
İstanbul
Φ Üyeler-
İçerik Sayısı
344 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
İstanbul tarafından postalanan herşey
-
1919-1920 Yıllarında İşgale Karşı Düzenlenen Mitingler
İstanbul şurada bir başlık gönderdi: Modern Türkiye Tarihi
1919-1920 Yıllarında İşgale Karşı Düzenlenen Mitingler Fatih,Üsküdar, Sultanahmet Meydanı ve Kadıköy gibi İstanbul'un çeşitli semtlerinde çok büyük kalabalıkların katıldığı İstanbul'daki "işgâli protesto", mitingleri yapılmıştır. İngilizler yoğunlaşan mitingler karşısında Damat Ferit'den gösterilerin önlenmesini istedi ve baskılarını arttırmışlardır. İstanbul Sultanahmet Meydanındaki mitingden sonra seçilen bir temsilci grubu Sultan Vahdettin'i ziyaret etmiştir. Sultan onlara şu öğütlerde bulunmuştu: "... Ağzımızı açalım, bağıralım, sesimizi yükseltelim. Fakat elimizi kaldırmayalım." İzmir Müdafaa-i Hukuku Osmaniye Cemiyeti 16 Mayıs 1919'da, İstanbul'daki devlet adamlarına ve ABD temsilcisine şu şekilde telgraflar çekmiş ve işgâli protesto etmiştir: "... Avrupa, on milyon Müslüman ve Türk'ün idam ve imhasına karar vermişse, milletimiz buna uymayacak ve vatan uğrunda, kahramanca çarpışarak ölmeye hazır bulunacaktır. Tarihe, bütün bir milletin varlığını savunmak için nasıl öldüğünü gösterecektir." deniliyordu. Daha sonra yurdun her tarafına dalga dalga yayılan mitingler şöyledir. 15 Mayıs 1919 İzmir'in işgali dolayısıyla İstanbul Kadıköy'de düzenlenen mitinge katılan Saime Hanım "Hiçbir zaman göz yaşlarıyla adalette muvaffak olunmaz. Zira bizim iniltimizi işitecek bir yürek yok! Teşkilatlanarak müfrezeler tertip etmeli, faaliyette bulunmalıyız" diye seslenmiştir. 17 Mayıs 1919'da Giresun'da İşgâlden 2 gün sonra İstanbul hükümeti baskınına ve padişaha birer telgraf çekmişlerdir. Sadrazama çekilen telgrafta "... Hükümetinizi idamımızı tebliğe memur görmek istemiyoruz. Sizi Türk sadrazamı bilerek hitap ediyoruz... İzmir'in Yunan'a ilhak edildiğini öğrendiğimiz gün Giresun muhiti akissiz kalmayacaktır. Ve hiçbir kuvvet bizi azmimizden çeviremeyecektir..." Giresunlular Padişaha da şu telgrafı çekiyorlardı: "Ey ulu Hakan, tacından İzmir elmasını Türk kanlarıyla boyayarak koparıyorlar. Sıra yarın bizlere gelecek, Senelerce serhatlarda dolaşan biz Türkler ipte değil, süngüde can vermek için hazırız. Semamızda al bayrak alındığı gün, zümrüt dağlarında kanlarımız bir al bayrak serilecek. Dökeceğimiz kanlara iştirak edecek, bayrağımıza taç giydirecek, Âli Osman'ın kanını taşır, Orhan'ın, Ertuğrul'un bir oğlunu gönderiniz..." deniliyordu. 17 Mayıs'ta Giresun un dışında, Trabzon, Zonguldak, Edremit ve Çal'da mitingler sürüyordu. 18 Mayıs 1919'da Erzurum'da da ki mitinginden sonra İtilâf devletleri temsilcilerine çekilen telgrafla da işgâl protesto edilmiş, Yunan işgâli kınanmıştır: "... İzmir saldırısı, faciası karşısında pek heyecanlı ve yaralı olan biz Türkler, varlığımıza indirilmiş bu darbenin kaldırılmasını, yıkılan hak ve mihrabının onarılmasını devletinizin adaletli ve insaniyetli karakterinden dileriz..." 18 Mayıs'ta İstanbul Darülfünun konferans salonunda hocaların protesto konuşmalarından sonra hanımlar da konuştular. Bu arada Bursa, Erzurum ve İzmit'te de mitingler düzenlendi. 19 Mayıs 1919 İstanbul Fatih mitinginde Halide Edip Adıvar konuştu onun dışında, Meliha ve Naciye hanımlarda konuşmuştur Halide Edip konuşmasında şunları söylüyordu: "Hanımlar! Müslümanlar, Türkler! Türk ve Müslüman bugün en kara gününü yaşıyor. Gece, karanlık bir gece.. Fakat insanın hayatında sabahı olmayan gece yoktur. Yarın bu korkunç geceyi yırtıp, parlak bir sabah yaratacağız." "Bugün elimizde top, tüfek denilen alet yok; fakat ondan büyük, ondan kuvvetli bir silahımız var; Hak var, Allah var. Tüfek ve top düşer. Hak ve Allah bakidir. Topunun yüzüne tükürecek kadar, evlatlar, analar, kalbimizde aşk ve iman, milliyet duygusu var."diyordu. Bu tesirli sözlerle halkı canevinden vuran Halide Edip padişaha da şöyle sesleniyordu: "Biz padişahımızdan bize babalık etmesini rica ederiz. Biz erkeklerimizle beraber milletin kalbinden gelen en kuvvetli, en akıllı, en cesur, milleti en çok temsil edecek bir kabine isteriz. Aynı mitingde ise Mehmet Emin Yurdakul şunları söyledi "Demir ve ateş; kardeşler ben bunlarla hiçbir vatan ve ırkın öldüğünü işitmedim. Şerefli bir tarih ve medeniyete, sağlam bir fazilet ve ahlâka, zengin bir şiir ve edebiyata, dinî ve millî ananelere, ırkî ve vatanî hatıralara mâlik olan bir milletin mahvolduğunu tarih göstermiyor..." demişti. 20 Mayıs 1919 tarihinde İstanbul Üsküdar Doğancılarda düzenlenen mitingde. Naciye Hanım bu mücadelede erkeklere kadınların da yardım edeceği konusunda teminat vermiştir. Asri Kadınlar Cemiyeti adına Sabahat Hanım bir konuşma yapar. Konuşmasında, milletin ve özellikle kadınların millî hislerini harekete geçirerek mücadele arzusu uyandıran şu sözlere yer verir: "İşte, hayatı, ruhu Türk olan İzmir'i bugün Yunanlılar aldılar. Belki yarın sinemizden bir şey, kalbimizden bir hayat koparır gibi birer birer Konya'mızı, Bursa'mızı, hatta bütün güzellikleri ile çok sevgili İstanbul'umuzu isteyecekler. O zaman, bu hayatımıza zehirli tırnaklarını takıp her fırsatta bizi biraz daha ölüme yaklaştıran bu kahredici kuvvetler karşısında, yine bu sükût ve tevekkülle mi yaşayacağız? Ben buna hayır diyorum, biz kadınlar bu hak cihadında en önde olacağız ve medeniyete riyalar söyleyen varlıklara her zaman lanetleri., lanetleri......" Bu mitingdeki diğer konuşmacılar arasında Naciye Hanım ve Zeliha Hanım da vardı. "Ortalıkta dolaşmaları" hep bir sorun olarak görülen kadınlar artık kürsüdeydi ve büyük kalabalıkları coşturuyorlardı: "Biz kadınlar, yaşamak için ölmeye yemin ettik." Diyorlardı. 21 Mayıs 1919 İstanbul Sultan Ahmet'te Darülfünundaki görevli hocaların düzenlediği mitingde Halide Edip ve Nakiye Elgün konuştu. 22 Mayıs 1919 Tıbbiyeliler İstanbul da bir miting düzenlediler. Halide Edip ve Münevver Saime ve Hayriye Melek konuştu. 22 Mayıs 1919'da yapılan Kadıköy mitinginde yaklaşık 20 bin kişi toplanmıştı. Konuşmacılar arasında Halide Edip ve Münevver Saime, Hayriye Melek, Dr. Fahrettin Hayri beyde bulunmaktaydı. Münevver Saime, işgal kuvvetleri tarafından tutuklanmasına sebep olacak olan konuşmasında şöyle haykırıyordu: "Her Türk'ün söylemek istediği, fakat niçin bilmem yüksek sesle söylemekten çekindiği bir kaç sözü ben açıkça söylemek isterim. Evet, açık söylüyorum kardeşlerim. Aldatıcı kaynakların yazdıkları haberlere inanmayın. Bizim tamamiyet-i mülkiyemizi muhafaza edecekler. Fakat, hangi hudut dahilinde? Bu tasrih edilmedikçe Türkiye'de sulh mümkün olmayacaktır. Ben bu kanaatteyim. İsyan etmeyecek bir Türk kalbi de tanımıyorum." "Biz yalnız ağlıyoruz. Ağlamakla kazanılacak hıçkırıklarımızı işitecek kalb yok. Teşkilâtı nihayet fiiliyata bağlamak lâzımdır." diyen Münevver Saime, evladını Türklük şuuru ile yetiştirip, vatanın kurtuluşuna yardım edeceğini belirtiyordu. Aynı tarihte Diyarbakırda doğuda sözde ermeni devleti kurulma tasarısını protesto amacıyla bir miting düzenlenmişti. Bu hadiseden sonra İstanbul'da miting yapmak yasaklanır. Ancak, buna rağmen, 23 Mayıs 1919 Cuma günü İstanbul Sultanahmet Meydanı'nda düzenlenen mitinge 200 bin kişi katılmıştır. İşgalci İngiliz kuvvetleri, gösteri alanının üzerinden uçaklar uçurarak halkı korkutmak istedi. Bilmiyorlardı; artık korku duvarı çoktan aşılmıştı. Herkes şerefiyle ölmeye yemin etmişti. Mitingde Şair Mehmet Emin, Halide Edip, Dr. Süleyman Sırrı, Dr. Fahrettin Hayri konuşma yaptı. Halide Edip meydanda toplanmış binlerce insana sesini duyurmak için bağırıyordu: "Gece en karanlık ve ebedi göründüğü zaman, gün ışığa en yakındır. Her gecenin bir sabahı vardır." diyordu. 25 Haziran 1919 Balıkesir'de ise yörenin ileri gelenleri Alaca Mescit'de toplanmışlar, muhtemel bir Yunan işgâline karşı silâhlanmak için karar almışlardır yapılan toplantıda sadece gönüllülerden oluşan birliklerle Yunanlılara karşı konulamayacağı düşüncesiyle düzenli güçler oluşturulması zarurî görülmüş ve bu maksatla 1902 ve 1903 doğumlulardan millî kuvvetler oluşturulması kararlaştırılmıştı. 28 Mayıs 1919 tarihinde Sultan Ahmet Meydanında yapılan mitinge 200.000 civarında insanın katıldığı görülmüştür. Bu mitingde konuşma yapan şair Mehmet Emin Yurdakul ve yazar Halide Edip Adıvar halkın millî duygularını dile getirmişlerdir. "... Ruhu göklerde olan 700 senelik tarihimiz bu minarelerden bugün Osmanlı tarihinin faciasını seyrediyor. Bu muazzam, bu tarihi meydanda zafer alayları tertip eden ecdatlarımızın ruhu bizi seyrediyor. Dünyaların öbür ucuna at süren namağlup erlerin evlatları önünde ben, baş eğiyor ve yemin ediyorum. Diyorum ki, bugün kolları kesilmiş olan Türk'ün kalbi eski yiğitlik ve cesaretini kaybetmemiştir... Allah'a, hakka, milletlerin ilâhi hakkına dayanan,Türk milleti olarak, bütün Müslüman ve Türk dünyasına ilân ediyorum... Bu muazzam toplantımızda bu aşk, vatan ve Allah aşkı, payidar oldukça hiçbir şey bizi buradan ayıramayacaktır..." şeklindeki konuşması toplanan kalabalığı ağlatacak derecede duygulandırmıştır. 30 Mayıs 1919 İstanbul hükümeti İngilizlerin zorlaması ile mitingleri yasaklamış. Halk Sultan Ahmet'e dua etmek için toplandı. Hamdullah SuphiTanrıöver, İsmail Hakkı bey, Süküfe Nihal konuşmacı olarak katılmış Nakiye Elgün: "Efendiler! Fatih'in, Selim'in, Süleyman'ın mezarını, ecdadının ebedî âbideleri olan camileri, türbeleri bırakıp çıkacak içinizde bir erkek var mıdır? Ben tasavvur etmiyorum, çıkmayacaksınız, bırakmayacaksınız. Biz de daima sizinle beraber olacağız... Önümüzde acık iki yol var: Biri, tarihimize şanımızla devam etmek, diğeri gözlerimizle beraber tarihimizi de kapayıp ebediyete götürmektir." Aynı tarih de Sultanahmet dede Miting vardı. Öğretim üyeleri İsmail Hakkı, Hamdullah Suphi ve konuşan Şükûfe Nihâi de vatanını çok sevdiğini belirterek, "Aziz vatan, beşiğimiz sendin, mezarımız yine sen olacaksın" "Belaların sebebi, saldırılar karşısında isyan edilmemesidir." sözleriyle dinleyenleri galeyana getiriyordu. Mitinglerin ulusal bilinci canlandırdığını gören işgal kuvvetleri, Damat Ferit Hükümeti'ne baskı yaparak, 25 Mayıs 1919'da bütün gösterileri yasaklattı. Üç gün sonra, 67 devlet adamı, aydın, asker evlerinden yaka paça alınarak Malta'ya sürgün edildi. Ancak eylemler bitmedi. Bir millet uyanıyordu. 10 Aralık 1919 tarihinde Kastamonu'da yapılan bir miting diğerlerinden farklılık göstermektedir. Bu mitingi düzenleyenler, konuşmacılar ve dinleyiciler tümüyle hanımlardan oluşmaktaydı. Yürekleri zaten yaralı olan Kastamonulu kadınlar; işgal bölgelerindeki vahşetlerin çoğalmasıyla daha çok üzülmüşler ve bu durumu protesto etmek için miting yapmaya karar vermişlerdi. 13 Ocak 1920'de, soğuk bir kış günü, Nakiye Elgün Hanım Sultanahmet Meydanında bir mitingde şöyle haykırıyordu: "Önümüzde açık iki yol var: Biri, tarihimizle, şanımızla devam etmek; diğeri, gözlerimizle tarihimizi de kapayıp ebediyete götürmektir." Kadınların bu mücadeleleri Nakiye Hanım bu konuşmasıyla kadınların erkeklerin yanında mücadeleye hazır olduğunu ifade ederken, bu durumda Türk milletinin ne yapması gerektiğini de söylemiş oluyordu 16 Mart 1920'de İstanbul'un işgal edilmesiyle mitingler daha da artmış, Trakya ve Anadolu'nun her tarafına yayılmıştır. 17 Mart 1920 de Erzurum, Çorum ve Kastamonu'da, 18 Mart 1920 de Balıkesir ve Kastamonu'da, 19 Mart 1920 de Edirne ve Yozgat'ta, 20 Mart 1920 de Sinop, Tokat, Bitlis, Trabzon, Çine, Gümüşhane, Kayseri, Malatya ve Diyarbakır'da. 22 Mart 1920 de Konya'da da mitingler düzenleniyordu 15 Mayıs 1920 de ise Ankara'da büyük mitingler yapılmıştır. Bu mitingler milli heyecan yaratılmasında büyük etken olmuştur. Bundan 88 yıl önce, tıpkı bugün gibi Türkiye canlanıyor kendine geliyordu, bugün işgalin tanımı değişmiştir ama bu yine işgaldi sadece postal yoktu, top tüfek mermi yoktu. -
Goliath&Triumph 1915 yılında Marmara Denizi'nde düşman denizatlılarına karşı devriye nöbeti tutan Muavenet-i Milliye 10 Mayıs'ta Çanakkale'ye çağrıldı. Gemi komutanı Kd. Yüzbaşı Ahmet Saffet'e çok gizli bir emir verilmişti. Çanakkale Savaşı'nın belki de seyrini değiştirecek gizli saldırı için artık önlerinde sadece birkaç gün vardı... Arıburnu ve Seddülbahir cephelerinde üç aydan beri aralıksız devam eden savaşta İngiliz ve Fransızlara ait düşman donanması Türk siperlerini şiddetli top ateşleri altında bulunduruyordu. Özellikle Morto koyunda yatan iki İngiliz savaş gemisi Goliath ve Cornwallis taarruza kalkan Türk birliklerini top ateşi yağmuruna tutarak bölgeyi cehenneme çevirmekteydi. Ahmet Yüzbaşı'nın aldığı gizli emir 12-13 Mayıs gecesi bu gemilere karşı yapılacak saldırıyla ilgiliydi. Türklerin 'Kocakarı' adını taktıkları ve savaşın başından üzerlerine ölüm yağdıran Goliath artık hedefteydi. Toplarının gürlemesinin bu saldırıyla kesilmesi umut ediliyordu. Muavenet-i Milliye, 1909 yılında Almanya'da denize indirilmiş 765 ton kapasitesinde, 72.1 metre boyunda ve 3 adet torpido kovanı olan ufak bir muhripti. Böyle küçük bir geminin 13.000 tonluk dev bir savaş gemisini avlaması için dahiyane bir plan yapıldı. Saldırı gece yarısından biraz sonra olarak planladı. Böylece, Goliath'daki bir vardiyanın uykuya olan ihtiyacı ile diğer ayakta olan vardiyanın da uyku sersemliğinden faydalanılacaktı. Gemiye torpido uzmanı Alman Yüzbaşı Rudolph Firle müşavir olarak verilmişti. Tüm hazırlıkların tamamlanmasının ardından 12 Mayıs gece yarısını biraz geçe, Muavenet 8 mil süratle Rumeli kıyılarına adeta sürünürcesine Boğaz dışına doğru seyretti. Bacasından dumanla birlikte kızıllık da çıkmasın diye kazanlar da söndürülmüştü. Saat 01.00'a doğru gözcüler, tam pruvada Eskihisarlık Burnu'na bordalarını vermiş iki düşman zırhlısının görüldüğünü rapor ettiler. Ayrıca iki muhrip de karakol geziyordu. O sırada birden düşman gemilerinin birinin köprü üstündeki ışıldağının parıldadığı görüldü. Gözcüler belli ki üzerine doğru gelmekte olan hayalet tekneyi fark etmişti. Muavenet gerçekten zordaydı. Kıdemli Yüzbaşı Ahmet Saffet soğukkanlılığını hiç kaybetmeden, ışıldakçısına aynı işareti vermesini söyledi: "0" (yani parola?) Bir anlamda, soruya soruyla cevap vermek oluyordu bu! İstiyordu ki, İngilizler bir an için olsa bile şaşırsınlar, o da bir anlık tereddütten yararlanabilsin! Dev zırhlıyla artık aralarında 300-400 metre vardı. Ahmet Yüzbaşı önce kovanlardaki üç torpidonun da gönderilmesini emretti sonra da 'Makine tam yol ileri" komutunu verdi. Muavenet hızla uzaklaşırken müthiş bir infilak sesi gecenin karanlığını yırttı. Arkasından bir daha... Sonra bir daha... Üç torpido da hedefini bulmuş, Goliath; toplam 750 mürettebatından 570'iyle birlikte Morto Koyu'nda 70 metre derinliğe gömülmüştü. The Sea Hunters - Deniz Avcıları adıyla 26 farklı dilde 241 ülkede gösterilecek belgesel için Kanadalı yapım şirketi Eco-Nova bünyesindeki dünyanın en ünlü dalgıçları ve sualtı arkeologlarıyla Goliath'a ilk dalış yapıldı. DETEK dalgıç gemisinden yapılan dalışta güvertedeki basınç odası ve gaz paneli kullanılarak satıhtan destekli helium-oksijen dalışı yapıldı. Boğaz'daki kuvvetli akıntıyı yenebilmek için dalgıçlar aşağıya DORA II dalış asansörü içerisinde indirildiler. 25 Ağustos - 10 Eylül 2005 tarihlerinde Çanakkale'de gerçekleşen ekspedisyonda, Goliath yanında İngiliz savaş gemisi Triumph da araştırıldı. Çanakkale Savaşı sırasında 25 Mayıs 1915 tarihinde Alman U21 denizaltısı tarafından Kabatepe açıklarında torpillenerek batırılan Triumph, 75 metre derinlikte yatıyor. Triumph dalışında Trimix (helyum-nitrojen-oksijen) kullanan Deniz Avcılarına normal hava ile scuba dalışı yapan Savaş Karakaş ve Enes Edis rehberlik ettiler. Araştırmacı Savaş Karakaş; farklı versiyonları Türk ve dünya televizyonları tarafından yayınlanacak belgeselde 1915 yılında destan yazmış Muavenet-i Milliye muhribinin ve O'nun adı yaşatan 1992 yılında katıldığı NATO tatbikatının ara safhası bittikten sonra, intikal seyri esnasında iki güdümlü mermi ile vurulan Muavenet'in hikayesini de ilk kez anlatacak.Vuran gemi ABD'ye ait "Saratoga" uçak gemisi idi. Saratoga'dan atılan iki adet "Sea Sparrow" füzesi Muavenet'in köprü üstüne isabet ederek havaya uçurmuş, geminin beyni konumundaki köşk onarılamayacak derecede hasara uğramış ve en vahimi de bu sırada görev yapmakta olan başta gemi komutanı olmak üzere beş Türk denizcisi hayatlarını kaybetmişti. USS SARATOGA / TCG MUAVENET Tanıklar ve şehit aileleriyle yapılacak röportajlar, uzman değerlendirmeleri, kamuoyuna daha önce hiç açıklanmamış bilgi ve bulgular bu belgeselin ikinci bölümünün çatısını oluşturacaktır. Bu anlamlı proje, zamanın unutturmaya çalıştığı olay ve insanları toplumsal hafızamıza hiç unutturmamak için hazırlanacaktır.
-
Nusrat Mayin Gemİsİnİn Deposunda Kalan Son 26 Mayinin Sirri
İstanbul şurada bir başlık gönderdi: Modern Türkiye Tarihi
NUSRAT MAYIN GEMİSİNİN DEPOSUNDA KALAN SON 26 MAYININ SIRRI Çanakkale Nusrat gemisi sayesinde geçilmedi "Derinlerdeki Tarih", "Çanakkale Geçildi mi?" gibi belgesellere imza atan Savaş Karakaş, Çanakkale Deniz Savaşı'nın dakika dakika kronolojisini çıkardı. Karakaş, "1915'in 7-8 Mart gecesi Nusrat mayın gemisinin deposunda kalan son 26 mayın Çanakkale'yi geçilmez kıldı" diyor Önay Yılmaz Yapımcı Savaş Karakaş, 92. yıldönümünün kutlandığı 18 Mart 1915'teki Çanakkale deniz savaşının dakika dakika kronolojisini çıkardı. Aynı zamanda dönemin fotoğraflarını belgeleyen Karakaş, ekibiyle birlikte Çanakkale Savaşı sırasında batırılan denizaltı ve savaş gemilerinin enkazına daldı. Karakaş, batırılan gemilerin sualtı fotoğraflarını çekerek "Onlar artık sır değil" dedi. "Derinlerdeki Tarih", "Kayıp Denizaltılar Nerede" ve "Çanakkale Geçildi mi" gibi belgesellere imza atan Karakaş, Çanakkale'yi 18 Mart'ta geçilmez kılan sırrın, depoda kalan son 26 mayın olduğunu belirtti. Karakaş şöyle konuştu: "1915'in 7 - 8 Mart gecesi Nusrat mayın gemisinin döktüğü 26 mayın Çanakkale'yi geçilmez kılmıştı. Anılara göre bu 26 mayın, depoda kalan son gruptu. Nusrat ve onun döşediği 26 mayın, Fransız savaş gemisi Bouvet ile İngiliz savaş gemileri Irresistible ve Ocean'ı denizin dibine gönderdi. İngiliz muhabere kruvazörü Inflexible, Fransız savaş gemileri Gaulois ve Suffren yaralanıp savaş meydanından kaçtı. Tarihin akışı Nusrat'ın dümen suyunda şekillendi." Hurdası parkta sergileniyor Nusrat mayın gemisi, 1962'de özel bir şirket tarafından kuru yük gemisine dönüştürüldü. Adı "Kaptan Nusret" olarak değiştirilen gemi, 1990'da Mersin açıklarında battı. 1999'da dalgıçlar tarafından çıkarılan geminin hurdası, şu anda Mersin'de bir parkta sergileniyor. Denizaltıların yerleri belirlendi Karakaş, "Derinlerdeki Tarih"in bugüne kadar özenle sakladığı 1 Avustralya (AE2), 3 İngiliz (E7, E15, E20) ve 3 Fransız denizaltısı (Saphir, Mariotte, Joule) olmak üzere savaş sırasında batırılan 8 düşman denizaltısının kalıntılarıyla, her iki tarafa ait denizaltıların batırdığı savaş ve nakliye gemilerinin enkazının keşfedildiğini söyledi. Dakika dakika 18 Mart 1915 Karakaş'ın yaptığı araştırmada, 18 Mart 1915 Çanakkale Savaşı'nın dakika dakika gelişmesi şöyle: 08.15: Sancak gemisi Queen Elizabeth dretnotunun direğine Mondros Limanı'nda 'ileriye hareket' flaması çekildi. 10.00: Müttefik donanması Boğaz girişine yaklaşmaya başladı. 10.25: Türk tarafından havalanan Alman tayyaresi Boğaz'a yaklaşmakta olan düşman hattını bildirdi. 10.30: 1. İngiliz Filosu Agamemnon kılavuzluğunda Boğaz'dan içeriye girdi. Gemiler savaş konumuna geçti. Filonun önündeki muhripler muharebe alanını taramakta ve savaş gemilerine yol açmaktaydılar. Triumph ve Prince George savaş gemileri sancak ve iskele yönlerinde kıyılara yaklaştılar. 11.00: Kumkale gerisinden açılan obüs ateşimiz savaş gemilerini etkisi altına aldı. 11.39: 1. Filo'daki İngiliz gemileri, ağır topları ile 14.000 yardadan merkez tabyalarımıza cehennemi bir ateşe başladılar. Queen Elizabeth Anadolu Hamidiye Tabyası'nı, Agamemnon Rumeli Mecidiye Tabyası'nı, Lord Nelson Namazgâh Tabyası'nı, Inflexible Rumeli Hamidiye Tabyası'nı yok etmek için ateş ve ölüm kusuyordu. 11.45: Queen Elizabeth'in Çanakkale içine düşen bir mermisi şehirde yangına neden oldu. 11.55: Agamemnon ile Lord Nelson, Rumeli Mecidiye Tabyasını bombardıman altına aldı. 11.59: Weymouth Kruvazörü, Yenişehir mevkiini toplarıyla dövmeye başladı. 12.00: Müstahkem mevkiinde muhabere santralımız isabet aldı, karargâhla savunma hatlarımızın irtibatı kesildi. Triumph, Çanakkale'yi döverken, Çimenlik Tabya'sında büyük bir patlamayla cephanelik havaya uçtu. 12.01: Rumeli Tabyası'nın iki topu muhabere dışı kaldı. 12.06: Amiral de Robeck 3. Filo'ya taarruz emrini verdi. 12.20: 3. Filo'yu oluşturan Fransız gemileri 1. Filo'nun önüne geçti. 12.23: Inflexible gemisine refakat eden istimbot battı. Inflexible ağır yara aldı. 12.25: Anadolu Hamidiye Tabyası'na düşen bir mermi kışlayı yaktı. 12.27: Prince George, Mesudiye Tabyası'nı ateş altına aldı. 12.45: Agamemnon 25 dakika içerisinde 12 isabet aldı. 13.00: Bombardımanın şiddeti gittikçe artmaktadır. 13.15: İngiliz muharebe kruvazörü Inflexible vuruldu. Irresistible, Cornwallis, Vengeance, Kumkale arkasından çıkıp borda düzeninde Boğaz'a girdiler. 13.20: Anadolu Hamidiye Tabyası karantina hizasında Çanakkale'ye yaklaşmak isteyen Bouvet'ı ateş altına aldı. Taarruz emrini alan Fransız Amiral Guepratta, İngiliz hattının önüne geçti. 13.47: Inflexible su kesiminin altından ağır bir yara alarak çekildi. 13.50: Agamemnon zırhlısı aldığı 7 isabet sonucu Inflexible ile aynı kaderi paylaştı. Gemilerden yapılan top ateşi kesildi. 14.00: Bataryalarımızın atışları ağırlaştı. 14.30: Düşmanın altı balıkçı gemisi mayın aramak için savaş alanına geldi. 14.50: Bouvet vuruldu ve 639 kişilik mürettebatıyla alabora oldu. 15.00: Yarım saat süren duraksamadan sonra ateş yeniden şiddetlendi 15.15: Namazgâh Tabyası'na düşen bir mermi kışlanın çatısını uçurdu. 15.20: Anadolu Hamidiye Tabyası ateşini yeniden Irresistible'a yöneltti. 16.20: Irresistible bir mayına çarparak, iskele yönüne yattı ve dumanlar içinde kaldı. Wear gemisi ile bir istimbot Irresistible'ın yardımına gitti. 16.30: Irresistible'nin kurtulma şansının olmadığı görülerek 610 personeli tahliye edildi. 16.35: Amiral De Robeck 2. Filo'ya çekilme ve Ocean'ın Irresistible'i yedeğe alarak kurtarma emri verdi. 17.15: Ocean Irresistible'a yaklaştı, ancak yedeğe alma şansı olmadığına karar verildi. 17.50: Irresistible, Rumeli Mecidiye Tabyası'na 14.000 yarda mesafede kaderine terk edildi. 18.00: Amiral De Robeck Irresistible'ın kaderine terk edilmesi üzerine daha fazla kayıp vermemek için genel çekilme emri verdi. 18.05: Ocean, Çanakkale ve Soğanlıdere bataryalarının yoğun ateşleri altında geri çekilirken mayına çarptı ve 15 derece eğildi. 18.10: Gemi komutanı Hayes Sadlerı yakında bulunan Coln, Jed, Chelmer muhriplerine yardım çağrısı gönderdi. Gemi personeli tahliye edildikten sonra Ocean da kaderine terk edildi. 19.30: Ocean akıntının etkisiyle Morto koyuna doğru sürüklendi. 22.30: Ocean ve Irresistible battı. -
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları...
İstanbul şurada cevap verdi: İstanbul başlık Modern Türkiye Tarihi
TÜRKİYE CUMHURİYETİ 9. CUMHURBAŞKANI Süleyman Demirel (1924 - .... ) Isparta'nın Atabey ilçesine bağlı İslamköy'de doğdu. İlköğrenimini doğduğu köyde, ortaokul ve liseyi Isparta ve Afyon'da bitirdi. Şubat 1949'da İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi'nden mezun oldu. Aynı yıl Elektrik İşleri Etüd İdaresi' nde göreve başladı. Önce 1949-1950, daha sonra 1954-1955 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri'nde barajlar, sulama ve elektrifikasyon konularında ihtisas yaptı. 1954 yılında Barajlar Dairesi Başkanı, 1955 yılında da Devlet Su İşleri Genel Müdürü oldu. 1962-1964 yılları arasında serbest müşavir-mühendis olarak çalıştı. Aynı yıllarda Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde su mühendisliği konusunda dersler verdi. Siyasî yaşamına, 1962 yılında, Adalet Partisi Genel İdare Kurulu üyeliği ile başladı. 28 Kasım 1964 tarihinde bu partiye genel başkan seçilmesinin ardından, kurulmasını sağladığı ve Şubat-Ekim 1965 tarihleri arasında görev yapan koalisyon hükûmetinde Başbakan Yardımcısı olarak görev aldı. 10 Ekim 1965'de yapılan genel seçimlerde başında bulunduğu AP, yüzde 53 oy alarak tek başına iktidar oldu. Bu seçimlerde Isparta Milletvekili olarak Parlamento'ya girdi ve Türkiye'nin 12. Başbakanı olarak hükûmeti kurdu. Bu hükûmet 4 yıl sürdü. 10 Ekim 1969 tarihindeki genel seçimlerde de Adalet Partisi yine tek başına iktidar oldu. Böylece, 31. T.C. Hükûmeti'ni kurdu. Daha sonra, parti içi bir kriz dolayısı ile, 32. T.C. Hükûmeti'ni kurmak durumunda kaldı. 12 Mart 1971 muhtırası üzerine, başbakanlık görevini bıraktı. 1971 ile 1980 arasında, 1975, 1977 ve 1979'da 3 defa daha hükûmet kurdu. 12 Eylül 1980 müdahalesi üzerine görevi bıraktı ve 7 sene yasaklı olarak siyaset dışı kaldı. 6 Eylül 1987'de yapılan halk oylaması ile yasaklar kaldırıldı ve 24 Eylül 1987 tarihinde, Doğru Yol Partisi Genel Başkanlığı'na seçildi. 29 Kasım 1987'de yapılan genel seçimlerde Isparta Milletvekili olarak tekrar TBMM'ne girdi. 20 Ekim 1991 tarihinde yapılan genel seçimler sonrasında, DYP ile Sosyaldemokrat Halkçı Parti'nin biraraya gelerek kurduğu 49. T.C. Hükûmeti'nde Başbakan olarak görev aldı. 30 yaşında genel müdür, 40 yaşında önce parti genel başkanı, sonra başbakan olmuş; 12 seneye yaklaşan başbakanlık görevinde, Türkiye'nin kalkınması ve gelişmesine büyük hizmetlerde bulunmuştur. Türkiye'nin en genç genel müdürü, en genç başbakanı ve İsmet İnönü'den sonra en uzun başbakanlık yapmış kişisidir. 6 dönem Isparta Milletvekilliği yapmış, 7 sene yasaklı kalmış, 6 defa hükûmetten gitmiş, 7 defa hükûmet kurmuştur. 16 Mayıs 1993 tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye'nin 9. Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Demirel bu görevi 16 Mayıs 2000 tarihine kadar sürdürdü. -
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları...
İstanbul şurada cevap verdi: İstanbul başlık Modern Türkiye Tarihi
TÜRKİYE CUMHURİYETİ 8. CUMHURBAŞKANI TURGUT ÖZAL (1927 - 1993) CUMHURBAŞKANLIĞI GÖREV SÜRESİ: 9 KASIM 1989 - 17 NİSAN 1993 1927 yılında Malatya'da doğdu. 1950 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi'nden Elektrik Mühendisi olarak mezun oldu. 1952 yılında A.B.D'ne giderek ekonomi tahsili gördü. Türkiye'ye döndükten sonra Elektrik İşleri Etüd İdaresi Genel Müdür Yardımcısı oldu ve Türkiye'nin elektrifikasyonu ile ilgili projelerde çalıştı. 1961-62 yılları arasında askerlik hizmetini Milli Savunma Bakanlığı Bilimsel Danışma Kurulu üyesi olarak ifa etti ve Devlet Planlama Teşkilatı'nın kurulmasına katkıda bulundu. Bu sırada, Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde ders de verdi. Bir süre Başbakanlık Teknik Uzmanlar Kurulu Üyesi olarak çalıştı ve 1967-71 yılları arasında da Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı görevini yürüttü. Ekonomik Koordinasyon Kurulu, Para ve Kredi Kurulu, RCD Koordinasyon Kurulu ve AET Koordinasyon Kurulu başkanlıklarında bulundu. 1971-1973 tarihleri arasında Dünya Bankası'nda danışman olarak çalıştı. Türkiye'ye döndükten sonra çeşitli sınai kuruluşlarda çalıştı ve 1979 yılı sonlarına doğru Başbakanlık Müsteşarı olarak atandı. Aynı dönemde Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı görevini de vekaleten yürüttü. 12 Eylül 1980 müdahalesinden sonra kurulan hükûmete ekonomik işlerden sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak atandı. 1982 yılında bu görevinden istifa etti. 1983 yılında Anavatan Partisi'ni kurdu ve aynı yıl yapılan genel seçimlerde partisinin başarılı olması üzerine hükûmeti kurmakla görevlendirildi ve böylece Türkiye'nin 19. Başbakanı oldu. 1987 yılında yapılan seçimler sonrasında tekrar hükûmet kurdu ve başbakan olarak görev yaptı. 31 Ekim 1989'da TBMM tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin 8.Cumhurbaşkanı olarak seçildi ve 9 Kasım 1989 tarihinde bu görevine başladı. 17 Nisan 1993 tarihinde geçirdiği bir rahatsızlık sebebiyle görevi sırasında vefat etti. -
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları...
İstanbul şurada cevap verdi: İstanbul başlık Modern Türkiye Tarihi
TÜRKİYE CUMHURİYETİ 7. CUMHURBAŞKANI KENAN EVREN (1918 - ) CUMHURBAŞKANLIĞI GÖREV SÜRESİ: 9 KASIM 1982 - 9 KASIM 1989 1918 yılında Manisa ilinin Alaşehir ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Alaşehir, Manisa, Balıkesir ve İstanbul'da sürdürdü ve Maltepe Askerî Lisesi'nden mezun oldu. 1938 yılında Kara Harp Okulu'nu, 1949 yılında Harp Akademisi'ni bitirdi. Topçu subayı ve Kurmay subay olarak Silahlı Kuvvetler'in çeşitli kademelerinde görev yaptı. Dokuzuncu Kore Türk Tugayı'nda, önce Harekât ve Eğitim Şube Müdürlüğü; sonradan Kurmay Başkanlığı görevlerinde bulundu. Tuğgeneralliğe yükseldiği 30 Ağustos 1964 gününden itibaren, Silahlı Kuvvetler'in bütün komuta kademelerinde ve üst rütbelerde görevini sürdürerek, Ordu Komutanlığı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı'ndan sonra, 7 Mart 1978 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı'na atandı. Bu görevi sırasında, 12 Eylül 1980 tarihinde yapılan askeri müdahale ile, diğer görevleri yanında Devlet Başkanlığı görevini de üstlendi. 7 Kasım 1982 tarihinde halk oyuna sunulan ve kabul olunan Anayasa ile, Türkiyenin 7. Cumhurbaşkanı olarak göreve başladı. 9 Kasım 1989 tarihinde, görev süresini tamamlayarak Cumhurbaşkanlığı'ndan ayrıldı. -
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları...
İstanbul şurada cevap verdi: İstanbul başlık Modern Türkiye Tarihi
TÜRKİYE CUMHURİYETİ 6. CUMHURBAŞKANI FAHRİ KORUTÜRK (1903 - 1987) CUMHURBAŞKANLIĞI GÖREV SÜRESİ: 6 NİSAN 1973 - 6 NİSAN 1980 1903 yılında İstanbul'da doğdu. 1916 yılında Bahriye Mektebi'ne girdi. 1923 yılında Deniz Harp Okulu'nu, 1933 yılında Deniz Harp Akademisi'ni bitirdi. Deniz Kuvvetleri'nin çeşitli kademelerinde görev aldı. Roma, Berlin ve Stokholm'de Deniz Ataşesi olarak hizmet verdi. 1936'da Montreux Boğazlar Konferansı'na askerî uzman olarak katıldı. 1950 yılında Amiralliğe yükseldi. Oramiralliğe kadar çeşitli rütbelerde komuta görevleri yaptı. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevinden 1960 yılında emekli olduktan sonra sırası ile Moskova ve Madrit Büyükelçisi olarak diplomatik görevler aldı. 1968 yılında Cumhuriyet Senatosu Üyesi oldu. 1973 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin altıncı Cumhurbaşkanı seçildi. 1980 yılında, yedi yıllık hizmet süresi tamamlandığından Cumhurbaşkanlığı görevinden ayrıldı. 12 Ekim 1987 tarihinde vefat etti. -
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları...
İstanbul şurada cevap verdi: İstanbul başlık Modern Türkiye Tarihi
TÜRKİYE CUMHURİYETİ 5. CUMHURBAŞKANI CEVDET SUNAY (1899 - 1982) CUMHURBAŞKANLIĞI GÖREV SÜRESİ: 28 MART 1966 - 28 MART 1973 1899 yılında Trabzon'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Erzurum, Kerkük, Edirne ve Kuleli Askerî Lisesi'nde yaptı. Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1917 yılında, subay adayı olarak eğitim kampına katıldı. Aynı yıl Filistin cephesinde görev aldı. 1918 yılında Mısır'da İngilizlere esir düştü. Esaretten döndükten sonra, Kurtuluş Savaşı'na katılarak, Güney cephesinde görev aldı. Sonradan Batı cephesinde görevini sürdürdü. 1927 yılında Harp Okulu öğrenimini tamamladı. 1930 yılında Harp Akademisi'ni bitirdi. Silahlı Kuvvetlerde çeşitli görevler alarak 1949'dan itibaren Generallik rütbelerinde hizmet verdi. 1960 yılında Genelkurmay Başkanlığı görevine atandı. 1966 yılında, bu görevinden ayrılarak Cumhurbaşkanlığı kontenjan senatörlüğüne seçildi. Cemal Gürsel'in rahatsızlığı sebebiyle görevden ayrılması üzerine, 28 Mart 1966'da Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye'nin beşinci Cumhurbaşkanı seçildi. Yedi yıllık görev süresini tamamladıktan sonra 1973 yılında Cumhurbaşkanlığı'ndan ayrıldı. 22 Mayıs 1982 yılında vefat etti. -
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları...
İstanbul şurada cevap verdi: İstanbul başlık Modern Türkiye Tarihi
TÜRKİYE CUMHURİYETİ 4. CUMHURBAŞKANI CEMAL GÜRSEL (1895 - 1966) CUMHURBAŞKANLIĞI GÖREV SÜRESİ: 27 MAYIS 1960 - 28 MART 1966 1895 yılında Erzurum'da doğdu. İlk öğrenimini Ordu ilinde yaptı. Daha sonra öğrenimini Erzincan ve İstanbul'da askerî öğrenci olarak sürdürdü. 1915-1917 yıllarında Topçu Subayı olarak Çanakkale Savaşlarına katıldı. Filistin ve Suriye cephesinde bulundu. Türk İstiklal Harbinin Batı cephesindeki bütün savaşlarına katıldı. 1929 yılında Harp Akademisi'ni bitirdi. 1946 yılından itibaren Orgenerallik rütbesi dahil çeşitli general rütbelerinde hizmet yaptı. 1958 yılında Kara Kuvvetleri Komutanlığı'na atandı. Bütün bu görevleri sırasında meslekî bilgi ve karakteri ile ordunun ve halkın sevgisini ve güvenini kazandı. 27 Mayıs 1960 harekâtının lideri olarak kabul edildi. Yeniden demokratik düzene dönülmesinde ve 1961 Anayasası'nın hazırlanmasında önemli rol oynadı. Halk oyuna sunulan ve kabul olunan bu Anayasa gereğince, 10 Ekim 1961 tarihinde yapılan seçimlerden sonra teşekkül eden Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye'nin dördüncü Cumhurbaşkanı olarak seçildi. 1966 yılında başlayan rahatsızlığının devamı ve görevini engellemesi üzerine, Anayasa uyarınca Cumhurbaşkanlığı görevi sona erdi. 14 Eylül 1966 tarihinde vefat etti. -
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları...
İstanbul şurada cevap verdi: İstanbul başlık Modern Türkiye Tarihi
TÜRKİYE CUMHURİYETİ 3. CUMHURBAŞKANI CELAL BAYAR (1883 - 1986) CUMHURBAŞKANLIĞI GÖREV SÜRESİ : 22 MAYIS 1950 - 27 MAYIS 1960 1883 yılında Bursa Gemlik ilçesinin Umurbey köyünde doğdu. İlk ve orta öğreniminden sonra memuriyet hayatına atıldı. Adalet, reji ve bankacılık sahasında memuriyet görevlerinde bulundu. 1908 yılında İkinci Meşrutiyet'in ilânından sonra İttihat ve Terakki çalışmalarına katıldı. Bu cemiyetin İzmir Şubesi Genel Sekreterliğini yaptı. 12 Ocak 1920'de toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi'ne Saruhan Sancağı Milletvekili olarak katıldı. Türk Millî Mücadelesinin başlaması ile birlikte Anadolu'ya geçerek bu harekete fiilen katıldı. Bu mücadelenin kazanılması sırasında Batı Anadolu'da faaliyet gösterdi. Aynı zamanda Birinci Büyük Millet Meclisi'nde Bursa Milletvekili olarak görev aldı. 1921'de İktisat Vekili oldu. Lozan Barış Konferansı'na müşavir göreviyle katıldı. 1923 seçimlerinden sonra İkinci Büyük Millet Meclisi'ne İzmir Milletvekili olarak girdi. 1924 yılında İş Bankası'nın kurulmasında önemli rol oynadı. İktisat Vekilliği görevinde bulundu. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda mücadele adamı, politikacı ve iktisatçı olarak temayüz etti. 1937-1939 yılları arasında Başbakanlık yaptı. 1943 yılına kadar İzmir Milletvekili olarak siyasî hayatını sürdürdü. Çok partili siyasî hayata geçilmesi üzerine 1946 yılında arkadaşları ile birlikte Demokrat Parti'yi kurdu ve başkanlığına getirildi. Partisinin 1950 seçimlerini kazanmasından sonra aynı yıl Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye'nin üçüncü Cumhurbaşkanı seçildi. (22 Mayıs 1950) 10 yıl boyunca sürdürdüğü bu görevden 27 Mayıs harekâtı ile 1960 yılında ayrıldı. Yassıada Mahkemesi tarafından idama mahkum edildi. (15 Eylül 1961) Cezası daha sonra müebbet hapse çevrildi. Yassıada'dan Kayseri Bölge Cezaevi'ne nakledilen Bayar, 7 Kasım 1964 tarihinde rahatsızlığı nedeniyle serbest bırakıldı. 22 Ağustos 1986 tarihinde İstanbul'da vefat etti. -
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları...
İstanbul şurada cevap verdi: İstanbul başlık Modern Türkiye Tarihi
TÜRKİYE CUMHURİYETİ 2. CUMHURBAŞKANI İSMET İNÖNÜ (1884 - 1973) Asker, devlet adamı ve Türkiye'nin ikinci Cumhurbaşkanı. Mustafa İsmet 1884 yılında İzmir'de doğdu. İlköğrenimini Sivas'ta bitirdi. 1882'de Sivas Askeri Rüştiyesi'ne girdi. 1895'te Rüştiye'yi tamamladı. Bir yıl Sivas'ta, Mülkiye İdadisi'nde okudu. 1897'de bu okulu bitiren Mustafa İsmet, Halıcıoğlu'nda (İstanbul) o zaman "Mühendishane-i Berrii Hümayun" denilen kara topçu okuluna girdi. 1903'te Harbiye'yi bitirdi. Yüksek askeri eğitime yatkın görüldüğünden, 1903'te Pangaltı'daki Harp Okulu'nda bulunan Erkânı Harbiye'ye (Kurmaylar Akademisi) alındı. Mustafa İsmet'in Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir, Fethi Okyar, Ali Fuat Cebesoy, Asım Gündüz vd. ile aynı çatı altında buluşup tanışması bu okulda başladı. Mustafa İsmet Bey, kıta stajını tamamlamak üzere, Edirne'de merkezleşen İkinci Ordu'da görevlendirildi. Edirne'de 8. Topçu Alayı 3. Bölük komutanlığına atandı. İki yıl bu görevde kaldı (12 Eylül 1906). Bölük stajı bitince 2. Ordu kurmay heyetine alınarak (25 Eylül 1908), Edirne'de 2. Süvari Tümeni'ne verildi. 1907 yılı içinde, o sırada Selanik'te bulunan arkadaşı Fethi Bey'den dolaylı olarak aldığı bir mektupla, İttihat ve Terakki Partisi'ne girmiş, gizli teşkilatın başına geçmişti. Genç Türkler İhtilali patlayınca (24 Temmuz 1908) Edirne'de fiilen, orduya ve sivil idareye el koydu. Ertesi yıl 31 Mart 1909 irtica hareketi olarak bilinen İstanbul askerî ayaklanmasını bastırmak için Rumeli'den yürüyen Hareket Ordusu'na katıldı. İnönü, hayatının en önemli başarılarından birini Yemen'de elde etti. Asi Yemen İmamı Yahya Hamidettin'le, hem de imamın elinde olan dağlık bölgede açık müzakereye girişti. İmparatorluğun tarihinde devletin topraklarında, fakat Türk olmayan bir halkla, ilk defa önemli bir anlaşma imzalandı, yüz yıllık Yemen isyanları kesildi. İsmet Bey'in oradaki görevi 26 Şubat 1910 ve 5 Mart 1912 tarihleri arasındadır. 5 Mart 1912'de İstanbul'a geldi ve Harbiye Nezareti'nde, çoğunlukla Harbiye nazırı ve Başkomutan vekili Enver Paşa'nın emrinde, 1915 yılına kadar görevde kaldı. 26 Nisan 1912'de binbaşı, 23 Kasım 1914'te kaymakam (yarbay) oldu. 30 Ocak 1916'da kıta hizmetini yapmak üzere 4. tümen komutanlığına atandı. Ondan sonraki askeri görevleri, Birinci Dünya Savaşı içinde ve hepsi de Doğu cephesiyle Suriye cephesinde geçti. 14 Mayıs 1917'de 20. ve 2 Temmuz 1917'de 3. Kolordu komutanlıklarına atandı. Ocak 1920'de Garp Cephesi komutanlığı görevini aldı. Kuruluş halindeki düzenli ordu ile cephede Yunan kuvvetlerine karşı savaşan İnönü (İnönü Savaşları), yine aynı cephede Çerkez Ethem'le mücadele etti. Birinci İnönü Savaşı sonunda tuğgeneral olarak İzmir'e varışından birkaç gün sonra, 13 Eylül 1922'de tümgeneral, aynı yılın 30 ağustosunda da korgeneral oldu. Mudanya Mütarekesi görüşmelerini yürütmek üzere Mustafa Kemal tarafından görevlendirildi (26 Ekim 1922). Daha sonra Lozan Konferansı'na gidecek heyete başkan olarak seçildi. Bu görevi bakan düzeyinde yerine getirmesi gerektiği için Dışişleri bakanlığına getirildi. Lozan'a giden İsmet Paşa, buradan başarılı bir diplomat olarak döndü. Lozan'dan dönüşünde başbakanlığa getirildi (29 Ekim 1923) ve kısa bir süre bu görevden ayrıldıktan sonra 3 Mart 1925'te tekrar hükümet başkanı olunca, bu görevi 1937'ye kadar sürdü. Atatürk'ün ölümünden sonra yeni bir devlet başkanı seçiminde ilk akla gelen isimdi. Nitekim 11 Kasım 1938'de 348 üyenin hazır bulunduğu Millet Meclisi'nde yapılan seçimde İnönü'nün aldığı oy sayısı 348'di. 1950 seçimleri Türkiye'de 27 yıllık CHP iktidarına son verdiği vakit, 14 yıllık Başbakan ve 12 yıllık devlet başkanı İsmet Paşa sonucu kaçınılmaz sayıyordu. İsmet paşa, 1972'de partiden ayrıldıktan ve siyasî hayatını eski cumhurbaşkanı olarak yararlandığı Senato üyeliğine inhisar ettirdikten sonra, yalnız 1973 seçim kampanyası sırasında siyasi sahnede bir kez daha göründü. İsmet Paşa, 25 Aralık 1973'te öldüğü vakit nereye gömüleceği konusu karara bağlandı ve Anıtkabir olarak belirlendi. -
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları... TÜRKİYE CUMHURİYETİ' NİN KURUCUSU VE İLK CUMHURBAŞKANIMIZ ATATÜRK (1) MUSTAFA KEMAL ATATÜRK (1881 - 1938) Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı. Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmaybaşkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı. 1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi. Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi. 1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir. Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Veliaht Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı. Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı. Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı. __________________ Tanımlı TÜRKİYE CUMHURİYETİ' NİN KURUCUSU VE İLK CUMHURBAŞKANIMIZ ATATÜRK (2) MUSTAFA KEMAL ATATÜRK (1881 - 1938) Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır: Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı. Çukurova , Gazi Antep , Kahraman Maraş , Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921) I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921) II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921) Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921) Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922) Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı. 23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 13 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda barış" temelleri üzerinde yükselmeye başladı. Atatürk Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi devrim yaptı. Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz. 1. Siyasal Devrimler: Saltanatın Kaldırılması (1Kasım 1922) Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923) Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924) 2. Toplumsal Devrimler: Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934) Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925) Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925) Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934) Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934) Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931) 3. Hukuk Devrimi : Mecellenin kaldırılması (1924-1937) Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937) 4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler: Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924) Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928) Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932) Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933) Güzel sanatlarda yenilikler. 5. Ekonomi Alanında Devrimler: Aşârın kaldırılması Çiftçinin özendirilmesi Örnek çiftliklerin kurulması Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması. Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi. Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti. Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı. 15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu okudu. Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı. 1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu. 10 Kasım 1938 saat 9.05'te yakalandığı siroz hastalığından kurtulamayarak İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini yumdu. Cenazesi 21 Kasım 1938 günü törenle geçici istirahatgâhı olan Ankara Etnografya Müzesi'nde toprağa verildi. Anıtkabir yapıldıktan sonra nâşı görkemli bir törenle 10 Kasım 1953 günü ebedi istirahatgâhına gömüldü.
-
YOZGAT'IN ÖYKÜSÜ-2 Yozgat İsminin Verilmesi İlin, asıl adı "BOZOK" olup, zamanla "Yozgat" olarak değiştirilmiştir. Oğuz'ların; "BOZOK" koluna mensup Türkmenlerin bu bölgeye akınıyla birlikte, yöre "BOZOK" ismiyle anılmıştır. 1800'lü yıllara doğru bu ismin yanı sıra "YOZGAT" adı da telaffuz edilmiştir. "Yozgat" adının menşei konusunda ise, değişiki söylentiler ileri sürülmektedir: Bir rivayete göre, Yozgat Saray Köyü'nden (bugün itibariyle kasaba) itibaren aşağıdan yukarıya doğru kat kat yükselmektedir. Bu kat kat yükselişindin ve rakımının yüksekliğinden dolayı önceleri "Yüz kat" denmiş, zamanla bu isim söylene söylene "Yozgat" halini almıştır. Diğer bir rivayete göre; Aşiret Reisi Ömer Cabbar Ağa'nın yüzü çopurdu. Bu yüzden kendisine Çopur veya Çapar Koca derlerdi. Söylentiye göre Cabbar Ağa, sürülerini bir yaz günü yaylakta otlatırken karşısına Hızır (AS) çıkıyor ve davar sahibi Cabbar Ağa'dan içmek için süt istiyor. Güler yüzlü Ömer Ağa hemen misafirine ikramda kusur etmeyerek, gönül hoşluğu ile sütü ikram eder. Hızır (AS) sütü içtikten sonra çok memnun kalır ve Cabbar Ağa'ya "Çobanoğlu, yozuna yoz katılsın, memleketinin adı Yoz-Kat olsun" diyor. Bu sözü söyleyerek kayboluyor. Temeli böyle olan Yoz-Kat söylene söylene Yozgat halini alıyor. İsmin kaynağı hakkında her ne kadar tatmin edici bir bilgi yoksa da uzun yıllar bu havalinin böyle anıldığı bilinmektedir. Birinci Büyük Millet Meclisinde Kütahya Mebusu Cemil Bey tarafından verilen bir takrir ile Yozgat ismi Bozok olarak değiştirilmiş, bilahare 23 Haziran 1927tarihinde Bozok Mebusu Süleyman Sırrı (İÇÖZ) Bey ve arkadaşlarının verdiği bir takrirle Bozok ismi tekrar Yozgat olarak değiştirilmiştir. Atatürk, Yozgat’a iki defa gelmiştir. Birinci Gelişleri: Ulu Önder Atatürk ; Sivas Kongresinin sona ermesinden sonra İstanbul Hükümetinin gönderdiği Bahriye Nazırı Salih Paşayla görüşmek üzere Amasya'ya gittiklerinde, Amasya panayırında yapılan güreşte, kendisini alkışlayanlardan memnun kalıp, mülakata gelen Ruşen Eşref Beye; Bak birader, böyle milletten nasıl ayrılırsın? Bu palaparelerin içinde perişan gördüğün insanlar yok mu? Onlarda öyle yürek, öyle cevher vardır ki olmaz şey! Çanakkale'yi kurtaran bunlardır. Kafkas'da Galiçya'da şurada burada aslan gibi çarpışan, mahrumiyete aldırmayan bunlardır. Şimdi bu adamcağızların seviyesini sosyal bakımdan yükseltmek herhangi bir hükümetçilik hırsından daha iyi değil midir? Bu insani mücadelelerin yanında siyasi mücadeleler bayağı kalır değil mi ya? Siyasi savaşların çoğu yararsızdır. Fakat toplumsal mesai her vakit için verimlidir. Bizim aydınlar buna çalışmalı, neden Anadolu'ya gelip uğraşmazlar! Neden milletle doğrudan doğruya temasta bulunmazlar! Memleketi gezmeli, milleti sevmek böyle olur. Yoksa sözde sevgi fayda vermez, derler. Bu inançla Atatürk'ün 29 Ağustos 1924'te Afyon'dan başladığı sonbahar yurt gezisi, Marmara'dan Karadeniz Bölgesine, buradan da Erzurum ve çevresinin uğradığı deprem felaketi dolayısıyla Doğu Anadolu'ya uzanmıştı. Atatürk, Kayseri, Yozgat ve Kırşehir'den sonra Ankara'ya dönüyordu. 15 Ekim 1924'te yağmurlu bir gündü, Atatürk o gün Kayseri'den Yozgat'a geçecekti. Yozgat Valisi Aziz Bey, konukları almak üzere Kayseri'ye kadar gelmişti. Yağmur dinse mesele yoktu. Ne var ki, yıllardır böyle bir yağmur görülmemişti. Yollardan endişe edenler vardı. Aziz Bey: - Yozgat büyük kurtarıcıyı bu gün bu gece aralarında görmezse gözüne uyku girmez. Hareket edelim. Dedi. Öğleden sonra hareket ettiler. Gece geç vakit deyince Yozgat'a geldiler. O gece yediden yetmişe Yozgat ayaktaydı. Hem de yağmur altında ... Herkesin elinde bir fener vardı. Birkaç yüz atlı şehrin dışında Atatürk'ü karşılayıp bir ışık seli Elekçi Yokuşundan Yozgat'a aktı. Yozgat Halkının Atatürk'ten dilekleri yol, Hastaneye doktordan toplanıyordu. Kos koca Yozgat hastanesinde doktor olarak bir operatör vardı. İlçelerin hiç birinde doktor yoktu. Atatürk yanındaki milletvekillerine dönerek; - İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerdeki doktorları bütün milletin hayatı ve sağlığı ile ilgilendirmek çarelerini bulmalıyız. Bu böyle olmaz, dedi. İkinci Gelişleri: Korkunç bir kış günü Atatürk sabaha karşı şu emri verdi: “”Bu kışta kıyamette memleketin ne halde olduğunu görmek istiyorum. Otomobiller gezmeye çıkacağız.” O sene kış o derece şiddetliydi ki, yollardan değil otomobillerin kurtların dahi geçmesi zordu. Buna rağmen , Kırşehir istikametinde yola çıkıldı. Yoldan bin bir güçlükle hatta, Atatürk’ün otomobilinin batığa saplanması ve bizzat bir ara kendisinin bile itmeye mecbur kalması durumuyla ilerliyorlardı. Sonunda, zorluklar içerisinde Kırşehir’e varıldı. Şehrin kapısında Vali Bey, frakını ve silindir şapkasını giymiş bir şekilde Atatürk’ü karşılıyor. Atatürk, Vali Bey, bu kıyafet nereden icap etti” diyor. Vali, “Efendim, yol ve erkan” diye söze başlayacak oluyor. Atatürk, hemen sözünü kesiyor, “Bilmek lazım olan bu yol değildir. Bizim geldiğimiz yoldur” diyor. Atatürk Kırşehir’den Yozgat’a gelirken daha vilayet hududunda Vali Bekir Sami, Kamyon ve yol açma ekipleriyle Ata’yı karşılayınca, Ata’nın ilk hükmü şu oluyor: “İşte , yol bilen vali böyle olur” 2 Şubat 1934 günü Yerköy İstasyonunda geceyi geçiren Atatürk, resmi bir karşılama yapılmamasını tebliğ etmesine rağmen Yozgat Halkı, hazırlanıp bir heyet olarak şehrin namına Yerköy’e gitmiştir. Yerköy’den hareket edildiğini işiten Yozgat’lılar şehir hudutlarının çok ilerisinde Ata’yı karşılamaya çıkmışlardır. Ata, Sarayköy’den geçerek 3 Şubat 1934 Cumartesi günü saat 16.20’de şehre girmiştir. Heyecanla bekleşen halkın coşkun alkış tufanı “Yaşa, Varol” çığlıkları içinde Ata, otomobilinden inmiştir. Akşam karanlığı basmasına rağmen halk soğuk ve karlı havada Ulu Önder’i bir daha görmek için Vilayet Konağı’nın etrafından ayrılmamıştır. Yozgat Halkı asil sevgilerini göstermek, alkışlamak amacıyla gece muazzam bir bir fener alayı tertip etmiştir. Beli bükük yaşlılardan, levent yapılı gençlere kadar halkın bir sel gibi aktığı bu olay, önde Halkevi bandosu eşliğinde ve tezahüratla Vali Konağı’nın önüne gelince, bu sınırsız heyecana karşılık Atatük: “Çok mütehassıs oldum. İçimden cidden tatlı sevincin heyecanı var. Yozgat’ın yüksek ve asil halkına teşekkür eder, istirahatları dilerim” demişler, fener alayındakilerin coşkun heyecanı sonunda Atatürk, “Yozgat’ta bariz bir canlılık var. Ne güzel samimiyet ve heyecan gösterildi. Hitabelerdeki olgunluk, gençliğin ve halkın duygularını kuvvetlen ifade etti.” İltifatlarında bulunmuşlardır. Atatürk bu esnada Vali Bekir Sami Bey’e de: “Geçmişteki hizmetlerinizi bilirim. Bugünkü faaliyetlerimizin verimli neticelerini yerinde gözümle gördüm. Teşekkür ederim. Arzu ederim ki, Bekir Sami yanına bütün bu havalinin öz Türklerince “Şahika” manasında olan “Baran” soyadını alasınız. Size yakışan da budur” demişlerdir. Atatürk, vilayet hakkında bilgi aldıktan sonra Vali’ye: “Hükümet merkezinin yanı başında havası ve suyu ile bedii manzara ve tarihi harabeleriyle, faydalı kaplıcalarıyla mühim bir şehir olan Yozgat’ımızın imar yolunda ilerlemesinin her şeyden önce Yerköy - Yozgat yolunu asfalt yapılmasını, Çamlığın dışarıdan ziyaretçi celbedecek bir hale getirilmesi için ihtiyaca kafi binalar yaptırılmasını ve Çamlıkta kendilerinin de bir köşk yaptırmak istediklerini, kaplıcaların medeni ve asri ihtiyaçlara göre ıslahını” emir ve işaret buyurmuşlardır. Halkın, kendisinden ayrılmış acılarını hisseden Atatürk, “tekrar gelir sizlerle daha çok konuşurum. Hele güzel Çamlığımızda mutlaka kalmak isterim” diye Yozgat’lıların gönlünü almışlardır. Yozgat şehri ve kahraman halkı şerefli Cumhuriyet Tarihimizdeki mutlu yaşayışını, Cumhuriyetle birlikte sonsuza dek sürdürecektir. Çapanoğlu İsyanı Çapanoğlu isyanı; Milli Mücadele yıllarının başında çıkan bir olaydır. Bu hareket, çapanoğulları ailesi dışında başlamış, daha sonra bir anlamda bu aile, isyanın içerisine çekilmiştir. Bu nedenle de bu olaya “Yozgat İsyanı” değil de “Çapanoğlu isyanı” denilmiştir. Bu geniş ailenin sadece bir kısmı isyana teşebbüs etmiş, diğerleri tamamen olayın dışında kalmıştır. Zaten, Yozgat halkı da bu olayı hiç benimsememiş, hatta Milli Mücadele’nin başarışa kavuşması için gayret sarf etmiştir. Çapanoğlu İsyanı’nın lideri konumunda olan Edip, Celal ve Halit Bey’ler Çapanoğlu Süleyman Bey’in üçüncü kuşaktan torunu olan Hacı Osman Nuri Bey’in oğullarıdır. Hacı Osman Nuri Bey’in dördüncü oğlu olan Salih Bey ise, bu hadisenin tamamen dışında kalmıştır. Çapanoğlu İsyanları’nın genel olarak üç sebebi üzerinde durulur: 1- Çapanoğlu Celal Bey’lerin İttihat ve Terakki Partisi’nin kötü muamelelerine maruz kalmaları nedeniyle Anadolu’nun kurtuluşu için başlatılan Milli Kurtuluş hareketini bir İttihat ve Terakki hareketi olarak değerlendirmeleri 2- Daha önce Anadolu’daki ayanlar arasında en güçlü olan bu ailenin nüfuzu oldukça büyüktü. Son zamanlarda nüfuzunu yitiren bu ailenin tekrar aynı güce ulaşmanın yollarını aramış olmaları 3- Yozgat’ta daha önceleri “Celali, Baba Zünnûn ve Baba’i” gibi isyanlar da yaşanmıştır. Bu isyanların hemen hepsi çeşitli inançların istismarı şeklinde ortaya çıkmış olup, mevcut idareyi ele geçirmek gibi bir hedefleri de yoktur. Çapanoğlu İsyanı’nı da bir an böyle düşünülecek olursa, bunların Kuvâ-yi Milliye’yi desteklemeleri gerekirdi. Fakat durum aksine tezahür ettiğine göre bu hadisenin sebebinin farklı olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Mustafa Kemal Paşa Erzurum ve Sivas Kongrelerinden sonra Ankara’ya gelerek “Heyet-i Temsiliye”nin Kuva - yı Milliye hareketini tam olarak yürütebilmek için Milli Kurtuluşa taraftar görünmeyen bazı kişileri görevlerinden almıştır. Bu kişiler arasında, Afyon Mutasarrıfı Çapanoğlu Celal Bey’in yerine Muhasebeci Arif Hikmet Bey, Yozgat Mutasarrıf vekili olarak tayin edilmiştir. Heyet-i Temsiliye Ankara’da bir toplantı yapmış, yönetimi daha esaslı ve sağlam temeller üzerine oturtmak amacıyla 19 Mart 1920’de her tarafa telgraflar göndererek, bu iş için temsilci seçilip gönderilmesini istemiştir. Çapanoğlu Celal ve Edip Bey’ler bu seçime, Padişaha bir isyan olarak değerlendirerek karşı çıkarılsa da, Yozgat Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Çapanoğullarının bu itirazlarını dikkate almadan temsilcileri seçmişlerdir. Bölgedeki ilk huzursuzluklar Yozgat dışında, Yenihan (Han-ı Cedit=Yıldızeli)’da ortaya çıkmıştır. Yenihan İsyanını başlatanların ele başısı durumunda olan Postacı Nazım ve Kara Mustafa adlı iki kişi, Yıldızeli-Akdağmadeni arasındaki köylerde dolaşarak, İstanbul Hükümeti lehine propaganda yapmaya başlamışlardır. 14 Mayıs 1920’de Yıldızeli-Kaman Köyü’nde toplantı yapan Postacı Nazım ve adamları Ankara Hükümetine karşı isyan ettiklerini ilan ederler. Bu olaylar karşısında hiç bir tedbir alamayan Yıldızeli Kaymakamı görevinden alınarak, yerine Jandarma Kumandanı İshanı Bey vekaleten atanır. Yıldızeli’ndeki olayların gün geçtikçe büyümesi üzerine buraya Sivas’tan bir süvari bölüğü gönderilirken asilerde boş durmuyor halkı sürekli kendi emelleri doğrultusunda Milli Hareket’le ilgili olmayan sözlerle zehirlemeye devam ediyorlardı. Durumun gün geçtikçe kötüye gittiğini gören Sivasi 3. Kolordu Komutanı Albay Hüseyin Selahattin Bey, piyade taburunu Jandarma Binbaşı Kemal komutasında Yıldızeli’ne, 10.Alayın ikinci taburunu Zile’ye ve Tokat’ta bulunan 3. taburu da yine Yıldızeli’ne gönderir. Hadise oldukça büyümüş, bölgenin tamamını sarmış ve bu isyanların önlenebilmesi için bir hayli güçlük çekilmiştir. Ayaklanmalar üzerine gönderilen düzenli birlikler başarılı olamayınca Sivas Müdafaa-i Hukuk üyesi Halil Bey, 27-28 Mayıs 1920’de Yıldızeli’nden “Her tarafta idare makamları atıl ve ruhsuzdur. Acele imanlı ve fedakar kimseler idare başına geçirilmezse durum çok tehlikeli bir hal alacaktır” diye heyet-i Temsiliye’ye bir telgraf gönderir. Aynı günlerde Erkan-ı Harbiye idare başına geçirilmezse, durum çok tehlikeli bir hal alacaktır.” demiştir. Aynı günlerde Erkan-ı Harbiye-yi Umumiye Reisi Albay İsmet Ankara’dan gönderdiği emirde: “Kaymakam ile birlikte mahalli bir kuvvet teşkiline başlanmasını ve bu kuvvetin silahlarının Kayseri Askerlik Dairesi Başkanlığından istenmesi için Akdağmadeni Askerlik Şubesi Başkanlığına talimat verilmiştir.” diyerek, bu bölgenin huzurunun sağlanması için yine bölgedeki kuvvetlerden istifade edilmesinin istemiştir. Çünkü, bu yıllarda Batı Anadolu’da Yunan ilerleyişi ile uğraşılmakta ve askeri gücün iç bölgelerde kullanılması istenmekteydi. Bu arada Mustafa Kemal Paşa, Yıldızeli ve Zile’de bulunan bazı kişileri uyarma ve olumlu fikirler aşılamak için bunların lideri konumunda bulunan Çelebi Efendi’nin harekete geçirilmesi istemiştir. Bununla ilgili olarak Mucur Askerlik Şubesi Başkanlığı’na talimat gönderilmiştir. TBMM üyesi olan Bektaşi Şeyhi Çelebi Efendi, hasta olduğunu beyan ederek böyle bir yardıma katılamayacağını ifade etmiştir. Ankara çevresinde bulunan kuvvetlerin Düzce isyan bölgesine gönderilmesi, Sivas’taki 3. Kolordu’nun önemli bir kısmının da Pontuşçuları takip etmesi, eldeki diğer taburların da ancak, şehirlerin iç emniyetini koruyacak durumda olması nedeniyle isyan bastırılamamış, Sivas ve Tokat gibi büyük şehirler de tehlikeye düşmüştür. Bunun üzerine İsmet Paşa, Kazım Karabekir Paşa’ya bir telgraf göndererek, isyanın bastırılması için süvari birliği istemişse de, doğudaki Ermeni Meselesi yüzünden bu birlik gönderilememiştir. Duruma müdahale etmek için Gaziantep çevresinde bulunan Kılıç Ali Bey, 80 kadar adamıyla beraber 1 Haziran 1920’de Yozgat’a gönderilmiştir. Mehmet Hulusi Efendi ,Yozgat’a gelen Kılıç Ali Bey’e Çapanoğullarının tutumlarını anlatmış, Kılıç Ali Bey de bir tedbir olması amacıyla kendisine anlatılanları Ankara’ya bildirmiştir. Celal ve Edip Bey’lerin evlerini de göz hapsinde tutmaya başlamıştır. Yozgat’ta olup bitenleri öğrenen Çapanoğlu Halit Bey, oturduğu Arapseyfi Köyü’nden Yozgat’a gelmeye karar verince, işlerin büyüyeceğinden endişelenen Kılıç Ali Bey, müfrezesini alarak Boğazlıyan’a çekilmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Çapanoğullarının tutumlarından tatsız bir sonuç çıkmaması için, Yozgat Mebuslarından; Çapanoğullarının, memleketin içinde bulunduğu durumu anlatmalarını ve bu yanlış tutumlarından vazgeçmelerini sağlamalarını istemiştir. Bunun üzerine Süleyman Sırrı ve Rıza Bey’ler Yozgat’a gelmişler durumu Çapanoğullarına anlatmışlarsa da, onları ikna edememişlerdir. Bu tavır üzerine olaya karışan Çapanoğullarının tutuklanarak Ankara’ya gönderilmesi istenmiştir. Erkan-ı Harbiye-yi Umumiye Reisi Albay İsmet, 7 Haziran 1920’de Sivas’taki 3. Kolordu Komutanı Albay Selahattin Bey’e bu tutuklama emrinin yerine getirilmesi için duyuruda bulunmuş, Selahattin Bey de görevin ifası için Yozgat Mutasarrıf Vekili Arif Hikmek Bey’i görevlendirmiştir. Arif Hikmet Bey Çapanoğullarının adamı olduğundan bu haberi Celal ve Edip Bey’lere duyurması üzerine, bu kişiler 8 Haziran 1920’de ailelerini de yanlarına alıp, Yozgat’ı terkederek Sorgun (Köhne)’a giderek, küçük kardeşleri Halit Bey’in güçleriyle birleşmişlerdir. Ertesi gün Yozgat’ta sıkıyönetim ilan edilir ve Komutanlığına da Kılıç Ali Bey getirilmiştir. Yozgat’ın dışında bulunan ve isyan etmeye karar veren Çapanoğulları yanlarına taraftar toplarken, Tokat ve Zile dışında bulunan Postacı Nazım ile de irtibat kurmak suretiyle ondan yardım almayı düşünürler. Çapanoğulları, 13 Haziran 1920’de Sorgun’u, 14 Haziran’da da Yozgat’ı ele geçirirler. Yozgat’a giren kişilerin elebaşıları arasında Çapanoğlu Celal ve Edip Bey’ler ile Halit Hakkı, Salih Şekip, Mahmut İhsan ve Muhlis gibi kişiler de bulunmaktaydı. Zaten, olayı organize edenler de bunlardı. İsyancılar, 23-24 Haziran’da Boğazlıyan’a saldırarak, Kılıç Ali Bey’in buradan çekilmesine neden olurlar. Bu olay isyancılara cesaret vermiş, çevreden kendilerin yeni katılımlar olmasını sağlamıştır. Asilerden bir grup da, 16 Haziran’da Alaca’yı ele geçirir. Çapanoğlu İsyanı; Sivas tarafından Karaman, Çamlıbel, Boğazlıyan; kuzeyde, Tokat- Zile; ve kuzeydoğuda ise, Alaca çevresine yayılmıştı. Ayaklanma oldukça ciddi boyutlara ulaşmış, Ankara’yı tedirgin etmişti. İsyan bölgesine gönderilen derme -çatma ordu kalıntıları hiç bir başarı sağlayamadıkları gibi, yer yer de dağılmışlardır. Bu isyanın uzun sürmesinin nedenleri başında, Ankara’nın elinde muntazam bir gücün bulunmaması, isyan eden kişilerin de bu vatanın evlatları olması nedeniyle, boş yere kardeş kanının akıtılmak istenmemesi ve Batı Anadolu’da Yunanlıların her geçen gün biraz daha topraklarımızda ilerleme tehlikesidir gelmektedir. Ayrıca, İngilizlerin yaptırdığı olumsuz propagandalar da bunda etken olmuştur. 19 Haziran 1920’de Erkan-Harbiye-yi Umumiye’nin aldığı bir kararla, Çerkez Ethem Ankara’ya çağrılmış ve Çapanoğlu İsyanını bastırmaya memur edilmiştir. 20 Haziran 1920’de Ankara’dan hareket eden Çerkez Ethem, 23 Haziran sabahı Yozgat’a ulaşır. Yozgat’ta öğleye kadar yapılan çarpışmalar neticesinde şehir ele geçirilir. Yozgat’ın ele geçirilmesi sırasında Çapanoğulları şehri terkettiklerinden dolayı yakalanamazlar. Şehirdeki çarpışmalara, Ermeniler de isyancıların safında yer almış, hatta bir türlü teslim olmayan Ermeniler, ancak evlerinin yıkılması sonucunda teslim olmuşlardır. Çerkez Ethem, Yozgat’a tamamen hakim olduktan sonra Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na dayanarak bir Askeri Mahkeme kurarak, rolü bulunanları cezalandırmıştır. Çerkez Ethem, Yozgat’tan kaçan isyancıların Alaca’da toplandığı haberini alınca, Yozgat’ta 200 kişilik bir kuvvet bırakarak, 24-25 Haziran 1920 gecesi Alaca’yı kuşatmış, ertesi günü de kazaya hakim olmuştur. Alaca’da tutunamayacaklarını anlayan asiler, bu defa da savunması daha elverişli olan Yozgat-Alaca yolu üzerinde sarp bir boğazda bulunan Arapseyfi’de toparlanmaya başlamışlardır. Asilerin düşüncesi, Ethem’in asıl kuvvetlerinin Alaca’da bulunması sebebiyle Alaca’dan Yozgat’a dönerken bu geçitte onu pusuya düşürerek yenmekti. Bu durumun farkında olan Ethem, Alaca’da iki gün kalarak, asilerin tamamının Arapseyfi’de toplanması için onlara zaman kazandırmak istemiştir. Çerkez Ethem böylece, asilerin hepsini bertaraf edecekti. Nihayet, 27 Haziran günü Alaca’dan ayrılan Ethem önden küçük bir kuvveti ileri sevk ederek asillerin mevzîlendiği yerleri tespite çalışmıştır. Durum, Ethem’in düşündüğü gibi gerçekleşince, boğazın etrafını sararak, asileri iki ateş arasında bırakıp direnişlerini bertaraf etmiştir. Böylece, asilerin direnme gücü Arapseyfi’de kırılmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Ethem’e bir telgraf göndererek, onun bu başarısını kutlamıştır. Çerkez Ethem, Arapseyfi’de asilerin direnişini kırdıktan sonra arta kalanların da ortadan kaldırılması için 27 Haziran 1920’de Çolak İbrahim komutasındaki 2. Kuvve-Seyyare kuvvetleri batıdan ve Albay Refet Kuvvetleri kuzeyden gelerek, bölgenin emniyete kavuşmasını sağlamışlardır.
-
İlk Devirler Yozgat; Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biridir. Sorgun ilçesi sınırları içerisinde bulunan “Alişar Höyüğü” nde yapılan kazılar neticesinde 5000 sene öncesine ait eserler bulunmuştur. Ayrıca, Anadolu’da ilk siyasi birliği gerçekleştiren Eti’lerin yerleşim merkezlerinden biridir. Merkeze bağlı Büyüknefes, Dambasan ve Gündoğdu köyleri ile Sorgun ilçesi sınırları içerisindeki Kerkenes Kalesi, Boğazlıyan'a bağlı Çalapverdi ve diğer bazı bölgelerimizde yapılan kazılar neticesinde Etiler’in izine rastlanılmıştır.Anadolu’da tarih devrinin başlangıcını sağlayan Hitit’lerin sınırları içerisinde en kalabalık yerleşim merkezlerinden birisini teşkil ettiği de ortaya çıkarılmıştır. M.Ö. 2000 -1500 yılları arasında kurulan ve merkezi Yozgat sınırları içerisindeki Hattuşaş olan Hitit’lerin hakimiyetinden sonra yöre, M.Ö. 1200’lerde Deniz Hakları istilasının ardından Frig’lerin hakimiyetine girmiştir. M.Ö. 7. yüzyıl başlarında Kimmer’lerin saldırısına uğramıştır. M.Ö. 6. yüzyılda Lidya Krallığına bağlanarak, müteakiben Pers’ler, M.Ö. 4. yüzyılda da Makedonya’lılar tarafından ele geçirilmiştir. M.Ö. 3. yüzyılın başlarında güney kesimi kısa bir süre Kapadokya Krallığının hakimiyetinde kalmıştır. Daha sonra, Anadolu’yu istila eden göçebe Kelt kabilelerinden Galat’ların yerleştiği Galatya’nın bir parçası olmuştur. Bu nedenle “ galatların Ata yurdu” olarak da bilinmektedir. M.Ö. 2. yüzyıl başlarında kurulan Galatya Krallığı bir süre Pergamon (Bergama) ve Pontus Krallıklarına bağlı kaldıktan sonra, M.Ö. 85’te Roma’nın korumasına girmiştir. M.S 395’te Roma İmparatorluğu ikiye bölününce Anadolu, Doğu Roma (Bizans)’ın payına düşmüştür. İslam orduları ve Sasani’ler zaman zaman Bizans elindeki bu bölgeye akınlar yapmış oldukları, ancak bölgeyi devamlı olarak elerinde tutamamışlardır. Malazgirt Savaşından Sonraki Devre Bozok çevresinde Türk - İslam izleri 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra başlatır. Tahrir Defterlerinden Oğuz boylarına mensup 24 boydan 21’inin Anadolu’ya geldikleri anlaşılmaktadır. Bu sayıya Karaevli boyunu da ilave etmek gerekir. Salur, Eymür ve Karkın’lılar Anadolu’nun iskanında birinci derecede rol oynamışlardır. Kayın, Anadolu’nun fethi ve iskanında, Beydilli ve Bayındır boyları da Anadolu’ya yerleşmede önemli görevler yapmışlardır. Oğuzlar, göçtükleri yerlere her sosyal birimden insanların yanında, kültür unsurlarını da taşıdılar. Bozok bölgesi, önemli kervan ve ticaret yollarının geçtiği bir yerdi. Emirci Sultan’ın Osmanpaşa Tekkesi köyü, bu yollardan birinin üzerinde bulunuyordu. Zaviye, Kayseri ve Kırşehir’den Amasya’ya giden yol üzerindeki bir konak noktasıydı. Yesevi Şeyhi Emirci Sultan’ın 1204’lerde Bozok’a gelerek, Keçikıran (Osmanpaşa)’a yerleşip irşada başladığı, bu bölgede 16. yüzyılda da “Osmanpaşa Tekkesi” adıyla bir zaviye kurulduğu anlaşılmaktadır. Salmanlı ve Danışman köyleri, Danişmend’liler zamanından kalma tarihi köylerdir. İlimizde Selçuklu’ların izleri 12. yüzyılından itibaren görülür. Bir ara Danişmendoğulları’nın nüfusuna giren bu bölgede 1175’den sonra Anadolu Selçukluları’nın eline geçmiştir. 1243 Kösedağ Savaşı’ndan sonra İlhanlılar’ın kontrolüne giren bölge Anadolu Selçuklu Beylikleri döneminde Eretna Beyliği’nin, 1381’den sonra da Kadı Burhaneddin Devletinin eline geçti. 1398’de Kadı Burhanettin öldürülünce Yıldırım Beyazıd bu bölgeyi aynı tarihte Osmanlı Devleti sınırlarına kattı. Timur Han 1402 - 1403 senelerinde Yozgat ve çevresini ele geçirdi. Timur Han Anadolu’yu terk ederken, 1256’dan itibaren bu bölgeye yerleşen Karatatarlar’ı Türkistan’a götürmeye karar vererek 1404’de bunların tamamını zorla alıp götürmüştür. YOZGAT VE ÇEVRESİNE YERLEŞEN OĞUZ BOYLARI VE YAŞADIKLARI YERLER Karatatarlar’ın Bozok bölgesinden gitmesi sonucunda bölge, Sivas’ın güneyinde ve Kayseri’nin doğusunda (bilhassa Uzunyayla) yaylaya Dulkadırlı Türkmenleri tarafından iskan edilmiştir. 15. yüzyılda Yozgat ve komşu mahallere yerleşen, Bozok adıyla anılan oymaklar ve yerleştikleri yerler şöyledir: Kızılkocalu: Topluca yaşadıkları yer; Yozgat, Şefaatli, Yerköy ve Musabeyli ile çevrili saha olup, Elmahacılı, Musa Beglü, Aziz Beglü, Yusuf Abdal, Dokuz, Hasancı gibi obalarla Topaç, Erkekli ve İğdeli gibi ekinlikler de bu sahanın içinde bulunmaktadır. 1529-1530 yıllarında küçük bir köy olan Yozgat da bu sınırın içindedir. Ayrıca, Baltı Saray, Yassı Kışla, İğde Kışla, Arık Aşan, Ağça Saz, Dere Kışla, Köse Yusuflu, Ali Şarlu, Sekilü, İsa Hacılu ve Köşler de bu oymağa bağlı olanların yerleşip isim verdikleri yerleşim birimleridir. Salmanlu: Bu oymak Yozgat’ın batısında bulunan Salmanlı’da yerleşmiştir. Ağcalu : Bu oymak Karadere’de yaşamaktaydı. Bu bölgede tamamen Ağcalu’larca doldurulmuş, Aşağı Kanak da bu boya mensup kişilerce iskan edilmiştir. Ayrıca Sokun, Emlak, Karaca Alilü, Hacılar, Hamzalu, Haşer, Çakır ve Gedük’te de Ağcalu obaları bulunmaktadır. Çiçeklü: Bu boy Boğazlıyan çevresinde oturmaktaydı. Zakirlü: Bu oymak Sorgun civarında yaşamakta ve Yayla Hacılu, Ramazanlu, Orhan Hacılu, Emir Gazili ve daha bir çok obalara ayrılmaktadır. Mes’udlu: Bölgenin en eski oymaklarındandı. Buna rağmen pek fazla nüfusu olmayan oymaklardın meydana gelmiştir. Ağça Koyunlu: Bunların kalabalık bir kısmı Gedük’te bir kısım obaları da Kara Dere’de yaşamaktadır. Kavurgalu: Yozgat’ın doğusunda kendi adını taşıyan Kavurgalı Köyü ve çevresinde yaşamaktadırlar. Demircilü: En tanınmış obaları, Sarım Beglü olup, Merkeze bağlı Sarımbey bu obanın adını taşımaktadır. Şam Bayadı: Bunlar Bozok’un sınırları içinde bulunan o zamanki ismi Gedük olan Şar Kışla’da (Sivas) yaşamaktadırlar. Bunlar kış aylarını Halep ve Şam civarında geçirdiklerinden Şam Bayadı adını almıştır. Söklen: Yurtları Yukarı Kanak olup, burada bulunan; Ayrancı, Yağmur Kışlası, Kümbet Kışla, Karaca Üyük, Akarca, Arpalık, Küpeli, Karaevli Kışlası, Dere Yağsın, Alembeg Kışlası, Emirbeg Kışlası, Baraklu, Akbenlü, Çukurviran ve ekinliklerde 1542 - 1543 yıllarında 33 obaya ayrılmış bir halde yaşıyorlardı. Hisar Beglü: Yurtları, Hasbek ve çevresi olup, Hisarbeyli köyü ile Baş Kışla’nın Kışla, Eynelli (Topal Abdal Kışlası), Hasbek, Ozan, Kemal Fakihlü, Ağçadam, Çanakçı, Ramazanlu, Boyalık, Kayacık, Ağıl (Kayalu), Çorak, Edik, Alın Pınarı, Musa Fakih, Çağlalı gibi ekinlikler de bunlara aittir. Karalu: Bu oymak şimdiki Çayıralan İlçesi’nde yaşamaktadırlar. Kara Kötük (Menkeşer), Kozan Hisarı, Yassı Hüyük, Köse Oğlu, Ağçakışla, Sarımbeg Kışlası, Kaya Pınar, Tunuscuk (Turası), Okuçu Oğlu, Kozca Kışla, Göynük Kışla, Kilisecik, Çayır Şeyhi (Çayıralan), İsa Beglü, Anbarlu, Çayır Kışla, Zakiroğlu, Meşhedi, Çura, Kozlu, Boranderesi, Mansur Abdal, Çoban Hacı ve Ak Viran gibi ekinlikler de Karalu’lara aitti. Bugün Yozgat’ın yerli halkı yukarıda belirtilen oymakların neslinden gelmektedir. Zaten, bu bölgede oymak adlarını taşıyan birçok köy ve kasaba hala aynı isimle anılmaktadır. Ancak, Türkçe kökenli olan bazı köy isimleri yabancı isim olduğu zannıyla değiştirilmiş ve yeni isimler verilmiştir. Bölge halkının tamamı Türk olmakla beraber 17. yüzyıldan itibaren doğudan Ermeniler, Yunanistan ve Ege Adalarından da Rumlar gelerek, Anadolu’nun şehir kasabalarında koloniler meydana getirmişlerdir. Bunlar, askerlik yapmadıkları ve azınlık şuuru taşıdıkları için bulundukları yerin en zengin ve müreffeh yaşayan insanları olmuşlardır. Ticari hayatı ve esnaf teşkilatlarının hemen hemen tamamını ellerinde bulundurdukları için yabancı araştırmacıların ilk temas ettikleri kişiler bunlar olduğundan nüfusun çoğunluğunu meydana getirdikleri intibaını vermişlerse de gerçekte böyle değildir. Osmanlı Döneminde Yozgat ve Çapanoğulları Timur’un Anadolu’dan ayrılmasından sonra, Osmanlı şehzadeleri arasında çıkan saltanat kavgalarında Yozgat ve çevresi büyük sıkıntı çekmiştir. Yeniden Osmanlı Devleti’ne bağlanması ancak 1408’de Çelebi Mehmet döneminde olmuştur. 1413’de kesin olarak Anadolu’da Osmanlı hakimiyetini sağlayan Çelebi Mehmet, Yozgat ve yöresindeki devlet hakimiyetini pekiştirmiştir.Yavuz Sultan Selim döneminde Yozgat ve çevresinde “Celal” adında bir Türkmen önderinin çıkarmış olduğu isyan kontrol altına alınmışsa da, Yozgat ve yöresi bu isyandan büyük zarar görmüştür. Kanunî Sultan Süleyman döneminde arazi tahririnin yenilenmesi sırasında, bölgede yine karışıklılar çıkmış, ancak kısa sürede denetim sağlanmıştır (1526). 17. yüzyılın sonlarında devlet tarafından BOZOK’a yerleştirilen Mamalu Türkmen oymaklarından, Çapanoğulları büyük güç kazanmışlardır. 1728’de Çapanoğullarından Ahmet Ağa, Yeniil Has Mütesellimliği’ne getirilmiştir. Bu görevde üstün başarı gösterdiğinden dolayı da, 1732’de de Mamalu Türkmenlerin mütesellimliği görevine yükseltilmiştir. 1741 yılında ise, BOZOK Mütessellimliği görevine atanmıştır.Çapanoğlu Ahmet Ağa, bundan sonraki yıllarda etkinliğini komşu sancaklarda da duyurmuştur. Osmanlı Devleti’nce 1745’de “Kapıcıbaşılı” payesiyle ödüllendirilen Ahmet Ağa, Yozgat ve yöresinde bazı bayındırlık hareketlerine girişerek, halkın desteğini kazanmaya özen göstermiştir. Çapanoğulları, merkezi yönetimle uyum içinde olmayı sürdürmüşler; 1755’de İstanbul’da ortaya çıkan et sıkıntısını gidermek üzere koyun göndermeleri karşılığında BOZOK Sancağı malikâne olarak Çapanoğlu Ahmet Ağa’ya verilmiştir. Böylece, Çapanoğulları Yozgat ve yöresinin tartışılmaz hakimi durumuna gelmişlerdir. Bu tarihten sonra İstanbul’a sık sık Çapanoğulları hakkında yakınma mektupları gitmeye başlamıştır. 1757’de devlet, Çapanoğlu Ahmet Ağa’yı zulümlerine son vermemesi durumunda malikanesinin elinde alınacağını bildirmiştir.Ahmet Ağa 1761’de Sivas Valiliğinin, İstanbul Hükümetince verilmesini sağlamıştır. Bu başarısının verdiği cesaretle Maraş Valiliği’ne de göz dikince hakkında idam fermanı yayınlanmıştır. Ahmet Ağa’nın 1765’de idamından sonra Çapanoğlu Mustafa Bey’in BOZOK Sancağı Mütesellimi oluncaya kadar Çapanoğulları Yozgat ve yöresindeki etkinliklerini yitirmişlerdir. 1768’de mütesellim olan Mustafa Bey, merkezle iyi geçinmeye çalışarak, yapılan savaşlar sırasında devlete asker ve malzeme yardımında bulunmuştur. Çapanoğulları 1772’den sonra Yozgat ve yöresinde yeniden söz sahibi olmaya başlamış, çevredeki diğer ayanlarla mücadeleye başlamışlardır. Çapanoğulları Caniklioğullarına karşı sürdürdükleri mücadeleden başarı ile çıkmışlardır. Mustafa Bey, 1782’de hizmetçileri tarafından öldürülünce, BOZOK Sancağı Mütesellimliği kardeşi Süleyman Bey’e verildi. Osmanlı Padişahları 1. Abdulhamit ve 3. Selim ile iyi ilişkiler kuran Süleyman Bey, 1783’de Çankırı Sancağı Mutasarrıflığı’nı da almıştır. Nizam-ı Cedid Ordusu’nun kurulmasını destekleyen Süleyman Bey, Caniklioğulları ile üstünlük mücadelesini sürdürmüş, 3. Selim’in tahttan indirilmesiyle durumu sarsılmış ise de, Alemdar Mustafa Paşa’nın, 3. Selim’in yerine geçen 4. Mustafa’yı tahttan indirmesiyle eski konumunu yeniden kazanmıştır. Süleyman Bey, 1808’de İstanbul’da toplanan ayan arasında yer alarak, Sened-i İttifak’ı imzaladı ve Sekban-ı Cedid askerini kendi hakimiyet bölgesinde örgütlenmeye başlamıştır. Süleyman Bey, 1813’te öldüğünde güçleri doruğa ulaşmış olan Çapanoğulları, kendilerine mukataa olarak verilen; BOZOK, Amasya, Şarki Karahisar, Sivas, Kayseri, Maraş, Antep, Halep, Rakka, Adana, Tarsus, Konya Ereğlisi, Niğde, Nevşehir, Kırşehir ve Ankara’da büyük bir nüfuza sahip olmuşlardır. Çapanoğulları’ndan Mehmet Celaleddin Paşa, 1842-1846’da kısa sürelerle BOZOK ve Kayseri Kaymakamlığına atanmıştır.1849’dan sonra yönetim kademelerinden iyice uzaklaştırılan Çapanoğulları, büyük servetleri sayesinde,özellikle ekonomik alandaki güçlerini XX. yüzyılın başlarına kadar sürdürmüşlerdir. Kurtuluş Savaşında Yozgat Yozgat, ülkemizin, mütareke ve milli mücadele yıllarında adını önemle duyuran iller arasında yer almaktadır. Yozgat (Bozok) bu dönemde, yabancı güçlerin işgaline uğramamasına rağmen tanık olduğu ve Kuva-yı Milliye’yi hayli zor durumda bırakan bir isyan nedeni ile ön plana çıkmıştır. Yozgat, Kurtuluş Savaşı’nda merkezi Ankara’da bulunan 20. Kolordu’nun denetimi altında bulunmaktaydı. Gerek Yozgat’ın yeni Mutasarrıfı Necip Bey, gerek se Ankara Valisi Muhittin Paşa’nın Kuva-yı Milliye hareketi karşısındaki olumsuz tutumları ve engellemeleri nedeniyle, Sivas Kongresi günlerine kadar Yozgat’ta direnişle ilgili önlemli bir gelişme olmamıştır. Ancak, Muhittin Paşa’nın 19 Eylül 1919’da Kuva-yi Milliye’ce tutuklanması Necip Bey’in de 20 Ekim 1919’da Heyet-i Temsiliye’nin isteği üzerine görevden alınmasıyla bu durum değişmiştir. Anadolu’nun her yanında olduğu gibi, Yozgat’ta da Milli Mücadele’ye yönelik örgütlenmeye gidilmiştir. Kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Yozgat Şubesi’nin başına Başçavuşzade Ahmet Efendi getirilmiştir. Şubenin diğer Yönetim Kurulu üyeleri arasında Müftü Hulusi Efendi, Çapanoğlu Edip ve Celal Bey’ler de yer almışlardır. Ancak, yönetim kurulunun kendi içerisinde bir beraberlik oluşturamadığından dolayı, yönetim kurulu üyeleri özellikle de Mehmet Hulusi Efendi’yle Celal ve Edip Bey’ler arasındaki sürtüşme Milli Mücadele’nin yazgısını etkileyecek ölçüde sonuçlar doğuran “Çapanoğlu İsyanı”nın da nedenlerinden birisini oluşturmuştur. Cumhuriyet Döneminde Yozgat Yozgat, Cumhuriyet öncesi kurulan altmış vilayetten birisi olup, başlıca kaza merkezleri; Merkez, Akdağmadeni ve Boğazlıyan’dan ibarettir. Uzun süre “Bozok” adını taşıyan İl, Yozgat Milletvekillerinden Süleyman Sırrı İÇÖZ’ün 25 Haziran 1927 tarihli teklifi üzerine “Yozgat” adını almıştır.Daha sonra Sorgun’un da ilçe olmasıyla ilçe sayısı merkez dahil dörde çıkarılmıştır (1928). Yozgat’ın, bu dönemde dört ilçe ve 10 ‘u nahiye olmak üzere toplam 636 yerleşim yeri mevcuttur. Zamanla yeni ilçeler kurulmuş ve ilçe sayısı merkez ilçeyle birlikte 9 olmuştur.B u ilçeler; sarasıyla; Merkez, Akdağmadeni, Boğazlıyan, Sorgun, Çekerek, Şefaatli, Sarıkaya, Çayıralan ve Yerköy’dür.1990 Yılında çıkarılan bir kanunla; Aydıncık, Çandır, Saraykent, Kadışehri ve Yenifakılı da ilçe olunca ilçe sayısı merkez ilçeyle birlikte 13 rakamına ulaşmıştır.Yozgat halen, idari açıdan; 14 ilçe ve 65 belediye olmak üzere toplam 684 yerleşim yerinden ibarettir. Ermeni Faaliyetleri ve Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey Yozgat’ta faaliyet gösteren Ermeniler 1886’da kurulan Hınçak Komitesi’nin direktifleri ile hareket ediyorlardı. Ermenilerin Yozgat’ta en fazla faaliyette bulundukları yer ise Boğazlıyan Kazası’ydı. Propagandalarına haklılık kazandırmak ve taraftar toplamak için Türkler aleyhine hayali tehcir davası açan Ermeniler bu faaliyetlerini, Yozgat Mutasarrıfı olan Leon Efendi kanalıyla İngilizlere de aktarmışlar, İstanbul Hükümeti üzerinde baskı kurmaya çalışmışlardır. Hınçak Komitesi’nin Orta Anadolu’da faaliyet gösteren merkezi Merzifon’du. Merzifon “Küçük Ermenistan İhtilal Merkezi” adını almıştı. Komitenin reisi ise Merzifon’daki Amerikan Koleji’nde öğretmenlik yapın Karabet Tomayan ve sekreteri de yine aynı okulda öğretmen olan Ohannes Kayayan’dı. Bu öğretmenlerin her ikisi de Protestan Ermeni idiler. Söz konusu bu kişilerle beraber Protestan vaizi Mardiros faaliyete geçmek için önce Çorum, Burhaniye, Sivas, Tokat ve Amasya’yı gezerek Ermenilere telkinlerde bulunmuşlar, yaptıkları konuşmalarda 1877 - 1878 Osmanlı - Rus harbi sırasında Ermenilerini katledildiğini ileri sürerek mevcut Ermenilerin birleşmelerini istemişlerdir. Ayrıca, yabancı devletlerin dikkatini çekmek için de çeşitli olaylar tezgahlamışlardır. Maddi yönden oldukça güçlü olan ve oluşturdukları dayanışma sonucu silahlanan Ermeniler çeteler oluşturarak Anadolu’nun ve Yozgat yöresinin içinde bulunduğu kötü durumdan da faydalanarak soygun ve talan işlerine girişmişlerdir. Onların bu soygun ve talan hareketlerinin amacı karışıklık çıkararak dikkatleri üzerlerine çekmekti. Ermenilerin bu faaliyetlerinin artması üzerine çekmekti. Ermenilerin bu faaliyetlerinin artması üzerine, Osmanlı Devleti 14 Mayıs 1915’te 3 maddeden oluşan “Tehcir Kanunu”nu çıkarmıştır. Bu kanuna göre; 1- Savaş vaktinde ordu, kolordu ve tümen komutanları ve bunların vekilleri ile müstakil mevki komutanları ahali tarafından herhangi bir surette hükümet emirlerine ve memleketin savunmasına ve asayişin korunmasına dair işlere ve tertiplere karşı muhalefet ve silahla tecavüz ve direnme görülürse hemen askeri kuvvetle bastırılması ve tecavüz ve mukavemeti yok etmeye mezun ve mecburdur. 2- Ordu ve müstakil kolordu ve tümen komutanları askerlik icaplarından dolayı veya casusluk ve hıyanetlerini sezdikleri köyler ve kasabalar ahalisini tek tek veya toplu diğer mahallere sevk ve iskan ettirebilirler. 3- Bu kanun çıktığı günden itibaren muteberdir. Osmanlı Devleti’nin çıkardığı bu kanunu da dinlemeyen Ermeniler 2 Eylül 1915’te Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesine bağlı köyleri yine ateşe vermişler, duruma müdahale etmek üzere bölgeye jandarma kuvvetleri gönderilmiş ancak, Ermeniler Jandarmalara da ateş açmışlardır. Durum, zamanın İçişleri Bakanlığı’na bildirilmiş, Bakanlık da bir telgraf emri ile buradaki Ermenilerin 24 saat içinde bölgeden çıkarılarak Suriye istikametine sevk edilmelerini emretmiştir. Bu olayların meydana geldiği sırada Boğazlıyan ilçesinin kaymakamı Kemal Bey’di. Kemal Bey, bu emir üzerine Jandarma Komutanı ile birlikte verilen emri yerine getirmiştir. Yıllardan beri Türk vatanını parçalamaya çalışan ve her türlü hareketi gayeleri için meşru sayan Ermeniler, Mondoros Mütarekesi’ni takip eden günlerde gadre uğramış insanlar pozunda ortaya atılırlar. Kendilerini sürgüne tabi tutanların cezalandırılmasını isterler. Bu isteklerin Mister Brown’un telkiniyle Padişaha da kabul ettirirler. Durumun yatıştırılması için suçlu aranmaya başlanır. Bu suçlulardan birinin de Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey olduğu kanaatine varılır. Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili Kemal Bey, Ermeni tehcirinde görevini kötüye kullanarak ölümlere sebep olduğu iddiasıyla, idamla yargılanır. Mahkemede çoğunluğunu Ermeni komitecilerin teşkil ettiği ve İngiliz Yüksek Komiserliği’nin , Rum - Ermeni Şubesinin temin ettiği birçok yalancı şahit çıkararak akıl ve mantığın kabul etmediği bir sürü suç uydurarak, Kemal Bey’in aleyhinde şahitlik yaparlar. Bunun üzerine, mahkemede sanık sandalyesinde bulunan ve avukatlığını Saadettin Ferit Bey’in yaptığı Kemal Bey şu tarihi savunmayı yapar: “Düne kadar hakimler heyeti halinde olan sizler, şu dakikada bir tarih mahkemesi sıfatını almış bulunuyorsunuz. Ermeniler tarafından öldürülen dindaşlarının ve soydaşlarının matemi Müslümanların yüreklerinin sızlattığı ve her gün gelen kara haberlerin halkı tahrik etmekten geri kalmadığı malumdur. Ermeniler ise, Rus Ordularının kah önüne geçerek, kah arkasında kalarak, ekseriya memleketin asker kuvvetinden mahrum kalmasına güvenerek facialar meydana getirmekten çekinmiyorlardı. Yozgat Vilayeti dahilinde sevk edilen bazı Ermeni - Muhacir kafilelerine, Ermenilerin Müslümanlara reva gördükleri facialara şahit olmuş, bazı asker kaçaklarının tecavüzü ihtimal dahilindedir. Ancak, savaşta yenilişimizin aleyhimizde meydana getirdiği hezeyanı durdurmak maksadıyla iddia makamının da isteği üzerine, kurbanlar verilmesi bir siyaset icabı sayılıyorsa, bu kurban, ben olamam. Siz kurban seçmekte değil, ancak hak ve adaletle hüküm vermek vicdani görevini taşıyan bir yüksek heyetsiniz. Mutlaka kurban aranıyorsa, herhalde bu işlerin tertipçisi ve idarecisi olarak benim gibi küçük bir memur bulunacak değildir.” Kemal Bey’in bu sözlerden sonra yalancı şahitler, hiç olayları gerçekmiş gibi anlatarak Kemal Bey’i iftira yağmuruna tutarlar. Bu iftiralar karşısında Kemal Bey şöyle söyler: “Hepsi yalandır, uydurmadır. Reis Paşa, ben ne bunların söyledikleri Keller köyüne gittim ne de oradan geçtim. Burada vuku bulduğunu iddia ettikleri cinayetlerden de haberim yok. Hele parmaktan çıkmayan yüzüğü almak için kol kesmek; rica ederim. Bu vahşeti kim yapar? Bu derece şem’i bir işi yapacak bir insan tasavvur edemiyorum. Esasen, birini ispat edemezler. Çünkü, hepsi iftiradan ibarettir. Benim haberim olmadan bir şey olmuşsa bilemem. Fakat bu ana kadar bu mevzuda hiç bir şikayetçi gelmemiştir. İlk defa burada Mahkeme huzurunda bu şikayetlerle karşılaşıyorum.” Mahkeme bu şekilde devam ederken, İngilizler ve Ermeniler Kemal Bey’in asılması için Mahkeme Başkanı Hayret Paşa’ya baskı yaptıklarından, Hayret Paşa istifa etmiş yerine “Nemrut” lakabıyla anılan Mustafa Paşa getirilmiştir. Nemrut Mustafa Paşa önceden verilmiş bir emri yerine bir memur tavrıyla mahkemeyi sonuçlandırarak 8 Nisan 1919’da Kemal Bey’i idama mahkum eder. Önceden hazırlanmış olan bu idam kararı tasdik edilmek üzere saraya gönderilir. Padişah Sultan Vahdettin, “Ferit Paşa Millet ile Padişah arasına siyah bir perde çekti” diyerek, bu kararı imzalamaz. “İş intikam ve bilahare mukatale şeklini alabilir. Yolun şimdiden önünü kesmek üzere fetva-yı şerife talebine mecbur oldum” der. Seyhülislam Mustafa Sabri “Divan-Harb-ı Örfi tarafından idama mahkum edilen Kemal’ın mahkemesi hak ve adle muvafık bir surette icra edilmiş olduğu takdirde, hakkında sadır olan hükm-i idamın derun-i varakada muharrer fetva ve mükul-i şer’iyeye muvafık olduğu veraste-i arzdır” şeklinde bir fetva verir. Bu şekilde verilen fetva ile Ermenilere kısas hakkının verilmiş olması gibi garip bir adalet ölçüsü ve İngilizlerin baskısı ile Türk Hükümeti ve İslam Müftüsü bir Türk-İslam vatanseverinin idamını tasdik ettiler. Cezası infaz edilmek üzere İstanbul’a getirilmiş olan Mehmet Bey, Bekir Ağa Bölüğü’nden alınarak cezasının infaz edileceği yer olan Beyazıd Meydanı’na getirilir. Kemal Bey’in asılacağını duyan bütün İstanbullular ve bilhassa vatanseverler Beyazıd Meydanı’ndan toplanırlar. Kemal Bey’e idam sehpasının önünde son sözünü ne olduğunda, o halka şöyle der: “Sevgili vatandaşlarım, Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum. Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet” Kemal Bey’in bu sözlerine katılan halk da aynen cevap vererek, “Kahrolsun böyle adalet” diye bağırmaya başlamışlardır. Kemal Bey, bu son sözlerine devam ederek: “Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk Milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Allah, vatan ve milletimize zeval vermesin. Amin. Borcum var, servetim yok üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın Millet...” Kemal Bey’in idam hadisesi, İngilizlerin hiç beklemediği şekilde büyük tepki ile karşılanır. Kemal Bey’in cenazesi vasiyeti üzerin, Kadıköy Kuşdili Çayırı’ndaki oğlunun mezarı yanına gömülmesi için, ailesine teslim edilir. Kadıköy’de büyük bir cenaze töreni yapılır. Tabut, Karaköy İtfaiye Karakolu önünden geçerken bir manga asker bayrağı yarıya indirerek selam durur. Alışılmışın dışında, tabut eller üzerinde defnedileceği yere kadar götürülerek, 10 Nisan 1919 Perşembe günü akşam üzeri toprağa verilir. Kemal Bey’in üzerinde çıkan vasiyeti tarihe bir belge olarak kalacaktır. “Merhum sevgili oğlum Adnan’ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdilli Çayır’ndaki kabristanda yavrumun yanına gömülmemi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköy’ünde sakindirler. Teyzemin adresi Mühürdar Caddesinde 67 numaralı hanedir. Adı İsmet Hanım’dır. Defin masrafı teyzeme tevdi buyurulmalıdır. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: Millet ve Memleket uğruna şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’in ruhuna fatiha. Perişan zevcem Hatice’ye, yavrularım Müzehher ve Müşerref’e muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyurulmasını vatandaşlarımdan beklerim. Babam, Karamürsel Aşar Memur-u Sabıkı Arif Bey de acizdir. Kardeşim Münir de kimsesizdir. Bunlara da muavenet olunursa, memnun olurum. Türk Milleti ebediyyen yaşayacak, Müslümanlık asla zeval bulmayacaktır. Allah, millet ve memlekete zeval vermesin. Fertler ölür, millet yaşar. İnşaallah Türk Milleti ebediyete kadar yaşayacaktır.” (30 Mart 1335 Boğazlıyan Kaymakam - Sabıkı Kemal) Millet O’nu unutmadı; TBMM 14 Ekim 1922’de çıkardığı özel bir kanunla “Milli Şehit” olarak kabul etti. Boğazlıyan’da bir mahalle ve bir okul “Milli Şehit”in adını taşımaktadır.
-
Amasya Görüşmeleri Ve Protokollar Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin istifası üzerine yerine yeni hükümeti kurmakla Ali Rıza Paşa görevlendirilmişti. Mustafa Kemal Paşa Ali Rıza Paşa'ya hemen bir telgraf çekerek yeni hükümetin Erzurum ve Sivas kongrelerinde oluşan millî teşkilat ve amaçlara saygılı olması halinde Kuva-yı Milliye'nin yardımcı olacağını bildirmiş, yeni hükümetin Meclisin açılıp denetim görevine başlamasına kadar milletin mukadderatıyla ilgili herhangi bir taahhüde girmemesini barış konferansı için millî davayı kavramış, güvenilir delegelerin seçilmesini istemişti. Böylece Temsil Heyeti'yle Kuva-yı Milliye'nin etkisiyle kurulmuş yeni hükümet arasında ortak bir görüş oluşturabilmek amacıyla karşılıklı yazışmalar başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa Harbiye Nazırı Cemal Paşa'nın yeni hükümetin kendisiyle aynı fikirde olduğuna, millî iradenini egemenliğini kabul ettiğine dair telgrafı üzerine 7 Ekim 1919'da Temsil Heyeti adına bir bildiri yayınlamış, milletle hükümet arasında tam bir anlaşma sağlandığından resmî haberleşme yasağının kaldırılmasını bildirmişti. Taraflar arasında süren yazışmaların sonucunda iki tarafın daha yakından görüşmek, ayrıntılar üzerinde anlaşabilmek için Amasya'da bir araya gelmeleri kararlaştırılmıştı. Amasya Görüşmeleri 20-22 Ekim 1919 tarihleri günlerinde Temsil Heyeti adına Mustafa Kemal Paşa, Rauf ve Bekir Sami Beylerle İstanbul Hükümeti adına Bahriye Nazırı Salih Paşa arasında cereyan etti. Görüşmelerin sonunda iki taraf arasında üçü açık ve imzalı, ikisi gizli ve imzasız beş protokol yapıldı. Birinci protokol Salih Paşa'nın isteklerini kapsıyordu. Bunlar, ordunun siyasetle uğraşmaması, İttihatçılığın tekrar uyanmaması, hükümeti küçük düşürecek müdahelelerden kaçınılması, teşkilata muhalefet ettikleri için tutuklananlar varsa bırakılmaları, tehcir suçlularının cezalandırılmaları, savaşa katılmamızın haklı nedenlere dayandığı yolundaki düşüncelerin gizli tutulması, seçimlerin serbestçe yapılması, asayişi bozacak hallere meydan verilmemesi, hükümetin ne lehinde ne de aleyhinde bir şey yazılmaması gibi isteklerden oluşmuştu. İkinci protokolde kararlaştırılan başlıca hususlar özetli şöyleydi: 1. Millî Meclis'in vereceği en son karara uyulması şartıyla en az daha önce kararlaştırılmış sınırların korunması (vatanın bütünlüğü ve bölünmezliği ilkesi kabul edildi). 2. Gayrimüslim azınlıklara siyasî egemenliğimizi ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıkların tanınmaması. 3. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin İstanbul Hükümeti'nce tanınması. 4. Millî Meclis'in İstanbul'da toplanmasının doğru olmadığı, barış sağlanıncaya kadar geçici olarak Anadolu'da hükümetin uygun göreceği bir yerde toplanması. Salih Paşa, Meclisin İstanbul'da toplanmasının doğru olmadığı fikrine kişisel olarak katıldığını, hükümet adına söz veremeyeceğini belirtmiş, bu fikri hükümet üyelerine kabul ettirmek için elinden geleni yapacağını, başarılı olamadığı takdirde hükümetten çekileceğini söylemişti. Üçüncü protokolde Temsil Heyeti'nin seçimlere müdahale etmemesi, ancak İttihatçıların ve tehcirle ilgili olanların seçilmemelerini telkin etmesi, Hristiyanların seçimlere katılmalarının sağlanarak temsil gücünün ülkeyi kapsadığının gösterilmesi kararlaştırılmıştı. Görüşmelerin tamamlanmasından sonra İstanbul'a dönen Salih Paşa, Meclis'in İstanbul dışında toplanmasıyla ilgili görüşünü hükümete kabul ettirememiş, hükümetin bu konudami görüşünü Harbiye Nazırı Cemal Paşa Mustafa Kemal Paşa'ya bildirmişti. Salih Paşa da buna Kanun-i Esâsî'nin engel olduğunu ileri sürmüş ve hükümetteki görevine devam etmişti. Mustafa Kemal Paşa Ali Rıza Paşa Hükümeti'nden memnun olmamakla beraber Meclisin açılıp görevine başlamasına kadar hükümeti desteklemeye karar vermişti. Bundan amaç, Anadolu'ya daha ters bir hükümetin kurulmasına meydan vermemekti. Sonuç olarak Amasya görüşmeleri millî bir harekete önemli kazançlar sağladı. İstanbul Hükümeti böyle bir görüşmeye istekli olmak ve katılmak suretiyle millî hareketin ve onun temsilcisi Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin varlığını ve gücünü kabul etmiş oldu. İtilaf Devletleri isteklerini sadece İstanbul Hükümeti'nce kabul ettirmekle amaçlarına ulaşamayacaklarını gördüler. Daümat Ferit Paşa Hükümeti'nin istifası Kuva-yı Milliye'nin saygınlığını yükseltmiş, Millî Mücadele'ye katılanların sayısını artırmıştı. Şimdi de yeni hükümetin bir üyesini amasya'ya, Kuva-yı Milliyecilerin ayağına kadar göndermesi bu süreci daha da hızlandırmıştı.
-
Türk ölmedi yaşıyor!.. (Hasan Tahsin) Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra, Yunan ordusunun İzmir'e çıkacağı söylentileri dolaşıyordu! Hasan Tahsin bunun üzerine Hukuk-u Beşer gazetesinde bir makale yayımlar! Namus Uğruna ismini taşıyan bu makaleden alıntı... "Korkmuyoruz gelsinler. Hatta Masum Türk'e kastı olan bütün dünya gelsin. Süngüleriyle zaten kanayan yaramızı deşsinler. Toplarıyla evlerimizi, kuvvetlerimizi yıksınlar, alt üst etsinler, parçalasınlar! Ama asla unutmasınlar ki, Türk ölmedi, yaşıyor. Ve burayı Yunan'a vermeyecektir. Hatta silahlarımız olmasa bile, direnen ruhumuzla, çoşkun kanlarımızla, sökülmeyen dişlerimizle bile bu ülkeyi savunacağız! Namusumuzu, gururumuzu, ailelerimizin, yavrularımızın, kadınlarımızın namuslarını kurtaracak, koruyacağız. Hayır, hayır, üzülmeyelim... Biz ölmedik, yaşıyoruz... Bu memlekete göz diken kuvvetleri yakacak, eritecek ateşimiz, hem de pek bol!..." Mondros Ateşkes Antlaşması 7. Madde: İtilaf Devletleri, güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır. Bu maddeyi öne sürerek Yunan ordusu İzmir'i işgal etme kararı alıyor. Tabi Avrupa'nın şımarık çocuğu (!) bu kararı tek başına almadı! 13 Mayıs 1919'da İngiliz, Fransız, Amerikan, Yunan donanmaları İzmir Limanı'na demir attı! 15 Mayıs sabahı Yunan Askerleri karaya çıkmaya başladı! Hiçbir dirençle karşılaşmadan ilerleyen Yunan ordusunu Hasan Tahsin askeri otelin karşısındaki çınarın dibinde izliyordu! Elini çınar ağacına dayadı! Her zaman küçük kardeş diye andığı tabancasının kabzasını sinirli parmaklarıyla sıktı; sonra da cebindeki bombayı yokladı! Hiçbir direnç göstermeden, işgalci düşman askerinin böyle suskunca karşılanmasına tahammül ederek haykırmaya başladı! "Ellerini, kollarını sallayarak mı girecekler? Olmaz... Olmaz ki... Sonunda ölüm var.... Kan var... Bunu anlamalılar!" Tabancasını Yunan bayraktarına doğru ateşledi! Yunan bayraktarı alnının çatından kurşunlanmıştı! Bunu beklemeyen Yunan ordusu büyük bir paniğe kapıldı! Yunan askerleri sağa sola kaçışmaya başladı! Bu panikten yararlanan Hasan Tahsin yan sokaklardan birine sapmıştı! Gerekirse tabancasında kalan son kurşunlarla, daha sonra da bombasını atarak kendini savuna koruya çekile çekile bağlara bahçelere dalacak, oralarda kurcağı örgütlerle düşmana karşı direnecekti! Yunanlılarda ilk kurşunun yarattığı şaşkınlık çok sürmedi. Ateş edenin bir kişi olduğunu anlayınca Yunanlılar toparlanıp karşı saldırıya geçtiler! Hasan Tahsin anca 200 metre kadar gerilemişti ki, bayrak mangası da onu izlemeye başladı! Hasan Tahsin hem ateş ediyor hem de çekiliyordu! Tabancasında mermi kalmayınca bombasını da ateşleyip fırlarttı! Bomba Yunan ordusunun ortasında patladı; ama tam o sırada bir efzun mangası sokağa başka bir yönden girmişti! Hasan Tahsin sonuna dek düşmanla vuruşmuştu! Bir evin penceresinden ağlayarak kendisine bakan bir Türk anasına: "Nine, işte sen de gördün ya... Yarın tanrı katında tanığım ol; kurşunum tükendi de ondan geriliyorum..."!!! Bunlar Hasan Tahsin'in son sözleri oldu! Efzun mangası Hasan Tahsin'i yaylım ateşine tuttu! 31 yaşındaki Hasan Tahsin, namus uğrunda düşmana ilk kurşunu attıktan sonra işte böyle şehit edildi!
-
Çanakkale'de Kaybolan Tabur Çanakkale Savaşı insanlık tarihinin kaydettiği en büyük savaşlardan biridir. 8,5 ay boyunca Boğazın iki yakası adeta bir yeryüzü cehennemine dönüşmüştü. Bu savaşta yarım milyondan fazla asker hayatını kaybetti. Sadece İngiliz ordusunun kaybı 34.000 askerdi. Bu gün bunların 27.000'inin mezarı vardır. Yani kaybolan İngiliz askerlerinin sayısı 7000 civarındadır. Fakat savaş bittikten sonra hepsi değil, özellikle 267'si arandı durdu... Tarih: 10 Ağustos 1915 Yer: Çanakkale Olaya Şahit Olanlar: Yeni Zelandalı Askerler Olayı Rapor Edenler: istihkam Eri Künye No: 4/165 F. Reichard, istihkam Eri Künye No: l 3/416 R. Nevnes ve Künye Numarası verilmeyen istihkam Eri J.L. Newman Olayın Alındığı Yer: "Râtselhafte Phanomene" Dergisi Sayı: 64 İngilizler askeri tarihlerinin en büyük yenilgilerinden birine adım adım yaklaşıyorlardı... İngiliz komutanı Sir Hamilton, korkunç bir yenilgiye uğrayacağını sezmiş, savaşı kazanmanın tek şansını, taze kuvvetlerle birlikte yapılacak büyük bir saldırıda görmüştür. Kraliyet Norfolk Alayı, taze kuvvetlerin bir parçası olarak 29 Temmuz 1915'de İngiltere'de gemilere bindirildiler. Ve Çanakkale'ye doğru yola çıktılar. Savaşta her şey olabilirdi ama Norfolklular, Çanakkale'de başlarına gelecek olayı asla düşünemezlerdi... Sir Hamilton, Tekke ve Kavaktepeleri'ne bir gece karanlığında ani ve hızlı bir saldırı yapmayı planlamıştı. Bu is için 12 Ağustos gecesi 54. Tümen ilerlemeye başladı. İçlerinde Norfolklular'ın Tugayı da bulunuyordu. Tepelerin yamacına kadar gelecekler ve şafak sökerken saldırmak üzere hazırlanacaklardı. Fakat, gece yürüyüşünün yapılacağı Küçük Anafartalar Ovası denilen yerde, Türk askerlerinin pusuya yattığı zannediliyordu. Bu yüzden Norfolklular'ın bir Tümeni önden giderek yolu açmak amacıyla, l 2 Ağustos öğleden sonra harekete geçti. Bu öncü Tümen'in ilerleyişi, tam bir bozgunla sonuçlandı. Gelibolu Savaşı'nda İngilizlerin gösterdiği şaşkınlık ve beceriksizliğin tipik bir örneğini verdiler. Öğleden sonra, saat 4'de topçu desteği başlayacaktı ama 45 dakikalık bir gecikme oldu. Haberleşme hatası yüzünden gecikmeyi öğrenemeyen topçu desteği gereksiz yere, saatinden önce ateşe başladı ve boşuna ateş gücünü harcadı. Savaş alanı hiç incelenmemişti, İngiliz komutanlarının, arazi hakkında bilgileri yoktu. Hedefleri hakkında tam bir karara varamamışlardı. Haritaların çoğu son anda çalakalem çizilmişti ve yarımadanın diğer tarafını gösteriyordu. Ayrıca Türk kuvvetlerinin gücünden de habersizdiler. 163. Tümen, gün ışığında çıplak ovayı geçmeye çalışmanın bariz bir hata olduğunu anladığında, ancak 900 metre kadar ilerleyebilmişti. 4. Norfolk Taburu onların gerisindeydi. Türkler'in direnci, İngilizlerin tahmin ettiğinden çok daha büyüktü. İngiliz Tümeni'nin büyük bir kısmı yoğun makinalı tüfek atışı altında kaldığı için, olduğu yerde çakılmıştı. Ancak sağ tarafta yer alan 5. Norfolk Taburu daha az bir mukavemetle karşılaştığından ilerlemeye devam etti. Esrarengiz Bulutun İçine Doğru... İşte, tam bu sırada, 22 kişilik Yeni Zelanda sahra birliğinin gözleri önünde, Norfolk Alayı'nın 4. Taburu'na bağlı askerler, karşılarındaki tepeye doğru yürümeye başladılar. Tepenin üzeri, ekmek somunu şeklinde beyaz bir bulutla kaplıydı, İngiliz askerleri, yavaş yavaş tepeye yaklaştılar ve bulutun içinde gözden kayboldular. Bulut yüzünden askerler görülmüyordu. Son asker de bulutun içine girdikten sonra, beyaz bulut yavaşça havalanmaya başladı ve rüzgarın aksi yönüne doğru hareket etti. Bulutun hareket etmesiyle birlikte tepenin üstü de, görüş alanına açılmıştı. Ama 4. Norfolk Taburu'ndan hiç bir asker tepede görünmüyordu!... Komutan Hamilton, İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener'e gönderdiği telgrafta, olaya şöyle anlattı: "Savaş sırasında, 163. Tümen her bakımdan üstün olduğu bir anda, çok. garip bir şey meydana geldi... Türkler'in zayıflamakta olan kuvvetlerine karşı, Albay Sir H. Beauchamp, cesur ve kendinden emin bir subay olarak büyük bir gayretle, hızla ilerledi ve savaşın en önemli kısmı böyle başladı. Mücadele iyice kızışmış ve iyice karışmıştı. Albay, 16 subayı ve 250 askeriyle önüne düşmanı katmış, hızla ilerlemesine devam ediyordu... Daha sonra bunlardan hiç bir haber alınamadı. Ormanlık bölgeye hücum ettikten sonra gözden kayboldular ve sesleri de duyulmadı, içlerinden hiç biri geri dönmedi." 267 kişi hiçbir iz bırakmadan kaybolup gitmişti... Savaş sonunda bu Tabur kayıp ilan edildi. 1918 yılında Anadolu işgal edildiğinde, İngiltere'nin ilk talebi, bu Tabur'un iadesi olmuştu. Buna karşılık Türkler böyle bir Tabur'un varlığından haberdar olmadıklarını bildirmişlerdi. Bu Olayın Sonunda Yenilgi Kaçınılmaz Oldu O gün, öğleden sonra başlayan ilerleyişin başarısızlıkla sonuçlanması, Sir Hamilton'ın savaşı kendi lehine döndürme ümidini de yok etmişti. Böylece, 1915 yılı sonunda Müttefik Kuvvetler, geri çekilerek, büyük bir yenilgiye uğradılar. Gelibolu Savaşı, 8,5 ay sürdü ve 46.000 askerin ölümüyle sonuçlandı. O zamanın savaşları için, bu korkunç bir rakamdı... 50 yıl sonra... Çanakkale Savaşı'nın bitmesinden 50 yıl sonra, olayın görgü tanıklarından üç Yeni Zelandalı asker ortaya çıktılar ve çok önemli bir açıklama yapmak istediklerini bildirdiler: "Aşağıda anlatılanlar, 12 Ağustos 1915 tarihinde meydana gelmiş garip bir olayın dökümüdür..." sözleriyle başlayan bir rapor sundular. Raporda bu garip olayın ayrıntıları, tüm açıklığıyla anlatılmıştı. Raporlarını: "...Olayın 50. yılında, geç de olsa, aşağıda imzası olan bizler, anlattığımız bu olayın kelimesi kelimesine doğru olduğunu beyan ederiz" sözleriyle bitiriyorlardı... Olaya Dünya Basını'nda Geniş Bir Şekilde Yer Verildi Bu savaşta hayatta kalanlar, yaşadıklarını hiç bir zaman unutmadılar. Hatıralarını gelecek kuşaklara anlattılar. Savaşın tarihi yazıldı. Ölenlerin, yaralıların, kaybolanların sayısı tespit edildi. Şimdi o yılları yaşayan çok az sayıda insan kaldı... O yıllarla ilgili unutulmayan pek çok şey oldu... Fakat tek bir şey, özellikle unutulmadı. O da, Norfolk alayının garip bir şekilde kaybolan askerleriydi...
-
Arkadaşlar Onbaşı Seyit Ali 700 kilogram küsür mermiyi topa yerleştirerek ateşlemiş ve düşman gemisini batırmıştır.Bu olaydan sonra Fransızlar fotoğraf çekmek için oraya gelirler.Seyit Onbaşı'ya fotoğraf çekmek için 700 kilogram küsür mermiyi verirler.Seyit Ali kaldıramaz mermiyi.Tekrar dener kaldıramaz,bir daha dener kaldıramaz ama savaşta kaldırmıştır.İşte arkadaşlar telaş anında insanın gücünün hangi noktaya çıktığını bu örnekle anlıyoruz. Şimdi diyosunuzdur ki Onbaşı Seyit Ali madem fotoğraf çekilirken mermiyi kaldıramamış elindeki ne?? Bu soruyu sormakta çok haklısınız arkadaşlar Seyit Onbaşı'nın elindeki mermi sahte bir mermidir.Fotoğraf çekilirken mermiyi kaldıramayınca hemen tahtadan bir sahte mermi yapılır ve Seyit Onbaşı'ya verilir. İşte arkadaşlar Türk Milletinin gücü... Tek başına 700 kg. küsür mermiyi kaldırarak gemiyi batıran Seyit Onbaşı'mızı lütfen saygıyla analım.Bu güç vatan ve millet sevgisinden başka hiçbirşeyden kaynaklanamaz. NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE!!!!
-
çanakkalede kurtuluş savaşıyla ilgili yapmış olduğum bi araştırma sırasında insanın tüylerini ürberten ağlatan hikayelerden sadece biridir bu anlatacağım.... kurtuluş savaşı sırasında nöbet bekleyen mehmetçiğin ortalığın durgun oldugu bi zamanda banyo yapması gerekiyormuş fakat nöbet yerini bırakıpta gidemiyomuş... Derken gecenin bi vakti karşıdan birinin geldiğini görmüş ve silahı gelen şahsa dogrultup kim oldugunu sormuş...Gelen yaşlı bi kadınmış...mehmetçikle konuşmaya başlayan kadın mehmetçiğe 'sen yorulmuşsundur oğul git bi banyo yapta gel ' der mehmetçikte bunun üzerine "vatanı kim bekleyecek ana " der kadın mehmetçiye" sen banyo yapıp gelinceye kadar ben vatanı beklerim oğul gözün arkada kalmasın" der bunu üzerine mehmetçik koşar adımlarla banyo yapmaya gider... o sırada nöbet yerlerini teftişe çıkan komutan askerin yerinde olmadıgını farkeder. yavaşça askerin nöbet tuttugu yere doğru gider... o sırada askerin tüfeğinin havada olduğunu fakat etrafta kimsenin olmadığını görür.silahı almaya çalışır fakat başaramaz... en sonunda kılıfından çıkardığı tabancasıyla tüfege iki el ateş eder.derken tüfek yere düşer. komutan orada nöbet tutan askerin bulunmasını ister.askeri aramaya çıkan askerlerden biri gördügü manzaraya inanamaz.nöbetçi asker kalbinin üstüne aldığı iki kurşun yarasıyla olduğu yerde uzanmaktadır... görüyorsunuz ya bu vatanın hala bekleyen bekçileri var üstelik biz bunu hayattayken bile yapamıoken.... yorumlar size ait arkadaşlar ben bana anlatılanı aynen olduğu gbi size aktardım...
-
Sivas Kongresi 4 Eylül 1919'da Mustafa Kemal Paşa'nın davet sahibi sıfatıyla başkanlık kürsüsünden yaptığı konuşmayla açıldı. Daha sonra yapılan oylamayla Mustafa Kemal Paşa kongre başkanlığına seçildi. Kongre gündemini Erzurum Kongresi'nin tüzük ve bildirisiyle 25 temsilcinini aralarında hazırladıkları bir muhtıra oluşturmaktaydı. İlk üç gün daha çok usul tartışmaları ile geçmişti. Mesela tartışılan konular arasında kongrenin siyasetle meşgul olup olmayacağı hususu da yer almıştı ki, esasen bütün bu faaliyetler siyasî mücadeleden başka bir şey değildi. Sivas Kongresi'ni en çok uğraştıran bir sorun da manda konusu olmuştu. Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi kararlarını aynen benimseyerek kendine mal etmiş ve böylece genelleştirmişti. Kongrenin aldıgı başlıca kararlar kongre beyannamesinde özetle şöyle ifade edilmişti: 1. Mondros ateşkes Antlaşmasıyla belirlenen sınırlarımız içinde kalan topraklar, ayrılık kabul etmez bir bütündür. Bu topraklar üzerinde yaşayan bütün Müslüman unsurlar öz kardeştirler. 2. Millî gücü etken, millî iradeyi egemen kılmak esastır. 3. Her türlü işgal ve müdahaleye, özellikle Rumluk ve Ermenilik teşkilini amaçlayan hareketlere karşı birlikte savunma ve direnme esası kabul edilmiştir. 4. Gayrimüslimler her türlü vatandaşlık hakları saklı kalacağından siyasi egemenliğmizi ve sosyal dengemizi bozucu ayrıcalıklar verilmesi kabul edilmeyecektir. 5. Osmanlı Hükümeti bir dış baskı karşısında vatanın herhangi bir parçasını terk ve ihmal etmek zorunda kalırsa hilafet ve saltanatın (devletin), vatan ve milletin korunmasını ve bütünlüğünü sağlayacak her türlü tedbir ve karar alınmıştır. 6. İtilaf devletlerinden ülkemizin bölünmesi düşüncesinden tamamen vazgeçerek bu topraklar üzerindeki haklarımıza saygı gösteren haklı ve adaletli bir karara varmalarını bekleriz. 7. Devletimizin ve milletimizin bağımsızlığı, vatanımımzın bütünlüğü saklı kalmak şartıyla herhangi bir devletin fenni, sinaî ve ekonomik yardımını memnuniyetle karşılarız. 8. Merkezî hükümetin millî meclisi derhal toplaması ve bu suretle milletin ve ülkenin mukadderatı hakkında alacağı bütün kararları milletin meclisin denetimine sunması zorunludur. 9. Millî vicdanda doğan bütün vatanı ve millî cemiyetler Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adıyla birleştirilmiştir. 10. Mukaddes gayeyi takip ve genel teşkilatı yönetmek için bir temsil heyeti seçilmiştir. Sivas Kongresi başkanlığına Mustafa Kemal Paşa'nın seçildiği Temsil Heyeti'ne vatanın tümünü temsil etme yetkisi tanımış, üye sayısını da altı kişi eklemek suretiyle on beşe çıkarmıştı. Kongrede uzun bir süre tarşılan manda fikrini savunanlar, 400-500 milyon borcumuzun olduğunu. gelirlerimizin buhnun faizine bile yetmeyeceğini, bağımsız yaşamaya malî durumumuzun elverişli olmadığını, yanıbaşımızda bizi paylaşmayı amaç edinmiş devletlerin bulunduğunu ileri sürmüşlerdi. Yine parasız ve ordusuz bir şey yapamayacağımız, onların uçakla uçmalarına, zırhlı yapmalarına karşılık bizim kağnıdan kurtulamadığımız, yelkenli bile yapamadığımız vb. gerekçeleri görüşlerine dayanak yapmışlardı. Sonuçta manda fikri bir kez daha reddedilmiş, Rauf Bey'in önerisiyle Amerika'da yıllardır aleyhimizde yapılan propagandaların giderilmesi için Amerikan Kongresi'nden bir heyetin davet edilmesi kararlaştırılmıştı. Sivas Kongresi ayrıca kendini bir yürütme organı olarak kabul ettiğini gösteren bir karar almış, Ali Fuat Paşa'ya, "Batı anadolu Kuva-yi Milliye Komutanı" ünvanını vermişti. Sivas Kongresi 11 Eylül'de sona erdi. 12 Eylül'de Sivas halkının da katıldığı açık bir oturum yapıldı. Aynı tarihte milliyetçi hareketin sarayın iktidarını tehdit etmeye başlaması üzerine Osmanlı-İngiliz gizli anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre İngiltere'nin Türkiye'nin bütünlüğünü ve bağımsızlığını üstlenmesine, İstanbul'un başkent olarak kalmasına karşılık Boğazlar ve İstanbul İngiltere'nin denetiminde bulunacaktı. 14 Eylülde milleti Sivas kongresi'nce kararlaştırılan program ve Temsil Heyeti etrafında toplama amacıyla İrade-i Milliye Gazetesi'nin çıkarılmasına başlandı. İlk yazıları Mustafa Kemal Paşa tarafından dikte ettirilen gazete, başlangıçta haftada bir ve iki kez, sonraları günlük olarak yayınlandı.
-
Kemalizm'e felsefi bir yaklaşım... Kemalizm akıl ve bilim'i temel alan o günlerdeki etkin felsefi akım olan pozitivist felsefeyle temellenmiştir. Günümüzde felsefi akımlar, akıl ve bilim'i değil. "İnsan Felsefesi"ni temel almaktadırlar. Akıl ve bilim'le bakış açısının dar olduğu ve İnsanı temel alan felsefelerle eklektik yaklaşımlar oluşmuştur. Bu yaklaşımların merkezinde Humanizm vardır. Pozitivizmi temel alan yaklaşımdan "Türk Humanizmi"ni(Suat Sinanoğlu) temel alan felsefeler üretmeliyiz. Atatürk Milliyetçiliğine dayalı yeni Kemalist yaklaşım oluşmaktadır. İnsana bilimle değil değerleriyle yaklaşan yeni "İnsan Felsefesi" Türk'ün en yüksek değeri olan vatan sevgisi ve binlerce yılda temel değeri haline gelmiş ordu-millet felsefesiyle giriş yaparak diğer değerlerimizi de yapılandırarak yeni insan felsefesinde açılımlar sağlayabiliriz... İnsan felsefesinin kurucusu Max Scheler'dir ve Nietzche gibi önemli bir temsilcisi dünyadaki yeni felsefenin oluşumunda öncü rolü oynamaktadırlar... Bizde ise rahmetli Takiyettin Mengüşoğlu, "İnsan Felsefesi" adlı kitabında ve sağlığında yetiştirdiği öğrencileri ile bir özgün bir ekol oluşturmaktadır... Türk Humanizmini temel alan felsefesiyle Türk milleti bölgesel ve küresel, Avrupa Birliği tarzı oluşumlarla insanlığa hizmette ırkçı olmayan öncü rolünü üstleneceğine inanıyorum... İnancımızı felsefeyle temelendirirsek, binlerce yıl sonrasına kalıcı Türk varlığını devletlerin yıkılması ve kurulmasıyla kesintiye uğratmadan devam ettirebiliriz... saygılar hürmetler.... Mustafa Altınay ATATÜRK'ün Kurtuluş Savaşı başlangıcında ortaya koyduğu "Ya İstiklal, Ya Ölüm" bütün bu felsefenin özetidir. ATATÜRK özgürlük uğruna ölecek kadar radikal-hümanist tek çözümün bu olduğunu görecek kadar rasyonalisttir.
-
Bayan öğretmenler, Bay öğretmenler! Belki de eski deyişle “muallime” demediğim için beni ayıplıyorsunuzdur. Ben dilimizde ille dişiliği belirten yabancı ekler kullanmanın gerekli olmadığını sanıyorum. Evet, erkek, kadın öğretmenler : Bilirsiniz ki ulusumuz büyük bir yıkım geçirdi. Devletimiz bir çöküntüye uğradı. Varlığımızı yeryüzünden silmek yolunda birçok suçlar işlendi. Çok çalıştık, bugünkü başarıya ulaştık. Bayanlar, Baylar! Bilginin, tekniğin çalışma ve oluşma çevresi okuldur. Bunun için okulları açmak ve artırmak gerektir. “Okul” adını hep birlikte saygı duyarak, kutlulayarak ayakta analım. Okul, genç beyinlere insanlığı saymayı, ulus ve ülkeyi sevmeyi, bağımsız yaşamayı öğretir. Bağımsızlık tehlikeye düştüğünde onu kurtarmak için tutulması gereken en doğru yolu belleten okuldur. Yurdu ve ulusu kurtarmaya çalışanların seçtiği yolda ve yürüyüşte birer namuslu uzman, birer onurlu bilge olmaları gerektir. Bunu sağlayan okuldur. Ancak böylelikle her türlü girişimi güzel sonuçlara ulaştırmak elimizde olabilir. Okulla, okulun verdiği bilgiyle Türk ulusu, Türk sanatı, Türk ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı, bütün ince güzellikleriyle belirip gelişecektir. Bayanlar, Baylar! Öğretmenlerimiz, ozanlarımız, yazarlarımız, ulusa geçen yıkılış günlerini, bu yıkılışların gerçek nedenlerini anlatacaklar, söyleyecekler, bu kara günlerin geri dönmemesi için yeryüzünde uygar ve çağdaş bir Türkiye’nin varlığını tanımak istemeyenlere onu tanıtmak zorunda olduğumuzu anımsatacaklardır.Bütün bu gerçeklerin ulusça iyi anlaşılması ve içe sindirilebilmesi için her şeyden önce bilgisizliği gidermek gerektir. Bunun için öğretim izlencemizin, eğitim davranışımızın temel taşı, bilgisizliği gidermek olmalıdır. Bu bilgisizlik giderilmedikçe yerimizde sayacağız. Yerinde duran bir şeyse geriye gidiyor demektir. Bir yandan genel bilgisizliği gidermeye çalışmakla birlikte öte yandan toplum yaşayışında herkese örnek olacak, verimli ve etkili olacak kimseler yetiştirmek gerektir. Ulusal yeteneklerimizi geliştirecek, duygularımızı yükseltecek üstün insanları yetiştirmeyi de unutmayacağız. Çocuklarımızı bu öğretim aşamalarından geçirerek yetiştireceğiz. Kesin olarak bilmeliyiz ki iki ayrı parça olarak yaşayan uluslar zayıftır, hastadır. Çocuklarımıza ve gençlerimize uygulayacağımız öğretim ne olursa olsun, onları: 1) Ulusuna 2) Türkiye Devleti’ne 3) Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düşman olanlarla savaşabilecek bilgiler ve araçlarla silahlandıracağız. Özgürlüğünü ve bağımsızlığını korumak yolunda savaş vermeyi bilmeyen uluslar için yaşama hakkı yoktur. Bu uğurda savaş gereklidir.
-
Gazi Mustafa Kemal 20 Ekim 1927 günü, 36 saattir okumakta olduğu Nutuk’un sonlarında Cumhuriyet döneminin ilk muhalefet partisine çevirmiştir eleştiri oklarını. Hedefte Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve kurucuları vardır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, bugünkü ifadesiyle “İlerici Cumhuriyet Partisi”nin kuruluşunu Cumhuriyet Halk Partisi’ne, dolayısıyla başkanı sıfatıyla kendisine yönelik bir ‘komplo’nun parçası sayan Gazi Hazretleri, parti programının “gizli eller tarafından” çizildiği kanaatindedir. Peki kimdir bu ‘gizli eller’? Şöyle açıklıyor: “Fırka, efkâr ve itikâdât-ı diniyeye hürmetkârdır” [Parti, dinî fikir ve inançlara saygılıdır] düsturunu bayrak olarak eline alan zevattan hüsn-i niyete intizar olunabilir [iyi niyet beklenebilir] miydi? Bu bayrak, asırlardan beri cahil ve mutaassıpları, hurafeperestleri iğfal ederek hususi maksadlar teminine kalkışmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk milleti, asırlardan beri nihayetsiz felaketlere, içinden çıkabilmek için büyük fedakârlıklar istilzam eden [gerektiren] mülevves [pis] bataklıklara hep bu bayrak gösterilerek sevk olunmamış mıydı?” Dilinin ağırlığı, üslubun ağırlığı yanında çok hafif kalan bu okkalı eleştiri, giderek sertleşecektir. Gazi’ye göre, bu partinin kapatılmasını gerektiren nokta, programındaki bu maddeyle irticaya bayrak haline gelmesinde yatmaktadır. Partinin kurucuları, dinî taassubu galeyana getirerek milleti Cumhuriyet’in, ilerlemenin ve yeniliğin aleyhine teşvik etmekte, “hilafeti tekrar isteriz” demekte ve “Mustafa Kemal’in partisi hilafeti kaldırdı. İslamiyeti yaralıyor. Sizi gâvur yapacak, size şapka giydirecektir” diye bağırmaktadır. Gazi Mustafa Kemal, TCF’nin kapatılmasını haklı çıkarmak için yazdığı bu ‘iddianame’de bir adım daha atarak, parti programını, “en hain dimağların mahsulü” olarak yaftalar. Peki kimdir bu en hainler? Parti başkanı Kâzım Karabekir silah arkadaşıdır. İkinci başkanlar Dr. Adnan Adıvar ve Rauf Orbay dava arkadaşlarıdır. Genel sekreter Ali Fuat Cebesoy çocukluk arkadaşıdır. Milletvekilleri arasında Cafer Tayyar Paşa, Halis Turgut, İsmail Canbulat, Refet Bele gibi Milli Mücadele’nin önemli simalarının yer aldığı TCF’nin nasıl olup da ‘en hain dimağların’ odağı olduğu iddia edilebilirdi? Daha birkaç yıl öncesine kadar omuz omuza savaşanlara bu aralar ne olmuştu? Kırılma noktasını Nisan-Temmuz 1923 olarak belirlediğim dönüşüm sürecinde Cumhuriyet’in anlam ve mahiyeti üzerinde çetin bir savaşım verilmekte, eski dava ve silah arkadaşları, Mustafa Kemal’i, onun etrafını çeviren oligarşiden kurtarmaya çalışmaktadırlar. Oligarşi, yani zümre iktidarı, Mustafa Kemal’i yalnızlaştırmak ve eski çevresinden kopartmak istiyordu. Bu da aşama aşama gerçekleşti. İzmir Suikastı bahanesi, bu çevreleme operasyonunun son ayağıydı. En azından Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa ve Rauf Bey bunu böyle görüyorlardı. Yoksa Mustafa Kemal’in normal şartlarda demokratik bir cumhuriyet istediği biliniyordu. Hatta Konya’da yaptığı konuşmada ve 11 Aralık 1924’te Times muhabirine verdiği söyleşide muhalefetin iktidarın kontrolü için gerekli olduğunu söylediği malumdu. Öyleyse sorun neydi? Neden bazı dava arkadaşları ‘hainler’ safına geçmiş ve parti kurarak cumhuriyeti mahvetme planları içine girmiş olsunlardı? Tabii irtica, bahaneydi. TCF, gün geçtikçe kuvvet kazanıyor, hatta yaklaşan seçimlerde iktidara bile gelebileceği hesaplanıyordu. Bu durumda CHP daha kuruluşunda ağır bir darbe yiyecek ve dağılacak mıydı? Onun etrafına çöreklenenler buna izin verir miydi? TCF’nin 17 Kasım 1924’te kurulmasının üzerinden 4 gün geçmiştir ki, İnönü başbakanlıktan istifa etmiş, ertesi gün yerine Fethi Okyar getirilmiştir. Sanki Cumhuriyet yeniden doğmuş gibidir. Yeni hükümet, CHP’li olsa da, nadir görülen bir uzlaşma sağlamış, muhalefet partisi tarafından desteklenmiş ve ittifakla güvenoyu almıştır. Demokratik Cumhuriyet için iyimserlik rüzgarları eserken, İsmet Paşa ve çevresi için alarm zilleri çalmaktadır. Fethi Okyar bütünleştirici bir rol oynayabilir, iktidar ile muhalefeti buluşturabilir, İnönü ve çevresinin ikbal yolları kapanabilirdi. Bunun için bir şeyler yapılmalıydı. Yapıldı da. Şeyh Said isyanı bahane edilerek önce Fethi Bey istifa ettirildi, ardından İnönü yeniden başbakanlığa getirildi (3 Mart). Derhal Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Meclis kapatıldı. İstiklal Mahkemeleri kuruldu. 10 gazete birden süresiz kapatıldı. Artık her şey bakanlar kurulunun kararıyla oluyordu. Açıkça bir sivil darbe yapılmıştı. 3 Haziran’da bakanlar kurulu, yurt çapında yaygın bir destek bulmaya başlayan ilk muhalefet partisinin kapısına kilit vurulmasına karar verdi. İnönü’nün damadı Metin Toker’in deyişiyle, bundan sonra Türkiye’yi uzun sürecek bir ‘mezar sessizliği’ bekliyordu. İşin ilginç yanı, Nutuk’ta, bu itiraz seslerinin en ağır şekilde cezalandırıldığı bu dönemin, radikal inkılapların gerçekleşmesi için uygun bir zemin sağladığının ısrarla belirtilmiş olmasıdır. Nitekim Gazi, Şapka Kanunu ile Medeni Kanun’u, dahası tekke ve zaviyelerin kapatılmasını Takrir-i Sükûn Kanunu’nun demir eli sayesinde kazasız belasız kabul ettirdiklerini itiraf etmekte değil midir? Cumhuriyet’in ilk muhalefet partisinin ömrü 7-8 ayla sınırlı kaldı. Ancak tarih, o gün bu gün irtica bahane edilerek kapatılan ilk Cumhuriyet partisinin “ilerici” (terakkiperver) ismini taşımasındaki garabeti bir türlü çözemedi. Adı ilerici olan ‘gerici’ parti düğümü bugüne kadar da çözülebilmiş değil. Öyleyse kapatılmasında asıl maksat neydi? Rauf Orbay’ın dediği gibi, Lozan’da verilen tavizlerin hesabının muhalif paşalar tarafından sorulacağından duyulan korku ile İnönü’nün etrafında oluşan zümrenin çıkarlarının halka ve onun değerlerine saygılı bir muhalefet partisi tarafından zedeleneceği endişesiydi. Tabii asıl büyük hedefin, İttihatçıların kalıntılarını tasfiye etmek olduğu söylenmelidir. Tarihin alayı mı demeli: Abdülhamid’e karşı örgütlenen İttihatçıların kökünü kazımak Atatürk’e düşmüştü.
-
Zatürre'den kurtulur kurtulmaz Atatürk, İsmet İnönü ile birlikte 27 Şubat 1938'de Ankara'ya geldi. Celal Bayar Anlatıyor: Balkan Antantının Ankara toplantısı günleri idi. Yugoslav Başbakanı Dr. Stoyadiniçle görüşüyordum. Şükrü Kaya yaklaştı : "Sağlık Bakanlığı müsteşarı Dr. Asım derhal görüşmek istiyor."dedi. Mevzuun, Atatürk'ün sağlığı ile ilgili olduğunu hemen anladım. Çünkü meslek ve şahsiyetine güvendiğim Dr. Asım Arar hükümet namına, Ata'nın müdavi tabipleriyle daima temasta idi. Bana endişelerini açıkladı: "Burnundan kan geldiğini söylediler. Bu hastalığın yeni merhalesidir. Dışardan mütehassıs getirilmesi tavsiyemi tekraren arz ediyorum." dedi. Atatürk'ün gerek görmediği tavsiyeyi bu sefer ısrarla rica ve kabul ettirmek kararıyla Çankaya'ya gittim. Beni beklemiyordu. Arzumu sükunetle dinledikten sonra: "Ortada Hatay meselesi var. Hastalığımın dışarıda duyulmasını istemem. Neşet Ömer'le konuş. Burada zaten tıp kongresi var. Bizim doktorlar konsültasyon yapsınlar." cevabını verdi. Doktorlar geldiler. Muayeneden sonra alkol ve sigara almaması, mutlak dinlenmesi gibi şart, fakat bir anda hepsinin birden yerine getirilmesi güç tavsiyelerini tekrar ettiler. Atatürk hekimlerin ortak kararını dinledikten sonra : "Zannederim haklıdırlar" dedi. Ben "sağlığının ülke için asıl şart olduğunu ve bu temel mevzunun yanında Hatay üzerinde menfi tesir yapma dahil, hiçbir ihtimalin düşünülmeyeceğini" ısrarla tekrarladım. Derin teessürümü mümkün olduğunca saklama gayretime rağmen, benliğime hakim acının elbette ki farkında idi. Yavaş bir ses tonu ile: "ÇOCUK..NE YAPACAKSAN YAP, BEN HASTAYIM" dedi. Her şeyini, memleketi için hizmet saydığı emeklerine cömertçe feda etmiş Atatürk, ilk defa hastayım diyordu.
-
21.yüzyılda eğitimin temel odak noktası; okuma yazma ve aritmetik değil, iletişim, yüksek derecede nitelikli problem çözme becerisi, bilimsel ve teknolojik okur yazarlık olacağına göre, bu özelliklerin eğitim politikalarına ve programlarına yansıması gerekmektedir. Bu gereklerin sınıf içine yansımasını değerlendiren Bursalıoğlu (1996) öğrencinin mükemmeliyetine öğrenmesi veya öğrendiklerini ne zaman ve nasıl kullanması gerektiğini bilmesi midir?'" yoksa 'eleştirici ve değerlendirici bir düşünce sistemi geliştirmesi midi?" soruların] öğrencinin bir karar sorunu karşısında kaldığı vakit en uygun çözümü bulma ve uygulama yeterliği kazanmış olmasının öğrencinin mükemmelliği anlamına geldiğini belirtmektedir. (Hesapçıoğlu ve Bakıroğlu, 1997, s.49) Birçok eğitimci öğrencilerin öğrenme yeteneğini geliştirmek konusunda oldukça üstün basan kaydettiğine inanmakta, çoğu okul yöneticisi ise öğrenme yeteneğinde düşünmenin yerini pek kavramış gözükmemekle, müfredata yeni bir etkinlik ilave edilmesine pek taraftar gözükmemekte ve zaten öğretim programlarının yeterince yüklü olduğunu ve dışına çıkılmasına gerek olmadığını vurgulamaktadır (Mc Tighe ve Schollenberger, 1985, s.3). Öğrencilerin çoğu ise düşünmeyi öğrenmenin, eğitimin bir amacı olduğunu kavrayamamakta ve düşünme gerektiren soruların zor olduğunu ve öğretmenin ana görevinin öğrenciye doğru cevabı vermek olduğunu ve ancak bu şekilde sınavlarda yüksek not alınabileceğine inanmaktadır. Ancak bütün alanlarda öğrencinin kapasitesini problem çözmek ve eleştirel düşünme için geliştirmek çağdaş ülkelerde eğitimin amacı olarak sunulmaktadır (Hesapçıoğlu ve Bakıroğlu, 1997, s.49-50). 21.yüzyılın toplumunu yaratmak için, problem çözme, muhakeme, kav-ramlaştırma, analiz konulan son derece yararlı olacaktır ancak bu alanlar ihmal edilegelmiştir ve geliştirilmeleri gerekmektedir. Yeni yüzyıl için gerekli temel beceriler şunlar olacaktır: Değerlendirme ve analiz becerileri, • Eleştirel düşence, • Problem çözme becerileri, • Problem çözme stratejileri, • Sentez, • Başvuru kaynaklarına girme, • Yaratıcılık, • Yarım bilgi ile karar vermemek, • İletişim becerileri (Education Commision of the Sates, 1982, Costa, 1985 a, s.4). Çağdaş medeniyet seviyesinin gerektirdiği insan niteliği olarak ta tanımlanabilecek bu becerilere aracı olan ve bu konuda fazlaca bir alternatifi bulunmayan okullarımızın bugününe bakalım (Patterson, 1973, s.77-82); Okullarımızda öğretim öğrenci ihtiyaçları tarafından değil saat tarafından kontrol edilmektedir. Dersin bilimindeki zil sesi henüz bitirilmemiş bir etkinliğe nokta koyabilmekte, öğrenme bu ders içinde gerçekleşmeyebilmekte ve yarım kalan işi tamamlayabilecek başka bir fırsat olmayabilmektedir. Zaman çizelgesine sıkı sıkıya uyulmakta ve dersler arasında farklı bir aktiviteye zaman bulunamamaktadır. Disiplin ve kârlılık (ekonomik oluş) öğrenmekten önemli konumdadır. Öğretim için öğretmen dersi planlanmakta ve hazırlamakta fakat öğrencinin getireceği kendine özgü katkıyı önceden bilememektedir (Hesapçıoğlu ve Bakıroğlu, 1997%s.5O) Önceden yapılanmış müfredat programlarına göre sınıfta sessizlik ve hareketsizlik beklenmektedir. Öğrencilerin hareketsiz ve sessiz olmalarını beklemek pek doğal ve insani görünmemektedir. Öğrenme; faaliyet istemekte, çoğu faaliyetler düşünme ve sözel iletişim gerektirmektedir. Derslerde konuşmanın çoğu öğretmenler tarafından yapılmakta ve derste öğretmenler dominant pozisyonda olmaktadır. Bu tip bir kontrol ve baskın oluş bir çeşit korku yaratmaktadır. Sistem, öğrenciye güvenilmeyeceğim, onlara derste konuşma hürriyeti verilirse karmaşa oluşabileceğini varsaymaktadır. Derste konuşma ve çalışma hürriyeti gürültüyü ve aktivite seviyesini arttırmaktadır. Bu da çoğu öğretmen ve yöneticiyi rahatsız etmektedir (Hesapçıoğlu ve Bakıroğlu, 1997, s.50). Öğrencilerimizin okullarımızdan eleştirel düşünme yeteneği kazanarak mezun olmaları önemlidir. Bütün derslerde düşünme gereklidir. Düşünme gelişimi bir sonuç olabileceği gibi bir araç da olabilir. İyi vatandaş olarak sadece kanun sınırları içinde kalmak ve iyi bir komşu olmak anlamına gelmemektedir. Buna ilave olarak sosyal, politik, ekonomik düzenlemeleri ve eleştirel düşünce yeteneğimizi geliştirmeliyiz. Uluslararası, ulusal ve yerel problemler gelişerek karmaşık bir hal aldığı için de etkin düşünme özellikleri önem kazanmaktadır (Mc Tighe ve Schollenberger, 1985, s.5). Amerika Birleşik Devletleri'nde Eğirim Sürecini Değerlendirme Ulusal Komisyonu (NAEP) ve Eğitimde İyileştirme Ulusal Komisyonu olarak kurulan örgütlerce yapılan araştırma sonuçlarına göre, okullar öğrencilerde düşünme yetkilerini (süreçlerini) oluşturmada yetersizdirler. Bu yetilerde, on üç yaşından on yedi yaşına kadar azalmalar görülmektedir. Bu veriler ışığında John I.Goodlad (1984), Richard W.Paul (1984) ve Barry K.Beyer gibi eğitim düşünürleri, okulların öğrencilere en etkili, verimli düşünmeyi öğretmede en büyük sorumluluğu üstlenmeleri gerektiğini ileri sürmüşlerdir. John E.Mc. Peck (1984) adındaki düşünür ise, bu öğretimin okulun en temel işlevi olduğunu savunmuştur (Kale, 1993, s.24). Öğrencilerimize, çok daha iyi düşünme ve problem çözme yetilerini kazındırma ya da onları çok daha etkili düşünler haline getirmek için şu sorulan sormamız gerekiyor; "Programa yeni bir ders mi konmalı?", "Bu düşünme süreçlerinin içeriği ile ilgili yeni bilgiler mi vereceğiz ya da yeni düşünme süreçleri mi öğreteceğiz?", "Yeni öğretim ve değerlendirme yöntemleri mi edinmemiz gerekiyor?".... İşte, öğrencilerimizde mükemmel düşünsel yetiler oluşturmak istiyorsak, onları sürekli ve sistemli olarak en etkili düşünme yöntemleriyle eğitmemiz gerekiyor. Üstelik bu sorumluluğu, her öğretmenin de taşıması, eğitim sistemine ilişkin getirilen eleştirilerin kaynağı, problemin çözüm noktasını oluşturabilecektir (Kale, 1993, s.24). Çocuklar eğitimi bir kere başkalarının onlara vereceği bir şey olarak gördüler mi ... başkalarının yardımı olmadan karar verme yeteneklerini ya da kendi öğrenmeleri için gereken sorumluluk duygusunu kaybederler... Öğrencileri öğrenmede merkez olan bir model; öğretmenlerin kendilerini varolan bilgiyi sağlayan bir kişi olma durum undan çok öğrenci olarak kabul etmeleri gerektiğini belirtmektedir. Bu ise öğretmenlerin düşüncelerinde ve çocuklara uyguladıkları öğretme modellerinde kökten bir değişme anlamına gelir (Kıtson ve Merry, 1997, s. 19). Düşünme genel olarak bilginin elde edildiği bilişsel bir süreç, zihinsel bir hareket olarak kabul edilmektedir. Biliş, algı, muhakeme, sezgi olarak çeşitli şekillerde tanımlanmaktadır. (Hesapçıoğlu ve Bakıroğlu, 1997, s.53) Bernstein (1991, s.385) göre düşünme kısa ve uzun süreli hafızadaki bilginin manipülasyonunu içerir.'Düşünme' (thinking) kavramı, 'akıl yürütme' (reasoning) veya bir 'fikir oluşturma' (forming an idea) gibi psikologların yaptığı farklı tanımlarla tam olarak netleşmese de düşünmenin bilgi, yetiler, süreçler ve tutumların bütünü olduğu ileri sürülebilir. Bilgi, tabii ki düşünmede gerekli bir objedir. Bir kişi, ancak bir şey ile ilgili düşünür ve bir alana özgü bilgisi çok olan kişi, o alana ilişkin çok daha verimli, etkili düşünebilir, tabii o bilgileri nasıl kullanacağını; düşünme yollarını bilmek şartıyla bunu yapabilir (Kale, 1993, s.25). Düşünme; algılama ve kişinin çevresiyle özel bir şekilde ilişki kurma davranışlarını kapsar. Bir kişi, örneğin, çevresindeki şeyleri merak edebilir veya bu meraktan yoksun, kaygısız biri olabilir. Hangisini tercih ederse etsin, kişinin tutumu, ne düşündüğünün ve hangi düşünme yollarını kullandığının göstergesidir. Çünkü, davranışlar öğrenilmiş tepkilerdir ve öğrencilerde etkili düşünme süreçleri oluşturmada, öğretmen en önemli rehberdir (Kale, 1993, s.25). Gerçekte, eğitimcilerin düşünmenin hangi özel boyutlarının hangi özel programlarla geliştirilebileceğini belirleyebilmeleri için düşünmenin değişik yön ve boyutlarını açıklayan bir modele gereksinimleri vardı. (Doğanay ve Kara, 1995; s.26) Kuram ve araştırmaların gözden geçirilmesinden sonra, düşünmenin beş boyutu tanımlanmıştır. Düşünmenin beş boyutu şunlardır: - Bilişsel farkındalık - Eleştirel ve yaratıcı düşünme - Düşünme süreçleri - Temel düşünme becerileri - Konu alanı bilgisi. 1. Boyut: Bilişsel farkındalık (metacognition) Sıkça tartışılmış olmasına rağmen bilişsel farkındalık kolayca yanlış anlaşılabilmektedir. Çok temel düzeyde bilişsel farkındalık, çok basit olarak birinin kendi düşünmesinin farkında olması demektir. Kişinin kendi zihin işlemleri ve elde ettiği sonuçlar arasındaki ilişkileri keşfetmesine yardımcı olan her etkinlik, üstbilişin de gelişmesini sağlar. Okulda yürütülen etkinliklerin çoğu üstbilişi geliştirici niteliktedir. Üstbiliş sezgi ve bilgilerinin üç ana bölümden oluştuğunu söyleyebiliriz. Bunlar sırasıyla; (a) Strateji değişkenleri, yani kişinin çeşitli zihinsel etkinliklerde başarıyla kullanabileceği strateji dağarcığıdır. Değişik ortamlarda kullanılan bir stratejinin yeni bir duruma uygun olup olmadığı kararının verilmesi ve kullanıldığı zaman da başarıyla sonuçlandırılabilmesi, bu strateji bilgilenmeden etkilenir, ( Yapılacak iş ile ilgili değişkenler : Kişinin kendisinden ne istendiğini anlaması ve işin gerektirdiği zihin etkinliklerinin anlaşılmasıdır. Bir başka anlamda ise, verilen işin ne kadar kolay, zor, karmaşık vb. olduğunun değerlendirilmesi, © Kişinin kendisi ile ilgili değişkenler: Geçmişte benzer işleri yapıp yapmadığı, hangi durumda başarısının nasıl etkileneceğine ait bilgilerdir. Bu bilgiler kişinin kendisi hakkında biriktirdiği sezgiler olarak da görülebilir. (Örneğin; "matematiği çok severim", "belleğim zayıftır" vb.) Genel kuram ve araştırmalar, bilişsel farkındalığın en az iki bölümden oluştuğunu göstermektedir. 1. Bilgi ve kendi kendinin denetimi. 2. Bilgi ve sürecin denetimi Bilgi ve Kendi Kendinin Denetimi Bilgi ve kendi kendinin denerimi dikkat, tutum ve kendini vermeyi içerir. Sezgiyle öğretmenlerin çoğu, öğrencilerin akademik bir konuya karşı kendilerini vermelerini onların başarılarının temel bir belirleyicisi olarak görür. Bununla birlikte, kavranamayan şey kendini vermenin olaylar sonucu ortaya çıkan bir şey olmayıp irade ile ilgili bir davranış olduğudur. İnsanların kendilerini bir şeye verebilmesi kendi tercihleri ile olasıdır. Bilgi ve kendi kendini denetimin ilk boyutu, belli bir konuya kendini vermenin kişinin kendi elinde olduğudur. Birinin bir konuya karşı geliştirdiği tutumları kendini verme ile yakından ilgilidir. Öğrenen kişi belli bir konuya, o konunun değeri, kendisinin konuyu başarma yeteneği ve verilen çabanın değeri ölçüsünde bir tutum ile yaklaşır. Eğer öğrenen kişi etkili tutumlar geliştiremezse öğrenme ortamı olumsuz yönde etkilenecektir. Sonuç olarak bilgi ve kendini denerimin önemli bir yönü belli bir konuya karşı oluşturulan tutumun faikında olmak ve öğrenmeye yardımcı olan bu tutumların geliştirilmesini sağlamaktır. Bilgi ve kendi kendini denetimin son boyutu dikkati içerir. Kendini vermede olduğu gibi, dikkat genellikle bir uyancıya karşı gösterilen tepki olarak düşünülmektedir. Eğer bazı şeyler ilginçse o zaman onunla ilgilenilir. Eğer ilginç değilse daha az ilgi gösterilir. Bununla birlikte, dikkat öğrencinin kendisi tarafından da denetlenebilir. Yani öğrenen ilginç olmayan durumlara bile ilgi gösterebilir. Kendini ve bilgiyi denetimin üçüncü boyutu, birinin dikkat düzeyini ve gerekli olduğunda dikkati oluşturmayı ayarlamasıdır. Bilgi ve Sürecin Denetimi Bilişsel farkındalığın (metacognition) ikinci bölümü olan bilgi ve sürecin denetimi değerlendirme, planlama ve düzenlemeden oluşur. Değerlendirme, bir süreç içindeki gelişmenin mevcut durumu hakkında karar vermeyi, zihinsel algılamayı içerir. Okuduğumu tam olarak anlıyor muyum? Bu harita üzerindeki yazılan anlıyor muyum? Değerlendirme bir süreç boyunca oluşur ve bir konu için hem başlangıç hem de bitiş noktasıdır. Değerlendirme aynı şekilde, genel amaç ve ayrıntılı amaçlara ulaşılıp ulaşılmadığını ve uygun kaynakların hazır olup olmadığının da değerlendirilmesini içerir. Planlama, özel amaçların gerçekleştirilmesi için stratejilerin özünle seçilmesini içerir. Genel olarak öğrenci konuyla ilgili belirli işlemlerin bir düzene konulmasını bilmeli ve verilen herhangi bir noktada en uygun işlemi seçebilme-lidir. Son olarak düzenleme, genel ve alt amaçlara yönelik gelişimin kontrol e-dilmesini ve gerekliyse o davranışın değiştirilmesini içerir. Sınıf içinde düşüncenin kontrolüne önem vermek, öğrencilerin sınıftaki konuları kontrol etmeleri ve o konudaki başarıları için sorumluluk almaları anlamına gelir. Böylece disiplin edici öğretmen kavrama büyük ölçüde ortadan kalkmaktadır. Öğrencilerin daha iyi akademik gelişme sağlamaları için kendi kontrollerini geliştirme ve canlı tutmayı öğrenme gereksinmeleri vardır. Öğrencinin kendini kontrolü, herhangi bir akademik amaç kadar doğrudan dikkatin önemi ile de ilgilidir. Gerçekte akademik amaçlarını gerçekleştirilmesi doğrudan kendini kontrole bağlıdır. Bu görüş iş dünyasının mesajım eğitime yansıtmaktadır. Yani öğrencilerin işgücü için gerekli olan önemli becerilerinden biri, bazen güç durumlarda başkaları ile etkili ve bağımsız olarak çalışabilmeleri için kendi kendini kontrol ve bilgidir 2. Boyut: Eleştirel ve Yaratıcı Düşünme Bowen eleştirel düşünmeyi, gerekli varsayımları esas alarak mantıklı düşünme, nesnel olma, kanıtlan ölçme ve olayları, fikirleri eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirme, bağımsız düşünme ve bilgileri analiz ve sentezleme becerisi olarak tanımlamaktadır (Ocansey ve ark., 1992, s.66). Eleştirel düşünme, tartışmaları analiz etmek, özel anlam ve yorumlara nüfuz etmek, varsayımlara kapsamlı mantıklı muhakeme geliştirmek, özel bazı durumların altında yatan varsayım ve önyargıları anlamak, bunları açık ve inandırıcı şekilde sunmak (Hesapçıoğlu ve Bakıroğlu, 1997, s.54). Yaratıcı düşünme, akılcı olduğu kadar sezgisel düşünerek yeni, estetik, yapıcı fikirleri ve ürünleri temel düşünme sürecini kullanarak geliştirmektir. Burada önemli olan bilinen bilgi ve materyal ile yeni ve orijinal bakış açısını gösteren ürün veya fikrin ortaya çıkmasıdır (Presseisen, 1985, s.43). Yaratıcı düşünme, orijinal çözümler, bilgiler ve düşünme süreçlerinin üretildiği kategoriyi simgeler. Genellikle yazar, müzisyen veya sanatçıya özgü bir yeti olarak düşünülse de, yaratıcılık; her insanın genel düşünme yetilerinden biridir (Kale, 1993, s.25). Diğer yetiler gibi geliştirilebilir bir düşünsel süreçtir. Yaratıcı düşünme; hayal kurma (muhayyile, tasavvur) ve problemlere birbirinden farklı metotlarla çözüm arama yetileriyle tanımlanır. Düşünmede; düşünmeye başlama noktası, nitelik, çeşitlilik, farklılık çok önemlidir ve sezgi (veya 'önsezi') yararlı bir bilgi kaynağıdır. Herhangi bir problemi çözme sürecinde yaratıcı düşünme, en yararlı araçtır. Oysa ortaya çıkan bir bilgi, düşünme yetilerinin birbirleriyle dar karmaşık, yoğun süreçlerin ürünü olduğunu göstermez (Kale, 1993, s.25). Eleştirel düşünme her ne kadar yaygın olarak, üretici olduğu kadar değerlendirici ve yaratıcı düşünme olarak düşünülüyorsa da, gerçekte bu ikisi birbirini tamamlar ve birlikte çalışırlar. Bütün iyi düşünmeler hem niteliğin değerlendirilmesi hem de yeniliklerin üretilmesini içerir. Eleştirel düşünenler, iddiaları test etmek için yollar bulmaya uğraşırlar, yaratıcı düşünenler yeni geliştirilen düşünceleri kullanabilirlikleri ve geçerlilikleri açısından değerlendirici incelemeler yaparlar. Aralarındaki fark bir çeşit sorunu olmaktan çok, bir derece ve önem sorunudur (Doğanay ve Kara, 1995, s.29). Eleştirel düşünme, imgelemle (imagination) eleştiriyi tek bir düşünce şeklinde birleştirir. Edebiyatta, bilimde, tarihte, felsefede ya da teknolojide yaratıcılığın özgürce akışı eleştiriyle kontrol edilir. Eleştiriler, olaylara yeni bir bakış tarzına dönüşür. Ne imgelemin özgür kullanışı, ne itirazlar ortaya atma, kendi başlarına küçümsenmemelidir. Birincisi yeni fikirlerin işaretini verebilir, ikincisi de onlara olan ihtiyacı gösterebilir. Ama kuşkusuz, eğitimde ikisi birden geliştirilmelidir. Eğitimci, salt itirazlar onaya atmaktan başka, eleştirel tartışmaya teşvik edip; tartışmada da imgelem kullanılmalıdır (Kale, 1993, s.25). 3. Boyut: Düşünme Süreçleri Düşünmenin diğer temel bir boyutu, süreçler olarak isimlendirilen zihinsel işlemler takımıdır. Kavram oluşumu, karar verme, araştırma, düzenleme gibi düşünme süreçleri birden çok düşünme becerisini gerektiren karmaşık, çok yönlü ve ortak zenginliğe sahip süreçlerdir. Düşünme becerileri, gözlemleme, karşılaştırma veya anlam çıkarma gibi basit bilişsel işlemlerdir. Düşünme süreçleri daha çok makro düzeyde ve geniştir, tamamlanması uzun zaman alır. Düşünmenin boyutları modelinde sekiz tane düşünme süreci bulunmaktadır. • Kavram oluşturma • İlke oluşturma • Anlama • Sorun çözme • Karar verme • Araştırma • Düzenleme • Sözel anlatını Bu süreçler doğrusal olarak sıralanmış olmasına rağmen, ard arda bir tarzda meydana gelmekten çok (Örneğin, kavram oluşumu ilke oluşumundan önce gelir gibi) dinamik ve yineleyici olarak birbirlerini etkilerler. İlk üç süreç, kavram oluşumu, ilke oluşumu ve anlama, bilgi kazanımına diğer beş süreçten daha çok yöneliktir. Kavram oluşumu diğer süreçler için temeldir. Örneğin, öğrenciler yeni bir içerikle karşılaştığında bilgiyi kavramadan önce gerekli kavramları oluşturmaları gerekir. Benzer şekilde, ilke oluşturma ve anlama da diğer süreçlerin temelini oluşturur. Örneğin öğrenciler bir problemi çözmek için daha önceki öğrendikleri ilkelere başvururlar. Bundan sonraki dört süreç - sorun çözme, karar verme, araştırma ve düzenleme - genellikle ilk üçü üzerine konulur. Çünkü onlar bilginin üretilmesi veya uygulanmasını içerirler. Son olarak sözel anlatım hem bilginin üretimi hem de bilginin kazanılmasıyla ilgili bir süreçtir. Kavram Kazanımı Kavramlar eşyayı, olayları, insanları ve düşünceleri benzerliklerine göre gruplandırdığımızda gruplara verdiğimiz adlardır. Deneylerimiz sonucunda iki veya daha fazla varlığı ortak özelliklerine göre bir arada gruplayıp diğer varlıklardan ayırt ederiz. Bu grup zihnimizde bir düşünce birimi olarak yer eder. Bu düşünce birimini ifade etmek için kullandığımız sözcük veya sözcükler bir kavramdır. Kavramlar somut eşya, olaylar veya varlıklar değil, onları belirli gruplar altında topladığımız ulaştığımız somut düşünce birimleridir. Kavramlar gerçek dünyada değil, düşüncelerimizde vardır. Gerçek dünyada kavramların ancak örnekleri vardır. Kavramlar örnekleriyle temsil edilen zihinsel yapılardır. Klausmeier'e (1985) göre kavram kazanımı aşamaları dört basamaktan oluşmaktadır (Marzano ve ark., 1989, s.36) a) Somut düzey Benzerlik düzeyi c) Sınıflandırma düzeyi d) Formal düzey Somut düzeyde; kavram çoğu zaman bir şeye dikkat etmeyi gerektirir. Dikkat etmek, bakmak, ayırt etmek, hatırlamak ve benzer şey olarak tanımlamak. Bir örnekle açıklarsak; çocuk duvardaki saate bakar, onu duvardaki diğer nesnelerden ayırır, içsel olarak saat belirlenir, bu düzeyde nesne olarak saat, çocuk tarafından kavram olarak bilinir. Benzerlik düzeyinde; bir kavramın farklı durumlarda ki gözlemine ilişkin bildiklerimizle kıyaslanması sonucu ortaya çıkar. Örneğin; saati tanıyan çocuk bir başka yerdeki saati de tanır. Sınıflandırma düzeyinde; örnek üzerinde açıklayacak olursak: her iki farklı ortamda saati tanıyan çocuk artık saati sınıflandırmaya başlar. Formal düzeyde; kavramın doğru olarak isimlendirilmesi ve sosyal olarak belirlenmesi vardır. Benzer olmayan durumlarda da kavramın tanınmasını içerir. Kavram kazanımı, uzun ve ayrıntılı bir süreçtir. Klausmeier'e göre pek çok öğrenci eğitsel olarak apaçık bir şekilde öğrenmedikçe formal düzeye ulaşamamaktadır. İlke Kazanımı Fidan'a (1985) göre ilke öğretimi: İki veya daha fazla kavram arasında ilişki kurmayı öğretmedir. Örneğin : "Isıtılan su kaynar". Zihnimizde sakladığımız bilgi düğümleri olarak kavranılan canlandırabiliriz. Bu düğümler birbirinden farklı ve ayrı olarak depolanmış, saklanmışlardır. Örneğin: pul, zarf, mektup, posta, postacı, vb. Farklı kavramlar gerektiğinde birbiriyle ilişkilendirilir. Kavramlar ilkeler içinde organize olabilirler. İlişkiler olarak tanımlanan ilkeler bir disiplindeki bilginin örgütlenmesine yardımcı olurlar (Marzano ve ark. 1989, s.39). Katz ve Klausmeier'e göre dört tip ilke vardır. Bunlar : 1) Neden-sonuç : Tüberküloz bakterileri tüberküloz hastalığına yol açar gibi, 2) İlişkisel: Bir olay veya durum karşısında ki ilişki bir başka durum veya olayla ilgili olabilir. Örneğin; sigara ve kanser arasında ki ilişki gibi, 3) Tahminsel: Bir olay veya durumun meydana geliş şeklinde altında ya tan varolan durum. Örneğin, bir doğumda erkek çocuk olma ihtimali .52'dir gibi. 4) Aksiyomatik : Evrensel olarak kabul edilmiş doğrulardır. Kanunlar, felsefe, sanat, din, bilim gibi sistemlerin doğrulan bu grupta yer alır. "Demokrasi önünde herkes eşittir" gibi. Özellikle sınıf ortamında, disiplinler içinde öğrenme durumlarında ilkeler çok önemlidir. İlkelerin kazanımı zaman alır ve uzun bir sürede gelişir.
-
- Değerlendirme
- Düşünme
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler: