Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

İstanbul

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    344
  • Katılım

  • Son Ziyaret

İstanbul tarafından postalanan herşey

  1. İnsan, yunus karşısında ne kadar güvende? Yunus, vahşi ve eğitimli olsa bile davranışları önceden kestirilemeyen bir memeli. “İnsan dostu” bir hayvan olduğuna dair yaygın kanıya rağmen, esaret altında olmanın yüklediği stres, onu saldırgan davranışlara yöneltebiliyor. Büyük ve çok güçlü bir memeli olan yunusla aynı suda bulunmak, insan sağlığı ve güvenliği açısından risk oluşturuyor. Gösteri ve terapi havuzlarında insanla birlikte yüzmeye zorlanan yunuslar, ısırarak, burun ya da kuyrukla vurarak yaralayabiliyor. Uzmanlar, yunusların daha büyük zararlar verebileceğinin altını çiziyor. Örneğin, tutsak yunuslar üzerine araştırma yapan Dr. Naomi Rose, 2003’te, kendisine aynı anda saldıran iki yunus tarafından havasız bırakıldı ve ölüm tehlikesi yaşadı. Yunus, taşıdığı hastalığı insana da bulaştırabiliyor. Gösteri merkezlerindeki yunusların sağlık durumlarının sürekli kontrol edildiği var sayılsa da, bunun için yasal bir yaptırım olmaması ve pek çok merkezin, yunuslar konusunda uzman veteriner çalıştırmaması, hastalık bulaştırma olasılığın da düşük olmadığı gerçeğini yaratıyor.
  2. Basınımız, “insanların yunus terapisiyle iyileştirildiği” haberini vermekte bir sakınca görmüyor. Oysa bugüne kadar bu yöntemle iyileşen bir insan olmadığı gibi, esaret altındaki yunuslar kendilerine ve insanlara zarar verebiliyor. 25/04/08 - 13:31 Stern "Ay çocuk yunusla yüzsün, fena mı?" Bu masum düşünce, tedavi amacıyla yunusla yüzdürülen çocuğun yaralanmasına neden olabilir. Uzmanlar, yunusların psikolojik hastalıkların tedavisinde kullanılmasını bilimsellikten uzak ve sömürü olarak niteliyor. Gökhan Tan Karizmatik bir hayvan yunus. Güçlü, dinamik ve “gülümseyen” yüzüyle içimizdeki iyiye hitap eden, sevimli bir memeli. Türkiye’de, özellikle orta yaş civarındaki insanların hafızasındaki en belirgin yunus imgesi, TRT’nin ilk dizilerinden, kendi ismiyle anılan serinin yıldızı Flipper’dır. (Şişe burunlu yunus ya da afalina olarak anılan bu türün bilimsel ismi Tursiops truncatus.) Olağanüstü yeteneklere sahip Flipper, iyilerin dostu, kötülerin düşmanıdır! Milli park görevlisi Porter Ricks’e kuralları uygulamada yardım eder, oğulları Sandy ve Bud’e göz kulak olur, insanın yapamadığı pek çok şeyi olur kılar. Gerçekte Flipper’lar birden fazladır. Beş dişi yunus, dönüşümlü olarak Flipper olmaktadır. Ama bu beş dişi de, Flipper’ın ünlü “kuyruk üstünde yürüyüş”ünü beceremediği için, sadece o sahnelerde altıncısı devreye girmektedir. Tüm yunusların dişi olmasının ise farklı sebebi vardır. Çünkü dişiler insana karşı, erkek yunuslar kadar saldırgan değildir. Ayrıca derilerinde, erkek bireylerde bulunan “çizik çarıklar” yoktur. “Flipper” intihar etti İşte dönüşümlü olarak Flipper olan altı yunusu eğiten (ve dizinin belki de gerçek kahramanı olan) Richard O’Barry, esaretin neden olduğu stres nedeniyle depresyona giren bir “Flipper”ın kollarında can verdiğini söylüyor. Bu, ölümden çok ihtihar. Çünkü doğal yaşantısının dışına taşınan yunuslar, avlanamadıkları, üreyemedikleri, yabandaki diğer yunuslarla sosyalleşemedikleri için, nefes almayı kesebiliyorlar. Hayatlarından vazgeçiyorlar. Çocukluğumuzun yunus imgesinin yaratıcısı O’Barry, işte bu nedenle olsa gerek, 1970’lerden beri, vahşi yunusların yakalanmasına ve gösteri ve terapi amacıyla havuzlarda kullanılmasına karşı mücadele veriyor. Gelgelelim, her geçen gün daha çok sayıda “Flipper”, gösterilerde ve psikolojik sorunu bulunan çocuk ve yetişkinlerin “tedavisi”nde kullanılmak için Türkiye’ye getiriliyor. Herhangi bir denetime tabi olmayan havuzlarda, insanlarla yüzmeye zorlanıyor. Türkiye’de sayısı 10’a varan işletme, gösteri ve terapi amacıyla yunus “çalıştırıyor”. Bu işletmeler yaz aylarında daha aktif olduğu için medyanın ilgisi de yaz yaklaşırken artıyor. Gösteriler ve “yunusla terapi”ler, televizyon ve gazetelere güzel bir malzeme yaratıyor olmalı ki, halkı bu aktiviteler özendiren haberler birbirini izliyor. Havuza düşen son gazete Taraf Bu konuda en son örnek, Taraf gazetesinde, 22 Nisan 2008’de Fikret Karagöz imzasıyla yayımlandı. Haber şöyle başlıyordu: “Antalya Ruhbilim Okulu’nda çeşitli sorunlar yaşayan çocukların tedavisi için yunuslar kullanılıyor. “Yunus Terapi” yöntemi, Otizm ve Down Sendromu’ndan ender rastlanan Tay-Sachs hastalığı ve Crouzon Sendromu’na kadar birçok hastalığın da tedavisinde kullanılıyor. Avrupa’dan her yıl yüzlerce çocuk, Ruhbilim Okulu’na tedavi olmak için Antalya’ya geliyor. “Altı yıldır hizmet veren Ruhbilim Okulu, bilimsel tedavinin yanı sıra, özellikle psikolojik sorunlar yaşayan çocukları iyileştirmek için ‘Yunus Tedavisi’ adlı tedavi yöntemi kullanılıyor. Özellikle Türkiye’de, çeşitli sorunlar yaşayan çocuklara yönelik ‘Yunuslu Tedavi’ yönteminin birçok çocukta başarılı olduğu ortaya çıktı.” Ne hikmetse, bilimadamları ve araştırmacılar bu haberde yazılanlara katılmıyor. “Kesinlikle yapılmaması gerekir” Dünyanın yunus ve balina araştırmaları konusunda en aktif kurumu olan Whale and Dolphin Conservation Society (Balina ve Yunus Koruma Vakfı –WDCS ), Kasım 2007’de yayınladığı kapsamlı raporda, yunusla terapiyi “kesinlikle yapılmaması gereken bir etkinlik” diye niteliyor. WDCS raporunda imzası olan bilimadamı ve araştırmacıların temel gerekçesi, yararlı gibi sunulan bu aktivitenin, tam tersine, hem insan hem de yunus için zararlı olabileceği. Çünkü bu etkinlikte “son derece kırılgan ve dışarıdan gelebilecek uyarılara karşı tepkisi önceden kestirilemeyen iki grup karşı karşıya getiriliyor”. Psikolojik ya da fiziksel rahatsızlığı olan çocuk ve yetişkinlerin, esaret ve insan müdahalesinden rahatsız yunuslarla bir araya gelmesi, her iki taraf için de risk oluşturuyor. Yunusların kullanıldığı havuz terapileri ve eğlence aktivitilerinde birçok insan, birlikte yüzdüğü yunusun saldırısına uğradı. “Eğitimli” olmasına rağmen, vahşi karakterini asla tümüyle yitirmeyen yunuslar, insandan çok daha güçlü olduğu su ortamında kırıktan akciğer delinmesine kadar pek çok yaralanmaya neden oldu. Sualtı Araştırmaları Derneği Deniz Memelileri Araştırma Grubu (SAD-DEMAG) sözcüsü, Biyolog Özgür Keşaplı Didrickson, yunus “çalıştıran” işletmeler üzerindeki denetim eksikliğinin, yaralanma olaylarının kamuoyuna yansımaması konusunda da etkili olduğunu düşünüyor: “Kaburgası kırılan bir müşteriyi duyabilecek miyiz? Hiçbir şeyin kaydı yok. Kaç kişi yaralandı, o işletme kaç yunus aldı ve ne kadarı öldü? Yunusların günde kaç saat çalıştırıldığı bile belli değil. Doğal ortamının dışında zaten gergin durumdaki yunuslar, yüzmek istemeyince saldırganlaşıyor.” Didrickson, terapi ve gösteri havuzlarında yunusla yüzdürülen “müşterilerin” bu riskler konusunda bilgilendirilmediğini gözlemlemiş. Bu durumu, kâr etme amacının, insan ve yunus sağlığından daha çok önemsenmesine bağlıyor. “Bilimsel dayanağı yok” Yunusla terapi hizmeti sunan işletmeler, bu yöntemin bedensel ve psikolojik pek çok hastalığın tedavisinde kullanıldığını iddia ediyor. WDCS, bu konuda da insanların kandırıldığı görüşünde. Kurum, yapılan olağanüstü tanıtıma rağmen bu yöntemin hiçbir bilimsel dayanağının olmadığını belirtiyor. ABD’deki Emory Üniversitesi’nden “davranış biyolojisi” konusunda uzman iki psikoloğun, Lori Marino ve Scott Lilienfeld’in 2007’de yayınladığı makale WDCS’nin endişesini doğruluyor: “Hastalara bir çare gibi gösterilmesine rağmen yunusla terapi, psikolojik hastalıkların temel belirtilerine karşı ‘sıfır’ başarıya sahiptir.” İkili, yunusla terapinin başarısını ortaya koyan ampirik (deneyerek tecrübe edilen) hiçbir bilimsel veri olmadığının altını çiziyor. Araştırmalara göre hastaların yunusla yüzmesinin, evde beslenebilen kedi köpek gibi hayvanlara yakın olmaktan bir farkı yok. Üstelik evcil hayvanlarla iletişim içinde olmak, hastalar için daha güvenli ve masrafsız. “Sağlık Bakanlığı’nın da önlem alması lazım” Ankara Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Efser Kerimoğlu, hayvan dostluğunun çocuk için önemli olduğunu ve dış dünyaya yönelik “uyaran” etkisi yaratabileceği için hayvanlarla iletişime geçmelerini önerdiklerini söylüyor. “Örneğin köpek sahibi bir çocuk özgüven kazanır. Ama bir tedavi yöntemi değildir; çocuğa olumlu duygular yaşattığı için önerilir.” Efser Kerimoğlu, bir çocuğun havuz içinde yunusla oynamasının da bu çerçevede görülmesi gerektiğini, büyük bir katkı beklenmemesini belirtiyor. Kerimoğlu, yunusla terapinin Otizm gibi hastalıkların tedavisinde kullanıldığı iddiası için de, “Otizmi tedavi ediyorlarsa, tıp tarihinin en önemli başarılarından birine imza atılıyor demektir. Bu o kadar kolay olmamalı.”. Biyolog Özgür Keşaplı Didrickson, bilimsel dayanağı bulunmayan bir yöntemin kesin çözüm gibi sunulmasını ise çaresiz insanların sömürülmesi olarak yorumluyor. Didrickson’a göre bu yanlış yönlendirme karşısında, Sağlık Bakanlığı’nın da devreye girip, hastaları korumak için önlem alması gerekiyor. Ona göre yunusla terapinin yaygınlaşmasının nedeni, hastalara çare olması değil, büyük kâr sağlayan bir sektör haline gelmesi. WDCS raporunda bildirilen sayılara göre, yunusla terapi merkezleri bir hastadan haftada 3200 ile 4000 dolar kazanıyor. “Yine bekleriz” Taraf gazetesinin haberini yaptığı Antalya Ruhbilim Okulu’nda, hastaların yunusla yüzdürüldüğü bir “seans”ın bedeli 400 Avro. Okul, günde yarım saatlik yunusla yüzme “terapisi”nin de yer aldığı 10 günlük bir program için 3500 Avro talep ediyor. Müşteri gibi aradığımız merkezde telefona çıkan yetkili, 10 günlük bir program sonrasında hastanın farkındalığının 10 misline kadar arttığını ve bu durumun bir yıl boyunca devam ettiğini söyledi. Bir yıl sonra tekrar gelinmesi durumunda hastada aynı ilerleme tekrar sağlanıyormuş. Özgür Keşaplı Didrickson, konu özürlü çocuklar olunca akan suların durduğunu belirtiyor: “Ay çocuk yunus görsün, suya girsin, fena mı?” diye düşünenlerin, sadece ticari bir etkinliğe alet oldukları için değil, bu tür havuzlara giderek hem çocukların hem de yunusların hayatının tehlikeye atılmasına vesile oldukları için uyarılması gerektiğini söylüyor: “Dışardan bakınca masum gözüküyor. Oysa tutsaklığın tescillenmesinden başka bir şey değil. Maskesinin düşmesi gerekiyor.”
  3. Bu makale, teknolojinin her şeyi çözeceğine inanan teknoloji budalalarına ithaf edilmiştir) Aç ve perişan halkın dişinden tırnağından artırarak devletine kazandırmak istediği ve parası peşin ödenmiş iki savaş gemimize İngilizlerin göz göre el koyduğunu, tüm ültimatomlarımıza rağmen paramızı geri ödemediklerini ve bu gemilere daha sonra askerlerini doldurarak Çanakkale'ye yolladıklarını ________________________________ Enver Paşa'nın Alman hayranlığının bize 500 bin vatan evladına ve bir imparatorluğun tasfiyesine neden olduğunu, Almanlarla yapılan gizli anlaşmanın kabinedeki bakanlardan bile gizlendiğini, aradan yüz yıl geçmesine rağmen yabancı hayranlığı hastalığımızın geçmediğini, sadece hayran olunanların değiştiğini ________________________________ Sultan Abdülhamid'in olayları kırk yıl önceden görerek Çanakkale'deki tabyaları güçlendirdiğini ve elden geçirdiğini, Bazı yeni tabyaları inşa ettirdiğini, O'nun yaptığı çalışmaların belki de savaşın seyrini değiştirdiğini ________________________________ İngilizlerin daha savaş ilan edilmeden Seddülbahir'i bombaladıklarını ve 86 şehit verdiğimizi ________________________________ Avustralya'nın ve Yeni Zelanda'nın gençlerinin "Avrupa'yı Almanlardan kurtarmak ve Avrupa'nın özgür kalmasını sağlamak" propagandasıyla toplandığını, Bu gençlerin daha önce Gelibolu denilen yerin adını bile duymadıklarını ________________________________ İkinci çıkarma için savaşa giden bir Avustralya askerine nereye gittiğini soran bir yaşlı adama "Türkler buraya gelip yerleşecekler, onları öldürmeye gidiyoruz" dediğini, bu söz üzerine yaşlı adamın binlerce kilometrekarelik çöle doğru baktığını ve "Eee gelsinler ne olacak ki burada yer çok" dediğini ________________________________ Padişahın "Cihad" ilanını duyan ve Avustralya'da yaşayan iki zenci müslümanın, Türklerle savaşa giden birliğe ateş açtığını ve orada şehit edildiklerini, Orada bulunan ve olayı yaşayan Avustralyalıların bu olayın nedenini uzun süre anlayamadıklarını ________________________________ İngiliz-Fransız donanmasının Gelibolu öncesi 200 yıldır hiç yenilmediğini, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi donanması olarak bilindiğini, bu donanmanın bayraklarını gören Türklerin topukları yağlayıp kaçacaklarını düşündüklerini, daha da trajik olanı bu düşünceye saplantı derecesinde inandıklarını ________________________________ İngiliz-Fransız donanmasının seksen parça gemiyle boğaza saldırdığını, gemilerden birinin adının "Agamemnon" olduğunu, Agamemnon'un binlerce yıl önce Truva'ya saldıran Yunan ordusunun kalleşçe yöntemler kullanan komutanının adı olduğunu ________________________________ Agamemnon'un yaşadığı topraklarda doğmasına rağmen kanının son damlasına kadar Türk olan ve kendisini Anadolulu hisseden Mustafa KEMAL'in Çanakkale zaferi sonrası öldürülen Truva kahramanını "Hektor'un İntikamını Aldık" diyerek unutmadığımızı ve Truvalıların bizim için ne anlama geldiğini en güzel şekilde ifade ettiğini ________________________________ İngilizlerin sabah saatlerinde girdikleri boğazı ellerini kollarını sallayarak, canlarının istediği her yeri bombalayarak geçebileceklerini zannettiklerini, Akşam beş çayını Marmara denizinin ortasında içmeyi planladıklarını, İstanbul üzerine bahisler kurduklarını ________________________________ Şair deyince insanların aklına terbiye, iman ve insanlık sahibi yüce kişiliklerin geldiği (Mehmet Akif ERSOY gibi), İngiliz şairlerin de –hem de yüksek ideallerle- savaşa katıldığını, bu ideallerini günlüklerinde "Lokum ve halıları yağmalamak, Ayasofya'nın çinilerini sökmek, İstanbul'un en güzel lokantalarında balık yemek" olarak yazdıklarını ________________________________ Yüzlerce yıl Osmanlının ekmeğini yemiş olan ve Osmanlıdan sadece saygı ve hoşgörü görmüş olan gayr-i müslimlerin, İngiliz-Fransız donanmasının gelmekte olduğunu haber alınca İstanbul'da sevinç gösterileri yaptığını ________________________________ Bu tehlikeli gelişmeler karşısında devleti yönetenlerin başkenti Eskişehir'e taşımayı düşündüğünü, hatta gerekli binaların ayarlandığını, gitmesi için teklif götürülen devrik Sultan Abdülhamid'in bu teklife şiddetle karşı çıktığını, "Biz İstanbul'u alırken Bizans İmparatoru kanının son damlasına kadar savaştı ve öldü Ben ondan daha mı az şerefliyim! Gelirlerse burada savaşır ve ölürüz" dediğini, bu sözler üzerine payitahtın utandığını ve İstanbul'da kalmaya karar verdiğini, Direkten dönen bu düşüncesizliğin belki de askerimiz üzerinde korkunç bir moral çöküntü yaratmış olabileceğini ________________________________ Osmanlı Devletinin elinde sadece 26 deniz mayını kaldığını, Nusret (Yardım) gemimizin kaptanının (Tophaneli Hakkı Binbaşı ) mayınları nereye ve ne zaman bırakması gerektiğini bir gece önce rüyasında bir yüce kişi tarafından kendisine bildirildiğini, Bu mayınların hiç akla gelmeyecek biçimde Ertuğrul koyunda kıyıya paralel olarak döküldüğünü, İngilizlerin boğazı defalarca dikine kontrol etmelerine rağmen bu mayınları tespit edemediklerini çünkü Nusret'in bu mayınları son mayın kontrolünden sonra sabaha karşı bıraktığını ________________________________ Donanma boğazı geçmeye başladığında düşük top menzilli Fransız gemilerinin taktik gereği tabyalarımızı şaşırtmak için öncü atışlar yaptıklarını daha sonra arkalarından gelen uzun menzilli İngiliz gemilerine yol açmak için kenara kaydıkları Bu kayma esnasında kıyıya paralel yerleştirilen mayınlara çarptıklarını, büyük bir panik yaşandığını, ortalığın karıştığını, gemilerin birbirine girdiğini, 200 yıldır yenilmeyen dünyanın en büyük donanmasının iki saatte dağıldığını Türklerin batan düşman gemilerindeki savunmasız askerlere ateş etmeyi bıraktıklarını ve diğer gemilere ateş ettiklerini Bunu gören İngiliz komutanlarının –muhtemelen kendileri tersini yapmış olacakları için- olaya bir anlam veremediklerini Her fırsatta bize insan hakları, medeniyet, modernite tokatları patlatanların o gün aldıkları bu insanlık dersi karşısında şok geçirdiklerini ________________________________ Edremitli Seyit Onbaşının, Topun ağzına mermi süren vinç tesisatı bombardımanda kullanılamaz hale gelince "Ya Allah Bismillah" diyerek üç tane 275 kiloluk mermiyi tek başına arka arkaya kaldırarak yatağa sürdüğünü ve ateşlediğini, bu işlemi yapabilmesi için her defasına üç basamaklı metal bir merdivenden çıkması gerektiğini, üçüncü atışta İngilizlerin "Ocean" zırhlısının dümenini parçaladığını, dümeni kırılan "Ocean"ın sarhoş bir serseri gibi mayınlara sürüklendiğini bir mayına çarparak havaya uçtuğunu ve yirmi dakika içinde battığını ________________________________ Bu olayın ertesinde bölük komutanının Seyit Onbaşıyı çağırttığını, aynı mermiyi kaldırmasını istediğini ancak Seyit Onbaşının bunu başaramadığını Bunun üzerine Komutanın "Bu merminin tahtadan bir maketini getirsinler, Bu yiğidin fotoğrafını çeksinler" diye emir verdiğini, Bu fotoğrafın hepimizin çok iyi bildiği ve Seyit Onbaşının günümüze ulaşan tek fotoğrafı olduğunu ________________________________ Cumhuriyet kurulduktan çok sonra Mustafa KEMAL'in Edremit'i ziyareti sırasında Seyit Onbaşıyı sorduğunu ve Kaymakam dahil kimsenin bilmediğini Kaymakamın Seyit Onbaşı'yı Mustafa KEMAL'in huzuruna çıkarmadan önce kılığını beğenmeyip, tıraş ettirip takım elbise giydirdiğini, bu olayın Mustafa KEMAL'i derinden yaraladığını Kaymakam dahil orada bulunan herkesi azarladığını Seyit Onbaşının ölene kadar ormancılık yaparak sefalet içinde perişan yaşadığını ________________________________ Nusret Mayın gemisinin yakın zamana kadar Mersin'de demirli olduğunu ve ömrü dolduğu için jilet yapılmasının planlandığını, sırf bu ihtimalin bile Türk Milleti adına yüz kızartıcı bir utanç levhası olarak kalacağını, birkaç vatanseverin çırpınışıyla şimdilik bu olayın durdurulduğunu ____________________________________ İngilizlerin 18 Mart faciasının suçlusu olarak mayın taramacıları sorumlu tuttuğunu, Hepsinin kurşuna dizdirildiğini, savaş bittikten yıllar sonra her iki ordu arşivleri açıklanıp gerçekler öğrenilince bu askerlerin ailelerinden özür dilendiğini, tazminat ödendiğini, iade-i itibar yapıldığını ve şerefli birer asker olarak öldüklerini ilan ettiklerini ________________________________ İngiliz-Fransız ortaklığının boğazı donanmayla geçemeyeceklerini anlayınca onlara geçit vermeyen Türk topçularını arkadan ele geçirerek temizlemek için çıkarma harekatı yapmaya karar verdiklerini, bunun için Mısır'da piramitlerin dibinde, sömürgelerinden getirdikleri on binlerce askeri toplayıp "Nasıl olsa orada Türklerle işimiz çok kolay olacak" diyerek bu askerlere baştan savma bir eğitim verdiklerini, Burada toplanan askerlerin 16 farklı ülkeden geldiğini, Aralarında Müslümanların bile olduğunu, daha sonra bu askerlerin savaş esnasında kandırıldıklarını anlayıp taraf değiştirdiklerini, Burada toplanan askerlerin büyük çoğunluğunun çapulcular gibi davrandığını, kahire sokaklarında yapmadıkları rezilliğin kalmadığını ________________________________ Mısırda toplanan askerlerin kayıtlarını tutan bir katibin sürekli "Australia and New Zealand Army Company/ Avustralya ve Yeni Zelanda Ordu Birliği" yazmaktan sıkıldığını pratik bir çözüm olarak bu kelimelerin baş harflerini alarak ANZAC kısaltmasını bulduğunu, bu kısaltmanın dünya tarihine geçtiğini ________________________________ İngilizlerin çıkarma harekatını ellerine yüzlerine bulaştırdıklarını, akıntı ve hava durumu dahil yaptıkları hiçbir hesabın tutmadığını, aralıklarla çıkmaları gereken geniş kumsala değil, dar bir koya ve kalabalık bir şekilde çıkmak zorunda kaldıklarını, karşılarında ise Ezineli Yahya Çavuş ve 62 kişilik takımı dışında hiçbir birliğimizin olmadığını ________________________________ Türk ordusunun başındaki Alman Liman Von Sanders Paşa'nın çıkarma beklenen bölgeleri kasıtlı olarak yanlış hesapladığı, İngilizleri ve Türkleri olabildiğince birbirine kırdırarak İngilizlerin dikkatini bu bölgeye çekmeyi, bu sayede Avrupa'da savaşan Alman askerlerinin karşısında daha zayıf bir askeri güç olmasını ve Alman birliklerini rahatlatmayı amaçladığını, bu gizli hesabın her iki taraftan da 500 bin cana mal olduğunu, bunun ispatlanamamış bir iddia olduğunu, Tüm savaş boyunca Liman Paşanın hiçbir askeri tahmininin tutmadığını, aradan yüz yıl geçmesine rağmen bu şüphenin hala kafaları kemirdiğini ________________________________ Çanakkale savaşlarındaki en büyük askeri dehaların Mustafa KEMAL ve Esat Paşa olduğunu, düşmanın her hamlesini doğru tahmin ettiklerini, yaptıkları kritik hamleler ve aldıkları cesur kararlarla savaşın seyrini değiştirdiklerini, gelişen olaylar neticesinde askerlerinin de yüksek güvenini ve hayranlıklarını kazandıklarını, bir işaretleriyle emrindekilerin hiç düşünmeden ölüme koştuklarını İngiliz ve Fransız Kurmaylarının bu kadar zor şartlarda çarpışan Türk ordusunun bu kadar akıllıca sevk ve idare edilebilmesine anlayamadıklarını, Zaten onların tüm savaş boyunca olan biten hiçbir şeyi anlayamadıklarını ________________________________ Çıkarma beklenmediği için küçük bir takımdan başka hiçbir askeri birliğin bulunmadığı koya çıkan 4000 İngiliz askerine Yahya Çavuş ve arkadaşlarının eski tip piyade tüfekleriyle 18 saat boyunca karşı koyduğunu, mermi israfı yapmamak için asla tek dolaşan hedeflere ateş edilmediğini, neredeyse hiçbir mermi israfının yapılmadığını, adamların orada çakılı kaldığını, bir santimetre ilerleyemediklerini, takım komutanlarının üstlerine telsizlerinden verdikleri raporlarda karşılarında kalabalık bir makineli tüfek (!) birliğinin bulunduğunu bildirdiklerini, dışarıdaki kıyımı gören İngiliz askerlerinin çıkmak istemediklerini bunun üzerine komutanlarının onlara arkalarında ateş ederek zorla savaşmaya gönderdiklerini Havadan savaşın seyrini takip etmekle görevli bir İngiliz pırpır uçağının pilotunun kıyıdan 50 m kadar açığa kadar denizin kıpkırmızı kan ile dolduğunu gördüğünü, bunun hayatında gördüğü en korkunç şey olduğunu söylediğini ve muhtemelen aklını oynattığını ________________________________ Ezineli Yahya Çavuş ve arkadaşlarının hepsinin orada şehit olduğunu Bu çarpışma ve şehadetin belki de savaşı kurtardığını, bu bölgeye çıkarma yapıldığını haber alan diğer birliklerin bölgeye yetişmesi için gereken zamanın kanla kazanıldığını ________________________________ Bir bölgeye çıkarma yapan 2000 kişilik İngiliz ve Fransız bölüğünün o bölgede bulunan selvi ağaçlarını Türk birliği sandıklarını, hepsinin kaçarak bölgeyi terk ettiklerini, bu olayın yıllar sonra kendi raporlarından ve yazılı kaynaklarından öğrendiğimizi, kimsenin nasıl olup ta 2000 kişinin aynı anda hayaller gördüğünü açıklayamadığını ________________________________ Tüm çıkarma harekatı boyunca İngilizlerin yılan gibi sinsice davranmaya çalıştıklarını, Başta Anzak birlikleri olmak üzere diğer tüm sömürge askerlerini hep kendilerine kalkan olarak kullandıklarını Ölümün kesin olduğu taarruzlarda öncü siper birlikleri olarak hep bu askerlerin kullanıldığını Mel GIBSON'un gençlik yıllarında başrol oynadığı "Gallipoli" adlı sinema filminde bu konuya inceden göndermeler yapıldığını ________________________________ İngilizlerin tüm savaş boyunca hata üstüne hata yaptıklarını, *****ca kararlar aldıklarını, emir-komuta zincirlerinde sürekli kopukluklar olduğunu, verilen önemli emirlerin asla yerine ulaşmadığını, kimden geldiği belli olmayan emirlerle önemli stratejik hatalar yaptıklarını, mevzi ve can kaybının bu nedenle çok artığını, İngiliz savaş kaynaklarında, askerlerin anılarında ve araştırma eserlerinde bunun gibi yüzlerce olay yaşandığını ________________________________ Gelibolu siper savaşlarının tarihin gördüğü en acıklı savaş olduğunu, on binlerce askerin savaştığı düşman askerini bir kere bile göremeden can verdiğini, İngilizlerin tokat üstüne tokat yedikçe Türk siperlerine kurşun yağdırır gibi bombalar yağdırdıklarını, kolların bacakların havalarda uçtuğunu, yerin altının ve üstünün sürekli yer değiştirdiğini, her defasına "Tamam bu sefer canlı Türk bırakmadık" diyerek saldırıya geçtiklerini, her defasında Allah'tan başka sığınacak hiçbir şeyleri kalmamış Mehmetlerin kabus gibi tekrar tekrar karşılarına çıktığını ________________________________ Savaş istatistiklerine göre bir m2'ye 6000 mermi düştüğünü, bu oranın dünya savaş tarihinin en yüksek oranı olduğunu Havada iki merminin çarpışma ihtimalinin 600 milyonda bir olduğunu, bu çarpışan mermilerden Çanakkale'de onlarca bulunduğunu Savaş Gazilerinin "Cehennem diye bir yer vardır Biz orayı gördük" dediklerini ________________________________ Galatasaray Sultanisi (Lisesi) öğrencilerinin okul sıralarını bırakarak cepheye koştuklarını, 15-16 yaşlarındaki bu fidanların hepsinin tek bir saldırıda İngiliz makinelisi ile biçildiğini, Olayı gören bir Türk askerinin yıllarca ağzını bıçak açmadığını ve ne zaman Çanakkale'den bahsedilse hüngür hüngür ağladığını ________________________________ Darü'l Fünun'un tüm son sınıf öğrencileri şehit olduğu için o sene hiç mezun vermediğini ________________________________ Gömülemeyen ölülerin on binleri bulduğunu, ortalığın kokundan ve sineklerden geçilmediği, domuzun bile yaşamayacağı şartlarda askerlerin savaştığını, ilk ateşkesin dostluk gösterisi değil, şartların her iki taraf için de artık kaldırılamayacak kadar ağırlaştığı için zorunlu olarak alındığını İki tarafın askerlerinin o gün arkadaşlık yaptıklarını, birbirlerine cigara, yiyecek ve tespih, yüzük, rütbe gibi ufak tefek hediyeler verdiklerini, bu manzarayı gören bir Türk Subayının "gören insanın zalimleşeceğini, bir zaliminde insanlaşacağını" ifade ettiğini ________________________________ Ortalığı basan sinekler yüzünden hiçbir yiyecek maddesinin birkaç tane sinek yutmadan yenilemeyeceğini, Salgın hastalıkların da savaş kadar can aldığını, bir İngiliz askerinin hasta arkadaşını büyük abdestini yapmak için tuvalet çukuruna girerken gördüğünü, oradan çıkmayınca çukura koştuğunu, hasta askerin bayılarak pisliklere batmış olduğunu, arkadaşlarının ise onu yukarı çekemeyecek kadar güçsüz kalmış olduklarını, bu hasta askerin kendi pisliğinde boğularak can verdiğini Çanakkale savaşlarına daha önce hiç bilinmeyen zeka ürünü hileler ve aldatmacalara başvurulduğunu, Türklerin soba borularından top bataryaları yaptığını ve bu şaşırtmacanın işimize çok yaradığını, askerlerin Tahta düzenekler yaparak siperden hiç çıkmadan tüfek atışı yapabildiklerini, bomba fırlatan düzenekler yapıldığını, İngilizlerin Türk topçusunu yanıltmak ve zaten az olan mühimmatı boşa harcatmak için tahtadan kocaman gemiler inşa edip yüzdürdüklerini Toprağın altında bile savaş olduğunu, her iki tarafın tüneller açarak düşman siperlerinin altına kadar gelip patlayıcı yerleştirdiklerini, bu şekilde iki tarafın da çok kayıp verdiğini ________________________________ İkinci çıkarmadan önce İngilizlerin komutanlarını değiştirdiğini, yeni gelen Sopford'un emekli bir asker olduğunu, çıkarma yapıldıktan sonra uzun zamandır Gelibolu'da bulunan tüm subay kadrosunun şiddetli itirazlarına ve "Hemen şimdi saldırırsak Türkleri arkadan çevirip bu işi bitiririz, bu tepeler bomboş" önerilerine karşın büyük bir *****lık yaparak "Yoldan geldik yorgunuz Bugün dinlenelim, yarın rahat rahat savaşırız" diyerek askerlerine dinlenme emrini verdiğini, çıkarma yapan askerlerin bomboş tepeler önünde gün boyu denize girerek eğlendiğini, mangal yaparak keyif yaptığını ________________________________ Bu sırada çıkarmayı haber alan Esat Paşa'nın Yarımadanın öbür ucunda bulunan birliğe düşmanı karşılama emrini verdiğini, bu komutanın ise "Askerlerim günlerdir uykusuz ve yorgun Bu şartlar altında yarımadayı yürüyerek geçemeyiz" itirazını anında o subayı görevden alarak cevaplandırdığını, yerine Anafartalar Grup komutanı olarak Mustafa KEMAL'i görevlendirdiğini, aç, yorgun ve sefil Mehmetlerin Mustafa KEMAL'in arkasından 20 saat yürüdüğünü, bu sırada İngiliz askerlerinin kıyıda mangal ve piknik yaparak dinlendiklerini, bu iki zıt ve mantıksız şartları yaşan birliklerin sabah güneşinde karşılaştıklarını, Türk askerinin mermiyle, mermi bitince süngüyle ve daha sonra kendini uçurumdan aşağı atarak vatan toprağına yapılan son saldırıyı da durdurduğunu, Conkbayırı'nın 24 saat içinde 7 kere el değiştirdiğini, bunun bir savaş değil, boğuşma olduğunu, sonunda İngilizlerin ne yaparlarsa yapsınlar bu işi başaramayacaklarını anladıklarını, İngilizlerin ve tüm işbirlikçilerinin bu işten vazgeçme kararı aldıklarını, Çanakkale seferinin son direnişinin ileride vatanı bir kere daha kurtaracak ve Cumhuriyeti kuracak olan genç liderimizi tüm dünyaya tanıttığını Müslüman ülkelerde Mustafa KEMAL'in kahraman ilan edildiğini, kartpostallarının ve posterlerinin kapış kapış satıldığını ________________________________ Mustafa Kemal'in Anafartalar'da yaralandığını, kalbinin üstünde bulunan cep saatinin parçalandığını ve şarapnel parçasının derine girmesini engellediğini, bu yaranın aylarca kapanmadığını, Mustafa KEMAL'in askerin morali bozulmasın diye bu olayın tek şahidine sus emri verdiğini, daha sonra Liman Paşa'ya parçalanan saatini hatıra olarak verdiğini ve Liman Paşa'nın çok şaşırıp heyecanlandığını ve kendi altın köstekli cep saatini Mustafa KEMAL'e hediye ettiğini ________________________________ Çanakkale'de doktorların askerlerden daha çok yorulduğunu, binlerce yaralıyla ilgilenmek zorunda kaldıklarını, Ümitsiz vakalarla hiç ilgilenilmediğini ve kurtulma şansı olanlara öncelik verildiğini, Bir Türk doktorun önüne kendi oğlunun getirildiğini, "Kurtulma şansı yok" diye oğlunu tedavi etmediğini, hemen bir sonraki yaralıyı istediğini, yaralılardan ancak ertesi gün başını alabildiğini ve o zaman oğlunun mezarına gidebildiğini ________________________________ İngilizlerin kendi ifadelerine göre mükemmel bir geri çekilme planı yaptıklarını, hiçbir kayıp vermeden çekip gittiklerini, onların ifadesine göre Türklerin hiçbir şeyden haberinin olmadığını ama yine kendi yalanlarını kendi kaynaklarından suratlarına tükürürcesine, ger çekilme esnasında bizim siperlerden onların siperlerine üzerine kağıt sarılmış bir taş fırlatıldığını, bu kağıtta düzgün bir İngilizceyle "Gittiğinize üzülüyoruz, Süveyş Kanalında Görüşürüz" yazdığını Bu olayın, geri çekilmeden Türklerin haberleri olduğunu ama artık savaşamayacak kadar yıpranmış olduklarını ispatladığını Okuma yazma oranının yüzde beşlerde olduğu bir dönemde bizim Çanakkale'ye hangi yetişmiş evlatlarımızı yolladığımızı ve memleketin en az 100 yılını bozuk para harcar gibi harcadığımızı ________________________________ Gelibolu topraklarına çıkıp, Marmara denizini görebilen sadece tek bir İngiliz askeri olduğunu, bu askerin aslen İrlandalı olduğunu, Türk askerini şaşırtmak için gece kumsala tek başına çıkıp bir sürü meşale yakarak çıkarma sanki oraya yapılıyormuş gibi bir kandırmaca yapmaya çalıştığını, bu askerin daha sonra yolunu kaybederek yarımadanın çok içerisine kadar girdiğini, daha sonra bir şekilde dönerek kurtulduğunu, bu olayın yıllar sonra askeri günlükler okununca öğrenildiğini ________________________________ Savaşta Türk ordusunun tek bir pırpır uçağı olduğunu, bu uçağın arada sırada askere moral vermek için uçtuğunu, bu uçağın tüm birliklerimizin sevgilisi olduğunu ve ona "Tek Kuyruk" adını taktıklarını ________________________________ Savaşın özellikle sonlarına doğru ordunun istihkakları azalttığını, askere günde sadece yarım ekmek verilebildiğini, bu ekmeğin de taş gibi kuru olduğunu Açlık içinde siperlerde yaşayan Mehmetlerin ayakkabı köselelerini kaynatıp çorba niyetine içmeye çalıştıklarını Eğer fedakarlık buysa bizim bildiğimiz hiçbir fedakarlığın fedakarlık olmadığını ________________________________ Medeniyetin öncüsü İngilizlerin beyaz bayrak sallayan Türk askerlerini kurşuna dizdiğini, esir askerlerimizi tahta barakalara doldurarak diri diri yaktıklarını Esir alınan aç Türk esirlere maymunlara fıstık atar gibi yiyecek kırıntıları atarak eğlendiklerini Türk askerinin savaşta silahsız düşman askerini öldürmediklerini hayretle gördüklerini, bu sayede çok sayıda İngiliz ve Anzak'ın ölümden döndüğünü, bunlardan birinin sonraki yıllarda İngiltere Genel Kurmay Başkanı olduğunu, bu adamların insanlık adına ne varsa Çanakkale'de bizden öğrendiğini, savaşın sonlarına doğru az da olsa evcilleştiklerini, Çanakkale ile yapılan her belgeselde bu temanın abartıyla işlendiğini, bu savaşın kendilerine de büyük pay çıkararak ve yaşadıkları ağır yenilgiyi psikolojik olarak örtbas etmek için yapılan son centilmen (!) savaş olduğunu utanmadan söylediklerini, Türk kökenli yapılan belgesellerde inanılmaz bir İngiliz yalakalığı yapıldığını, Hiçbir belgeselde Çanakkale'de yaşanan olayların sansürsüz ve adam gibi anlatılmadığını ________________________________ İngiltere ve Avustralya'nın aradan bu kadar yıl geçtikten sonra Gelibolu'nun küresel miras olduğunu ve uluslar arası toprak sayılmasını istediklerini, kendi şehitliklerinin olduğu bölgelerin ise kendi toprakları olarak kabul edilmesini istediklerini ________________________________ Anzak günü olarak kutlanan 25 Nisan'da TV'lerde Anzak törenlerinin en ince ayrıntısına kadar anlatıldığını, aynı gün yapılan bu memleketin gerçek sahibi her görüşten Türk gençlerin 20 bin kişilik yürüyüşünün ise Türk TV'leri tarafından sansürlendiğini, gösterilmediğini, Atatürk'ün Çanakkale'de emperyalizme attığı tokat cezalandırılırcasına kendisinden kerhen (zoraki) bahsedildiğini ________________________________ Çanakkale deniz zaferinin 91 Anma yıldönümü olan 18 Mart Gecesi, Biri hariç hiçbir ulusal kanalın adam gibi bir yayın yapmadığını, bu kanalın yayınladığı belgeselin ise prime Time bitiminden sonra (24:00) yayınlandığını Diğer TV'lerin belgesel ya da tartışma programı yapmak yerine magazin, eğlence, yarışma ve dizi film gösterimi yaptıklarını Bu konuyla ilgili yayın yapan diğer TV'lerin ise marjinal çizgiye sahip ulusal ölçekli kanallar olduğunu Gazetelerin ise konuya lütfen değindiklerini ________________________________ Çanakkale savaşının sonuçları itibariyle hiçbir savaşla kıyaslanamayacak kadar Dünya'yı etkilediğini, Bir çok ülkede politik gidişi etkilediğini, özellikle Rusya'da Bolşevik devrimine yol açtığını Yarım milyon cesedin ise Gelibolu'da toprağın kimyasını değiştirdiğini ve yeşillendirdiğini Hâlâ toprağın altında kemikler, boş mermi kovanları ve patlamamış top mermileri çıktığını ________________________________ Tarihin en büyük teknolojisine ulaşan ve teknolojiyle her şeyi halledeceklerini zannedenlerin tarihin en büyük yenilgisini aldıklarını Göğüs göğüse hiçbir çarpışmayı kazanamadıklarını Torunlarının güya bundan ders çıkarıp şimdi uzun menzilli silahlar yaptıklarını, uzaktan kumanda ile savaştıklarını, hiçbir uçaksavarın vuramayacağı yükseklikten uçan ve bombalar atan uçaklar yaptıklarını, Irak'ta bu silahlarını denediklerini Ne var ki göğüs göğüse çarpışmaya giriştiklerinde gene çuvalladıklarını, teknolojinin bir kere daha mağlup olduğunu ________________________________ Ayrılırken hırsını alamayan İngiliz ve Avustralyalı askerlerin ölü Türk askerlerinin kafataslarını keserek ülkelerine götürdüklerini Bu yenilgiyi asla unutamayacaklarını, Bir gün mutlaka buraya yeniden geleceklerini Biliyor muydunuz?Bilmiyorduk tabi Nereden bileceğiz ki? Ders kitaplarında yazmıyordu Öğretmenlerimiz bahsetmediler Gazeteler yazmadı -----------------
  4. 14 AĞUSTOS 1974- İKİNCİ BARIŞ HAREKATI İkinci Cenevre Konferansı’nda Yunan ve Rum tarafı zaman kazanmak, dünya kamuoyunu Türkiye aleyhine çevirmek için uzlaşmaz bir tutum sergilemeye başladılar. Birinci Cenevre Konferansı’nda alınan kararları dahi dikkate almadılar. İkinci Cenevre Konferansı’nın başarısızlığa uğraması üzerine, Türk Silahlı Kuvvetleri İkinci Barış Harekatına başladı. 14 Ağustos günü Saat 06.30’dan itibaren 28 ve 39 ncü Tümenler, Magosa ve Boğaz Deniz üssünü ele geçirmek üzere doğuya doğru taarruza başladılar. Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı ile Lefkoşa Sancağı ve Komando Tugayı kolordu bölgesinin batı kesimini savunmakla görevlendirilmişlerdi. 39 Tümen bölgesindeki İngiliz Tepe ve Kara Tepe, Rum savunmasının bel kemiği durumunda idiler. 39 Tümen’in birlikleri saat 11.30’da İngiliz Tepe ve Kara Tepe’yi ele geçirdiler. 28 Tümen saat 12.00’ye doğru Mia Milia’yı işgal etti. Saat 15.00 civarında 39.Tümen Değirmenlik’i, 28. Tümen de Timbu hava alanını ele geçirdi. Türk askeri karşısında çareyi kaçmakta bulan Rumlar mağlubiyetin acısını çıkarmak için; 14 Ağustos’ta Taşkent, Terazi, Atlılar, Muratağa ve Sandallar köylerinde; savunmasız, çoğu çocuk, kadın ve yaşlı olmak üzere yüzlerce Türk’ü topluca ve vahşice öldürmüştür. Adanın diğer kesimindeki Türklere de insanlık dışı, vahşice saldırılar yapılmıştır. Birliklerimiz 14 Ağustos akşama doğru Paşaköy ve Serdarlı’ya girerek soydaşlarımızla kucaklaştılar. 15 ve 16 Ağustos’ta doğu ve batı istikametlerinde ileri harekatına devam eden birliklerimiz Magosa, Lefkoşa ve Lefke hattının kuzeyindeki bölgeyi tamamen kontrol altına almışlardır. Sonuç olarak; Kıbrıs Barış Harekatı ile Kıbrıslı Türklerin can güvenlikleri sağlanmış, Rumların Enosis hayali Akdeniz’in karanlık sularına gömülmüştür. Bu savaşta; 498 Türk askeri, 70 Kıbrıslı Mücahit ve 270 Kıbrıs Türk’ü şehit olmuştur. Türkiye bu harekatı ile kendi güvenliğini ve Kıbrıslı Türklerin güvenliğini tehlikeye atacak girişimlere hiçbir zaman seyirci kalmayacağını dünyaya fiilen kanıtlamış oluyordu. 13 Şubat 1975 de Kıbrıs Türk Federe Devlet’i, 15 Kasım 1983 de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edildi. Kıbrıs’ta Türk ve Rumlar arasında yapılan tüm görüşmelerde, Rumların uzlaşmaz tutumları nedeniyle günümüze kadar bir sonuç alınamamıştır. Kıbrısla ilgili yürütülen görüşmeleri bu uğurda canlarını ortaya koyan gaziler olarak dikkatle izliyoruz. Toprağa düşen şehitlerimizin ve akıtılan kanların dikkate alınacağını umuyor; uğrunda şehit verdiğimiz, kan döktüğümüz toprakları da kutsal bir emanet olarak kabul ediyoruz. Savaşta kazanılan toprağın iadesi kabullenemez. Türk silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’a yaptığı müdahale; sorunun sebebi değil, Rum-Yunan ikilisinin bugüne kadar adada uyguladıkları yanlış ve tahkirkar politikaların bir sonucudur. Yunanistan’ın Kıbrıs’ı topraklarına katmayı istemesinin asıl amacı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hareket serbestisini kısıtlamak ve Anadolu Yarımadası’nın güneyindeki milli güvenlik kuşağını daraltıp, Türkiye’nin etrafında bir stratejik kuşatma çemberi oluşturarak, onu Anadolu’ya hapsetmektir. Türkiye’nin, Yunanistan’ın ahdi hukukuna dayalı haklarını ve milli menfaatlerini koruyamayacak kadar zayıf bir duruma düşürülmesi, O’nun Ortadoğu’da, Balkanlar’da ve Ortaasya ile Kafkaslar’da itibarını büyük ölçüde zedeleyecek; bölgesinde bir denge unsuru olma ve caydırma niteliğini ortadan kaldıracaktır. Kıbrıs’ta “Kendi kaderini tayin etme” (Self-determinasyon) hakkı söz konusu olduğunda, Ada’da yaşayan Türk halkı, BM Anayasa’sının 73 ncü maddesi esasları çerçevesinde en az Rumlar kadar kendi kaderini tayin etmede söz ve hak sahibidir. Asırlardır Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin Ada üzerinde hükümranlık hakları vardır. Bu haklarını Rumlara devretmeleri söz konusu olamaz. Batı, dün olduğu gibi bugünde Yunan-Rum yanlısı tutumunu devam ettirmekte, Yunanistan ve Kıbrıs sorunlarının çözümünde Türk tarafından sürekli ödün istemektedir. Aşağıdaki örnekler, geçmişte Batı’nın, Yunan-Rum yanlısı tutumunu açıkça ortaya koymaktadır. - Emekli General Nurettin Türksan, “Yunan Sorunu” adlı kitabında, 13 Mart 1919 “Dörtler Konferans’ındaki konuşmaları aşağıdaki şekilde naklederek, 90 sene önce, Batılıların Kıbrıs’a bakış açılarını ve zihniyetlerini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu: “Loyd George : Niyetim, Kıbrıs’ı aynı şekilde Yunanistan’a vermektir. Clemanceau : Unutmayınız ki, Berlin Antlaşması’na göre bu konuda benden izin almanız gerekmektedir. Loyd George : Bu izni bana vereceğinizi ümit ederim. Başkan Wilson: Yunanistan’a bu hediyeyi verebilirseniz büyük ve değerli bir iş yapmış olursunuz..” - ABD Senatosu 17 Mayıs 1920 tarihinde Henry Cabot Lodge’nin sunduğu aşağıdaki kararı kabul ediyordu: “ Senato, Kuzey Epir’in, Kariça’nın, Ege’deki 12 adanın ve Anadolu’nun batı kıyılarının barış konferansı tarafından Yunanistan’a verilmesini kabul eder.” - Yine ABD Senatosu, 21 Ocak 1920 tarihinde aldığı bir kararla Trakya’nın Yunanistan’a verilmesini kabul etmiştir. Bu suretle, ABD Yunanistan’ın Anadolu’yu işgal etmesini teşvik ediyordu. Günümüzde bu örneklerin çoğalarak devam ettiğini görüyoruz. Batı ile sorunlarımızın başlangıcı, Türklerin Anadolu’ya girdikleri tarih olan 1071 yılıdır. Her nedense, Batı ve hıristiyan dünyası TÜRKLERİ ne Avrupa’da ne de Anadolu’da kabullenememiştir. Çağdaşlaşma olarak kabul ettiğimiz Batı değerleri ATATÜRK TÜRKİYE’sinin hedefidir. ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ ile bu hedefe mutlaka ulaşacağız. Anavatan ve Yavruvatan’ın genç evladı! Çok zor koşullar altında, uzun yıllar çetin bir mücadele vererek Kıbrıs Türk halkını önce sömürge yönetiminden kurtaran ve daha sonra Kıbrıs’ın kuzeyinde toplayarak bağımsız bir Türk Devleti’ni (KKTC) kuran, bugünün orta yaşlı kuşağı olan anavatan ve yavruvatan gazilerine kulak veriniz. Onlar sizin için canlarını ortaya koydular, şehit-gazi oldular. Emanete sahip çıkınız. Bu emaneti sizden sonra gelecek kuşaklara aynen teslim etmek sizin namus borcunuzdur. İkinci kez, bağımsız bir cumhuriyete sahip olmak pek mümkün değil. Böyle bir imkanı da hiçbir zaman bulamayacaksın. Bu nedenle, KKTC’nin Türkiye ve Kıbrıs açısından değerini iyi bilin.
  5. Giriş: 9282 kilometre kare yüz ölçümü ile Akdeniz’in en büyük adası olan Kıbrıs adası Türkiye’ye 65, Yunanistan’a 965 km. uzaklıktadır. Dünya oluşumunun üçüncü zamanında Anadolu ile bitişik olan ada, dördüncü zamanda, İskenderun bölgesinden koparak uzaklaşmıştır. Adanın jeolojik yapısı ile bitki örtüsü İskenderun bölgesi ile benzerlik gösterir. Kıbrıs adasının kuzeyinde doğu-batı istikametinde uzanan Beşparmak Dağları yer alır. Sarp ve yalçın kayalardan oluşan Beşparmak Dağları’nın belli geçiş yerlerinin dışında aşılması zordur. Beşparmak Dağları’nın güneyinde, Magaso’dan Güzelyurt’a kadar Meserya ovası uzanır. Adanın güneyinde Trodos Dağı yeralır. Kıbrıs yer yüzünde bakır madeninin ilk işlendiği yerdir. Bu nedenle Kıbrıs’ın adı bakırla ilgilidir. ( bakır; Latince cuprum, İngilizce copper) Kıbrıs adası, jeopolitik açıdan Akdeniz’de çok öneme haiz bir konumdadır. Türkiye’ye yakınlığı, İskenderun ve Mersin Körfezlerini kontrol etmesi, Akdeniz’in doğusundaki deniz ulaşımı, İsrail ve Suriye’nin liman ve sahillerinin güvenliği, Türk boğazları ve Süveyş Kanalı’nın emniyeti, Ortadoğu petrolleri ile petrol nakliyatı Kıbrıs adasının önemini artırmaktadır. Kıbrıs adası bu konumu ile; Doğu Akdeniz’de bir uçak gemisi, füzeler için bir rampa, Anadolu’yu güneyden istila için bir atlama taşıdır. Yunan adaları ile Ege bölgesi Anadolu’nun güneyinden de kuşatılmasını tamamlayabilecek önemli bir bölgedir. Türkiye’nin güvenliği için Kıbrıs yüksek bir değer ifade eder. Kıbrıs’ın, stratejik önemini sadece geçmişin şartları içinde değil geleceğin hızla değişen şartları içinde gören büyük asker, en büyük komutan ve devlet adamı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, Antalya bölgesinde yapılan bir askeri tatbikatta subaylara; “Türkiye’nin yeniden işgal edildiğini ve Türk kuvvetlerinin sadece bu bölgede mukavemet ettiğini farz edelim. İkmal yollarımız ve imkanlarımız nelerdir?” sorusunu yöneltmiştir. Subayların görüş ve düşüncelerini dinleyen ATATÜRK, haritada Kıbrıs adasını işaret ederek: “Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece, bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için mühimdir” demek suretiyle Kıbrıs’ın Türkiye için taşıdığı stratejik önemini ortaya koymuştur. Kıbrıs jeopolitik önemi nedeni ile, tarih boyunca çeşitli kavimlerin istilasına uğramıştır. Kıbrıs, M.Ö. 1450 yılından itibaren; Mısırlılar, Hititler, Fenikeliler, Asurlular, Persler, Büyük İskender (Ptoleme Egemenliği), Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Haçlılar (Aslan Yürekli Richard), Venedikliler ve Osmanlılar idaresinde kalmıştır. 300 yıl Osmanlı hakimiyetinde kalan Kıbrıs; 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nde Osmanlıları destekleme karşılığında 1878’de İngiltere’ye geçici olarak bırakılmıştır. İngiltere, I. Dünya Savaşı’nın başında, Kıbrıs’ı bir oldu-bittiye getirerek ilhak ettiğini açıklamıştır. Kıbrıs İngiltere’nin idaresi altında iken, Kıbrıs kilisesi, adayı Yunanistan’a bağlamayı amaçlayan Enosis (birleşme) çabasını yoğunlaştırdı. . Enosis hayali Kıbrıs sorununun temelini teşkil eder. Enosis’i gerçekleştirmek için 1955’te EOKA adında bir terör örgütü kuruldu. Bu örgüt İngilizlere ve Türklere karşı silahlı şiddet hareketlerine başladı. Buna karşılık Türk tarafında TMT(Türk Mukavemet Teşkilatı) kurularak EOKA ile mücadeleye başlandı. Kıbrıs, Londra ve Zürih Garanti ve İttifak Antlaşmalarıyla 1960 yılında bağımsız bir devlet olarak ortaya çıktı. Bu antlaşmaya göre; hükümetin ve icra unsurların %70’i Rum, %30’u Türklerden teşkil edilecek, Bakanlar Kurulu 7 Rum, 3 Türk’ten oluşacaktı. Bir papaz olan Makarios (asıl adı:Mihail Hristodolu Muskos) Cumhurbaşkanı, Dr. Fazıl Küçük de Cumhurbaşkanı Yardımcısı oldu. Garanti Antlaşmaları ile, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere garantör devlet oldular. İngiltere, iki askeri üs(Agratur-Dikelya) elde etti. Adada Türkiye 650, Yunanistan ise 950 kişilik kuvvet bulundurabilecekti. Garanti antlaşmasına göre, Makarios Türklere verilen hakları çok görerek Türkleri tamamen yok etmeye kalktı. Yunanistan adaya gizlice çok sayıda asker çıkardı. Kıbrıslı Türkleri ortadan kaldırmak ve Enosis’i gerçekleştirmek için hazırlanan, “Akritas Planı”nını uygulamaya koymak üzere EOKA çeteleri ve Yunan askerleri 25 Aralık 1963’de saldırıya geçerek çocuk, kadın, yaşlılarda dahil olmak üzere binlerce Türk’ü vahşice katlettiler. Rumların Erenköy’e de saldırmaları üzerine, Türk jetleri Kıbrıs üzerinde uyarı uçuşu yaptılar. Panikleyen Rumlar saldırılarına son vermek zorunda kaldılar. Türkleri katletmek için Kanlı Noel olarak tarihe geçen bu vahşet karşısında Batılı devletler her zamanki gibi seyirci kaldılar. Rum-Yunan ikilisi bu saldırılarıyla; Türklerin eşit siyasi haklarına ve ortaklığına dayalı olarak kurulan “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni yıkmışlar, Bu cumhuriyetin temelini teşkil eden Zürih ve Londra antlaşmalarını tek taraflı olarak fesh etmişler ve Türkleri Kıbrıs’ın yönetiminden dışlamışlardır. Anadolu’yu işgal eden Yunan Ordusu’nda da görev alan Grivas adındaki eli kanlı bir EOKA’cı ile Yunanlı subayların idaresindeki Rumlar 1967 yılında bu sefer Geçitkale-Boğaziçi’ne saldırdılar. Türkiye müdahale için hazırlandı. Türkiye’nin müdahalesinden çekinen Yunanistan askerlerini ve katil ruhlu Grivas’ı adadan geri çekmek zorunda kaldı. Mart 1963 tarihinden itibaren Ada’da göreve başlayan Birleşmiş Milletler Barış Gücü, Türkleri Rumlara karşı koruyamamış ve katledilmelerine de seyirci kalmıştır. Kıbrıs’ta görev ve sorumluluklarını yerine getiremeyen, barışın sağlanmasında etkinlik gösteremeyen BM. Barış Gücü, Rumların etkisine girerek kendisine duyulan güveni tamamen yitirmiştir. 1967 yılında, Yunanistan’da ihtilal olmuş, bir c**ta hükümeti kurulmuştu. Makarios’un cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Sovyetler Birliği ile siyasi ve askeri işbirliğine yönelmesinin, izlediği siyaset ile de Dünya Bağlantısızlar hareketinin bir önderi durumuna gelmesinin, adanın bir an önce kendisine bağlanıp Enosis hayalinin gerçekleşmesini isteyen c**tacı hükümetin hoşuna gitmiyordu. Makarios, aldığı dış yardımlarla ekonomik olarak, Bağlantısızlar yanında yer almakla da siyasi açıdan kendini yeterli görüp, şimdilik, Kıbrıs’ın sadece Rumlar tarafından temsil edilen bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti olmasını istiyordu. Bağlantısız Devletlerin de desteğini almıştı. Enosis, Makarios için uzun vadede düşünülecek bir konu idi. Türkler ekonomik yönden tamamen çöküp, Kıbrıs’ı terk ederlerse, Türkiye’nin müdahale nedeni kalmayacağından Enosis kendiliğinden gerçekleşecekti. Acele edip Türkiye’nin tepkisini çekmeye gerek yoktu. Bu durum, Enosis’i bir an önce hayata geçirmek isteyen Yunan hükümetinin hoşuna gitmiyordu. Yunan hükümetine göre; Ada’daki Türk halkına karşı siyasi ve askeri üstünlük sağlandığı halde Enosis’in bir türlü hayata geçirilememesinden Makarios sorumluydu. Bu nedenlerle Makarios ile Yunan hükümetinin arası açılmıştı. Sonuçta, 15 Temmuz 1974’de, Yunan hükümeti tarafından desteklenen, Yunanlı subayların yönetimindeki Rum Milli Muhafız Ordusu(RMM) ile EOKA Kıbrıs’ta darbe yaptı. Makarios adadan kaçtı. Eli kanlı başka bir katil olan Sampson’u cumhurbaşkanı yaptılar. Türkiye, Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974 tarihinde yapılan darbe ilgili olarak diğer garantör devlet olan İngiltere’den Londra ve Zürih garanti antlaşmaları gereği, birlikte müdahale edilmesini istemiş, fakat İngiltere Türkiye’nin bu isteğini geri çevirmiştir. Türkiye bu olup bittiye son vermek için tek başına Kıbrıs’a müdahale etmeye karar vermiştir. Bu tarihi gelişim içinde Kıbrıs hiçbir zaman Yunan adası olmamıştır. Yunanistan, Yunanlı şair Rigos tarafından ortaya atılan, Megalo idea (büyük ülkü) fikri çerçevesinde, Büyük Yunanistan’ı kurma hayali içinde Kıbrıs’ı da topraklarına katma gayreti içindedir. Yunanistan’ın Megalo idea fikri ile başlangıçtan beri gerçekleştirmek istediği faaliyetler şunlardır. - Yunanistan’ın bağımsızlığının sağlanması, - Batı Trakya ve Selanik’in Yunanistan’a ilhakı, - Ege adalarını Yunanistan’a ilhakı, - Oniki Adaların Yunanistan’a ilhakı, - Girit adasını Yunanistan’a ilhakı, - Batı Anadolu’nun Yunanistan’a ilhakı, - Pontus Rum devletinin kurulması, - Kıbrıs adsının Yunanistan’a ilhakı, - İmroz ve Bozcaada’nın Yunanistan’a ilhakı, - İstanbul’un Türkler’den geri alınarak Bizans İmparatorluğunu yeniden kurmak. Böylece Megalo İdea’yı gerçekleşleşecekti. KIBRIS’TA 20 TEMMUZ 1974 ÖNCESİ ASKERİ DURUM: Rum kuvvetleri: Kıbrıs Rum Kuvvetleri; Rum Milli Muhafız(RMM) ordusu, Rum Polis teşkilatı ve Yunan Alayından ibarettir. Ayrıca, seferde teşkil edilen Home Guard (HG) taburları ile RMM ordusu takviye edilmektedir. Rum ordusu Yunanlı subaylar tarafından eğitilmekte ve yönetilmektedir. Seferde Rum ordusunun mevcudu 40.000’ne çıkabilmektedir. Bu birliklerin yanı sıra, Makarios’a bağlı 4000 kişilik “Epikourik” (Taktik Yardım İhtiyat) kuvveti vardı. Türk Silahlı Kuvvetleri: Kıbrıs Barış Harekatı’na 6 nci Kolordu Komutanlığı emrinde; 28 nci Motorlu Piyade Tümeni, 39 ncu Piyade Tümeni, Hava İndirme ve Komando Tugayları, Gösteri Tatbikat Alayı, Amfibi Deniz Piyade Alayı, Jandarma Komando Taburları, Bayraktarlık emrindeki Mücahit Birlikleri, 650 kişilik Kıbrıs Türk Alayı ile idari ve lojistik destek birlikleri katılmıştır. Harekat üç safha olarak planlanmıştı. Birinci safhada hava ve kıyı başının tesisi ve elde bulundurulması, ikinci safhada çıkan ve indirilen birliklerin birleşmesi, üçüncü safhada da harekat alanının genişletilmesi. 20 TEMMUZ 1974 - BİRİNCİ KIBRIS BARIŞ HAREKATI 20 Temmuz 1974 sabahı, Türk uçaklarının bombardımanından sonra, saat 06.15 den itibaren, hava indirme ve uçarbirlik harekatı ile Hava İndirme ve Komando Tugayları Gönyeli ve Kırnı bölgelerine indirilmeye başlanmış, Mersin’den Ertuğrul gemisi ve 33 çıkarma gemisi ile donanmanın koruması altında hareket eden Çakmak Özel Kuvveti de komanda birliklerimizle eş zamanlı olarak Girne’nin batısında dar ve sığ bir plaj olan Pladini (Karaoğlanoğlu) plajına, uçaklarımızın ve deniz topçusunun desteğinde çıkmaya başlamışdı. SAT komandolarının çıkarma plajının çıkarmaya müsait olduğunu bildirmeleri üzerine, birinci dalga olarak plaja ilk çıkan Amfibi Deniz Piyade Alayı süratle ilerleyerek Girne - Karava - Geçitköy (Panağra Boğazı) ana asfalt yoluna ulaşmıştı. Çakmak Özel Kuvveti’nin diğer unsurları saat 12.00’de plaja çıkarak kıyı başını genişletmeye başlamışlardı. Gönyeli ovasına paraşütle atlayan Hava İndirme Tugayı, bir taburu ile Kıbrıs Türk Alayı’nın batı yanını korurken, geri kalanı ile Dikomo (Dikmen) bölgesini ve Rum Bozdağı’nı ele geçirmek üzere taarruza başlamıştı. Kırnı bölgesine helikopterle inen Komando Tugayı duvar gibi dik dağ yamacını tırmanarak St.Hilarion ve Beyaz Ev bölgesine ulaşmış, bir taburu ile St. Hilarion - Doğru Yol istikametinde, diğer taburu ile Beyaz Ev- Zeytinlik- Girne istikametinde taarruz ederek kıyı başı ile birleşmeye hazırlanıyordu. Donanma, sahil bombardımanı yaparak sahile çıkan birliklerimize topçu desteği sağlarken, 2 nci Taktik Hava kuvvetlerine bağlı savaş uçakları düşmanın ada genelinde askeri hedeflerine taarruz ederek tecrit ve yakın hava desteği görevlerini yerine getiriyorlardı. 20 Temmuz’da Rumlar büyük bir baskına uğramışlardı. Rumlar, Türk Ordusu’nun 1964 ve 1967’de olduğu gibi adaya müdahaleye cesaret edemeyeceği düşüncesinde idiler. Başlangıçta, paraşütle atlayan, helikopterle inen ve kıyıya çıkan birliklerimize etkili bir şekilde müdahale edemediler. Zamanla toparlanan Rumlar akşam saatlerinden itibaren birliklerimize karşı harekata başladılar. 20/21 Temmuz gecesi Türk ve Rum kuvvetleri arasında çok çetin çatışmalar yaşandı. Rumların Ortaköy, Gönyeli ve Boğaz Bölgelerini ele geçirerek; Girne- Lefkoşa irtibatını kesmek ve bu suretle; çıkarma yapan birliklerimizle, inen birliklerimizin birleşmesini önlemek amacıyla gece boyunca St.Hilarion, Bozdağ, Dikmen Tepe, Ortaköy ve Gönyeli ile Göçeri bölgelerinde yaptığı saldırılar kahraman Mehmetçikler tarafından her defasında püskürtülmüştü. Kıbrıs’a çıkan ve inen Türk birlikleri ele geçirdikleri yerleri, her ne pahasına olursa olsun elde tutmayı başarmışlardı. Harekatın ilk günlerinde, birliklerimiz hava desteğinin haricinde topçu ve tank desteğinden mahrum idi. Buna rağmen Türk askeri Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda, Kore’de destan yaratan atalarını aratmadılar. Beşparmak Dağlarında, Rumların gece saldırılarına karşı Komando birliklerimizin ölüm-kalım mücadelesi takdire şayandır. Türk birlikleri 21 Temmuz’dan itibaren, Rum kuvvetlerine karşı tamamen üstünlük sağlayarak ileri harekatına devam ettiler. 22 Temmuz’da çıkarma yapan birliklerimiz ile birleşme sağlandı. Harekat doğu ve batı yönünde gelişerek Rum hedefleri tek tek ele geçirildi. Girne-Lefkoşa yolu tamamen Türk birliklerinin kontrolüne girdi. Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı ateş kararını 22 Temmuz 1974 saat 17.00’de kabul edip, uygulamaya koyduğunu ilan etmiştir. 23 Temmuz’da 29 araçlık bir Rum konvoyu Hava İndirme Taburu tarafından pusuya düşürülerek imha edildi. Bu gelişmeler üzerine Yunanistan’da c**ta, Kıbrıs’ta da Sampson istifa ettiler. BM Güvenlik Konseyi’nin 20 Temmuz 1974 günü aldığı 353 sayılı karara uyarak, üç garantör devlet olan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere; Kıbrıs’ta barışı ve anayasal düzeni yeniden kurmak amacıyla 25 Temmuz’da Cenevre’de görüşmelere başladılar. 30 Temmuz’a kadar devam eden bu görüşmelerde; tarafların 8 Ağustos’ta, Cenevre’de tekrar toplanmaları kararı alındı. Bu görüşmeler sonucu yayınlanan “Cenevre Deklarasyon”u ile taraflar; Kıbrıs’ta ayrı iki otonom yönetiminin mevcut olduğunu kabul etmişler, Otonom Türk ve Rum toplumlarının federal bir devlet çatısı altında bir ortak yönetim kurmalarını beyan etmişlerdir. İlan edilen ateş-kes’ten sonra, mevcudu 40.000’ni bulan Türk birlikleri oldukça dar bir alana sıkışmış durumdaydılar. Birliklerin uzun süre bu dar bölgede bekletilmeleri emniyetleri açısından uygun değildi. Ateş-kes ile birlikte Türk birliklerinin ilerleyişlerini durdurmaları üzerine adanın her yanındaki binlerce Türk, Rumlar tarafından kuşatılmış, Rumlar Türk köylerindeki savunmasız çoğu çocuk, kadın ve yaşlı olmak üzere yüzlerce Türk’ü topluca ve vahşice öldürmüştü.
  6. 00:32 Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren'in 12 Eylül 1980 günü öğle vakitlerinde televizyonda yaptığı açıklamadan bir parça... Yüce Türk Milleti, 30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla sizlere radyo ve televizyondan hitap etmek imkanını bulmuş ve ayrılan kısıtlı süre içerisinde mümkün olduğu kadar, yurdumuzun içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik durumu ile anarşik ve bölücü eylemleri; alınması gereken tedbirleri çok kısa olarak izah etmeye çalışmıştım. Yine çok iyi hatırlayacaksınız ki, iki yıldır her fırsattan istifade ile muhtelif defalar verdiğim beyanat ve radyo-televizyon konuşmalarımda da bu hayati önemi olan konuları dile getirmiştim. Kalbi bu vatan ve millet için atan sağduyu sahibi vatandaşlarım kabul edeceklerdir ki; ülkemizin halen içinde bulunduğu hayati önemi haiz siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlar, devlet ve milletimizin bekasını tehdit eder boyutlara ulaşmış ve bu hal devletimizi, Cumhuriyet tarihinin en ağır buhranına sürüklemiştir. Yine hepinizin bildiği gibi; anarşi, terör ve bölücülük, her gün 20 civarında vatandaşımızın hayatını söndürmektedir. Aynı dini ve milli değerleri paylaşan Türk Vatandaşları siyasi çıkarlar uğruna, çeşitli suni ayrılıklar yaratılmak suretiyle muhtelif kamplara bölünmüş ve birbirlerinin kanlarını çekinmeden akıtacak kadar gözleri döndürülerek, adeta birbirlerine düşman edilmişlerdir. Atatürk ilkelerini esas alarak kurulan Cumhuriyetimizin bu duruma düşürülebileceğini, bundan 10 sene evvel tasavvur dahi etmek mümkün değildi. Bugüne kadar iktidara gelen çeşitli hükümetlerin, her yıl artan bir hız ile yaygınlaşan ve dünya tarihinde sayısız örnekleri görülen özel harbin sızma ve çökertme harekatına karşı iç güvenliği sağlayacak kararları ve tedbirleri birinci öncelikle alacaklarını vadetmelerine rağmen; sonuç alacak teşebbüsleri, siyasi çıkar çatışmaları ve basit parti hesapları, kaprisler, hayaller, gerçek dışı talepler ve Türk Devleti'nin niteliklerine ters düşen gizli ve açık emeller arasında kaybolup gitmiştir. Düşmanın amaç ve yöntemleri, anarşi, terör ve bölücülüğün ulaştığı düzey; özel hukuki tedbirlere, idari düzenlemelere, sosyal koşulların geliştirilmesine milli eğitim ve iş hayatının düzenlenmesine ihtiyaç göstermekteyken; milletin vekaletini taşıyan milletvekilleri ve senatörler Meclislerde aylardan beri, hiçbir sorumluluk duymadan yalnız parti menfaat ve disiplini uğruna bu olaylara seyirci kalabilmişlerdir. İktidarların başarı ümit ederek aldıkları her tedbir, muhalefetler tarafından kınanarak ve hatta memleket yararına da olsa baltalanmıştır. Milli birlik ve beraberliğe en fazla muhtaç olduğumuz dönemlerde bile kutuplaşmalar ve bölünmeler adeta teşvik edilmiş; yangını beraberce söndürmek yerine, üzerine benzin dökülerek memleket bilerek veya siyasi çıkarlar uğruna, sırf iktidara gelebilmek pahasına bir yangın yerine çevrilmek istenmiştir. Ağızlarından düşürmedikleri hukuk devleti kavramı, bir kısım anayasal kuruluşlarca, devletin parçalanması pahasına da olsa yalnız kişilerin müdafaası olarak yorumlanmış, devletin ve milletin savunulması ise sahipsiz kalmıştır. Anayasanın kuvvetler ayrılığı ilkesinin birlikte getirdiği sorumluluk, uygulamada kuvvetler çatışmasına dönüştürülmüştür. Düşüncelerimiz, dinimiz üzerinde ve akla gelebilen her konuda dış ve iç kaynaklı bölücü ve yıkıcı faaliyetler bütün şiddetiyle sürdürülürken ne hazindir ki; bir kısım gerçeğe uymayan özerklik, dar görüşlü, sahibinden başkasının inanmadığı bilimsellik ve koşulları dikkate almayan salt hukuk savunucuları, yıkılacak devletin enkazı altında kalacaklarının, yok olup gideceklerinin idraki içinde olamadıkları görünümünü vermişlerdir. Bu acı hakikatleri görüp çare arayanların veya Türk Ulusunu uyaran ve milleti bütünleşmeye davet edenlerin ise seslerini duymak mümkün olamamıştır. (Bir kısım kıymetli Türk basınının bu konuda zaman zaman yaptıkları uyarıları burada şükranla belirtmek isterim.) Siyasi partiler, bu kritik dönemde milletin özlemle beklediği önlemleri almak yerine; iç gerilimi devamlı olarak arttırarak, yıkıcı ve bölücü mihrakları büsbütün kışkırtarak, onlara cüret ve cesaret verecek beyan ve eylemleri ile adeta yarışırcasına seçim yatırımları için zemin yaratma yollarını tercih etmişlerdir. İktidara gelen siyasi partiler, devlet teşkilatının bütün kademelerini kendi görüşleri doğrultusundaki kişilerle doldurarak, kamu görevlilerinin ve vatandaşlarımızın bir tarafa girerek kamplara bölünmesini zorunlu hale getirmişler, giderek anarşi ve bölücülüğü destekleyen kaynakların şekillenmesine ve kamu kuruluşlarında çalışanlarla, polis ve öğretmenlerin dahi birbirine düşman kamplara ayrılmalarına neden olan partizan tutum ve davranışlardan vazgeçmemişlerdir. Böylece tarafsız halkımız, devletten beklediklerini parti kapılarında aramaya mecbur bırakılarak devlet otoritesi yok olmaya, vatandaşların hak ve hukukunu korumak ve ona tarafsız hizmet götürmek yerine, devletin saygınlığı yavaş yavaş erimeğe mahkum olmuş ve dolayısıyla ülkemizde tam otorite boşluğu teşekkül etmiştir. Bir kısım bedbahtlar Türk Milletinin bağımsızlığını, birlik ve beraberliğini temsil eden İstiklal Marşımıza, koyu taassup veya sapık ideolojik amaçlarla protesto maksadıyla oturarak veya İstiklal Marşı yerine Enternasyoneli söyleyerek açıkça saygısızlık gösterebilmişler ve buna doğrudan sorumlu kişiler tevil yoluna sapmak suretiyle savunmalarını yapabilmişlerdir. Uzun zamandan beri bu fevkalade üzücü olayları yakından takip eden Türk Silahlı Kuvvetleri hatırlayacağınız gibi; milletin kendisine verdiği yetkileri kullanamayan ve bu korkunç gidişi acz içinde seyreden anayasal kuruluşların tümünü Cumhurbaşkanımız aracılığıyla uyararak, alınması gereken tedbirlere de yer vermek suretiyle büyük Türk Milletine karşı yüklendiği sorumluluğu dile getirmiştir. Aradan geçen 8 aylık süre içerisinde yaptığımız sayısız uyarmalara rağmen hemen hemen bu tedbirlerin hiç birine yasama ve yürütme organları ile diğer anayasal kuruluşlardan yeterli bir cevap alınamamış ve bu konuda müspet faaliyetleri de izlenememiştir. Bu uyarı mektubundan sonra bir kısım yasaları etkisiz hale getirerek çıkaran Meclislerimiz 22 Mart 1980 tarihinden beri siyasi çıkar hesapları ile çıkmaza sürüklenen Cumhurbaşkanlığı seçiminden dolayı içinde bulunduğumuz buhran ile mücadelede en kıymetli unsur olan zamanı fütursuzca harcamışlardır. Dünyanın hiçbir ülkesinde Cumhurbaşkanlığı makamı ve seçimi bu kadar hafife alınmamış ve bu kadar zaman boşa harcanmamıştır. Asayiş ve ekonomik bunalıma çareler getirmesi ve kanunlar yapması beklenen yasama organlarımız, memleket üzerine çöken bu kabusa karşı kayıtsız kalmışlardır. Anayasamız, Türk Vatandaşlarının dini inançlarından ötürü kınanamayacağını, açıkça belirtmiş olmasına rağmen, tek bir oyun peşinde koşan siyasi partilerimiz, yüce Atatürk’ün Cumhuriyeti Döneminde unutulmuş mezhep ayrılıklarını kışkırtmakta faydalar görerek Erzincan, Sivas, Kahramanmaraş, Tunceli ve Çorum illerinde siyasi çıkarlar uğruna vatandaşlarımızın birbirini katletmelerine neden olmuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan ve kendini Türk Vatandaşı kabul eden herkesin tek bir vücut halinde Türk Milleti'ni oluşturduğu unutulmuş ve değişik mezheplere bağlı vatandaşlarımızın tam bir kardeşlik bağı ile kaynaşmalarını engellemek isteyen kışkırtıcılar siyasi destek görmüşlerdir. Bir kısım anayasal kuruluşlar muhtelif etkiler altında anarşi, terör ve bölücülük karşısında tarafsız, adil ve ortak bir yol izlemek yerine, bizzat Anayasanın ihlali karşısında dahi sesiz kalmayı tercih etmişlerdir. Bütün bu şartlara rağmen; hukuk devletinin temel ilkelerini savunmakla görevli anayasal kuruluşlarımız, devletin en üst kademesindeki anarşizmin yarattığı tehlikenin büyüklüğünü idrak edemediklerinden veya terör odaklarının tehdidinden çekindiklerinden, devletin temellerine konan dinamitle her an parçalanma tehlikesi karşısında olduğunu gözlerden kaçırmaya çalışmışlardır. Devlet çökertildiği zaman Anayasanın kanatları altına sığınan tüm hukuk kurumları ile özerk, bilim ve müessese ve derneklerinin bu enkaz altında yok olacağı unutulmuştur. Son iki yıllık süre içinde terör 5.241 can almış, 14.152 kişinin yaralanmasına veya sakat kalmasına sebep olmuştur. İstiklal Harbinde, Sakarya Savaşındaki şehit miktarı 5.713, yaralı miktarımız 18.480’dir. Bu basit mukayese dahi Türkiye’de hiçbir insanlık duygusuna değer vermeyen bir örtülü harbin uygulandığını açıkça ortaya koymaktadır. Sevgili Vatandaşlarım, İşte bütün bunlar ve buna benzer sayılabilecek ve hepiniz tarafından yakinen bilinen daha birçok sebeplerden dolayı Türk Silahlı Kuvvetleri ülkenin ve milletin bütünlüğünü, milletin hak, hukuk ve hürriyetini korumak, can ve mal güvenliğini sağlayarak korkudan kurtarmak, refah ve mutluluğunu sağlamak, kanun ve nizam hakimiyetini, diğer bir deyimle devlet otoritesini tarafsız olarak yeniden tesis ve idame etmek gayesiyle devlet yönetimine el koymak zorunda kalmıştır. Bugünden itibaren yeni hükümet ve yasama organı kuruluncaya kadar muvakkat bir zaman için yasama ve yürütme yetkileri benim başkanlığımda, Kara, Deniz, Hava Kuvveti Komutanları ile Jandarma Genel Komutanı’ndan oluşan Milli Güvenlik Konseyi tarafından kullanılacaktır. Büyük Atatürk’ün deyimiyle "Ulusal kültürümüzü, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmak yurdumuzu dünyanın en mamur ve en uygar araç ve kaynaklarına sahip kılmak" hedefine yönelik hızlı bir kalkınma döneminin en kısa zamanda gerçekleştirilmesi zaruretine inanıyoruz. Bu inancımızın gerçekleşmesi için yüce ulusumuzun, bağrından çıkardığı ve yurdumuzdaki kutuplaşmada hiçbir tarafı tutmayan, sadece Atatürk ilkeleri doğrultusunda yürüyen Türk Silahlı Kuvvetleri yönetimine güveneceğinden kuşkumuz yoktur. İçinde bulunduğumuz buhrandan çıkmamız için ulusça arzu edildiğine inandığımız, disiplinli ve her türlü tasarrufa ağırlık veren bir yaşam ve dayanışma ortamına girilmesini ve milletçe gücümüzün tümünü ortaya koyacak bir çalışma hızını bekliyor ve yüce Türk Milleti'ne güveniyoruz. Vatandaşlarımızı kaderde, kıvançta ve tasada ortak bir bütün halinde milli şuur ve ülküler etrafında birleştirmenin iç barış ve huzurun sağlanmasında vazgeçilmez faktör olduğu düşüncesiyle, Atatürk Milliyetçiliğinden hız ve ilham almanın, politikada "Yurtta sulh, cihanda sulh" ilkesine bağlı kalmanın, milli mücadele ruhunun, millet egemenliğine Atatürk ilke ve devrimlerine olan bağlılığın tam şuurunu yerleştirmek ve geliştirmekle ülkemize yönelik tehditlerin ulusça göğüsleneceğine inanıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti, NATO dahil tüm ittifak ve anlaşmalara bağlı kalarak, başta komşularımız olmak üzere bütün ülkelerle kar-şılıklı bağımsızlık ve saygı esasına dayalı, birbirlerinin iç işlerine karışmamak kaydıyla eşit şartlar altında ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilerini geliştirme kararındadır. Uluslararası sorunların barışçı yollarla çözümlenmesinden yana bir dış politika izlenmesine devam edilecektir. Birçok tutum ve davranışlarıyla demokratik özgürlükçü parlamenter sisteme inancını defalarca kanıtlayan Türk Silahlı Kuvvetleri, en kısa zamanda Bakanlar Kurulu’nu kurarak, yürütme sorumluluğunu bu Kurula bırakacak ve hür demokratik parlamenter sistemin şimdi olduğu gibi dejenere edilmesine ve tıkanmasına mani olucu ve Türk toplumuna yaraşır bir Anayasa ve Seçim Kanunu ile Partiler Kanununu hazırlamayı ve bunlara paralel düzenlemeleri yapmayı müteakip insan hak ve hürriyetlerine saygılı, milli dayanışmayı ön plana alan, sosyal adaleti gerçekleştirecek, ferdin ve toplumun huzur, güven ve refahına önem veren özgürlükçü demokratik, laik ve sosyal hukuk kurallarına dayalı bir yönetime ülke idaresini devredecektir. Sayılan bu hazırlıklar tamamlanıncaya kadar Yurdumuzda her türlü siyasi faaliyetler her kademede durdurulmuştur. Zorunlu olarak faaliyetleri durdurulan siyasi partilerin yeniden hazırlanacak Anayasadaki düzenlemelere ve yeni Seçim ve Partiler Kanununa göre zamanı, koşulları ilan edilecek seçimlerden yeterince önce faaliyete geçmesine müsaade edilecektir. Parlamento üyeleri, siyasi faaliyetlerden dolayı suçlanmayacak ve yeni yönetime karşı suç teşkil edecek tutum ve davranışlarda bulunmadıkları sürece haklarında herhangi bir işlem yapılmayacaktır. Ancak, kanunların suç kabul ettiği fiilleri vaktiyle işlediği saptanan parlamenterler hakkında gerekli kovuşturma yapılacaktır. Adalet Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Milli Selamet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partilerinin parti başkanları şimdilik can güvenliklerinin sağlanması amacı ile Silahlı Kuvvetlerin koruma ve gözetiminde belirli yerlerde ikamete tabi tutulmuşlardır. Durum müsait olunca serbest bırakılacaklardır. Memlekette idarenin tam bir tarafsızlık içinde vatandaşın hizmetine koşması sağlanacaktır. Devlet hizmetinde bulunanların siyasi etkiler dışında çalışmaları kanun hakimiyeti altına alınacaktır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koyduğu şu anda devletin yanında tarafsız ve adil hizmet görecek yöneticiler, eski zamanın siyasi davranışlarına yönelmedikçe hizmet ve görevlerine devam edeceklerdir. Kanun ve nizam hakimiyetini sağlamada tecrübeli ve yetenekli kişilerden oluşan mahkemelerin süratle ve doğru kararlar vermelerini ve bunları korkusuzca uygulayabilmelerini sağlayacak yasal ve idari tedbirler alınacaktır. Memleketin ekonomik koşullarını kendi gücümüzle iyileştirmek için her alanda elden gelen gayret sarfedilecektir. Çalışkan ve vatanperver Türk işçisinin mevcut ekonomik koşullar çerçevesinde her türlü hakları korunacaktır. Ancak temiz Türk işçisini sömüren, onları kendi ideolojik görüşleri istikametinde kullanmak için her türlü baskı oyunlarına başvuran, işçinin hakkı yerine kendi menfaatlerini ön planda tutan bazı ağaların bu faaliyetlerine asla müsaade edilmeyecektir. Tüm işverenlerin iş barışının koşullarını sağlayacak esaslardan ayrılmadan üretimin arttırılması ve ihracata yönelik gayretlerin gelişmesine yardımcı olmaları için her türlü tedbir alınacaktır. Köylünün, milletimizin efendisi olduğu inancını, kuvveden fii-len çıkarmak için tarım alanında üretimi artıracak bir tarım seferberliği ve fiyat politikası ile gerekli diğer önlemlerin alınmasına, bilhassa önem verilecektir. Türk köylüsünün tarlasından ayrılıp şehir-lere göç etmesini zorlayan ekonomik ve sosyal nedenlere çare aranacaktır. Eğitim ve öğretimde Atatürk Milliyetçiliğini yeniden yurdun en ücra köşelerine kadar yaygınlaştıracak tedbirler en kısa zamanda alınacaktır. Yarının teminatı olan evlatlarımızın Atatürk ilkeleri yerine yabancı ideolojilerle yetişerek sonunda birer anarşist olmasını önleyecek tedbirler alınacaktır. Bu maksatla hepimizin tek tek saygıyla andığımız öğretmenlerimizin Der’li, Bir’li derneklere üye olarak bölünmelerine müsaade edilmeyecektir. Her düzeyde öğrencinin amacı Atatürk ilkeleri ve milliyetçiliği ile pekişmiş ve üretime yönelik bilgi ve becerisini kazanmak olacaktır. En kıdemsiz erinden, en üst komutanına kadar Türk Silahlı Kuvvetleri'nin tüm personeli, bu amaçlara ulaşmada devletin iç ve dış tehditlere karşı kollayıcı ve koruyucu gücü olarak siyasetin dışında kalacaktır. Aziz Yurttaşlarım; Bir defa daha belirtiyorum ki; Silahlı Kuvvetler aziz Türk Milletinin hakkı olan refah ve mutluluğu, vatan ve milletin bütünlüğü ve gittikçe etkisi azaltılmaya çalışılan Atatürk ilkelerine yeniden güç ve işlerlik kazandırmak, kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam temeller üzerine oturtmak, kaybolan Devlet otoritesini yeniden tesis etmek için yönetime el koymak zorunda kalmıştır. Komutan, subay, astsubay ve erler olarak hepimiz vatan ve. milletin refah ve mutluluğu uğruna her şeyimizi, bu arada hayatımızı dahi seve seve feda etmeye hazırız. Memlekette her zaman bulunabilen ve özellikle son zamanlarda çoğalan kötü niyetli birçok kişi ve kuruluşlar sizlere yalanlar düzerek, bunun aksini söyleyebilecekler ve menfi propagandalara başvurabileceklerdir. Bunlara asla inanmayınız. Bütün uygulamalar milletin gözü önünde yapılacaktır. Kıymetli Vatandaşlarım; Her zaman milletiyle bir bütün ve Türk milletinin emrinde olan Türk Silahlı Kuvvetlerine ve yeni yönetime karşı yapılacak her türlü direniş, gösteri ve tutum anında en sert şekilde kırılarak cezalandırılacaktır. Yurtta kan dökülmemesi için bütün vatandaşlarımın tahriklere kapılmaksızın sükunet içinde yayınlanacak bildiriler doğrultusunda hareket etmelerini ve ikinci bir bildiriye kadar sokağa çıkmamalarını rica ederim. Vatandaşlarımın birbirlerinin hak ve hukukuna saygılı olmalarını, sevgi içinde kırgınlıklarını unutmalarını, hepimizin bu mübarek topraklar üzerinde aynı haklara sahip bir Türk vatandaşı olduğumuzun idraki içerisinde olarak yeni yönetime yardımcı olmalarını vatanperverlik ve asil karakterlerinden bekler, mutlu ve aydınlık yarınlar dilerim.
  7. İstanbul

    Kore Savaşi

    Kore “sabah ülkesi” anlamına gelmektedir. Kore yarımadası, jeopolitik durumu nedeniyle asırlardan beri çatışma ve savaş alanı olmaktan kurtulamamıştır. Bu savaşların her birinde yabancı kuvvetler çarpışmış ve her defasında yenilen, ezilen Kore halkı olmuştur. Kore toprakları Çin’in, Japonya’nın ve Rusya’nın tarih boyunca ilgi alanı olmuştur. Kore Harbi, istilaya uğramış bir ülkenin özgürlüğü uğrunda Birleşmiş Milletler’in ilk müşterek silahlı karşı koymasıdır. Savaş Öncesi Durum : 1945 yılında, ABD ile Sovyetler Birliği arasında yapılan bir anlaşmaya göre İkinci Dünya Savaşı sonrasında Kore, ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere ve Çin’in ortak vesayeti altına girecekti. Postdam Konferansı’nda Sovyetler Birliği Uzak Doğu’daki savaşa katılmaya karar verince, askeri harekat bakımından Kore toprakları 38 inci enlem çizgisi ile ikiye ayrıldı. Bu çizginin kuzeyi Sovyetler Birliği’nin güneyi de ABD’nin askeri harekat sahası olarak kabul edildi. Savaşın sonunda Kore, kuzeyi Sovyetler Birliği güneyi de ABD’nin işgali altında olmak üzere fiilen ikiye bölünmüştü. Birleşmiş Milletlerin çabaları bu iki Kore’nin birleşmesini sağlayamadı. 1948 yılında her iki Kore’de yapılan seçimler sonucu, Kore Cumhuriyeti ile Kore Halk Cumhuriyeti kurulmuştur. Güney Kore’deki ve Japonya’daki ABD varlığı Sovyetler Birliği ve K.Çin’i rahatsız ediyordu. Bu iki devletten destek alan K.Kore 25 Haziran 1950 tarihinde aniden saldırıya geçerek G.Kore’yi işgale başladı. Bunun üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi K.Kore’ye karşı askeri müdahalede bulunma kararı aldı. BM’nin savaş çağrısına olumlu cevap veren Türkiye, Birleşmiş Milletler Kuvvetleri’ne bir tugay ile katıldı. Kurtuluş Savaşı’ndan beri savaş alanlarına girmemiş olan Türk askeri, Kore Savaşı’nda destan denebilecek kahramanlık örnekleri vermiştir. Bu savaş Türkiye’nin 1952 yılında NATO’ya alınmasında da çok önemli bir rol oynamıştır. Kore Savaşı’na 16 ülke askeri birlik ile 6 ülke ise tıbbi yardım araçlarıyla katılmışlardır. İlk kafilesi 25 Eylül 1950 tarihinde İskenderun limanından hareket eden, Tuğgeneral Tahsin Yazıcı’nın emir ve komutasındaki 5083 kişilik Türk Tugayı 18 Ekim 1950 tarihinde Kore’nin güneyindeki Pusan Limanına ulaşmıştır. Türk Tugayı iki gün sonra kuzeydeki Taegu şehrine intikal ederek BM Kuvvetleri’ne katılmıştır. Kore’de savaşan her tümenin bir kapalı ismi vardı. Türk Tugay’ına da North-Star (Kuzey Yıldız-Kutup Yıldızı) ismi verilmişti. Türk Tugay’ının Kore’ye Ayak Basmasından Önce Savaşın Genel Durumu 25 Haziran 1950’de 38 inci paraleli aşarak G.Kore’ye saldıran K.Kore kuvvetleri, G.Kore’nin büyük bir kısmını ele geçirmiştir. G.Kore’nin elinde sadece Pusan-Taegu köprü başı kalmıştı. Bu saldırı karşısında; ABD Birlikleri ve diğer BM kuvvetleri savaşa müdahale ederek durumu tersine çevirmiş, K.Kore ordusu bozguna uğrayarak geri çekilmiştir. BM Kuvvetleri kuzeye ilerleyerek Çin(Mançurya) sınırına kadar dayanmışlardır. Bu gelişmeler karşısında K.Çin, savaş için yığınak yapmaya başlamıştır. 27 Kasım 1950 tarihinde düşmanla ilk teması sağlayan Türk Tugay’ı savaşın sona erdiği 27 Temmuz 1953 tarihine kadar; savaş azim ve iradesini koruyarak, Kore Savaşının her safhasında her türlü muharebe harekatına katılmış üzerine düşen tüm görevleri en iyi şekilde yerine getirmiştir. Türk Tugayı’nın icra ettiği muharebelerden; Kunuri, Kumyangjang-Ni, Seul Savunması ve Vegas muharebeleri savaşın kaderini değiştiren önemli muharebelerdir. Türk Tugay’ının Kore Savaşı’nda Katıldığı Muharebeler 1.Kunuri Muharebeleri : (26-30 Kasım 1950) 4 gün süren bu muharebeler - 26 Kasım 1950’de Kunuri’den Tockchon istikametine başlayan intikale müteakiben icra edilen; 28 Kasım 1950’de Wavon, 29 Kasım 1950’de Sinim-ni, Kaechon ve Kunuri Boğazı Muharebeleri ile 30 Kasım 1950’de Sunchon Boğazı muharebesi- Kunuri ile Tokchon arasında cereyan etmiştir. Kore’ye geleli henüz bir ay olan Türk Tugayı bu muharebeler ile; 25 Kasım 1950’de çok üstün sayıdaki K.Çin kuvvetlerinin baskın şeklinde başlayan saldırısından, geri çekilmeye başlayan Birleşmiş Milletler (BM) Kuvvetlerinin yan ve gerilerini korumuş, düşmanı oyalı*********** bu kuvvetlerin emniyetli bir şekilde geri çekilmeleri için yeterli zamanı (3 gün) kazandırmıştır. Bu suretle BM kuvvetleri emniyetli bir şekilde geri çekilmiş ve K.Çin Ordusu tarafından kuşatılarak imha olmaları önlenmiştir. Bu arada Türk Tugay’ı da kendisini çepeçevre kuşatan düşman çemberini yararak, çok zayiat vermesine rağmen imhadan kurtulmayı başarmıştır. Bu muharebede Tugay’ımızın toplam zayiatı; 767 subay, astsubay ve er’dir. (218 şehit, 455 yaralı ve 94 kayıp) 2.Kumyangjang-Ni Muharebesi : (25-27 Ocak 1951) K.Çin ordusunun 25 Kasım’da başlattığı büyük taarruzlar olanca şiddetiyle devam ediyordu. Düşmanı durdurma çabaları bir sonuç vermiyordu. İnisiyatifi ele geçiren K. Çin kuvvetleri BM kuvvetlerine arka arkaya darbeler indirerek ilerliyorlardı. Kar, kış kıyamette, üst üste kaybedilen muharebeler ve uğranılan kayıplar, BM askerlerinde moral diye bir şey bırakmamıştı. Ortalığı tam bir bozgun havası kaplamıştı. Çinliler, önünde durulamaz ve baş edilemez bir varlık haline gelmişlerdi. BM ordusunu yıkıcı, dağıtıcı ve çökertici bir panik havası sarmıştı. BM kuvvetleri saldırıya geçen düşmanı durdurmak için İmjin Nehri güneyinde ( savunma hattını işgal etti. Eğer düşman bu hatta durdurulamazsa, Han Nehri güneyinde © savunma hattında savunmaya geçilecekti. Düşman bu hatta da durdurulamazsa daha güneyde planlanan, (D) ve (E) savunma hatlarına çekilecekti. Devam eden K.Çin kuvvetlerinin taarruzları BM kuvvetlerinin (D) hattına kadar çekilmelerine neden olmuştur. Düşmanın durdurulamaması ve BM kuvvetlerinin K.Çin taarruzları karşısında, manen ve madden büyük kayıplara uğraması üzerine Kore’nin terki için planlar yapılmıştır. Hali hazırda bulunulan, (D) savunma hattı’nın karşısında bulunan düşman durumunun açıklığa kavuşturulması gerekiyordu. BM Ordusu; düşmanın kuvvetini keşfetmek, yığınağını bozmak ve zayiat verdirmek amacı ile taarruzi keşif yapılmasına karar vermiştir. Geri çekilmeler yüzünden bozulmuş olan moralin düzelmesi ise ancak zafer kazanmakla mümkün idi. Bu kapsamda, Türk Tugayı’na yıpratıcı taarruz görevi verilmişti. Türk Tugayı 25 Ocak 1951 günü iki koldan düşmana doğru harekata başladı. Çinli askerlerin büyük bir inat ve dirençle, bütün varlıklarını koyarak savundukları mevziler Türk askerinin süngü hücumu ile bir bir ele geçirilmeye başlandı. Ertesi gün saat 06.00’da düşman mevzileri tamamen ele geçirilmişti. Amerikalılar Türk Tugay’ının bu muharebesini Kore Savaşı’nın “en kanlı piyade muharebesi” olarak tanımlamışlardır. Türk askeri, kendisinden üç misli kuvvetli düşmana karşı kazandığı bu zaferle, düşmanın yenilebilir olduğunu göstermiş ve Çin ordusu karşısında sürekli geri çekilen BM Ordusunun moralini yükselterek düşmana karşı harekete geçmesini sağlamıştır. Bunun sonucu olarak, BM kuvvetleri 29 Ocak 1951’de bütün cephede taarruza başlayarak düşmanı 38 inci paralelin kuzeyine sürmeye başarmıştır. Bu muharebede; Türk Tugay’ından 12 asker şehit olmuş, 31’i de yaralanmıştır. Düşman kaybı ise BM kaynaklarınca 1734 olarak tespit edilmiştir. Ölü olarak ele geçirilen Çinli bir askerin üzerinde, Kunuri’de şehit düşen bir çavuşumuza ait bir not defteri bulunmuştu. Bu suretle şehidimizin intikamı da alınmış oldu. Kunuri’de bize fazla kayıp verdiren K.Çin 38 inci Ordu’nun 150 inci Tümen’i bu muharebede de karşımıza çıkmıştı. Bu karşılaşma, Türk Tugayı’nın bütün personelinde öç alma hınç ve azmini yaratmıştır. Bu zafer ile; Türk Tugay’ı Kore’de ikinci kez düşmanı mağlup ederek savaşın yönünü BM lehine değiştirmiştir. BM Kuvvetleri de Kore’yi terk etme kararını değiştirerek savaşa devam kararı almıştır. Bu zafer üzerine; Amerikan Kongresince, Türk Tugayına “Mümtaz Birlik Madalyası ve Beratı” verilmiştir. Madalya beratında, “Türk Tugay’ının bütün zorluklara karşı, olağan üstü cesaret ve kahramanlık göstererek Birleşmiş Milletler Ordusunu kurtardığı ve parlak sonuçlar elde ettiği” ifade edilmektedir. Bu madalya, ABD tarafından yabancı bir devletin ordusuna verilen ilk madalyadır. Tugayımız Kore Cumhurbaşkanlığınca da “Cumhurbaşkanlığı Birlik Nişanı” ile taltif edilmiştir. Ayrıca bu zaferin anısına Kore Hükümeti tarafından savaşın yapıldığı alanın en yüksek tepesine “Türk Zafer Anıtı” dikilmiştir. Türk Tugay’ı, Kunuri’de düşmanı üç gün durdurmakla BM ordusunun kuşatılarak imha olmasını önlemesine rağmen, içindeki savaş azmini tamamıyla göstermeye fırsat bulamamıştı. Kumyangjang-ni muharebesi Tugay’ımıza bu fırsatı vermiş ve başarısının takdir edilmiş olması da kendine güvenini artırmıştır. 3. Seul Savunması (Taegyewovni-Sosari Bölgesinde): (13-18 Mayıs 1951) Kore Savaşı’na 6 ordu ile katılan K.Çin, bu kuvvetlerini Kore’ye getirdikleri 13 ordu ile takviye etmiştir. K.Çin ordusu 8 K.Kore kolordusuyla birlikte, 22 Nisan 1951’de ikinci büyük saldırısını başlatmıştır. Üstün sayıdaki düşmanın bu saldırısı karşısında İmjin Nehri hattını savunan Birleşmiş Milletler Kuvvetleri Seul önlerine kadar çekilmiştir. İnisiyatif yine düşmanın eline geçmişti. Düşmanın amacı Seul’ü almaktı. BM kuvvetleri Seul’un düşman eline geçmemesi için savunmaya geçmişlerdi. Seul’un 15 km. kuzeydoğusunda düşmandan gelen iki istikametin birleştiği Taegyewovni bölgesinde, keşif üssü tesis etmekle görevlendirilen Türk Tugayı, bu bölgede çepeçevre savunma esaslarına göre mevzilenmişti. Seul’u ele geçirmek amacıyla, bir tümen kadar kuvvetiyle taarruz eden düşmanın gece boyunca devam eden dokuz hücumu Türk askeri tarafından her defasında püskürtülmüştür. Türk Tugay’ını mevzilerinden söküp atamayan düşman, ileri harekatına devam ederek Seul’u ele geçirme amacını gerçekleştirememiştir. Birleşmiş Milletler askerleri Türk Tugayının geçit vermeyen bu savunma mevzilerine “Türk Kalesi” adını vermişlerdir. 4. Vegas Muharebesi (Muharebe İleri Karakol Çarpışmaları): (28-29 Mayıs 1953) Bugüne kadar yapılan muharebelerde kesin sonuca ulaşamayan BM ve K.Çin orduları Mayıs 1953 tarihi itibariyle, 38 inci paralele tekabül eden İmjin Nehri-Charwon-Kumhwa ve uzanımı hattında karşılıklı savunmaya geçmişlerdi. Artık, pusu, keşif ve muharebe ileri karakolları çatışmaları ve taktik akınlardan başka bir harekat yapılmıyordu. Büyük askeri harekat durmuştu. Kore sorununu savaşla çözemeyeceğini anlayan taraflar, “ateş-kes” görüşmelerine başlamışlardı. Bu arada, ateş-kes görüşmeleri uzayıp gidiyor, sonuca ulaşılamıyordu. Görüşmelerin sık sık kesilmesi ve bir uzlaşma sağlanamaması, yeniden büyük askeri harekatın başlaması ihtimallerini artırıyordu. Bu nedenle, taraflar savunma hatlarını kuvvetlendiriyor, muhtemel taarruzları karşılamaya hazır olarak, tetikte bekliyorlardı. Düşman , şansını bir kez daha silahla denemek için hazırlanmaya başladı. Düşmanın iki amacı vardı. Ya Panmunjan ateş-kes görüşmelerinde isteklerini kabul ettirecekler ya da BM hatlarını yararak sonuca ulaşacaklardı. 3 Mayıs 1953’de Seul kuzeyi’nde savunma görevi alan Türk Tugay’ı, asıl muharebe hattının 600 metre ilerisinde; Karsan, Elko, Vegas, Doğu ve Batı Berlin adlarıyla tanımlanan tepelerde tesis edilen Muharebe İleri Karakol mevziilerini teslim almıştır. K.Çin ateş-kes görüşmelerinde etkili olmak için pek küçük kazançları çok önemli başarılarmış gibi göstererek bütün dünyada propaganda yaptıklarından, düşmana başarı diye bir fırsat vermemeğe çok dikkat edilmekteydi. Nitekim Türk Tugay’ından muharebe ileri karakol mevziilerinin asıl savunma mevziileri gibi sonuna kadar savunulması istenmişti. K.Çin birlikleri muharebe ileri karakol mevziilerine ilk kez 15 Mayıs 1953 de saldırdı. Bu saldırı mevziilerdeki kahraman askerlerimizin bomba ve süngü muharebeleriyle püskürtülmüştür. 28 Mayıs 1953’de düşman bir alaydan fazla bir kuvvetle; Doğu ve Batı Berlin, Vegas, Elko ve Karsan’daki muharebe ileri karakol mevziilerini şiddetli topçu ve havan ateşi altına alarak taarruza başladı. Düşmanın bu taarruzdan amacının; muharebe ileri karakol mevziilerini ele geçirdikten sonra Türk Tugay’ının işgal ettiği asıl savunma mevziilerini de ele geçirerek cepheyi yarmak olduğu anlaşılıyordu. Düşmanın, o sırada cereyan eden ateş-kes görüşmelerine etkili olmak istediği ve kazanılacak bir başarıdan yararlanmayı düşündüğü şüphesizdi. Muharebe ileri karakolundaki Türk Birlikleri mevzilerinde kahramanca savaşarak düşmana geçit vermediler. 30 saat süreli 28-29 Mayıs 1953 tarihli direniş çok kanlı bir şekilde cereyan etmiştir. Bu muharebede 151 askerimiz şehit olmuş 241’i de yaralanmıştır. Bu saldırıda taarruz gücünü yitiren düşman 38 inci paralel hattının güneyine geçemedi. Türk Tugayının üstün savaş yeteneği ile oluşan bu direniş nedeniyle K.Çin’in ateş-kes’de umduğu avantajı elde edemedi ve “Ateş-Kes” görüşmelerine yeniden başlandı. 27 Temmuz 1953 tarihinde Panmunjom Ateş-Kes Anlaşması imzalandı. Bu muharebe, Kore Savaşı’nın son muharebesi olmuştur. 3 ncü Türk Tugay’ı Vegas Muharebeleri dolayısıyla ABD Cumhurbaşkanlığınca; “Legion of Merit” nişanı ile taltif edilmiştir. Sonuç olarak; Kore’de savaşan Türk Tugay’ı, savaşın kaderini dört kez değiştirmiştir. Kunuri ve Kumyangjang-ni Muharebeleri ile yenilmez diye nitelenen K.Çin ordularını yenerek BM kuvvetlerini büyük bir hezimetten kurtarmış ve BM ordularının Kore’yi terk etme düşüncesinden vazgeçmesini sağlamıştır. Seul(Sosari) savunması ile başkent Seul’ün düşman eline geçmesine mani olmuş, Vegas Muharebesi ile de Ateş-Kes anlaşmasının yapılmasını sağlamıştır. Kore Savaşlarında Türk Tugayında 741 asker şehit olmuş 2147 si yaralanmıştır. 234 askerimiz esir düşmüş. 175 askerimiz ise kayıp olmuştur (Kore’de şehit olan askerlerimizin isimleri Ankara’daki Kore Anıtı’nda yer almaktadır). Kore’ye giden askerlerimizden 25 Eylül 1950 – 27 Temmuz 1953 tarihleri arasında savaşa iştirak edenler 1005 sayılı kanunla “GAZİ” ünvanını almışlardır. Çinliler esir kamplarında esirlere her türlü yalan, şaşırtma, korkutma ve işkence metotları uygulayarak beyin yıkama faaliyetleri sürdürmüşlerdir. Bu faaliyetlerden BM askerleri içinde sadece Türk esirleri etkilenmemişlerdir. Esir kamplarındaki olumsuz her türlü şartlara en iyi dayanan Türkler olmuştu. Amerikalı esirlerin % 50’ si bu kamplarda ölmüştür. Esir kamplarında ölen Türk askeri olmamıştı. Çünkü esir olan Türk askerleri bu kamplarda dirençlerini kaybetmediler, emir ve komuta zincirini hiçbir zaman bozmadılar. Askeri disiplini her zaman muhafaza ettiler. Disiplin, davranış ve teşkilatlanma noksanı, kötü yaşam koşulları ve kültür gibi nedenlerden dolayı esir kampı yaşamına ayak uyduramayan birçok BM askeri hayatını kaybetmiştir. Türk askeri örf ve adetlerine düşkün, her zaman ailesine, devletine ve ordusuna sadıktır. Esir kamplarında 24 saat birbirlerine destek oldular, kamp yaşamına topluca katılarak hayatlarını idame ettiler. Yürüyemeyen arkadaşlarını sırtlarında taşıdılar, hasta olan, üşüyen arkadaşlarını vücutlarıyla ısıttılar. Türk askeri, Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da yaşattığı destanı Kore’de de göstermiştir. Emir komuta gereği uygulamak zorunda olduğu BM ordularının geri çekilme harekatlarını bir zül saymıştır. Ölmeye programlanmış Çin askerine muharebe meydanlarını dar etmiştir. Türk süngüsü Çinlilerin kabusu olmuştur. Kore Savaşı aynı zamanda canını hiçe sayan kahraman Türk askerleriyle de destanlaşmıştır. 22 Nisan 1951’de, Çin Kuvvetlerince kuşatılan piyade bölüğünde görevli topçu ileri gözetleyici Üsteğmen Mehmet Gönenç’ten şu telsiz mesajı alınmıştı. “Düşman bulunduğum tepeyi işgal etti. Çok şehit verdik. Telsizcimiz de şehit oldu. Koordinat veriyorum. Bataryalar ateş etsin”. Bunun üzerine Topçu irtibat subayı da telsizle şu cevabı vermişti. “Verdiğiniz koordinatlar bulunduğunuz yerdir” Üsteğmen Gönenç’in verdiği cevap şöyleydi: ”Evet öyle. Biz düşmana teslim olmak istemiyoruz. Bizi onlara teslim etmeyin. Vasiyetimiz budur. “Bizi ateşlerimizle şehit edin” Üsteğmen Gönenç’in bu vasiyeti yerine Türk Tugayı, savaş alanlarında anne ve babasını kaybeden, kimsesiz kalan Koreli çocukların eğitimleri için Seul-Suwan’da,Tugay karargahının bulunduğu yerde “Ankara” adıyla yatılı bir ilkokul açmıştı. 200 civarında çocuğun eğitim gördüğü ve 10 Koreli öğretmen ve idarecisi bulunan bu okul Tugay’ın Türkiye’ye dönmesiyle birlikte kapanmıştır. Türk askeri, kendi yurtları için tanıdıkları hürriyet prensipleri kadar, BM ideallerini de benimsemiş ve bu inançlarını savunmak için gerektiğinde hayatlarını dahi feda etmekten geri kalmamışlardır. Kore’de Türk askerleri: -Türk Silahlı Kuvvetlerinin sağlam ve ileri ”Askerlik Kültürü”ne sahip olduğunu, -Türk ordusunun “Kahramanlık Geleneği”nin ve “Savaşcı Niteliği”nin devam ettirdiğini, -Birlik ve birey olarak üst düzeyde olduklarını ortaya koymuştur. Türk askeri savaş sona erdikten sonra da bir müddet Kore’de kalmaya devam etmiştir. 1961 yılında Tugay Türkiye’ye dönmüş yerine bölük seviyesinde birlik bırakılmıştır. 1965-1971 yılları arasında ise manga seviyesinde bir şeref kıtası Tokyo’da Türk Silahlı Kuvvetleri’ni temsil etmiştir. Kore Savaşı Türk ve G.Kore halkı arasında sarsılmaz bir kardeşlik bağı oluşturmuştur. 2002 Dünya Futbol müsabakalarında bu kardeş halkın Türk takımına ilgisi takdire şayandır.
  8. Kıbrıs 1878 yılında egemenlik hakkı Osmanlı Devletinde kalmak üzere geçici olarak İngiliz yönetimine verilmişti. Bu durum I nci Dünya Savaşına kadar sürmüş, 29 Ekim 1914'te Osmanlı Devleti savaşa katılınca İngiltere bunu fırsat sayarak 5 Kasım 1914'te Kıbrıs'ı İmparatorluğuna kattığını açıklamıştır. İngiltere'nin bu tek yanlı ilhakı da 1923'e kadar sürmüş, Türkiye tarafından ancak Lozan Antlaşması ile kabul edilmiştir. Böylece Kıbrıs'ta İngiliz egemenliği dönemi başlamıştır. Bu durum 1960 yılına kadar sürmüş, bu tarihten itibaren Ada'nın statüsünde yeni gelişmeler olmuştur. Bu arada Yunanistan'ın ve Kıbrıs Rumlarının çabasıyla Ada'nın Yunanistan'a ilhak edilmek (Enosis) istenmesi, Ada'da Türklerle Rumlar ve Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs uyuşmazlığını ve sorununu ortaya çıkarmıştır. Bu çerçevede 1964 yılına gelindiğinde Kıbrıs'ta durum Türk toplumu için hiç de iyi görünmüyordu. Rumların büyük çaptaki Erenköy saldırısı Türkiye'de sert tepki yaratmış ve böylece Türk Silahlı Kuvvetlerinin müdahalesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Müdahale aşamasında Hava Kuvvetleri aktif olarak görev almış ve şanlı tarihine yeni başarılar kazandırmıştır. Ancak bu mücadelede Türk Hava Kuvvetleri, tüm Türk Ulusunu büyük bir üzüntü içerisine sokan bir ilki daha yaşamış ve Cumhuriyet döneminin ilk hava harp şehidini vermiştir. Hv.Plt.Yzb.Cengiz TOPEL’in Yaşam Öyküsü Hv.Plt.Yzb.Cengiz TOPEL (1955-19), 1934 yılında İzmit'te doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul Kadıköy'de, lise öğrenimini 1953 yılında Kuleli Askeri Lisesi'nde tamamladı. 1953 yılında girdiği Kara Harp Okulu'ndan 1955 yılında Asteğmen olarak mezun oldu. Küçük yaşlarından beri havacılığa olan merakı sonucu hava sınıfına ayrıldı ve pilot eğitimi için Kanada'ya gönderildi. Kanada'daki eğitimini başarıyla tamamlayarak 1957 yılında yurda dönüp Merzifon Hava Üssünde göreve başladı. 1961 yılında Eskişehir 1 nci Ana Jet Üssüne atandı. 1963 yılında yüzbaşılığa terfi etti. 5 Ağustos 1964 yılında Rumlar Erenköy ve Mansur bölgelerine denizden hücumbotları, karadan ise tanklarla takviyeli piyade birlikleri ile ani bir saldırıya geçtiler. Türk kasabalarını havanlarla topa tutarak sahildeki Türk balıkçı teknelerine ateş açtılar. Ada'daki BM Barış Gücü Kuvvetleri bu katliam harekatı karşısında hareketsiz kaldı. Türkiye'den ilk yardım 7 Ağustos'ta 4 uçak ile yapıldı. Yapılan bu uyarı uçuşu, Erenköy'de üç gündür kahramanca direnen ve Anavatandan yardım bekleyen Mücahitler için bir umut ışığı oldu. 8 Ağustos 1964'te Türk Hava Kuvvetlerinin harekatını gerçekleşirken Eskişehir 112 nci Filo K.lığında oluşturulan dörtlü kolda; · Lider Yzb.Cengiz TOPEL · 2 numara Ütğm.İzzet ÖZTARHAN · 3 numara Yzb.Mehmet KONEDRALI · 4 numara Ütğm.Ethem SANCAR bulunmaktaydı. Cengiz TOPEL liderliğindeki kol, 8 Ağustos Cumartesi saat 17.00-18.00 civarında Eskişehir'den havalandı. Bu harekatta Gemikonağı-Yeşilyurt arasında kol hedefleri olan hücumbotlar görülür görülmez bir atış paterni teşkil edildi. Limanın hemen arkasında denize paralel uzanan yüksek dağlar nedeniyle denizden karaya doğru bir atış paterni izlendi. Artık taarruzlar başlamıştı. Denizdeki hücumbotlar kaçmaya, uçaklar ise onları hedef almaya çalışıyorlardı. Bu uğraşı içerisinde F-100 tipi jet uçağımızı kullanan Cengiz TOPEL ilk dalışını yaptı. Hücumbot, hedef göstergesinde hızla büyürken bombasını attı ve yükseldi. İlk dalışlardan sonra kol tekrar paterne girerek ikinci dalış için hazırlandı. İşte herşey o zaman oldu. Akdeniz üzerinde Erenköy'e gitmekte olan Bnb.H.Basri YURDAKUL’un telsizinden şu sözler yankılandı... - " Cengiz Yüzbaşım uçağından dumanlar çıkıyor atla!" ( Ütğm.İzzet ÖZTARHAN ) - ...... - " Yüzbaşım!.....cayır cayır yanıyorsun atla!" ( Ütğm.İzzet ÖZTARHAN ) - " Tamam atladı. " ( Muhtemelen Yzb.Mehmet KONEDRALI ) - " Paraşütü açıldı. " ( Ütğm.İzzet ÖZTARHAN ) Cengiz TOPEL'in uçağı isabet almış, paraşütle atlamak zorunda kalmıştır. Cengiz TOPEL, paraşütle atladıktan sonra Lefke, Gaziveren, Elye ve Çamlıköy Türk yerleşim birimleri arasında bulunan Peristeronori Rum köyünün yakınından geçen bir asfalt yola inmiştir. Yere indiği zaman bir ayağının kırıldığı ve çene kemiğinin zedelendiği söyleniyor olmasına rağmen bunun doğruluk derecesini belirtir bir kanıt bulunamamıştır. Cengiz TOPEL'in yere indikten sonra haritasından Lefke yönünü tespit ederek, o yöne doğru koşmaya başladığı ancak kısa bir süre sonra arkasından gelen bir jipte bulunan üç Rum askeri tarafından yakalandığı, ayrıca mermisinin bitimine kadar kendisini koruduğu ve yanına hiç kimseyi yaklaştırmadığı söylenmektedir. Cengiz TOPEL'in yakalandıktan sonra başına gelenler konusunda birçok varsayımlar ortaya atılmıştır. Bir varsayıma göre, Cengiz TOPEL, Peristeronori Rum köyü yakınlarında yakalandıktan sonra Güzelyurt'a götürülür. Fakat tam şehrin girişinde 500 kadar Rum askeri ve Grivas'ın (EOKA Lideri) adamları tarafından araba durdurulmak suretiyle aşağıya indirilir. Elleri kelepçeli olduğu halde hemen orada konuşturulmak istenir, Cengiz TOPEL'in suskunluğunu attıkları dipçik darbeleri ile bozamayınca sinirlenirler ve arkadan üç el ateş ederek O'nu yaralarlar. Ancak Cengiz TOPEL'den daha çok bilgi almak isteyen Rum liderlerinin olaya el atmaları ile Lefkoşe Rum hastanesine kaldırılarak ameliyat edilir. Diğer bir varsayıma göre ise Cengiz TOPEL, önce Güzelyurt hastanesinde tedavi edilip daha sonra Rum Manastırı'na götürülerek kendisinden bilgi vermesi ve televizyona çıkıp Türkiye aleyhinde konuşma yapması istenir. Cengiz TOPEL tarafından, Rumların bu istekleri rededilince kendisine canice ve acımasızca işkence yapılarak öldürüldüğü belirtilmektedir. Bütün bunlardan sonra Cengiz TOPEL, Lefkoşe Rum Hastahanesine götürülmüştür. Yzb.Cengiz TOPEL'e savaş esiri muamelesi yapılması gerekirken, Rumlar uluslararası yasalara aykırı hareket etmişler ve O'nu şehit etmişlerdir. Cenazesi Türkiye'nin ısrarlı girişimleri sonucunda alınabilmiş, 11 Ağustos'ta saat 22.00'da Rumların elinde bulunan Lefkoşe Rum Hastahanesinden Kıbrıs Türk Hastahanesine Kızılhaç temsilcileri tarafından bir tabut içinde ve çıplak olarak getirilmiştir. Cesedin yapılan muayenesinden ölümün takriben 6 ile 48 saat önce vuku bulduğu, yani büyük bir ihtimalle 9 Ağustos akşamı öldüğü tahmin edilmektedir. Yüzbaşı TOPEL'in cesedinde bu tarihten sonra Rumlar tarafından bir otopsi yapılmıştır. Cengiz TOPEL için Kıbrıs'ta, Adana'da, Ankara ve İstanbul'da yapılan törenlerden sonra 14 Ağustos 1964 tarihinde Edirnekapı'da Sakızağacı Hava Şehitliği'nde na'şı toprağa verilmiştir. Cengiz TOPEL, Cumhuriyet döneminin ilk Hava Harp Şehidi olmuştur. Vatan için seve seve kanını döken ve canını veren bu kahraman vatan evladı, silah arkadaşları, tüm havacıların gönlünde sonsuza dek yaşayacaktır. Ruhu şad olsun.
  9. Çanakkale'de şehit mektupları.... Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bir Şehid Mezadı adlı hazin bir hikayesi vardır. Kurtuluş Savaşı’nda şehid olan erlerin eşyalarının nasıl mezada konup satıldığını, topu topu bir küçücük bavula sığacak kadar olan bu şehid eşyalarını ailelerine göndermenin masraf ve zahmetini falan anlatır bu hikaye. Siz Anadolu’daki şu yoksulluğa bakın ki bir şehidin kurşun deliği açılmış bir kalpağı, altı delinmiş bir potini, eprimiş bir gömleği bile satılacak kadar değerli, öte yandan ailesi de onun parasına muhtaç olacak denli fakir. Peki ya satılmak üzere açılan bavuldan bir şehidin mektupları çıkarsa!.. Bir şehid ki her şeyi mezada çıkarılsa, mektuplarına asla değer biçilemez. Çünkü o mektuplarda yalnızca kan, et ve kemik kokusu değil, kocaman hasretlerin derin aşklarını yüklenmiş bir gönül vardır. O mektuplar ki kurşunların birbirini vurduğu, güllelerin havada göğüs göğüse geldiği cehennemî seslere sükunet verir, vatan aşkını hasretle anılan bir isme bağlayarak cesarete dönüştürür. Kalbinin üstünde böyle bir mektubu saklayan askerin, ‘vatanı için yapabileceği hangi fedakarlık’ vardır diye sorulamaz elbette; o hepsini sırayla yapar ve canını en son verir. Çanakkale Mahşeri’nden okuyalım: “Bu anda dışarda koşuşma başladı; eski askerler, “Saya geldi! Saya geldi!” diye birbirlerine bağırıyorlardı. (...) Binbaşı Abdülkadir, meraklı bakışlarını Binbaşı Lütfi’ye çevirince, o da bilgi vermek mecburiyetini hissetti. -Sai gelmiş. İzmir’in köylerinde dolaşır; askerlere gönderilecek mektupları, küçük emanetleri toplar, getirir; sahiplerine verir. Sırdaş olduğu için de sevgililer selamlarını ona emanet ederler. Bu da onun gelişini çok değerli yapar. Askerler etrafına toplanınca, Sai sağ elini heybenin bir gözüne soktu; bir mektup çıkardı ve bağırdı: Mehmet oğlu Kara Ali!?.. Değişik yerlerden sesler yükseldi: -Cennet-i A’lâ’da!.. -Mertebesine erdi!.. Mektubu heybenin diğer gözüne attı. Tekrar bir mektup çıkardı: -Alsancak’tan Hayati oğlu Salim! Kalabalığın arasından birisi elini uzatarak bağırdı: -Ver! Buradayım!.. Yanındaki asker, Salim’in sırtına hafif bir yumruk vurdu: -Kimden geliyor?!.. -Dur, hele zarfın arkasını okuyayım. Eline yeni bir mektup alan Sai, yüksek sesle bağırdı: -Kadir oğlu Hüseyin!.. Değişik yerlerden cevap geldi: -Şehit!.. -Şehit!.. Onu da diğer göze attı; bu kere işlenmiş bir mendil çıkardı: -Hasan oğlu Rafet!.. -?!.. Hiç ses çıkmayınca Sai tekrarladı: -Hasan oğlu Rafet!?.. Tanıyanı kalmamıştı. Sai’nin yüz hatları değişti. Gözleri dalan Binbaşı Abdülkadir karargaha girdi; onu takip eden Binbaşı Lütfi kapıyı örttü; ama az da olsa Sai’nin sesini hâlâ duyuyorlardı: -Musa oğlu Muharrem!..”(1) Tarihini bilmeyen milletler kendilerine efsaneler uydurur ve gitgide efsanelere sığınmaya başlarlar. Yukarıdaki satırlar henüz hatıra ve tarih iken derlendiği için bahtiyarız. Ya kaybolup gitselerdi!.. * Çanakkale anılınca kaybolup gitmesine gönlümüzün razı olmadığı bir de şiir var sırada. Binbaşı Mustafa Kemal’in de yer aldığı savaşa adanmış bir gazel bu. Sultan Reşad’ın yazdığı bir gazel. Heyecanla okuyalım: Savlet etmişdi Çanakkale’ye bahr ü berden Ehl-i İslâm’ın iki hasm-ı kavîsi birden Lakin imdâd-ı İlahî yetişip ordumuza Oldu her bir neferi kal’a-i pûlâd-beden Asker evladlarımın pîşgeh-i azminde Aczini eyledi idrâk nihayet düşmen Kadr-ü haysiyyeti pâmâl olarak etdi firar Kalb-i İslâm’a nüfûz eylemeğe gelmiş iken Kapanıp secde-i şükrâna Reşâd eyle dua Mülk-i İslâm’ı Huda eyleye dâim me’men (...Müslümanlara karşı iki kuvvetli düşman birlik olup Çanakkale’ye karadan ve denizden hücum etmişlerdi...) (...Şükür ki Allah’ın yardımı yetişip ordumuzun her bir neferi çelik bedenli bir kale kesiliverdiler...) (...Nihayet düşmanlar asker evlatlarımın azimleri önünde diz çöküp aciz kaldıklarını anladılar da...) (...İslam’ın kalbine hançer saplamaya gelmişlerken, itibar ve şereflerini ayak altına atıp kaçtılar.) (Ey Reşad!.. Var, şükür secdelerine kapanıp ellerini duaya kaldır ve şu yakarıyı tekrarla: “Allah, bu İslam yurduna daima emniyet versin!” ) (1) Bk. Mehmed Niyazi (Özdemir), Çanakkale Mahşeri, 19. Bs. Ötüken Yayınları, İstanbul, 2004, s. 389-390
  10. SIRBİSTAN İlköğretim Tarih Kitaplarında; Osmanlılar'ın işgalinden bahsedilmekte, Türklerin Hristiyanlar'dan kafir olarak bahsettikleri ve eşit muamele yapmadıkları, Sırpları sömürdükleri, baskı altında tuttukları, mallarına el koydukları, birçok vergiler uyguladıkları; başlangıçta Osmanlıların çok güçlü olmasından dolayı Sırp halkının karşı koyamadığı, Osmanlının işgal ettiği, yağmaladığı; 16 ncı yüzyılın sonunda Osmanlının ekonomik yapısının bozulmasından sonra, şiddet ve yağmacılığın daha da arttığı, idari yapıda bozukluklar meydana geldiği; işgal altındaki Sırp halkının ancak hayatını devam ettirebildiği; sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmenin durduğu; bazı Hristiyanların Müslümanlığı kabul ettiği, bunların çoğunlukla göçebe olan Güney Slavlar olduğu ve Bosna-Hersek’te bulundukları, Müslüman olduktan sonra bazı adetlerini ve dillerini korudukları fakat dini bağlarla sıkı sıkıya bağlandıkları Osmanlıları destekleyerek kendi ırklarına karşı düşman oldukları ifade edilmektedir. Türkler, paralı piyade (yeniçerileri) oluşturmuşlardır. Yeniçeriler, Osmanlılara yenilen milletlerden alınan çocukların, askerlik sanatını öğretmeleri ve Müslüman yapılmalarıyla oluşan bir yapılanmaya sahipti. Yeniçerilik, Sultanlar tarafından Hristiyanlara yüklenmiş olan Kan Vergisiydi. Türkler, bu iki Sırp'ı keserken orada olan İlija KOLARAC şöyle anlatmıştır: "Cellat, Prens Sima'yi keserken boynunu bir vuruşta kesemedi, birkaç defa vurdu. Prens, yiğitçe “Kes! Allah aşkına...” Kılıcı bekleyen ve bağlanmış olan Yüzbaşı DRAGİÇ bağırdı... O anda başka bir Türk koşup gelmiş ve DRAGİÇ'in kafasını uçurmuştur...." Vergiler iki katına çıkarılmış, Dayılar, yükselttikleri bütün Sultan gelirlerine (haraç, vergi, çubuk, gümrük) el atmışlardır. Haraç, iki ve üç katına çıkarılıp vergi, 15'ten 25-35 grosa yükseltilmiştir.Diğer vergiler de yükseltilmiştir. Bundan başka dayılar, subaşıları kendi isteklerine göre yargılamış; halkı dövmüş, öldürmüş, aşırı vergi almış, atları, silah ve hoşlandıklarını yağma etmişlerdir. Kanunsuzluk ve acımasızlıkla dolu olan bu yönetim, Belgrad Paşalığında halk ve Türk yöneticileri arasında çarpışmalara sebep olmuştur. Halkta telaş ve ayaklanma hazırlıkları hisseden Dayılar, ayaklanmayı bütün önemli milli önderleri öldürmekle önlemeye karar vermişlerdir. İlk yakalananlar arasında Prens ALEKSA, İlija BİRCANİN ve Milovan GRBOVİÇ idiler. Foçalı Mehmet Ağa'nın emriyle, Prens ALEKSA ve İlija BİRCANİN, 23 Ocak 1804 tarihinde, Valjevo şehrinde, halkın gözlerinin önünde kesilmişlerdir. ERMENİSTAN İlköğretim Tarih Kitaplarında; Birinci Dünya Savaşı Kafkas Cephesinde, Başlangıçta; Türkler büyük başarılar elde ettiler. Orada yaşayan Ermenileri, Yunanlıları, Asurluları katlettiler... İlk olarak Osmanlı Ordusundaki Ermenilerin ellerinden silahlarını aldılar ve onları yok ettiler. Ermenilere yolların inşası, barikatların kurulması ve yüklerin taşınması gibi en ağır işleri veriyorlardı. Sonra da askerler ya da polis onları ellişerli-yüzerli gruplar halinde götürüp katlediyordu. İkinci adım; önde gelen Ermenileri (doktor, öğretmen, din adamı, parti üyeleri vs) hapsedip yok etmekti. Ermenileri düşünen beyinlerden mahrum bırakıyorlardı. Ekseriyetle 18-45 yaş arasındaki genç Ermeni erkekleri sürgüne gönderiliyor ve yok ediliyordu. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar ise mecburi göçe ve katliama maruz kalıyordu. Ermeni halkının göç ettirilmesi ve katliamı 1914 sonu ile 1915 ilkbaharı ile başlar. Türk Devleti Ermeni ahalisini Ortadoğu’nun çöllerine sürgün ediyordu. Sürgün süresince Ermenilerin neleri varsa talan ediliyordu. Güzel kadınlar ve kızlar Müslümanların haremine götürülüyordu. Kürtlerin, çetelerin, polis ve askerlerin saldırılarına maruz kalıyorlardı. Yola devam edemeyenler öldürülüyordu. Sürgün yerine, sürgün edilenlerin %10’u ulaşıyordu; örneğin Trabzon’dan kovulmuş 3000 Ermeniden Halep’e 35 kişi ulaştı. Kalanı öldürüldü, ya da açlıktan, susuzluktan ve çeşitli hastalıklardan öldü. Güney şehirleri köle pazarlarına dönüşmüştü. Buralarda Ermeniler çok ucuza satılıyordu. Katliamlardan kurtulmak için çok sayıda Ermeni yurtlarını kendileri terketti. Kasım 1914’ten 1916’ya dek çoğunluğu kadın ve çocuk yüzbinlerce Ermeni, Rusya’ya, Doğu Ermenistan’a göçtüler. Katliamlar ve sürgün nedeniyle Batı Ermenistan, asıl sahibinden yani Ermeniler’den mahrum kaldı. (İstanbul ve İzmir’de yaşayan Ermeniler’in tamamı sürgün edilmedi.) 1915-1918 yılları arsında Jön Türklerin siyaseti soykırım olarak adlandırılmalıdır. Çünkü onların amacı Ermeni Milletinin kökünü kazımaktı. Osmanlı Türkiye’sinde yaşayan 2,5 milyon Ermeniden 1,5 milyonu öldürüldü ya da açlıktan, çeşitli hastalıklar yüzünden öldü. 200 bin Ermeni zorla Türkleştirildi. Vahşiler, imparatorluğun 66 şehir ve 2500 köyünün Ermeni ve Hristiyan halkını yok ettiler. 2350 kilise ve manastır, 1500 okul talan edildi ve yıkıldı. Osmanlılar; bankalardaki paralarına, onlara ait topraklara, çiftliklere, menkul ve gayrimenkullere el koydu. Türkiye tarafından, Ermeni sorununun çözümlenmesi amacıyla 1915-1923 yıllarında yapılan Ermeni soykırımının tanınması Ermeni milleti için prensip anlam taşımakladır. Soykırım olayının tanınmasıyla; Ermeni milletinin toprak taleplerinin ve uğratılan zarar tazminatının tanınması konuları ortaya çıkmaktadır. GÜRCİSTAN İlköğretim Tarih Kitaplarında; Transkafkas sınırında Türklerin egemenliği olduğu sürece Gürcistan’da barış garanti değildi. Davit, Ağmaşenebeli komşu, kardeş ülkeleri (Ermenistan ve Şarvan’ı) Türklerden kurtarma mücadelesinde teşvik etti. Şarvan için uzun süren savaş 1124 yılında Gürcülerin zaferiyle sonuçlanmıştır. 1124 yılında Ermenilerin başkenti Anisi’nin ileri gelenleri gelip Kral Davit’ten şehirlerini Türklerden kurtarmak üzere yardım istediler. Üç gün süren savaşta Gürcü ve Ermeniler birlikte Anisi’nin Müslümanlarını yendiler. 15 nci yüzyılın sonunda parçlanmış Gürcistan zor durumdaydı. Batıda Gürcistan’ın komşusu çok güçlü ve agresif Osmanlı Devleti oldu. Osmanlılar uzun savaşlar sonrası Gürcistan’ın eski komşusu Bizans’ı feth ettiler. 1453 yılında Konstantinepol’ü ele geçirdiler. Kuzey ve güney Karadeniz sahillerini de feth ederek Gürcistan sınırlarına dayandılar. Böylece Gürcistan’ın batı ile olan bağları tamamıyla kopmuş, Barbar Osmanlı Devleti ile komşu olunmuştur. Osmanlıların teşviki ile Batı Gürcistan’da esir ticareti (yerel nüfusun yurtdışı pazarlarında, özellikle Osmanlı İmparatorluğunda, köle olarak satımı) gelişmekteydi. SURİYE İlköğretim Coğrafya Kitabında; Toroslar’ın güneyinde yer alan Türkiye toprakları (Mersin ve Hatay) Suriye toprakları olarak gösterilmektedir. Osmanlı İşgali yaklaşık 400 yıl sürmüştür. Araplar, ülkelerinin hürriyetini çok sayıda şehit vererek sağlamışlardır. İngiliz ve Fransız işgalleri ise Suriye’nin kuzey bölgelerinin ve İskenderun sancağının zorla koparılmasına yardım etmiştir. Suriye ovalarının en genişi olan bu ova, Toros Dağları eteklerinden başlar ve Fırat Vadisi’ne kadar uzanır. 105 nci sayfada "Suriye Nehirler Haritası"nda; Hatay, Suriye'ye dahil olarak gösterilmekte, Toros dağlarının güneyinde kalan bölge zorla koparılmış bölge olarak belirtilmektedir. 107 nci sayfada; "Asi Nehri" iç sular arasında sayılmaktadır. Fırat ve Dicle Nehirleri için "Ermeni yükseltilerinden doğmaktadır." açıklaması bulunmaktadır. İlköğretim Tarih Kitabında; Türkiye, nüfus çoğunluğunun Türklerden oluştuğu bahanesiyle İskenderun Sancağı’nı istiyordu. Fransa'da İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye'nin İtilaf Devletleri safında yer almasını sağlamak maksadıyla bu konuda Türkiye'yi cesaretlendiriyordu. Sorun Milletler Cemiyeti’ne götürüldü. Cemiyet, nüfusun bu konudaki arzusunu belirlemek maksadıyla uluslararası bir komisyon gönderdi ve İskenderun Sancağı’nın Suriye'den ayrılarak, kendi egemenliğine sahip bir devlet olmasına, ancak dış ilişkilerde Suriye'ye bağlı kalmasına, Arapça ve Türkçenin resmi dil olarak kabul edilmesine karar verildi. Bu karar sancakta bulunan Arapların karşı koyması ve protestosu ile karşılandı ve her türlü takdire layık bir Arap mukavemeti oluştu. Fransa'nın sorunun Arapların lehine çözülmesine yardımı gerekirken, 23 Haziran 1939'da birliklerini İskenderun sancağından çekti ve Fransız birliklerinin yerini Türkler aldı. Vilayeti Türk Devletinin bir parçası haline getiren bu harekete muhalefete rağmen, İskenderun Sancağı Türk Devleti tarafından işgal edildi. İlköğretim Coğrafya Kitabında; “Tabiat Özellikleri” bölümünde “Başlıca orta seviyede yükseltiler; doğuda Ermeni yükseltileri, batıda Anadolu yükseltileridir.” 137 nci sayfada aynı konuda “Ülkede başlıca iki sıradağ uzanmaktadır: Bunlar kuzeyde Pontus Dağları, güneyde Toros Dağları’dır.” Açıklamaları yer almaktadır. İlköğretim Tarih Kitabında; Osmanlı Devleti ilim ve irfan devleti değil, bir savaşlar devleti olmuştur. Aynı zamanda yenilikçi ve planlı bir devlet olmamış, hareketsiz ve karışık bir devlet olmuştur. Bu ve benzeri bir çok sebeple Araplar Osmanlı işgali döneminde iktisadi olarak gerilemiştir. ÜRDÜN İlköğretim Coğrafya Kitabında; Şematik olarak Arap dünyasının yağmur dağılımının gösterildiği bir haritada, Hatay’dan İskenderun ili olarak bahsedilmekte ve Suriye sınırları içinde gösterilmektedir. İlköğretim Tarih Kitabında; ...İttihatçılar Şam'da bulunan Türk Ordu Komutanı olan Zeki HALEPİ Paşayı görevinden aldılar, bunun nedeni Zeki Paşanın Arap asıllı olmasıydı , onun yerine ittihatçı olan Cemal Paşayı göreve koydular, Cemal Paşa Araplara karşı çok yanlış politikalar uyguladı, Cemal Paşa aşırı güç ve şiddet kullandı, milletin mahsullerine el koydu, yeni vergiler uyguladı. Cemal Paşa bütün bunları Osmanlı Ordularının takviyesi için yaptı, çok sayıda Arap ailesini Anadolu'ya sürgün olarak gönderdi. Osmanlı Ordusunda hizmet veren Arap birliklerini tenha cephelere yolladı , bununla yetinmeyip Ağustos 1915 ve Mayıs 1916 tarihlerinde çok sayıda milliyetçi Arap’ı Şam ve Beyrut'ta astı. İlköğretim Coğrafya Kitabında; Türkiye'nin Fırat Nehri üzerine dünyanın en büyük barajını yapması, Suriye ve Irak'a Fırat Nehri’nden giden suyun miktarını azaltmıştır. Türkiye bununda ötesine giderek suyun bazen petrolden daha pahalı olabileceğini açıklamıştır. İlköğretim Tarih Kitabında; Bölgede çıkartılan Arap isyanlarının nedenlerinin, Osmanlı askerlerinin ve yönetiminin halka kötü davranması, özellikle kadınları çalıştırması ve onlara kötü muamele yapması, aşiret şeyhlerine verilen paraların verilmemesi ve vergilerin artırılması olduğu yer almaktadır. UKRAYNA İlköğretim Tarih Kitaplarında; Sırbistan ve Bulgaristan ile savaşan Bizans İmparatorluğu, bazen Osmanlılardan yardım istemekteydi. Türkler, boğazdan geçerek Balkan yarımadasına yağmacı akınları düzenlemeye başlamışlardır. Tarihçiler akınları şöyle değerlendirmektedirler: "Hırıstiyanlardan bazıları katledilmiş, bazıları da esarete alınmış, kalanlar ise açlık nedeniyle kitlesel olarak ölmekteydi." Türklerin askeri kuvvetleri, Avrupa ülkelerinin ordularından sayısal olarak fazlaydı. Sultan ordusunun ana unsuru olan müteaddit süvari birikleri, sultandan hizmetleri karşılığında toprak alan askerlerden oluşmaktaydı. sultanın emrinde daimi piyade gücü de vardı: Yeniçeriler. Türkler, fethettikleri ülkelerde en güçlü erkek çocukları esarete alıp kendilerine Müslümanlığı kabul ettirmekte ve Hrıstiyanlara karşı kinle yetiştirmekteydi. Bu çocuklar, sultandan cömert maaş almakta ve hükümdarlarına sadakat göstermekteydi. 1453 yılında Bizans İmparatorluğunun varlığına son verilmiştir. Sultan, yağmalanmak üzere şehri üç günlük süre için askerlere devretmiştir. Muhafızların büyük kısmı katledilmiş, yaklaşık 60 bin insan köleliğe satılmıştır. Sultan büyük bir törenle şehre girmiştir. Kendisi Aya Sofya Kilisesi’ni ziyaret ederek bunun cami haline getirilmesini emretmiştir. Türkler tarafından İstanbul olarak adlandırılan Constantinopol, Osmanlı Devletinin başkenti olmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun halkları, fatihlerin sert zulmüne maruz kalmışlardır. Müslüman olmayan her erkek, yaşından bağımsız olarak hazineye kişi başına belirli bir vergiyi ödemek zorundaydı. Bunun dışında Müslüman olmayanlar, kale, yol, köprü ve camilerin inşaatında ücretsiz olarak çalışmak zorundaydılar. Kendilerine at sürmek, silah taşımak veya Türklerden daha yüksek evleri yapmak yasaklanmıştır. Vergi ödemekle yükümlü nüfus, Osmanlı derebeyleri tarafından aşağılatıcı şekilde "raya" (sürü) olarak adlandırılmıştır. Sultan tarafından askerlerine hizmetleri karşılığında verilen topraklarda, yerel köylülerin toprak sahibi lehine de bazı çalışma yükümlülükleri mevcuttu. Fatihlerin sert zulmüne rağmen Slav halkları, kültürünü, adetlerini ve dillerini muhafaza edebilmişlerdir. 1535 yılında l nci Fransisk; Hristiyanların en korkunç düşmanı olan l nci Süleyman ile anlaşma yapmıştır. Fransa için elverişli ticaret anlaşmaları imzalanmış: Fransızlar, Osmanlı Imparatorluğuyla yapılan ticaret alanında bazı kolaylıklar elde etmiş, tüccar mülkiyetinin dokunmazlığı vaad edilmiş, Fransız gemilerinin tutuklanmaları ve denizcilerinin köle olarak satılması yasaklanmıştır. Müteakip yıl Fransa, Gabsburg'lara karşı müşterek hareketler konusunda Osmanlı Imparatorluğuyla mutabakat sağlamıştır. V nci Carl'ın l nci Fransisk'ı "dinsiz köpekle" (Osmanlı ile) ittifak kurmakla suçladığı zaman Kral şu şekilde cevap vermiştir: "Sürümün kurt dişlerine düşmesini önlemek üzere köpeğin yardımından yararlandım".
  11. İNGİLTERE Müzenin “Crime Against Humanity” bölümünde “Armenia 1915” başlığı altında Türklerin 1915 yılında Ermenileri nasıl katlettiklerini anlatan bir bölüm vardır. Bu bölümde sözde Ermeni soykırımının nasıl başladığı anlatılmaktadır. Müzenin “Crime Against Humanity” bölümünde “The continuing Plight of the Kurts” başlığı altında Kürtlerin kim olduğu ve Kürtlere karşı yapılanlar yıllara göre ayrı ayrı anlatılmaktadır. İSVEÇ İlköğretim Coğrafya Kitabında; Haritada Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin bir kısmı “kürdistan” olarak gösterilmiştir. Atlasın Kültür ansiklopedisi bölümünde, çeşitli milletlerin tanıtıldığı kısımda, Kürtlerin hayvancılıkla uğraşan, Türkiye, İran ve Irak’ta yaşayan, baskı altında yaşadıkları iddia edilen Müslüman halk oldukları ifade edilmektedir. İTALYA İlköğretim Coğrafya Kitabında; Türkiye nüfusunun çoğunluğu Türk halkından ve azınlık Kürt halkından oluşmaktadır. Kürt halkı, sistematik olarak politik bir baskı rejimi uygulanması nedeniyle göçe itilmektedir. Kürt halkı, politik açıdan birden çok ülkeye ait olan Kürdistan bölgesinde yaşamaktadır ve sürekli olarak politik baskı altında tutulduklarından dolayı dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmış durumdadırlar. Birinci Dünya Savaşı sonunda büyük devletler tarafından Kürt halkına toprak verilmesi sözü tutulmamış ve bunun sonucu olarak Kürt halkı, Türkiye, Suriye, Irak ve İran topraklarına yayılmışlardır. Şu anda, Türkiye’de yaşayan Kürt halkının nüfusu 15 milyon civarındadır. Türk Devleti, Kürt halkına karşı işgal, yerleşim bölgelerini yok etme, halkı göçe zorlama şeklinde askeri baskı altında tutmaktadır. Kürt kimliğini yok etmeye çalışarak, Kürtleri, “Dağ Türkleri” olarak çağrılmaya zorlamaktadır. Kürtçe konuşulması yasak olup, Kürt çocuklarının eğitimleri yalnızca Türk öğretmenler tarafından yapılmaktadır. Kürt sorunu, Abdullah ÖCALAN’ın (Kürt halkının özgürlüğü ve hakları için askeri ve politik metotlar kullanarak savaşan PKK/KONGRA-GEL partisi başkanı) yakalanmasından sonra uluslararası bazda gündeme gelmiştir. Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası teşkilatlar birçok kez Türkiye’yi ve Kürt halkının yaşadığı diğer ülkeleri, Kürt halkına karşı uygulanan baskı rejimlerinden dolayı suçlamıştır. Türkiye’nin radikal İslam’a karşı aldığı pozisyondan dolayı ve bulunduğu bölgede denge unsuru olması gibi stratejik konumu vardır. Bu nedenler, Kürt halkına uyguladığı baskıların, uluslararası platformda yeterince sert bir tepki almasını engellemiştir. MACARİSTAN Macaristan Kültür Bakanlığı İnternet Sitesinde; 1456 Yılında Osmanlı Ordularının Macaristan istikametine yönelmesi üzerine Papa III ncü CALİXTUS Hıristiyan dünyasını Haçlı seferine davet etti ve Hıristiyanlardan savaşın kazanılması için kiliseye giderek dua etmeleri ve kiliselerde günde üç kez çan çalınmasını emretti. Bu duyuru beklenilenden daha etkili oldu. 22 Temmuz 1456’da Macar Komutanı Janos HUNYADİ komutasındaki birlikler Belgrad’da Osmanlı Ordusuna ağır kayıplar verdirdiler. Bir çok kişi yapılan duaların bu başarının kazanılmasında etkili olduğunu düşündü. Papa bu zaferi 06 Ağustos’ta öğrendi ve Hıristiyan Dünyasında zafer günü olarak kutlanmasını buyurdu. Papa VI’ncı ALEXANDER, 09 Ağustos 1500’de bütün Hıristiyan dünyasında kiliselerde öğle vakti çanların çalmasını buyurdu. Bu nedenle her gün saat 1200’de kiliselerde çalan çanların anlamı Türklerin 1456’da Belgrad’da yenilgiye uğratılmasını kutlamaktır. İlköğretim Tarih Kitabında; Kitabın, Ermeni ve Kürt sorunu bölümlerinde, ATATÜRK’ün görüşlerine de yer vererek tamamen İngiliz görüşü yansıtılmaktadır. Kitapta Türkler aleyhinde ağır eleştiriler bulunmaktadır. Sözde Ermeni Soykırımını Ermeni trajedisi olarak ifade eden yazar, kitabında ATATÜRK’ün Ermenilerin güneye göç ettirilmesi esnasında katliama uğradığı ve sorumluların cezalandırılmasını talep eden görüşlerine yer vermektedir. Tehcir kanunu nedeniyle Ermenilerin yalnız doğu Anadolu’da değil, Trakya’da dahil olmak üzere bütün bölgelerden göç ettirildiği ve göç esnasında Kürt aşiretler tarafından katliama tabii tutulduğu ifade edilmektedir. Binlerce Ermeni’nin de Alman subaylar ve Alman Protestan din adamları tarafından kurtarıldığı ifade edilmektedir. Yazar ayrıca, AB Parlamentosunun 1987 tarihli kararına gönderme yaparak, 1948 tarihli BM Anlaşması gereğince 1915-1917 tarihlerinde meydana gelen olayları soykırım olarak kabul etmesi gerektiğini belirtmektedir. Kürt İsyanı bölümünde ise, 1925 ve 1937 isyanlarının bastırılmasında uygulanan yöntem ve taktikler nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti ve TSK eleştirilmektedir. Olayları İngiltere’nin Trabzon Konsolos yardımcısının görüşlerinden alıntılar yaparak tek taraflı olarak anlatmakta ve sözde Ermeni soykırımı ile benzerlikler kurmaktadır. ARNAVUTLUK İlköğretim Tarih Kitaplarında; Yabancı işgalcinin (Osmanlı İmparatorluğu) nefret uyandıran bayrağı ne kadar daha Kruya'nın surlarında dalgalanacak? Türkler, Arnavutluk'u ele geçirip ateşe verdi. 500 sene boyunca el ve ayaklarımıza kelepçe vuruldu. Köleliğin elbisesini çıkart ve cesaretin silahlarını giy. "Arkadaşlar, Türk itine vurun!" dedi ve düşman saflarına daldı. Osmanlıları ölüm bitirsin! Yeteri kadar ezdiler bizi. Türkler senin nerede olduğunu öğrendiği zaman seni köle yapar, annenin ırzına geçer. Arberia bölgesini işgal ettikten sonra Osmanlılar çaldılar, yaktılar ve ne buldularsa her şeyi mahvettiler. İtalya'da ve diğer ülkelerde hümanizm kültürü yerleştirildiği zaman Arnavut vatanına Osmanlı işgali yerleşti. Osmanlı ordusu şehirlerle beraber kültürü de bozdu. Osmanlı işgali boyunca Arnavut kültürü mahvoldu. 17 nci yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu bütün Arnavut topraklarını işgal etti. Osmanlılar politik ve ekonomik baskıyı arttırmak için bir çok bölgeyi parçalayarak yeni bir düzen kurdu. Osmanlı işgalinden Arnavut şehirleri savaş boyunca çok ağır etkilendi. İnsanların öldürülmesi ve ekonominin mahvedilmesi dışında toplumun bir parçası yurt dışına göç etmiştir. Osmanlı işgali uzun sürdüğü için eğitimi de çok etkiledi. Halkın çoğu okuma-yazma bilmiyordu. 19 ncu yüzyılda Saray, Arnavut dilinin öğretimine ve okullarının açılmasına izin vermiyordu. Arnavut eğitimi ve kültürünün gelişimini engellemek için Türkler bir çok şey kullandılar. Bunlardan birisi: Arnavutça dilinin Türk ve Arap alfabeleriyle yazılması propagandasıydı. Bu tür şeyleri Osmanlılar, Arnavutça dilinin gelişimini engellemek için ve Müslümanlar ile Hıristiyanlar arası çatışmaların oluşması için yapıyorlardı. BOSNA – HERSEK İlköğretim Tarih Kitaplarında; Düzenli Türk Birlikleri geldiğinde, isyancıların cesur savunma mücadelelerine rağmen ayaklanma kanlı şekilde bastırılmıştır. Türk Ordusu birçok Sırp Köyünü soymuş ve yakmıştır. Türkler itaatkar Hristiyan nüfustan çıkan ve Yeniçeri olarak adlandırılan, paralı piyadelerden oluşan yeni bir asker sınıfını ordu sistemine sokmuştur. İşgalciler haracı/vergiyi Hristiyanların kanına empoze etmişlerdir. Zaman zaman çocuklarını almışlar, onları götürüp asker adayı olarak okutmuşlar ve Türk Ordusunun elit birliği olan Yeniçeri sınıfı için hazırlamışlardır. Hristiyan ailelerin çocukları asker adayı olarak okutulmalarının yanı sıra Osmanlı ruhuyla eğitilmişlerdir. Onların profesyonel asker olarak evlenme hakları yoktu. Osmanlılar itaatkar halkları barbarca ezmiş; çok sayıda harç ve vergi ödemek zorunda tutmuştur. Osmanlılarda yolsuzluk, şiddet, soygunlar ve asalaklık idarenin temel unsurlarıydı. Bu durum, çoğunlukla hayatta kalma mücadelesi veren iteatkar nüfusun ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimini imkansız hale getirmiştir. Ortadokslar dini vecibelerini yerine getirmekte büyük zorluklarla karşılaşmıştır. Türkler tembel oldukları için esir ticareti yapıyorlardı. Esir Hristiyanlara katı tutum sergilendiği için ve bazıları esaretten çabuk kurtulacaklarını düşündükleri için Türkleşmişlerdir. Türk Akıncıları hiçbir direnişle karşılaşmadan, Slovenya ve Hırvatistan topraklarını yağmaladılar. Split rahibi Roma’da: “Türkler, annelerin elinden bebeklerini alıyorlar, kadınlara kocalarının önünde tecavüz ediyorlar, genç kızları ailelerinden koparıyorlar; yaşlıları çocuklarının önünde öldürüyorlar. Bunları kendi gözlerimle gördüm.” Farklı kaynaklara göre Türkler 200 şehri işgal ettiler; 100 bin insanı köle, 30 bin genci de yeniçeri yaptılar. 1524’te Türkler Konjic’teki tüm Fransiskan keşişlerini öldürdüler, cesetlerini Neretva Nehri’ne attılar ve manastırları, binaları, çevrelerindeki kiliseleri tahrip ettiler BULGARİSTAN İlköğretim Tarih Kitaplarında; Yeniçerilerin Bulgaristan topraklarında büyük kötülük yaptıkları, gaddar askerler olarak hatırlandıkları, Sultanın kan vergisi adı altında yeniçeri toplama usulünün gaddarca olduğu, Birkaç yıllık sürelerle kuşatılan topraklarda sultanın adamlarının çok çocuklu Hristiyan ailelerden birer çocuk aldıklarını, Korkutulan bu çocukları, muhafızlar vasıtasıyla uzun süren yaya yolculuklar ile İstanbul’a götürerek Türkleştirdiklerini, Bu çocuklara sultanın kölesi gibi davrandıklarını, toplu olarak yaşadıkları yerden çıkmalarına izin vermediklerini, Ordunun yeni sefer ilan ettiğinde ve sefer yerine giderken geçtikleri bölgelerde hırsızlık ve akla sığmayacak her türlü deliliği yaptıklarını anlatmaktadır. Osmanlıdaki kölelikten bahsederken; Türklerin aydınlatılabileceğini ancak bunun boş bir çaba olacağını, Türklerin cehaletle beslendiklerini, fanatikliğin ufuklarını daralttığı ifade edilmektedir. 1350 yılında Osmanlıların Bulgar topraklarına girdiğinde toplu katliamlar yaptıkları, dini binaları yaktıkları, kadın ve çocukları esir alıp sattıkları anlatılmaktadır. Sultan Beyazıt döneminde, Türk Bölge İdarecisinin, ileri gelen Hristiyan din adamlarını müşterek konuları görüşmek üzere çağırarak, genç-yaşlı demeden kilisenin ortasında boğazlarını kestiği, 110 ileri gelen Hıristiyanın öldürüldüğü anlatılmaktadır. Hristiyanların çoğunun korkudan, bazılarının güzel vaadlere kanarak, bir kısmının da maddi çıkar sağlamak için İslamiyeti kabul ettikleri; Seçkin sınıflardan bazılarının orduda çalışmaya başlayarak (Hristiyan sipahiler) hemen olmasa da zamanla İslamlaşıp Türkleştiklerini, böylelikle: Balkanlarda birçok aristokrat ailenin yok olduğu, bunun en çok Vidin, Niğbolu, Sofya ve Köstendil Sancaklarında gerçekleştiği belirtilmektedir. Diktatör tarzda reformcu tarifinin en çok Mustafa Kemal ATATÜRK’e yakıştığı, ATATÜRK’ün Osmanlı İmparatorluğunun kalıntılarından yeni Türkiye’yi kurduğu, yaratıcı milliyetçilik fikrine dayanarak cumhuriyeti ilan ettiği, ATATÜRK’ün ölümüyle birlikte cumhurbaşkanlığına ve Cumhuriyet Halk Partisi Başkanlığına İsmet İNÖNÜ’nün seçildiği, bundan sonra reformların ve demokratikleşmenin durduğu ifade edilmektedir. Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye’nin 1913 ve 1918 yıllarında kaybettiği savaşlarda, Avrupa’da 23 bin km2’lik toprak kaybı ile Doğu Trakya ve İzmir’i geri verdiğinden (ancak Haziran 1913’te Türk Ordusunun Doğu Trakya’yı istila ettiği ve burada yaklaşık 100 bin Bulgarı kestikleri ve 400 bin Bulgarı topraklarından sürgün ettiğinden) bahsedilmektedir. Devlete adil vergi hakkına sadece Müslüman olanların sahip olduğuna, diğerlerinin haklarının sadece belirlenen ek vergileri ödedikleri taktirde korunduğu, Müslümanların; kendilerinin Hıristiyanlara göre daha üst bir sınıf olduklarına, Hristiyanların kendilerine daha iyi hayat şartları sunmak için varolduğuna inandıkları belirtilmektedir. Bağımsızlık savaşındaki yenilgiden sonra, Türk çiftçilerinin Bulgar köylüleri üzerindeki baskılarının arttığına, vergilerin rüşvet sistemi şeklinde toplanmasına devam edildiğine, Bulgar halkının hiçbir politik ve sosyal haklarının olmadığına, yerel Bulgar aydınlarının takip edildiğine, baskı ve belalarla baş başa olduklarına değinilmektedir. KOSOVA İlköğretim Tarih Kitaplarında; Kosova Savaşı’ndan sonra, Osmanlılar Arnavut topraklarını işgal ettiler. Evleri yakıp hayvanları ve diğer değer eşyaları yağmaladılar. Onlar Arnavut prensliklerini ellerinde tutmak için çocuklarını rehin aldılar. Bunların arasında Cerc Kastriot’da (İskender Bey) bulunuyordu. Osmanlı Türkleri 9 yaşındaki Cerc Kastriot'i rehin aldılar. 60 yıl içinde Osmanlılar tüm Arnavut topraklarını işgal ettiler. Savaşın sonunda halk öldürüldü ve katledildi; Durs, İşkodra, Berat, Kruva ve Lej gibi büyük kentler köylere döndü. Osmanlı askeri kale, kilise, köprü ve diğer kültürel eserleri yıktılar. Bunlarla beraber çok sayıda değerli evrak da yok edildi. Osmanlı işgalinden önce Arnavutlar Hıristiyandı. Arnavutluk’un kuzeyinde Katolik mezhebi güneyinde ise Ortodoks mezhebi yaygın idi. Osmanlı işgalinden sonra İslam dini yayıldı. Bu dini Osmanlı işgalcileri zorla yaydılar, İslam dinini kabul etmeyen Arnavutlar büyük vergiler ödemeye zorlandı. 200 yıl içinde İslam dinini nüfusun yarısı kabul etti. Arnavutlar üç farklı dine sahip olmalarına rağmen her zaman birlik içindeydiler. Onların en büyük düşmanı Osmanlı işgalcilerdi. Arnavutlar her zaman bilim ve eğitimden yana olmalarına rağmen Osmanlı yönetimi Arnavut dilinde eğitimin gelişmesini engelliyordu. Tüm baskılara rağmen Arnavutça eğitim veren okullar açıldı ve Arnavutça eserler yazıldı. “Yeniden Doğanlar” Arnavut dilinde eğitim yapan okullar açılmasına büyük önem verdi. Osmanlı işgalcileri eğitimin Arnavutça ile yapılmasına izin vermedi. Arnavut vatanseverleri büyük çabalardan sonra Osmanlı Hükümetinden Arnavutça eğitim veren okulların açılması iznini almayı başardılar. Arnavutça eğitim veren okulların açılması halkı memnun etti. Arnavutça eğitim, Arnavutluğun düşmanlarını korkuttu. Sultan, Arnavut okullarının kapatılmasını emretti. Askerler ve hainler eylemlere başladı. Okul müdürü ve öğretmenleri zehirlediler. Bazı öğretmenleri tutukladılar. Arnavut alfabesine sahip olanları ise ağır cezalara çarptırdılar. Arbria'nın işgali esnasında; Osmanlı askerleri önlerine gelen her şeyi yağmalayıp, yakıp yok ettiler, işgal edilen yerlerde Arnavut toprakları, sultan tarafından Osmanlı derebeylerine ve onlara hizmet için hazır olan yerlilere verildi. Bunlar, Osmanlı Devletinin yürüttüğü tüm savaşlara asker göndermekle görevlendirildiler. Osmanlılar tarafından işgal edilen topraklarda halkın durumu ağırlaştı. Arnavutlar iki vergi vermeye mecbur oldular; birini yerel derebeylere diğerini ise Osmanlı Devletine. Bu ağır şartlardan kurtulmak için binlerce Arnavut kırsal alandaki köylerini terk etti. Onlar, işgalci rejimin bulunmadığı serbest bölgelere, dağlara yerleşti. Osmanlı işgaline karşı ilk olarak Mati ve Debre hükümdarı olan Gjon Kastrioti ayaklandı. İtalya ve diğer Avrupa devletlerinde Hümanizm ve Rönesans devam ederken Arnavut toprakları Osmanlı işgalinde bulunuyordu. Durs, Şkodka, Tıvar, Prizren, Berat ve Leja gibi çok sayıda büyük Arnavut kentleri köye döndü. Drişti, Deya, Şurlahu ve Spinarica gibi kentler hiçbir zaman ayağa kalkamadı. Kentlerde az sayıda Arnavut kaldı. Bu kentlerde Osmanlı askeri kışlaları kuruldu. Osmanlı askerleri kentlerle beraber kaleleri, kiliseleri, manastırları ve yüzyıllar boyunca kültür mirası sayılan çok sayıda güzel binaları yıktılar. Çok sayıda tablo ve heykeller yok edildi veya kayboldu. Bunlardan çok az bir kısmı kurtuldu. 1481-1506 yılları arasında Osmanlı işgali sırasında; binlerce Arnavut ailesi vatanlarını terk ettiler. Bunların büyük bir kısmı Güney İtalya'ya yerleşti. Onların büyük bir kısmı evlerine dönecekler diye dillerini ve adetlerini unutmadılar. 26 Ağustos 1830'da Manastır'da, önceki suçlarının affedileceği ve hediye dağıtılacağı vaadiyle bir araya getirilen 500 Arnavut derebeyi öldürüldü. Olaylar Yunan askerlerinin düşündükleri gibi gelişmedi. Gerçekleştirdikleri devlet darbesi Türkiye'nin askeri müdahalesine yol açtı. Türkler, Kıbrıs'ın kuzey kısmını işgal edip bir Müslüman hükümet kurdu ve o dönemden sonra ada ikiye bölündü. 1478’de 150 bin kişilik Osmanlı Ordusu yeniden Kruva ve İşkodra'yı işgal etme girişiminde bulundular. II nci Mehmet komutasındaki Osmanlı askerleri iki yıl süren kuşatmanın ardından cephanesiz yiyeceksiz ve içeceksiz kalan Kruva'daki askerleri kaleyi teslim etmeye mecbur ettiler. Sultan teslim olmalarına karşılık kaleyi savunanlara özgürlük ve komşu ülkelere gidebilecekleri vaadinde bulundu ama sözünde durmadı. 16 Haziran’da kaleye giren Osmanlılar tüm erkekleri öldürerek kadın ve kızları köle olarak aldılar. Osmanlı işgalcileri, Arnavutların milli haklarını ihlal eden bir polis devleti rejimi uyguladılar. Vatansever öğretmenleri tutukladılar, okulları kapattılar, kitap ve gazetelerin basılmasını yasakladılar. MAKEDONYA İlköğretim Tarih Kitaplarında; Yeniçeri ordusu 15 nci yüzyılda kurulmuştur. Başlangıçta bu ordu esir alınmış genç ve sağlam kişilerden oluşuyordu. Daha geç dönemlerde bu ordunun safları “kan vergisi (haracı)” olarak alınan Hristiyan çocuklarıyla dolduruldu. Reaya adıyla anılan esaret altına alınmış Hristiyan kitleler esas iş gücünü teşkil etmektedir. Bütün köylüler bağımlıdır ve reaya hiçbir imtiyaz hakkına sahip değildir. Sadece ağır yükümlülükleri vardır. Devlete karşı ana vergiler; haraç, hayvan vergisi, askerlik vergisi vs. şeklindeydi. En ağır vergi: “kan vergisi” yani devşirmedir. Hristiyanlar, yeniçeri askeri birliklerinin doldurulması için küçük ve sağlam çocuklarını vermeye mecbur tutuyorlardı. Kan vergisine karşı direniş çok büyüktür. Hristiyan halk bu şekilde çocuklarını Türkleştirmekten / Müslümanlaştırmaktan kurtarmak için değişik yöntemler kullanmışlardır. Osmanlı İmparatorluğundaki Hristiyan ahalinin durumu dayanılmazdı. Zulüm ve terör sıkça görünen vakalardır. İnsanların namusu ve onuruna el uzatılıyordu, kadınlar ve kızlar kaçırılıyordu. Doğu krizi döneminde Bosna-Hersek ve Makedonya’da ayaklanmalar meydana geldiğinde ve Sırbistan-Türkiye savaşı başladığında, 1876 yılında; Bulgaristan’da Türklere karşı güçlü bir ayaklanma başladı. Bu ayaklanma “Nisan Ayaklanması” olarak bilinmektedir. Türkler ayaklanmayı bastırmış ve 15 bin masum insanı öldürmüştür. Ejderhanın (Türklerin) öldürülmesi altyazısı olan Yunan kaynaklı bir karikatürde; Balkan İttifakı olarak: Sırp, Yunan, Karadağlı ve Bulgar, başında kavuğu olan bir ejderhayı öldürürken görülmektedir. Neguş ayaklanması sonunda; Neguş Kasabası Osmanlı askeri ve başıbozuklar tarafından ele geçirildi ve beş gün acımasız teröre, işkencelere ve yağmalamalara maruz kaldı. Bu esnada 1300 erkek öldürüldü ve çok sayıda köy yakıldı ve viran bırakıldı. Meriç Savaşı’ndan sonra Osmanlılar Makedonya topraklarına kuzeydoğudan ve güneyden saldırmaya başladılar. Makedonya toprakları birçok derebey, küçük devletlere ve knezliklere bölündü. Hükümdarlar arasındaki geçimsizliklerden yararlanan Sultan 1nci Murat büyük bir direnme görmeden birçok Makedon kentini işgal etti. Çok sayıda Makedon askeri esir edilmiş, köle pazarlarında satıldı. Osmanlılar işgal ettikleri topraklarda genç ve sağlıklı çocukları topluyor, bunlara İslam dinini kabul ettirdikten sonra özel askeri eğitimden geçiriyorlarmış. Yeniçeri adlı piyade olarak savaşa katıyorlarmış. Yeniçeri askeri; kan vergisi yoluyla ele geçirilen ve sonradan İslamlaştırılan Hristiyan çocuklarından oluşan askerdir. Osmanlı işkencecilerine karşı en etkili silahlı halk direnmesi olarak, haydutluk hareketi; 19 ncu yüzyılda da gelişme kaydetmiştir. Nyeguş ayaklanması merhametsizce bastırıldı. Bunun sonucu olarak, asker ve başıbozuklar beş gün boyunca şehri harabeye çevirdiler. Soygunculukla ellerine geçenleri alıp, cinayetler işlediler. 15 yaşından 65 yaşına kadar 1300 erkek katledildi. Otuz genç Nyeguşlu gelin çocuklarıyla birlikte Osmanlının eline düşmemek için; Nyeguş kentinden geçen Ara***a Irmağının şelalesine atlayarak intihar etti. Birçok köy yakılıp coğrafya haritasından silindi. ROMANYA İlköğretim Tarih Kitaplarında; Çok ciddi bir şekilde geri kalan Güneydoğu Avrupa acımasız bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu tarafından yönetilmekteydi. Osmanlı İmparatorluğu değişik hakimiyet şekilleriyle birçok halkın hakimi idi: Romenler, Sırplar, Yunanlılar, Bulgarlar. Bağımsızlık için Osmanlıya ayaklanan Yunanistan, elde ettikleri başarıları acılarla ödedi. Türkler tarafından köle olarak satıldılar, patrik ve papazlar öldürüldü. Bu zulümler Avrupa kamuoyu tarafından eleştirildi ve Osmanlıya karşı savaşın başlamasına neden oldu. (Türkler) Hunlardan Tatarlara kadar, yaptıkları yıkıcı baskınlarla, Roma ve Hristiyan Avrupa için, Hristiyanların günahlarına karşı tanrının gönderdiği cezanın sembolü oldular. Madde 2: “Yüksek Kapı” Valahia’ya iyi niyetle gitmeyen hiçbir Türk’ü affetmeyecektir. Madde 10: Hiçbir Osmanlı, cinsiyeti ne olursa olsun, Valahia’da doğmuş olan hiçbir kimseyi köle olarak almayacak, Romen topraklarına Müslüman camisi yapılmayacaktır.
  12. Yabancı Ülkelerin Ders Kitaplarında Türkiye Aleyhinde Neler Var?! A.B.D. Öğretmen Eğitimi Tarih – Sosyal Bilimler Kitabında; 1894-1896 yılları arasında Sultan Abdülhamit 100 binden fazla Ermeniyi katletti. Ermeniler Türklerin yayılmacı Pantürkizm planının önünde engeldi. Bu nedenle Türk yöneticiler onlardan kurtulmaya karar verdiler. Ermeni Soykırımı Nasıl Gerçekleştirildi? -Türk Ordusundaki Ermeni askerlerin silahları alındı, zor işler verildi ve daha sonra öldürüldü. Ermenilerin eğitim, siyaset, din ve kültür liderleri tutuklandı ve öldürüldü. -İmparatorluk dahilinde yerel yetkililere, Ermeni nüfusa karşı nefret uyandırmalarını emreden talimatlar gönderildi. -Kadın, çocuk ve yaşlılar tehcir bahanesiyle çöle ölüm yürüyüşüne gönderildi. Ermeni nüfusun bütün mallarına ve zenginliklerine Türkler el koydu. A.B.D. Öğretmen Eğitimi Tarih – Sosyal Bilimler Kitabında; 1894-1896 yılları arasında Sultan Abdülhamit 100 binden fazla Ermeniyi katletti. Ermeniler Türklerin yayılmacı Pantürkizm planının önünde engeldi. Bu nedenle Türk yöneticiler onlardan kurtulmaya karar verdiler. Ermeni Soykırımı Nasıl Gerçekleştirildi? -Türk Ordusundaki Ermeni askerlerin silahları alındı, zor işler verildi ve daha sonra öldürüldü. Ermenilerin eğitim, siyaset, din ve kültür liderleri tutuklandı ve öldürüldü. -İmparatorluk dahilinde yerel yetkililere, Ermeni nüfusa karşı nefret uyandırmalarını emreden talimatlar gönderildi. -Kadın, çocuk ve yaşlılar tehcir bahanesiyle çöle ölüm yürüyüşüne gönderildi. Ermeni nüfusun bütün mallarına ve zenginliklerine Türkler el koydu. -Bazı durumlarda, eğer Ermeniler Hristiyanlığı reddedip İslamı kabul eder ve Türk olduklarını söylerlerse hayatlarını kurtarabiliyorlardı. Ermeni soykırımının amacı Osmanlı İmparatorluğunun içindeki Ermenileri yok etmekti. -Ermeni soykırımı Yahudi soykırımının öncüsüdür. -1909 yılında Kilikya bölgesinde 30 bin Ermeni katledildi. 1915-1922 yılları arasında 1.5 milyon Ermeni öldürüldü; 500 bini de sürgüne gönderildi. -Tehcir sırasında savunmasız kadınlar ve çocuklar Suriye Çöllerinde haftalarca yürümeye zorlandı; tecavüz ve işkenceye maruz kaldı. Binlercesi zorla Türk ve Kürt evlerinde ve haremlerinde alıkonuldu. Aşağıdaki bilgilerin ışığında diğer soykırım örneklerini tanımlayınız. -Osmanlı İmparatorluğu liderleri tarafından Ermenilere -SSCB’de Stalin tarafından köylülere, memurlara ve askerlere -Kamboçya’da Pol Pot yönetimi tarafından halka -Ruanda’da Hutular tarafından Tutsi azınlığa RUSYA FEDERASYONU İlköğretim Tarih Kitaplarında; 1875’in yazında Bosna-Hersek’te çıkan ayaklanma şiddetle bastırıldı. 1876’da Bulgaristan’da Osmanlı boyunduruğuna karşı bir ayaklanma çıktı ve Sırbistan ve Karadağ Osmanlıya savaş açarak Bulgar halkına yardıma koştular. Ancak az sayıdaki eğitimsiz ordu bozguna uğradı. Türk idaresinin yaptığı kanlı katliamlar Rus toplumunda infial yarattı. Kamuoyunda Yugoslav halklarının korunması fikri yayılmaya başladı. Yönetimin resmi yasaklarına karşı çoğunluğu subay olan binlerce gönüllü Sırp Ordusuna katıldı. Haritanın lejandında dört numaralı madde Kilikya Ermeni Devletini göstermektedir. Bölünmüş Bulgaristan, Sultan’ın düzenli ordusu için kolay lokma oldu. Daha sonra Sultan I nci Murat ordularını Sırbistan’a sürdü. 1389’da, LAZAR komutasındaki sayıca çok üstün Sırp Ordusu, Kosova Ovası’nda, kahramanca savaşıp düşmanı kıstırdılar. Fakat Prensin en yakın adamlarından biri Murat ile haince anlaşarak savaşın en önemli anında 12 bin askerini savaş alanından çekince, sarsılan Sırp Ordusu geri çekilmek durumunda kaldı. Prens LAZAR’ın akrabası Miloş OBİLİÇ kasten esir düşerek Sultan’a götürülmeyi talep etti. Kahraman Sırp, Hükümdar ile karşılaştığı anda hançer ile Murat’ı vurdu. OBİLİÇ’İ hemen orada parçaladılar. Komutayı alan yeni Sultan öç almak üzere tüm esirlerin ve Prens LAZAR’ın katledilmesi emrini verdi. Fatih, 200 bin kişilik ordu, 125 parçalık donanma ve yarım tonluk gülle atan devasa toplarla taarruza geçip şehri fethetti. İmparator 11 nci Konstantin elinde kılıcıyla öldü. Sultan; şehrin, surların, binaların kendisine ait olduğunu söyleyerek bunların dışındaki herşeyi yağma için askerlerine bıraktı. Üç gün süren yağmadan sonra ganimet ve kölelerden zengin olmamış bir tek asker kalmadı. Bizans Ordusu yok olmuş, ahalinin çoğu ölmüştü. Şehir İstanbul olarak adlandırılıp başkent oldu. Türkler tarafından bir çok Ortadoks kilisesi yıkıldı. Ayasofya ise camiye çevrildi. Kemal, iktidarda güçlenince diktatörlüğünü kurdu. Demokratik ve kominist organizasyonları dağıtıp reformlara girişti. Türkiye’de Cumhuriyeti ilan edildi, ruhani dünya sekülarize edildi. Güçlükler ekonomi ile sınırlı değildi. Çözümsüz bir çok sorun arasında Kürt sorununa dikkat etmek gerekmektedir. Lozan Antlaşması’na göre Kürtlerin yaşadıkları yerler Türkiye, İran, Irak ve Suriye sınırları dahilinde bölünmüştü. 60’lı yıllarda kurulmuş olan Kürdistan İşçi Partisi 1984 yılında Kürtlerin yaşadıkları bu dört ülkedeki topraklarda bir Kürdistan devleti kurmak amacıyla silahlı mücadeleye girişti. Ülkenin Güneydoğu Bölgesi’nde PKK savaşçıları ile Türk Ordusu arasında silahlı faaliyet başladı. Askeri faaliyetler Türkiye’ye yıllık olarak 10 milyar dolara malolmuştur. Kürt sorununa çözüm halen bulunamamıştır. Türkiye Miğfer Devletler’in kaçınılmaz mağlubiyetlerine kanaat getirince Almanya ve Japonya’ya savaş açtı. Bu açık sembolik hareket Türkiye’ye BM’nin kurucuları arasında yer alma olanağı sağladı. Fakat uluslararası prestijini büyük oranda kaybetti. Özellikle SSCB ile ilişkileri kötüleşti. ALMANYA İlköğretim Yardımcı Yayını Coğrafya Atlasında; -Kuzeydoğu Anadolu Bölgesi “Armanisches Hochland” (Ermeni Dağlık Alanı) olarak gösterilmiş, -Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin bir kısmı “kürdistan” olarak gösterilmiş, -Haritanın Kıbrıs’ı gösteren kısmında “Türkiye tarafından işgal edilmiştir.” yazmaktadır. İlköğretim Coğrafya Kitabında; Bir halk milliyeti için savaşıyor (Kürtler). 5000 yıldır yaşadıkları bölgede Osmanlı ve Perslerin değirmen taşları arasında kalmışlardır. Onların bölgesi Birinci Dünya Savaşı’nda birçok ülkeye paylaştırıldı. O ülkelerden hiçbiri Kürtlere bağımsızlık ya da dil özgürlüğü vermedi. Bölgede petrol olması durumu gerginleştiriyor. Kürtlerin bağımsızlığı hedefleyen tüm girişimleri Türkiye ve Irak tarafından çoğunlukla kanlı bir şekilde bastırılmıştır. İlköğretim Coğrafya-Çevre Bilgisi Kitabında; (Kürtler)16-20 milyonluk bir topluluktur. Türkler bölgeye gelmeden önce de burada yaşıyorlardı. Toplam beş bölge ülkesinde yaşayan Kürtler devlet kurma arzusundadırlar. Türkiye ve Irak’ta, askerler ve Kürtler arasında silahlı çatışma olmaktadır. Türk Askerleri aileleri bölmekte, işkence yapmaktadır. İlköğretim Tarih-Coğrafya Kitabında; -Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Bölgesindeki bazı iller “kürdistan”, -Karadeniz Bölgesi’ndeki Canik Dağları “Pontus Gebirge” (Pontus Dağları) olarak gösterilmiştir. İlköğretim Coğrafya Kitabında; -Kuzeydoğu Anadolu Bölgesi “Armanisches Hochland” (Ermeni Dağlık Alanı), -Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin bir kısmı “kürdistan” olarak gösterilmiştir. -Kıbrıs’ı gösteren kısmında “Türkiye tarafından işgal edilmiştir.” yazmaktadır. İlköğretim Coğrafya – Atlas Yardımcı Yayınında; Haritada Türkiye-İran sınırı kürdistan olarak gösterilmiştir. İlköğretim Tarih – Coğrafya Kitabında; Ermenilerin Rus ordusunu desteklemesinden korkan Osmanlı İmparatorluğu onları göç ettirmeye başladı. Gerçekten de ulusal bağımsızlığı için mücadele eden Ermeniler vardı. Göç oldukça kanlıydı; yüz binlerce Ermeni göç yolunda açlık ve yorgunluktan, kervanları soyan göçebelerin baskınlarından hayatlarını kaybettiler. Bu halkın ölüme terk edilmesi Talat Paşa Hükümetinin saf Türk ya da saf Müslüman Anadolu oluşturma hedefinin bir işaretiydi. İlköğretim Tarih – Coğrafya Kitabında; Ermenilerle ilgili: Türkler tarafından 1914-1918 yılları arasında soykırım yapılmıştır. Sevr’de garanti edilen bağımsız Ermenistan oluşturulamamıştır. Ermenilerin topraklarının büyük kısmı Türkiye’de kalmıştır. İlköğretim Tarih Kitabında; Kürtlerle İlgili: Türkiye’de resmi olarak Kürt yoktur, bunun yerine “Dağlı Türkler” vardır. Kürdistan Kürtlerin yaşadığı bölgedir. Burası Türkiye, İran, Irak tarafından paylaşılmıştır. İlköğretim Hayat Bilgisi Kitabında; Türkiye ile İlgili: Konuşulan resmi dil Türkçe ve Kürtçe’dir. Yönetim şekli 1982’den bu yana cumhuriyettir. İlköğretim Tarih – Coğrafya Kitabında; Kürtler, Türkiye ve Irak yönetimiyle çatışma içinde ve birçok insanlarını kaybetmiş durumdadırlar. Su sorunu çözülmeden bölgedeki Kürt probleminin de çözülmeyeceği ortadadır. Irak rejiminden kaçan Kürtlerden 6700 kişi Türk sınırında, kirli su ve buna bağlı hastalıklardan dolayı öldü. Haritada: Halen Kürtlerin yaşadıkları bölgeler, Planlanmış kürdistan (Sevr’e göre), Bağımsız kürdistan cumhuriyeti (1946-1947) olarak gösterilmiştir. İlköğretim Sosyal Bilgiler Kitabında; Türkiye Cumhuriyeti milliyetçilik temelinde kurulmuştur. Ülkede yaşayan herkes kendini Türk hissetmeli ve Türkçe konuşmak zorundadır. Fakat özellikle Doğu Anadolu’da çeşitli halk grupları geleneksel yapılarını koruyarak yaşamaktadır ve Türk Devleti’ni yabancı görmektedirler. Birinci Dünya Savaşı galipleri Kürtlere kendi devletlerini kurma sözü vermişti. 80’li yıllarda Kürdistan İşçi Partisi’nin bağımsızlık savaşı şiddetlendi. İki cephe arasında kalan Doğu Anadolu halkı bunun acısını çekti. PKK savaşçıları kadınları, çocukları öldürdü. Türk Ordusu iki binin üzerinde köyü tahrip etti. Türk Ordusu işkencecidir. İlköğretim Coğrafya Kitabında; Türkiye, bölgede yürüttüğü proje kapsamında (GAP) 21 baraj, 17 santralle her iki nehrin suyunu kendi ülkesine kullanacak. Birçok insan bu proje kapsamında yurtlarını terk edecek, iklim değişimi hastalıklara yol açacaktır. Kürtler Türk Hükümetinin baskısı altındadır, uzun zamandır bağımsızlık istekleri vardır. İmla Klavuzunda; Eşanlamı Karşılığı türken = Vortäuschhen Sahtecilik yapmak, aldatmak. Sözlükte; Eşanlamı Karşılığı Türk = Manöver,Propaganda Manevra, abartma. Werbung türken = Vortäuschhen Sahtecilik yapma, aldatma. Türken Bauen = Vortäuschhen Sahtecilik yapmak. İlköğretim Coğrafya Kitabında; İtalyanlar, Türkler ve Yunanlılar olmasaydı bizim ülkemiz ne yapardı? Kim bizim çöpümüzü toplar, caddelerimizi süpürür; büroları, hastaneleri, devlet dairelerini temizlerdi. İlköğretim Sosyal Bilgiler Kitabında; -İstiklal Marşı sırasında gülmek yasaktır. -Sınıflar kalabalık ve öğrencilere temizlik kontrolü (tırnak, mendil) yapılmaktadır. -Öğretmeler öğrencileri dövüyor. -Okullarda ezberci eğitim yapılmaktadır. -Sultan yerine gelen general tek eşli; eskiden erkekler dört kadınla evlenebiliyorlardı. İlköğretim Tarih Kitabında; Tarih dersi müfredatının “Savaş-Teknik-Sivil Halk” bölümünde, kapsanması mecburi olan konular içerisinde “İnsanlıktan Uzaklaşma” başlığı altında verilen “Savaşlardaki Dejenarasyon, Etnik Ayrımcılık, Toplu Katliam ve Soykırım” konusuna, sözde Küçük Asya’da (Anadolu’da) Ermeni nüfusuna yapılanlar soykırıma örnek olarak gösterilmiştir. Görsel öğrenme metodları olarak da mezarlıklar ve soykırım anıtlarının kullanılabileceği belirtilmiştir. AVUSTURYA Avusturya tarihi, Avusturya vatandaşlarının belleklerine belli başlı olaylarla kazınmıştır. Bunlar Ortaçağ koyu Katolik baskısı, büyük yangınlar, savaşlar ve 1529 ile 1683 yıllarında yaşanan Türk kuşatmalarıdır. Türkler; merkezi ve Doğu Avrupa milletlerinde çoğunlukla çocuklarını kaçırıp yeniçeri ocağı için devşiren, eşlerini ve kızlarını kaçırıp hareme hapseden, akınlarla batı istikametine hem karadan, hem deniz ve Tuna Nehri’nden gelip soyup, öldürüp, çalan ve giden insanlar olarak nitelendirilirken, bu ülkelerde anneler pek yakın zamana kadar (ve belki de halen) çocuklarını ‘’Uyumazsan Türkler gelir, seni götürür’’ diye korkutup uyutmaya çalışırken, Avusturya bunlara ek olarak tarihini, Avrupa’yı ve Hristiyanlığı Türklerden kurtaran bir millet olma çerçevesine oturtmuş bir millettir İki Türk kuşatmasının izlerini Avusturya’da her şehir ve kasabada izlemek mümkündür. Bunlara ilişkin sayısız kitap yazılmış ve sanat eseri (efsane, şiir, şarkı, roman, heykel, resim, tiyatro, film) yaratılmıştır. En ücra kasaba, köy kilisesinde dahi bir tabela üzerinde ‘’Türkler …. yılında buraya gelmiş ve soymuş, katletmiş, yakmış ve yıkmıştır’’ yazısı görülebilir. Viyana’da pek çok cadde ve meydanın ismi Türklerin adı kullanılarak türetilmiştir. Pek çok bina duvarlarında yarı gömülü (çoğu suni olsa da) yuvarlak taş bilyalar Türk gülleleri olarak turist çekmektedir. Şehir merkezindeki pek çoğu heykelde zafer kazanmış Avusturyalı komutan ayağı altında sarıklı bir Türk başı, yerde sürünen bir yeniçeri ve sancak gibi şeyler görülmektedir. Pek çok sanat eserinde olduğu gibi askeri tarih müzesinde de Türklerle olan geçmiş yaşatılmaktadır. Burada Türklerden ele geçirilen ganimetlerin yanı sıra, temsili pek çok resme de rastlanmaktadır. Bu resimlerde Türkler sürekli zulmeden kişiler ve düşman modeli olarak hep çok çirkin, uzun bıyıklı, salyalı, iri gözlü olarak resmedilmişlerdir. Tarihinde pek çok milletle savaşmış olan Avusturya için diğer savaştıkları milletler bu kadar söz konusu değilken, Türklere dair geçmişi sürekli canlı tutmak, koyu Katolik olan Avusturya halkının milli benliğine ve dinine bağlılığının bir göstergesi olmuştur. Alman Orient Enstitüsü Başkanı emekli yarbay Udo STEİNBACH, Avusturya medyasını Türkler alehinde etkilemektedir. Ona göre: “Asıl sorun Atatürk tarafından yaratılan bu uyduruk Türk milletindedir. Uyduruk bir dil ve kültür. Önce Ermenileri sonra Rumları katlederek uyduruk bir cumhuriyet kurdular. Kürtleri neden tamamen kesmediler, merak ediyorum.” (1998) Adı geçen kişi halen içinde Türk kelimesi geçen her faaliyette Avusturya ve Almanya başta olmak üzere pek çok ülkede konuk konuşmacı olarak, üstelik Türkler ya da Türk sempatizanı olarak kendini gösterenlerce (örneğin Avusturya-Türk Bilim Derneği) görevlendirilmektedir DANİMARKA İlköğretim Coğrafya Kitabında; Sayıları 25 milyona ulaşan Kürtler (13-14 milyonu Türkiye’de), dünyadaki anavatansız halktır. Burada bulunan ve Türk olarak adlandırılan halkın çoğu aslında Kürttür. Türk Devleti Kürt halkının varlığını reddetmektedir. Kürtlerin demokratik hakları kısıtlanmaktadır. Parlementoya seçilmiş bile olunsa Türkiye’de Kürtçe konuşmak hapis nedenidir. Türk polisi ve askerinin yargısız tutuklamaları, köyleri harap etmeleri Kürtleri sürekli tedirginlik içinde yaşamaya itmektedir. Bölgedeki iç savaşta 37.000 kişi ölmüştür. Ayrıca 2.500 Kürt köyü yıkılarak boşaltılmıştır. Yapılan baskılar nedeniyle Batı Avrupa’ya gelen yabancıların büyük kısmını Kürtler oluşturmaktadır. FRANSA İlköğretim Tarih – Coğrafya Kitabında; Fotoğrafın altında “1918'den sonra Osmanlı İmparatorluğunda Ermeni yetim ve öksüzleri" ibaresi bulunmaktadır. Fotoğrafta yerlerde çok kötü durumda, yarı çıplak küçük yaşlarda kız ve erkek çocuklar görülmektedir. Eğitim sistemi itibarıyla ezberden çok, tartışma ve yorum yönteminin uygulandığı bu ülkede, tartışma ve yorum yapmaya müsait bu resimle Osmanlı İmparatorluğu ilişkilendirilerek, sözde Ermeni soykırımı; Ermeniler kimdir? Bu çocuklar neden öksüz kalmışlardır? Osmanlı İmparatorluğu içerisinde ne kadar Ermeni yaşıyordu? Bunlara ne oldu? gibi sorularla işlenmektedir. Savaşta Avrupa'da en az 8 milyon insan ölmüş, milyonlarcası yaralanmış veya sakat kalmıştır ve üstelik savaş 1 milyondan fazla Ermeninin göç ettirilmesi ve katledilmesiyle 20 nci yüzyılın ilk soykırımı sonucunu doğurmuştur. Fotoğrafta, bir bina önünde üç Ermeni din adamı ve önlerinde yerde yatan öldürülmüş insanlar (Kitaba göre Ermeniler) görülmektedir. Fotoğrafın altında "Ermeni katliamı (1919)" yazısı ile "1915'te Türk Hükümetinin aşırı uçtaki kanadınca alınan önlemler, İmparatorluktaki Ermenilerin büyük bir bölümünün yok edilmesine yol açtı. (en az 600 bin ölü)" açıklaması bulunmaktadır. "Cephede Savaş Dehşeti" isimli konu alt başlığında "Bu savaş esnasında 20 nci yüzyıl, ilk soykırım ile tanışmış oldu. Büyük çoğunluğu Müslüman olan Osmanlı İmparatorluğunda Hıristiyan Ermeniler, Rus saldırılarına destek vermekle suçlandılar. 1,5 milyon Ermeni kadın, çocuk, erkek 1915'te sürgüne gönderildi ve Türk hükümetinin emri ile katledildi" ifadesi yer almaktadır. Fotoğrafın altında "1915'te Ermeni Katliamı" yazısı ile "Ermenilerin tutuklanma ve sürgüne gönderme kararını kim aldı?" sorusu bulunmaktadır. Söz konusu fotoğrafta ise elleri tüfekli, fesli ve bıyıklı, asker elbisesi giymiş iki kişi ile, kafatasları görülmektedir. İlköğretim Tarih Kitabında; Altında Ermeni katliamı yazısı bulunan resimde temsili olarak Ermenilerin kadın, erkek, çocuk, bıçakla ve tüfekle katledilmesi gösterilmektedir. Sayfanın sağ üst köşesindeki haritada Türkiye'nin kuzeydoğusu “Ermenistan” olarak gösterilmiştir. Resimde Sırpları katleden Türkler gösterilmekte ve altında: "Zorbalıklar başlıyor, Sırp köylülerin Türk çetelerince öldürülmesi" yazısı yer almaktadır. Kitabın insan hakları ihlallerinin kronolojik olarak gösterildiği sayfasında, 1915 Yılı için "Ermenilerin Türkler tarafından katledilmesi 20 nci Yüzyılın ilk soykırımıdır." ibaresi yer almaktadır. "Lise 2 nci sınıfta Ermeni sorunu nasıl kavrattırılır?" sorusu yer almakta ve altında "Neden bu seçim?" sorusuna üç maddelik yanıt verilmiş: -09 Aralık 1948 Soykırım Suçlarının Cezalandırılması Sözleşmesi ile tanımlanan ve 16 Nisan 1984 Yılında halkların sürekli mahkemesi tarafından 20 nci Yüzyılın ilk soykırımı olarak kabul edilen soykırıma karşı borç olduğu için, -Milliyetçilik ilkesinin değişime ve büyük güçlerin çıkarlarına karşı daha hafif kaldığını göstermek için, -Soykırım ve savaş suçlarının kabul edilmesindeki güçlüğü göstermek için. İlköğretim Sosyal Bilgiler Kitabında; Kitap, PKK/KONGRA-GEL terör örgütünü, Abdullah ÖCALAN’ı, meşru ve masum bir bağımsızlık mücadelesi yapıyor olarak göstermektedir. Bir ortaokul öğrencisinin anlayacağı şekilde basit bir dille yazılmış olan kitabın 36 ncı sayfasında "Türk Hükümeti modern ve liberal olarak görünmek istemektedir. Türkiye, AB’ne aday olmak üzere başvurmuştur. Kanunlarla yönetilen barış içinde bir devlet imajı vermeye çalışmaktadır. Ancak PKK/KONGRA-GEL üyelerini ve Kürt milliyetçilerini öldürmek veya yakalamak için kuvvete başvurmaktadır." denilmektedir. lköğretim Coğrafya Kitabında; "Dünyanın Bugünkü Jeopolitiği" adlı konu verilirken bir dünya haritası çizilmiş ve üzerinde çatışma bölgeleri gösterilmiştir. Haritada Türkiye'nin güneydoğusu da çatışma bölgesi olarak gösterilmektedir. Ortadoğu haritası üzerinde, Türkiye'nin güneydoğusu, Kuzey Irak ve İran'ın batısı ile Suriye'nin bazı bölümleri Kürt bölgesi olarak gösterilmiştir. Ayrıca Şırnak kenti de yüksek çatışma bölgesi olarak belirtilmiştir. GÜNEY KIBRIS RUM YÖNETİMİ İlköğretim Okuma Kitabında; “Harap Bir Köy” adlı okuma parçasında, köyün 1974 yılında Türkler tarafından harabeye çevrildiği anlatılmaktadır. Parçada köy halkının her şeyi bırakarak köyü terk ettiği dramatize edilerek resimli bir şekilde anlatılıyor. Kuzey Kıbrıs Yunanlıları Türk Ordusu tarafında evlerini terk etmek ve adanın özgür bölgelerine göç etmek zorunda bırakıldılar. Parçada; kuzeyde bıraktığı evi ziyarete giden ailenin büyük kızı dönüşte iki salyangoz getirir. Evin küçük kızı salyangozları görünce gözleri dolar: “Evlerini sırtlarında taşıyorlar, keşke ben de aynısını yapabilseydim.” “Göç” başlıklı yazıda, Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında yaşanan nüfus mübadelesinde Yunanlıların evlerini, topraklarını satıp göç ettikleri konusu trajik bir şekilde anlatılmaktadır. Yazıda, Mihalis KASİALOS adlı bir halk sanatçısının (ressam) 1973’te Paşaköy’de inşa ettirdiği ve duvarlarını dillere destan bir şekilde kendi elleri ile resmettiği kilise anlatılmaktadır. Yazının devamında 1974 ağustosunda Türk Askerlerinin köye girip birçok masum kişi ile birlikte yaşlı KASİALOS’u da öldürerek etrafa zarar verdiklerinden bahsedilmektedir. Sonunda ise yaşlı KASİALOS ölmüş olsa bile resimlerinin ölümsüz bir şekilde orada kalacağından söz edilmektedir. 1821 ayaklanmasını anlatan yazıda; Sakız Adası’nın Türkler tarafından yerle bir edildiği, köy ve şehirlerin yakıldığı; kadın, çocuk ve ihtiyarların boğazlandığı, genç kızların ise yine Türkler tarafından köle pazarında satıldığı anlatılmaktadır. İzmir’in Türklerin eline geçmesi ve devamında yaşanan nüfus mübadelesinin trajik bir şekilde anlatıldığı yazı; İzmir’in alevler içinde kaldığı, Yunanlı nüfusun canlarını kurtarmak için küçük sandallara dolup denize açıldığı görüntüsü yaratılan bir resimle desteklenmiştir. Hikayede EOKA’cı Grivas’ın da lakap olarak aldığı efsanevi Diğenis AKRİTAS’ın Beşparmaklar ile öyküsü anlatılmaktadır. Beşparmaklar’ın ilk çağlardan beri Helenlere ait olduğunu vurgulanmaktadır. Öykü ilk çağ dönemine ait olmasına rağmen konu Türklere getirilmekte ve Eflaklı bir Yunan çocuğun nöbet yerine giderken Türk-Arap korsanların Kıbrısa saldırdıkları ve adanın yeşil kıyılarının kızıl kana bulandığı anlatılmaktadır. Nöbetçi çocuğun, arkadaşlarına, kardeşlerine kılıçlarını kuşanıp Türkler ve Araplara karşı savaşmaya çağırdığı bir kahramanlık öyküsü olarak anlatılmaktadır. “Türk İşgali” adlı şiirde Barış Harekatı dramatize edilerek anlatılmaktadır. İlköğretim Din Bilgisi Kitabında; “Ben Hristiyan doğdum, Hristiyanım, Hristiyan öleceğim.” Bu sözlerden sonra Türkler onu zindana attılar ve birkaç gün sonra yaşamı tüyler ürpertici bir şekilde sona erdi.. İlköğretim Tarih Kitabında; Seni ilk oğluna ağlamak zorunda bıraktığım için ağlama, umutsuzlanma anneciğim. Eğer bunca anneler ağlıyorsa bunun suçlusu Türklerdir. Bana süt içirip büyüttüğün kulübemize bir Türkün efendi olmasına kalbim dayanamıyor, tahammül edemiyorum. Bunu sen de biliyorsun anne. Bu kitabın tamamı Türk düşmanlığı içermektedir. İlköğretim Okuma Kitabında; “Kıbrıs’da”, “Kıbrıslı Çocuk”, “Vatan” ve “Bölünmüş Vatanımız Hakkında Küçük Çocuğun Merakı” adlı şiirlerde ilkokul çocukları, Kıbrıs’ın bölünmüş olduğu ve yeniden birleşmesi için dileklerde bulundukları, geride (kuzeyde) bıraktıkları yerlere ve evlerine dönmek istedikleri, Türklerin Güzelyurt ve Maraş’ı harabeye çevirdiği gibi konular işlenmektedir. Eftihia Teyze, Erenköy’ün Yalusa Köyü’nde ailesiyle birlikte mutlu bir hayat sürüyordu. İnsanlar ister Yunan olsun isterse Türk olsun herkese yardım ediyordu. Fakat 1974 yazında kötü olay ansızın gelişti. Oğlu Aleksandros, onun karısı Avgi ve çocukları ile birlikte esir oldu. Aleksandros Kıbrıslı Türkler tarafından bir soruşturma için tutuklandı. O günden beri hiç kimse kendisini görmedi, kayıp. İlköğretim Coğrafya Kitabında; “Türkler 1974 Temmuzunda Kıbrıs’a askeri çıkarma yaptılar. 200 bin Rum zorla evlerinden atıldı ve kendi vatanlarında göçmen oldu. Birçoğu Türkiye’deki hapishanelere götürüldü. Bu kişilerden 1619’u halen kayıptır. Bu kişilerin aileleri, yakınlarının akibetlerinin belirlenmesi için o zamandan itibaren süregelen bir mücadele başlatmışlardır. Türk işgali altında bulunan topraklarda, 1974’te 20 bin mahsur insan kalmıştır. Türkler bu kişileri, yavaş yavaş oradan gitmeye mecbur etmişlerdir. Bu kişilerin sayıları devamlı azalmaktadır. 1994’te bu kişilerin sayısı 900’ü geçmiyordu.” Parçanın sonunda, parça içerisinde geçen rakamlarla ilgili sorular sorulmaktadır. Örneğin: “Kıbrıs’a Türk işgali ...... Temmuz’unda yapılmıştır.” İlköğretim Din Bilgisi Kitabında; Türk döneminde Kıbrıs Kilisesinin varoluş mücadelesi verdiğinden bahsederek Türklere “barbarlar” diye hitap etmektedir. Kıbrıs Kilisesini Nuh’un Gemisi’ne benzetmektedir. 1821’de Türklerin Rum papazları katlettiği, 1974 Yılında Kıbrıs’ı işgal ettikleri belirtilmektedir. İlköğretim Sosyal Ahlak Dersi Kitabında; Karikatürize edilmiş haritada, Kıbrıs; üzerinden kan damlayan dikenli tellerle ikiye bölünmüş ve kuzey tarafının üzerinde Türk bayrağı bulunan bir asker botu ile ezilmekte. Altındaki açıklamada: “Kıbrıs devletinin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı 1974’teki Türk işgali ile açık bir şekilde ihlal edilmiştir. Haritada Kuzey ve Güney sınırları gösteriliyor. Haritanın üstüne “ Unutmuyoruz” diye büyük bir başlık atılmış, altındaki açıklamada ise: “İşgal Bölgesi %36.4, 3 bin ölü, 1619 kayıp ve 824 esir.” İlköğretim Din Bilgisi Kitabında; Türk döneminde sürekli despotluk olduğu, Türklerin Ortodoks kiliselerini camilere çevirdiği, kiliseye acımasız vergiler uyguladıkları, papazların sürgüne gönderildiği ve Türklerin kiliseleri yağma ederek kiliselere saygısızlıkta bulunduklarından bahsedilmektedir. Türklerin Hristiyanlığa düşman olduğu izlenimi yaratılmaktadır.
  13. Çocuklarıyla Cephedeydiler..! GAZETECİ Arif Oruç, 1919 sonbaharında Kuvayı Milliye cephelerini gezmiş, izlenimleri Tasvir-i Efkar Gazetesi'nde yayımlanmıştır. Ateş hattına cephane, su, yiyecek taşırken şehit olan kadınları duymuştur. Demirci Mehmet Efe'nin emrinde üç kadın savaşçı olduğunu öğrenince efeyi ziyaret eder, karargáhının bahçesinde üç kadın savaşçı ile görüşür. ÇOCUĞUYLA CEPHEDEYDİ Üçü de Aydınlı. Zeybek kıyafetindeler. Tüfekleri kucaklarında. Yaptıklarını, yazarın ısrarı ile utanarak, kızararak, çekinerek anlatırlar. İlki Ayşe Kadın, Mehmet Çavuş diye anılıyor, bir zeybek takımının komutanı. Yedi yaşındaki çocuğunu yanına alıp savaşa katılmış. Önce Aydın savaşında bulunmuş, elli sekiz saat durmadan savaşmış. Menderes boyundaki bütün savaşlarda yer almış. Umurlu'da yaralanınca bir ay hastanede yatmış, yeni çıkmış. Cepheye gitmek için emir bekliyor. YUNAN GELDİ, SAVAŞTIK İkincisi, Emire Aliye Ayşe. Aydın'a bir saat uzaklıktaki İmamköy'den. Uğursuz Yunan işgalinden önceki huzur günlerini anlatıyor. Babasıyla yaşıyormuş. Keçileri, kuzuları, inekleri, öküzleri, hatta bir develeri bile varmış. Çifte çubuğa gider gelirlermiş. Dere boyunun çağlayanlarını özlemle anıyor. ‘Sonra ne oldu?' ‘Yunan geldi, Aydın kan ve ateş içinde kaldı. Boynumdaki altını koparıp sattım, tüfek ve kurşun aldım. Ben de köyün büyükleri gibi ateşe atıldım. Vatan için dövüştük işte. Şimdi izindeyim.' DAYANAMADIM, ASKER OLDUM Üçüncüsü 17 yaşında bir genç kız: Şerife Ali. Yüzü sıtmadan sarı, derin, kara gözlü bir savaşçı. Çiftlik Köyü'ndenmiş. Yunan yaklaşınca köyü boşaltıp göçmüşler. ‘Aydın'daki kötülükleri duyunca, dayanamadım, ben de asker oldum.' Ne övünürler, ne yakınırlar. Konuşma bitince, askerce selam verip ayrılırlar. (Yücel Özkaya, M.M'de Ege Çevresi) Zaferi erkeklerimiz ve kadınlarımız elbirliği ile kazanmış. Türkiye Cumhuriyeti'ni birlikte kurmuşlardır. Atatürk Diyorki Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim, diyemez. (1923) Ya cepheye gönderin ya da intihar ederim DENİZ Harp Okulu son sınıf öğrencisi Zeki Enveri (Bayat), Milli Mücadele'ye katılmak için beyaz üniformasının üzerine sivil bir elbise geçirir, 1920 yılında binbir zorlukla İnebolu'ya kaçar, oradan Ankara'ya gelir. Milli donanma ve deniz örgütü daha kuruluş aşamasındadır. Zeki Enveri'ye Genelkurmay'ın deniz biriminde yazıcılık görevi verilir. Genç denizci hemen bir dilekçe yazar ‘Anadolu'ya savaşmak için kaçtığını, cephede bir göreve verilmesini, eğer üç gün içinde dileği yerine getirilmezse, intihar edeceğini' bildirir. Amirleri anlarlar ki bu çılgın Türk'ü Ankara'da tutmak mümkün değildir. Cepheye gönderirler. KARAKIŞTA YAZLIKLA Zeki Bayat, Birinci İnönü Savaşı'na takım komutanı olarak katılır, yeni bir üniforma sağlamak mümkün olmadığı için karakışta yazlık beyaz üniformasıyla savaşır. Cesaret, özveri ve üstün başarıları dolayısıyla İstiklal Madalyası ile ödüllendirilir. Daha sonra gemilerde görevlendirilir, 1944 yılında amiralliğe terfi eder. (İstiklal Harbi'nde Bahriyemiz, Dz.K. Yayımı) Tabancayı aldı mermiyi terbiyesizin alnına çaktı 1919 Ekim ayı sonunda İngilizler, aralarındaki paylaşma anlaşması gereği, Maraş'ı Fransızlara devrederler. Fransızlar 30 Ekim günü Maraş'a girerler. Ermenilerin büyük bölümü İngilizlerle birlikte dönmüştür, kalanlar da Fransızların işgalinden sonra dönerler. (Hani şu öldürüldü denilen Ermeniler!..) Maraş'ın Ermeni mahalleleri Fransız ve Ermeni bayraklarıyla donanır. Ermeniler, Fransız birliğini (bin Fransız, beş yüz Cezayirli, Fransız üniformalı dört yüz Ermeni) bando, çiçekler, alkışlar, ‘Yaşasın Fransızlar, Ermeniler; kahrolsun Türkler!' avazeleriyle karşılarlar. SARKINTILIK ETTİLER Ağlamayan Türk kalmaz. Çoğu evlere çekilir. O gün şehre yayılan Fransız üniformalı Ermeniler, rastladıkları Türkleri tahkir eder, karşılık verenleri döverler. Türklerin toparlanıp direnişe geçeceği ve Maraş'ı Fransızlara dar edeceği hiçbirinin aklına gelmiyordu. Ertesi günü Fransız üniformalı Ermeni askerleri Uzunoluk çarşısından geçerken hamamın önündeki küçük meydandan yola inen yüzü peçeli birkaç Türk kadınını gördüler. Kadınlara sataşmaya heves ettiler. Biri kadınlardan birinin peçesini çekip yırttı. Kadınlar çığlık çığlığa kaçışmaya başladılar. SİLAHSIZ TÜRKÜ VURDULAR Civardaki kahvede toplanmış olan erkekler koştular. Ermenileri uyardılar. Ermenilerin tepkisi küfretmek ve silaha sarılmak oldu. Ateş ederek biri ağır iki Türk'ü yaraladılar. Türkler silahsızdı. Donup kaldılar. O civarda küçük bir dükkánı olan İmam adlı kendi halinde bir Maraşlı vardı. Sütçülük yapmaktaydı. Dükkánının önüne çıkmış olayı izliyordu. Ermenilerin gittikçe azıttığını görünce, umulmayan bir şey yaptı, dükkándan tabancasını aldı, peçeyi yırtan ve bir Türk'ü ağır yaralayan katili alnından vurdu. Kalabalığa karıştı. Fransızlar ve Ermeniler Sütçü İmam'ı çok aradılar. Sütçü İmam gündüzleri köy ve bağ evlerinde, geceleri komşularının evlerinde geçirmekteydi. Yakalayamadılar. Kahramanmaraş'ın ilk kahramanı Sütçü İmam'dır. Onu binlerce kahraman izleyecektir. (Adil Bağdatlılar, Uzunoluk) Fransızları alkışlayan Adana valisi MİLLİ Mücadele döneminde yalnız yurdunu canından çok seven güzel çılgınlar yok, çirkin, yılgın, hain insanlarımız da var. Ara sıra bunlara da değineceğim. Bunları da bilmeliyiz ki, atalarımızın yurtseverliğinin kadrini daha iyi bilelim. O kara günleri bir daha yaşamamak için bu çirkinlikleri, yılgınlıkları ve hainlikleri de unutmayalım. İşte birinci örnek: Mersin'den Urfa'ya kadar bütün Güney Anadolu ve Çukurova halkı, işgalci Fransızlara ve Ermeni lejyonuna karşı direnişe geçince, İstanbul Hükümeti'nin Adana Valisi Abdurrahman Bey şu demeci verir: ‘Ayaklanmak için sebep yok. Fransızlar bizim iyiliğimizi istiyorlar.' (5 Kasım 1920) Bu sırada Antep'i kuşatan Fransız birlikleri teslim olması için Antep'i her gün saatlerce bombalıyor, şehri, savunanların yani sivil erkeklerin, kadınların, yaşlıların ve çocukların başlarına yıkmaya çalışıyorlardı. Turgut ÖZAKMAN
  14. Dumlupınar faciası 1953 yılı… 3 Nisan'ı 4 Nisan'a bağlayan gece, Dumlupınar denizaltısı Ege'de katıldığı NATO tatbikatından geri dönüş yolunda, Çanakkale Boğazı'ndan içeriye giriyordu. Sisli ve rüzgarlı gecede su üstü seyri yapan denizaltının rotası Gölcük'teki Denizaltı Komutanlığı ana üssüydü. Dumlupınar; manevralar boyunca iki gün sualtında kalmış, üstün başarı gösteren gemi personeli yerli yabancı tüm komutanların takdirini kazanmıştı. Yorgun, ama bir o kadar da gururlu 86 denizci, kendilerine yeni bir görev verilinceye kadar sevgilileri olan denizden ve gemilerinden ayrılıp, eşlerine, ailelerine kavuşmanın heyecanı içerisindeydiler. Ne varki saatler 02:15'i gösterdiği sırada, Çanakkale Boğazı'ndaki Nara Burnu dönülürken, Türk denizaltıcılık tarihinin en acı kazası yaşandı. Dumlupınar, İsveç bandıralı yük gemisi Naboland ile Boğazın orta yerinde çarpıştı. Dumlupınar'ın parçalanan baş bodoslamasından hücum eden karanlık sular, baş üstü dikilen koca denizaltıyı 81 denizciyle birlikte birkaç dakika içinde yutuverdi. Zıpkın yemiş bir balina gibi acı dolu sesler çıkaran Dumlupınar son dalışını yaparken, çarpışma sırasında nöbet tuttukları köprü üstünden denize düşen 5 denizci hayatta kalmaya çalışıyordu... Tarih 4 Nisan 1953... Saat 06:40 Günün ilk ışıkları etrafı aydınlattığında, Boğaz'ın 90 metre derinliğindeki soğuk karanlıkta korkunç bir can pazarı yaşanıyordu. Aldığı yara sonucu batan ve manevra dairesinde yangın çıkan Dumlupınar'ın kıç torpido bölümündeki 22 denizci sağ kalmayı başarmış, kurtarılmayı bekliyordu. Facianın üzerinden yaklaşık dört saat geçmişti. Denizaltının yerini belli eden ve kazazedelerle telefon irtibatı sağlamak üzere yüzeye bırakılan denizaltı battı şamandırası balıkçılar tarafından bulunmuştu. İlk telefon bağlantısında "Oğlum merak etmeyin... sizi kurtaracağız.." sözlerine karşılık Astsubay Selami'nin cevabı göz yaşartıcıydı; "Sağ olun…Vatan sağ olsun" 50 Yıldır bilinmeyen ve merak edilen tüm gerçekler ilk kez bu belgeselde! Dumlupınar belgeselinin ilk bölümü olan "Son Söz: Vatan Sağolsun", facianın 50. Yılında Çanakkale Boğazı'nın karanlık sularına gömülen Dumlupınar denizaltısının ve içindeki şehitlerin hikayesini tanıkların anlatımı ve tüm gerçekliğiyle ekranlara taşıyor. Kazanın nasıl olduğu, tarafların kazadaki hata payları, İsveçli Kaptan Oscar F. Lorentzon ve Dumlupınar'ın kaptanı Kıdemli Yüzbaşı Sabri Çelebioğlu'nun yargılanmalarının seyri ve sonucu, kurtarma çalışmalarının nasıl yürütüldüğü, hata ve eksiklik olup olmadığı, varsa bunların nedenleri kamuoyunu tatmin edecek bilgi ve belgelerle ilk kez cevaplandırılıyor. Amerikan arşivlerinden günışığına çıkartılan Dumlupınar'ın 11 Ekim 1944'te yapmış olduğu başka bir kazanın belgeleri ilk kez "Son Söz: Vatan Sağolsun" belgeselinde: İngiliz arşivlerindeki Çanakkale - Nara'da yaşanan facia sonrası yürütülen kurtarma çalışmalarına ait çarpıcı görüntüler ilk kez "Son Söz: Vatan Sağolsun" belgeselinde: Türk Deniz Kuvvetleri'nde çeşitli dönemlerde hizmet eden Dumlupınar isimli her üç denizaltının da yaşadığı şanssızlıklar ve denizaltıcıların ölümün kıyısındaki yaşamlarını gösteren inanılmaz anektodlar, şehit yakınlarınca ilk kez "Son Söz: Vatan Sağolsun"da aktarılıyor. 1931 yılında hizmete giren İtalyan yapımı 1. Dumlupınar denizaltısı Karadeniz'deki bir tatbikattan dönerken dümeni arızalanmış ve Haydarpaşa'da bir gaz tankeriyle çarpışmıştı. 1950 yılında hizmete giren 2. Dumlupınar S-329 (Ex USS Blower, SS 325) 4 Nisan 1953 tarihinde Nato tatbikatından dönerken, Çanakkale Nara burnunda İsveç bandıralı Naboland gemisiyle çarpıştı ve 81 denizcimizin çelik mezarı oldu. 1972 yılında hizmete giren 3. Dumlupınar S-339 (Ex USS Cayman, SS 323) 1 Eylül 1976 tarihinde Marmara'dan Çanakkale Boğazı'na gireceği sırada Sovyet bandıralı Sızik Vavilov gemisiyle çarpıştı. Denizaltı mucize eseri batmaktan kurtuldu, ancak daha sonra tersanede tamirdeyken yandı. 50. yılında Dumlupınar'ı iki gazisi ve şehit yakınlarıyla birlikte anan Savaş Karakaş, hiç unutmadıkları Dumlupınar'ı yaşıyor ve "Son Söz: Vatan Sağolsun"da sizlere de yaşatıyor. Deniz için doğmuşlardı; ölümleri de denizde oldu... __________________ Alparslan 27 bin askeriyle bizans topraklarında ilerlerken, keşfe gönderdiği askerlerden biri gelip telaşla : - 300 bin kişilik düşman ordusu bize doğru yaklaşıyor, der. Alparslan hiç önemsemeyerek şöyle der: - Bizde onlara yaklaşıyoruz Eflatuna Sormuşlar; İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan iki davranışı nedir? Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler.Ne var ki çocukluklarını özlerler. Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler;Ama sağlıklarını almak içinde para öderler. Yarınlarından endişe ederken bugünlerini unuturlar. Sonuçta,ne bugünü,ne de yarını yaşarlar. Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar.Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler.
  15. İstanbul

    Koca Seyid

    Koca Seyid Çanakkale Harbinin unutulmazkahramanı KOCA SEYİD Çanakkale önlerinde tarihte ender görülen bir muharebe cereyan etmekteydi. Bir yanda dünyanın en gelişmiş askeri vasıtalarına sahip ve sayıca çok kalabalık Batı ülkeleri, diğer tarafta vatanlarını müdafaa için cepheye koşup; düşmanın topuna, tüfeğine iman dolu göğsünü siper eden Mehmedcik... Anadolunun cihangir ruhlu yiğitleri, şanlı fakat talihsiz devletlerinin elde kalan kısmını müdafaa için cansiperane vuruşmakta. Düşman zırhlılarının yağdırdığı güllelere, yaylım ateşe karşılık vermekte, düşmana adım attırmamaktadır. Her hususu gözönünde bulundurduklarını zanneden ve hesaplarına göre en geç üç günde Çanakkale'yi aşacaklarını hesap eden düşmanlar yanıldıklarını acı bir şekilde görecek ve zelil bir halde kaçacaklardır Çanakkale önlerinden. Onlar kaçarken, geride Mehmetçiklerin kanları, canlan pahasına kazanıp evlatlarına ithaf ettikleri şanlı bir hatıra kalacaktır. Çanakkale harbinde tarihlere şanla geçen kahramanlık tabloları çizilmiştir. İşte böyle tablolan çizenlerden birisi de Koca Seyyit'tir. 1889'da Balıkesir'e bağlı Havran ilçesinin Çamlık köyünde dünyaya gelen Seyit, çocukluğundan itibaren gürbüz yapısı ve pehlivanlığıyla dikkatleri çekmiştir. Bu vasfından dolayıdır ki asker ocağında kendisine pehlivanlığına izafeten "Koca" lakabı verilmiş ve "Koca Seyyid" diye tanınmıştır. 1909'da vatani vazifesine yapmak üzere askere giden Koca Seyit üç senelik asker iken 1912'de Balkan harbi patlak vermiş, Seyit de birliğiyle birlikte savaşa katılmıştır. 1913'te Balkan savaşının sona ermiş olmasına rağmen Seyit terhis edilmemiştir. 1914'te Birinci dünya savaşı patlak verince Seyit de Çanakkale'de topçu eri olarak vazife almıştı. Çanakkale Boğazı'nın Rumeli yakasında, Kilitbahir denilen mevkide 28 lik Mecidiye bataryasında Şeyit'le birlikte kırk kişi vazifeliydi. 17 Mart 1915'te Çanakkale'deki bütün birliklerde yoğun bir faaliyet görülmekteydi. Ertesi gün, düşmanın büyük bir hücuma geçeceği haber alınmıştı. Seyit Onbaşının bataryasında da hazırlıklar tamamlanmış ve düşmanın taarruzu beklenmeye başlanmıştı. 18 Mart 1918'de ilk önce Fransız daha sonra İngiliz zırhlıları Çanakkale boğazında görülmüşlerdi. Kıyılan yoğun top ateşine tutan düşman zırhlıları aynı şiddette karşı ateşle karşılaşınca duraklamışlar, fakat ateşlerini kesmemişlerdi. Anadolu ve Rumeli kıyılarından ateş ve dumanlar göklere yükselmekteydi, düşman ateşi aralıksız devam ediyordu. İngilizlerin en büyük savaş gemilerinden Queen Elizabeth ve Ocean zırhlıları Koca Seyit'in bataryasının bulunduğu Kilitbahir önlerine gelmiş, kıyıyı top ateşine tutmuştu. Ateş çemberi genişleye genişleye Koca Seyit'in bataryasına ulaşmıştı. Bataryanın sağına soluna mermiler peşpeşe düşmeye başlamıştı. Durumun kritik oluşunu gören batarya komutanı "sığınağa!" emrini vermişti. Fakat batarya erleri sığınağa ulaşmadan müthiş bir gürültü kopmuş, sanki yer yerinden oynamıştı. Koca Seyit de o gürültüden sonrasını hatırlamıyordu. Düşman gemilerinden atılan bir mermi cephaneliğe isabet etmiş, cephanelik havaya uçmuştu. Bataryadaki erlerden on dördü şehit olmuş, yirmi dördü ise yaralanmıştı. Sadece Seyit ile Ali isimli arkadaşı yara almadan kurtulmuşlardı. Sağlık erlerinin müdahelesiyle kendine gelen Seyit gözlerini açınca etrafta şehit olan arkadaşlarının cesetlerim görmüş ve arkadaşlarından durumu öğrenmişti. Bataryada ikisinden başka kimse kalmamıştı. Bataryanın toplarından ikisi toprağa gömülmüş ve kullanılmaz hale gelmişti. Sadece bir tanesi kullanılabilir haldeydi. Onun da vinci kırılmıştı. Koca Seyit, bir denizde hâlâ ateş püsküren düşman zırhlısına bir yerde yatan şehitlere bir de topa bakmış ve büyük bir hırsla her biri 215 okka (276 kilo) ağırlığındaki mermilere yönelmişti. Arkadaşı Niğdeli Ali şaşırmıştı, Koca Seyit ne yapmak istiyordu. Seyit, şaşkın şaşkın kendisine bakan arkadaşına "yardım et de mermiyi yükleneyim" demiş, ardından da "Ya Allah" diyerek koca mermiyi kavramış ve Ali'nin yardımıyla sırtlamıştı. 276 kiloluk yüküyle 28'lik topun altı basamağını çıkan Koca Seyit mermiyi topun ağzına yerleştirmeyi başarmıştı. İmanın hem nur hem de kuvvet olduğunu göstermişti Koca Seyyit. Bu hakikati bütün dünyaya ilan edecekti. Şimdi bütün dikkatini vermiş önünde canavar gibi duran Ocean'ın üzerine çevirmişti topun namlusunu. Hedefi iyice tesbit edip nişanının doğru olduğuna kanaat getirdikten sonra "Ya Allah, bismillah!" diyerek topu ateşlemişti. Topun gürlemesiyle birlikte karşıdaki düşman gemisinden yoğun siyah bir duman yükselmişti. Anında yalpalamaya başlamıştı. Koca gemi isabet almıştı. Gemi personelinin sesleri kıyıdan duyuluyordu. Vurmuştu Koca Seyit, koca kefere gemisini. Ve mağrur düşmanın koca gemisi batacaktı. Düşmanlar Mecidiye bataryasının safdışı edildiğini zannetmekteydiler. Kilitbahir cephesindeki komutanlar da aynı kanaate varmışlardı. Fakat Mecidiye bataryasından ateşlenen bir top düşman gemisini batırmıştı işte. Batarya komutanı Hilmi Bey derhal Mecidiye bataryasına koşmuş ve topu Seyitle arkadaşının ateşlediğini öğrenmişti. Hemen oracıkta onbaşı rütbesini takmıştı Seyit'e. Komutanlar takdirlerini bildirmekteydi. Seyit ise Anadolu insanının tevazuu ile kızarmakta ve "fazla birşey yapmadığını, sadece arkadaşlarının intikamını aldığını" söylemekteydi. "Nasıl yaptın?" sualine ise şu cevabı veriyordu. "Cenb-ı Hakkın yardımıyla." Koca Seyit'in Ocean'ı batınşı bir anda her tarafa yayılmıştı. Mehmedcik taze moralle düşmanı şiddetli top ateşine tutmuştu. Gün batımına kadar devam eden şiddetli savaşta düşman perişan edilmişti. Düşman Çanakkale'yi geçememişti. Geçemiyecekti de... Çanakkale kahramanlarından Koca Seyit 1918'de terhis edilmişti. Köyüne dönen Seyit geçimini temin için çalışmaya başlamıştı. Fakat hain gözler cennet vatanın üzerinde olunca rahatlık yoktu. Düşmanların hücumları bitmiyordu. Daha düne kadar Osmanlı devletine bağlı olan "uşak tabiatlı" Yunanlılar 15 Mayıs 1919'da İzmir'i, 28 Mayıs 1919'da da Ayvalık ve Edremit'i işgal etmişti. Vatan istila altındaydı, Çanakkale'nin şanlı gazisi Seyit onbaşı durabilir miydi? Durmadı ve işgal haberini alır almaz cepheye koştu. Karış karış vatanını müdafaa eden yediden yetmişe Anadolu insanıyla omuz omuza verip vuruşuyordu. Koca Seyit, Ordunun 26 Ağustos 1922'de başlattığı büyük taarruza da iştirak etmiş ve 28 Ağustos'ta cereyan eden muharebede iki yerinden yaralanmıştı. Büyük zaferin kazanıldığını hastanede yatarken öğrenmişti Koca Seyyit. Dünyalar kendisinin olmuştu. Artık asırlardır olduğu gibi şanlı bayrağı semalarda hür olarak dalgalanacak, Ezan-ı Muhammedi vatan semalarından eksik olmayacaktı. Savaşın kazanılmasından sonra mütevazı hayatını devam ettirmişti. Koca Seyyid, fakirdi, çoluk çocuğunun geçimini sağlamak için binbir meşakkatle dağdan odun getiriyor, odun kömürü yapıp satıyordu. Koca gazinin madalyası bile yoktu. O da "müracaat et sana madalya versinler, maaş bağlasınlar" diyenlere, "Biz madalya için, maaş için dövüşmedik. 'Ya şehid olacağız ya gazi' dedik. Ücretini Cenab-ı Allah'tan bekledik ve Rabbim bize gazilik rütbesini nasib etti" demiştir. 1939 yılının Aralık ayında vefat eden Koca Seyit geride maddî hiç bir servet bırakmamıştı. Madde bakımından belki dünyanın en fakir insanıydı, fakat, şanlı tarihe malolan şanlı hatıralar bırakmıştı.
  16. İstanbul

    Cemiyetler

    CEMİYETLER Mondros Ateşkes Anlaşması'nın imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri’nin stratejik noktaları işgal etmeleri,İtilaf Devletleri’nin Osmanlı Hükümeti’ni denetimlerine almaları,Osmanlı ordularının terhis edilmesi,Azınlıkların işgal güçlerinden aldıkları destekle kendi çıkarları doğrultusunda faaliyetlere başlamaları Anadolu’da büyük bir kargaşaya yol açtı. Bu kargaşa ortamında hem zararlı hem de yararlı cemiyetler kuruldu. Devlet otoritesinin yokluğundan yararlanan Ermeniler ve Rumlar ülkemizin değişik yerlerinde cemiyetler Osmanlı ordusunun da yokluğundan yararlanan azınlık cemiyetlerinin her yerde etkisi artınca Türk milleti işgallere karşı ilk tepki olarak yararlı cemiyetler kurmuş ve mücadeleyi başlatmıştır kurdular. I) ZARARLI CEMİYETLER Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra işgallerin başlamasıyla bundan yararlanan bazı unsurlar ayrılıkçı cemiyetler kurdular. Bunun yanında işgalcilerin desteği ile de milli çıkarlarımızla bağdaşmayan içimizdeki bir takım insanlar Türk milletinin gücüne inanmayan insanlar tarafından cemiyetler kuruldu. * Azınlık Cemiyetleri Yüzlerce yıldan beri Osmanlı vatandaşı olarak, huzur içinde yaşamış ve devletin her türlü imkanlarından yararlanmış azınlıklar (Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler), Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü kötü durumu fırsat bilerek, topraklarımızı, işgal devletleriyle işbirliği yaparak paylaşmaya çalışmışlardır. Bunun için cemiyetler kurdular. Bunların en önemlileri Rum azınlık tarafından kurulan cemiyetlerdir. a-Rum Cemiyetleri 1-Etnik-i Eterya Cemiyeti a.Yunanistan’a bağımsızlığını kazandırmak amacıyla kurulmuştur(1814). b.Girit İsyanı’na neden olmuşlardır (1896). c.I.Dünya Savaşı’nda ise Rumların yaşadığı tüm toprakları Yunanistan’a katarak eski Bizans’ı canlandırmayı amaçlamışlardır. d.Mavri Mira İstanbul'da Fener Patrikhanesinde Yunan Hükümetine bağlı olarak çalışmıştır. e.Derneğin ihtiyaçları bu hükümet tarafından karşılanmaktadır. 2-Mavri Mira Cemiyeti a.İstanbul’daki Rum Patrikhanesi’ne bağlı olarak patrik vekili bu cemiyetin başkanlığını yapmıştır. b.Yunan hükümetinin emirleri doğrultusunda hareket eden bu cemiyetin amacı; Trakya, İstanbul, Batı ve Orta Anadolu’da “Büyük Yunanistan’ı” kurarak Bizans İmparatorluğu’nu yeniden canlandırmaktı. c.Cemiyet, İstanbul, Bursa, Bandırma, Tekirdağ, Kırklareli yörelerindeki Rum azınlığı, örgütlemek, silahlandırmak, çeteler kurmak, Yunanistan yararına kamuoyu yaratmak, ilerleyen işgalci Yunanlılara yardımcı olmak ve Türk halkına karşı çete savaşını sürdürme faaliyetlerinde bulunmuştur. . d.Yunan Göçmenler Komisyonu, Rum okullarının izcilik kolları, Yunan Kızılhaç örgütü, bazı yabancı okullar ve Anadolu’daki Rum kiliseleri bu derneğin direktifleri ile çalışmışlardır. 3-Rum Pontus Cemiyeti a)İlk defa 1904 yılında Merzifon Amerikan Koleji’nde gizli olarak kurulmuştu. b)Merkezi Samsun’dan Batum’a kadar geniş sahada Trabzon Rum İmparatorluğunu tekrar kurmak amacındadır. c)I.Dünya Savaşı sırasında Rusya’nın himayesinde gelişmiş, ateşkes sonrasında Yunanistan’ın güdümünde faaliyet göstermiştir. d)İstanbul ve Trabzon’da şubeleri vardır. e)Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkmasında dolaylı rolleri vardır. NOT: Bu cemiyetlerin ortak amacı Yunan Megalo İdea’sını gerçekleştirmektir 4-Kordos Cemiyeti a)Etnik-i Eterya’nın bir kolu olarak faaliyet göstermiştir. b)Doğu Karadeniz’e göçmen adı altında silahlı Pontus çeteleri göndermiştir. b-Ermeni Cemiyetleri 1-Zaven Efendi, Hınçak (1887) ve Taşnak Sütyun (1840) Cemiyetleri : a)Bu cemiyetlerin ortak amacı Doğu Anadolu’daki Ermenilerin bağımsızlığını sağlamak, Ermenileri silahlandırmak ve Ermeni milliyetçiliğini yaymaktır. b)Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermeni Devleti kurmak amacı ile Ermeniler tarafından kurulmuştur. c)Merkezleri İstanbul Ermeni Patrikhanesi idi . d)Bu cemiyetlere bağlı Ermeni İntikam Alayları büyük katliamlara giriştiler. e)Ermenileri Fransızlar desteklemiştir. 2-Ermeni İntikam Alayı a)Adana'da Fransızların yardımıyla kurdukları intikam alayı ile büyük katliamlara girişmişlerdir. c-Yahudi Cemiyetleri 1-Alyans İsrailit ve Makkabi Cemiyeti a)Merkezleri İstanbul’dur. Ancak burada etkili olamadılar. İstanbul’daki Yahudi gençler tarafından kurulmuştur. c)Büyük İsrail Devleti’ni kurmayı amaçlamışlardır. d)Türklere karşı Rumlarla işbirliğine girdiler. Hahambaşı patrikle birlikte faaliyetlerde bulundu Azınlık Cemiyetlerinin Genel Özellikleri 1)Mondros Antlaşmasıyla meydana gelen ortamdan yararlanarak kurulmaları. 2)İtilaf Devletleri tarafından kurulmaları ve desteklenmeleri. 3)Anadolu'nun işgalini kolaylaştırmaya yönelik olmaları. 4)Türk topraklarını parçalayarak, Wilson ilkelerine göre milli devletlerini kurmak istemeleri. 5)Milli birlik ve bütünlüğümüzü bozmaya yönelik olmaları. B.Milli Varlığa Düşman Cemiyetler (Türklerin Kurduğu Zararlı Cemiyetler) 1-Kürt Teali Cemiyeti a)İngilizlerin yardımıyla Seyit Abdülkadir tarafından İstanbul’da kurulmuştur. Cemiyet, İngilizlerden destek ve yardım alıyordu. b)Wilson İlkeleri’nden yararlanarak Doğu Anadolu Bölgesinde bir Kürt Devleti kurmak amaçlanmıştır. c)Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile birleşmeyi reddetmiştir. 2-İslam Teali Cemiyeti a)Merkezleri İstanbul’dur. Konya ve çevresinde de yoğun faaliyetlerde bulunmuşlardır. Ülkenin kurtuluşunu hilafet ve saltanatta görmüşlerdir. c)Ümmetçilik düşüncesini savunmuşlardır. d)Anadolu’daki Milli Mücadele’yi engellemek için İstanbul’daki bazı müderrisler tarafından kurulmuştur. 3-Sulh ve Selamet-i Osmaniye Fırkası a)Merkezleri İstanbul’dur. İttihat ve Terakki karşıtlarından oluşmuştur. c)Padişaha bağlılığı savunmuşlardır. üVatanın kurtuluşunun, padişahın ve halifenin buyruklarına sıkı sıkıya uymakla mümkün olacağına inanan bir cemiyettir. d)Meşrutiyet ve demokrasi ilkelerine bağlı siyaset takip etmişlerdir. e)Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile işbirliği yapmıştır. f)İngilizlerden maddi destek görmüştür. 4-Hürriyet ve İtilaf Fırkası a)Merkezi İstanbul’dur. b)1911’de İttihat ve Terakki Partisi’ne karşı olanlar tarafından kurulmuştur. c)Anadolu’daki Kurtuluş Hareketini İttihatçılar ile işbirliği yapan maceracı bir hareket olarak değerlendirmişlerdir. d)Mondros’tan sonra Milli Mücadele’ye karşı iç ayaklanmalarda öncü olmuşlardır. e)İngilizlerle beraber hareket etmiştir. 5-İngiliz Muhipleri (Sevenleri) Cemiyeti a)İngilizler tarafından Sait Molla isminde birine İstanbul’da kurdurulmuştur. İngiliz mandasını savunmuşlardır. c)Osmanlı Devleti (Vahdettin, Damat Ferit ve İçişleri Bakanı Ali Kemal üyeleri) tarafından desteklenmiştir d)Derneğin başkanı Fru (Frew) idi. e)Cemiyetin gizli amacı memleket içinde örgüt kurarak isyan ve ihtilaf çıkarmak, ulusal bilinci yok etmek ve yabancı müdahalesini kolaylaştırmaktır. üİngiliz gizli servisince yönlendirilen dernek, İngiltere’nin doğu siyasetini destekler. İngiltere ile Osmanlı saltanatı arasındaki ilişkileri kuvvetlendirmek amacıyla kuruldu. Çalışmaları Hürriyet ve İtilaf fırkasınca desteklendi. Asıl amacı, ulusal direniş girişimlerini yok etmektir. 6-Wilson Prensipleri Cemiyeti a)Merkezi İstanbul’dur. b)Osmanlı Devleti’nin kurtuluşunun ancak İngilizlerin yardımı yerine ABD’nin mandası ile mümkün olabileceği savunulmuştur. Amerika'nın mandasına girerek kurtulmayı ve hızla uygarlaşmayı hedeflemekte idiler. c)Halide Edip (Adıvar), Ahmet Emin (Yalman) ve Refik Halid gibi şahsiyetler bu cemiyetin önemli isimleri arasındaydı. d)Sivas Kongresi'nde etkili olmuş, fakat susturulmuşlardır. e)Cemiyetin kurucularından bir kısmı Kurtuluş Savaşı’nda Milli Mücadelecilere katılmıştır. Milli Varlığa Düşman Cemiyetlerin Genel Özellikleri 1)Saltanat ve Hilafetçi bir düşünceye sahip olmaları. 2)Milliyetçiliğe karşı ümmetçi bir anlayışta olmaları. 3)Ülkemizde çıkarları olan büyük devletler tarafından kurulmuş veya yönlendirilmiş olmaları 4)Manda ve himayeye taraftar olmaları. 5)Milli birlik ve bütünlüğü bozmaya yönelik olmaları. 6)Osmanlı Hanedanını yaşatma ve devam ettirme gayretinde olmaları. Zararlı Cemiyetlerin Ortak Özellikleri 1)Emperyalist devletlerin çıkarlarına hizmet etmişler,ülkenin işgalini kolaylaştırmışlardır. 2)İç ayaklanmalara sebep olmuşlar,ulusal kurtuluşu bir süre engellemişlerdir. 3)Kendi çıkarlarını millet çıkarlarından üstüm tutmuşlar,Türk milletinin öz gücüne ve bağımsız yaşama azmine inanmamışlardır. 4)Mandacı olanlar,bağımsızlığın mandacılıkla sağlanacağı gibi bir görüşü savunmuşlardır. 5)Ulusal bilinç ve birliği parçalamaya çalışmışlardır. 6)Ulusal Egemenlik kavramına inanmamışlardır. @ Yararlı ve zararlı olmak üzere kurulan cemiyetlerin tamamı Mondros Ateşkes Anlaşmasının meydana getirdiği olumsuz şartlardan ortaya çıkmıştır. En önemli ortak özellikleri budur. Zararlı cemiyetler, işgallerin devam ettiği sürede faaliyet göstermişlerdir. Yararlı cemiyetler ise Sivas Kongresinde birlik altında toplanarak milli kurtuluş hareketinin sonuna kadar faaliyetlerde bulunmuştur. II)YARARLI (MİLLİ) CEMİYETLER Türk milleti, Mondros’tan sonra başlayan işgaller üzerine haklarını savunmaya başlamıştır. Osmanlı hükümetinin olaylara kayıtsız kalması milletin harekete geçmesine neden olmuştur.Türk yurdunun parçalanmasını önlemek için çeşitli bölgelerde milli amaca hizmet edecek nitelikte mahalli cemiyetler kurulmuştur . Bu cemiyetlere genel olarak Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri (Hakları Savunma Dernekleri) adı verilmiştir Kuruluş Nedenleri: 1)İşgallere, işgalcilere ve zararlı cemiyetlere tepki, 2)İşgaller karşısında padişah yönetiminin bir şeyler yapmayışı, 3)Halkın kendisini bilinçli bir şekilde örgütlenerek koruma isteği. 4)Milliyetçi bilincin gelişmiş olması. 1-Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ( 7 Kasım 1918 ) a)Trakya’nın Yunanlara verileceği endişesi ile Edirne’de kurulmuştur. b)Osmanlı Devleti parçalandığı takdirde Batı Trakya ile birleşerek, Trakya Cumhuriyeti’ni kurmayı amaçlamıştır. Zamanla Kuva-i Miliye hareketine dönüşecek olan silahlı mücadeleyi esas almıştır. c)Doğu Trakya’nın Yunanistan’a verilmesini önlemek ve Mavri Mira’nın zararlı faaliyetlerini önlemek amaçlarındandır. d)Mondros’tan sonra kurulan ilk direniş cemiyetidir e)Lüleburgaz, Edirne kongrelerini düzenlemişlerdir. Edirne Kongresi’nde (9-13 Mayıs 1920) TBMM’ye bağlılık kararı almıştır. 2-İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti (1 Aralık 1918) a)İzmir’de Nurettin Paşa tarafından kuruldu. Bu cemiyetin ilk adı “Müdafaa-i Vatan Heyeti”dir. İzmir’in Yunanlara verilmesini engellemek amacı ile kurulmuştur. c)Zamanla (Alaşehir Kongresinden sonra) İstanbul’da da etkinlik gösteren bu cemiyet , ulusal mücadeleye yardımcı gizli cemiyetlerle anlaşarak ,Anadolu’ya silah ve cephane kaçırılması işinde yardımcı olmuştur. d)Basın yolu ile sesini duyurmaya çalışmıştır. e)İttihatçı ve Bolşevik olmakla suçlanmışlar, düzenli bir cemiyet olamamışlardır. f)Cemiyet ismini İzmir’in işgal edileceği haberinin alınması üzerine “İzmir Reddi İlhak Cemiyeti” olarak değiştirmiştir. 3-İzmir Redd-i İlhak Cemiyeti a)İzmir’in işgali üzerine kurulmuştur. İzmir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti işgalden bir gün önce bu ismi almıştır. B)I.ve II. Balıkesir Kongresi ile Alaşehir Kongresi’ni düzenlemişlerdir. c)Yunan işgaline fiilen karşı koymuş bir cemiyettir d)Kuvay-i Milliye hareketinin başlamasını da sağlamıştır 4-Kilikyalılar Cemiyeti (21 Aralık 1918) a)İstanbul’da Ali Fuat Paşa’nın gayretleri ile kurulmuştur. b)Adana ve çevresinin Ermenilere verilmesini engellemek ve Fransız işgalinden korumak için kurulmuştur. c)Bölgedeki ulusal güçleri birleştirmek içim 30 Mayıs 1920’de Pozantı Kongresi’ni düzenlemiştir. 5-Trabzon Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti (12 Şubat 1919) a)Merkezi Trabzon olmak üzere Trabzon ve çevresinde Pontus Rum Devleti’nin kurulmasını engellemek için kurulmuştur. b)Erzurum Kongresinden sonra Doğu Anadolu Cemiyetinin bir şubesi haline gelmiştir 6-Trabzon Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti a)Trabzon ve çevresinde bağımsız bir Türk Devleti kurmak amacı ile kurulmuştur. İlk kurulduğunda padişaha bağlı iken daha sonra Milli Mücadele’ye katılmıştır. 7-Doğu Anadolu (Şark Vilayetleri) Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti a)4 Aralık 1918’de İstanbul’da kuruldu. b)Merkezi İstanbul’da bulunan bu cemiyet daha sonra Erzurum ve Elazığ da şubeler açmıştır. c)Doğuda bağımsız bir Ermeni Devleti’nin kurulmasını engellemek için kurulmuştur. Ermenilerin Doğu Anadolu'da nüfus olarak çoğunlukta olmadığını açıklamıştır. d)Cemiyet Ermenilerle mücadele etmek, Doğu illerinde Türklerin Ermenilere sayıca üstün olduğu kadar tarih, kültür ve uygarlık yönüyle de üstün olduğunu kanıtlamak için Fransızca Le Pays, Türkçe Hâdisât ve Albayrak gazetelerini çıkarmıştır. e)Cemiyet şu kararları almıştır: Kesinlikle Doğu Anadolu’dan göç edilmeyecek. Doğu illeri bir saldırıya uğrarsa birleşilecek. Bilim, din ve ekonomi alanında teşkilatlanılacak. f)Doğu Anadolu'da Türk ve Müslüman nüfusun fazla olduğunu belirtmiş ve Doğu Anadolu'nun bütünlüğünün korunmasını savunmuştur. g)Erzurum Kongresi'ni düzenlemişlerdir. h)Mustafa Kemal, Sivas Kongresinde Ulusal Dernekleri bu cemiyet aracılığı ile birleştirmiştir. En etkili olan cemiyettir. 8-Milli Kongre Cemiyeti (29 Kasım 1918) a)II. Meşrutiyet döneminde Türkçülük fikrini ve Türk milliyetçiliği hareketini Milli Eğitim vasıtalarıyla yaymak amacıyla kurulan “Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti” üyeleri tarafından İstanbul’da kuruldu. b)Partiler üstü bir cemiyet olarak kurulan Milli Kongre Cemiyeti’nin amacı; Türkler hakkında dünyada yapılmış ve yapılmakta olan propagandalara yayın yoluyla karşı koymak ve Türk milletinin haklarını, tarihi vazifelerini, medeni vasıflarını belirtmekti. c)1919 yılında Milli Kongre Türkler hakkında tanınmış yazarların sözlerini, dünya kamuoyunda Türklerin durumu ve Ermenilerin Müslümanlara yaptıkları zulümler hakkında vesikalar ve Fransızca eserler yayımlayarak etkili olmuştur. d)Türk vatanının kurtuluşu için bütün kurum ve cemiyetlerin birleşmesi gerektiğini belirtiyordu. Çünkü Türk milleti, ancak bu birlik ve dayanışmayı sağladığında başarıya ulaşacaktı e)“Kuva-yı Milliye” deyimini ilk kullanan cemiyettir. 9-Anadolu Kadınları Müfaaa-i Vatan Cemiyeti a)5 Kasım 1915’te Sivas’ta kuruldu. b)Vatanın bütünlük ve bağımsızlığı uğrunda bütün Anadolu’nun birliği çalışmak gayesiyle mitingler ve kongreler düzenlemiştir. c)Vatanın savunmasında kadınların da üzerine büyük görevler düştüğünü belirterek kadınların görevlerini yapmaya hazır olduklarını vurgulamışlardır. 10- Gizli Karakol Cemiyeti a)İstanbul'dan Anadolu'ya silah ve Cephane kaçırılmasında önemli bir rol oynadı. Milli Cemiyetlerin Ortak Özellikleri 1)Mondros Ateşkes Antlaşmasına ve işgallere bir tepki olarak ortaya çıkmışlardır. 2)Azınlıkların taşkınlıklarına karşı kurulmuşlardır. 3)Cemiyetlerin tabanını çoğunlukla eski İttihatçılar oluşturmuştur. 4)Cemiyetlerde “Türklük” duygusu ön plandadır. 5)Cemiyetler yalnız bulundukları bölgeleri kurtarmak için kurulmuş olup programları vatanın bütünlüğü özelliğini taşımazlar (Bölgesel amaçlarla kurulmuşlardır). 6)Genellikle basın ve yayın yoluyla mücadele etmişlerdir. Ancak işgallerle birlikte silahlı mücadeleye başlamışlardır. Yayın yoluyla bulundukları bölgelerde, Türklerin çoğunlukta olduklarını dünya kamuoyuna duyurarak işgallerin haksızlığını savunmuşlardır. 7)Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenmesine katkıda bulunmuşlardır. 8)Yeni bir Türk Devleti kurma amacı taşımazlar (Trakya Paşaeli Cemiyeti hariç). 9)Düşmanı belli bir süre oyalamışlardır. 10)Ulusal bilincin gelişmesine, yayılmasına, canlı tutulmasına kaynak olmuşlardır. 11)Halkın savaşı maddi ve manevi yönden desteklemesine öncülük etmişlerdir. 12)Bu cemiyetler kendiliklerinden oluşmuşlardır. Hükümet ya da her hangi bir organın katkısı yoktur. 13)Birbirlerinden kopuk ve bağımsız hareket etmişlerdir. Milli Cemiyetler; Sivas Kongresi’nde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı ile birleştirilmiştir. 14)Cemiyetler yöresel kongreler düzenleyerek siyasi ve silahlı mücadeleler yapmışlardır. 15)Yararlı cemiyetlerin başlangıçtaki en büyük eksikliği merkezi bir otoriteden ve birlikten yoksun olmalarıdır. Erzurum Kongresinde giderilmeye başlayan bu eksiklik, Sivas Kongresinde bütün derneklerin bir çatı altında toplanmasıyla tamamen giderildi. 16)Yararlı cemiyetler genellikle İstanbul ve çevresinde kurularak faaliyet göstermiştir. İstanbul’da kurulmalarının en önemli nedeni, devletin merkezi olmasından dolayı haberleşme ve ulaşımın kolay olmasıdır Ayrıca basın ve yayın merkezi olması da etkilidir Cemiyetlerin hemen hemen hepsinin kuruluşunda dayandıkları nokta Wilson İlkeleri’dir.
  17. Şeyh Sait İsyanı Kronolojisi ŞEYH SAİD İSYANI KRONOLOJİSİ 11 Ocak 1918 :Kazım Karabekir in Ordu Komutan vekili olarak “Kürt” meselesinin halli için görüşlerini ilgili makamlara göndermesi 4 Aralık 1918: Vilayet-i Şarkıye Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin kurulması, kurucu üyeleri Şair Süleyman Nazif, Mahmut Nedim Bey eski Beyrut Valisi Hakkı Bey, Bâyezid Millet Vekili Şefik Bey, Diyarbakır Milletvekili Fevzi ve Lütfü beylerdir. 4 Ağustos 1919: Dr. Şükrü Baban ve eski polis müdürlerinden Halil Bey’in ABD’lerinin Anadolu’daki inceleme komisyonuna Bağımsız Kürdistan kurulması için başvurmaları. 12 Ocak 1920: Yeni seçilen Millet Meclisi İstanbul’da toplandı. (M.Kemal bu meclise mebus seçilmiş olmasına rağmen katılmadı.) 28 Ocak 1920: İstanbul Meclisi, Misak-ı Milli’yi kabul etti. Bu kararda M.Kemal’in etkileri büyüktü. Felah-ı Vatan grubu üyelerinin tesirleriyle alınan Misak-ı Milli kararı, aslında Anadolu’da yapılan kongrelerin ve Amasya genelgesinin bir şekilde tesirleri olarak yansımıştı. 11 Nisan 1920: Osmanlı Mebuslar Meclisi, padişah tarafından resmen dağıtılınca; halkın yönetiminin Anadolu’ya kayması ve Kuvayi Milliye teşkilatının meşruluğu ortaya çıkmaya başlamıştı. 23 Nisan 1920: tarihinde açılan TBMM’nin yeni Türkiye devletinin kuruluşunu tescil eden en önemli devrim yasası olarak algılanmalıdır. Teşkilatı Esasiye Kanunu: kanun no:85 Kabul tarihi 20 Ocak 1921’in Hakimiyet bila kaydü şart milletindir diye başlayan 9 maddelik anayasa başlı başına bir etken iken. 29 Nisan 1920: TBMM Hıyanet-i Vataniye kanununu kabul etti. 29 Nisan 1920: Fes giyilmesinin yasaklanması teklifi TBMM’de red edildi. 18 Temmuz 1920: TBMM hükümeti, Ulusal And’ı kabul etti. 10 Ağustos 1920: Sevr Anlaşması İstanbul hükümeti tarafından kabul edildi. 11 Eylül 1920: Kurtuluş Savaşındaki asker kaçakları ile ilgili yasa ve bununla ilgili İstiklal Mahkemeleri Yasası kabul edildi. 20 Ocak 1921: Türkiye Devletinin ilk anayasası kabul edildi. 12 Nisan 1921: Fes giyilmesi TBMM tarafından yasaklandı. 20 Ekim 1921: Fransa ile Ankara Anlaşması imzalandı. İngilizler bu anlaşmaya tepki gösterdiler. 21 Ekim 1921:“Kürdistan İstiklal Cemiyeti” tarafından “Kürtleri” İstiklale davet eden beyannamenin İstanbul ve doğu vilayetlerinde dağıtılması (Sakarya savaşı kazanılınca telaşa düşen hainler, ihanete başladılar- Kürt meselesi hep Yunan faaliyetleri ile koordinelidir.) 27 Mart 1922: Trabzon milletvekili Ali Şükrü’nün Topal Osman tarafından öldürülmesi (hadise yakın tarihimizde sivil asker uyuşmazlığı olarak kabul edilir). Topal Osman Ulus’ta ölü ele geçirildi. 1 Nisan 1922: Karar no:369, no:11 Teşkilatı Esasiye Kanununun maddei müzeyyelesinin ilgasına ve tecdidi intihabata dair heyeti umumiye kararı “yeniden intibat icrası karargir oldu”. 26 Haziran 1922: Ankara Hükümeti İran tarafından resmen tanındı. 21 Ekim 1922: General Kazım Karabekir, 3 ncü Ordu Müfettişliğinden 1 nci Ordu Müfettişliğine atandı, yerine Gn.Cevat Şakir Çobanlı atandı. 30 Ekim - 1Kasım 1922: TBMM Osmanlı saltanatını kaldıran ve yeni Türkiye Devletinin onun yerini aldığını onaylayan 307 ve 308 sayılı kararları aldı. 18 Kasım 1922: Abdülmecid TBMM tarafından Halife seçildi. 25 Ocak 1923: Türkiye, Cemiyet-i Akvama başvurmuştur. Türkiye henüz Cemiyet-i Akvamın üyesi değildir. 26 Ocak 1923: Tarihli Vakit Gazetesi, M.Kemal’in İzmit konuşmasında (17 Ocak 1923) Kürtler hakkında sorulan soruya yanıtını yayınlıyor (Ahmet Emin Yalman Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim) İzmit Konuşmasının tam metninde Ahmet Emin Yalmanın beyanları doğrultusunda bir taahüt’ün geçmediği anlaşılıyor.Ancak “Kürtçülük” akımına destek veren bu yazarın iddiaları bölücüler arasında pek itibar edilerek dayanak olarak kullanılmaktadır. 6 Mart 1923: Salı günü, TBMM’de Musul sorununun görüşülmesi. 13 Ekim 1923: Ankara’nın başkent olması. 29 Ekim 1923 : Cumhuriyetin İlanı, Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanı seçilmesi, İsmet paşanın ilk Cumhuriyet kabinesini kurması, 8 Aralık 1923: İstanbul’da görev yapmak üzere İstiklal Mahkemesinin (31 Ocak 1922 gün ve 249 sayılı yasa ile) üyeleri belirlendi. 7 Ocak 1924: Ulusal Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkan 150 kişi yurtdışına sürüldü. (Bunlar hakkında af yasası 24 Haziran 1938’de kabul edildi) 15 Şubat 1924: İzmir’de Ordu Harp Oyununun başlaması ve devrim kanunlarının çıkarılması ile ilgili çalışmaların yapılması.Hilafetin kaldırılacağı hususunun Harp Oyununda tartışılması 3 Mart 1924: Kanun no:429 Şer’iye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekaletlerinin kaldırılması. 3 Mart 1924: Öğretim birliği kabul edildi. (430 sayılı yasa) 3 Mart 1924: 431 sayılı kanun ile Hilafetin kaldırılması. Halife ve saltanat mensuplarının yurtdışına çıkarılması. 8 Mart 1924: Dini mahkemelerin (Şeriye) kaldırılması 30 16 Nisan 1924: Kanun no:488 Mübadeleye tabi ahaliye verilecek emvali gayri menkule hakkında kanun.Doğudaki Ağaların ve “Kürtçü”lerin buna itirazı, Bölgenin demografik yapısının bozulacağı iddiaları 20 Nisan 1924: Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci Anayasası kabul edildi. (491 sayılı olan bu yasa 24 Nisan 1924 tarihinde yürürlüğe girdi.) 30 Nisan 1924: Kazım Karabekir paşanın “ Kürtler’ in “isyan edeceğini Çankaya da Gazi M. Kemale söylemesi, 19 Mayıs 1924: İstanbul, Haliç’te Musul Konferansının başlaması. 18 Haziran 1924: Kazım Karabekir paşanın dahiliye vekili Recep Peker’e muhtemel kürt isyanı hakkındaki endişelerini izah etmesi ve ikazı, 7 Ağustos 1924:Hakkari Valisinin Hangediği civarında pusuya düşürülmesi. 14 Ağustos 1924: Nasturi ayaklanmasına karşı alınacak tedbirler, Bakanlar kurulu toplantısında görüşüldü. 4 Eylül 1924: Nasturi Ayaklanmasını bastırma görevine katılan 18 nci Alay 1 nci bölükten Bitlis’li Yüzbaşı İhsan Nuri, Vanlı Teğmen Hurşitd, Teğmen Rasim, Teğmen Rıza, Tefik ve 275 er İran’a kaçtılar ve düşman ile işbirliği yaptılar. 11 Eylül 1924: Dahiliye Vekaletinin İstanbul Valisine Kürt bölücü hareketlerine karşı dikkatli olması hususundaki talimatı, 12 Eylül 1924: Nasturi ayaklanmasının başlaması. 12 Eylül 1924: Kürtlerin Palu’da bir “Kürt” kongresi yapması, Bu kongrenin ev sahipliğini seyh said. ve Kör sadi yaptı. 28 Eylül 1924: Nasturi ayaklanmasının bastırılması 30 Eylül 1924: Macar, Belçika ve İsveçli üyelerden oluşan üçlü Musul komisyonun teşkili. 7.Ekim 1924: M.Kemal’in Pasinler deprem bölgesine gelmesi.Afetzadelerin ihtiyaçlarının tespiti, Bölgede ve Ordudaki ”Kürtçü” faaliyetler hakkında Cumhurbaşkanı’na bilgi verilmesi,Cumhurbaşkanın direktiflerinin alınması, 8 Ekim 1924: Kürtlerin ilkbaharda isyan çıkaracağı hususunda alınan duyumların İstanbul polis müdürü tarafından Valiliğe rapor edilmesi, 10 Ekim 1924: Cibranlı Halit ve Yusuf Ziya’nın Erzurum’da yakalanması ve Bitlis’e sevki 14 Ekim 1924: İstanbul Polis müdürünün Valiliğe ikinci ikaz raporu. 26 Ekim 1924: 1 nci Ordu müfettişi Kazım Karabekir Paşanın görevinden istifa etmesi.Bu sırada Inci ordu batıda üçüncü ordu başında Cevat Şakir (Çobanlı) paşa olmak üzere Diyarbakır’a intikal etmiş ve Nasturi ayaklanmasını bastırmaya çalışıyor. 26 Ekim 1924:Çapakçur(Bingöl) baş muallimi Dündar Alp beyin Genç Vilayet merkezine kürtlerin isyan edeceği hakkındaki bilgi ve endişelerini bildirmesi.Bu yurtsever öğretmenin iftira attığı gerekçesiyle mahkemeye verilip hapis edilmesi sonra da Bu değerli öğretmenin sokak ortasında vurularak şehit edildi. Cenazesi iki gün vurulduğu yerde kaldı.Kimse tanıklık yapmadı ve faili meçhul durumuna düşürüldü. 30 Ekim 1924: 2 nci Ordu müfettişi Ali Fuat (Cebesoy) Paşa askeri görevinden istifa etmesi. Kasım 1924: Cibranlı Halit ve Şeyh Said’in akrabası Kasım’ın zararlı faaliyetlerinin M.Kemal’e bildirilmesi. 10 Kasım 1924: Halk Fırkası; Cumhuriyet Halk Partisi adını alması 13 Kasım 1924: Musul sorunu için teşkil edilen Üçlü Komisyonun göreve başlaması. İlk toplantısını Londra’da yapması. 17 Kasım 1924: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu 27 Kasım 1924 : Kazım Karabekir Halk fırkasından ayrıldı. 8 Aralık 1924 : Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası genel başkanlığa Kazım Karabekir, genel sekreterliğe Gn. Ali Fuat Cebesoy seçildi Partini Tüzüğünde 5 nci madde “ dine Hürmetkar olacağız” 7 madde “Halkın iradesiyle gerekli yönetim değişikliklerini yapacağız, ifadesi, 9 ncu maddesinde milli terbiyeyi esas alacağız gibi yanlış yorumlanacak , prensipler bu partinin faaliyetlerini, isyan sonrası kurulan Diyarbakır mahkemesinde, Şeyh said isyanı ile irtibatlandırılarak kapatılmasına karar verildi. 17 Aralık 1924: 3 ncü Ordu Müfettişi Cevat Şakir Çobanlı’nın 3 ncü Ordu Müfettişliğinden ataması çıktı yerine General Kazım İnanç tayin edildi. 22 Aralık 1924: Şeyh Said’in Erzurum vilayet talimatı ile ifadesinin alınması isteği. 30 Aralık 1924: Şeyh Said’in Hınıs’tan ayrılması 1925: Sason Ayaklanması 16 Ocak 1925: Musul Komisyonun 2 nci Toplantısını Bağdat ve Musul’da yapılması. “1928 yılında bitecek olan İngiliz manda yönetiminin 25 yıl daha uzatılması ve Kürtlere özerklik verilmesini kararlaştırması. 5 Şubat 1925: Çapakçur öğretmeni Zeki Dündaralp’in isyan hakkındaki ihbarını “Gerçek dışı beyanlarda bulunmak ve iftira atmak” suçundan 3 ay mahkumiyet ve meslekten çıkarma cezası verilmesi. 5 Şubat 1925: General Kazım İnanç 3 ncü Ordu Müfettişliği görevine başlaması. 8 Şubat 1925: Şeyh Said’in Pirani’ye (Dicle) gelmesi. 8 Şubat 1925: Dicle (Pirani)’de karakolun basılması. 11 Şubat 1925: Doğu Anadolu’da Şeyh Said gerici ayaklanması başladı. 13 Şubat 1925: Şeyh Said ve adamlarının Pirani nahiye merkezini ele geçirmesi. 13 Şubat 1925: Türkiye’nin; Musul Komisyonun raporuna itiraz ederek kararı Adalet Divanına götürmesi. Türkiye Divan Toplantısına katılmadı. Milletler Cemiyeti Estonyalı General Laidoner’den rapor istedi. İstenen raporda “Türkiye Hıristiyanlara kötü davranıyor...” sonucu çıktı. 13 Şubat 1925: Asilerin Lice postasını soyması ve Genç’e hücumları. 16 Şubat 1925: Binbaşı İbrahim komutasındaki müfrezenin Hani bölgesinde 500 kişilik asi kuvvetlerine taarruzu ve asilerin durulması, isyana karşı ilk defa askerin ciddi olarak karşı koyması, asilere komuta eden Piran (Dicle) okulu öğretmeni Fahri’nin öldürülmesi, müfrezeden Tğm. Fevzi ve bir erin yaralanması. 16/17 Şubat 1925: Şeyh Said’in Darahini (Genç)’ye girişi, Resmen şeyh said isyanın başlaması Genç vilayet merkezinin geçici başkent ilan edilmesi, vergilerin geçiçi bir süre Genç’e gönderilmesi, Diyarbakır ele geçirildikten sonra başkentin Diyarbakır a taşınacağının ilanı, 17 Şubat 1925: Hükümetin; Aşar vergisinin kaldırılması. (552 sayılı yasa) 18 Şubat 1925: 21 nci Süvari Alayının (komutanı Yarbay Hüsnü) Fis boğazında asilerin pususuna düşmesi ve büyük zayiat ile birliklerin geri çekilmesi. 19 Şubat 1925: Şeyh Said ve adamlarının Diyarbakır istikametine ilk aşamada Lice’ye hareketi. 20 Şubat 1925: Fis boğazında asilerle ikinci defa muharebe ve Yarbay Hüseyin’in şehit düşmesi 21 Şubat 1925: Bölgede sıkıyönetim ilan edilmesi. 22 Şubat 1925: Hani çarpışmaları ve asilerin Hani’yi ele geçirmesi 23 Şubat 1925 : İsyan bölgesinde bir ay süre ile örfi idare (Sıkıyönetim) ilan edilmesi, 23 Şubat 1925 : Başvekil Fethi beyin Terakki perver Cumhuriyet Fırkası başkanı Kazım Karabekir ile görüşmesi, Partinin kapatılması için yöneticilerden rica edilmesi, 23 Şubat 1925: Havit Bucağının asilerin eline geçmesi ve nahiye müdürünün asilerin eline esir düşmesi. 24 Şubat 1925: Asilerin Elazığ’a taarruzu,Elazığ ın düşmesi ve yağmalanması Halkın yağmayı görünce asilere verdiği desteği çekmesi, 24 Şubat 1925: Kazım Karabekir Paşanın mecliste konuşması ve dinin istismarını önleyecek yasal düzenlemeye destek vereceklerini belirtmesi, “Hıyanet_i Vataniye” kanunun kabulü, 24 Şubat 1925: Seferberlik ilanı, Takri-i Sükun Kanununun Kabulu 25 Şubat 1925: Dinin politik amaçlarla kullanılamayacağına ilişkin 556 sayılı yasa kabul edildi. 26 Şubat 1925: Şeyh Said’in Hani’ye gelişi ve isyanın genişlemesi. 3 Mart 1925: Fethi Okyar’ın istifası, İnönü’nün hükümeti kurması 4 Mart 1925: Takriri Sükun Yasası’nın kabulü (578 sayılı yasa) Doğudaki isyan nedeniyle çıkarılan bu yasa ile birlikte sıkıyönetim ilan edildi ve biri Ankara’da, diğeri isyan bölgesinde görev yapmak üzere iki ayrı İstiklal Mahkemesi kuruldu. 5 Mart 1925: M. Kemal’in milleti göreve çağırması 6/7 Mart 1925: Gecesi asilerin Diyarbakır’a hücumu 7 Mart 1925: İstiklal Mahkemelerinin göreve başlaması. 8 Mart 1925: Asilerin Diyarbakır’a hücumlarının kırılması Garnizon komutanı Mürsel paşanın fedakarlıkları ile asilerin geri püskürtülmesi, 9 Mart 1925: İngilizlere ait bazı belgelerin asilerden ele geçirilmesi 10 Mart 1925: Takviye birliklerinin Diyarbakır’a yetişmesi. 14 Mart 1925: Varto’nun asilerin eline geçmesi 24 Mart 1925: Hükümetin Halk Partisi Meclis Grubunda onaylanması ve aynı gün 122 kabul 22 karşı oyla TBMM’den güvenoyunu alması. 25 Mart 1925: Asilerin Diyarbakır taarruzlarının kırılması ve geri çekilmeye başlamaları 27 Mart 1925: Diyarbakır bölgesinin asilerden temizlenmesi 1 Nisan 1925: Palu’nun ve Hani’nin asilerden geri alınması, 74 ölüye karşılık 50 şehit ve yaralı veren güvenlik kuvvetlerinin fedakarlıklarını arttırması. 3 Nisan 1925: Kulp üzerinden Genç’e hareket ve birliklerin Murat vadisine geçişi 3 Nisan 1925: Kanun no:310, sıra no:12 Havalii Şarkiye muhacirlerinin iadesi ve mesakinin tamir ve inşası için tahsisat itasına dair kanun (Rus işgaline maruz kalıp batıya göç edenlerin geriye dönüşünü sağlayan yasanın kabulü) 4 Nisan 1925: Kığı bölgesindeki asilerin bir kısmının yakalanması 5 Nisan 1925: Asilerin Genç’e çekilmesi 7 Nisan 1925: İnönü’nün isyanın seyri hakkında Meclisi bilgilendirmesi 8 Nisan 1925: Birliklerin Kulp’a ulaşması 8 Nisan 1925: Kuruca Geçidini tutan asilere ordu birliklerinin taarruzu ve Çapakçur’un ele geçirilmesi. 8 Nisan 1925: Şeyh Said’in Genç’e gelmesi ve Çapakçur’dan gelen 500 asi ile birleşerek Solhan istikametine kaçışı 11 Nisan 1925: Beşiri bölgesinde asilerle çatışma ve 15 şehit 10 yaralı veren Alayın dağılması 12 Nisan 1925: Genç merkezi olan Darahini’nin 7 nci Tümen tarafından kurtarılması asilerin elinde olan 1 nci Süvari Tümeninden yüzbaşı Cemil ve Salim Jandarma Binbaşısı Mustafa 21 nci Süvari Alayından Binbaşı İbrahim, Süvari Alay Tabibi Yarbay Cemal, Tğm. Ömer birçok erin kurtarılması. 14 Nisan 1925: Cibranlı Miralay Halit ve Ziya Hurşit Bitlis’de idam edilmesi. 14 Nisan 1925: Çapakçur ve Genç bölgesinin asilerden temizlenmesi 14/15 Nisan 1925: Şeyh Said’in ve adamlarından bir kısmının VARTO yakınlarında Abdurahman paşa köprüsünde, 12 nci Tümen, 35 nci Alay (Komutanı Galip bey) 2 nci Tabur (Komutanı Selçuklu Hüseyin bey) un şiddetli ateşi karşısında kurtuluş çaresinin kalmadığını anlayarak 24 adamıyla birlikte teslim oldular. 15 Nisan 1925: İsyan hakkında resmi tebliğin yayımlanması 21 Nisan 1925: İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Raporunun 4 ncü maddesinde, ele geçen belgelerden İngilizlerin ayaklanmayı Irak'taki İngiliz yetkililerinin desteklendiğini kabul etmesi. 23 Nisan 1925: Tarihinde Genç Valiliğinin İçişleri Bakanlığına yazdığı yazıda; öğretmen Zeki Dündar Alp’in Lice’de bir suçtan aranmakta olan Galip ağanın evinden çıkarken gece karanlığında Galip ağa sanılarak, yanlışlıkla öldürülmesi. Olay tarihinde Lice As.Şubesinde görevli Tahsin Cahit, Çubukca’da öğretmeni “Liceli Yusuf-i Perişanoğlu Mustafa Tarafından” sokakta vurularak öldürüldüğü cesedin 2 gün kar üzerinde sokakta kaldığı ve kendisinin bu olaya tanık olduğunu bildirmiştir. Mayıs 1925: Kör Hüseyin Ağa isyana katılmadan dolayı (Genç/Servi) sürgüne gönderildi. 3 yıl sonra çıkan af ile döndü. Bir başka suçtan cezaevine girdi ve cezaevinde öldü. 14 Mayıs 1925: Seyit Abdülkadir ve arkadaşlarının Diyarbakır İstiklal Mahkemesinde yargılanması 26 Mayıs 1925: Şeyh Said ve arkadaşlarının yargılanmasına başlaması ve aralıksız yargılanma 27 Haziran 1925’de sona erdi. 27 Mayıs 1925: Abdülkadir ve arkadaşlarının idam edilmesi. 31 Mayıs 1925: Seferberliğin kaldırılması 1 Haziran 1925: Terhislerin serbest bırakılması 3 Haziran 1925: Terakki Perver Cumhuriyet Fırkasının kapatılması 22 Haziran 1925: General Kazım İnanç’ın 3 ncü Ordu Müfettişliğinden ayrılması üzerine yerine General İzzettin Çalışlar’ın atanması. 27 Haziran 1925: Şeyh Said ve arkadaşlarının aralıksız yargılanmasının sona erişi. 28 Haziran 1925: Mahkeme kararlarının tebliği, 29 kişinin idamına karar verilerek aynı gün gece yarısı asılarak idam edilmeleri. 24 Ağustos 1925: Mustafa Kemal ilk defa şapka ile halk içinde görülmesi. 2 Eylül 1925: Tekke ve türbelerin kapatılmasına, dini kıyafetlere ve memurların başlıklarına dair 2493 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı yayımlandı. 21 Kasım 1925: İsyan bölgesindeki sıkıyönetim uygulamasının bir yıl uzatılması. 25 Kasım 1925: Şapka giyilmesi hakkındaki 671 sayılı yasanın çıkarılması. 25 Kasım 1925: Türk Tarih Encümeni’nin İstanbul’da toplanması ve Türk tarihinin akademik seviyede tesbitinin başlaması. 30 Kasım 1925: Tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması, türbedarlıklar ile birtakım ünvanların kaldırılmasına dair 677 sayılı yasanın kabulü. 16 Aralık 1925: Milletler Cemiyeti, Musul İngiltere mandasındaki Irak’a bırakılması kararı. 26 Aralık 1925: uluslararası saat ve takvim kabul edilmesi. (697 sayılı yasa uygulama tarihi 1 Ocak 1926) 17 Şubat 1926: Medeni Kanun (yurttaşlık yasası)’un kabulü. 743 sayılı bu yasa 4 ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girdi. 28 Şubat 1926: İstiklal Mahkemeleri çalışmalarını 7 Eylül 1926’ya kadar uzatılmasına dair kararın kabulü. 1 Mart 1926: Türk Ceza Kanunu’nun kabulü. (765 sayılı yasa ile) 22 Mart 1926: Türk Dili Akademisi kurulmasına dair 789 sayılı kanunun kabulü. 10 Nisan 1926: İktisadi kuruluşlarda yazışmaların Türkçe yapılmasına dair 805 sayılı kanunun kabulü. 22 Nisan 1926: Borçlar Kanunu’nun kabulü. (818 sayılı yasa) 16 Mayıs 1926: 1 nci Ağrı Ayaklanması 18 Mayıs 1926: İstiklal Mahkemelerinin görev süresi 7 Mart 1927 tarihine kadar uzatılması. 27 Mayıs 1926: Mutki Ayaklanması 6 Haziran 1926: Musul’un İngiltere’ye devrini Türkiye’nin kabul etmek zorunda kalışı. 15 Haziran 1926: Mustafa Kemal aleyhinde düzenlenen İzmir suikasti’nin bir ihbar sonucu ortaya çıkarılması. 22 Kasım 1926: Sıkıyönetimin bir yıl daha uzatılması. 24 Aralık 1926: 1505 sayılı kanun ile hükümete arazi istimlakı hakkını tanıyan yetki genişletilerek istimlak edilecek arazinin Türk veya Türk kültürüne bağlı göçmenlere verilmesi hakkında değişiklik yapılması. 4 Ocak 1927: Günü Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi Sir O.Cleck’in Dışişleri Bakanı Austen Chamberlain’e verdiği raporda “Tarihte yalnız İngiliz İmparatorluğu ayrılıkçı güçlere kendisini uydurarak kendi yapısını koruma hünerini gösterebilmiştir” beyanı. 28 Mayıs 1927: Kanun no:203 Lozan’da akdolunan affı umumi beyanname ve protokolünde mevzubahis 150 kişilik listede isimleri yazılı şahısların Türkiye tabiyetinden çıkarılmaları hakkındaki kanunun kabulü. 16 Haziran 1927: 1515 sayılı yasa ile bölgede zararlı faaliyet gösteren aşiret ve ailelerin ve ağır ceza mahkumlarının batı vilayetlerinde iskanına yetki veren yasanın uygulanmasına başlandı. 19 Haziran 1927: Kanun no:1097 Hazineye intikal edecek araziler ve bu arazilerin topraksız çiftçiye dağıtılması. 23 Haziran 1927: Karar no:359, no:300 Yüzellilik listeye dahil eshas 28 Mayıs 1927 tarihli kanun mucibince Türk tabiyetinden çıkarıldığından, bu kanun gereğince muamele ifası hakkında umumi heyet kararı alınması. 2 Haziran 1929: Kanun no:1505 Şark manatıkı dahilinde mühtaç züraa tevzi edilecek araziye dair kanun. 2 Haziran 1929: Kanun no:1509 Muş vilayet teşkiline dair kanun. Bitlis vilayeti ilga olunarak; Bitlis, Varto, Bulanık, Malazkirt, Mutki kazaları ve Elaziz ve Siirt vilayetlerinden irtibatları kesilen; Çapakcur, Genç ve Sason kazalarından meydana gelen Muş vilayetinin teşkil edilmesi.
  18. Mehmet Akif'in Cuma gün camide yaptığı konuşma Mehmet Akif'in Cuma günü Camide yaptığı konuşma …Ankara’nın Hacettepe semtindeki küçük , güzel Tacettin Camisi Cuma günü dolup taştı. Mehmet Akif Bey acele etmede yerini aldı. Öksürerek sesini açtı: ‘Ey cemaat ! Bugün dünyada milyonlarca Müslüman var. Ne acıdır ki hiç birinin istiklali yok. Yalnız biz istiklal sahibiydik. Ama bizde yüzyıllardır elde ne varsa yabancılara verip geri çekile çekile yaşıyorduk. Bunun sebebi dinimiz midir ? Haşa . İslamiyet hayatı , aklı , mantığı , zamanın icaplarını reddetmez . İslamiyet dini ölüler dini değildir . Ama batı dünyası ilim ve fende ilerlerken biz Müslümanlar ne yaptık ? Her şeyi Allah’a havale ve emanet edip tembellik , cehalet ve bağnazlık içinde donup kaldık. Sonuç orada: dilenerek yaşayan hükümetler , harabeler ,ekilmemiş tarlalar , yakılmış ormanlar , hastalıklar , hurafeler , üfürükler , yolsuz , okulsuz köyler , pis şehirler. Milletin hayrı için ne düşünsen ‘ Olmaz ‘ diye dikilen ilimsiz hocalar. Her yeniliğe , ‘ Biz dedemizden böyle görmedik ‘ diye karşı çıkan yobazlar. Milletlerin hayatında duraklamak bile ölmek demek iken , biz tamamen durmuşuz. Geriden de geri bir hale düşmüşüz. Görünen köy kılavuz istemez. Yaşadığımız , ilkel bir hayattır. Peki batı ne halde ? Gemiler denizleri aşıyor , şimendiferleri dünyayı geziyor , uçakları havalarda dolaşıyor , ilim adamları hayatlarını araştırmaya vakfetmiş , halk ise mütemadiyen çalışıyor ve okuyor. Durum bu Fakat kudretleri arttıkça hırsları da çoğalıyor Asya’yı , Afrika’yı bitirdiler , şimdi sıra bize geldi Sevr Antlaşması’nı okudunuzsa anlamışsınızdır ki bunların bizden istedikleri artık toprak moprak değil , bu defa canımızı , varlığımızı istiyorlar. Müslümanlar ! Bizi yenmek için düşmanın elinde iki vasıta var: Birincisi kaba kuvvet . Önce kaba kuvvete başvurdular. Doğudan Ermeniler , güneyden İngilizler ve Fransızlar üstümüze yürüdü. İtalyanlar Konya’ya kadar yayıldı. Karadeniz boyunca silahlandırılmış Rumlar ayaklandırıldı. Yetmedi. Batıdan Yunan ordusunu sürdüler. Ne oldu ? Öldü sanılan Müslüman Türk doğruldu ve yurdunu savunmaya başladı. Sonuç? Artık ne doğuda düşman var ne güneyde Allah’ın yardımıyla ikisini de yendik. Pontus çetelerini susturmak üzereyiz. Karşımızda bir Yunan ordusunu kaldı. Onu da Sakarya’da bozduk. Batıya attık. Birde Boğazlar’daki Müttefikler var. Biz evelallah ikisinide yeneriz. Ama düşmanın ikinci bir vasıtası var ki birincisinden de güçlü: Nifak! Osmanlı Devletini bu silahla parçaladılar , sonrada bu parçaları teker teker yuttular. Öyleyse bugün de , yarın da herkes gözünü dört açmalı , kimin ve neyin hesabını birbirimizin gırtlağına sarılmamız isteniyor , bunu çok iyi düşünmeli. Aklımızı kullanmazsak böyle mazlum ve garip olmaya devam ederiz. ’ Ellerini kaldırarak duaya geçti: ‘Ya İlahi , bize tevfikini gönder…’
  19. ÇANAKKALE SAVAŞLARI'NIN ARDINDA BIRAKTIKLARI... MİLLÎ PARK- 1973 yılında ihdâs edilmiştir. Parkın kara sınırlarını Gelibolu Yarımadasının Saroz körfezindeki Kabatepe limanı ile Çanakkale Boğazında yer alan Akbaş iskelesi arasında çizilecek bir hat oluşturur. Sedd-ül bahir köyü çevresindeki Teke ve Hisarlık burunları, Ertuğrul, Morto, İkiz koyları, Alçıtepe, Kerevizdere, Zığındere ile Kuzeydoğu'da yer alan Arı burnu, Conkbayırı, Kocaçimen, Kanlısırt, Anafartalar ve Suvla koyları Millî Park sınırları içindedir. ÇANAKKALE ŞEHİTLER ÂBİDESİ, Morto koyunda, Hisarlık Tepesi üzerinde tüm şehitlerimizin hâtırâsına dikilmiştir. ÇAMBURNU ANITI- Eceabat - Sedd-ül bahir yolunun 2nci km.sinde yer alır. Anıt, Balkan ve Çanakkale Şehitleri adına 1962 yılında yaptırılmıştır. Anıtın boyu 2.5 m. dir. Çevresi demir motiflerle süslenmiştir. Anıtın bir yüzünde, "Burada Balkan ve Çanakkale Harplerinde şehit düşen binlerce kahramanlar yatar" yazısı, diğer yüzünde de "DUR YOLCU" şiirinin bir kıtası yer alır. HAVUZLAR ŞEHİTLİĞİ- Kerevizdere savaşlarında yaralanıp bu yerde vefat eden 2 subay ile 8 erin hâtırâsına 1961 yılında dikilmiştir. ZIĞINDERE SARGI YERİ ANITI- Alçıtepe köyünün Kuzeybatı'sındadır. 1947 yılında yapılmıştır. 25inci ve 26ncı Piyâde Alayları'nda şehit düşen bütün personel ve 2nci Tümen Kurmay Başkanı Kurmay Yüzbaşı Kemâl Beğ ile Zığındere'deki ilk yardım istasyonunda tedâvî görmekte iken düşmanın açtığı ateş esnâsında şehit olan askerlerimizin hâtırâsına inşâ edilmiştir. İLK ŞEHİTLER ANITI (CEPHÂNELİK ŞEHİTLİĞİ)- Sedd-ül bahir köyündedir. Çanakkale Savaşları'nın ilk şehitleri olan 5 Subay ve 81 er adına 1986 yılında dikilmiştir. YAHYA ÇAVUŞ ANITI- Sedd-ül bahir köyünün karşısında, Ertuğrul koyuna hâkim tepecik üzerinde yer alır. Anıt, 25 Nisan 1915 günü çıkartma yapan İngiliz kuvvetlerine kahramanca karşı koyan ve büyük kayıplar verdiren Yahya Çavuş ve takımı adına 1993 yılında yaptırılmıştır. SON OK ANITI- Alçıtepe köyünün yanındadır. Mülga' 7. Tümen Komutanlığı'nca 10.000 şehidimizin hâtırâsına 1948 yılında inşâ olunmuştur. NÛRİ YAMUT ANITI- 26 Haziran - 12 Temmuz 1915 târîhleri arasında yapılan Zığındere savaşlannda şehit düşen 10.000 kahramanımızın adına yaptırılmıştır. Alçıtepe köyünün 2,5 km. Batı'sındadır. MEHMET ÇAVUŞ ANITI- Düşmanın hiçbir zaman ele geçiremediği ve bu nedenle "Cesâret tepesi" diye adlanan tepede bulunmaktadır. Silâhı kırıldığından düşmana. taşla ve yumrukla hücûm eden Mehmet Çavuş'un hâtırâsına izâfeten, Mehmet Çavuş Anıtı olarak adlandırılmıştır. 57. PİYÂDE ALAYI ŞEHİTLİĞİ- Çanakkale Savaşları sırasında kahramanlıkları destanlaşan ve bütünü şehit olan 57. Piyâde Alayı Şehitleri hâtırâsına 1994 yılında yapılmıştır. CONKBAYIRI MEHMETÇİK ANITI- Conkbayırı'ndaki savaşta hayatını kaybeden Türk askerleri adına dikilmiştir. Çanakkale Savaşları'nın odak noktası olan ve düşmana ilk sillenin indirildiği Mehmetçik Parkı içersinde yapılan Anıt, tepeyi tümüyle kaplayacak tarzda ve kademeli olarak yükselen beş panelden oluşmaktadır. Bu beş panel, Tanrı'ya duâ eden bir insanın beş parmağını sembolize etmektedir. 6-10 Ağustos târîhleri arasında yapılan Sarıbayır savaşlarında Yeni Zelandalılar Conkbayırı'nın en uç noktasını ele geçirmeye çalıştılar. Fakat Mustafa Kemâl'in başında bulunduğu güçlü savunma karşısında başarısızlığa uğradılar. Ne Liman Von Sanders ve ne de bir başka komutanın göremediğini, o inanılmaz askerî dehâsı ile Mustafa Kemâl görmüş ve Conkbayırı ile Sarıbayır'ın bütün Güney yarımadanın anahtarı olacağını anlamıştı. Mustafa Kemâl, "Size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum..." emrini, işte bu Conkbayırı'nda vermiştir. KABATEPE TANITMA MERKEZİ- Çanakkale Savaşları sonrası harp sâhasında bulunan silâh, mermi, giyim, vb. malzemeler ile savaşların çeşitli sahnelerini gösteren fotoğrafların sergilendiği bir müzedir. ÇAMYAYLA ATATÜRK EVİ- Çanakkale Savaşları sırasında Mustafa Kemâl'in 19. Tümen Karargâhı olarak kullandığı ve bir odasında ikâmet ettiği ev, 1973 yılında müze hâline getirilmiştir. Müzede Mustafa Kemâl'in şahsî eşyâları, sivil ve askerî kıyâfetleri ile fotoğrafları sergilenmektedir. HASAN-MEVSUF ŞEHİTLİĞİ- Çanakkale deniz savaşları esnâsında inanılmaz cesâreti ile ün yapan Dardanos bataryası, Çanakkale'ye 12 km. uzaklıktadır. 18 Mart 1915 deniz savaşında şehit düşen Batarya Komutanı Üsteğmen Hasan ve Gözetleme Subayı Teğmen Mevsuf'un hâtırâlarına izâfeten şehitliğe ve içindeki küçük anıta Hasan-Mevsuf Şehitliği adı verilmiştir. 1990 yılında Çanakkale Valiliği'nce restore edilmiş ve çevre düzenlemesi yapılmıştır. ÇANAKKALE SAVAŞLARI'NIN KRONOLOJİSİ 3 Kasım 1914- İngiliz abluka filosunun boğazın dış istihkâmlarını topa tutması... 13 Aralık 1914- Mes'ûdiye zırhlımızın Sarısığlar koyunda demir üzerinde torpillenerek batırılması... 19 Şubat 1915- Düşman gemilerinin Sedd-ül bahir ve Kum Kale'ye taarruzu... Sedd-ül bahir ve Kum Kale'nin tahrîbi... 26 Şubat 1915- Tahrîbin ikmâli için düşman filolarından Sedd-ül bahir ve Kum Kale'ye müfrezelerin ihracı... 4 Mart 1915- Sedd-ül bahir ve Kum Kale tahrîbâtını tamamlayan düşman müfrezelerinin Türk taaruzu karşışında karadan çekilmeleri... 7/8 Mart 1915- Düşman gemileri bataryalarının sâhillerimizi yeniden dövmesi... 10/11 Mart 1915-(Gece) Boğaza hücûm eden bir düşman filosunun zâyiâta uğratılarak püskürtülmesi... 17/18 Mart 1915- (Gece) Nusret mayın gemisinin Karanlık limanın yukarı kısmına 20 torpillik mayın hattı döşemesi... 18 Mart 1915- (Sabah, saat: 11) İngiliz ve Fransız'ların 16 (18 *) harp gemisi ile Çanakkale Boğazı'na taarruzu... 18 Mart 1915- (Saat: 14) Çanakkale'nin ateşler içinde kalması... 18 Mart 1915- (Saat: 17:45) Fransız Bouvet zırhlısının bir torpile çarparak batması... 18 Mart 1915- (Saat: 17:45'ten sonra) Bouvet zırhlısının yerini almaya gelen İngiliz Irresistible gemisinin de aynı âkibete uğraması... 18 Mart 1915- (Saat: 17:45'ten sonra ) Irresistible gemisinin yardımına gelen İngiliz Ocean gemisinin de aynı âkibete uğraması... İngiliz Inflexible zırhlısının ağır sûrette yaralanması... Fransız Suffren ve Gaulois zırhlılarının top mermisi isâbeti ile büyük hasâra uğramaları... 24 Mart 1915- Yeni teşkîl edilen 80.000 kişilik 5. Ordu'nun (5inci Ordû-yı Hümâyûn) Alman Mareşal Liman von Sanders Paşa'nın emrine verilmesi... Ordunun Bolayır berzahı civarındaki 5. Fırka kumandanlığına Alman Miralay van Sanderstern'in, ve 7. Fırka kumandanlığına Remzi Beğ'in, Gelibolu yarımadası üzerindeki 9. Fırka kumandanlığına kaymakam Sami Beğ'in, Bigalı'da ordu ihtiyâtı olan 19. Fırka kumandanlığına Kaymakam Mustafa Kemâl Beğ'in, 2. Fırka kumandanlığına Kaymakam Refet Beğ'in getirilmesi... 25 Nisan 1915- (Güney cebhesi, Anadolu yakası) 3 Fransız müstemleke taburunun Anadolu kıyısında Kum Kale'ye çıkması... 25 Nisan 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Sedd-ül bahir kıyılarındaki ihrâc ile bir Fransız fırkasının Morto limanı kıyısına, iki İngiliz fırkasının da Teke burnunun iki tarafına çıkmaları... 25 Nisan 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Düşmanın Batı'da Zığın dere civârına 2 tabur çıkartması... 25 Nisan 1915- (Sabah,Saat 04:20), (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı burnu) 12.000 kişilik Avustralya fırkasının ilk kademesinin (1.500 kişi) Arı burnu'nun hemen Güney'indeki koya çıkarılması... Anzak'ların ileri harekâta başlamaları ve Kemal Yeri mevki'ine kadar ilerlemeleri... 25 Nisan 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı burnu) 9. Fırka, 27. Alay'ın yetişmesi ile, düşmanın ileri harekâtının geciktirilmesi... 25 Nisan 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı-Burnu) 19. Fırka kumandanı Kaymakam Mustafa Kemâl Beğ'in, fırkasının büyük kısmını Bigalı'da ihtiyâtta bırakarak fırkanın 57nci Alayı ile birlikte düşmandan önce Conk Bayırı'na gelmesi... 25 Nisan 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı burnu) 57nci Alay'ın Koca Çimen tepesi istikâmetinde hemen mukâbil harekete geçip düşmanı durdurması ve alayın cebheye tam intikâli... 26 Nisan 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Düşman'ın ilk umûmî taarruza geçmesi... Umûmî taarruzun püskürtülmesi... 26 Nisan 1915- (Güney cebhesi, Anadolu yakası) Anadolu kıyısına çıkan Fransız kuvvetlerinin bozulması... 26 Nisan 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı burnu) Anzak umûmî taarruzu... 26/27 Nisan 1915- (Gece), (Güney cebhesi, Anadolu yakası) Anadolu kıyısında Kum Kale 'ye çıkan ve burada bozulan kuvvetlerin Paşaeli sâhiline çıkarılmış olan esâs kuvvetlere iltihâkı... 27 Nisan 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı burnu) Bir cebel bataryasının korumasındaki yaklaşık 4500 kahraman Türk'ün Avustralya fırkasına karşı taarruzu... 28 Nisan 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Birinci Kirte savaşı... 3.000 telefât verdirilen düşmanın tard edilmesi... 28 Nisan 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı burnu) Anzak'ların mukâbil taarruzları... 1/2 Mayıs 1915- (Gece), (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Düşmanı denize dökmek için yapılan ilk mukâbil Türk taarruzu... 2 Mayıs 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı burnu) Karşılıklı Türk ve Anzak taarruzları... 3/4 Mayıs 1915- (Gece), (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Düşmanı denize dökmek için gerçekleştirilen ikinci mukâbil Türk taarruzu... 6 Mayıs 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) İkinci Kirte savaşı... İngiliz-Fransız umûmî taarruzları... 9 Mayıs 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) İngiliz-Fransız umûmî taarruzlarının kırılması... 11 Mayıs 1915- Hârbîye Nâzırı ve Başkumandan vekîli Enver Paşa'nın cebhe teftîşine gelişi... 12/13 Mayıs 1915- (Gece) Mukâvemet-i Millîye muhribimizin boğazdan çıkarak, İngiliz Goliath zırhlısını torpil ile batırması... 15 Mayıs 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Türk kuvvetleri mukâbil taarruzu... 18/19 Mayıs 1915- (Gece), (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Arı burnu) Türk kuvvetlerinin ağır toplarla dövülmeyen düşman mevzi'lerine taarruza başlaması... Anzak kuvvetlerinin, denize dökülmemek için, şiddetli savunması... 22 Mayıs 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Fransız'ların sol cenâhımıza taarruzları... Bu taarruzların Türk kuvvetlerince kırılması... 25 Mayıs 1915- Alman denizaltılarının İngiliz Triumph harp gemisini batırmaları... 27 Mayıs 1915- Alman denizaltılarının İngiliz Majestic harp gemisini batırmaları... 4 Haziran 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Üçüncü Kirte savaşı...Düşmanın 65.000 kişilik takviyeli 5 fırka ile 25.000 kişilik 37 Türk taburunun üzerine gelmesi... 5 Haziran 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Düşman taarruzlarının devâmı ve durdurulması... 28 Haziran 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Zığındere savaşı... İngiliz'ine Zığındere'ye taarruzu... 5 Temmuz 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Zığındere savaşının düşman taarruzlarının kırılmasıyla sonuçlanması... 12/13 Temmuz 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Kereviz dere savaşı... Fransız'ların yeni bir taarruzu... Bu taarruzun da başarısızlığa uğratılması... 13 Temmuz 1915- Ramazan Ayı'nın başlaması... 6 Ağustos 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) Düşmanın yeni bir umûmî taarruza başlaması... 6 Ağustos 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası) Kuzey cebhesinin daha Kuzey'inde üçüncü bir cebhe aşılması... Anafartalar cebhesi... 6 Ağustos 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Anafartalar) 17.800 kişi ile takviye edilen İngiliz ordusunun Anzak cebhesinin güney ucunda (Kanlı Sırt) taarruza başlaması... 6/7 Ağustos 1915- (Gece), (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Anafartalar) İngiliz taarruzunun, hedefi Koca Çimen olmak üzere, daha kuzeye sirâyet etmesi... 9. İngiliz kolordusunun Anafartalar kıyısında (Suvla limanı ve civârı) ihrâca başlaması... 20 tabur (13.000 kişi) 24 toptan oluşan İngiliz birlikleri üç noktadan karaya çıkması... 7 Ağustos 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Anafartalar) İngiliz kuvvetlerinin mecmuunun 26.750 kişiyi bulması...İngiliz'lerin bütün kuvvetleriyle taarruza kalkmaları...Bütünü 2,5 tabur olan Türk kuvvetlerinin muntazam bir şekilde adım adım güneydeki Ismail-oğlu tepesi ile kuzeydeki Kireç Tepe'ye çekilmeleri... Bolayır civârındaki 2 fırkamızın, cebrî yürüyüşle, cebheye yetişmesi... 8/9 Ağustos 1915- (Gece) Mustafa Kemâl Beğ'in, bütün Anafartalar grubu kumandanlığına tâyin edilmesi... 9 Ağustos 1915- Istanbul'dan Çanakkale'ye asker ve malzeme götüren Barbaros zırhlımızın, Marmara Denizi'ne sızan düşman denizaltıları tarafından batırılması... 9 Ağustos 1915- (Akşam), (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Anafartalar) İngiliz'lerin Koca Çimen taarruzunun, Miralay Mustafa Kemâl Beğ'in kumandasındaki kuvvetler ile, Conk bayırında durdurulması... Miralay Mustafa Kemâl Beğ'in bizzat cebheye gelmesi... 10 Ağustos 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Anafartalar) Türk ordusunun, topçu desteği olmaksızın iki yandan yaptığı süngü hücûmları ile düşmanı geriye atması... 11 Ağustos 1915- Ramazan Bayramı arefesi... 12 Ağustos 1915- Ramazan Bayramı... 12 Ağustos 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Anafartalar) Yeni ihrâc edilen 54üncü düşman fırkasının yaptığı taarruzun akâmete uğraması...Bu fırkanın 1inci Alay'ının Türk'ler tarafından esîr edilmesi... 14 Ağustos 1915- (Güney cebhesi, Paşaeli yakası, Sedd-ül bahir) 6 Ağustos 1915 günü başlayan umûmî düşman taarruzunun akâmete uğratılması... 21-22 Ağustos 1915- (Kuzey cebhesi, Paşaeli yakası, Anafartalar) General Hamilton'un yönetiminde yapılan takviyeli taarruzun da akâmete uğraması... 19/20 Aralık 1915- (Gece) Düşmanların Anafartalar cebhesinden mağlûb ve perîşan olarak çekilip gitmeleri... 19/20 Aralık 1915- (Gece) Düşmanların Arı burnu cebhesinden mağlûb ve perîşan olarak çekilip gitmeleri... 8/9 Ocak 1916- (Gece) Düşmanların Sedd-ül bahir cebhesinden mağlûb ve perîşan olarak çekilip gitmeleri... Kaynaklar: İslâm Ansiklopedisi Meydan Larousse Ansiklopedisi Yeni Türkiye Ansiklopedisi Büyük Türkiye Târîhi, T. Yılmaz ÖZTUNA Çanakkale'ye Yürüyüş, ATSIZ Îzâhlı Osmanlı Târîhi Kronolojisi, Ismâil Hâmi DÂNİŞMENT Not: * işâretli bilgiler Îzâhlı Osmanlı Târîhi Kronolojisi'nden alınmıştır.
  20. Bütün Türk'lerin Bilmesİ Gereken Bir Destan Çanakkale 1- Giriş... 1914-1918 'de Türkiye'nin de merkezî devletler yanında harbe girmesi üzerine, bir yandan Rus'lara yardım etmek, diğer yandan Garp cebhesinin üzerindeki Alman baskısını azaltmak maksadı ile İngiliz devlet adamları, donanmanın yardımı ile, Osmanlı İmparatorluğu'nu, en zayıf bir yerinden vurmayı düşündüler. Yakın Doğu'nun hassas noktası olan Istanbul 'u zabt etmek üzere, Çanakkale boğazı zorlanacak olursa, yalnız Rus'ların karşılaştıkları güçlükler azaltılmakla kalmayıp, Rusya ile doğrudan doğruya temâsa gelineceği, Süveyş kanalı ve Mısır üzerindeki tehdîtlerin ortadan kalkacağı, tereddütlü bir siyâset uygulayan eden Balkan devletlerinin i'tilâf cebhesine katılacağı ve bu suretle, bir çıkmaza girmiş gibi görünen harbin gidişi üzerinde büyük bir te'sîr oluşacağı fikri hâkim oldu. Her ne kadar, teşebbüsün muvaffak olabilmesi için, deniz ve kara kuvvetlerinin birlikte hareket etmesi ve darbenin bir baskın şeklinde olması gerektiğini ileri sürenler olmuşsa da, Çanakkale seferine, donanmanın boğazı zorlaması ile başlanmış, bunda muvaffak olunamayınca, tahkîmâtı karadan düşürmeye teşebbüs edilmiş, yakın Balkan harbinin intibâlarına dayanılarak, Türk'lerin ciddî bir mukâvemette bulunamayacakları farz olunmuştu. Bu tahmînlerin ne kadar yanlış olduğu çabuk meydana çıktı ve İngiliz'lerin "Gelibolu seferi" dedikleri Çanakkale Savaşları, 1915 yılında, buraya sevk edilen i'tilâf kuvvetlerinin sür'atle yıpranarak, geri çekilmeleri ile sona erdi. 2- Savunma düzenlemesi... İki sâhili tepelerden oluşan dar ve dolambaçlı boğaz, savunmaya pek elverişli bulunduğundan, iyi tabya edilmiş toplar, bol cephâne ve sağlam piyâde mevzi'leri sâyesinde, hemen hemen ele geçirilmez bir hâle getirilebilirdi. Fakat 1914 Ağustosu'nda boğazın tahkîmâtı, kuvvetli bir donanmanın tecâvüzüne dayanamayacak kadar zayıf görünüyordu. Dış savunma denilen tahkîmât, Sedd-ül bahir ve Kum Kale'ye konmuş 20 toptan ibâret olup, bunlardan yalnız dördünün son menzili 14.800 m., diğerlerininki ancak 7.500 m. idi. Ara savunma mevzi'leri bu sırada hemen tamâmiyle boştu. Elde mevcût bütün toplar, boğazın en dar kısmı olan iç savunma tertîbâtında toplanmıştı. 15-35,5 cm. çapında bulunan 78 toptan yalnız 18'inin son menzili 14.800-16.900 m. arasında idi. Cephâne son derece kıt olduğu gibi, silâhların kifâyetsizliği, kat'î savaşın boğazın içinde yapılmasını zarûrî kılıyordu. Bu bakımdan 1914 yılında, Ağustos ile Kasım ayları arasında, bâzı düzenlemeler yapıldı. Ara savunma sâhasına bataryalar yerleştirildi ve boğazın aşağı kısmı mayın (sâbit torpil) hatları ile kapatıldı. 3- Boğazın denizden zorlanması... Harb îlânından bir kaç gün sonra (3 Kasım 1914) İngiliz abluka filosu, boğazın dış istihkâmlarını topa tuttu. Bombardıman kısa sürmekle beraber, Sedd-ül bahir istihkâmları alt-üst olmuştu. Sonradan tabyalar tâmîr edildi ise de, bunların kuvvetli bir donanmaya karşı koyamayacağı anlaşıldığından, kuvvetleri arttırılmadı. Diğer yandan, mayın hatlarının varlığına rağmen, düşman deniz altı gemileri boğaza sokulabiliyor (13 Aralık 1914'te, 1876 İngiliz yapımı Mes'ûdiye zırhlımız Sarısığlar koyunda demirli hâlde iken torpillenerek batırılmıştır. Gemi kumandanı Beşiktaşlı Ârif Nebî Beğ, 10 subay ve 27 er şehit olmuşlardır.) ve hattâ Marmara'ya girerek, gemileri batırmak sûretiyle, Istanbul'dan Çanakkale'ye asker ve levâzım nakline engel oluyorlardı. Nihâyet Amiral Carden kumandasında bir müttefik filosu Cevad Paşa'nın kumandası altında bulunan Çanakkale istihkâmlarına karşı harekete me'mûr edildi. Harb plânı ilk safhada dış istihkâmların düşürülmesini hedefliyordu. Taarruz 19 Şubat 1915'te başladı. Dış tabyalar, top ateşi ile tahrîb edildi. 26 Şubat ile 4 Mart arasında Sedd-ül bahir ve Kum Kale'ye filodan düşman müfrezeleri çıkarılarak, tahrîb işi tamamlandı. Büyük bir deniz hücûmu, Carden 'in yerine gelmiş olan Amiral J. M. de Robeck kumandasındaki İngiliz ve Fransız harp gemileri tarafından 18 Mart 1915'te yapıldı. Düşmanın gâyesi boğazın orta kısmındaki tabyalar ile mayın tarlalarını koruyan bataryaları susturmaktı. Bundan sonra mayın tarayıcılar donanmaya yol açacaklar, harp gemileri de boğaza girerek, iç istihkâmları yakın mesâfeden tahrîb edecek ve buradaki torpiller de temizlendikten sonra, Marmara'ya geçmek imkânı elde edilmiş olacaktı. Plânlarının esâsı, savaş gemilerinin torpilden temizlenmiş sâhada kullanılması idi. Bunun için boğazın aşağı kısmını dikkatle taramışlardı. Fakat 17/18 Mart gecesi Nusret mayın gemisi, Mayın Kumandanı Yeniköy'lü Hâfız Nazmî Beğ ve Süvârî Tophâne'li kolağası Hakkı Beğ'in kumandasında, boğaza giren donanmanın dönüş manevrası yaptığı Karanlık Liman'ın yukarı kısmına elde kalan son 20 torpilden oluşan bir mayın hattı döşemişti. 16 harp gemisi (18 büyük zırhlı, bir çok muhib ve denizaltı *), 18 Mart sabahı saat 11'de üç filo hâlinde boğaza girip, tabyalara karşı şiddetle ateş açtı. İngiliz filolarına Amiral Robeck, Fransız filosuna ise Amiral Guépratte kumanda etmekte idiler. Düşmanın 316 (506 *) topuna Türk'ler 93 (150 *) topla karşılık veriyorlardı. Karadan yapılan karşılık zayıf kalıyordu. Saat 14'te Çanakkale ateşler içinde kalmış, tabyalar ile telefon irtibâtı kesilmiş, topların bir kısmı tahrîb edilmiş, bâzıları toprağa gömülmüş ve kamaları sıkışmış olduğundan, ateş çok zayıflamış bulunuyordu ki, öncülük etmiş bulunan Fransız gemileri, nöbet değiştirmek üzere, manevra yaparlarken, Bouvet zırhlısı, bir torpile çarparak 600 mürettebâtıyla birlikte battı. Yerlerini almaya gelen İngiliz gemilerinden Irresistible, iki saat sonra aynı âkıbete uğradı. Onun yardımına koşan Ocean suların dibine gömüldü ve Inflexible zırhlısı da ağır sûrette yaralandı. Bundan başka, Fransız'ların Suffren ve Gaulois zırhlıları da, top mermisi isâbeti ile, büyük hasâra uğramışlardı. Bunun üzerine düşman donanması geri çekilmeye mecbûr kaldı. Bu suretle Cevad Paşa emrinde Çanakkale istihkâmları müttefik donanmasına karşı tam bir galebe kazanmış oldu. Onların ağır zâyiatına karşılık (2000 küsûr), Türk'lerin kaybı, bir cephânelik, bir ağır top, 25 şehit (3 subay, 22 er) ve 61 yaralı (2 subay, 59 er) dan ibâret idi. (Bizim zâyiâtımız 44 şehit, 70 yaralı ve 8 toptan ibârettir. 22 şehit ve 74 yaralıdan da bahsedilir. 8 toptan 6'sı sonradan tâmir edilmiştir. *) 18 Mart hücûmunun uğradığı bu âkıbet, karadan yardım görmedikçe donanmanın boğazı geçemeyeceğini meydana çıkarmış oldu. Bundan sonra boğaz bir daha denizden zorlanmadı ve deniz hücûmu ile karaya çıkış arasında 5 hafta geçmesi de, Türk'lere vakit kazandırdı. 4- Kara savaşlarına hazırlık... Deniz hücûmunda uğradıkları başarısızlık i'tilâf devletlerini karadan taarruza geçmeye sevketti. Bunun üzerine, Akdeniz müttefik kuvvetleri baş kumandanlığına tâyin edilen Sir Ian Hamilton'un emrine verilmiş 75.000 kişilik bir ordu adalara yığılmaya başladı (umûmî karargâh Limni adasında Mondros limanı ). Bu ordu, Arı burnu cebhesine çıkartılacak Avusturalya Yeni Zelanda kolordusundan (General Birdwood), Sedd-ül bahir kesimine çıkartılacak İngiliz (General Hunter Weston) ve Fransız (General d'Amade, sonra General Gouraud ve onun yaralanmasını tâkiben General Bailloud) kuvvetlerinden oluşuyordu. Bunlara karşı takrîben 80.000 kişilik Türk kuvveti. 5. Ordu (5inci Ordû-yı Hümâyûn) adı altında toplanarak, 24 Mart'ta Alman Mareşali Liman von Sanders Paşa'nın (Limon Paşa) emrine verildi. Bu kuvvetlerin kumandanları şu zâtlar idi: Bolayır berzâhı civârındaki 5. ve 7. Fırkaların kumandanları Miralay van Sanderstern ve Remzi Beğ, Gelibolu yarım adası üzerindeki 9. Fırka kumandanı Kaymakam Sami Beğ; 19. Fırka (ordu ihtiyâtı olmak üzere, Bigalı civârında) kumandanı Kaymakam Mustafa Kemâl Beğ; 2. Fırka kumandanı Kaymakam Re'fet Beğ. Liman von Sanders bu kuvvetleri, her tarafa dağıtmak yerine, îcâbında derhâl harekete geçecek şekilde, toplu bulundurdu ve sâhile ancak ileri karakollar yerleştirdi. İ'tilâf seferî hey'eti baş kumandanlığı, i'tinâlı bir tetkikten sonra, iki cebhe üzerinden harekete geçmeye karar vermişti. 29. İngiliz Fırkası ve Fransız kuvvetleri yarım adanın güney ucunda 4 yerde karaya çıkacak, ilk hedef olarak, Alçı Tepe'yi alacak ve sonra Kilitbahir üzerine yürüyecekti. Kaba Tepe kuzeyine çıkartılacak Avustralya-Yeni Zelanda kuvvetleri de boğazın dar kısmına doğru kat'î bir hamle yapacaklardı. Bu kuvvetler çıkartılırlarken Beşike Limanı'nda ve Bolayır berzâhında şaşırtma hareketleri yapılacak ve Fransız kuvvetleri tarafından da Kum Kale civarında bir oyalama muhârebesi verilecekti. 5- Kıyıda savaşlar... Çıkartma hareketleri: 25 Nisan 1915 sabahı erkenden başladı. Anadolu kıyısında Kum Kale'ye çıkarılan 3 Fransız müstemleke taburu oradaki bölük tarafından karşılandı. Fransız'lar, Kum Kale'yi ele geçirdiler ise de, Yenişehir'e doğru ilerleyemediler, gittikçe artan tazyik karşısında, 26/27 Nisan gecesi burayı terk edip, çekildiler ve karşı sâhile çıkarılmış bulunan esâs kuvvetlere katıldılar. Buradaki iki günlük çarpışmalarda Fransız'ların 780'i (778 *) telef olurken Türk'ler 1.750 şehit verdiler. Sedd-ül bahir kıyılarındaki çıkartma, sâhili delik deşik ettiği hâlde, Türk'lerin mâneviyatını sarsamayan şiddetli bir topçu ateşinden sonra, yapıldı. İlk gün Morto limanı kıyısına çıkan Fransız kuvvetleri ile Teke burnunun iki tarafına çıkarılan İngiliz müfrezeleri, oldukları yerden ileri gidemediler. Sedd-ül bahir'e gelen İngilizler, kale harâbeleri arasında gizlenen bir iki ağır makinalı tüfekle donatılmış Türk kuvvetleri tarafından karşılandılar ve akşama kadar 300 zâyiat verdikleri hâlde, bir adım ilerleyemediler. Batı'da Zığın-Dere civârına çıkarılan 2 tabur, acele yetişen Türk kuvvetlerinin baskısı ile, burayı terke mecbûr oldu. Arı burnu'nun hemen Güney'indeki koya çıkan düşman kolordusuna (Australian and New Zeeland Army Corps ) ilk harfleri ile, İngilizler tarafından ANZAC (Anzak) denilmiş ve bu cebheye de kendilerince aynı ad verilmiştir. İşte bu Anzak'lar 25 Nisan sabahı saat 04:20'de ilk kâfile olarak 1500 kişiyi karaya çıkardılar. Bu cebhedeki gözetleme postalarımız geri çekilmeye mecbûr kaldıklarından her ne kadar 27. Alay'ın yetişmesi ile, düşmanın ileri hareketi bir az geciktirilmiş ise de, vazîyet endîşe verici idi. Çünkü düşmanın 2500 kişilik öncü kuvveti, ardından da asıl kuvvetinin 4000 kişisi de karaya çıkmıştı. Bu kuvvete karşılık Türk birliği sâdece bir taburdan ibâretti. Bu tabur düşmanı oyalayarak mümkün olduğunca ağır geri çekilmeye başlamıştı. İşte o arada 19. Fırka kumandanı Kaymakam Mustafa Kemâl Beğ, taarruzu haber alınca, asıl tehlikenin nerede olduğunu derhâl kavradı. Emir beklemeksizin, ihtiyâtta bulunmasına rağmen, fırkasının yine de büyük kısmını Bigalı'da ihtiyâtta bırakarak, fırkanın 57nci Alayı ile birlikte düşmandan önce Conk Bayırı'na geldi. Koca-Çimen tepesi istikâmetinde hemen mukâbil harekete geçti ve düşmanı durdurdu. Bu davranış 57nci Alay'ın cebheye tam intikâli için gereken zamânı kazandırmıştı. 6- Çıkartmadan sonraki savaşlar... a- Düşman 25 Nisan'da güney cebhesi olan Sedd-ül bahir'e biri Fransız, ikisi İngiliz olmak üzere 3 fırka ile (40.000 kişi) çıktı. Bu çıkartmayı 6 zırhlı, 4 kruvazör ve pek çok sayıda muhrib denizden top atışı ile desteklediler. Bu destek ile fırkalar 5 noktadan (Zığındere, Tekeburnu, Tekekoyu, Ertuğrulkoyu, Morto limanı) karaya çıktılar. Güney cebhesindeki Türk kuvvetleri 26ncı Alay'ın sâdece iki taburu, bir jandarma taburu, bir istihkâm bölüğü (toplam ve yaklaşık 3.000 kişi) ile 24 toptan ibâretti. Makinalı tüfeğimiz hiç yoktu. Bu kuvvet düşmanın insan yüklü birkaç şalopesini batırdı ve Ertuğrulkoyu'na yapılan ilk ihrâcı önledi. Düşmanın karaya çıkışından sonra ilk saftaki bölüğümüz en az 8-10 tabur düşmanla saatlerce boğuştuktan sonra geri çekildi. 26ncı Alay kumandanı Kaymakam Kadri Beğ ve onun bir avuç askeri o gün dillere destan bir kahramanlıkla düşmanı durdurmayı başardılar. Güney (Sedd-ül bahir) cebhesinde düşman ilk defa 26 Nisanda taarruza geçti ve zayıf kalmış ve yıpranmış olan savunma kuvvetlerimiz ilkin geri çekilmeye mecbûr oldu ise de, sonra bir karşı taarruz ile düşmanı püskürttü. 26 Nisan taarruzunda düşmanın 35-40 taburluk kuvvetine karşılık Türk'lerin sâdece 9 taburu vardı. 1 Mayıs'a kadar buraya gelen takviyelerle Türk kuvvetleri 19 tabura yükselmişti. Türk kuvvetleri 1/2 ve 3/4 Mayıs geceleri düşmanı denize dökmek üzere, karşı taarruzlar yaptılarsa da, geçen süre içinde takviye edilen ve donanmasının büyük yardımından faydalanan düşman, esâs mevzi'lerinden çıkartılamadı. Bunu 6 Mayısta başlayan ve 9 Mayısta sona eren İngiliz-Fransız taarruzları tâkib etti. Savunma durumumuz hiç elverişli değildi. Topçu kuvveti pek az olduğu gibi, tahkîm mâlzemesinin eksikliği esâslı savunma mevzi'leri hazırlamaya engel oluyordu. Geceleyin yapılan siperler, gündüzün donanma ateşi ile yıkılıyordu. Türk askeri açık arâzîde ve üç taraftan donanma ateşi altında, emsâlsiz bir savunma savaşı yaptı ve 3 gün süren taarruz, hedefine varamadan kırıldı. 15 Mayıs'ta ise Türk kuvvetleri bir karşı taarruz ile mühim bir tepeyi ele geçirdiler. 22 Mayıs'ta Fransız'lar sol cenâhımıza hücûm ettilerse de bu taarruz da kırıldı. Bu hücûmun bilançosu 2000 küsûr düşman telefâtına karşılık 43 şehit ve 427 yaralıdır. Düşman 4 ve 5 Haziran taarruzlarında takviyeli 5 fırka ile (65.000 kişi) 37 taburluk (25.000 kişi) Türk'lerin üzerlerine geldiler. Bu taarruzda 12.000 (düşman telefâtı 7.500, Türk kaybı 9.000 şehit *) şehit verdikse de taarruzu kırmayı başardık. İngiliz'lerle çarpıştığımız ve 28 Haziran'da başlayıp 5 Temmuz'da biten Zığındere savaşlarında da düşman taarruzları akâmete uğratıldı. Bu süre içinde de Türkler 14.000 zâyiât verdiler. 12/13 Temmuz günlerinde Kerevizdere mevki'inde 2 Fransız ve 1 İngiliz fırkasının savletleri de kırılarak başarısızlığa uğratıldı. Bu vuruşmada düşmanın 3.840 telefâtına karşılık Türkler 9.822 zâyiât verdiler. Düşman 6 Ağustos'ta başlayıp, 8 gün süren diğer bir taarruzundan da sonuç alamadı. Bundan sonra Güney cebhesinde siper savaşları devâm etti. Cebhenin Doğu kısmında bulunan Fransız kuvvetleri Kereviz Dere'yi aşamadıkları gibi, bunların solundaki İngiliz kuvvetleri, seferin sonuna kadar, Alçı Tepe'ye ve sâhilden 4 km. içerideki Kirte köyüne bile varamadılar. Güney cebhesi, Vehib Paşa'nın (Es'ad Paşa'nın kardeşi) kumandası altında idi. Bu cebheye bir müddet Weber Paşa da kumanda etmiştir. Bu Güney grubu savaşları aralıksız 236 gün sürmüştür. b. Kuzey cebhesinde (ki bu cebhede evvelce Es'ad Paşa, daha sonra Ali Rıza Beğ 'Paşa' kumandanlık etmiştir) karaya çıkan kolordunun ilk kademesi, 25 Nisan sabahı, harp târîhimizde Kemal Yeri adı ile anılan mevki'e kadar ilerlemiş ve ertesi gün taarruza geçmişti. 27 Nisan'da bir cebel bataryasının korumasındaki yaklaşık 4500 kişilik Türk kuvvetleri 12.000 kişilik Avustralya fırkasına, karşı taarruz yapmıştı. 28 Nisan'da düşmanın mukâbelesi tâkip etmişti. İki taraf da, bu kanlı savaşlarda bir kaç yüz metre ilerlemekten başka bir şey yapamadılar. 2 Mayıs'ta karşılıklı yapılan taarruzlar da bir netice vermedi. Kumandanlık önce Arı burnu'ndaki düşmanı tamâmen etkisiz hâle getirdikten sonra ağırlığı güney cebhesine kaydırma karârı aldı. Mareşal von Sanders Istanbul'dan yeni gelen 2nci Fırka ile 42.000 mevcutlu bir Türk kuvvetini 18/19 Mayıs gecesinde taarruza sevketti ise de, dar sâhil şeridi üzerinde tutunan Anzak kuvvetleri, denize dökülmemek için, şiddetli bir savunma yaptılar. Bu taarruzda Türk zâyiatı 10.000'i (3.000 şehit, 6.000 yaralı *) aşıyordu. Bundan sonra bu cebhede de siper muhârebeleri devâm etti. Düşman başkumandanlığı, bir netîce alabilmek için, büyük takviyeler getirtip, bunların bir kısmını Arı burnu cebhesine çıkararak, yarımadanın kilit noktası olan Koca Çimen tepesine taarruz etti; diğer kısmını da Türk'leri arkadan çevirmek maksadı ile daha kuzeyde Suvla limanı sâhillerine çıkardı. Bu arada Güney cebhesinde başarılı olamayacaklarını anlayan İngiliz'ler ve Fransız'lar, birliklerinin ağırlıklarını Anafartalar'a nakletmişler ve üçüncü bir cebhe açmışlardı. Böylece gizlice 17.800 kişi ile takviye edilen İngiliz ordusu, 6 Ağustos'ta, Anzak cebhesinin Güney ucunda (Kanlı Sırt) taarruza başladı; Taarruz, 6/7 Ağustos gecesi, hedefi Koca Çimen olmak üzere, daha Kuzey'e yayıldı. Aynı gece, General Stopford emrine verilmiş olan 9. İngiliz kolordusunun Anafartalar kıyısında (Suvla limanı ve civârı) ihrâca başladığı haberi geldi. 4 gün süren Koca Çimen taarruzu, Miralay Mustafa Kemâl Beğ'in kumandasındaki kuvvetler ile, Conk bayırında durduruldu ve 9 Ağustos akşamı bizzat bu cebheye gelen kumandan, ertesi sabah, topçu desteği olmaksızın iki yandan yaptırdığı süngü hücûmu ile düşmanı geriye attı. Bu savaşta İngiliz'lerin 12.000 telefâtına karşılık biz 18.000 şehit verdik. Anafartalar önünde açılan yeni cebheye gelince, 6 Ağustos gecesi 20 tabur (13.000 kişi) 24 toptan oluşan İngiliz birlikleri üç noktadan karaya çıktılar. 7 Ağustos günü İngiliz kuvvetlerinin toplamı 26.750 kişiyi bulmuştu. Buna karşılık burayı tutan 2,5 taburluk Türk kuvveti, düzenli bir şekilde adım adım güneyde Ismailoğlu tepesi ile kuzeyde Kireç Tepe'ye çekilmiş ve Bolayır civârındaki 2 fırkamız da, cebrî yürüyüşle, cebheye yetişmişti. Düşman kuvvetleri, karşıdaki tepeleri tutmak üzere, derhâl harekete geçecekleri yerde, sâhile yapışıp kalmışlardı. 8/9 Ağustos gecesi Mustafa Kemâl Beğ, bütün Anafartalar grubu kumandanlığına tâyin edildi ve ertesi sabah yaptığı karşı taarruz ile, düşmanı olduğu yere mıhladı. 12 Ağustos'ta yeni ihrâc edilen 54üncü düşman fırkasının yaptığı taarruz da bir sunuç vermedi. Üstelik fırkanın 1inci Alay'ı da esîr edildi. 21-22 Ağustos'ta General Hamilton'un yönetiminde yapılan takviyeli taarruzda da başarılı olunamadı. Bu taarruzda 7.500 İngiliz telefâtına karşılık Türk'ler 3.300 şehit verdiler. Bundan sonra çıkarma kuvvetlerinin bütün hücûmları neticesiz kaldı. General Stopford azledildi. Artık Anafartalar cebhesinde de siper savaşları sürüp gitti. Düşman kuvvetleri, kıyıdan itibâren, en fazla 4 km. ilerleyebilmişlerdi. Arı burnu'nda ise, düşmanın ileri siperleri kıyıdan ancak 1 km. içeride idi. Anafartalar cebhesi kumandanlığında bir aralık vekâleten Fevzi Paşa (Mareşal Fevzi Çakmak) da bulunmuştur. Bu kuzey grubu savaşları aralıksız 136 gün sürmüştür. 7- Son safhalar ve düşmanın çekiImesi... Çanakkale savaşlarının son safhası, bâzen birbirinin çok yakınında, hemen hemen oldukları yerlere mıhlanmış siperlerde karşı karşıya duran kuvvetler arasında yapılan mevzi' çarpışmaları şeklinde oldu. Her iki taraf da büyük mahrûmîyet ve meşakkatler içinde ve kahramanca dövüştüler. Ekim ayı ortalarında i'tilâf kuvvetleri başkumandanlığına getirilen Sir Charles Monro tahliye fikrinde idi. Kasım ayında cebheyi ziyârete gelen İngiltere harbiye nâzırı Lord Kitchener de bundan başka bir çâre bulunmadığı hükmüne vardı. Tahliye işi, çıkartma işine göre, başarıyla ve kayıpsız uygulandı.1915 bahârında parlak ümitlerle ayak bastıkları, fakat elîm başarısızlıklara uğradıkları Gelibolu yarımadası üzerindeki düşman kuvvetleri, 19/20 Aralık 1915 gecesi Anafartalar ve Arı burnu cebhesinden, 8/9 Ocak 1916 gecesi de Sedd-ül bahir'den çekilip gittiler. 8- Deniz hareketleri... Savaşların devâmı sırasında kayda değer bâzı deniz hareketleri olmuştur. 12/13 Mayıs gecesi Yüzbaşı Ayasofyalı Ahmed Beğ'in idâre ettiği Mukâvemet-i Millîye muhribi boğazdan çıkıp, Goliath İngiliz zırhlısını torpil ile batırarak, bu geminin cebhenin Güney yanına ateş etmesini önlemişti. Akdeniz 'e giren Alman denizaltı gemilerinin 25 Mayısta Triumph ve 27 Mayıs'ta Majestic (her ikisi İngilizlere âittir) harp gemilerini batırması, i'tilâf donanmasının Mondros limanına kapanıp kalmasına sebeb oldu. Böylece harp gemilerinin askerî hareketlere yardımı da azalmış oldu. Yine sefer sırasında, 8 düşman denizaltı gemisi tahrîb edildi. Almanlar, Çanakkale seferine, teknisyen ve mütehassıs olarak, 500-600 kişi ve denizaltıları ile Balkan yolu açıldıktan sonra da, silâh ve cephâne göndererek yardım ettiler. 9- Sonuç... Çanakkale seferinde i'tilâf devletlerinin uğradıkları başarısızlığın sebepleri araştırılırken, harekâtın iyi hesaplanarak hazırlanmamış olması, kara ve deniz kuvvetlerinin istedikleri kadar cephâne bulamaması, kumandanların çoğunun tecrübesizliği ve bir kısım kuvvetlerin görgüsüzlüğü, taarruzun baskın özelliğini kaybetmiş bulunması, arâzînin tanınmaması v.b. ileri sürülmekte ise de, en ağır basan sebeb, şübhesiz ki, Türk askerinin savunma alanındaki emsâlsiz kâbilîyeti ve Türk kuvvetlerinin pek mükemmel idâre edilmiş bulunması olmuştur. Düşmanlar yakın târîhteki hâdiselere bakarak, Türk'lerin ciddî bir direniş gösteremeyeceklerini zannetmişler ve bu, kendileri için, yanlış ve tehlikeli bir hesâb olmuştur. Seferin devâmı boyunca Türk'ler, mevzi' tutmak husûsunda, fevkalâde cesâret göstererek, düşmanlarının haklı takdîrini kazandılar ve bütün savaş süresince değerli ve mert bir hasım olduklarını isbât ettiler. Türk askerlerinin gösterdiği başarının anlamını iyi anlamak için, kendilerinin çok zayıf bir topçu ile desteklendiklerini, cephânelerinin az ve kötü olduğunu ve Balkan yolunun kapalı bulunması yüzünden, Almanya'dan gelecek mâlzeme yardımından da, harbin son safhalarına kadar, yararlanamadıklarını hatırlamak yerinde olur. Türkiye hizmetinde bulunan L. von Sanders (Fünf Jahre Türkei, s. 97 v.d.) "İstîlâ ordusunun gerisinde bütün Dünyâ kaynakları açık bulunduğu hâlde, Türk'ler harp mâlzemesi bulabilmek için İngiliz'lerden ganîmet almayı bekliyorlardı. Kum torbaları çok azdı. Kıt'alara bu maksatla çuval gönderildiği zaman, askerler bunu elbiselerini yamamak için kullanıyorlardı" demektedir. General C. F. Aspinall-Oglander (Büyük Harbin Târîhi - Çanakkale, II, 471; 'Türkçe'ye tercümesi, M. Hulûsî, Istanbul, 1940') von Sanders 'in çabuk karar vermek, cesâret ve soğuk kanlılık göstermek sûretiyle savaşların mukadderâtı üzerindeki müsbet rolünü anlatırken, o zaman bir fırka kumandanlığında bulunan Mustafa Kemâl'den de bahsederek, 25 Nisan'da Anzak kuvvetlerinin hedeflerini zabta muvaffak olmayışının, 9 Ağustos'ta Anafartalar cebhesine çıkartılan kuvvetlerin durdurulmasının, Conk bayırında parlak bir taarruzla Avustralya-Yeni Zelanda kuvvetlerinin kat'î olarak önlenmesinin doğrudan doğruya bu kumandanın eseri olduğunu söyler. İ'tilâf devletleri Çanakkale'ye evvelâ nisbeten küçük kuvvetler göndermişler, sonra bunların miktarını hemen hemen 500.000'e kadar arttırmışlardır (400.000 İngiliz, 79.000 Fransız ). İngiliz'lerin zâyiâtı 205.000 (115.000 ölü, yaralı, esir ve kayıp; 90.000 memlekete gönderilen hasta), Fransız'larınki ise, 47.000'dir. Türk'lerin zâyiâtı, şehit, yaralı ve hasta olmak üzere, 252.300'e bâliğ olmuştur.
  21. 27 Mayısa Giden Süreç 28 Nisan 1960'daki gösterilerde polis tarafından öldürülen Turan Emeksiz ve 30 Nisan'da hayatını kaybeden Nedim Özpulat 27 Mayıs öncesi öğrenci protestolarının verdiği iki kurbandı. O tarihte öğrenci olanların ifadeleri yakın tarihe ışık tutuyor. 27 Mayıs 1960'da olaylar sırasında ölen Harb Okulu son sınıf öğrencisi Ispartalı Teğmen Ali İhsan Kalmaz o gece yaşadıklarını ve hislerini hatıra defterinde şöyle dile getiriyor "Türk tarihinde yeni bir sayfa başlamak üzere. Saat 22.45'de memleket mukadderatını emin ellere tevdi etmeye hazırlanan, tarihte ikinci defa şerefli bir vazifeye çağrılan Harbiye'nin genç teğmenlerine yirmişer mermi verildi. Kader gülerse, memlekette yarın, 27 Mayıs 1960 mübarek cuma namazı kalplerde huzur, gönüllerde imanla kılınacak. Hepimiz daha yeni bıyığı terleyen en genç mensupları ile, başta inandığımız kumandanlarımızla şerefli sancağımızı Harb Okulu kulesinden Çankaya sırtlarına taşımaya hazırlanıyoruz. Harbiyelilerin parolası: İnkilap Kalbimizde ve bütün benliğimizde en ulvi heyecanlar duyuyoruz. Aldığımız irfan, kahraman Atatürk'ün Harbiye'nin giriş yerinde mermer üzerine değil de, kalbimize hakkettiği gençlik hitabesi. Harbiye'yi taşıyan sütunlar üzerindeki şehit ağabeylerimizden üstün olarak bir mazlum milletin hürriyetini iade etmek için değil, asırlarca hürriyete susamış, hürriyet aşığı aziz Türk halkına huzur getirmeye memur idik. Parola: İnkılâp. İşareti: El Kaldırma. Şu anda saatler ilerliyor. Kader gülerse satırlarıma yarın şafakla devam edeceğim. İnandığımız şafak altında yürürken talih gadrine uğrarsak, inanarak öleceğiz. Kalbimizde huzur var. Arkamda kalan anam ve babam ve kardeşlerim müsterih olsunlar. Bugün için doğdum, severek gidiyorum." 28 Nisan 1960'da öğrenci gösterileri sırasında polis tarafından öldürülen Turan Emeksiz ve 30 Nisan'da hayatını kaybeden Nedim Özpulat 27 Mayıs öncesi öğrenci protestolarının verdiği iki kurbandı. Alp Kuran: sinemada protesto gösterisi Nisan'ın son günlerinde yoğunlaşan öğrenci olaylarını, Hukuk Fakültesi asistanı Alp Kuran şöyle anlatıyor: "Hürriyet mücadelesi devam ediyordu. Yakalanmayan, yakalanıp da kışladan subay ve erlerin yardımıyla kaçan arkadaşlar yılmadan çalışıyorlardı. Ben de onlara katıldım. Aralarında bir öğretim üyesi olması, gençlere hız verdi. Bir gazete çıkarmayı düşündük. Ama bu gerçekleşinceye kadar, elimizdeki üç bin liralık kağıdı parça parça keserek üzerlerine ıstampa ile dikta rejimini lanetleyen sözler yazdık. 27 Mayıs sloganları 'Susmayacağız', 'Katiller cezalandırılmadıkça susmayacağız', 'Şehitlerin kanı üzerine taht kuramazsınız', 'Menderes istifa et' bu sözlerden bir kaçıydı. 22 Mayıs'ta üniversiteli arkadaşlar İstanbul'un 16 sinemasına dağıldılar. Filmlerin en heyecanlı sahneleri perdeye aksettiği an, bu protesto kağıtçıklarını balkondan koltuklara doğru serptiler. 26 Mayıs gecesi yine bu kağıtlardan 40 bin adedi vitrinlere, otomobillere, kapılara yapıştırıldı. Son bir cümle daha eklenmişti bu sözlere: 'Diktatör İstanbul'dan defol!...' Ancak bu çalışmamızı polis haber almıştı. Kağıtlar gece yarısından önce kazındı. Ertesi gün arkadaşlar 20 sinemaya dağılacaklar, 14.15 matinesine girecekler, saat tam 16.07'de hep bir ağızdan İstiklal Marşı'nı söyleyeceklerdi. Fakat marşımızı sinemada söylemek nasip olmadı. Ordu idareyi ele aldı." Yüksel Çengel: Polis kılığına girmiş partililer İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi son sınıf öğrencisi Yüksel Çengel de 28 Nisan olaylarında aktif bir rol üstlenmişti. Çengel şunları anlatıyor: "Altı arkadaş bir komite kurmuştuk. Bu komitenin her okulda, her sınıfta bir kolu vardı. Ertesi gün, yani 28 Nisan'da üniversitede bir protesto gösterisi düzenlemeğe karar verdik. İstanbul'daki 63 öğrenci yurdundan 47'sini dolaştık. Toplantıda Türk gençliği adına diktatörlere ilk ihtarı yaptık. O gün polis ve polis kılığına girmiş partililer vurdular, yakaladılar. Bir hafta polis takibinden kurtuldum. Polis takibi ve yakalanma 4 Mayıs'ta Beyazıt Meydanı'nda arkadaşlarla buluşacaktık. Öğleden sonra üniversite kapısında dolaşırken, bir polisle iki sivilin beni göz hapsine aldıklarını fark ettim. Kaçmalıydım. Sahaflar Çarşısı'na seğirttim. Kapalıçarşı yoluyla Sultanhamamı'na indim. Şöyle bir geriye göz attım. Polis ve iki sivil hâlâ peşimdeydi. Bir koşuda Sümerbank'ın Bahçekapı mağazasına girdim. Ama onlar da atik davranmışlardı. Polis yanıma yaklaştı ve bana 'hakkında ihbar var' dedi. Önce polis müdürlüğüne götürüldüm. Oradan Harbiye'ye, Harbiye'den de Davutpaşa'ya sevk edildim." Afife Alemdar: Taba giyme tanırlar 26-27 Nisan öğrenci gösterilerine katılan Sibel Kız Talebe Yurdu'nda kalan genç üniversitelilerden (*) olan Afife Alemdar'ın olaylarla ilgili gözlemleri şöyleydi: "Üniversite bahçesi yine kaynıyordu, kapılar kapatılmıştı. Beyazıt Meydanına bakan parmaklıkla arasından tankların 'taret'leri, süngü uçları gözüküyordu. Hepimiz Plevne Marşı'nın diktatörlere yazılan sözlerini söylüyorduk. Birden heykelin yanındaki küme marşı yanda kesti. İkinci bir marşa başladı: "Taba giyme tanırlar, ihtilalci sanırlar". Nurcan, "asker ateş etmeyecek", diyor Taba manto giymiş bir genç kız, topluluğun arasına karıştı. Bana sarılıp öptü. Taba mantolu kızın adı Nurcan'dı. Birlikte kaldığımız Sibel Kız Yurdu müdürü Raif Serin'den söz etmeye başladık. Nurcan önceki gece müdürün kendilerini topladığını ve "çocuklarım, örfi idarenin kararlarını hepiniz biliyorsunuz. Her türlü sorumluluğu üzerime alıyorum. Yurdumuz kapatılmayacaktır. Memleketin her köşesinde her an önemli olaylar olabilir. Bu durumda ben sizi yollara dökemem, sokağa atamam. Hepiniz burada kalacaksınız. Mücadelenize devam edin, yalnız yakalanmayın. Asker size ateş açmayacaktır" dediğini anlattı. Nurcan'ın anlattığına göre herkesin gözleri sulanmıştı. O gün beş arkadaşımız bir polisi atından atmışlar, gaz bombasını almışlar ve polislere atmışlardı. Şimdi sen anlat dedi. Polisler bizi yakalayıp birinci şubeye götürdüler dedim. Bizi çatı katında bir odaya attılar. Odada toplanmış gazeteler ve kitaplar vardı. Kitaplardan birini aldım. Adı "Hürriyetin İlanı" idi." Bilge Gürün: Mitingden konuştum, yakalandım Bilge Gürgün ise anılarında şunları anlatıyor: "27 Nisan akşamı bir arkadaşımız geldi ve ertesi gün sesiz bir yürüyüşün yapılacağını söyledi. O gece hiçbirimiz uyumadık. Ertesi gün ilk derse Sencer Bey (Divitçioğlu) girdi. O da durumu biliyordu. Heyecanlıydı. Birden dışarıdan gürültüler geldi. İçeriye giren birisi 'ne duruyorsunuz' dedi. Sınıf bir anda karıştı. Herkes kapıya doğru koşmaya başladı. Bu sırada yanıma biri yanaştı ve hükümetin tutumunu beğenip beğenmediğimi sordu. 'Hayır' dedim ve verdim veriştirdim. Bunun üzerine polis olduğunu ve kendisiyle gelmemi söyledi. Yerimden fırladım ve koridordan kantine kaçtım. Arkadaşlar beni sakladılar. Polis sorgusu Mayıs ortalarında Ankara'ya gittim. Başkent kaynıyordu. Bir gece Yenimahalle'de Güler Sakağı'nda bir eve gittim. Havacı bir arkadaşla ve aile dostumuz bir hanımla mitinglerden konuşmaya başladık. Ertesi sabah eve polis geldi ve beni Emniyete götürdü. Müdür Bicioğlu'nun ilk sorusu "Dün gece kiminle beraberdiniz, ne konuştunuz" oldu. Hemen durumu anladım, Aile dostumuz bizi ihbar etmişti. Dön saat sorguya çekildim. Havacı çocuk için çok kötü olacağından her şeyi inkar ettim. Sonra serbest bıraktılar. Bir kaç gün sonra celp geldi. 27 Mayıs'ta mahkemeye çağrılıyordum". Ayşe Tümay Baykal: 26 Mayıs gecesi Bir "yeraltı" komitesinde görevli Tıp Fakültesi 9. sömestr öğrencilerinden Ayşe Tümay Baykal ise darbeden bir gün önceki toplantıyı şöyle anlatıyor: "26 Mayıs gecesi gene toplanmıştık. 20-30 kişi Beyazıt'ta bir binanın zemin katıydı. Her zaman olduğu gibi BBC, Amerika'nın Sesi radyosunun Türkçe yayınlarını ve öteki yabancı radyoların haber bültenlerini dinledik. Haberlerde bizden bahsediliyordu. Sevinç içindeydik. Toplantı sonunda ertesi gün küçük gruplar halinde İstanbul sinemalarına dağılmak, 14.30 matinelerine girmek ve saat tam 16.07'de hep birlikte ayağa kalkarak Plevne Marşı'nı söylemeye karar verdik. Ama aramızda polisler olduğu için gene de korkuyorduk. Uğur, Toker, Barçın ve Batum Örneğin 2 Mayıs'ta NATO Konseyi'nin önündeki mitingi polis dağıtmıştı. Biz kaçarken resmi plakalı bir araba durdu ve bizi içine aldı. Aralarından birisi 'bunları bırakalım, bunlar hürriyet istiyorlar' dedi. Merak ettim sordum. Eski polis müdürü Necdet Uğur olduğunu söyledi. Partizan idare onu işinden uzaklaştırmıştı. Bir diğeri Belediyede önemli bir görevi olan Turgut Toker'di. Yaralıların kaçırılmasını sağlayan doktorlar, yakalananları salıveren subayları unutmak imkansız. Özellikle Binbaşı Sabahattin Barçın ve E. Batum'a ne kadar teşekkür etsek azdır" Bu yazı, İletişim Yayınlarının 1988 yılında sekiz ciltlik halinde çıkarttığı, Ertuğrul Kürkçü'nün yayın yönetmenliğini yaptığı, "Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi"nin 6. cildinden alıntılanmıştır. Sayfa: 1970-1971.
  22. Türkçe Ezan ve Dine Müdahelenin Öyküsü Not: Bu konu yazı dizisi olarak Vakit gazetesinde çıkmıştır. Bu yazı dizisinde baştan 1 veya 2 parça eksiktir... İslâm’la yürünmez Hıristiyanlık ithal edelim ‘ANAYASA’YA HANGİ DİNİ YAZDIRACAKSINIZ, HIRISTİYANLIĞI MI’ SORUSUNA VERİLEN CEVAP: Kazım Karabekir Paşa, dini konuda Mustafa Kemal’le yaşadıklarını İnönü’ye açtığında, İnönü,”Müslüman kaldıkları sürece istiklalin daima tehlikede kalacağını” söyleyerek Karabekir’i susturur. ASLINDA dinde reform hareketlerinin ilk işaretleri, cumhuriyetin ilanına kısa bir süre kala verilmeye başlamıştı bile.. Cumhuriyetin ideologlarından Hamdullah Suphi Tanrıöver’in, 1923 yılında sarf ettiği sözler bunun açık göstergesiydi. Tanrıöver; “Milliyetlerin doğmasında son derece yardımı dokunmuş bir hareket vardır ki, buna dini ıslahat adını verirler.. Reformasyon ismiyle yad edilen bu büyük hareket Türklerin dikkatini ne kadar çekse yeridir.. Çünkü kanîm ki; biz de dönüp dolaşıp bu reformasyon hareketini tedkik etmeye ve ondan çıkabilecek derslerden istifade etmeye muhtaç olacağız, hatta mecbur olacağız. Bu hareket içinde bizi en fazla alakadar eden cihet, anadilin mabede girmesidir” diyerek reformasyon hareketlerinin önemli işaretini verecekti.. LOZAN’LA BAŞLAYAN SÜREÇ Din hakkındaki en şiddetli tartışmalardan biri ise lozan görüşmelerinin sürdüğü tarihlerde yaşanmıştı.. Kazım Karabekir paşa’nın anlattığına göre, 18 temmuz 1923 tarihli meclis gündeminde din vardı.. Gerisini Karabekir Paşa’dan dinleyelim; “18 temmuz 1923’te mecliste, Tevfik Rüştü Bey, (Teşkilat- ı Esasiye) ‘anayasada dinimiz apaçık yazılmalıdır’ diyordu.. Ben söz aldım ve sordum, ‘anayasa’da dinimizin İslam olduğu zaten yazılıdır..’ Tevfik Rüştü bey, hangi kanaati haykıracaksın ve anayasaya hangi dini yazdıracaksın? Hıristiyanlığı mı?..’diye sorunca, bu sırada Mahmut Esat (Bozkurt) bey söz aldı ve sertçe cevap verdi: Evet hıristiyanlığı, çünki İslamlık terakkiye (ilerlemeye) manidir. Bu dinle yürünmez ve bize de kimse ehemmiyet vermez” Tartışmaya Fethi Okyar da katılarak, “Evet Karabekir! Türkler İslamlığı kabul ettiklerinden böyle geri kaldılar ve İslam kaldıkça bu halde kalmaya mahkumdurlar. Bunun için İslam kalamayacağız” diyecekti.. Mahmut Esat Bozkurt’un dile getirdiği, “İslamın ilerlermeye engel” olduğu inancı o dönemde neredeyse pekçok kimsenin yaygın kanaati halini almıştı.. Yine Cumhuriyetin ilanına 3 buçuk ay gibi kısa bir süre kala 14 ağustos 1923’te de Ankara Türk Ocağı’nda verilen bir çay ziyafetinde, Mustafa Kemal, “Kur’an-ı kerim’i Türkçe’ye aynen tercüme ettirmek” meselesini ortaya atacak, ancak Karabekir’in “devlet reis’inin din işlerini kurcalamasının doğru olmadığını söylemesi üzerine tartışma çıkacaktı.. Karabekir paşanın bu çıkışana hayli kızan Mustafa Kemal ise, “Evet Karabekir! Arapoğlu’nun yavelerini Türkoğullarına öğretmek için Kur’an-ı Türkçe’ye tercüme ettireceğim ve böylece de okutacağım.. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler” (söylev ve demeçler 1919-1937) Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’le yaşadıkları tartışmayı ismet İnönü’ye açtığında ise daha da ilginç cevapla karşılaşacaktır.. İnönü, “müslüman olduklarından dolayı bugüne kadar istiklalin kendilerine verilmediğini ve müslüman kaldıkları sürece müstemlekeci devletlerin bilhassa İngilizlerin daima aleyhlerinde olacaklarını, hatta kazanılan istiklalin de daima tehlikede kalacağını” söyler.. 19 ağustos 1923 tarihinde de Mustafa Kemal’in de bulunduğu bir yemekte, İnönü ilginç bir inkılap hamlesinden bahsedecektir.. İnönü, “hocaları toptan kaldırmadıkça hiçbir iş yapamayız. Bugünkü kudret ve prestijimizle bu inkılabı yapamazsak, hiçbir zaman yapamayız” diyerek herkesi şaşırtacaktır..
  23. Saltanatın kaldırılmasında Atatürk’ün rolü Neden üşürüz İnkılap Tarihi derslerinde? Ya da şöyle soralım: Genel olarak tarih dersleri hep sıkıcı olmak zorunda mıdır? Kabahat hocalarımızda mı yoksa kitaplarda mıdır? Yoksa hepimiz mi suçluyuz? Tekrarlana tekrarlana bilgiler şablonlaşmış, derslere mekanik bir anlatım tarzı hakim olmuştur. Oysa bir imparatorluğun bünyesinden ulus devlete geçilirken ne amansız alt üst oluşlar yaşanmış, hangi büyük badireler atlatılmış, devrimleri yapanların olduğu kadar ona maruz kalanların beyinleri de bu yeni düzene hangi zorlanmalarla intibak etmiştir? Neresinden baksanız son derece ilginç bir dönem. Düşünün, daha harf devriminin sosyal psikoloji açısından doğru dürüst bir incelemesi yapılamamıştır. Halbuki sırf bu ‘olay’, sosyal bilimcilerimiz için ne paha biçilmez bir kaynaktır, bilsek. Gelin bugün iyi bildiğimiz bir olayı mercek altına tutalım. Saltanatın kaldırılması nasıl gerçekleşti? Prof. Suna Kili’nin “Türk Devrim Tarihi”ne bakarsanız, saltanatın kaldırılması Atatürk devrimlerine dahildir. (Şimdi birileri kalkıp ‘değil midir?’ demezsin sakın. Öyle olup olmadığını göreceğiz.) Prof. Kili’ye göre saltanatın kaldırılması “ulusal eylemin”, yani milli mücadelenin ve 1921 anayasasının “doğal sonucudur”. Neden? Çünkü anayasanın kabulünden 21 ay, 12 sonra TBMM saltanatın kaldırılmasını gündemine almıştır. Yani daha önce veya daha sonra gündemine alsaydı bu ‘doğal sonuç” ortaya çıkmayacak mıydı sayın hocam? Neyse, geçelim, çünkü daha ilk adımda sonuç ile nedenin mutlaka zamansal olarak öncelik-sonralık sırasıyla açıklanamayacağına dair Gazali ve Kant’ın söylediklerine sarkma riski belirdi, onun için itirazlarımı burada kesiyorum. Siz de sıkıldınız, biliyorum. Lakin bu iş böyle. Önümüzdeki metinleri redakte ederek gideceğiz doğruya. Nerde kalmıştık? Ha, evet, TBMM saltanatın kaldırılmasını gündemine almıştı. Sonra gündemle ilgili önerge üzerinde uzun tartışmalar olmuş, padişahı tutan milletvekilleri karşı çıkmışlar, nihayet önerge “Mustafa Kemal ve sekseni aşkın milletvekilince imzalanmış”. Konunun o tarihte gündeme gelmesine ise İstanbul’dan Sadrazam Tevfik Paşa’nın Lozan’a birlikte katılma isteği neden olmuş. Sonra? “Bu davranış iyi değerlendirilmiş, saltanatçı milletvekillerine karşın saltanatın kaldırılması oybirliğiyle kabul edilmiştir.” Profesörümüze göre bu oybirliğini sağlamak öyle kolay olmamıştır. Önerge ve “diğer önergeler” komisyonlarda görüşülürken tartışmalar uzamış, saltanatçı vekiller hilafet ve saltanatın ayrılmasının sakıncalar yaratacağını ileri sürmüşler. Ne güzel, demokratik bir tartışma diyebilirsiniz ama yok. Suna hanım bu çok seslilikten hiç mi hiç hoşnut değildir. “Sonunda karar gene Mustafa Kemal’in yerinde uyarısı ve karşıtların gözünü korkutmasıyla alınabilmiştir.” Mustafa Kemal’in komisyonda neler dediğini de aktarıyor bize: “Burada (yani komisyonda) toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım ki uygun olacaktır. Yoksa, yine gerçek, yöntemine göre saptanacaktır; ama belki bir takım kafalar kesilecektir.” Bu ‘kesin, kararlı, inançlı’ çıkış karşısında herkes susmuş, hatta Hoca milletvekillerinden Mustafa Efendi’nin ünlü (!) “Bağışlayınız efendim; biz sorunu başka bakımdan ele almıştık; açıklamalarınızdan aydınlandık” cümlesi bu sert çıkış üzerine söylenmiş. Bunun üzerine komisyon önergeyi benimseyerek genel kurula göndermiş, aynı gün 1 Kasım 1922’de 2. oturumda kabul edilmiştir. Demokrasiye demokrasi dışı müdahalenin, bir nevi sert bir muhtıranın sözünü etmesine rağmen Prof. Kili’nin Mustafa Kemal’in sözünü oldukça haklı ve yerinde bulması ilginçtir. Devrimler yapılırken bu örnekler olağan görülmelidir. Yine de hep böyle korkutarak bir yere varılamayacağının bilincindedir hocamız. Her adımda ‘gerekirse bazı kafalar kesilecektir” demenin demokratik bir anlayışla bağdaşmayacağının, sık sık tekrarlandığı zaman olumsuz tepkilere yol açabileceğinin farkındadır. İşte bunun için yapılacak şey, yine demokrasiye dışarıdan müdahale edilip meclisteki çatlak seslerin temizlenerek yeni bir meclisin kurulmasıdır. Bu kaçınılmazdır. Bu geniş aktarmayı, Prof. Kili’nin tarih bilgisi ve yorumunu kesmeden vermek ve inkılap tarihi kitaplarımızın içinde yüzdüğü mekanik ve sığ bilgi yığınını bütün halinde göstermek amacıyla yaptım. İyi güzel de, neye itiraz ediyorum? Nedir beğenmediğim ya da eleştirdiğim taraf bu metinde? Bir kere hatalar. 1. Önerge veya önergeler sanki Mustafa Kemal tarafından verilmiş gibi gösteriliyor. Halbuki Nutuk’ta bile kendisi, “…bir takrir (önerge) hazırlandı. Sekseni mütecaviz arkadaşa imza ettirildi. Bu takrirde benim de imzam vardır” diyor, yani saltanatın kaldırılması için hazırlanan önergenin kendisi haricinde hazırlandığını bizzat kendi ağzıyla kabul ediyor. Hatta ben hazırladım bile demiyor, “benim de imzam vardır” diyerek aslında bunu ilk düşünenin kendisi olmadığını itiraf ediyor. 2. Meclise o gün üç önerge verilmiştir. Verenler arasında ikinci gruba, yani muhaliflere ait olanlar da vardır. Mecliste padişahlığı tutanlar olduğu kadar saltanatla beraber hilafeti de kaldıralım diyecek kadar ileri gidenler vardı. Ama bu kadar ileri gitmek o aşamada sakıncalı bulunduğu için hilafet bir süre daha kalmış, hilafetli Cumhuriyetimiz yaklaşık 6 ay devam etmişti. Bir de Rauf Orbay gibi, karşı çıkanların bir kısmı, hilafatle saltanatın ayrılmasına karşı çıkıyorlardı, saltanatın kaldırılmasına değil. Bu önemli ayrım atlanıyor. 3. Peki oybirliğiyle kabul edilmesinden bahsediyorsunuz da, o gün kaç milletvekilinin meclise geldiğinden neden söz etmiyorsunuz? Üstelik madem bu kadar yaygın bir oybirliği vardı, saltanat neden ilk turda değil de ikinci turda kaldırılabildi? Bunun açıklaması nerede? Çünkü ilk oylamada gerekli çoğunluk mevcut değildi. Bütün uyarılara rağmen oylamaya sadece 136 milletvekili katılmış, 132 kabul, 2 red, 2 çekimser oy çıkmış, karar yeter sayısı bulunamayınca ertesi günkü 2. tura bırakılmıştı. (Kili’nin dediği gibi 2. oylama aynı gün yapılmamıştı.) Uzatmaya gerek yok. Anladınız. İnkılap tarihlerimizin neden sığ ve yavan olduğuna bir misal daha vermiş olduk. Merak edenler olmuştur diye, ilk önergeyi verenin Rıza Nur olduğunu söyleyerek noktalayalım yazımızı.
  24. İstanbul

    Kore Efsanesi

    Kore Efsanesi Devir Kore Savaşı günleri. Ne idüğü belirsiz bi savaşın içine müttefiklere hoş görüneceğiz diye dalmışız. Amarikalılar, "zaten bizim navy aslanları işi bitirir ama hadi Türkler de istiyor, hevesleri kırılmasın, gelsinler bari" diye hafiften burun kıvırarak karşılamışlar bizim hükümetin savaşa katılma kararını... Vaay, Coni'ye bak. Sen ne zaman adam oldun lan gavur! Sen önce tuvaletine taharat musluğu taktır, kıçındaki b.kla geziyosun... İlk Türk birliği Kore'ye varmış, diğer müttefik askerlerle birlikte teftiş için sıraya dizilmiş. Bizimkiler tam da Amerikan askerlerinin yanındalarmış. Yalnız Mehmetçikler Amerikan ayılarının yanında biraz çelimsiz kalmış taabi. Amerikalıların komutanı bizim komutanın yanına gelmiş, alaycı bir tavırla, 'Siz bunlarla mı geldiniz Kore'de savaşmaya Hiç gelmeseniz de olurdu canım' diyerekten bizim askerlerden birini şöyle iki yanından sallamış. Askercik sendeleyip düşer gibi olmuş, arkadaşlarından biri tutmuş garibi. Türk komutan bütün sakinliğiyle "Bakın bayım" demiş, (Yani İngilizce olaraktan "look mister" demiş. Hem de herifin konuştuğu Kuzey Virginia aksanıyla söylemiş bunu) "Bu asker size saygısızlık olmasın diye öyle sarsıldı. İsterseniz şimdi tekrar deneyin. Aynı şeyi bir daha yapabilirseniz, biz tasımızı+tarağımızı toplayıp derhal ülkemize geri döneceğiz." Amerikan komutanı alay eder vaziyette, o çelimsiz dediği Mehmetçiği yine sallamaya çalışmış. Ama çocuğu bir milim bile yerinden oynatamamış. Adam bütün gücüyle bir daha denemiş ama nafile. Amarikan komutanı anlamış taabi yanlışını. Hemen bizim komutanın elini sıkmış, bütün birliği de tek tek alınlarından öpmüş... "Zaten İngilizcenizin mükemmeliğinden anlamalıydım. Beni affedin" demiş.
  25. Osmanlı İmparatorluğu ne oldu? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ne oldu? Dünyayı ürküten Almanya’dan bugün ne kaldı: Demek hiçbir şey sürekli değildir. Bugün ölümsüz gibi görünen nice güçlerden, ileride belki pek az şey kalacaktır. Devletler ve Milletler, bu idrakin içinde olmalıdırlar. Bugün Sovyet Rusya, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir. Bugün elinde tuttuğu milletler, avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşır. O zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim, bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, öz kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir, hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevî köprülerini sağlam tutarak! Dil, bir köprüdür; İnanç, bir köprüdür; Tarih, bir köprüdür. Bugün biz bu kitlelerden dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz. Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli… Tarih bağı kurmamız lazım, folklor bağı kurmamız lâzım… Bunları kim yapacak? Elbette biz! Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz, dil encümenleri, tarih encümenleri kuruluyor… Dilimizi, onun diline yaklaştırmaya ve böylece birbirimizi daha kolay anlar hale gelmeye çalışıyoruz… Tarihimizi ona yaklaştırmaya çalışıyoruz, ortak bir mazi yaratmak peşindeyiz. Bunlar açıktan yapılmaz, adı konarak yapılmaz, bunlar devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir. Mustafa Kemal ATATÜRK 29 Ekim 1933
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.