenle büyük kardeş ne zaman kapıya koşsa küçük kardeş bu davranışı taklit ederek kapıya koşacaktır. Yetişkinlerin davranışları çoğunlukla bu tür benzer-bağımlı davranış çerçevesinde ele alınabilir. Tanımadığı bir ülkeye giden bir yetişkin davranışın nedeninin anlamasa bile başkalarının davranışlarını gözleyerek onlar gibi davranmaya çalışır. • Miller ve Dollard taklitin bir alışkanlık halini alabileceğini belirtmektedirler. Büyük kardeşinin davranışlarını taklit ettiği için ödüllendirilen çocuk, davranışları sürekli taklit etmeye başlayabilir. Bu durum genellenmiş taklit (generalized imitation) olarak değerlendirilmektedir. • Bandura ise, gözlem yoluyla öğrenme sürecini edimsel koşullama çerçevesinde ele almak yerine bilişsel bir süreç olarak değerlendirmiştir. Banduraya göre gözlem yoluyla öğrenme taklit içerebilir de, içermeyebilir de. Yolda araba kullanırken önünüzde giden bir arabanın çukura düştüğünü görürseniz yolun o bölümünden geçmemek için yönünüzü biraz değiştirirsiniz. Bir başka deyişle, önünüzde araba kullanan sürücünün davranışını taklit etmezsiniz. Gözleyerek öğrendiğiniz “bilgi”yi bilişsel işlemden geçirir ve daha detaylı bir şekilde kullanırsınız. Gözlem yoluyla öğrenme basit bir taklitten çok karmaşık bir süreçtir. • Bandura (1965) saldırgan davranış gösteren bir yetişkinin davranışının ödüllendirildiği, cezalandırıldığı ve ne ödül ne ceza aldığı üç farklı filmi üç çocuk grubuna izlettirmiş ve bir sonraki aşamada çocukların saldırgan davranışlarını gözlemiştir. Beklendiği gibi, ödüllendirilen modeli izleyen çocuklar en saldırgan, cezalandırılan modeli izleyen çocuklar da en az saldırgan davranışı göstermişlerdir. Böylece, dolaylı yaşantının veya bir başkasının yaşantısının da çocukların davranışlarını etkileyebileceği görülmüştür. Başka birisinin davranışlarının ödüllendirildiğini gözleyen çocuğun davranışının görülme sıkılığının artacağı görülmüştür. • Çalışmanın bir sonraki aşamasında çocuklara modelin saldırgan davranışını göstermesi için teşvik verilmiştir. Bütün çocukların modelin saldırgan davranışlarını gösterebildiği görülmüştür. Buradan yola çıkarak öğrenme ve davranış (performance) arasında bir farklılık olduğu gözlenmiştir. Sonuç olarak Bandura’ya göre, pekiştireç öğrenme değil performansla ilgili bir değişkendir. Bu nedenle, pekiştireç olsa da olmasa da bireyin gözlem yoluyla öğrenme kapasitesi geliştiği andan itibaren gözlem yoluyla öğrenme vardır. • Bandura gözlem yoluyla öğrenme sürecini dört temel aşamada incelemektedir. Birinci aşama olan dikkat sürecinde birey, modelin bir davranışını öğrenmeden önce dikkatini modelin davranışına yöneltir. Bireyin algı kapasitesi dikkat sürecini etkileyecektir. Gözleri görmeyen birey için, görme becerisi olan birey için kullandığınız model uyarıcıları kullanamazsınız. • Bireyin geçmiş pekiştireç yaşantıları da, dikkatin hangi davranışa yöneleceğini etkileyecektir. Modelin özellikleri de model alacak bireyin dikkatinin modele ne kadar yöneleceğini etkileyecektir. Bireyin kendisine benzer (yaş, cinsiyet, vb.), statüsü yüksek olan, saygı duyulan, başarılı, güçlü ve çekici modellerin daha çok gözlendiği veya taklit edildiği bilinmektedir. • Gözlem yoluyla elde edilen bilginin işe yaraması için hatırlanması (retention) gerekecektir. Bandura’ya göre bilgiler iki şekilde depolanmaktadır: İmgesel depolama gözlenen davranışın bir resmi gibi depolanmaktadır. Bandura, davranışları yönlendiren bilişsel sürecin temel olarak görsel olmaktan öte sözel olduğunu belirtmektedir. Ancak, olayların hafızada kodlanması sürecinde sözel ve görsel imgelerin birbirinden ayrılmasının zor olduğunu belirtmektedir. Bilgiler bilişsel olarak depolandıktan sonra zihinsel olarak canlandırılabileceği, prova edilebileceği ve böylece geliştirilebileceği kabul edilmektedir. • Gözlem yoluyla öğrenmenin yeniden üretme (behavioral production process) aşaması gözlenip, bilişsel olarak depolanan bilginin davranışa dönüştürülmesi sürecidir. Bilgilerin öğrenilmesi ile davranışa dönüştürülmesi farklı şeylerdir. Bir maymunun kuyruğunu kullanarak ağaca tırmanmasını gözleyen birisi bu davranışı öğrenebilir, ancak bu davranışı göstermesi mümkün değildir. Birey gözlem yoluyla bilişsel olarak bir çok bilgiyi öğrenebilir, ancak gelişim seviyesindeki yetersizlik, organlardaki hasar veya hastalık gibi çeşitli nedenlerden dolayı bu bilgiyi davranışa dönüştüremeyebilir. Bandura’ya göre uygun davranışı göstermek için bireyin fiziksel özellikleri uygun olsa bile, gözlemci modelin davranışını gösterebilmek için zihinsel olarak prova yapması gerekir. Bu süreçte gözlemci kendi davranışını modelin davranışıyla karşılaştırır. Kendi davranışı ile modelin davranışına benzer davranışı elde edinceye kadar çalışır. Hatırlama süreci burada gözlemcinin kendi kendisini gözleyip, davranışını düzeltmesine temel olmaktadır. • Motivasyon Süreci: Bandura’nın kuramında pekiştirecin iki temel işlevi bulunmaktadır. Birincisi, gözlemcide modelin çeşitli davranışlarının pekiştirilmesi nedeniyle, model gibi davrandığında kendisinin davranışlarının da pekiştirileceği beklentisi oluşturur. İkincisi, öğrenmenin davranışa dönüşmesini teşvik eder. Öğrenilen bilgi ihtiyaç duyulana kadar kullanılmadan kalır. Örneğin, sınıfın nerede olduğunu bilirsiniz ama ders saatine kadar sınıfa gitmezsiniz. Nerede yemek yiyeceğinizi bilirsiniz ama acıkıncaya kadar kafeteryaya gitmezsiniz. • Bandura koşullama kuramcılarından farklı olarak, öğrenme için pekiştirecin mutlaka organizma tarafından alınmasının ve davranışın organizma tarafından gösterilmesinin gerekmediğini belirterek, bir modelin davranışının gözlenmesi sonucu da öğrenmenin ortaya çıkabileceğini belirtmektedir. Ayrıca, organizmanın gösterdiği belli bir davranışın pekiştirilmesi veya cezalandırması kadar bir modelin davranışının pekiştirildiği veya cezalandırıldığını gözlemenin de (vicarious reinforcement or punishment) davranış performansında etkili olduğunu vurgulamaktadır. Daha önceki gözlemlerinden edindiği bilgilerle birey belli bir davranışı gösterdiğinde belli bir sonuç elde edeceğini bilir ve buna göre davranır. Davranışın tek belirleyicisi tabi ki beklenti değildir. Davranış aynı zamanda bireyin davranış standardına, becerisine kendi yeterliğiyle ilgili düşüncesine de bağlıdır. • Sonuç olarak, gözlendiği varsayılan davranış gösterilemiyorsa, birey modelin ilgili davranışını gözlememiş, o davranışı hatırlamamış, bu davranışı gösterecek fiziksel yeterlikten yoksun veya davranışı göstermek için yeterli teşvik görmemiş olabilir. • Karşılıklı Belirlenim (recciprocal Determinism): Bandura insan davranışlarının nasıl oluştuğu konusunda bireyin, çevrenin ve bireyin davranışının karşılıklı etkileşimini belirleyici kabul etmektedir. Bu boyutlardan her birisinin teker teker ele alınarak davranışın nedeni olarak değerlendirilemeyeceğini görüşünü öne sürmektedir. • Davranış bireyi ve çevreyi, çevre ve birey davranışı etkiler. Ancak herhangi belli bir durumda bu boyutların birisi diğerinden daha etkili olabilir. Ortamdaki çok yüksek gürültü (çevre) bireyin dikkatinin (davranışının) sese yönelmesine neden olurken bir başka durumda bireyin davranışını inançları yönlendirebilir. • Davranışların İçsel düzenlemesi (Self-Regulation of behavior): Bandura, insan davranışlarının uyarıcı-tepki dizgesi içinde dışarıdan gelen ödüller ve cezalarla değil bireyin kendisi tarafından kontrol edildiğini düşünmektedir. Bireyin doğrudan veya başkalarını gözleyerek edindiği deneyimler yoluyla belli bir davranış standardı oluşturduğunu ve bu standardın davranışları değerlendirmek için temel oluşturduğunu belirtmektedir. Eğer bireyin herhangi bir durumdaki davranışı bu standarda ulaşır veya geçerse olumlu, bu standardın altında kalırsa olumsuz olarak değerlendirildiğini ifade etmektedir. Ayrıca, içsel (intrinsic) pekiştireçlerin dışsal (extrinsic) pekiştireçlerden daha etkili olduğunu, içsel olarak ödüllendirilen davranışların daha süreğen olduğunu belirtmektedir. Bireyin standartları çok yüksek olursa stres kaynağı olabilir. • Yetkinlik Beklentisi (self-efficacy): bireyin kendi davranışlarını düzenlemesinde önemli bir boyuttur. Yetkinlik beklentisi, bireyin başarı ve başarısızlıklarından, bireyin kendisine benzer bulduğu insanların çeşitli konulardaki başarı-başarısızlıklarından yola çıkılarak geliştirilir. Yetkinlik beklentisi yüksek bireyler daha çok çaba gösterir, daha çok çalışır, daha sebatlı olur. Bireyin yetkinlik beklentisi yeterliğinin tam bir göstergesi olmayabilir. MODEL UYGULAMASINI ETKİLEYEN FAKTÖRLER • Öğrenmeyi ve hatırlamayı (retention) kolaylaştıran etkenler • Modelin özellikleri 1.Cinsiyet, yaş, tutum vb. özelliklerin benzerliği 2.Prestij • Başarı (competence) • Sıcaklık, yakınlık • Ödül değeri • B.Gözlemcinin (gözleyenin) özellikleri o Bilgiyi kazanma ve hatırlama kapasitesi o Belirsizlik (eğer gözlemci kendi davranışından emin değilse modeli izler) 3.Kaygı seviyesi 4.Öteki kişilik özellikleri • Modelin sunulma şekli • Canlı veya sembolik model (canlı veya film, çizgi, yazı ile anlatım) • Kapalı (Covert) model (öğrencinin hayal ettiği model) • Çoklu model (gözlemciye benzer ve farklı modellerin aynı davranışı göstermesi) • Uzman model veya başaçıkma modeli (model doğru davranışı tam olarak gösterir. Başaçıkma modelinde ise model davranışı yavaş yavaş kazanır.) • Aşamalı model ((Graduated modeling) (davranış parçalara ayrılarak aşamalı olarak gösterilir) • Yönlendirme (Instruction) (Model süreci gözlemciye açıklanır) • Kuralların ve basamakların açıklanması(Commentary on features and Rules) Modelin davranışlarının önemli yönleri ve kurallar model veya anlatıcı tarafından açıklanır. • Gözlemcinin özetlemesi • Prova (Rehearsal) • Dikkat dağıtıcı uyarıcıların azaltılması • II.Uygulamayı (Başarıyı, Performance) etkileyen Faktörler • Başarıyı teşvik eden etkenler o Gizli pekiştirme (Vicarious reinforcement) (modelin davranışı pekiştirilir.) o Kendi kendine pekiştirme (Self-Reinforcement) (model kendi davranışını pekiştirir) o Kaygı uyandıran sonuçların gizlice ortadan kaldırılması (Vicarious extinction of fear responding). Gözlemci kaygılıysa, model uygulamasında uygulamanın olumsuz olabilecek sonuçlara dikkat edilmelidir. o Doğrudan pekiştirme (Gözleyenin davranışı pekiştirilir) o Çocuğun davranışının taklidi (model öncelikle çocuğun davranışını taklit ederse çocuk da onun davranışını taklit eder) • Uygulama Kalitesine Etki Eden Faktörler o Prova ve dönüt (Feedback) o Katılımcı Modeling • Uygulamanın Transferi ve Genellemesi • Uygulama ortamının günlük yaşama benzerliği • Uygulamanın tekrarı • Doğal ortama transferi teşvik (pekiştireç) • Davranışın ilkelerinin öğrenilmesi (bir davranışın tek başına ele alınması yerine davranışın temelleriyle birlikte ele alınması) • Uygulama ortamındaki değişimlerin hazırlanması (bir davranış kazanılırken farklı ortamlarda gösterilebilecek şekilde kazanılmalıdır.)
  10. İstanbul

    Sönme Kavramı

    Sönme Kavramı • Eğer öğrenilmiş davranışlar pekiştirilmezse, gücünü kaybetmeye başlar. Mutfaktaki çukulataların bittiğini bilen çocuk, çukulataların daha önceki durduğu yere ilgi göstermemeye başlar. Aynı şekilde, hayvanlarda da benzer tepkiler görülecektir. Sönme, geçmişte pekiştirilen davranışın, pekiştirilmemesi sonucuna bağlı olarak davranışın organizmanın repertuarından çıkması olarak tanımlanabilir. Eğer pekiştirilmeyen davranışların ortadan kalkmadığını düşünecek olursak, davranışın ortadan kalkması için bir tek unutma süreci kalmaktadır. Sönme, ödül veya ceza ortaya çıkarma özelliği kalmayan (işlevsel olmayan) davranışın ortadan kaldırılmasında önemli bir yoldur. Tabi dağılmış ve uyumsuz davranışları saymazsak. Sönme süreci basit ödüllendirme yoluyla öğrenme sürecinde ele alınırsa, Skinner deney kutusunda fare (rat) pedala basarak bir miktar yiyecek elde etmektedir. Fare yiyecekle pedala basma davranışının ilişkisini öğrenince, acıkınca yiyecek elde etmek için pedala basmaktadır. Eğer pekiştireç (yiyecek) verilmemeye başlanırsa pedala basma davranışı bir süre devam edecektir. Ancak bir süre sonra bu davranışın düzenliliği ortadan kalkacak ve davranış azalacak, en sonunda da ortadan kalkacaktır. • Benzere şekilde, Pavlov tipi öğrenme veya klasik koşullanmada da koşulsuz uyarıcının ortadan kalkması durumunda koşullu tepki bir süre gösterilecek ve azalarak en sonunda yok olacaktır. • Sönmeye direnç • Bir davranışın klasik koşullama veya edimsel koşullama yoluyla ortaya çıkınca koşulsuz uyarıcı veya pekiştirecin ortamdan çekilmesinin engelleyici (inhibitory) veya olumsuz etkisine karşı belli bir direnç oluşmaktadır. Organizmalar temel pekiştireç veya koşulsuz uyarıcı aracılığıyla kazandıkları davranışın sönmesine direnç göstermektedir. • Sönme durumunda davranışın değerlendirilmesi aynen davranışın kazanılması süreci gibidir. Davranış kazandırma durumunda, davranışın görülüm sıklığı (frequency), davranışın gizil olarak varolması (latency) ve kapsamı (amplitude), davranışın ortaya çıkma hızı ve gösterilme süresi değerlendirilmesi gereken değişkenlerdir. Sönme sürecinde yine aynı kriterler ele alınarak bir davranışın sönüp sönmediği değerlendirilecektir. • Bu süreçten yola çıkılarak bazı sönme ilkelerinden söz edilebilecektir: • Örneğin Skinner deney kutusunda organizma önceden belirlenmiş bir süre için pedala basma davranışı göstermezse sönme ortaya çıkmış olarak kabul edilecektir. Bir başka kriter, belli bir süre içinde ne kadar rasgele denemenin ortaya çıkabileceğidir. Davranışın gösterilme hızındaki azalma da bir başka kriterdir. • Sönmeyle İlgili Değişkenler • Pekiştirecin ortamdan çekilmesi sonucu, kazanılmış olan davranışın sönmesi sürecini etkileyebilecek bazı etkenler vardır. • Pekiştireç sayısı (Number of reinforcement): Sönmeye direnç bir dereceye kadar sönmenin başlamasından önce organizmaya verilen pekiştireç sayısına bağlıdır. Sönme süreci başlamadan önce organizmaya verilen az sayıda pekiştireç, organizmanın davranışlarının sönmesinden önce kısa bir süre daha davranış göstermesine neden olmaktadır. Pekiştirme miktarı arttıkça gösterilen davranış sayısı da artmaktadır. Ancak, sönmeye direncin bir limiti bulunmaktadır. Bir başka deyişle, pekiştirme miktarı ne kadar artırılırsa, ortamdan pekiştireç çekildiğinde davranışın gösterilmesi süresi de o oranda artmaktadır. Belli bir sayıdan sonra verilen pekiştireç sönme sürecini uzatmamaktadır. Pekiştireç sayısıyla ele alındığında sönmeye direnç önce artmakta belli bir sayıdan sonra artış duraklamaktadır. Ancak bu durum her zaman tutarlı bir yapı göstermektedir. • Pekiştireç Miktarı (Amount of reinforcement): Pekiştireç miktarının etkisi pekiştireç sayısına benzemektedir. Eğer organizmanın gösterdiği her davranış pekiştirilirse, pekiştireç miktarı arttıkça sönmeye direnç düşmektedir. Sönmenin ortaya çıkmasında sadece pekiştireç sayısı ve miktarı deşında psikolojik faktörlerin de etkili olması söz konusudur. • Pekiştirecin Gecikmesi (Delay of Reinforcement): Eğer davranışın kazanılması sürecinde pekiştireç gecikmesi söz konusu ise sönmeye direnç ertmaktadır. • Çaba ve Sönme: Pekiştireç almak için gösterilen çaba miktarı arttıkça öğrenilen davranışın gücü azalmaktadır. Bir başka deyişle davranışın öğrenilme sürecinde pekiştireç almak için organizmanın gösterdiği çaba miktarı arttıkça sönmeye direnç azalmaktadır. Ancak olay bu kadar basit bir yaklaşımla açıklanamayabilir. Organizma herhangi bir öğrenme sürecinde pekiştireç almak için belli bir davranış göstermeyi öğrenirken aynı zamanda pekiştireç almak için farklı durumlarda farklı miktarda çaba göstermesi gerektiğini de öğrenmektedir. Pekiştireç almak için herhangi bir davranışı göstermekle, çok daha fazla güç gerektiren bir davranışı göstermek arasında fark vardır. Bu durum sönme sürecini etkileyecektir. • Kendiliğinden ortaya çıkma (Spontaneous Recovery): Organizma tarfından kazanılan davranışın söndürülmesinden sonra belli bir süre bekleyip yeniden organizma öğrenme ortamında gözlendiğinde sönmüş olan davranışın bir dereceye kadar kendiliğinden ortaya çıktığı gözlenmektedir. Sönmüş davranışın ortaya çıkması zaman aralığına bağlı olarak değişmektedir. Sönmeden sonra geçen zaman uzadıkça yeniden ortaya çıkan sönmüş davranışın gücü azalmaktadır. Pavlow’un koşullanma deneylerinde, önce et tozu gösterilip sonra et tozu verilerek salya koşullanması sağlanmıştır. Daha sonra et tozu gösterilip, verilmeyerek davranış söndürülmüştür. İki saattlik bir aradan sonra köpeğe et tozu gösterildiğinde tekrar salya salgıladığı görülmüştür. İlk salya miktarının (koşullanmış davranış) altıda biri kadar bile olsa, davranışın kendiliğinden ortaya çıktığı görülmüştür. Kendiliğinden ortaya çıkma süreci sönme sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. • Pekiştireç Şekli ve Sönme (Patterns of Reinforcement and Extinction): Sönme sürecinde çeşitli boyutlar, davranışın sürekliliğini çeşitli şekillerde etkileyebilmektedir ancak davranışın kazanılması sürecinde gösterilen her davranışın pekiştirilmediği durumda, sürekli pekiştirilme durumuna göre davranışın sönmeye karşı direnci artmaktadır. Bir başka deyişle, davranışın süreğenliği güçlenmektedir. Pekiştireçteki miktarındaki değişkenlik davranışın süreğenliğini artırmaktadır. Benzer şekilde olumsuz pekiştireç ve ceza durumlarında da ceza veya olumsuz pekiştireçin değişkenliği arttıkça kazanılan davranışın süreğenliği artmaktadır. Skinner (1950) koşulların uygun olması durumunda organizmaya kazandırılan davranışın daha sonra pekiştireç verilmeden sonsuza kadar devam ettirilebileceğini belirtmektedir. Sönme süreci günlük yaşamdaki davranışların açıklanmasında önemli bir yere sahiptir. Gerçek yaşamda pekiştireçler tutarsız, önceden yordanamaz ve her zaman da davranışı takip etmez. Bu durum en etkili pekiştirme yöntemi olarak ortaya çıkmaktadır. Gerçek yaşamda pekiştireç olmadan davranışların süreğenliğindeki bu güçlülük gerçek yaşamdaki pekiştirme şekliyle ilgili olabilir.
  11. İstanbul

    Pekiştirme Kavramı

    Pekiştirme Kavramı Klasik koşullanmada pekiştirme, koşulsuz uyarıcı pekiştireç rolü göstermektedir. Pavlov, koşulsuz tepkiyi (salya) meydana getiren koşulsuz uyarıcıya (et) birincil pekiştireç; koşullu tep- kiyi (salya) meydana getiren koşullu uyarıcıya (ses) da ikincil pekiştireç adını vermektedir. Kla- sik koşullanmada pekiştireç tepkiye bağlı olarak verilmez. Tepkinin meydana gelmesinden önce sunulur ve tepkiyi doğrudan uyarıcıdır.(Senemoğlu,2001,sf 106) Edimsel koşullanmanın iki temel ilkesi vardır. Bunlar: 1)Pekiştirici uyarıcıyla izlenen tepkiler tekrarlanma eğilimindedir. 2)Pekiştirici uyarıcılar, edimsel davranışların meydana gelme oranını ya da olasılığını artırır. Edimsel koşullanmada önemli olan nokta; davranış ve onun sonuçlarıdır. Dikkatli bir gözlemle, bir davranışın sık olarak ortaya çıkmasında, davranışın sonuçlarının büyük ölçüde et- kili olduğunu görebiliriz. Organizma pekiştirilen davranışı daha sık gösterir. Pekiştirilmeyenden ise vazgeçer.(Senemoğlu,2001,sf 156) Her iki koşullanma sürecini kapsayan genel kural şöyle ifade edilebilir: bir davranışın or- taya çıkma olasılığını arttıran her türlü uyarıcıya pekiştirme adı verilir.(Cüceloğlu,1997,sf 156) Pekiştireçleri iki gruba ayırmak olanağı vardır. Olumlu pekiştireçler ve olumsuz pekiştireç- ler. Olumlu pekiştireçler verildiği zaman davranışın ortaya çıkma olasılığı artar. Yiyecek, su, övgü bu tür pekiştireçlere örnek oluşturur. Olumsuz pekiştireçler ortadan kaldırıldığı, ya da veril- mediği zaman davranışın ortaya çıkma olasılığı artar: elektrik şoku, rahatsız edici bir gürültü gibi uyarıcılar olumsuz pekiştireçlere örnektir. Yapılan edimsel koşullanma deneylerinde olumsuz pekiştirme genellikle deneğin denetimi altındadır ve denek istenilen davranışı yaptığı anda olumsuz pekiştirme ortadan kalkar. Örneğin, Skinner kutusundaki manivelaya basınca, kutunun altındaki ızgaraya verilen elektrik şoku otomatik olarak kesilir.(Cüceloğlu,1997,sf 156) Ödül kelimesi, olumlu pekiştireç kavramıyla eş anlamlı olarak kullanılabilir, fakat ceza kavramı olumsuz pekiştirme kavramı ile eş anlamlı kullanılamaz. Olumsuz pekiştirmede olum- suz pekiştireçler ortamdan çıkartılırken, cezada olumsuz pekiştireçler ortama konmaktadır. Hem olumlu hem de olumsuz pekiştirme davranışın yapılma olasılığını azaltır.(Senemoğlu,2001,sf 158) Skinner’e göre pekiştirmenin organizmaya istenen davranışı kazandırmada, davranışı bi- çimlendirmede, sonuç olarak kişilik gelişiminde önemli bir yeri vardır. Hatta “kişilik dediğimiz şey, bizim pekiştirilme tarihçemizin bir özeti olan davranış biçimlerinden başka bir şey değildir” (Skinner,1971). Örneğin; biz Türkçe öğreniyoruz. Türkçe öğrenmemizin nedeni, Türkçe konuşu- lan bir evde doğmamızdır. Türkçe seslere benzer sesler çıkardığımızda pekiştirilerek Türkçe’yi öğreniyoruz. Eğer biz İngiliz, Fransız, Rus evinde doğup büyüseydik bu sefer de İngilizce Fran- sızca Rusça seslere yakın sesler çıkardığımızda pekiştirilerek bu dilleri öğrenecektik. (Senem- oğlu,2001,sf 158) Skinner, kültürü de bir pekiştirme seti olarak tanımlamaktadır. Farklı kültürler farklı dav- ranış biçimlerini pekiştirirler. Pekiştirmeyi kontrol ederek davranışları kontrol edebiliriz. (Skinner,1971)Örneğin; çocuğunun belli kişilik özelliklerini kazanmasını isteyen ana-baba aşağı- daki adımları izleyebilir.(Hergenhahn 1988) 1) Çocuğunuzun yetişkin olarak hangi temel kişilik özelliklerini kazanmasını istediğinize karar veriniz.(Örneğin ana-babanın çocuğunun yaratıcı bir yetişkin olmasını istediklerini düşünelim.) 2)Amacınıza ulaştığınızda çocuğun hangi davranışları kazanması gerektiğini tanımlayınız.( Yu- karıdaki örneğe göre, yaratıcı bir kişinin hangi özellikleri göstermesi gerektiğini belirleyiniz.) 3)Amacınıza uygun davranışları gözlediğinizde çocuğunuzu pekiştiriniz.(Yukarıdaki örneğe göre ana–baba yaratıcılığın göstergesi olan davranışlar ortaya çıktığında çocuğunu ödüllendirmelidir. 4)Çocuğun çevresindeki temel öğeleri beklenen davranışları destekleyecek şekilde düzenleyerek tutarlılık sağlayınız.( yukarıdaki örnekte ana-baba, çocuğun yaratıcı davranışlarını pekiştirirken, çevresindeki arkadaş, öğretmen ve yetişkinlerin de desteklemelerini sağlamalıdır. (Senemoğlu, 2001,sf 158-159) Bu ilkeleri bilmeksizin ana-baba birtakım yanlış uygulamalar yapabilir. Bazen ana-baba, öğretmen ve diğer yetişkinler çocuklara, farkında olmadan istenmeyen davranışları kazandırabi- lirler. Örneğin; Öğretmen, sınavda sadece kitaptaki bilgiyi ezberleyen öğrencilerin cevaplayacağı şekilde soru sorduğunda derse değişik kaynaklardan çalışmış olmasına rağmen bir tek kitaptaki bilgiyi ezberlemeyen öğrenci, düşük not alır. Gelecek sefer bu öğrenci kitaptan kopya çekmeye yönelir ya da kitaptaki bilgiyi aynen ezberlemeye çalışır; sonuçta da yüksek not alırsa bu durum- da öğrenci gelecek sefer kopya çekme ya da sadece kitaptaki bilgiyi ezberleme davranışını sür- dürür.(Senemoğlu,2001, sf 159) Premack Kuralı Premack(1959) pekiştireç olarak uyarıcı yerine faaliyeti kullanmayı önermiştir. Ona göre Skinner kutusuna konan fare yiyecek verildiği için değil, yeme faaliyeti olduğu için manivelaya basma sayısını arttırır. Organizmanın daha seyrek olarak yaptığı başka bir faaliyet için pekiştireç rolünü oynar. Örnek olarak, iki çocuk alalım: bunlardan biri şekere düşkün olup sık sık şeker ye- sin diğeri ise şekerden pek hoşlanmasın fakat top oynamayı sevsin.(Cüceloğlu,1997,sf 157) Birinci çocuğa top oynama öğretilmek istendiğinde, acaba şeker yeme pekiştireç olarak kullanılabilir mi? Evet kullanılabilir! Top oynaması öğretilmek isteniyorsa, her top oynayışından sonra çocuğa şeker yeme olanağı verilmelidir, bir başka deyişle çocuk şekere ancak top oyna- makla ulaşabilmelidir. İkinci çocuğa ise şeker yeme öğretilmek isteniyor. Bu durumda çocuk bir şeker yedikten sonra top oynama olanağı verilmeli ve böylece top oynama, şeker yeme olayına bağımlı kılınmalıdır. Sonuçta birinci çocukta şeker yeme, ikinci çocukta ise top oynama pekiştireç görevini görür. (Cüceloğlu,1997,sf 157) Bu tür gözlemler sonucu Premack, kendi adıyla bilinen aşağıdaki iki ilkeyi ileri sürmüş- tür: 1) Belirli bir anda, her bir organizmanın bir pekiştireçler mertebesi (hiyerarşisi) vardır. Bu mertebe düzeninin tepesinde , bütün olanaklar sağlandığında organizmanın doğal olarak ya- pacağı ilk faaliyet yer alır. Diğer faaliyetlerin ortaya çıkma olasılığı mertebedeki yerine ba- ğımlı olarak azalır. 2)Bu mertebe içinde yer alan her davranış, kendinden üst bir faaliyet tarafından pekiştirilebilir ve kendinden daha alt düzeylerdeki faaliyetler için bir pekiştireç rolü oynar. Bu ikinci ifade Premack ilkesi olarak bilinir.(Cüceloğlu,1997,157) Bu kural eğitimde ve çocukların davranışlarını denetimde son derece etkin bir biçimde kullanılabilir. Önemli olan ilk adım, davranışını değiştirmek istediğimiz bireyin faaliyetlerinin mertebe yapısını keşfetmektir. İkinci adım da, üst düzeydeki bir faaliyeti , öğretmek istediğimiz bir davranış için pekiştireç olarak kullanmaktır.(Cüceloğlu,1997,sf 157) Pekiştirmenin Miktarı ve Gecikme Süresi Psikologlar pekiştirme miktarının öğrenme miktarının hızını etkileyeceğini düşünmüşler. Örneğin; çocuğun yeni bir davranış öğrenmesini isteyen öğretmen ya da ana-baba çocuğa önemli göreceği bir miktarda ödül vermelidir. “İlk devrede karnende zayıf getirmezsen seni sinemaya götüreceğim!” diyen bir baba, büyük bir olasılıkla, çocuğuna iyi bir ödül ortamı yaratmamakta- dır. Öte yandan “ ilk devrede karnende hiç zayıf getirmezsen sana bisiklet alacağım!” diyen bir diğeri, çocuğunu önemli derecede ödüllendiriyor olabilir.(Cüceloğlu,1997, sf 159) Açıklığa kavuşması istenilen, çocuğun davranışı ödüllendirilmeye karar verilmişse, önce çocuğun neyi ödül olarak algıladığını bilmenin gerektiğidir. Ayrıca, baban gelince senin yaptık- larını babana söyleyeceğim!”diyen anne, gecikmeli bir ceza sistemi kullandığından, çocuğun öğrenme süresi pek etkin olmaz.(Cüceloğlu,1997,sf 159) PEKİŞTİRME TARİFELERİ Skinner ve onun izleyicileri, edimsel davranışın sıklığını artırma amacıyla bağımsız değişken olarak pekiştirme tarifeleri üstünde çalışmışlardır. Pekiştirme tarifesi, tepkiyi izleyen pekiştireç- lerin verilme biçimini kapsamaktadır. En yaygın olarak kullanılan pekiştirme tarifeleri; sürekli pekiştirme, sabit pekiştirme, sabit oranlı pekiştirme,değişken aralıklı pekiştirme ve değişken oranlı pekiştirmedir.(Senemoğlu,2001,sf 169) Sürekli Pekiştirme En basit pekiştirme tarifesidir. Bu tarife, deneğe yeni bir şey öğretilirken kullanılmakta- dır. Tepki öğrenildikten sonra sürekli pekiştirme bırakılıp diğer pekiştirme tarifeleri uygulanmalı dır. Aksi taktirde bir müddet sonra pekiştirmenin etkisi kalmayacaktır. Ayrıca sönmeye karşı en az dirençli pekiştirme tarifesi sürekli pekiştirmedir. Örneğin, başlangıçta çocuk yatağını her dü- zelttiğinde pekiştirilirken davranışı kazandıktan sonra değişik pekiştirme tarifelerine geçilmeli- dir.(Senemoğlu,2001,sf 169) Sabit Oranlı Pekiştirme Bu tarifede, organizmanın belli bir sayıdaki davranışı pekiştirilir. Örneğin; hayvanın her 10 doğru davranışından sonra yiyecek verilmesi; öğrencinin her 5 doğru cevabına bir not veril- mesi gibi pekiştirmeler sabit oranlıdır. Zaman önemli değil, doğru davranış sayısı önemlidir. Aynı süre içinde bir kişi daha az doğru davranış yaparken, bir diğeri daha çok doğru davranış yapabilir ve daha çok pekiştirilebi- lir. Ancak organizma pekiştirildikten hemen sonra bir depresyon içine girer. Buna “pekiştirme sonrası ara” adı verilmektedir. Bu konuda birçok görüş ileri sürmekle birlikte, hayvan pekiştiril- dikten hemen sonra yapacağı davranışın pekiştirilmeyeceğini öğrendiğinden dolayı bir durgunluk içine girmiş olabilir. Birikmiş kayıtlar bu durgunluğun geçici olduğunu, daha sonra davranış sayı sında hızlı bir yükselme olduğunu göstermektedir. Bu durum “ara ver ve çalış” ifadesiyle betim- lenebilir.(Senemoğlu,2001,sf 170) Sabit Aralıklı Pekiştirme Organizmanın belli bir zaman dilimi içinde yer alan davranışları pekiştirilir. Bu tarifede doğru davranış sayısı önemli değildir. Belli bir sürenin geçmesi önemlidir. Örneğin,hayvan her iki dakika sonunda pekiştirilir. Bu süre içinde ister bir davranış,ister beş davranış yapsın pekiştirme iki dakikanın sonunda yapılır. Dolayısıyla, Skinner kutusundaki hayvan sabit olan zaman aralığının başlangıcında yavaş bir şekilde tepkide bulunurken ya da hiç tepki göstermezken, zaman ara- lığının bitimine doğru daha hızlı tepkide bulunmaktadır. Örneğin; belli bir sürede tamamlanacak işler; öğrencilerin vize ve final sınavlarına çalışmaları; dönem ödevleri hazırlamaları, memurların her ayın başında maaş almaları bu pekiştirme tarifesine uygun örneklerdir. Öğrenciler, dönemin başında yavaş hareket ederken ödevi teslim etme günleri yaklaştıkça daha hızlı çalışmaktadırlar. Ancak, sabit oranlı pekiştirmede olduğu gibi yapıldıktan sonraki zamanda, organizma (insan ya da hayvan) gene yavaş hareket etmeye başlar. Çünkü hızlı hareket etse de o sürenin bitimine kadar pekiştirilmeyeceğini öğrenmiştir.(Senemoğlu,2001,170) Değişken Oranlı Pekiştirme Bu tarifede, her on tepkiden sonra vb. gibi belirli bir sayıdaki tepkinin pekiştirilmesi yeri- ne, değişen sayılardaki tepkiler pekiştirilir. Bu tarifede önemli olan ortalama bir tepki sayısının pekiştirilmesidir. Örneğin; öğretmenler ortalama beş doğru davranışa not verebilir. Bu not bazen bir doğru davranıştan sonra, bazen on, bazen de dört doğru davranıştan sonra verilebilir. Dolayı- sıyla kaç davranıştan sonra not alacakları belli olmadığından etkinlik sürekli ve sönmeye karşı dirençli olabilir.(Senemoğlu,2001,171) Değişken Aralıklı Pekiştirme Bu pekiştirme tarifesinde zaman sabit değildir. Pekiştireç bazen hemen, bazen daha geç kazanılabilir. Değişken oranlı pekiştirme tarifesinde olduğu gibi bunda da ortalama zaman önem- lidir. Örneğin; pekiştirme ortalama üç dakikada yapılacaksa, ilki iki dakika sonra, ikincisi bir da- kika sonra, üçüncüsü beş dakika sonra , dördüncüsü dört dakika sonra yapılabilir. Böylece müm- kün olan bütün pekiştireçleri elde etmek için, organizma (insan ya da hayvan) tepkiyi sürekli ola- rak gösterir. Değişken aralıklı pekiştirme tarifesi, sabit aralıklı pekiştirme tarifesine göre tepki oranını daha çok artırmaktadır, ancak değişken oranlı pekiştirme tarifesinden daha az etkilidir. Bu pekiştirme tarifesine örnek, öğretmenlerin bazen haftada bir, bazen iki haftada bir, bazen de haftada iki defa sınav yapmaları olabilir. Sınav, zamanı belli aralıklarla olmadığından, öğrenci her an sınava hazır olacaktır.(Senemoğlu,2001,sf 172) Beyin Uyarılması ve Pekiştirme James Olds adlı Amerikalı bir psikolog farelerin beyinleri üzerinde mikroelektrotlar ara- cılığıyla yaptığı araştırmalarla tanınır. Araştırmacı 1950’lerin ortalarına doğru yaptığı araştırma- larının birinde elektrodu, yanlışlıkla farenin hipotalamusunun yakınlarında bir bölgeye yerleştir- miştir. Bu bölgeye hafif elektrik şoku verildiğinde, şokun uygulandığı ortalama farenin tekrar tekrar döndüğü gözlenmiştir.(Cüceloğlu,1997,sf 161) Fare Skinner kutusuna konup, manivelaya basarak kendi kendini elektrikle uyandırabile- cek duruma konduğunda, dakikada yüz kere mahivelaya basarak, daha önce hiç görülmemiş ola- ğan üstü bir uyarılma davranışını göstermiştir. Fareler saatte ortalama 2.000 kere manivelaya basmışlar ve yorgunluktan hareket edemeyecek hale gelinceye kadar hiç kesintisiz 15 veya 20 saat kendi kendilerini uyarmaya devam etmişlerdir.(Cüceloğlu,1997,sf 161) Hayvanlar bazı beyin bölgelerinin uyarılmasından hoşlanmamışlardır, bu bölgelerin uya- rılması olumsuz pekiştirme işlevini yüklenmiştir. Beyinin bazı bölgelerinin uyarılması ya da uya- rılmaması ise hayvanın davranışında hiçbir değişiklik yapmamış, başka bir ifadeyle, bu bölgele- rin uyarılmasının hiçbir pekiştirici etkisi olmamıştır.(Cüceloğlu,1997,sf 161) Öğretim Hizmetinde Pekiştirme Öğrenme kurumcularının çoğu, öğrenme ya da performans üstünde pekiştirmenin önemli bir etkisi olduğu görüşünde birleşmektedirler. Pekiştirme, davranışın tekrar edilme sıklığını artır- ma işlemidir. Bu işlemde kullanılan uyarıcılara pekiştireç adı verilmektedir. Olumlu pekiştireç- lerin öğrenciye verilmesi, olumsuz pekiştireçlerin de ortamdan çekilmesi davranışın yapılma ola- sılığını arttırmaktadır.(Senemoğlu,2001,sf 455) Pekiştirmenin öğrenme düzeyini yükseltebilmesi için, öğrencilere verilen pekiştirici uya- rıcıların öğrencilerin iç koşullarına; yani gelişim özelliklerine, genel yetenek düzeyine, genel sağlık düzeyine, genel sağlık durumuna , ön öğrenmelerine, duyuşsal özelliklerine , sosyo- kültü- rel yaşam biçimine uygun, öğrenci için anlamlı olması ve geciktirilmeden, zamanında verilmesi gerekir. Pekiştirmenin öğretme-öğrenme sürecinde etkili bir şekilde kullanılması, öğrencilerin ortalama öğrenme düzeyini 1.2 standart sapma yükseltmektedir. (Senemoğlu,2001,460)
  12. Aydınlanmanın ayrıcalıkları yalnızca karma temelinde doğrulanabilir, şairin içine doğduğu gibi: "Benim olan, benim olan, bana gelecek." Tıpkı o anki ve mutlak anlayışının iki katlı biçimiyle dünyaya bakmak zorunda olduğumuz gibi, kendi yaratıcı çabalarımız ve Lütuf un kabulü yoluyla iki katlı bir şekilde aydınlanmayı bulmak zorundayız. Hiç kimse Lütuf un ilk dokunuşunun dışında bırakılmaz, bu o kişileri Araştırma yoluna çıkarır. Herkes onu alabilir ve en sonunda herkes alır. Ama çevremizde her yerde bir kişinin yeterince dünya deneyimi olana kadar, yeterince engellenme ve hayal kırıklığı kendisini duraksatıp alçak gönüllü yapana kadar buna hazır olmayacağına dair çokça kanıt görürüz. Yüce Benliğin bilincine katılmak sadece lütuf yoluyla gerçekleşebilecek bir olaydır. Yine de lütuf ve ondan önce gelen çaba arasında, tam, kesin ve evrensel olarak geçerli bir ilişki olmasa da, bir ilişki vardır. Kendini geliştirmede yardım almadan tümüyle kendi çabalarına bel bağlayan istekliler yine de bir gün kendi başlarına elde edemeyecekleri şeyin verilmesi için dıştan bir güce ihtiyaç duyacaklardır. Üstlenmiş oldukları görev sadece kendi başlarına kusursuz bir şekilde ya da tam olarak yapılamaz. Eninde sonunda dizlerinin üzerine düşüp Lütuf için yalvarmak zorunda kalacaklardır. Ego kendini kurtaramaz. Niçin? Çünkü gizlice bunun böyle olmasını istemez, çünkü bu kendi varlığının tükenmesi anlamına gelecektir. Bu yüzden, egoyu Lütuf aramaya zorlamadığınız sürece, tüm çabalarınız size yalnızca kısmi sonuçlar getirecektir, asla tamamen tatmin edici bir sonuç getirmez. Lütuf fikrinin evrensel yasa kavramını bozduğunu söyleyenler bunu gerçekten yeterince incelemezler. Çünkü bu durumda, tersine, inandıkları bireysel zihnin çabası yasasını, inanmak zorunda oldukları bireyin içindeki Evrensel Zihin'in etkinliği yasasıyla tamamlayarak gerçekleştiğini göreceklerdir. Tanrı insanlıktan ayrılamaz. İnsanlık bir boşluk içinde yaşamamaktadır. Egonun alın yazısı Yüce Benliğe çıkarılmalıdır; orada kendini sona erdirir, daha doğrusu, kendini aşar. Ama kendi yaşamını isteyerek sona erdirmeyeceğinden, dışarıdan bir güç bu yükseltmeyi gerçekleştirmek için müdahale etmelidir. Bu güç Lütuf'tur ve Lütuf un görünmesinin zorunlu olmasının nedeni budur. Bütün büyük amaçlarına ve dualarına, itirazlarına ve kendini suçlamalarına karşın, ego bu son yükselmeyi istemez. Kendi kendine harcanan sürekli çaba egoizmi azaltabilir, ama yok edemez. Bu son eylem mümkün değildir, çünkü ego kendini isteyerek ortadan kaldırmayacaktır. Kendi çabasının yaptığı şey, egoyu ortadan kaldırabilecek daha yüksek kuvvet için yolu hazırlamaktır, böylelikle işlemi zamanına uygun hale getirir ve başarısını mümkün kılar. Ayrıca yaptığı şey, zekayı ve sezgiyi geliştirmek ve karakteri iyileştirmektir; bu da kişiyi hazırlar ve bu kuvvetleri çeker. Bu kuvvetler Lütuf un affedici, iyileştirici ve özellikle dönüştürücü güçlerinden başka bir şey değildir. Egonun kendisinin harcadığı çaba muhteşem aydınlanmayı nasıl meydana getirebilir ki? Bu çaba sadece aydınlanmanın yolunu temizler, onun aracını temizler ve onu örten zayıflığı ortadan kaldırır. Ama bilgeliğin ışığı en içteki varlığın -Can'ın- bir özelliğidir, bu nedenle yalnızca o size bunu getirebilir. Ego Yüce Benliğe ait olan bir şeyi nasıl verebilir ya da elde edebilir ki? Yapamaz. Ancak tanrısal olan tanrısal olanı verebilir. Yani, ne kadar gayretli bir şekilde bunun için uğraşırsanız uğraşın, yalnızca lütuf yoluyla aydınlanmaya ulaşılabilir. Çabalarınız sizi belirli bir noktaya getirdiğinde, bunları bir kenara itin ve yavaşça başka bir güce, Yüksek Benliğinize çekilin. Gerçekte olan şey, kullandığınız enerji ya da gücün kendiliğinden ateş almasıdır. Sizin yapmanıza, yaptırmanıza, başarmanıza olanak tanıyan şey budur. En önemli nokta bu aktif gücün sizin iradeniz değil, gerçekte Lütuf dememiz gereken şeyin doğrudan bir ziyareti olduğudur. Yüce benliğin ya da daha yüksek gücün bu deneyimi güçlü bir şekilde hissedilir. Pek çok kişinin araştırmaya karşı ilgisiz kalmasını sağlayan spiritüel tembellik bireyin kendi girişimleriyle üstesinden gelinecek bir şey değildir. Bu nedenle yaşam, bunu onlar için yapmak durumundadır. Yaşamın başlıca yöntemi onlara acı, kayıp, hayal kırıklığı, hastalık ve ölümle sıkıntı vermektir. Ama böyle sıkıntılar keyfi değildir ve karmanın idaresi altındadır, aralıklıdır ve sürekli değildir, bunaltıcı değil, sevinçle örgülüdür. Bu yüzden sonuçlarının görünmesi yavaş olur. Spiritüel yolda büyük ilerlemeye yöneltilmiş kişinin kasten bu yola girmeyi reddettiği ya da böyle bir girişi sabırsız bir şekilde bir süreliğine ertelediği bazı durumlarda, Yüksek Benlik çoğu kez oyuna karışır ve engellenmiş büyük amaçlar, hayal kırıklığına uğramış umutlar, hatta bozuk bir sağlık durumu karmasını serbest bırakır. Böylece, umutsuzluk, ıstırap ya da acı içindeki yolcu gönüllü vazgeçmenin kadehinden içecek ya da kendini yadsımanın yırtık pırtık giysilerini giyecektir. Egosu acıdan gücünü tüketir. Yol üzerindeki gerçek düşmanı "ben"dir, çünkü gerçekliğe açılan kapıyı kaparken duyulan hem maddi hem de zihinsel ıstırabın sebebidir. Dünyevi olayların gidişi onu daha da kuvvetten düşürdükçe, o da çöküntüsünden spiritüel tefekkürün unutkanlığına çekilmeyi daha çok öğrenecektir. Bu şekilde geçici huzur bulmak kendini mistisizme adamış bir kişi için yeterlidir; ama kendini felsefi mistisizme adamış bir kişi için yeterli olmaz. Böyle bir kişi bu olayların anlamı üzerinde düşünmeyi tefekkürüne eklemek zorundadır. Bu kişisel olmayan içgörüyü kazandığında, geçmiş yaşamına tekrar bakıp meydana gelen şeylerin pek çoğunun niçin meydan geldiğini anlar. __________________
  13. Hiç kimseye ihanet edilmemiştir, ne Tanrı ne de yaşam tarafından. Zamanımızın trajik olaylarına katkıda bulunduk ve bir dereceye kadar hak ettik. Çok sayıda kişi hataları ya da zayıflıklarının sonuçlarından kurtulmak için dua ediyor, çok az sayıda kişi ise kendilerini hatalarından azat etmeye çalışıyor. Büyük olan grubun duaları kabul edilirse, zayıflık hala devam eder ve aynı sonuçların tekrarlanması kesin olur. Küçük olan grubun çabaları başarılı olursa, sonsuza dek kurtulurlar. İnsanın ihmalkarlığının sonuçlarım Tanrı'nın iradesinin işleyişine atfetmek küfürdür. İnsanın aptallığının, tembelliğinin ve disiplinsizliğinin sonuçlarının suçunu tanrı buyruğuna yüklemek boş laftır. İnsanlar yaşamın kendilerine kötülük getirdiğinden yakınırsa, durmaları ve en kötüden daha iyi olan bir şeyi almaya içsel olarak hazırlanmış olup olmadıklarım düşünmeleri gerekir. Kendi tembelliğinizin zayıflığını kaderin karşı konulmaz doğasına atfederseniz, kötü durumunuzu daha da kötüleştirirsiniz. Bilgece bir tutum dıştaki sorunlarını içteki karakter alemine, zeka ve kapasiteye taşır ve bunlarla orada ilgilenir. Bir kişinin talihsizlikleri, hatta yanlış yaptığı şeyler için başkalarını suçlamak, araştırıcı için, bir oyundur; bu oyunla ego dikkati kendi suçundan başka yere yönlendirir, böylelikle kalp ve zihin üzerindeki sürekliliğini korur. Sıradan kişi için, bu sadece spiritüel bilgisizliğin duygusal ifadesidir. Karma yasasıyla ilgili araştırmamızdan, her birimizin büyümek, yetişkin olmak ve kendi eylemlerimiz, kararlarımız, duygularımız, hatta düşüncelerimizden sorumlu olmayı öğrenmek zorunda olduğumuz sonucunu çıkarabiliriz. Hangi fikirlerin, özellikle ani hislerin kabul edileceğinden, hangilerinin ise yok olacağından ya da defedileceğinden sorumlu olan biziz.
  14. Yaşamın her döneminin kendi evrimi vardır ve bunlarla ilgili fikirler farklıdır. Bazıları ilk yılların en iyisi olduğunu söyler, bazıları ise orta yaşların. Ama gerçek, bunun kişilerin yaşından çok karmasına bağlı olduğudur; buna göre onlar için en iyisi olacak ve bundan en büyük doyumu alacaklardır. İnanan kişiler olarak karmayla ilgili en büyük yanlış anlamalardan biri, belki de başkalarının bunu kabul etmesinin önündeki başlıca engellerden biri, karmanın etkilerini ancak çok uzun zaman süreçlerinden sonra gösterdiği fikridir. Bugün yaptığınız şey, size birkaç yüzyıl sonra, gelecekteki bir enkarnasyonda geri dönecektir; bugün yaşadığınız şey yüzlerce, hatta binlerce yıl önce yapmış olduğunuz şeylerin sonucudur; burada, yirminci yüzyılda semeresini aldığınız şey, orada, ikinci yüzyılda, Roma'da ektiğiniz şeyin meyvesidir gibi ifadeler reenkarnasyon ve karma hakkındaki yaygın düşüncelerdir. Ama her yerde, insanların aynı enkarnasyonda yapmış oldukları şeyin sonuçlarım şimdi alıyor olduklarını görmek için, yalnızca gözlerimizi açmamız ve çevremize bakmamız gerekir. Her an, bir sonraki anın geçmişini biçimlendiriyoruz; her ay, ardından gelecek olan ayın biçimini oluşturuyoruz. Hiçbir gün diğerinden yalıtılmış ve tek başına değildir. Karma sürekli devam eden bir süreçtir ve ertelemelerle çalışmaz. Karmayı, bir tür ölüm sonrası yargı süreci olarak dikkate almak doğru değildir! Ama çoğu kez, şu anki yaşamımızın koşullarına bakarak bu sonuçları hesaplamak mümkün değildir. Bazı durumlarda sonuçları sonraki doğumlarda yaşarız. Karmanın önceki yaşamlardan işleyişi en çok doğum anında, bebeklik, çocukluk ve ergenlik dönemi süresince görünürde olur. Şimdiki yaşamda yapılan karmanın işleyişi en çok yetişkinlikte, olgunluğa ulaşıldıktan sonra görünüm kazanır. Birçok kişinin, yaşamlarında başlarına gelen sıkıntıların bazılarının, önceki yaşamların karmasında hiçbir kökeni olmadığı, sadece şimdiki yaşamlarında başlamış olan sebeplere ait olduğu bir gerçektir. Karmayı (karşılığı) adet olduğu üzere yalnızca uzak reenkarnasyonlarda etkin olan bir şey olarak yorumlamak saçmalıktan başka bir şey değildir. Gerçekte çoğunlukla, bir kişinin ya da ulusun aynı yaşam süresi içinde etkindir. Bir eylemin karmasının, bir bumerang hızıyla ve hassaslığıyla geri geldiği zamanlar vardır. Yapılan bir şeyin karmasını zaman içinde daha sonra görünecek ya da yapan kişiye sonradan er ya da geç geri gelecek bir şey olarak görmek yanlıştır. Önce bir şey yapılacak, ardından bir şey gelecek gibi bir sıra değildir. Tersine, karma yapılan eylemin kendisiyle eşzamanlıdır. Bu daha geniş bakış açısına göre, doğru eylemler için en iyi karmik karşılık bu eylemleri izleyen karakterin yükseltilmesidir, aynı şekilde yanlış eylemler için en kötü karmik ceza da onlar tarafından yükseltilen karakterin indirilmesidir. Mantalizm, eninde sonunda düşünceyi her şeyden önemli bir hale getirir ve burada da böyledir. Çünkü karma iki katlı bir karaktere sahiptir. Yapılan her eylem, hem bu eyleme fiziksel tepkisini, hem de bu eylemi tekrarlama yönünde psikolojik eğilimi yaratır. Bedenin sağlığıyla ilgili sorunlarda uzun yıllar karmik yasaya karşı gelebiliriz ve orta yaşlara ya da yaşlılık dönemine kadar bunun bedelini ödemek zorunda kalmayız. Başkalarına karşı davranış konusunda da bu yasaya karşı gelebiliriz ve daha sonraki bir doğuma kadar bedelini ödemek zorunda kalmayabiliriz. Ama bu yasa eninde sonunda hep uygulanır ve bedenin tam formu ve kişiliğin doğası biçiminde basılan yıldız falı kartında her zaman gösterilir. Yıldızlar bireysel alın yazınızı kontrol etmez, ama hareketleri, hak etmiş olduğunuz gizli karmanın ne zaman aktif ve yürürlükte olacağını belirler. Bu yüzden gökyüzü akrep ve yelkovanı, insan yaşamının önemli saatlerini gösteren devasa bir saate benzer, ama yaşamı etkileyen ya da yaşama hükmeden kuvvetlerin toplandığı bir depo değildir. İster Doğulu olsun, ister Batılı, her dinde, kötülerin ölümden sonra çektiği acılardan söz edilir. Bunların bir süreliğine alt bir dünya, bir Araf ta bulunduğu düşünülür. Gerçek bunun -kötülerin ölümden sonra, ama yalnızca bir kez, dünyaya yeniden geldiğinde acı çekeceğine dair- daha yüksek bir doktrinin ilkel bir sembolü olduğudur. Kader, kazanım ve kayıpların ritimleri, birikim ve mahrumiyet döngüleri biçiminde hareket eder. Karşımıza sevgi dolu arkadaşlar ve nefret dolu düşmanlar çıkaran kuvvet tektir ve aynıdır. Karma hesaplarını çağırmadan önce uygun bir süre bekler; bu periyodik ve gruplanmış olan hesap görmelerin, iyi ve kötü talihin görünür döngüler halinde niçin bu kadar sık çalıştığını açıklamaktadır. Bir kişinin karmasının iki türü arasında bir çeşit denge olduğunun, bu sayede kötü olanın hafifletilebileceğinin, hatta bastırılabileceğinin, ama iyi olanın da aynı derecede indirgenebileceğinin, hatta denkleştirilebileceğinin öğretilmesi tamamen mantıklıdır. İçsel yaşamımız, gelgitlerin ve güneşin doğup batmasının yasalar altında olduğu kadar yasalar altında olan ritimlerle yerine getirilir. Pek çok kişide yalnızca koşulların çarkının dönmesinin geliştirebileceği iyi ve kötüye yönelik çok sayıda gizli imkan vardır. Alın yazısının uygun bir döngüsü etkin olduğunda, biraz doğru bir eylem çokça talihli sonuç ortaya çıkarır. Ama uygun olmayan bir döngü baskın olduğunda, çokça doğru eylem çok az sonuç üretir. Kişi ve onun kapasiteleri değişmemiştir, ama alın yazısı değişmiştir. Böyle bir zamanda, yaşamlarındaki yeni olaylar dizisi bireysel iradeleri tarafından değil, daha yüksek bir irade tarafından belirlenir. Pek çoğumuzun uygun olmayan bir karma döngüsünden geçerken muhtemelen inandığı şekilde, alın yazısı keyfi ve bize karşı olarak, körü körüne ve akılsız biçimde işlemez. Tersine, Mutlak Bilgelik'in kendisi yürürlüktedir. Bir eylemin karmik sonuçlarının boyutu, barındırdığı enerjiyle orantılı olacaktır. Dünya Zihni, en yüce amaçları ya da en adi arzuları güvenilir bir şekilde kaydeder. Bununla birlikte düşünce, duygu ya da iradeli eylem yalnızca geçen asılsız bir şeyse, bu durumda etki yalnızca cansız kalır ve karma üretilmez. Çok zayıf olan ya da yinelemeyle pekiştirilmeyen etkiler tamamen sonuçsuzdur, ama yineleme ya da birikmeyle geliştiklerinde, eninde sonunda karmik hale gelirler ve belirli sonuçlar üretirler. Bu nedenle, bir hatayı -farkına varıldığında- başlangıçta durduracak ve onu gerçekten ciddi bir zarar vermeye yetecek kadar güçlenmeden ortadan kaldıracak olan sadece bilgeliktir. Aynı zamanda, kararlı bir şekilde güdülen yüksek idealler ve kalpte derinlemesine kök salmış yüce amaçların zamanı gelince kendi türünden meyveler verebileceğini hatırlamak da akıllıca olur. Yasa acımasız, ama esnektir: Cezayı kişinin evrimsel aşamasına göre ayarlar. Daha fazla şey bilen ve yaptığı şeyle ilgili daha fazla farkındalıkla günah işleyen kişi daha çok acı çekmek durumunda kalır. Ahlaki açıdan harika telafi yasasının her ihlali, birikerek artan bir şeydir, er geç meydana gelen bir sıkıntıyı yığınlar halinde biriktirir; çoğu kez sıkıntıların günahlarla doğru oranda olmadığı konusunda şikayetler işitmemizin bir nedeni de budur. Birkaç yıl süren yanlış yapma ve yanlış düşünmenin sonuçları birkaç aya doluşabilir. Bazı hataların bedelini birkaç yıllık bir talihsizlikle ödememiz gerekir. Bazılarının bedeli ise bizi bir ömür boyu süren bir talihsizlik ödemek zorunda bırakır. Şefkati enkarne eden bir Bilge'ye yapılmış bir haksızlık, tövbe edilmemiş ya da düzeltilmemişse, kolaylıkla ikinci sınıfa girebilir. Troçki, Rusya İç Savaşı süresince düşmana karşı özellikle merhametsiz olmuştu: Kendi öldürülüşünün de merhametsiz bir olay olması şaşırtıcı değildir.
  15. Kişisel olarak belirgin özelliklere sahip bir kişi için, psikologların, bu kişinin çeşitli durumlardaki muhtemel davranışlarını tahmin etmeleri çoğu kez mümkündür. Mevcut düşünce eğilimleri ve hareketlerinin yönü devamlılık taşıdığı sürece, bir kişinin ya da bir ulusun yaşamındaki birçok olay, önceden görülebilir. Gelecekteki bazı olaylar kaçınılmazdır, bunun nedeni ya karakteri düzeltemeyen ya da kapasiteyi geliştiremeyen veya bilgiyi derinleştiremeyen insanların eylemlerinden ya da Dünya Fikrinin temel örüntüsünden ve fiziksel yaşamı yönetecek biçimde ayarlanmış yasalardan çıkmalarıdır. Gelecekte her birimizin başına gelecek şeyler, bilinen ve bilinmeyen geçmişimizin mantıksal sonucu olsa bile, tümüyle kaçınılmaz ve belirli değildir. Hala belirlenmemiş ve kristalize olmamış -bu nedenle bir dereceye kadar değiştirilebilir- durumdadır. Bu derece muhtemelen olacak şeylerle ilgili önceden bilme derecemizle ve bunu engellemek için atılan adımlarla kısmen ölçülebilir. Yine de bu olaylardan kurtulma yeteneği eksiksiz bir yetenek değildir, çünkü her zaman Yüce Benliğin iradesiyle geçersiz kılınmaya tabidir. İşaretlere inanan biriyim. Bu, yani bir olayın başlangıcının benim için uğurlu bir anlam taşıması, kendime izin verdiğim zayıf, küçük bir batıl inançtır. Astrolojik tahminler hakkında bir uyarı yapılmak zorunda. Yorumlar çok büyük bir ihtiyatla dikkate alınmalı. Her astrolog hata yapar, üstelik sıklıkla çok büyük hatalar, çünkü bu bilimle ilgili tüm bilgi modern çağda kaybolmuştur ve günümüzde sadece kısmi bir bilgi bulunmaktadır. Olumsuz tahminlerin de telkin görevi görebilecekleri konusunda bir tehlike vardır; zihinsel ya da duygusal sebepleri etkileyerek tahminleri gerçekleştiren fiziksel etkiler ortaya çıkarırlar. Yıldız falı geleceği yalnızca sıradan insanlar için gösterir ve asla spiritüel olarak uyanmış bir kişi için belirli bir kesinlik olamaz. Çünkü kişi Tanrısal Lütuf altına girmişse, bir öğretmen aracılığıyla doğrudan ya da dolaylı olarak Tanrısal iradelerin öyle olmasını istedikleri herhangi bir anda kişisel geçmiş karmasından bağımsızlaşabilir. Bu irade özgürdür, çünkü İnsan Tanrısal'dır ve Tanrısal Benlik özgürdür. Geleceği doğru ilkeler ve güçlü bir karakterle donanmış olarak karşılamak ayrıntılarıyla ilgili tahminlerle donanmış olarak karşılamaktan daha önemlidir. Geleceğe yönelik olumlu tutumlar oluşturursak, kötü sonuçlar elde etmeyiz. Geleceğin gizlisini saklısını ne kadar araştırırsak araştıralım, gerçek huzura biraz olsun yaklaşamayız, oysa inançlı bir şekilde Yüksek Benliği aramak ve onda bulunmak yavaş yavaş ölümsüz ışığı ve yaşamı getirir. Astroloji, içimizdeki bilge ve bilgisiz, iyi ve kötü olanın işaretçileri olarak, başımıza gelecek olayları açıklamak için yıldızları ve gezegenleri kullanırken bir amaca hizmet eder. Ancak, bunları asıl sebepler olarak kullanırsa, bu durumda bize zarar vermiş olur. Kendimize karşı gerçekçi olabileceğimizden eminsek, geleceği özgürce yıldızlara bırakabiliriz.
  16. İstanbul

    Grup Karma « Karma Felsefesi

    Karma sadece tek başına bireylere değil, aynı zamanda topluluklar, kasabalar, ülkeler, hatta kıtalar gibi gruplara da uygulanabilir. Hiç kimse insanlığın geri kalanından kaçamaz. Her şey birbirine bağlıdır. İnsanlar, neredeyse herkesin yaptığı gibi, kendi hayatlarını yaşadıkları ve başkalarının buna katıldıklarını düşünerek kendilerini aldatabilirler, ama er geç yaşanan şeyler hatalarını açığa çıkarır. Hepimiz eninde sonunda tek bir büyük aileyiz. Deneyim üzerinde düşünmenin öğrettiği şey budur. Gerçek hakkında iyice düşündüğümüzde, er geç, Yüksek Benlik olarak, -tıpkı tek bir bedenin kolları ve bacakları gibi- her şeyin tek bir varlık olduğunu öğreneceğiz. Bunun sonucu her birimizin kendimizinki kadar başkalarının da mutluluk ve sağlık içinde yaşamasını dikkate almak zorunda olduğudur, bunun nedeni ise yalnızca karmanın kişiye öğretmek için iş başında olması değil, ayni zamanda tüm insanlığa birliğinin son ve en üst düzey dersini öğretmek için iş başında olmasıdır. Bu fikir son savaşa [iI. Dünya Savaşı] uygulandığında, ikincisinin kısmen (yalnızca kısmen) zengin olanların yoksul olanlara, iyi yönetilen ulusların kötü yönetilen uluslara, birinin ülkesinin haklı olduğunu, diğerininse olmadığına, bu yüzden de talihsiz olsa da bunun kendi sorunları olduğuna dair yalıtıma duyguya kayıtsızlığın sonucu olduğu görülür. Sözün kısası, komşularından biri yoksul ve sefalet içindeyse, hiçbir ülke için gerçek bir refah ve mutluluk yoktur; her biri kardeşinin bekçisidir. Karşılığın işleyişi (bir karma parçası) aynı zamanda kendi eylemleri ya da düşüncelerinin bunu meydana getirdiği kişiyle yakından ilişkili olanları da etkiler. Karma bireysel bir konu değildir, asla da olamaz. Bir bütün olarak toplum, suçu yaratan ayak takımını yaratır. Toplum suçunu açıklamak için onu kullanıyorsa, o da kendi sırası geldiğinde suçlu karakterinin mümkün hale gelmesini açıklamak için toplumu kullanır. Sonuç olarak, toplum, daha küçük bir derecede olsa bile, onun kötülüklerinin karmik sorumluluğunu onunla paylaşmak zorundadır. Bütün bir halk yanlış yapma yolu boyunca ilerlediğinde, kendi arınmaları ve aydınlanmaları için acıyı çağırmış olurlar. Bencillik topluma egemen olduğu sürece, toplumun da kendi acıları olacaktır. Uluslar, diğer ulusların acılarına kayıtsız kaldıkları sürece, kendileri de er geç bu acıları paylaşacaktır. Varlıklı bir halk, yoksul halklara yardım etmeyi reddetmesinin; güçlü bir ulus, diğer ulusların zulmüne sessiz kalmanın; saldırgan bir ırk, zayıf ırklar üzerindeki zora dayanan baskısının kısmi sorumluluğundan kaçamaz. Dünya savaşları, bu gerçekleri yeterince göstermiştir. Dünyada neler olup bittiğini anlamak istiyorsak, ilk önce kıtasal ve ulusal karmanın bu sıkıntıların gizli sebepleri olduğunu anlamamız gerekir. Bir ulus, içindeki her bireyin ona katılmasıyla ortaya çıkar. Siz de, düşünce ve davranışlarınızla kendi ulusunuzun karmasını oluşturmasına yardım edecek olan bu bireylerden birisiniz. Kolektif alın yazısı konusu oldukça karmaşıktır, çünkü bireysel alın yazısından çok daha fazla sayıda öğeden oluşur. Belirli bir ulusta doğan her birey, kendi bireysel karmasının yanı sıra o ulusun genel alın yazısını da paylaşmak durumundadır. Her ne kadar kendi seçimleriyle ulustan uzaklaşsalar ve başka bir ülkeye göç etseler bile bu durumda da, ya onlara daha fazla fırsat verip geliştirerek ya da kötüleşmesine yol açarak, kendilerininkini değiştirmesi ve kendi izini bırakması kesin olan yeni bir kolektif alın yazısını paylaşacaklardır. Yavaş yavaş gelişen, sonra da gerçekleşen kolektif bir ulusal karma vardır. Bir insan grubu, ister bir ülkede olsun ister bir şehirde, birarada yaşadığında ve birlikte çalıştığında, giderek kendileri için taşımak zorunda oldukları ulusal ya da toplumsal bir alın yazısı oluştururlar. Sonuç bazen iyi, bazen kötü olur, ama genellikle bu ikisinin bir karışımıdır. Bu nedenle tarihte, ulusal bir alın yazısı ve ırksal bir kader türünden şeylere rastlarız. Hiçbir ulus kendi kabul ettiği kanunlar ve cezalar, fikirler ve eylemler, ilkeler ve sadakatların kolektif sorumluluğundan kaçamaz. Doktrinleri kabul eden, emirlere uyan, körü körüne izleyen kişi, sorumluluğu üyesi olduğu organizasyona kaydırır. Ama bu girişim başarısız olur. Karma yalnızca kolektif değil, aynı zamanda kişiseldir de. Bir birey olarak kişi bundan kaçamaz. Diyelim ki, farkında olmadan bir karar aldınız. Bu karar, taraftarı olduğunuz bir parti ya da inanca bağlılığınızın ve itaatinizin içinde saklıdır. Dolayısıyla, hala sorumlusunuz ve hala kişisel karma oluşturmaya devam ediyorsunuz. Büyük İskender, Yunan uygarlığının diğer ülkeleri istila etme süreciyle ve bu istilayı Hindistan'a kadar yaymasıyla övülecekse, general Flaminius, Sula ve Mumius da, Roma uygarlığının, Yunanistan'a kadar yayılan istilalarıyla övülecektir. Bu ikisi arasında karmik bir bağlantı vardır. Depremler ve seller gibi büyük felaketler yüzlerce kişiyi korkunç bir sona sürükler, ama bu felaketlerde bazıları kurtulur, çünkü alın yazıları farklıdır. Bu tür kurtulmalar çoğu kez mucizevi bir şekilde meydana gelir; aniden başka bir yere çağrılmışlardır ya da görünüşte tesadüfen meydana gelmiş bir olayla korunmuşlardır. Bu şekilde bireysel alın yazısı, kolektif ya da ulusal alın yazısıyla çatıştığı bir noktada, başkalarının öldüğü yerde birinin de hayatını kurtarabilir. Tarih, belirli psikolojik dönemlerde çağa yol gösterecek ya da ilham verecek olağanüstü insanların çıktığını net bir şekilde göstermiştir. Bunlar yazgının insanlarıdır. Tarih üzerine çalışıyor ve kör tarihçilerin kitaba bağlı kuramlarını kabul etmek yerine bu konuda kendi başınıza düşünüyorsanız, insanlar arasında -spiritüel ya da sosyal, askeri ya da entelektüel- büyük karışıklıkların ortaya çıkışının hep büyük şahsiyetlerin doğumu ve etkinlikleriyle eşzamanlı olduğunu göreceksiniz. Tek bir kişinin tarihsel bir devir oluşturduğunu söylemek anlamsız olur. O kişi, zamanının alın yazısıyla ve içinde bulunduğu insanların düşünceleriyle, kendi rolünü oynamaya çağrılmış, somutlaşmış bir tepkidir. Kader onlara kendi geleceklerine sınırsız bir inanç vermiştir; bu onların karakterlerini oluşturur ve insanın gelişiminde tarihsel bir görevi yerine getirebilmelerini sağlayacak biçimde kapasitelerini şekillendirir.
  17. Hepimiz tarihte belli bir zamanda yaşar ve bu dönem süresince belli bir yerde (ya da belli yerlerde) bulunuruz. Peki niçin şimdi ve burası? Yanıt için sonuçlar yasasına, bir dünyevi ömrü, önceki bir dünyevi ömre bağlayan yasaya bakın. Çevremiz tarafından yaratıldığımızı söylemek tamamen yanlış olur. Çevremiz tarafından koşullandırdığımızı, desteklendiğimizi ya da engellendiğimizi söylemek doğru olur ama, bu da yalnızca kısmen doğrudur. İçimizde, çeşitli noktalarda ve farklı özelliklerde, tüm çevresel telkinlerden bağımsız, bazen de bunlara tamamen karşı olan bir bilinç taşırız. Çünkü, dünyadaki ilk günden itibaren, gizlice sevdiğimiz ve sevmediğimiz belirli şeylere, belirli bir düşünce ve eylem çizgisi boyunca yeteneklere sahibiz; bunların toplamı, kendilerini gösterip sonra da kendilerinden geliştikleri gibi, kişiliğimizi oluştururlar. Elbette, bu tür bir süreç ister istemez zaman alır. Biyolojik kalıtsal katkılar bu sonuç doğrultusunda neredeyse tamamen belirli bir şeydir ama önceki reenkarnasyonlar daha fazla katkıda bulunur. Çevre, bir kişinin doğasında var olan nitelikleri meydana çıkarmaya ya da bunların kendilerini göstermesini önlemeye yardımcı olur, ama bu tür nitelikleri yaratamaz. Yaratmış olsaydı, dahiler her okuldan ve stüdyodan sipariş edilebilirdi. Kötü çevre, gerçekte kötü karakter oluşturmaz. Bunu açığa çıkarır ve gelişimini destekler. Zayıflık orada zaten gizli olarak bulunmaktadır. Güçlü ya da sağduyulu insanların yıldızlarına hükmedebildikleri ve koşulların üstesinden gelebildikleri doğru olmakla birlikte, bunu yapacak olan güç ve sağduyunun içeriden geldiği, sonradan kazanılmadığı ve bu tür insanlarda doğuştan var olduğu da aynı derecede doğrudur ve bu çoğu zaman gözden kaçırılır. Sıradan insanlar, kahraman ya da melek gibi değillerdir ve kendi ruhlarının, koşulların üzerine çıkamayacağını ve cesaretlerinin, kuşku götürmez bir şekilde çevrelerinden etkilendiğini kısa sürede öğrenirler. Belli bir çevrede yaşamanız önceden kararlaştırılmış olabilir ama bu, çevrenin sizi etkilemesine izin verme biçimi önceden kararlaştırılmış değildir. Karşılaşılan kişiler, karşı karşıya kalınan olaylar ve ziyaret edilen yerler son derece önemli olabilir, ama sonuçta, kişinin onlar hakkındaki düşüncesinden daha önemli değildir. Bir zamanlar hayatımıza girmiş olan ya da bir noktada buna karışan herkes, bize iyilik ya da kötülük, bilgelik ya da aptallık, şans ya da bela getiren, farkında olunmayan birer kanaldır. Bunun olmasının nedeni meydana gelmesinin -karşılık yasası yönetiminde- önceden takdir edilmiş olmasıdır. Ama bizim dıştaki sorunlarımızı etkileme derecesi kısmen bizim bunu yapmalarına izin verme derecemiz, davranışları, konuşmaları ya da varlıklarının yaptığı telkinleri kabul etme ya da reddetmemizle belirlenir. Sonucunda sorumlu olan bizizdir. Bir kişi derme çatma bir yerin pisliği, rahatsızlığı ve bilgisizliğinden temizlik, kültür ve zarif bir yaşam tarzına çıkabiliyorsa, bunu ya karma ve yemden doğmanın uygun bir şekilde işleyişi ya da o kişinin çevreyi zaptetmesi biçiminde yorumlayabiliriz. Ama bunu başaramayanlar şansın kendilerine karşı olduğu inancı ya da çevrenin üstesinden gelme kapasitelerinin olmadığı biçiminde yorumlayabilirler. Böylece, bazılarının bu tür insanların biyografilerini yorumlamadan bir umut mesajı, bazılarının da hayal kırıklığı değilse bile yalnızca engellenme duygusu aldıklarım görürüz. Her iki görüşte de bir gerçeklik payı olabilir, ama bunun ne kadar olduğu kişiden kişiye değişecektir. Zengin bir ailenin çocuğu olarak doğan bir kişinin büyük yetenekleri olabilir, ama bunları asla kullanamayabilir. Yetenekleri kendileriyle birlikte ölür, çünkü bu kişiler asla zorunluluğun teşvikini hissetmezler. Yetersiz ya da orta düzey araçlar dürtü verebilir. Yoksulluk ne kadar kötü olursa, dürtü de o kadar büyük olur. Bu katı bir gerçek gibi görünebilir, ama bazı kişiler için geçerli olan bir gerçektir. İster aşırı yoksul bir sefalet içinde ister saraylara layık bir ihtişam içinde dünyaya gelin, eninde sonunda kendi spiritüel düzeyinize yeniden varacaksınız. Çevre, zaten kabul edildiği gibi, yardımcı olacak ya da engelleyecek biçimde güçlüdür, ama Ruh'un ataları hala daha güçlüdür ve sonucunda çevreden bağımsızdır.
  18. Göründüğü kadar çaresiz olduğumuz sanılmamalı. Alın yazımızın büyük bölümü geçmişte kendimiz tarafından oluşturulmuştur. Alın yazısını oluşturduk, bu yüzden değiştirmeye de yardımcı olabiliriz. Alın yazısı bizi kontrol eder, ama özgür irademizin de alın yazısı üzerinde bir miktar gücü vardır. Ancak, bu durum yalnızca yaşadıklarımızdan aldığımız dersler ve özgür iradeyi yaratıcı bir şekilde kullanmamız ölçüsünde doğru olacaktır. Ne yaşamın efendisi olduğuna inanan Batının küstah ve kibirli tutumunu, ne de yaşamın kurbanı olduğuna inanan umutsuz Doğu tutumunu kabul edebiliriz. Biri, insanın yaratıcılığına aşırı değer verirken, diğeri bunu küçümser. Biri, tüm insani kötülükleri uzaklaştırabileceğine inanırken, diğeri bu kötülüklere, çaresi olanaksız gözüyle bakar. Alın yazısına duyulan inanç, tüm enerjiyi felç etmesine ve tüm cesareti boğmasına izin veriliyorsa, yeniden incelenmelidir. Özgür iradeye duyulan inanç, insanları egoist, küstahça bir kibir ve materyalist bir bilgisizliğe götürüyorsa, bu da yeniden incelenmelidir. Kader ve özgür irade hakkındaki eski tartışmalar sonuçta tamamen yararsızdır. Kendimizi ve çevremizi geliştirmede tamamen özgür olduğumuzu göstermek mümkündür ama aynı zamanda, çaresiz olduğumuzu göstermek de mümkündür. Çünkü her iki durum da söz konusudur ve insanla ilgili herhangi bir durum düşünülürken hesaba katılmalıdır. Dünya Fikri belirli olaylar ve koşulları kaçınılmaz hale getirir. Dikkatsizce kullanmak yerine sözcüklerin anlamını analiz edersek, "özgür irade" durumunda, bu terimin çoğu kez simgelediği düşünülen fikirden çok ters bir fikri simgelediğini görürüz. Şehvetlerinin ve tutkularının kölesi olmuş kişilerin gerçek özgürlüğü nerede? Kendi iradeleri olduğuna inandıkları şeyi ifade ettiklerinde, aslında bu şehvet ve tutkuların iradesini anlatmaktadırlar. Arzular, tutkular, çevreler, kalıtım ve dış telkinler, eylemlerimizin gerçek kaynağı olduğu sürece bizim gerçek özgür irademiz nerede? Arzulardan kurtulmuş bir özgürlük olmadan, irade özgürlüğü olmaz. Kendi gerçek benliğinizi bulmadığınız sürece gerçek iradenizi de bulamazsınız. Kader-özgür irade sorunu, çözülmeden önce anlaşılmak zorundadır. Ve bu anlayış, pek kullanılmayan anlamların peşindeki yaklaşım dururken, olağan yüzeysel yaklaşımla elde edilemez. İrademiz özgürdür, ama sadece göreceli olarak. Tam bir özgürlük yoktur, diğer yandan tam bir zorunluluk da yoktur. Sınırlı bir özgür irade, sınırlar içinde bir özgürlük vardır. Felsefe, insanlıkta bu özgürlüğün temeli olarak, hem bizde bulduğu zekayı, hem de bu zekanın ortaya çıktığı Tanrısal Ruh'u ileri sürer. Materyalist "determinizm" doktrini doğrulukla yanlışlığın bir karışımıdır. Dış yaşamımızın, kendi dış koşullarımız ve olaylarla belirlendiğine doğru biçimde işaret eder. Bizi, bu koşullara ve olaylara seçtiğimiz biçimde tepki verme özgürlüğünden, hatalı bir şekilde mahrum bırakır. Ahlaki seçimin ilgili olduğu yer tamamen yanlıştır. Tüm yolumuz boyunca, gerçekten yapmak istediğimiz şeyi yapmak için, iki yol arasından birini seçme şansına sahip olacağımız herhangi bir nokta var mı diye sorabiliriz. Özgürlüğümüz, bir eylemle diğeri arasında seçim yapmakta özgür olduğumuza, ama bu eylemlerden ortaya çıkan sonuçlar arasında seçme özgürlüğümüz olmadığına dayanır. Dışarıdaki geleceğimiz ne olursa olsun, içerideki özgürlüğümüze sahip çıkabiliriz. Yaşamla ilgili amaçlarımızı dilediğimiz gibi belirleyebilir, kendi inançlarımızı seçebilir, arzularımızdan hoşlanabilir ve hoşlanmadığımız şeyleri ifade edebiliriz. Burada, bu düşünce ve duygu, etki ve tepki alanındaki özgür irade, büyük ölçüde bizimdir. Doğru ve yanlış arasında seçim, ancak bunu yapmak için irade özgürlüğü varsa varolabilir. Materyalist determinizme göre, insanoğlu ne sorumlu ne de özgürdür. Bir kişi suçluysa ya da suçlu olursa, çevre suçlanır, kalıtım suçlanır, toplum suçlanır; ama birey suçlanmaz. Spiritüel determinizm, karma (karşılık), suç işleme konusunda bize böylesine büyük bir izin vermez. Her birimizin kısmen, hem geçmişte hem de şimdi, kendi karakterimizin ve sonuçta ortaya çıkan alın yazımızın yazarı olduğumuzu ileri sürer. Özgür iradenin varlığını onayladığımızda, dolaylı olarak kaderin varlığını da onaylamış oluruz. Çünkü özgürlük düşüncesinin zihinde ortaya çıkma biçimi konusundaki araştırma, bunun daima kader düşüncesiyle birlikte ortaya çıktığını gösterir. Biri inkar edilirse, diğeri de inkar edilmiş olur. Her yaşamda, geçmiş karmanın sonucu olarak, belli bir miktar alın yazısı vardır, ama eğer tecrübe edildiyse bir miktar özgür irade de vardır. Yaşamımızdaki her olay karmik değildir, çünkü şimdiki eylemlerimizden de oluşturulmuş olabilir. Her kim, tüm eylemlerinin tamamen kendi kişisel seçimlerinin sonucu olduğunu düşünüyorsa ve her kim, eksiksiz bir özgür irade yanılsamasına kapılmışsa, egosu tarafından kör edilmiş ve aklı çelinmiş demektir. Bu kişi, belli zamanlarda, başka bir seçenek olmadığından başka bir şekilde davranmanın imkansız olduğunu, gerçekten görmez. Böyle bir imkansızlık kendini gösterir çünkü, koşulları düzenleyen veya anlaşılabilir bir örüntüden hareketle ortaya çıkan bir yasa mevcuttur. Karma, gelişim ve bireyin düşünce eğilimi bu gidişatın başlıca özellikleridir. Belli bir kişiyle, tesadüfen, önemli sonuçlara yol açan bir karşılaşma yaşamamış olsaydık, yaşamımızın gidişatı ne kadar farklı olurdu fikri, boş ümitler uyandıran spekülasyonlar için bir malzemedir. Kader kimi zaman pamuk ipliğine bağlıdır deriz; ama hep böyle birbirine bağlı, karışık koşullar düğümüne bağlıdır; tek biri değişmiş olsa, işlerin ne kadar farklı olacağı yönündeki spekülasyon oyunu, her ne kadar ilginç gelse de, nafile bir oyundur. Bir kişinin tüm alın yazısı, bir olaya, bir karara, bir duruma bağlı olabilir. Ve bu tek sebep, sonradan gelecek tüm yıllar için anlamlı olabilir. Karmanın iradesi, yaşamımızın belli bir parçasında ya da belli bir olayında hüküm sürüp diğer parça ya da olaylarda hüküm sürmemezlik edemez. Burada olup da orada olmamazlık, geçmişte olup da şimdi de olmamazlık edemez. Daha da ileri gidilecek olursa, kendini yalnızca başlıca parçalarla sınırlayıp ikincil olanlarla sınırlamamazlık edemez. Ya hep vardır ya da hiç yoktur. Eğer karma, yaşadığımız olaylara biraz daha fazla alın yazısı katıyor ve bu, Batılıların kendilerini rahat hissetmelerini sağlıyorsa, gerçeğin diğer yüzünün, insanlığımızın derinlerindeki yaratıcı ve tanrısal zekayı ve buna eşlik eden özgürlüğün sınırlarını hatırlamalıyız. Karşılık yasasının, ebedi ve ezeli bölünmemiş Yüksek Benlik, gerçek varlık üzerinde yetkisi yoktur, yalnızca beden ve zihin, geçici ego üzerinde yetkiye sahiptir. Özgür iradeli kader doktrinine karşı çıkan, mutlak bir irade özgürlüğü ileri sürenler, özgür iradenin bir cinayetin sonuçlarını nasıl değiştirebileceğini göstermek zorundadırlar. Ölene yaşamı geri verebilir ya da suçluyu ölümden kurtarabilir mi? Öldürülen adamın eşinin mutsuzluğunu yok edebilir mi? Hatta katilin vicdanından kaynaklanan suçluluk duygusunu giderebilir mi? Hayır, bu sonuçlar, kaçınılmaz biçimde söz konusu eylemi izleyecektir. Astroloji gibi inanışlara yapılan aşırı vurgu, sıkıntıya girmenize hatta yaratıcı olanaklarınızı tamamen unutmanıza neden olabilir. Bunlar aynı sarkacın her iki uçtaki salınımlarıdır. Astroloji, eğilimler ve eylemlerde karma zeminine dayanır. Karar özgürlüğü her bireyin Yüce Benlikten aldığı yaratıcılığı ifade etmesine olanak tanıyan evrimsel bir ihtiyaca dayanır. Gerçeği bulmak için her iki faktörü de göz önünde bulundurmalısınız. Özgürlük kalbinizde, yani Yüksek Benliğinizde, vardır. Kader yüzeysel yaşamınızda vardır, yani kişiliğinizde. İnsanoğlu, tüm bu varlıkların bir bileşimi olduğu için, ne mutlak bir kadercilik, ne de mutlak bir özgür irade tutumu tümüyle doğrudur ve görünen yaşam da, özgürlük ve kaderin bir bileşimidir... Hiçbir eylem, tümüyle özgür ya da tümüyle kadere bağlı değildir; her şey, bu karışık çift karaktere sahiptir. Kalıtım, eğitim, deneyim, karma (hem kolektif hem kişisel), özgür irade ve çevre, yaşamak zorunda olduğumuz yaşamın, hem dış hem de iç dokusunu oluşturacak biçimde çalışır. Kendi alın yazımızın dokusunu öreriz, ama kullandığımız iplik, geçmiş düşünce ve eylemlerimizin bizi zorladığı bir tür renk ve nitelik taşır. Sözün kısası varoluşumuz, yarı bağımsız, yarı önceden kararlaştırılmış bir karaktere sahiptir. Karma kendi yaptıklarımızın sonuçlarını bize getirir, ama bunlar, üstün yasa olan ve olayların gidişatını biçimlendiren Dünya Fikrine uygundur. Her bireyin kişisel özgürlüğü, belli bir mesafeye dek uzanır, sonra da kendini, kaderle kuşatılmış bulur. Bu sınırın dışında kişi kendini bir bebek kadar çaresiz bulur ve orada hiçbir şey yapamaz. Yunan trajik dramaları, olayların art arda daha yüksek bir gücün -alın yazısının- emrindeki bir kişiye karşı nasıl dönebileceğini gösterir. Evrensel irade ters bir yönde gelişirken, küçük insanın felaketleri nasıl önleyebileceğini ya da belalardan nasıl kurtulabileceğim anlatır. Kişisel planlama, ancak alın yazısının onayını aldığı sürece amaçlarına ulaşabilecektir. Daha yüksek bir gücün emrettiği şey, meydana gelmek zorundadır. Ama kendiniz için yapmış olduğunuz şeyi değiştirebilir ya da eski haline getirebilirsiniz. İlki kaderdir, ikincisi ise alın yazısı. Biri, kişisel egonuzun dışından gelir, diğeri ise kendi kusurlarınızdan. Ruhunuzun evrimsel iradesi olayların doğasının bir parçasıdır, ama her ne kadar yüzeysel de olsa, kendi eylemlerinizin sonuçları, kendi kontrolünüz altındadır. Yaptığınız her hareketin ve başınıza gelen her olayın, her açıdan önceden kararlaştırılmış olduğu doğru olsaydı, ister istemez bunu izleyecek olan ahlaksal sorumluluğunuzun yok oluşu, sizin için olduğu kadar toplum için de felaket olabilirdi. Karmanın ağı, yüzyıllarla birlikte, yaşamlar arttıkça çevrenizde gerginleşir ya da ego giderek daha tarafsız olmaya başladıkça incelir. Kaderimizde olan karar, gizemli bir şekilde iradeli özgür seçimlerimizdeki dişlilerini birbirine geçirdiğinde kesin sonuç ortaya çıkar. Özgür irade karşı Kader, tamamen yapay, bu nedenle de genellikle çözümsüz olan çok eski ve yararsız bir tartışmadır. Bu ikisi bir karşıtlık değil, birbirlerini tamamlayıcıdırlar. Zıtlık içinde değildirler. Bilge olan, ikisini birleştirir. Karma ve evrim faktörleri hakkında bilgi olmadığında, böyle bir konuyla ilgili her tartışma gerçek dışı, yüzeysel ve aldatıcıdır. Çünkü ruhsal varlık açısından baktığımızda varlık sınırsız bir özgür iradeye sahiptir; ama bedenli olarak bu özgürlüğü sınırlıdır. Bu ince nüans anlaşılmadan hiçbir şey çözülemez. Alın yazınıza meydan okumaya kalkışabilirsiniz, ama ruhunuzu özgürlüğüne kavuşturmadığınız sürece, sizi yenecektir. Alın yazısının olması için yönlendirdiği şey paradoksal bir şekilde özgür irademizin kullanılması aracılığıyla meydana gelir.
  19. Yaşam insanları mutlu ya da mutsuz yapmaya çalışmaz. İnsanların anlamasını sağlamaya çalışır. Mutlulukları ya da mutsuzlukları anlamadaki başarı ya da başarısızlıklarının yan ürünü olarak ortaya çıkar. Düzelme için motive edici bir kuvvet olarak nefrete değil sevgiye inanıyorum. Aynı zamanda, bencil ve acımasız olanı cezalandırmak için karmayı iş başında görüyorum ve kim ne derse desin karşı konulmaz bir şekilde işini yapacağını biliyorum. Tanrı asla hata yapmaz, bu evren de kusursuz yasalarla çalışmaktadır. Ne yazık ki acı onun başlıca gelişim araçlarından biridir, özellikle de insanların sezgi, mantık ve spiritüel kehanetlerden bir şeyler öğrenmeyecekleri durumlarda. Başkalarını kurnazca inciten kişiler eninde sonunda kendilerini de incitirler. Çünkü ilişkilerinde sevgi ilkesini, gelişimimize yol açan yüksek yasaların parçası olan bir ilkeyi inkar ederler ve bu inkarlarının cezasını çekmek zorundadırlar. Gözleyen kişiye göre ödüllendirici ya da cezalandırıcıymış gibi görünmesine karşın karma aslında yansızdır. Herkes için belirli bir neden olmadan yaşam süresince sıkıntılara ya da hayal kırıklığı yaratan deneyimlere katlanmayız. Sebebini öğrenmek için zahmete katlanırsak, bu deneyimi zaptedebilir ve karakterimizi güçlendirebiliriz ya da deneyimin bizi zaptetmesine ve karakterimizi kötüleştirmesine izin verebiliriz. Çok sayıda çeşitli deneyim aracılığıyla bize düşünce ve yargı, irade ve sezgi kapasitelerimizi oluşturma fırsatı verilir. Doğru bir şekilde ele alınan deneyimler daha alt bir açıdan daha üst bir açıya geçmemiz için etkili araçlar olabilirler. Bir romancının öykü için malzeme olarak kullanması gibi, ister acı verici ister hoşa giden bir deneyim olsun, her deneyim kendi dersleri için kullanılmalıdır. Eylemlerimizin sonuçlarını bildiğimizde, bu eylemlere yol açan fikirlerin değerini de bilme şansımız olur. Başka bir deyişle, deneyim, izin verirsek, sorumluluk getirecektir; bu da beraberinde gelişimi getirecektir. Kader bazen insanlara istedikleri şeyi verecek biçimde şekillenir, bu sayede bu deneyim aracılığıyla er geç onu daha adil bir şekilde değerlendirmeyi öğreneceklerdir. Deneyimin diğer tarafını, çoğu kez arzunun görmekten alıkoyduğu tarafı görme fırsatları olur. Kader aynı zamanda tersi bir biçimde de şekillenebilir ve diğer insanların isteklerinin yerine getirilmesini engeller. Bu engellenmeyle, burada dar, yalnızca bencil bir tatmin için değil, aynı zamanda ve öncelikle, Dünya Fikrinin oluşturulması gibi, daha büyük amaçlan yerine getirmek için bulunduğumuzu öğrenme şansına sahip olabilirler. Alın yazısının önemsiz olduğu ya da varolmadığı öğretiler, gerçek mutluluğa asla varamayacak olan öğretilerdir, çünkü daha önce işittiğimiz şeyin görülmemesine yol açan o körlüğü gösterirler. Alın yazısı vardır ve bu gerçekle yüzleşip kabul etmek bilgece olur. Varolduğunu kabul etmeyi reddetmekle sınırlanmaz. O vardır ve ne kadar dua ya da konsantrasyon olursa olsun bu onu uzaklaştırmayacaktır, çünkü insanlığın yararı için -bizim etik ve entelektüel eğitimimiz için- bulunmaktadır ve bu dünyada yaşarken biri olmadan diğerine sahip olamayız. İyi ya da kötü talihle ilgili bir hesap verirken, insanlar genellikle her deneyimden kazanılmış olan etik değerleri katmayı unuturlar. Ama bu tür konularla ilgili biraz anlayış kazandığımızda, elimizde olmadan yalnızca entelektüel bir dogma olarak değil, aynı zamanda içten bir inançla kişisel sorumluluk gerçeğini meydana çıkarırız. Karşılık yasası, itiraz eden kişinin, nüfuz ve refah sahibi olmak için başka insanların ezilmiş yaşamları üzerinde yükselmiş olan merhametsiz, acımasız kişiler olduğu kanıtını ileri sürmesiyle hükümsüzleştirilemez ya da doğru olmadığı kanıtlanamaz. Böyle kişilerin mutluluğu ya da refahı tek başına banka hesapları ya da sadece toplumdaki statüleriyle gerektiği biçimde yargılanamaz. Aynı zamanda onların fiziksel sağlıkları, zihinsel sağlıkları, rüya durumundaki vicdanları, ev içi ve aile ilişkilerinin koşullarına da bakın. Bir sonraki reenkarnasyonlarına da. Bu durumda, ancak bu durumda, bu yasanın varlığı ya da yokluğu doğru biçimde yargılanabilir. Öyle kolayca kötü bir durumdan iyi bir duruma ya da iyi bir durumdan kötü bir duruma geçmeyiz. Büyük bir fedakarlık ve sıkıntı pahasına eksikliklerimizle mücadele ederiz. Bu şeylerin kötülüğü yalnızca açık ya da özde tanrısal sevgiyle herhangi bir mutlak çatışmada değildir. Kendi daha tanrısal doğamızı gerçekleştirme yönünde en sonunda bize yardımcı olacak şey, acı verici bile olsa, iyidir ve bu konuda bizi engelleyen şey, güzel bile olsa, kötüdür. Kişisel bir acı bu sonuca doğru gidiyorsa, gerçekten iyidir, kişisel bir mutluluk bunu geciktiriyorsa, gerçekten kötüdür. Buna inanmamamızın nedeni, acı varken şikayet etmemiz, tanrısal planda ve tanrısal iradede merhametin yokluğunda acı çekmemizdir. Gerçek iyiliğimizin nerede bulunduğunu bilmeyiz, kör bir şekilde egoyu, arzuları, duygu ya da tutkuları izleyerek, bu iyiliğimizin yerine hayali, aldatıcı bir iyilik koyarız. Sonuç olarak, Tanrı'nın bilgeliğine inancımızı tam da bu bilgelik kendini gösterdiğinde kaybeder ve Tanrı'nın önemsemesi bize en çok gösterildiğinde Tanrı'nın umursamazlığı hakkında en acı düşüncelere bürünürüz. Alışılmış egoist ve düşüncesizce tutumumuzu terk edecek yeterli cesareti toplayana kadar, iyilik ve kötülük, bundan çıkan mutluluk ve sefaletle ilgili yanlış fikirlerle, sıkıntılarımızı boş yere sürdürmeye ve çoğaltmaya devam edeceğiz. Elin sahibine acıyla ilgili bir uyarı sinyali verecek olan bir sinir sistemi olmasaydı kazara ateşe değen bir ele ne olacağım düşünün. Tamamen harap olur ve kullanımı sonsuza dek ortadan kaybolurdu. Burada yanmanın acısı, her ne kadar şiddetli olsa da, gerçekten ateşten elini çekmesi için elin sahibim ikna etmiş olsaydı, kılık değiştirmiş bir arkadaş gibi davranmış olacaktı. Acı fiziksel yaşamı koruduğu sürece, olayların evrensel düzeni içinde haklı sayılabilecek bir yere sahiptir. Peki ya ahlaksal yaşamı koruma konusunda? Acı, etik varoluşumuzun şimdiki evrimsel evresinde, hazzın doldurduğundan çoğu kez daha yararlı ve daha çok olan bir yer doldurmaktadır. Ama egoizmimiz bu gerçeği görmemizi engeller. Pek çoğumuzun alışılmış biçimde düştüğü anlama sarhoşluğundan bizi uyandırmaktan başka bir şey yapmasa da acı yararlı bir şey yapmış olacaktır. Eflatun cezayı hak eden bir kişinin bundan kurtulmasının bir talihsizlik olduğuna dikkat çekmiştir. Her şey bir yana, ceza onun bir yanlış yapıldığına dair anlayış kazanmasını sağlayabilir, böylelikle de karakterini arındırabilir. Yine, acı yoluyla bir kişinin acımasızlığı, kibri ve şehveti ortadan kalkabilir, çünkü bunların sadece sözlerle düzeltilmesi neredeyse mümkün değildir. Örneğin, karmik telafi işleyişiyle kabarmış bir "ben" duygusuna verilen acı gerçekte bir bıçakla bir apseyi açan bir cerrahın verdiği acıdan daha fazla ceza değildir. Yaşamı planladığı çizgide gelişmediğinde, zihni karışacak ve yavaşça kendinden kuşku duyma ortaya çıkacaktır. Bu durumda, yeni kötü karma döngüsünün açığa çıkardığı engellenme ve hayal kırıklığı aracılığıyla başarı ve zafer aracılığıyla alamayacağı o dersleri öğrenmesi için başarma tutkusuyla dolu olan kişi daha yüksek benliği tarafından kontrol altına alınır. Yapılan yanlışlarla çekilen acı arasındaki bilinçaltı bağlantı, aynı tür eylemlerle daha çok uğraştıkça, kendimizi daha kararsız ve daha rahatsız hissetmemize yol açar. Duyarsız bir benlikçilik kötü bir yatırımdır. Çünkü ihtiyaç anında yardım edecek, sıkıntı anında teselli edecek hiçbir şey olmayacağı anlamına gelir. Dışarıya ne yansıttıysak geri döndüğümüzde onunla karşılaşırız. Kendi yolu üzerinde olanları insafsızca ortadan kaldıran merhametsiz bir bencil, zamanı geldiğinde kendisi de böyle sert muamele görecektir. Bir avcının saçmasıyla ölümcül bir yara almış olan geyik, Yaşam'a, niçin bu kadar acı çektirdiğini soramaz, ama bir katilin kurşunuyla ölümcül bir yara almış olan bir insan, bunu yapabilir. Yaşam çarkı, çeşitli türde deneyimlerle dönüp durur ve bizler, talihsiz bir şekilde ona bağlıyızdır. Ama sonunda, olup bitenler hakkında anlayış ve bunun üzerinde güç kazandığımızda, serbest bırakılırız. İnsan karakterinin demiri, acı deneyimlerin kızgın ocağında, tavlanmış çeliğe döner.
  20. Kendi amacını yerine getirmekle birlikte, karma başka ya da daha yüksek bir amacın yerine getirilmesine yardımcı olamaz; bize gelişimimiz için gerekli olan şeyi getirir. Başımıza gelen olaylar onları hak ettiğimiz anlamında mutlaka karmik olmak durumunda değildir. Karmik olmayan bir kaynağa da sahip olabilirler. Kendi payımıza hiçbir fiziksel iş bunlara sebep olmamıştır, ama bu olaylar karakter ya da kapasite, gelişim ya da ıslah için o anda bize gereken şeydir. Her iki tür de kaderde vardır. Bu anlamda bunlar Tanrının iradesidir. İnsan iradesinin özgürlüğünün kendi sınırlılıkları vardır. Eninde sonunda Dünya Fikrinin gelişim amaçlarına uymak zorundadır. Belirli bir süre, bunu kendi iradesiyle yapmayı başaramazsa, bu amaçlar acının kuvvetlerini yardıma çağırır ve insan varlığını uymaya zorlar. İçsel evrimimiz için, egonuzun çiğnenmesi gerektiği zamanlar olur, bu durumda kendinizi acı olayların ya da melankolik düşüncelerin altında bükülmüş bulabilirsiniz. Gelişim ihtiyacınız gerektiriyorsa, sizi dünyaya daha az bağlı kılmak için sıkıntılardan ya da vücudunuza daha az bağlanmanızı sağlamak için hastalıktan rahatsızlık duymanız sağlanacaktır. Bu durumda kendi kendine hak edilmiş bir alın yazısını kabul etme sorunu, bu ihtiyacın karşılanmasında olduğu kadar fazla değildir. Her ikisi de genellikle çakışır, ama her zaman ve mutlaka çakışması gerekmez. Bu sıradan insanların başına spiritüel araştırmadaki kişilerin başına geldiği kadar gelmez, çünkü spiritüel araştırmadaki kişiler daha hızlı bir gelişim istemiş ya da bunun için dua etmişlerdir. Bazı davranış kusurları, karakter zayıflıkları düzeltilemez şeyler midir? Kendinize yeterince zaman, yani yeterince ömür tanıyın, göreceksiniz değişime ve düzelmeye direnemeyeceksiniz, yani Dünya Fikrine direnemeyeceksiniz. Tanrı dinsel dilde iradedir.
  21. Karmik ödül ya da cezaları keyfi bir şekilde idare eden ya da kontrol eden hiçbir doğaüstü ya da dışsal varlık yoktur. Bilinçdışı bir şekilde bunların tohumlarını kendimiz üretiriz; uygun bir zaman geldiğinde de bunlar çimlenir ve kendi meyvelerini verirler. Gizemli bir fiziküstü melek, deva ya da tanrı, bir kukla oynatıcısının elindeki figürlerin tellerini çekmesi gibi, şahsen karmaya müdahale etmez ve karmayı idare etmez; karma, bir geri dönüş getiren, bir baskıyı kaydeden her tepkinin, kendi momentiyle ortaya çıkmasına izin veren evrenin dengesinin bir parçasıdır. Karmanın işleyişi, karmaşık sonuçlardan karmaşık sebeplere doğru geriye dönük olarak izlenir. En sonunda, bazen de oldukça önce, karma size ulaşıyorsa, bu tamamen acı verici değildir; bu terimin içinizi, kötü bir şeyin olacağına dair bir önseziyle doldurması gerekmez. Çünkü düşünmüş ve yapmış olduğunuz iyi bir şey, iyi bir geri dönüş de getirir. Bazı dönemlerde sıkıntıları ya da bazı zamanlarda uyuşmazlıkları olmayan hiçbir insan yoktur. Sıkıntılar, insan özgürlüğünü çevreleyen alın yazısının unsurlarından ortaya çıkar, uyuşmazlıklar ise insan ilişkilerini çevreleyen egoizmin unsurlarından. Karmik işlemler ve etkileri hakkındaki bilgisizliğiyle ego, kendi karşıtlıklarının ve kendi sıkıntılarının birçoğuna neden olur. Geleceği, büyük amaçlarımızla davet ederiz. Düşünüş biçimimiz, hislerimiz ve yaptıklarımızın sonuçlarını yaşarız. Doğanın kayırıcılığı yoktur, bize hak ettiklerimizi verir. Karma aslında kişinin kendi yaptıklarıyla perçinlenmesine karşın, aynı zamanda, o kişinin uzun süredir düşündüğü ve güçlü bir şekilde hissettiği şeylerden de oluşur. En sonunda, karma tarafından hesap vermeye çağrıldığınızda, ister iyi ister kötü olsun, başkalarının size verdiği karakterin belgeleriyle değil, kalbinizde hissettiğiniz güdüler, zihninizdeki tutumlar ve ellerinizle yapılan eylemlerle yargılanacaksınız. Telafi yasası, ceza ve ödülleri küçük insan zihinlerinin küçük ölçülerine göre belirlemez. Muhakeme kabiliyetinin en yüksek kullanımı dahi bir durumdaki tüm sebepleri kavramaya yetmez. Karmik faktör gibi yalnızca sezginin kavrayabileceği bazı şeyler vardır. Bu, en üst düzeyde gelişmiş akılcılığa sahip ama sezginin gelişimini dengelemekten yoksun kişilerin yanlış hesaplamalarım açıklamaktadır. Olaylar ve ortamlar, kısmen ne olduğunuz ve ne yaptığınıza (bireysel karma), kısmen ihtiyaç duyduğunuz ve aradığınız şeye (gelişim), kısmen de bir üyesi olduğunuz toplum, ırk ya da ulusun ne olduğu, ne yaptığı, neye ihtiyaç duyduğu ve neyi aradığına (kolektif karma) göre size çekilir. Dünyevi bir cezası olsun ya da olmasın, zihni her kötülük ve ahlaki açıdan yanlış her davranış için, ödenecek spiritüel bir ceza vardır. İlki için gerçekliği bilememek, diğeri içinse mutluluğu bulamamak söz konusudur. Karma, kendini rastlantı gibi görünebilecek olaylar yoluyla ifade eder. Ancak bunlar, sadece yüzeyde böyledir. Olaylar kendi doğasına göre davranır. Dünya Fikri bu eylemleri gizli bir şekilde kaydeder ve uygun sonuçlarını geri yansıtır. Bu, olaylar için geçerli olduğu gibi, kişiler için de geçerlidir. Her birimiz, evrene bir notayla sesleniriz, evren de bize aynı titreşimde karşılık verir. Karma size, büyük ölçüde kendinize yapmış olduğunuz şeyi verir; tercih ettiğiniz şeyi vermez: Ama bu ikisinin bazen çakışması da oldukça mümkündür. Kısmen kendi sıkıntılarınızın yazarı iseniz, zihinsel güçle iyi talihinizi de kendinize çekiyorsunuzdur. Alın yazınız -payınıza düşen kader parçası- sizin belli bir işi, belirli bir görevi başarmanızı istiyorsa, bu durumda size belirlenen zamanda -tenha bir inzivada ne kadar vakit geçirirseniz geçirin- sizi inzivadan halkın arasına yeniden sürükleyecek olan içsel bir dayanılmaz istek sağlayacaktır. Bu iş, geçen tüm önceki yıllar süresince sizin arzunuzdan uzaklaşmış ve bilinçli zihninizden gizli tutulmuş olsa bile, bu beklenmedik içsel kuvvete, alın yazısının kendini bu şekilde gösteren sesinden başka bir şey olmayan bu zorlayıcı emre yine de uymak zorunda olacaksınız. Evet, paradoksal olarak kişi kendi kaderini kendi benliğinde taşır. Karmanın bunun sebebini savunacak bir avukat göndermesine gerek yoktur. Yaşamınızda kendi reenkarnasyonlarınızın geçmişinden gelen kuvvetler ortaya çıkar ve sizi belli karar, eylem ve tutumlara doğru iter. Ouspensky'nin ebedi ve ezeli yinelenme kuramı hem doğru hem yanlıştır. Kendimizi ve koşullarımızı tekrar ederiz, ama hep farklı bir düzeyde. Bu bir daire değil, spiraldir. Yaşamdaki bir dönem ya da bir olay önceki birine karşılık gelir, ama onunla özdeş değildir. Gelecek, geçmişle benzeşir ama onun bir kopyası olmaz. Bu spiral size aynı benlik ya da aynı işi aynı şekilde geri getirmez: Farklı bir düzeyde ona karşılık geleni size getirir. Görünüşteki sefaletlerimiz içsel başarısızlıklarımızın sembolleri ve işaretleridir. Çünkü otomatik olarak yaratılmış her acı ve otomatik olarak kabul edilmiş her kötülük, kaçınılabilir bir şeydir. Olayların sizi ne kadar incitebileceği tamamen olmasa da, büyük ölçüde size bağlıdır. Egoizminizi tek bir darbeyle ezecek güce ve uzun sebep-sonuç dizilerine sızacak bir içgörüye sahip olsaydınız, görünüşteki sıkıntılarınızın yarısının, içsel karakterin zayıflığı ve eksiklerinden türediğini keşfedebilirdiniz. İçsel karakterinizin zayıf niteliklerini her gösterdiğinizde, dışsal olaylara da, bunların yansımalarını davet etmiş olursunuz. Öfkeniz, kininiz ve içerlemeniz, yeterince güçlü ve yeterince sürekliyse, bunu er geç sıkıntı, düşmanlık, anlaşmazlık, kayıp ve hayal kırıklıkları izleyecektir. Şanslı ya da şanssız ev numarası yoktur. Belli bir evde bir dizi talihsizlik yaşamışsanız bu evin numarasından değil, sizin karmanızdan kaynaklanan bir kusurdur. Kötü karmanızın, bu dönem süresince vadesi gelmiştir ve tamamen farklı bir numarası olan, tümüyle farklı bir evde oturuyor olsaydınız bile üzüntü veren deneyimler yaşayabilirdiniz. Bu durumda karma, eninde sonunda, daha iyi için, karakterden ortaya çıkar, bu nedenle de eninde sonunda karmanız bir ölçüde değişir. Öyleyse bir zamanlar üzüntü yaşadığınız eve geri dönün. Bu kez öyle olmayacağını göreceksiniz. Şanssız numara diye adlandırılan şey, artık size zarar vermeyecektir. Tüm karmık eğilimler aynı anda bilinçte bulunmaz; bazılarının potansiyel halden çıkıp kinetik duruma geçmesi gerekir. İnsanlar, ahlak alemindeki sebep sonuç kuralının, bilimsel alemdekinden aşağı kalmadığı konusunda uyarılmalıdır. Çocukluk döneminden başlayarak bu ilkeyi göz önünde tutacak biçimde eğitilmelidirler. Acıya davetiye çıkaran ya da sıkıntıyı üzerine çeken veya engellenmeye yol açan eylemler konusundaki sebepleri oluşturmaktan kendilerini sorumlu hissetmeleri sağlanmalıdır. Temel düşünce ve eylemlerimizle, yaşam deneyimlerimiz arasında kaçınılmaz bir denge vardır. Bu denge kendini en az beklenen yerde, ahlaki alanda gösterir. Yanlış yaptığımız şeyler, yalnızca başkaları için değil, öncelikle kendimiz için üzüntü getirecektir. İyi eylemlerimiz, iyi bir talihin geri dönüşünü ortaya çıkarır. Bu ince ahlaki sorumluluk yasasının işleyişinden kurtulamayabiliriz. Sebep sonuç ilişkisi, altı sonuç olan bir çarkın tepesidir. Bu, kolektif olarak doğru olduğu kadar bireysel olarak da doğrudur. Örneğin bir ulus, doğru ve yanlış anlayışının yanlış bir düşünce olduğuna inanmaya başladığında, kendini yok olmanın defterine kaydeder. Bunu zamanımızın Almanya'sında gördük. Ahlaksal yasa insanın bir hayal ürünü değildir. Tanrısal olarak saptanmış bir gerçekliktir. Bir kişinin, kendi mutluluğunu başkalarının içinde bulunduğu çok kötü bir durumdan kurabileceğini düşünmesine yol açan yanlış ahlaki inanç, yalnızca karmanın gerçekliğiyle ilgili bir bilgiyle bozulabilir. Düşünceler yaratıcı olma eğilimindedir ve er geç genel çevrenizde karmik meyve üretir. Bu aynı zamanda ahlaki yaşamınız için de doğrudur. Burada, düşünceleriniz için karmik olarak etkili olmadan önce kendilerini eyleme dönüştürmeleri her zaman gerekmez. Yeterli yoğunluğa sahipler ve yeterli bir süre boyunca devam etmişlerse, er geç dışsal koşullarda bile uygun sonuçları ortaya çıkaracaklardır. Bu gerçek bir örnekle daha açık gösterilebilir. Sürekli olarak bir kişinin ölmesini istiyorsanız, ama sonuçlarının verdiği korku yüzünden o kişiyi öldürme cesaretiniz yoksa, ölümle ilgili düşünceleriniz bir gün dengelenmiş bir biçimde size geri dönecektir. Bu durumda kendiniz şiddet içeren bir ölümün acısını yaşar ya da ölümcül bir kazaya kurban gider veya kinin karakterinizi kemirmesi gibi vücudunuzu kemiren bir hastalığa yakalanırsınız. Bu yüzden her ne kadar gerçekten cinayet işleme suçu olmasa da cinayeti düşünmek yüzünden fiziksel bir ceza çekersiniz. Benzer nedenler yüzünden, hastalıklı düşünüş alışkanlıkları kendilerini bedenin hastalıklı rahatsızlıkları olarak gösterebilir. Doktor böyle bir rahatsızlığın o anki fiziksel sebebini doğru bir şekilde görebilir, ama belki aşırı öfke, hastalıklı bir nefret, çok kuvvetli bir korku, aşırı şehvet ya da alışkanlık halini almış kin olan asıl zihinsel sebebi göremeyebilir. Elbette, bir hastalığı olan herkesin geçmişte ya da şimdide olumsuz bir şekilde düşündüğü şeklinde mantığa aykırı bir çıkarıma varmamalıyız. Vücudun, her ne kadar ihlallerin pek çoğu genellikle bütünüyle bilgisizlikten meydana gelse bile, ceza görmeden ihlal edilemeyecek kendi sağlık yasaları vardır. Bu tamamen olasıdır, çünkü varoluşun tüm temeli zihinsel bir temeldir. Karmik süreçteki yaratıcı faktör zihnin kendisidir. Sonuç olarak zihinsel bir değişim, bize karşı işleyişi kökten ve uygun bir şekilde değiştirilecekse, gerekli bir değişimdir. Yüklüğünde bir acı ya da talihsizlik iskeleti olmayan hangi zengin, gıpta edilen bir aile vardır? İki ya da üç iskeleti olan bazıları olduğunu kim bilmez? Bu karanlık günlerde birçok kişinin fark etmiş olduğu gibi, yaşamın, çok istemiş olduğunuz şeyleri yok edecek uğursuz ellerine uzanan gizemli ve güçlü karmik etkiler içerdiğini fark etmiş olabilirsiniz; bu sizin başarıya ulaşmanıza olanak tanır, sonra da bunu gözlerinizin önünde yok eder; sağlığınızı, belki de size yakın olan ve sevdiğiniz kişilerin yaşamlarını harap eder. Kalbiniz sessiz sessiz kan ağlamış olabilir. Eylemlerimizin başkalarını incittiğindeki gizli acıdan kendi yüklerimizi yaratırız ve kinle ilgili düşünceler ortaya çıkardığımızda ise sert, mutlak sonuçlar ortaya çıkarmaktayızdır. Şehvet, hırs ve öfkenin kuvvetleri, insanlığı bu kadar çok karmik sıkıntı ve sefalete götüren kontrolsüz, serbest ve yönü belirsiz kuvvetlerdir. Ateş bir yiyeceği pişirmek için de kullanılabilir, bir insanı yok etmek için de. Ateşin kendisi kötü değildir, iyi ya da kötü olan şey, ateşin iyi ya da kötü amaçla kullanılmasıdır; bu da kişinin kalbindeki isteklerin ve geçmiş yaşamlardan getirmiş olduğu eğilimlerin ne olduğuna bağlıdır. Bu yüzden aslında kötü güçler, her şeyden önce kendi kötü düşüncelerimizdir. Dünya, insanlar zihinlerini rahat bırakır bırakmaz kötülükten kurtulmuş olacaktır. Zihin karmanın işleyişiyle gerçekleştirilen bir birimdir. Yapılan şeylerin karşılığının nasıl verileceğim açıklamak için ekstra kozmik doğaüstü bir varlığı çağırmaya gerek yoktur. Karşılık yasası yalnızca bizi doğru düşünce, duygu ve davranışa zorlayacak bir yasa değildir. Daha yüksek bir düzlemde, Yüksek Benlik vardır. Burada dünyada ya da bir ötealemde bir yerde, iyilik için hiçbir ödül, kötülük için ise hiçbir ceza olmasa da, yine de, Yüksek Benlik aracılığıyla, en saf niteliğimiz olan şefkati ifade etmek en yüksek mutluluğumuzun bir parçası olabilir. Kendi eylemleriniz, sonrasında başka bir kişinin başka eylemlerine yol açacaktır. İnsani araçlar başkalarının acı çekmesinde sebep olur ve bunlar onun insani kötü niyetlerinin sebeplerini oluşturur. Her iki ifade de doğrudur. Bunlar belki aklımıza gelebileceği gibi çelişkili değil, tamamlayıcıdır. Alın yazısı, zarar vermek istediğinde doğal olarak ahlakı bozuk bir kişiyi ya da bir an için düşüncelerine kulak asmaksızın duygularını körü körüne takip edebilecek birini veya yıllarca pişmanlık duyacağı bir şeyi bir anda yapabilecek düşüncesizce hareket eden birini arar. Böyle bir şey için çok iyi ya da çok akıllı birini arayarak vakit kaybetmez. Daha yüksek amaca doğru yönlendirilmemiş bir yaşam, Yüksek Benlik bilincine katılan biri olma konusunda tamamen ilgisiz olan bir zihin; bu başarısızlıklar, insanları hem bedensel kullanımları, hem de ölüm sonrası var oluşları süresince sessizce kınar. İhmal suçları, en az eylem suçları kadar karmik açıdan önemlidir. Yapmış olmamız gereken ama yapmadığımız şeyler de bir karma oluşturucusu olarak sayılır. Kasıtlı eylemsizlik bile, bir karmik sonucun meydana gelmesinden kaçamaz. Gizli bir, eylemde bulunmama kararı içerir, bu nedenle de bir eylem biçimidir! Karmadan kurtulma girişiminin kendisi de karmanın bir parçası olabilir. Karşılık çalışması (karma) insanların yalnızca yanlış yaptıkları şeylerin değil, aynı zamanda yapamadıkları şeylerin de bedelini ödeyeceklerini gösterir. Bu tür bir ihmal büyük ölçüde bunun yüzündendir; öncelikle kendi varoluşlarını etkileme biçimiyle ve ancak ikincil olarak ait oldukları daha büyük aileyi etkileme biçimiyle, insanların büyük ölçüde kişisel görüş açısı onların olayların karakterini kestirmelerini sağlar. Hepimiz ortak bir işteki işçileriz. Bu, insanlığın organik bir birlik olduğu gerçeği anlaşılır anlaşılmaz kendini gösteren kaçınılmaz çıkarımdır. Doğru tarafa etkin biçimde yardımcı olmak için bu içselliğin ilgisine muhtaç çağda açık bir görev vardır. Dünya üzüntüsü genellikle karma yüzündendir. Ancak bu sözcüğün daha geniş bir yorumuna ihtiyacımız var. Birçoğumuz iyi ve masum olabiliriz, ama diğer herkes için acı çekmek zorundayız, yapmış olduğumuz şeyler için değil, yapmadan bırakmış olduğumuz şeyler için. Günümüzde keder kimseyi ıskalamıyor. Bunun nedeni, insanlığın tamamen karşılıklı olarak birbirine bağlı olmasıdır. Öğrenmek zorunda olduğumuz ders budur; başımıza gelebileceklerden kendimiz sorumlu olarak başkalarım acı içinde ya da bilgisiz bırakırız. Hepimiz biriz. Kolektif karmik etkiler Dünya Zihni içinde kendilerinden ortaya çıkarlar. Bunun nedeni asla varolmadıkları bir an olmamış olmasıdır, çünkü, her ne kadar biçimleri değişebilse de Dünya Zihni kadar ebedi ve ezelidirler. Aslında, Dünya Zihninin doğasının parçasıdırlar. Bu nedenle kendini gerçekleştiren bir sistem oluştururlar. Dünya Zihninin kendi başlangıcı için herhangi bir tarih ya da onun yaşamı için herhangi bir bitiş ya da başlangıç noktası belirleyemeyeceğimiz için, sonuç olarak evrenin kendisi için bir başlangıç ya da bitiş saptama yönünde mantığa aykırı bir girişimde bulunmaktan sakınmalıyız. Dünya Zihni dünyayı yapmış değildir, sadece onun varoluşu için bir zemin, karşılıklı olarak etki eden karmik potansiyel kuvvetleri için bir hazne, genel karmik görünümleri için karakteristikler ve kendiliğinden oluşan sürekli devam eden etkinlikleri için yaşam ilkesi sağlamıştır. Ama bu görüşün evreni sadece bir makine haline getirdiği yanlışına düşmemeliyiz. Zeminin hazne kuvvetleri ve karakteristikler tümüyle zihinsel olduğu için dünya da aynı zamanda bir zihinsel etkinliktir ve yalnızca maddedeki mekanik bir hareket değildir. Karmanın gizemli işleyişi, protoplazmik hücreden muazzam evrene kadar her varlığın merkezinin koşullarını biçimlendiren bu kuvvet, daha sonra ortaya çıkarılmalıdır. Dünya bir materyal nesneler topluluğundan başka bir şey olmasaydı, karma asla etkili olamazdı. Ama mantalizmin gösterdiği gibi bir düşünce oluşumları topluluğu olduğu ve tüm bu oluşumları bağlayan birleştirici bir zemin olarak bir Dünya Zihni bulunduğu için işleyen bir kuvvet olarak karma olasılığı vardır. Çünkü evrensel varoluşu oluşturan tüm bu şeyler ve yaratıkların geçmiş, şimdi ve geleceği arasında bir tür düzenli süreklilik olmasaydı karma da anlamsız olurdu. Ama bu Doğa'nın da kendi gizli yerlerinde bir tür bellek sürdürmesi ve koruması gerektiğini akla getirir. Her birey kendi tarihinin bir kaydını koruyorsa, Dünya Zihninin de kendi tarihinin bir kaydını koruması niçin fantastik görünsün? Varoluşu kendini gösteren kozmostan ayrılamaz olduğu için, bunu yaparken evrenin kendi tarihinin her şeyi kapsayan bir kaydını da korur. Hiçbir düşünce, hiçbir olay, hiçbir nesne, hiçbir görünüm ve hiçbir figür tümüyle kaybolmamıştır. Bu uzay ve zaman içinde tamamen uzak olan yerküre, yıldız ve nebülözlerin anılarının hala korunduğunu akla getirmektedir. Ama insan imgelemi bu gerçekliğin sınırsız . sonuçlarından, kendi etkinliğini bozguna uğratan buradaki sınırlı kısıtlamasından hayrete düşmelidir. Bellek duyuların kavrayabileceği bir nesne değil, tümüyle materyal olmayan bir şey olduğu için, bu sonrasında zihinsel olan bir şeylerin varlığını gerektirir. Uzay kapsamında kozmik ve zaman kapsamında kalıcı olacak zihinsel bir ilke Dünya Zihninin kendisinden başka bir şey değildir, olamaz da. Bu nedenle, tüm karmik işleyişin temeli Dünya Zihnine kadar izlenebilir. Karmanın ortaya çıkışı, bulunması ve kaybolması gerçekte onun ideasındakine ikiz bir fonksiyonudur. Tek ve aynı ışık kendini her biri birbirinden farklı olan milyonlarca fotoğraf halinde kırar. Tek ve aynı Dünya Zihin de kendini her biri birbirinden farklı olan milyonlarca kişi halinde kırar. Tıpkı evrendeki nesnelerin karmanın gücüyle varlık bulması gibi bireyler de aynı şekilde varlık bulur. Yeni yaratıklar evrensel varoluş içinde yeni bir şey olarak neredeyse aynı şekilde, yani kendileri daha önceki dingin bir varoluşun sonucu olan eski karmik etkilerinin oluşturduğu bir dizinin gerçekleşmesi yoluyla meydana çıkar. Birey ve dünya her ikisinin de gerisinde olan geçmişten aynı anda birlikte ortaya çıkar. Karmaları evrensel varoluşunkilerle ilişkilidir ve ayrı bir şekilde ya da sonradan görünmez. Biri diğerinin kımıldamasıyla eşzamanlı olarak etkinliğe başlar. Dünya Zihninin enerjisi kendini gösterdiğinde, iki katlı bir karakter alır ve hem evren hem de bireyler aynı anda doğar. Evren kendini ilk olarak göstermez, bireyler de, her ikisi de birlikte kendini gösterir. Başka bir şekilde söylenecek olursa, karmanın dalgacıkları Dünya Zihninin gölünde aktıkça, hem evren hem de birey aynı anda ve çalışma tarzı olarak aynı şekilde hareket eder. Doğa'nın hareketli belleği olarak karma, Doğa'nın yaratıcı gücüyle ister istemez birleştirilir. Tıpkı bir zamanlar meşe palamudunun içinde görünmez ve elle tutulamaz bir varlığı olan heybetli bir meşe ağacı ya da bir zamanlar küçücük tohum içinde kokusuz bir varlığı olan beyaz bir çiçeğin güzel kokusu gibi, bugün görmekte olduğumuz yerküre, yıldızlar ve güneş de bir zamanlar kendi karmalarının Dünya Zihninin belleğinde saklanmış olduğu tohum gibi materyal olmayan bir varlığa sahiptiler. Kendilerine özgü ayırt edici özellikleriyle gök kubbedeki her yıldızsı kütle ve kendi arzuları, eğilimleri ve kapasiteleri ile birlikte bulunan her yaratık Dünya Zihninin muhteşem yetenekleri tarafından ezberlenmiştir. Böylece, Dünya Zihninin hafızasının bizim bilinçli olduğumuz dünyanın yaratılışında etkili bir rol oynadığı anlaşılacaktır. Bu evrenin mümkün hale gelmesi karşılıklı olarak etkiyen karmik süreçler sayesindedir. Dünya Zihni, önceden varolmuş her şeyin sonuçlan olarak, herhangi bir keyfi emirle değil, kendi doğal sürekliliğiyle genel dünya imgelerini meydana getirir. Bunlar daha önce meydana çıkmış olan hatırlanan bütün dünya imgelerinin bir sürekliliğidir, ama insanlaştırılmış bir Tanrının kaprisli kararlarıyla değil, kendi karşılıklı eylem ve evrimleriyle değişikliğe uğramış ve gelişmiştir. Dünya Zihni yapıcı bir şekilde onu düşünerek, evreni oluşturur. Ama evreni keyfi bir şekilde düşünmez. Düşünceler katı bir karmık ve evrimsel yasa altında kendi kayıtlarından ortaya çıkar. Bu görüşte, her ne kadar kendi devam eden varoluşu ve sürekli etkinliği yüzünden sistemin kendisi de Dünya Zihnine bağlı olsa da evrenin kendini gerçekleştiren bir sistem oluşturduğu vurgulanmalıdır. Her karmik kuvvet ve düşünce biçimi kendi karşılıklı etkinliklerini sürdürür, birbirine geçer, birbirini etkiler ve güneş ışığının huzurunda kendiliğinden yavaş yavaş gelişir. Ama kendi devamı ve varoluşunu borçlu olduğu şey tam da bu huzurda bulunmadır. Bilge Hikayeleri Felsefi Görüşler Filozoflar Genel Karma Felsefesi İletişim Anasayfa
  22. İstanbul

    Karma Nedir? « Karma Felsefesi

    Karma fikrini, Doğu'ya özgü bir kavram olarak ele almak çok yanlış olur. Karma, her birimizin kendi eylemlerimizden sorumlu olmasını sağlayan ve bizi, bu eylemlerin ardından gelen sonuçları kabul etmek zorunda kalacağımız bir konuma getiren yasadır. Buna, kişinin kendi sorumluluğu yasası diyebiliriz. Reenkarnasyon kuramıyla birleşik olduğu gerçeği bunu geçersiz kılmaz, çünkü bunun tamamen şimdiki enkarnasyonumuzda iş başında olduğunu görebiliriz. Karmanın gerçek anlamı "yapmak"tır, uygulamadaki anlamı ise, basit bir şekilde bir kişinin karmasının, onun kendi yaptığı işler olduğudur. Karma terimi, özgün ifadesinde zihinsel eylemleri içerir buna göre; kendimizi, şu an ne isek, kendi eylemlerimizle yapmışızdır. Karma, Evren Zihninin, uymayı gerçekleştirme, dengeyi yenileme ve telafi etmeye yarayan bir denge ortaya çıkarma gücüdür. Sonuç olarak, herhangi bir şekilde, herhangi bir yerde ve zamanda yaptığımız bir şey, eninde sonunda bize geri dönecektir. Yapılan hiçbir iş boşa gitmez; er geç yapan kişiye değiştirilemez bir biçimde geri dönecek olan meyveyi taşıyacaktır. Karma, kendi kendine işleyen bir güçtür. Hiç kimse, insan ya da insanüstü, bunu işletmek zorunda değildir. Bu öğreti, bizi uyuşuk kaderciler haline getirmez, çünkü kendini beğenmiş bireyciler olarak şişinmemize izin vermez. Berbat bir zayıflık konusunda bir özür de sunmaz, ya da yanılsatıcı bir gücü desteklemez. Bize gerçekten olanaklarımız konusunda dengeli bir bakış, güçlerimiz konusunda mantıklı bir bakış esinler. Materyalistler, evreni, kaderimiz, düşüncelerimiz ve eylemlerimizin tümüyle fiziksel çevremiz tarafından belirlendiği engin bir hapishane biçiminde berbat bir tablo olarak resmederler. Doğulular arasındaki bilgisizler, tanrısal önceden belirlenmişliğin mahkumları, aciz bir şekilde, bir aşağı bir yukarı adımladığımız kilitli bir dünyada yaşar. Karma, bu iki kasvetli savı da çürütür; kendimizi ve çevremizi biçimlendirme konusunda bize yeterli özgürlüğü verir. Kendi gelişimimizle, çevremizi etkiler ya da zenginleştiririz, Doğa'ya yardımcı olur ya da onu engelleriz, aynı zamanda bunun tersi de doğrudur. Karma kaderimizin kapısı önünde zavallı dilenciler gibi beklemek zorunda olduğumuzu söylemez. Geçmiş özgür irademiz, şimdiki kaderimizin kaynağı olacaktır, tıpkı şimdiki özgür irademizin, gelecekteki kaderimizin kaynağı olacağı gibi. Sonuç olarak, en güçlü faktör, özgür irademizdir. Bu nedenle, belirsiz bir kadercilik ya da aşırı güvene yer yoktur. Hiçbirimiz suçu başka bir şeye ya da başka bir kişiye yükleyerek, dış çevreyi ve kendi içsel görüş açımızı biçimlendirme konusundaki kişisel sorumluluğumuzdan kaçamayız. Engellerle mücadele eden herkes usta besteci Beethoven'ın elinden, bir kadeh ilham şarabı içmelidir. Müziğin büyülü nağmelerini işitmeye çabalayan Beethoven, tamamen sağırdı. Yaşamı tümüyle başkaları için melodik kompozisyonlara adanmış olan Beethoven, bir gün kendi kompozisyonlarını işitemez hale gelmişti. Bu onu hayal kırıklığına uğrattı, ama cesaretini kıramadı. Bu sorunla sağlam bir yürekle yüzleştikten sonra, "Kader ile boğuşacağım; beni asla alaşağı edemeyecek!" dedi. Çalışmalarına devam etti ve dünyaya daha muhteşem, daha görkemli şeyler verdi, çünkü acısı içinde öğrendiği şeyi, şarkılarda öğretti. Karma, biri genel biri de özel olan iki katlı bir yasadır. İlki mutlaktır, evrendeki her şeye de uygulanabilir, çünkü basit bir şekilde, her ayrı varlığın, kendi sürekliliğinin yasasıdır. İster bir gezegen olsun, ister bir protoplazma, önceki varoluşunun özelliklerini aktarmak, bu yüzden de sonucu, nedene ayarlamak zorundadır. İkincisi ise mevcut durumdur, yalnızca kendiliğinin şuuruna varan, böylelikle eylemlerinin başlangıcını beşeri varlıklarla sınırlayan bireyler için geçerlidir. Bu, bireyi düşüncelerden ve kendi düşüncelerinden doğan eylemlerden sorumlu kılar. Evren, yerkürenin eksenleri üzerinde ya da gezegenlerin güneşin çevresinde dönmesinde olduğu gibi, bir tür dengeleyici düzen olmasaydı var olamazdı. Bir parça düşünmek, insanların kendi aralarında ve Dünya Zihni [Tanrı] ile ilişkilerinde de aynı ilkeyi gösterecektir. Bu ilke, burada kendini karma olarak ortaya koyuyor. Karmayı evrensel güçten ayırmak ve ayrı bir güç olarak ele almak hata olacaktır. Bu hata, kozmosun kendini göstermesinde karmanın rolünü anlamadaki güçlüğü açıklamaktadır. Karmayı, Tanrı'nın bir yönü ve Tanrı'dan ayrılamaz bir şey ya da Tanrı'nın varlığının kendini gösterme biçimlerinden biri olarak ele alın. Benliğin dışında, insafsızca aciz teslimiyetimiz için emirlerini buyuran bir güç olduğuna inanılırsa karmanın asıl doğası kavranamaz. Tersine, tüm dünyanın zihinsel olduğu gerçeği nedeniyle, o da, her şeyde ve herkeste işleyen bir güçtür. Bu, başımıza gelen şeylerin, en içteki varlığımızın gizli iradesiyle gerçekleştiğine dair açık bir anlam ortaya çıkarır. Bu açıdan bakıldığında, belki katlanmak zorunda olduğumuz acılar mutlak anlamda birer kötülük değil, yalnızca o an için kötülüktür ve kör bir dışsal ve insafsız kuvvet olarak gözüken şey, gerçekte bilinçli, içsel ve arındırıcı bir kuvvettir. "Karma" sözcüğünün doğru anlamı, beden, konuşma ve zihin aracılığıyla yapılan iradeli eylemdir. Bu eylemin sonuçlarını, özellikle yeniden doğmayı ortaya çıkaran ya da bunu etkileyenleri içermez. Böyle bir dahil etme popüler kavramlara girmiştir, ama söz konusu terimin aslından uzak bir kullanımını göstermektedir. Karma, sonuç değil, iradeyle yola çıkan sebeptir. Bu nedenle "Karşılık Yasası" terimi, tatmin edici değildir ve daha iyi bir terime ihtiyaç vardır. Karşılık yasası terimini, yansıma yasası olarak yeniden adlandırmak belki de daha iyi olacaktır. Çünkü yapılan iş, sanki muazzam kozmik bir ayna tarafından, her eylemin, bu eylemi yapan kişiye geri yansıtılması, her düşüncenin, kaynağına geri yansıtılmasıdır. Belki de karşılık fikri oldukça güçlü, saklı bir ahlaksal anlam içeriyor, bu yüzden de "karma" sözcüğünün doğru karşılığı olma konusunda son derece dar bir anlam taşımaktadır. Sonuçlar yasası, asıl olarak etik bir yasa değildir: Etik bir yanı olduğunu söylemek, daha uygun olabilir. Bir karma "yasa"sından söz etmek yanlıştır ve bilimsel değildir. Karma, uyulacak ya da uyulmayacak bir yasa değildir, yanlış yapan kişilere yönelik bir ceza kanunu da değildir. O sadece, kaçınılamaz sonuçlarla ilgili bir ilkedir. Karma, insanın davranış alanında karakterden ne fazla ne de eksiktir. Gerçekten de ihtiyacımız kadar özgür iradeye sahibiz. Farkına varamayacak kadar kör olduğumuz için sunulan fırsatlardan yararlanamazsak, hata bizdedir. Başlangıçta ve yüzeysel olarak yararlı olan, ama mutlak olarak ve derinlemesine bakıldığında kendi çıkarımıza ters düşen bir eyleme girişirsek ve bu eylem de bizi arka arkaya başka istenmeyen eylemlerden oluşan tüm bir diziye kendi sırasında ulaştırırsa, karmanın acımasızlığına değil, kendi akılsızlığımıza ağlamalıyız. Bir alışkanlık olarak kendine acıyıp duranlar karmada kullanışlı bir günah keçisi bulabilirler, ama gerçek insanlığın zihinsel niteliklerinin ve etik standartların, kaderimizi önceden kararlaştıran gizli faktörler olduğudur. Karma, zihnimizi köreltmesi ya da ellerimizi felç etmesi gereken bir fikir değildir. Karma, uluslarda ve bireylerde etik bir sorumluluk duygusu uyandırarak, onları geçmiş hatalardan kaynaklanan yaraları gönüllü olarak iyileştirmeye ikna eden pozitif bir değere ve düzeltici bir etkiye sahiptir. Geçmiş yüzyılların etiği, belki de var olan bir Tanrı'nın belirsiz korkuları üzerine kurulmuştu; içinde bulunduğumuz yüzyılın etiği ise, tümüyle var olmayan bir Tanrı'ya karşı tam bir kayıtsızlık üzerine kurulu. İlki, davranışta bazı sınırlamalara yol açtı, ikincisinin yol açtığı şey ise hiç. Geleceğin etiği, karma gücünün rasyonel anlayışı ve kişisel sorumluluk yasası üzerine kurulacaktır; bu da, davranışta doğru bir sınırlamaya yol açacaktır. Çünkü, yaşamın çevresel kısıtlamalarını, çabalanmamış hazları ve kaçınılmaz sıkıntıları düşündüğümüzde, yavaşça karmanın gücüyle ilgili bir algıya varırız. Karmada çağdaş tarihimizin birçok sorunuyla ilgili bir anahtar buluruz. Karma, şimdiki kısmetimizin kozasını, büyük ölçüde geçmiş dünyevi yaşamlar ve şimdiki yeniden bedenlenişimiz süresince kendimizin ördüğü düşünceler ve eylemlerle hazırlamış olduğumuz konusunda bizi uyaran bir doktrindir. Ve bu doktrin tek tek bireylerin tarihine olduğu kadar tüm insanların tarihine de uygulanabilir durumdadır. Bunun doğal sonucu, karakterlerimiz ve zihinlerimizin, çağlar boyunca zahmet ve sıkıntı içinde olduğudur; bazıları saçları ağarmış bir geçmişin engin tecrübesiyle yaşlıdır, ama pek çoğu genç, akılsız ve terbiye olmamıştır. Verdiği ders kimsenin kaderinin ve bireysel anlamda talihin değişen gelgitlerinin anlamsız olmadığıdır. Tersine, felsefi düşüncelere davetiye çıkarırlar, bu şekilde ihmal edilmiş görevler ya da olumlu yanlış yapmaların nasıl olup da sıkıntılarımızın gizli kökü olduklarını anlayabiliriz. Karma ilkesini doğru olarak anlayanlar, onu dışsal, bağımsız bir kader olarak yanlış anlamayan ve aslen eylemlerimizle harekete geçirilen bir kuvvet olarak görenler aynı zamanda insan yaşamında acı çekmenin oynadığı anlamlı rolü de anlarlar. Hak edilmiş ceza aslında ham bir eğitim biçimidir. Düşünceli kişiler kendi kederlerinden dersler çıkarır ve aynı günah ya da aynı hatayı ikinci kez işlememeye karar verirler. İnsan iradesi tarafından yapılmış olan karma insani değişikliklere tabidir. Daha yüksek bir gücün buyurduğu kader ise buna tabi değildir. Genel anlamda ölüm gerçeği kaderle ilgili bir örnektir, bu anlamda şair James Shirley'nin dizesi doğrudur: "Kadere karşı hiçbir zırh yoktur." Ancak özel anlamda ölüm gerçeği, zamanı ve biçimi, değiştirilebilir. Yaşamın gidişatının önceden kararlaştırıldığı doğru olsa, bu mutlaka yaşamın keyfi bir şekilde önceden kararlaştırıldığı anlamına gelmek zorunda değildir. Hayır, karakterinizin iyi ve kötü nitelikleri, kapasitelerinizin gelişmesi ya da gelişmemesi ve tesadüfen ya da bir nedene bağlı o olarak alınan kararlar yaşamınızın gerçek belirleyenleridir. Davranış ve sonuç, düşünce ve çevre, karakter ve alın yazısı arasında kaçınılmaz bir denklem vardır. İşte, karma budur; yaratıcı eşitlik yasası. İmgeleme süreçleri sonsuzdur, ardı arkası kesilmez. Zihnin, kendi dinamik karakteri nedeniyle bir fikrin bir başka fikre yol açması gerektiği, zihnin doğasında var olan bir şeydir. Karma, işte bu ikisini bağlayan yasadır. Karmanın iki katlı bir karakteri vardır. İnsan aklının tasarlayabileceği hiçbir şeyin değiştiremeyeceği bir türü ve bir de, karşı düşünceler ve karşı eylemlerle ya da tövbe ve dua ile değiştirebileceğimiz bir türü bulunmaktadır. Kötü karma, kurnazlıkla değiştirilebilse bile ahlaksal tövbe olmaksızın ortadan kaldırılamaz. Karmanın özgün anlamıyla, zamanın akışı içinde buna verilmiş olan anlam arasında, büyük ve açık bir faktör vardır... Karma doğumdan önceki gebe kalma anından ölümden sonraki ölüyü yakma anına kadar insanların yaşamını tamamen önceden kararlaştırdığı ve biçimlendirdiği anlamına gelmeye başlamıştır, oysa özgün anlamı sadece kişinin alışılmış düşünce ve eylemlerinin sonuçlarından kurtulamayacağıdır. Yaşamdaki başarıların ya da başarısızlıkların büyük ölçüde kendi elimizde olduğu, hoşnutluk ya da kederin kaçınılmaz biçimde erdem ya da yanlış yapmanın ayak izlerini takip ettiği anlamına gelir. Yetenek ya da hırs, fırsat ya da soyaçekim, kişiyi zenginliğe ulaştıran şey her ne ise bu, bizzat o kişinin karmasının ürünüdür. Şimdi, bize geçmişten gelir, gelecek de, şimdide oluşturulmaktadır. Bunların üçü de birbirine bağlıdır... İnsan yaşamının daha yüce bir güce tabi olduğu; her birimizin, eylemlerimizden daha yüce bir yasaya, karşı sorumlu olduğumuz ve yapılan hataların cezalarından ya da doğruluğun ödülünden kaçamayacağımız fikri, insan kültüründe bulunan en eski fikirlerden biridir. Eski Roma'nın Stoacıları bu fikre sahipti ve buna Kader demişlerdi. Eski Yunan'ın Eflatuncuları da bu fikre sahipti ve buna Alın Yazısı adını vermişlerdi. Hintlilerde de, genellikle Budistler ve Hindularda da bu fikir vardı, hala da vardır ve adına Karma denir. Dünya Fikrinin ifşası, dinsel mistiklerin karşısına çıktığında, buna yalnızca "Tanrı'nın İradesi" diyebileceklerdir. Yunanlıların karşısına çıktığında, bunu "Gereklilik" olarak adlandırmışlardır. Hintliler ise buna "Karma" demiştir. Bunun yankıları bilimsel düşünürler tarafından işitildiğinde ise bu düşünürler buna "Doğanın yasaları" demiştir. Görebilecek gözü olan bir kişi evrenin kendisinin akıl içeren ve anlaşılabilir bir düzen içinde olduğunu açığa vurduğunu görebilir. Keyfi kapris, zamanın bir yerinde dünyayı yaratmadı. O zamandan beri de, kör bir düzensizlik hüküm sürmemiştir. Bu evrensel varoluşta, gerçek anlam vardır, katı bir yasa vardır, hakiki bir tutarlılık vardır, taştan çiçeğe, canavardan insana, bütünleşmenin daha yüksek düzeylerine doğru bir hareket vardır. Bu anlaşıldığında, karmanın yalnızca aktarılan eski etkilerin ya da kendini yeniden oluşturmanın veya ahlaksal cezalandırıcı adaletin bir yasası değil, aynı zamanda, çok daha büyük bir şey olduğu da anlaşılabilir. Bireysel anlamda işleyişi, evrensel işleyişe ayarlama eğilimi gösteren ebedi ve ezeli bir yasa vardır. Bir bütün olarak kendi bütünleyici dengesiyle evrenin sayısız birimini uyum içinde tutacak biçimde evren için çalışır. Ceza, küçük bir ortak merkezli dairenin daha büyük olan başka bir dairenin içine düşmesi gibi, sadece bu etkinliğin içine düşer. Her bireyin varoluşunun sonuçları, her kişinin düşünce ve eyleminin kalıtımı kontrol edilmek durumundadır, bu şekilde bunlar sonunda kozmosun kendisinin o daha büyük düzenliliğine uyacaktır. Her parça, bütüne bağlıdır. Bu nedenle her şey, mutlak doğruluğa eğilim gösterir. Aslında evrenin gizli özünde, bu tür anlamlı bir dengeye sahip olduğunu görmek rahatlatıcı bir durumdur. Karmanın ezoterik yorumu, tümüyle yalıtılmış bir kişinin, yalnızca bir hayal ürünümüz olduğunun, herkesin, yaşamının yerel, ulusal, kıtasal, en sonunda da gezegenlerle ilgili bir boyutun sürekli genişleyen döngüleriyle, tüm insanlığın yaşamıyla birbirine sarıldığının farkına varmak; her düşüncenin, dünyanın baskın zihinsel atmosferinden etkilendiğinin; her eylemin de, insanlığın genel anlamda etkinliğince verilen baskın ve güçlü telkininin işbirliğiyle bilinçdışı bir şekilde yapıldığının farkına varılmasıdır. Her birimizin düşündüğü ve yaptığı şeyin sonuçları, bir ırmak ayağı gibi toplumun daha büyük nehrine akar ve orada sayısız diğer kaynaktan gelen sulara katılır. Bu, karmayı, tüm bu karşılıklı ilişkilerin sonucu haline getirir, bu nedenle de onu kişisel bir düzeyden kolektif bir düzeye çıkarır. Yani, "ben", diğer tüm bireyler tarafından ortaya çıkarılan karmada, bir bireyin payıdır, diğer yandan onların da, benimkinde bir payı vardır. Bununla birlikte bu "ben"in kendi kişisel geçmiş etkinliğimin sonuçlarından en büyük payı almasında ve insanlığın etkinliğinin geri kalanının sonuçlarının en küçük payı arasında bir fark vardır. Bu nedenle, üstü kapalı bir şekilde düşündüğümüz şey, her acının hak edilmediği, ama telafi etme niteliğindeki iyi talihin buna dayanarak oyuna katıldığıdır. İnsanlığın karşılıklı olarak birbirine bağlılığı yüzünden kişisel olarak hak etmediğimiz bir acı çekmek zorundaysak, aynı karşılıklı bağlılık nedeniyle genel anlamda iyi karmadan hak edilmemiş yararlar görebileceğimiz ifadesi de aynı derecede doğru olur. Bu yüzden karmanın bu kolektif işleyişi, her iki şekilde de kesen iki kenarlı bir kılıca benzer: Bir tarafı acı verici, diğeri ise zevkli. Ezoterik görüş bu doktrinin popüler biçimine yeni bir yüz getirirken genel olarak arka planda tutulmuşsa, bunun tek nedeni, insanların ortak anlamda mutluluk ve sağlık içinde yaşamaktan çok, kendi kişisel mutluluk ve sağlık içinde yaşamalarıyla daha çok ilgilenmeleridir... Başkalarıyla ortak yaşarız, ortak günah işleriz ve bunun bedelini ortaklaşa ödemek zorundayız. Bu son sözdür, belki de arkadaşlarını geride bırakmış olanları yıldırmak, ama geride kalmış olanları cesaretlendirmek. Bu daha geniş bakış açısına göre karma, bizim bir bütün olarak toplumla acı çekmemizi ve toplumla sevinmemizi sağlar. Bu nedenle, kendi mutluluk ve sağlık içinde yaşamamızı, toplumsal anlamda mutluluk ve sağlıktan ayıramayız. İçsel yalıtımdan kurtulmak ve çıkarlarımızı Tümel Yaşam'ınkilere katmak zorundayız. Sınıflar, uluslar ve ırklar arasında kine gerek yoktur, büyük ya da küçük olsun, farklı gruplar arasında nefret ve çatışmaya gerek yoktur. Bunların tümü, eninde sonunda karşılıklı olarak birbirine bağlıdır. Ayrılıkları, bireylerin ayrılığı kadar büyük bir yanılsamadır, ama bu gerçeği yalnızca felsefe ve tarih kanıtlar. Bugün hepimizin kendini içinde bulduğu durum, karşılıklı çıkarlarımızdaki bu zorlu mücadeleyi gerektiren gerçekliğin kabul edilmesini gerektirir.
  23. İstanbul

    Zeka « Karma Felsefesi

    Bugünkü testler anlamında zekâyı ilk ölçme girişimi, Fransa'daki okullarda öğrenme güçlüğü olan çocukların normallerden ayrılması amacıyla geliştirilen Binet-Simon (1905) testiyle başladı. "Binet'e göre zekâ, bellek alanı, duyum keskinliği ve tepki hızı gibi basit zihni öğelerle değil, kavrama, hüküm verme, akıl yürütme ve düşünceye belirli bir yön verme, 'düşünceyi arzu edilen bir gayenin gerçekleşmesine intibak ettirme ile kendi kendini eleştirme, kendi yanlışlarını bulup düzeltme gibi karmaşık işlemlerde kendini gösterir. Bu karmaşık zihni etkinlikleri-duyumları ölçer gibi dakik olarak ve doğrudan doğruya ölçmek mümkün değildir. Bireyin zekâsı hakkında güvenilir bir fikir edinmenin yolu, bireyi çözümü yüksek zihni işlemlerin kullanılmasını gerektiren problemlerle karşı karşıya getirmek ve bireyin yaptıklarını objektif olarak saptamaktır. Binet-Simon ölçeği, 1908 yılında yaşa göre tekrar düzenlendi ve bazı değişiklikler yapıldı. 1912 yılında Stern, bireyin zekâ yaşının takvim yaşına bölünmesiyle elde edilen Zekâ Bölümünü (IQ) önerdi. Binet-Simon ölçeği, ABD'de 1916 yılında Terman tarafından geliştirilerek, 3 ve 16 yaş grubu için standartlaştırıldı ve ölçek, Stanford-Binet Zekâ Ölçeği adını aldı. 1937 Terman ve Merrill revizyonunda da amaç, genel yeteneği (g) değerlendirmekti; soru sayısı 90'dan 129'a çıkarıldı ve L-M formları yapıldı. Sözel yeteneği ölçen sorular ağırlıkta olduğundan, Stanford-Binet testi, zekâdan çok, okul başarısını ölçtüğü yönünde eleştirilmeye başlandı. 1960 Terman ve Merrill revizyonunda ise, Stanford-Binet testinde bir oran olan Zekâ Bölümü yerine, ortalaması 100, standart sapması 16 olan sapma IQ puanı kullanılmaya başlandı. Terman-Merrill 1973 revizyonunda, Stanford-Binet testinde pek fazla değişiklik yapmadı. 1986 revizyonunda (Thordike, Hagen ve Sattler), Stanford-Binet testine sayısal ve sözel yetenek yanında, soyut-görsel yeteneği ve kısa süreli belleği ölçen maddeler eklendi (Daniel, 1997). Tüm dünyada en yaygın kullanımda olan Wechsler ölçeklerinde de, zekânın bir bütün (g) olduğu sayıltısı yatar. Wechsler'e göre zekâ, kişinin çevresini algılama, çevreyle başedebilme gibi yeteneklerini kapsayan genel bir doğal kapasitedir; zekâyı ölçen testler, maddelerle (item) o maddelere tepki veren birey arasında özel bir iletişim biçimidir. Tüm Wechsler ölçeklerinin yapıları hemen hemen tümüyle benzerdir: WPPSI (okul öncesi), WISC (çocuklar) ve WAIS (yetişkinler) ölçekleri genel olarak sözel (genel bilgi, muhakeme, aritmetik, benzerlik, kelime hazinesi) ve performans (resim tamamlama, resim düzenleme, küplerle desen, parça birleştirme, şifre) alt testlerinden türetilen bir tek puan sağlarlar. 1939 Wechsler Bellevue Form'u 1944 yılında Form II takip etti; 1949 yılında 5-15 yaş grubu için Wechsler Çocuklar İçin Zeka Ölçeği (WISC); 1955 yılında 16 yaş ve üstü için Wechsler Yetişkinler Zeka Ölçeği (WAIS) geliştirildi. WISC'in 1974 revizyonunda (WISC-R) alt testlerin veriliş sırası karıştırılarak yaş grubu 6-16'ya çıkarıldı. Wechsler ölçeklerinin son revizyonlarında (WISC-III, 1991) genel zekâ (g) görüşü yerini korumakla birlikte; sözel kavrama, algısal organizasyon, işlem hızı ve çeldirilemezlik şeklinde 4 faktör puanı önerilmiş; WAIS-III'te ise, kapsama "akıcı zekâ" (yeni sorunları muhakeme) eklenmiştir (Daniel, 1997). Tüm bunların dışında grup testleri olan ve I. Dünya Savaşı yıllarında kullanılan Ordu Alfa-Beta Testleri, Raven Standart İlerlemeli Matrisler Testi gibi daha pek çok zekâ testi de geliştirilmiş ve kullanılmıştır.
  24. İstanbul

    Helenizm

    Büyük İskender'in egemenliğiyle özgür ve bağımsız Yunan kent devletinin gücü gerçekten tarihe karışmıştı. Onun ve siyasi güç için birbirleriyle dövüşen ardıllarının egemenlikleri sırasında Yunan kentlerinin ellerindeki özgürlük ancak sözde egemenlikti ya da en azından her şeyin üzerinde duran egemenin iyi niyetine bağımlıydı. İşte bu yeni siyasi durum, kaçınılmaz olarak, felsefede de bir etki yarattı. Hem Platon hem de Aristoteles Yunan kentinin insanlarıydılar. Ve onlar için birey; kentten ve kentin yaşamından ayrı düşünülemezdi. Birey kentte amacına ulaşır ve yaşamını iyi sürdürürdü. Ama özgür kent daha büyük bir kozmopolitan bütüne kaynaştığı zaman, yalnızca Stoacılıkta gördüğümüz gibi, dünya vatandaşlığı ideali ile kozmopolitanizmin değil, fakat bunun yanı sıra bireyciliğin de öne çıkması doğal olabilirdi. Gerçekte bu iki öge, kozmopolitanlık ve bireycilik, sıkı sıkıya birbirlerine bağlıydılar. Çünkü kent devletinin Platon ve Aristoteles'in düşündükleri gibi sıkı ve her şeyi kucaklayan yaşamı çöktüğü ve yurttaşlar daha büyük bir bütüne kaynaştıkları zaman, birey kaçınılmaz olarak başı boş kaldı, kent-devletindeki bağlarından koptu. Böylece kozmopolitan bir toplumda felsefeden beklenebilecek tek şey ilgisini bireyde yoğunlaştırması onun yaşamda kılavuzluk istemine karşılaştırmaya çalışması olacaktı. Çünkü bu yaşam artık göreli olarak küçük bir kent ailesinde değil ama büyük bir toplumda yaşanıyor, ve buna göre felsefe başat olarak törel ve kılgısal eğilimler sergiliyordu. -Stoacılık ve Epikürcülükte olduğu gibi. Metafiziksel ve ruhsal kurgu düşme eğilimine girdi, kendileri uğruna değil ama ancak törebilim için bir temel ve hazırlık sağlamaları işleminde birer ilgi nesnesi oldular. Törel alan üzerinde bu yoğunlaşma yeni okulların metafiziksel kavramlarını kendi başlarına yeni kurgular üretmeye girişmeksizin niçin başka düşünürlerden ödünç almış olduklarını anlamayı kolaylaştırır. Gerçekten de bu bakımdan geriye ön-Sokratiklere döndüler-. Stoacılık Herakleitos'un fiziğine ve Epikürcülük ve Demokritos'un atomculuğuna başvuruyordu. Bundan da ötesi, Aristoteles-sonrası Okullar en azından belli bir düzeyde giderek törel düşünce ve eğilimleri ve eğilimleri için bile Ön-Sokratiklere döndüler, Stoacılar Kynik törebilimden ve Epikürcüler Kraniklerden ödünç aldılar. Bu törel ve kılgısal ilgi, Roma döneminde Aristoteles-sonrası okulların gelişiminde özellikle belirgindir. Çünkü Romalılar ve Yunanlılar gibi kurgul ve metafiziksel yanları güçlü düşünürler değil, tersine karşılıklı olarak kılgıya yönelik insanlardı. Eski Romalılar karakter üzerinde diretiyorlardı -kurgu onlara biraz yabancı idi- ve Roma İmparatorluğunda, cumhuriyetin önceki idealleri ve gelenekleri söndüğü zaman, bireye çalkantılı bir toplumsal süreç içerisinde yaşamını doğru olarak yönlendirmesini ve belli bir tinsel ve ahlaksal bağımsızlık üzerine dayanan bir ilke ve eylem tutarlılığını sürdürmesini sağlayabilecek davranış kurallarını sağlama görevi sözcüğün tam anlamıyla felsefecilere düşüyordu. Nietzsche, Hellenistik ve diğer Yunan felsefesi hakkında şu yorumu yapar: "Yunanlılar, gerçekten sağlam bir millet olarak, felsefe yapmakla, bütün başka milletlerden çok daha büyük ölçüde felsefeyi meşru kıldılar. Ama vaktinde duramadılar, çünkü kuru ihtiyarlık çağlarında felsefeden, sadece hristiyan doğmatiğinin sofuca akıl oyunlarını ve pek kutsal kılı kırk yarmalarını anlamakla beraber, kendilerini felsefenin ateşli taraftarları olarak gösterdiler. "Vaktinde duramadıklarından ötürüdür ki, kendilerinden sonra gelen barbar aleme gördükleri hizmeti kendi elleriyle ufalttılar." Aristoteles'ten sonra Hellenistik felsefe, iki doğrultuda gelişmiştir. Bir yandan bir ahlak felsefesi, öbür yandan da pozitif bilimler üzerinde bilgince bir araştırma olmuştur. Platon ve Aristoteles'in okulları da (Akademia ile Lykeion) bu gelişmeye ayak uydurmuştur.
  25. İstanbul

    Kabbala

    Kabbala, XII. yüzyıldan başlayarak Yahudi gizemciliğini tümüyle etkisi altına almış olan ezoterik bir akımdır. Her zaman temelde sözlü bir gelenek olan Kabbala, İbranice'de sözcük anlamı olarak da "gelenek" karşılığını taşımaktadır. Gizemci deneyimlerin içerdiği olası kişisel tehlikelerden kaçınabilmek amacıyla, Kabbala öğretisine ve uygulamalarına inisiyasyon mutlaka bir önderin, bir yol göstericinin gözetim ve denetiminde gerçekleştirilmelidir. Her yönüyle gizemci bir öğreti olan Kabbala'nın, özünde Tanrı'nın Musa'ya aktardığı "ilâhî vahy" olan Torah'ın (Tevrat) yazılı olmayan gizli bilgilerini içerdiği ileri sürülmüştür. Yahudiliğin temel ilkesinin Musa yasalarına uyum olmasına karşın, Kabbala'nın insana doğrudan Tanrı'ya ulaşma yollarını sağladığı varsayılmıştır. Bu bakımdan Kabbala, bir çokları tarafından tehlikeli biçimde kamutanrıcı (panteist) ya da sapkın olarak nitelendirilen gizemci yaklaşımlar içeren bir dinsel boyutu Yahudiliğe katmıştır. Köken Kabbala'nın kökeni İ.S. I. yüz yılda Filistin'de filizlenen "Merkava" (ya da Merkabah) gizemciliğine kadar geri götürülebilir. Merkava gizemciliğinde temel uğraş, Eski Ahit'te peygamber Ezekiel'in düşlediği "ilâhî taht" ya da "araba" (merkava) hakkında derin düşüncelere dalmak ve bu sayede çoşku içinde kendinden geçmektir. VII. ve XII. yüz yıllar arasında uygulama alanı Filistin'den Babilonya'ya kayan ve yoğun biçimde Gnostik inançların etkisi altında kalan Merkava gizemciliğinde asıl amaç, Tanrı'nın tahtını ve göksel düzeni düşleyebilmektir. Gizemci Merkava yazımında, çoşku içindeki ruhun yükselişi, düşman meleklerle dolu "yedi küre"yi ya da "yedi gök katını" aşmak için yapılan tehlikeli bir yolculuk olarak tanımlanmaktadır. Ruhun bu yolculuktaki amacı, merkava'nın üzerinde bulunan ilâhî tahta ulaşmaktır. "Tzenu'im" adı verilen Merkava uygulayıcıları, özel ahlâk niteliklerine sahip olan az sayıda seçkin kişilerdi ve sürekli oruç tutarak kendilerini gizemci deneyimlere hazır tutmaları gerekliydi. Bu seçkinlerin yapacağı başarılı bir düşsel yolculuk için her şeyden çok "mühür" olarak tanımlanan bazı büyülü sözlerin ve formüllerin kullanımı zorunluydu. Bu büyülü sözler, her bir gök katının kapısında bekçilik yapan melekleri yatıştırmak için gerekliydi. Hatalı bir "mühür" kullanımı, önemli yaralanmalara, hattâ korkunç ölümlere yol açabilirdi. Talmud'a göre, Merkava uygulamasına kalkışan dört kişi arasından biri ölmüş, diğeri delirmiş, öteki dinden çıkmış ve yalnızca Rabbi Akiba ben Joseph gerçek bir düşsel deneyime nail olmuştur. Merkava uygulayıcıları kimi zaman "Doğaüstü Dünyanın Gezginleri" olarak da adlandırılırlardı. Bu gizemci akımın en eski iki yazımsal kaynağı; Rabbi Akiba'ya ait olduğu sanılan "Küçük" ve Rabbi Ishmael ben Elisha'ya ait olduğu sanılan "Büyük" metinlerdir. Ayrıca, "Enoch'un Kitabı" ve Tanrı'nın oldukça abartılı antropomorfik (insan biçimli) betimlemelerini içeren "Shi'ur Qoma" (İlâhî Boyutlar) adındaki metinler de Merkava geleneğine aittirler. Sefer Yetzirah Kabbala geleneğinde III. ve VI. yüz yıllar arasında ortaya çıkmış olan ikinci basamak "Sefer Yetzira" (Yaratılış Kitabı) adlı kitaptır. Sefer Yetzira, büyü ve evrenbilim (kozmoloji) konusunda bilinen en eski İbranice eser olup evrenin, İbrani alfabesinin 22 harfi ile "Sefirot" adı verilen 10 ilâhî rakkamdan yaratıldığını anlatmaktadır. Harfler ve rakkamlar birlikte Tanrı'nın evreni yaratırken kullandığı "gizli bilgeliğin 32 yolu"nu oluştururlar. Sefer Yetzirah'ın, hatalı olarak Hz. İbrahim'e ait olduğu da ileri sürülmüştür. Bu nedenle kimi zaman kitabın adı "Otiyyot de Avraham Avinu" (İbrahim Babamızın Alfabesi) olarak geçer. Yetzira, sonraki dönemlerde Yahudiliği derinden etkileyecek olan "sefirot" kavramını ortaya atmıştır. Çoğul olan Sefirot sözcüğü İbranice'de "sayılar" anlamına gelmektedir. Sözcüğün tekil biçimi "Sefira" ya da "Sephira"dır (yani şifre). Yetzira'ya göre Sefirot, yaratıcı Tanrı'nın kendini gösterdiği on ayrı oluşum ya da güç olarak yorumlanabilir. "En Sof" adı verilen "Bilinemeyen Sonsuz Tanrı"dan yansıyan on ayrı aşama bulunduğu ileri sürülmektedir. Böylece her sefira, Tanrı'nın ayrı bir yaratıcı niteliğini ifade etmektedir. Kabbala'ya göre her sefira'nın bir başka sefira ile olan bağlantısı yaratılışın ritmini oluşturmaktadır. Kabbala'da, Sefirot'un gizemci yapısı ve kesin işlevi en sık tartışılan konudur. Bu tür spekülasyonların tümüyle sapkınlık olduğu yolundaki sert eleştirilere karşın, sefira'lar Kabbalacı gizemciliğin temel ilkesini oluştururlar. Sefira'lar sırasıyla; "keter'elyon" (yüce taç), "halhma" (bilgelik), "bina" (zekâ), "hesed" (sevgi), "gevura" (kudret), "tif'eret" (güzellik), "netzah" (sonsuzluk), "hod" (görkem), "yesod" (temel) ve "malkhut" (krallık) olarak sıralanırlar. Sefira'lara; adımlar, ilkeler, nitelikler, taçlar gibi başka isimler de verilmiştir. On adet sefira'nın içindeki ilk dörtlü grup evrensel elementleri (Tanrısal Ruh, Hava, Su ve Ateş), kalan altılı grup ise yönleri (Sağ, Sol, Ön, Arka, Yukarı, Aşağı) simgelemektedir. Sefirot ile birlikte alfabenin harfleri, insan bedeninin çeşitli kısımlarına denk gelmekte ve böylece insanı yaratılışın mikrokozmosu biçimine dönüştürmektedir. Sefer ha-Bahir Kabbala'nın bir diğer önemli metni, XII. yüz yılda ortaya çıkan "Sefer ha-Bahir" (Parlaklık Kitabı) adlı eserdir. Bu kitabın, ezoterik Yahudi gizemciliği ve genel olarak Yahudilik üzerindek etkisi derin ve kalıcı olmuştur. Bahir, yalnızca Sefira'ları yaratılışın ve evrenin sürekliliğinin araçları olarak yorumlamakla kalmamış, aynı zamanda "Gilgul" (ruh göçü) gibi kavramları da ortaya atarak yoğun bir gizemci simgecilik katkısıyla Kabbala'nın temellerini güçlendirmiştir. Bahir, aslında Eski Ahit'in geniş kapsamlı bir simgesel yorumudur ve dayandığı temel motif, İbrani alfabesindeki harflerin ses ve biçimlerinin gizemli anlamlarıdır. Kitabın ilk olarak, XII. yüz yılın ikinci yarısında Fransa'nın Provence bölgesinde ortaya çıktığı sanılmaktadır. Oysa Kabbalacılar Bahir'in çok daha eskiden kaldığını ve ilk uygulamalarının İ.S. I. yüz yılda Rabbi Nehunya ben Haqana'ya ait olduğunu ileri sürerler. Ayrıca, kitapta yer alan bazı ifadelerin ise "Tannaim" adı verilen III. yüz yıl Yahudi bilginlerinden aktarıldığını savunurlar. Orta Çağ'dan kalma el yazmaları üzerinde yapılan nesnel bir değerlendirme Bahir'in yazarının, Doğu'dan Avrupa'ya daha önceden gelmiş bulunan bazı gizemci kavram ve metinleri eserine eklediğini ortaya koymuştur. İbranice ile Aramice karışımı bir dille yazılmış olan Bahir, oldukça düzensiz ve genellikle bulmacamsı yapısına karşın, yoğun bir gizemci simgeciliği Kabbala'ya ve Kabbala yoluyla da Yahudiliğe başarıyla sokmuştur. Çağdaş Yahudi araştırmacı Gershom Gerhard Scholem, bu gizemci simgeciliği Kabbala'nın Yahudi dinsel düşüncesi üzerindeki en önemli etkisi olarak değerlendirmiştir. Örneğin Bahir, evrenin yaratılması ve varlığını sürdürmesini gizemli bir biçimde simgelendiren on adet "Tanrısal Oluşum"un bilinen en eski açıklamasını içermektedir. Kendi içinde üç adet üst ve yedi adet alt belirtiye ayrılan bu on "söylem" (Ma'amarot), Kabbala'daki ünlü "Sefira'lar" olarak tanımlanmıştır. Bahir, aynı zamanda, Kabbalacı kuramlar arasına "Ruh Göçü" (Gilgul) kavramı ile Tanrısal yaratma gücünü simgeleyen "Kozmik Ağaç" düşüncesini de eklemiştir. Ayrıca kötülük kavramının da, Tanrı'nın kendisinde bulunan bir temel ilke olduğu da Bahir'de belirtilir. Eserin son bölümü, "Büyük Gizem" (Raza Rabba) adlı eski bir gizemci metinden alıntıdır. Kabbalacılar, Bahir'in içerdiklerini buyruk olarak kabul ederler; oysa Bahir bir çok Yahudi din adamı tarafından sapkın olarak nitelendirilmektedir. Sefer ha-Temuna İlk olarak XIII. Yüz yılda İspanya'da ortaya çıkan "Sefer ha-Temuna" (İmge Kitabı), yazarı bilinemeyen İbranîce bir eserdir. Temuna, İbranî alfabesinde bulunan harflere mistik anlamlar yükler ve Tevrat'ın insan gözü ile görülemeyen bazı bölümlerinin olduğunu ileri sürer. Temuna'nın en önemli katkısı Kabbala'ya "Kozmik Devirler" (Shemittot) kavramını eklemesidir. Buna göre, her kozmik devir, kendine denk düşen Tanrısal niteliklerle uyumlu ayrı birer Tevrat yorumu getirmektedir. Temuna'nın içeriği, Tanrı'nın niteliklerinden "kayra", "yargı" ve "insaf" tarafından yönetilen ilk üç "Shemittot" üzerinde yoğunlaşmıştır. Sonuç olarak, sözü edilen her üç devir ayrı birer Tevrat'a sahiptir ve henüz "yargı" dönemini yaşamakta olan insanlık, Tevrat'ı bir buyruklar ve yasaklar dizisi olarak algılamaktadır. Tevrat'ın Temuna tarafından böyle göreli bir biçimde yorumlanması, XVII. yüz yılda Osmanlı toprakları üzerinde ortaya çıkan ve mesihçi bir akım olan "Sabetaycılık" düşüncesini kuvvetle etkilemiştir. Sabetaycılığın temel kuramı, Tevrat'ın ancak görünürde oratadan kaldırılması ile gerçek amacına ulaşacağı biçimindedir. Temuna'dan kaynaklanan bu kuram, Yahudiliği kesin kuralları olan bir din olarak değil, her farklı devirde ayrı kuralları olan bir inanç olarak görmektedir. Sefer ha-Zohar Bazı Kabbalacılar tarafından Tevrat'a rakip olacak ölçüde kutsallık atfedilen ünlü "Sefer ha-Zohar" (Görkemin Kitabı) da ilk olarak İspanya'da ortaya çıkmıştır. Genel olarak, yaratılışın gizemini ve Sefira'ların işlevlerini anlatan Zohar ruh, kötülük ve yaratılış gibi konularda gizemci kavramlar geliştirmektedir. Çoğunluğu Aramîce olan ve XIII. yüz yılda yazılmış olan bu kitap, ezoterik Yahudi Mistisizminin ya da Kabbala'nın klâsik metni olarak değerlendirilmektedir. Yahudi dininde, ezoterik gizemciliğin İ.S. I. yüz yıldan başlayarak işlenmesine karşın, Zohar geleneksel gizemci yaklaşımlara XIV. Yüz yıldan sonra yeni bir canlılık ve hız getirmeyi başarmıştır. Zohar, yedi ayrı bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerin en geniş olanı, Eski Ahit'in ilk beş kitabı (Tevrat) ile Ruth ve Süleyman'ın Özdeyişleri bölümlerinde yer alan kutsal metinlerin "içsel" (gizemci, simgesel) anlamlarını işlemektedir. Zohar'da, tümü Simeon ben Yohai (İ.S. II. yüz yıl) ve öğrencilerini merkez alan oldukça uzun vaazlar, kısa söylev ve öyküler yanyanadır. Zohar, yazar olarak Simeon'un adını özellikle vermekteyse de, çağdaş araştırmacılar eserin büyük bir bölümünün Moses de Leon (1250-1305) tarafından yazıldığına ikna olmuşlardır. Yine de, elde bulunan metinde bazı eski mistik yazılardan alıntıların kullanıldığı olasılığını göz ardı etmemektedirler. Luria Kabbalası 1492 Yılında İspanya'dan sürülmelerinden sonra, Yahudilerin dünyanın sonu ve mesihin gelişine dair beklentileri giderek yoğunlaştı ve bunun sonucu olarak Kabbala'ya duyulan ilgi büyük ölçüde arttı. İşte böyle bir manevi ortamda, XVI. yüz yılda Kabbala'nın tartışmasız merkezi durumuna, gelmiş geçmiş en büyük Kabbalacı olarak kabul edilen Isaac ben Solomon Luria'nın yaşadığı, Galile'deki Safed kenti ulaştı. 1534 yılında Osmanlı topraklarında bulunan Kudüs'te dünyaya geldi. Yaşamı hakkında temel kaynak, yazarı bilinmeyen "Ari'nin Yaşamı" (Toledot ha-Ari) adlı bir biyografidir. Luria'nın ölümünden yaklaşık yirmi yıl sonra yazılan ve yayınlanan bu yapıt, Luria hakkında gerçek ve hayalî ögeleri rastgele bir araya getirmiştir. Toledot'a göre Luria'nın babası erkenden ölmüş ve annesi küçük oğlu ile birlikte Mısır'a, varlıklı ailesinin yanına göç etmiştir. Luria, önceleri dinsel bir eğitim almış ve Yahudi hukukunu (Halakha) incelemiştir. Henüz çok genç iken, ünlü hukukçu Isaac ben Jacob Alfasi'nin "Sefer ha-Halakhot" adlı kitabına yorumlar kaleme almıştır. Luria'nın gençliğinde ticaret ile uğraştığı da bilinmektedir. Kısa süre sonra Luria'nın tüm ilgisi Yahudi mistisizmi üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu dönemde herşeyden elini eteğini çekip, amcasının Nil üzerinde bir adada bulunan evinde yedi yıl kadar yalnız yaşamıştır. Erken dönem Kabbalacılarını inceledikten sonra, zamanla tüm araştırmalarını Zohar'a yönlendirmiş, döneminin en ünlü Kabbalacısı olan Cordovero'nun yapıtlarını okumuştur. Luria'nın ilk yapıtı, Zohar'ın bir bölümü olan "Gizlilik Kitabı" (Sifra di-Tzeni'uta) hakkında yazdığı yorum olmuştur. Bu yorum, tümüyle klâsik Kabbala'nın etkisinde olup, ileride Luria Kabbalası diye anılacak olan özgün öğretisinden hiç bir iz taşımamaktadır. 1570 Yılında Luria, Cordovero'nun öğrencisi olmak için Kabbalacı akımın merkezi haline gelmiş olan Safed'e göç etmiştir. Öğrenciliği sırasında, kendisi de yeni bir sistemle Kabbala dersleri vermeye başlamış ve etrafına çok sayıda öğrenci toplamıştır. Bu öğrenciler arasında, sonradan Luria'nın öğretilerini yazıya dökecek olan Hayyim Vital en yeteneklisi olmuştur. Luria'nın Kabbala öğretisi yalnızca ezoterik bir çevreye yönelmişti, araştırma ve derslerine herkesin katılmasına izin vermiyordu. Zamanının çoğunu öğrencilerinin eğitimi için harcarken, geçinebilmek için o dönemdede Safed'de oldukça canlı olan ticaret uğraşını da sürdürmekteydi. Luria'nın Safed'e geldiği ilk günlerde, Cordovero'nun çevresinde toplanmış bulunan Kabbalacılar, belirli ritüelleri uyguladıkları farklı bir yaşam tarzı geliştirmişlerdi. Örneğin, Şabbat (cumartesi) günlerinde kırlara çıkarak "Sabbath Kraliçesi" adıyla kişileştirdikleri günü kutlarlardı. Luria'nın gelişiyle, bu gezintilere "Kavvanot" (meditasyon) ve "Yihudim" (birleştirme) gibi yeni uygulamalar eklendi. Aslında bu ritüeller, ruhların Mesih'in gelişine kadar içinde yaşamaya mahkum oldukları kirli kabuktan (Kelipot), yani bedenlerinden, manevî olarak sıyrılmayı sağlayan bir tür günahtan arınma eylemleriydi. Luria'nın kişiliğinin güçlü etkisi, Safed kentine yoğun manevî bir atmosfer, mesihçi bir gerilim ve bir yaratıcılık ateşi getirmişti. İçtenlikle dine bağlılık ve dünyadan el etek çekiş Kabbalacıların yaşam özellikleri haline gelmişti. Safed'de yaşayan herkes, Zohar'ın yorumundan hareketle, Mesih'in 1575 yılında Galile'de ortaya çıkacağına inanmıştı. Safed'de yaşadığı kısa süre içinde - ölümüne kadar geçen iki yıl süresinde - Luria, Yahudi mistisizmine yeni unsurlar ekleyen, çok yönlü ve verimli bir Kabbala dizgesi kurmayı başardı. Zohar'ın ilk bölümünün bir yorumunu içeren oldukça kısa bir metnin dışında, kendi öğretisini asla kaleme almadı. Luria, 1572 yılının Ağustos ayında bir salgında yaşamını yitirdi. Bugün Luria Kabbalası diye bilinen, Luria'nın ölümünden sonra Hayyim Vital tarafından derlenerek yazıya dökülen ve Luria'nın öğretilerini içeren oldukça kapsamlı bir kolleksiyondur. Bu yapıt, tüm Yahudi mistisizmini etkileyen yeni bir düşünce akımı oluşturmuştur. Luria Kabbalası, bir yaratılış kuramı ile buna bağlı olarak evrenin giderek yozlaştığı düşüncesini ileri sürer ve özgün uyumu yeniden oluşturmak için pratik bir yöntem önerir. Yaratılış kuramı üç temel kavrama dayanmakyadır: "çekilme" (Tzimtzum), "kapların kırılması" (Shevirat ha-Kelim), "restorasyon, tamirat" (Tiqqun). Sonsuz (En Sof) olan Tanrı, yaratılışa yer açabilmek için, yeni oluşan uzaya yayılan bir ışık biçiminde, kendi içine doğru çekilmiştir. Sonradan bu sonsuz Tanrısal Işık, sonlu kapların içine hapsolmuş ve gerilime dayanamayan kaplar kırılarak, evrene kötülük ve uyumsuzluk yayılmıştır. Artık dünyayı kötülükten arındırma ve hem kozmosu, hem de tarihi kurtarmak için mücadele etmek gereklidir. "Tiqqun" aşamasında, Tanrı'nın krallığı yeniden kurulacak, ilahî parlaklık kaynağına geri dönecek, Tanrısal Işığın en yüksek formu olarak "ilksel insanı" simgeleyen "Adam Kadmon" yeniden doğacaktır. İnsanoğlu bu süreçte önemli bir rol oynamaktadır. Zira dualar sırasında uygulanan çeşitli "kavannot"lar ve sözcüklerin gizli kombinasyonlarının mistik söylenişleri, ilksel uyumun yeniden kurulmasına ve "Tanrısal İsmi" yeniden birleştirmeye yöneliktir. Luria Kabbalası'nın etkisi büyük olmuştur. Hem XVII. yüz yılda gelişen Sabetay Sevi akımı, hem de XVIII. yüz yılda ortaya çıkan aşırı sofu ve gizemci Hasidizm akımı üzerinde önemli bir rol oynamıştır. Sabetay Sevi 1626 Yılında İzmir'de dünyaya gelen Sabetay Sevi, genç yaşlardan başlayarak kendini Yahudi mistisizmine, Kabbala'ya kaptırmıştı. Bilincini yitirdiği, coşkulu dönemler yaşıyordu. Güçlü kişiliği ile çevresine bir çok mürit toplamayı başarmıştı. Henüz yirmi iki yaşında iken, Kabbalacı yorumlara dayanarak, kendisinin beklenen mesih olduğunu ilân etti. Gelişmelerden huzursuz olan hahambaşılık, Sevi'yi İzmir'i terk etmeye zorladı. Sevi önce eski bir Kabbala merkezi olan Selânik'e, sonra Istanbul'a gitti. Başkent'te, saygıdeğer ve ünlü bir vaiz olan Abraham ha-Yakini ile karşılaştı. Yakini'nin elinde Sevi'nin mesih olduğunu doğrulayan Kabbalacı bir kehanet belgesi vardı. Kısa süre gitti. Kahire'de Osmanlı valisinin hazinedarı olan güçlü ve varlıklı Raphael Halebi'yi kendi davasına inandırdı. Malî destek sağlamış olarak, yandaşlarından oluşan bir maiyet ile Kudüs'e muzaffer bir biçimde geri döndü. Burada, Gaza'lı Nathan adında yirmi yaşlarında bir öğrenci, Yahudi eleneklerinde yer alan "Mesih'in Müjdecisi" rolünü üstlendi. Nathan, coşku içinde, İsrail devletinin yeniden kuruluşunun çok yakında gerçekleşeceğini ve Sevi'nin zaferi ile dünyanın kurtulacağını herkese duyurdu. Nathan, Kabbala hesaplarına dayanarak, kıyamet günü için 1666 yılını bildirdi. Ancak, Kudüs hahamları tarafından tehdit edilen Sevi, 1665 yılında sevinçle karşılandığı İzmir'e geri döndü. Bir kaç yıllık süre içinde, Sabetaycılık akımı hızla güçlenerek Venedik, Amsterdam, Hamburg, Londra ve bazı Kuzey Afrika kentlerine kadar ayıldı. 1666 Yılı başlarında, Istanbul'a giden Sevi, Osmanlı yetkilileri tarafından tutuklandı. 16 Eylül günü Edirne'de Padişah'ın huzuruna çıkarıldı. Önceden ölümle tehdit edildiği için, Sevi din değiştirerek Müslüman olmayı kabul etti. Padişah, Sevi'nin adını Mehmet Efendi olarak değiştirdi ve yüksek bir maaşla kapıcıbaşı görevini verdi. Ancak, bu din değiştirme olayı, müritlerinin çoğunu hayal kırıklığına sürükledi. Zamanla itibarını yitiren Sevi, sürgün olarak gönderildiği Arnavutluk'ta 1676 yılında öldü. Sevi'yi din değiştirmesine karşın terk etmeyerek etrafında toplananlardan oluşan Sabetaycılık adı verilen akım, Sevi'nin dinsel yetkileri hakkındaki aşırı iddiaları ile sonradan din değiştirerek Yahudi inancına ihanet etmesi çelişkisini giderme çabası içindedirler. Sadık Sabetaycılar, Kabbalacı bir yaklaşımla, Sevi'nin din değiştirmesini mesihliğinin gerçekleşmesi için atılması gereken son adım olarak yorumlarlar. Bu nedenle, önderlerini izleyerek Müslümanlığa geçmişlerdir. Bu dönmeler (din değiştirenler) için, kişinin kendini kalpten Yahudi hissetmesi önemlidir ve görünürde uygulanan Müslümanlığın ve biçimsel eylemlerin değeri yoktur. Zohar'ın Luriacı yorumundan yola çıkarak, bir çeşit "Kutsal Günah" kuramına ulaşan Sabetaycılar, Torah'ın amaçlarının tam olarak gerçekleşmesinin ancak, manevî olmayan eylemler sonucunda Torah'ın görünüşte ortadan kaldırılması ile olanaklı olacağını ileri sürerler. Hasidism Eğer engellenmemiş olsaydı, Sabetaycılığın Yahudi dininin sonunu getireceğini ileri süren din tarihçileri bulunmaktadır. Sabetay Sevi'ye odaklanan mesihçi beklentilerin yaratığı düş kırıklıklarına karşın bu akım, yalnızca bazı ileri görüşlü din adamlarının teozofik amaçlarını yanıtlamakla kalmayıp, Talmudistlerin kuru yorumlarıyla yetinmeyen ve yönetici sınıfların sosyo-ekonomik baskısından bunalan Yahudi kitlelerinin gereksinimlerini de karşılamıştır. Benzeri bir durum Litvanya, Belorusya ve Ukrayna topraklarını da içeren Lehistan Krallığı için de geçerli olmuştur. XVIII. Yüz yılda ortaya çıkan ve Luria Kabbalasını kendi düşünsel kuramlarının temeli olarak alan Hasidizm akımı Lehistan'da etkin olmuştur. Hasidizm, olası en düşük düzeyde bir örgütlenme ile yoğun biçimde propaganda ve vaaz yöntemlerini kullanan, bilgili üyelerden oluşan küçük gruplara dayanan bir kitle akımıdır. Söylentilere göre, Hasidizm akımının kurucusu "İyi Adın Üstadı" (Ba'al Shem Tov - Tanrı'nın dile getirilemez adını bilen kişi) lâkabıyla tanınan Israel ben Eliezer'dir. Eliezer 1700 dolaylarında dünyaya gelmiş ve 1760 yılında Güney Polonya'da ölmüştür. Kendi döneminin ortodoks Yahudiliği hakkında iyi bir eğitime sahip olmamasına karşın, olağanüstü manevî nitelikleri olan ve yalnızca sıradan insanları değil, entellektüel kesimi de yandaşları arasına alabilen etkileyici bir kişiliğe sahipti. Hakkındaki efsanelerin yoğunluğu, büyük olasılıkla hiç bir zaman sistemli biçime dönüştüremediği kişisel öğretisi üzerine ayrıntılı bilgi edinmeyi engellemiştir. Doğu Avrupa Yahudiliğinde XVIII. yüz yılda etkinlikleri giderek yoğunlaşan gezgin vaizlerin yöntemlerinden esinlenen Eliezer, öğretisini yaymak için, gündelik yaşamdan ve folklordan aktardığı öyküleri kullanarak kutsal metinleri yorumlama yöntemini benimsemişti. Bu yöntem Hasidizmin değişmez niteliklerinden biri olacaktır. Ancak, akımın tüm otantik kuramlarının ve öğretilerinin, bu tür öykü ve fıkralara yansıdığını düşünmek abartılı bir yaklaşım olur. Temel öğreti çalışmaları, Hasidik hahamlarca Torah üzerine verilen haftalık vaazlarda ve ritüellerde ifadesini bulur. Neredeyse her haham, kendine özgü ekleme ve yorumlarla Hasidik öğretiyi etkilemiştir. Bu nedenle, akımın ilk üç nesli kapsayan döneminde, Hasidizm öğretisi büyük ölçüde çeşitlenmiş ve farklılaşmıştır. Yine de, Hasidizm akımının ortak temel çizgilerini belirlemek olanaklıdır. Kuramsal olarak, Hasidizmin kökleri Luria Kabbalasından çıkmaktadır. Ancak, Hasidizme özgü olan kavram "Tanrı ile birlikte olmak" (Devequt) kavramıdır. Devequt, tüm Yahudiler için bir amaç ve değişmez bir görevdir ve her koşul altında insan varlığının tümüyle manevî değerlere dayanmasını gerektirmektedir. Bu gereklilik, Kabbala'nın düşünsel kavramlarının yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılar. Tüm ağırlık, inanan kişinin iç yaşamına verilmelidir. Kozmik dramın sahnesi artık Sefira'lar evreni değil, insanın iç yaşantısıdır. Buna ek olarak Hasidizm, Luriacı "restorasyon" (Tiqqun) öğretisinin bir parçası olan diğer bir gerekliliği de toplumsal bir gerçeklik biçimine dönüştürür: grubun dinsel yaşamı ve örgütlenmesinin merkezine, tartışılmaz bir yetkeyi, doğaüstü güçleri olan bir önderi, "Tzaddik"i yerleştirir. Böylece Hasidizm, başarılı olduğu her yörede, tartışmasız bir manevî yenilenme yaratmıştır. Oysa madalyonun diğer yüzü, giderek kişisel kültler biçimine dönüşen hahamlar arası çekişmelerin varlığını, Hasidik toplulukların kendilerini çevreleyen toplumdan soyutlandığını, bunun yarattığı kötü sosyo-ekonomik koşulları ve kendilerini soyutlayan Yahudilere karşı oluşan düşmanlığı ortaya koymaktadır. İlk günlerinden başlayarak Hasidizm, Sabetaycılığın etkisiyle aşırı hassaslaşan resmî Talmudçu Yahudi yetkililerinden büyük direnç görmüştür. Hasidizm yandaşlarının ritüelik kurallara sıkı sıkıya bağlı davranışları, "Rakipler" (Mitnaggedim) tarafından kabul edilemeyecek bazı özellikler göstermekteydi: Tzaddik'e koşulsuz boyun eğmeleri, sinagoglara devamsızlık yaparak kendi aralarında toplanmaları, dinsel törenlerin değiştirilmesi, gündelik giysilerle dua edilmesi, Talmud'un incelenmesi yerine gizemci meditasyonun yeğ tutulması bu özelliklerin önde gelenleriydi. Yine de, Hasidizm ile Talmudizm arasındaki bu çekişme bir bölünmeyle sonuçlanmadı. Üç nesil boyunca süren çekişme yerini, açıkça dile getirilmemiş, kendiliğinden bir uzlaşmaya bıraktı. Ancak, iki taraf da aralarındaki farklılıkların silinmemiş olduğunun bilincindeydiler. Varılan bu uzlaşma, genel olarak Hasidizmin yararına olmasına karşın, Hasidizmin eğitim konusunda bazı tavizler vermesine yol açtı. Hasidik grupların iç örgütlenmeleri, II. Dünya Savaşının Doğu Avrupa Yahudiliği üzerindeki yıkıcı etkilerine karşın, ayakta kalabilmelerini sağladı. Savaş sonrasında, tüm önemli Hasidizm merkezleri Amerika'ya taşınmak zorunda kaldı. Hasidizm, hem ekonomik nedenler ile, hem de Sionizm'e ve İsrail Devletine karşı neredeyse düşmanlığa varan tutumundan dolayı, Filistin yerine Amerika'yı tercih etti. Bu gün, Amerika'da Hasidizme bağlı en ünlü ve en etken grup, merkezi New York'ta bulunan ve Rusya'daki tanınmış Lyubavichi Hasidizm okulundan adını alan Lubavitcher'lerdir. Sonuç Çağdaş Yahudiliğin manevî yaşamı ve düşünceleri üzerinde Kabbala'nın oynadığı rol, eskiye oranla bir hayli azalmış olmasına karşın, hiç de azımsanacak bir düzeyde değildir. Bugün, gerçek anlamıyla yaşayan bir Kabbalacı akımdan söz etmek olanaklı değildir. Yine de, Abraham Isaac Kook (1865-1935) gibi yazarların kişisel çabaları hâlâ etkili olmaktadır. Ayrıca, iki Dünya Savaşı arası dönemde "Batılılaşmış" Yahudiler üzerinde güçlü bir etki yaratan Martin Buber'i (1878-1965) ve dinsel düşüncenin reformu konusunda Hasidizm propagandası içeren çalışmalarını belirtmek gereklidir. Polonyalı bir Yahudi olan Abraham Joshua Heschel 1907-1972) de önemli etkinliğe sahip kişilerdendir. Yahudi gizemciliği, Yahudiler dışındaki ulusların düşünsel yaşamları üzerinde de etkin olmuştur. Özgün amaçlarından saptırılan Kabbala, Yahudiliğin sınırlarını aşmış, Rönesans döneminden başlayarak Hıristiyan toplumunda da bazı düşünce akımlarının doğmasına yol açmıştır. "Hıristiyan Kabbalası", İspanya ve İtalya'da din değiştirip Hristiyanlığı kabul eden Yahudilerin etkisiyle, XV. yüz yılda doğmuş ve Kabbalacı belgelerde Hristiyan inancının gerçeklerini bulduğunu ileri sürmüştür. Böylece, bir çok Hıristiyan Hümanist düşünür, Yahudi gizemciliği ile uğraşmaya koyulmuş ve bazıları Kabbala hakkında geniş bir bilgiye ulaşabilmiştir. Bu kişiler arasında Giovanni Pico della Mirandola (1463-1494), Egidio da Viterbo (1465-1532), Johannes Reuchlin (1455-1522) ve Guillaume de Postel (1510-1581) en önde gelenlerdir. Reuchlin'in kaleme aldığı "De Arte Cabbalistica" (1517) adlı yapıt, Yahudi olmayanların anlayabileceği bir dille yazılmış olan ilk Kabbala açıklama kitabıdır. XVI. Yüz yıldaki gizlici (okül) düşünüler, XVII. ve XVIII. yüzyıllardaki doğa felsefesi, Masonluğun ideolojisini renklendiren bazı motifler ve günümüzde yeniden gündeme gelen gizlici ve teozofik kuramların tümü Kabbalaya odaklanmışlar, gerçek anlamını ve ruhunu yakalayamasalar da, ondan aktarmalar yapmışlardır.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.