Zıplanacak içerik

ahmetsecer

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

ahmetsecer tarafından postalanan herşey

  1. KURAN'DA AHİRZAMANA, HZ. İSA (A.S.)'A VE HZ. MEHDİ (A.S.)'A İŞARET EDEN AYETLER VE EBCED DEĞERLERİ Hz. Mehdi ve Hz. İsa'ya işaret eden ayetlerin matematiksel değerleri hangi yılları veriyor biliyor musunuz?
  2. Aylardan beri burada Türk İslam Birliği’nin kurulacağından bahsediyorum. İki yıl öncesine kadar böyle bir konu hiç ortada yokken, insanlar Türk İslam Birliği konusundan tamamen habersizken şu anda yaşanan gelişmelere bakın. Şu anda Türkiye ile vizeyi kaldıran ülke sayısı 57’ye ulaştı. Her gün yeni bir gelişme ile karşılaşıyoruz. Daha önce vizelerin kaldırılması gibi bir durum var mıydı? Türkiye’nin Ortadoğu’da bu kadar ağırlığı ve şahsiyeti var mıydı? İşte şimdi tüm dünya basınından Türkiye’nin çok güçlendiğine yönelik haberler yağmaya devam ediyor. Son haber Wall Street Journal’dan şöyle geldi: Avrupa’nın Beklediği Kurtarıcı: Türkiye! Wall Street Journal, AB'nin Türkiye'yi tam üye yapması halinde uluslararası alanda azalan etkisini arttıracağını belirtti. ABD’nin ekonomi çevrelerinin önemli gazetesi Wall Street Journal (WSJ), uzman görüşlerine yer verdiği bir yazıda, “AB’nin ancak Türkiye’yi tam üye olarak kabul etmesi durumunda uluslararası alanda azalan etkisini artırabileceğini” belirtti. WSJ’nin haberinde, 27 ülkenin üye olduğu AB’nin özellikle ABD ve Çin’in giderek güçlendiği yeni jeopolitik düzende nüfuzunu giderek kaybettiği görüşü dile getirildi. Star'ın haberine göre, Hindistan Uluslararası Ekonomik İlişkiler Araştırma Konseyi Direktörü Rajeev Kumar, AB’nin 2009’da ABD’den daha derin ekonomik daralma yaşadığını ve daha yavaş ekonomik iyileşme sürecinde olduğunu belirtti. AB’nin sihirli değneği Türkiye Yaşlanan nüfusun AB ülkelerinin bütçelerini giderek daha çok sıkıntıya sokacağını belirten Kumar, AB’nin dünya oyuncusu olma iddiasının da kendi içindeki meselelerle uğraşmaktan etkinliğini kaybettiğine dikkat çekerek, şöyle konuştu: “AB’nin uluslararası alanda etkisini artıracak tek bir sihirli değneği var, o da Türkiye’yi birliğe kabul etmek. Türkiye’nin girişi, AB’nin demografik yapısını değiştirecek, AB’nin daha az oranda Hristiyan bir kulüp olarak görülmesini sağlayacak ve Asya ile Ortadoğu’da daha fazla oranda saygı görmesini sağlayacaktır.” Daha önceki yazılarımda da belirtmiştim, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne ihtiyacı yok, asıl hem yaşlı nüfusa sahip olan hem de ekonomik krizle boğuşan Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ihtiyacı var. Şimdi Türkiye’nin hedefi bir an önce Türk İslam Birliği’ni kurmaktır, bu birliğe Rusya’dan tutun da Ermenistan, Azerbaycan, Afganistan, Irak, İran, Lübnan, Suriye, İsrail, Hindistan, Pakistan gibi birçok ülke üye olacaktır. Türkiye lider olarak bu birliğin başına geçecek tüm dünyaya barış ve mutluluk getirecektir. Bu birlik kurulduğunda Ortadoğu’da haksız yere hiçbir ülkenin topraklarına bomba atılamayacak, haksız yere tek bir masum çocuk, tek bir kadın ve erkek şehit edilmeyecektir. Şimdi tüm dünya basınında yaşanan olağanüstü gelişmeleri görüyor musunuz? Bütün ülkelerden “Türkiye lider olsun” talepleri sürekli gelmeye devam ediyor. Şu anda Hz. Mehdi’nin evi hazırlanıyor, çok yakında hep birlikte Türk İslam Birliği’nin kurulacağına, tüm dünyada görülmemiş huzur, güvenlik ve barış ortamının sağlanacağına şahit olacağız.
  3. Çocuklarımıza Allah sevgisini ve dinimizi öğretelim Allah’ı tanımadan, bilmeden İslam dinini öğrenmeden yetiştirilen bir çocuk hayatında birçok zorlukla karşılaşıyor. Allah sevgisi ve korkusu anne babası tarafından öğretilmediğinden çocuk karşılaştığı olaylar karşısında hep nefsi ile hareket ediyor. Yalan söyleyerek kendini kurtaracağını zannettiği için kolaylıkla yalan söylüyor, haksız kazanç elde etmeyi normal karşılıyor, yardımsever ve yumuşak başlı olmak yerine bencil ve isyankar oluyor. İslam ahlakını yaşamayan bir insan mutlaka bu belalardan birinin içine düşer, ya annesine babasına isyan edip hayırsız bir evlat olur, ya hırsızlık yapar, ya eşine yalan söyleyerek onu aldatır, ya uyuşturucuya, içkiye ve kumara saplanır ve hepsinden önemlisi bütün bunlardan en çok azap duyan yine kendisi olur. Özenle bakıp büyüttüğümüz, büyük fedakarlıklarla yetiştirdiğimiz çocuklarımıza öncelikle Allah sevgisini küçük yaşta aşılamalıyız. her şeyden önce kendisini Allah’ın yarattığını, bütün evrenin yaratıcısının Allah olduğunu öğretmeliyiz. Allah’ın her şeyi gördüğünü, bildiğini duyduğunu, tüm insanlara karşı çok merhametli olduğunu, çok adaletli olduğunu söylemeliyiz. Çocuğu güzel ahlakından dolayı ödüllendirmeli, bütün bu ödüllerin Allah tarafından verildiğini anlatmalıyız. Çocuğa küçük yaşta sorumluluk aşılarsak, çocuğun şımarık ve asi olmasını baştan önleyebiliriz. Çocuğumuza hep şefkatli ve merhametli bir uslupla güzel ahlaklı olmasını, her şeyini kardeşleriyle arkadaşlarıyla paylaşmasını, güzel söz söylemesini, yoksullara yardım etmesini, kimseyle alay etmemesini, böyle yaptığı taktirde Allah’ın kendisini çok seveceğini öğretmeliyiz. Çocuk yalan söylediğinde ya da bir şey çaldığında kendisinin yalnız olmadığını Allah’ın gördüğünü bilmelidir. Çünkü çocuk hayatının hiçbir anında yalnız olmayacaktır. Yapmakta oldukları dolayısıyla her biri için dereceler vardır. Rabbin, onların yapmakta olduklarından habersiz değildir. (En’am Suresi / 132) Çocuklarımıza çevresinde gördüğü her canlıyı Allah’ın yarattığını anlatalım, o harika çiçekleri, hayvanları, bitkileri, topraktan mükemmel tat ve kokuda çıkan portakalları, çilekleri Allah’ın yarattığından bahsedelim. Hastalandığı zaman ona bakan ve şifa verecek olanın Allah olduğunu anlatalım. Mutlaka dua etmesini öğretelim, hatta onunla birlikte dua edelim. Allah’ın onu çok sevdiğini, dualarını işittiğini söyleyelim. Dua ettiği bir şey olmazsa bunun Allah tarafından bir güzellik olduğunu, Allah dilerse kabul edeceğini etmezse de yine bunda hayır görmesini öğretelim. İnsanın her istediği şeyin onun için hayırlı olmayabileceğini, bunda da bir güzellik görmesi gerektiğini hatırlatalım. Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi / 186) "… Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz." (Bakara Suresi, 216) Çocuğumuza yapacağımız en büyük iyilik O’na Alah’ın çok güçlü olduğunu hissettirmek ve O’nu dost edinmesini sağlamaktır. Eğer bir çocuk tevekküllü ve inançlı yetiştirilirse sağlam bir karaktere sahip olur. Eğer tüm gücün Allah’tan olduğunu bilmezse, hep insanlardan korkar, hep insanlara yaranmaya çalışır, hep insanlardan medet umar. Halbuki tüm insanlar Allah’ın kontrolündedir. Çocuğumuzu tevekküllü yetiştirmek onun tüm hayatı boyunca rahat ve huzurlu yaşamasını sağlar. Bunun ne kadar önemli olduğunu düşünebiliyor musunuz? O zaman çocuk en ufak bir olayda depresyona girmez, küçük bir sıkıntıda duygusal çöküntüye uğramaz. Hoşuna gitmeyen bir olayla karşılaştığında bunu dünyanın en önemli olayı gibi görüp günlerce ağlamaz, yakınmaz, çevresindekileri kırmaz. Olayların Allah’ın kontrolünde olduğunu bilir, tevekkül eder, güzel tavır gösterir. Her şeyden önemlisi dünya hayatında imtihan olduğunu bilir ve güzellikle sabreder. Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, elbette "Allah" diyecekler. De ki: "Gördünüz mü-haber verin; Allah'tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, O'nun zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, O'nun rahmetini tutup-önleyebilecekler mi" De ki: "Allah, bana yeter. Tevekkül edecek olanlar, O'na tevekkül etsinler." (Zümer Suresi / 38) Çocuğumuza mutlaka Allah tarafından indirilen Kuran’ı okumalı, ayetleri çok net bir şekilde öğrenmesini sağlamalıyız. Kuran onun her zaman yol göstericisi olacak mükemmel bir kitaptır. Kuran ayetlerini öğrenen bir çocuk dünyada karşılaştığı her olayı Kuran’la değerlendirecek ve dolayısıyla çok akılcı bir bakış açısına sahip olacaktır. Çocuk bir olayla karşılaştığı zaman bunun Kuran’da bahsedilen sabretmesi gereken an olduğunu, şükretmesi gereken, tevekkül etmesi gereken, dua etmesi gereken an olduğunu bilecektir. Böylece Allah’ın istediği gibi, imanlı bir insan olarak hayatını sürecek ve hayatının her anından sevap kazanacaktır. Çocuğumuza Allah sevgisi ile birlikte mutlaka Allah korkusunu da öğretmemiz gerekiyor. Çünkü Allah’ın razı olacağı bir insan olmak için sadece Allah sevgisi yetmez, Allah Kuran'da, razı olduğu takva sahibi kullarının, Allah'ı çok sevmelerinin yanında, Kendisi'nden güçlerinin yettiği kadar korkup sakındıklarını bildirmektedir. Allah'ı tüm sıfatlarıyla tanıyan, O'nun büyüklüğünü gereği gibi takdir edebilen, akıl ve vicdan sahibi her insan, Allah'tan gücü yettiğince korkup sakınır. Örneğin, Allah'tan korkup sakınan bir kişi asla yalan söylemez. Çıkarları zedelense de, aksinde Allah'ın rızasını kazanamamaktan ve O'nun kendisine verebileceği karşılıktan korkup sakınır ve dürüst davranır. Bir anlık bir gaflet sonucunda yanlış bir şey söylese bile, hemen günahından dolayı Allah'a tövbe eder ve hatasını düzeltir. Allah, Kendisi'nden korkup sakınan kullarına doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edebilme yeteneği verir; Allah'ın sınırlarına eksiksiz olarak uyması, daima vicdanına göre hareket etmesi için ona güç kazandırır. Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29) Eğer çocuğumuza ahiretin varlığını öğretmezsek çocuk hayatını sadece bu dünyadan ibaret sayacaktır. O zamanda bu dünyaya yönelik hırsları, çıkarları, bencillikleri hiçbir şekilde tükenmeyecektir. Halbuki çocuğun ahiretten habersiz olması öldüğünde mutlaka karşılaşacağı bu büyük gerçekten tamamen habersiz bırakılmasıdır. Çocuğumuz dünyada yaptığı bütün iyiliklerin ve kötülüklerin karşılığını alacağını bilmeden koskoca bir hayat geçirmiş olacaktır. Hepimiz Allah’ın huzurunda bir gün yapayalnız hesap vereceğiz. Bu gerçekten kaçmak bu hakikati asla değiştirmez. Bu yüzden çocuğumuza dünya hayatında Allah’ın istediği gibi güzel ahlaklı, merhametli, sabırlı, dürüst, Kuran ahlakını yaşayan bir insan olmasını öğreteceğiz ve onun Allah’ın izniyle hem dünyayı hem de ahirette cenneti kazanmasına vesile olacağız. Ancak inançlı yetiştirdiğimiz bir insanın gerçek akla ve çok üstün bir ahlaka kavuştuğunu göreceğiz. Hiç şüphesiz Allah’ı seven, O’nu tanıyan, O’na güvenen çocuğumuz dünya hayatında da çok güçlü ve çok akıllı olacaktır. Çünkü her olayın kaderinde yaratıldığını bilecek, gerektiğinde sabredecek, şükredecek ve tevekkül ederek tamamen kendinden emin bir hayat sürecektir. Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar ve daraltır da. Onlar ise dünya hayatına sevindiler. Oysaki dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir meta'dan başkası değildir. (Rad Suresi / 26)
  4. Geçtiğimiz günlerde basında sürekli Maya takvimine göre kıyametin 2012 yılında çıkacağına dair haberler yayınlandı. Dünyaya bir göktaşının çarpacağı ve dünyanın yerle bir olup kıyametin kopacağı söylendi. Oysa kıyametle ilgili doğru bilgi edinmek için Kuran’a ve peygamberimizin hadislerine bakmak gerekir. Kuran’da kıyamet saati ile ilgili şöyle bildirilir: İnsanlar, sana Kıyamet-saatini sorarlar; de ki: "Onun bilgisi yalnızca Allah'ın Katındadır." Ne bilirsin; belki Kıyamet-saati pek yakın da olabilir. (Ahzab Suresi, 63) Allah Kuran’da kıyametin hangi gün kopacağının Allah tarafından bilindiğini söyler. Fakat Allah dilediği kuluna da gaybın bilgisini açar. Allah peygamberimize gaybdan bir çok bilgi vermiştir. Peygamberimiz kıyamet kopmadan önce gerçekleşecek bütün alametleri tek tek saymış, adeta görmüş gibi anlatmıştır. Ayrıca kıyamete çok yakın bir dönemde geldiğini şöyle bildirmiştir: Resulullah (sav): "Ben kıyametin kopacağı aynı saatte gönderildim. Ancak, şunun şunu geçmesi gibi ben kıyamet saatini geçip biraz evvel geldim!" buyurdular ve orta parmağı ile şehadet parmağını gösterdiler. (Kütübi Sitte, Müstevrid İbnu Seddad el-Fihri’den ravi edilmiştir, hadis no 5026) Tirmizî, Fiten 39, (2214).] [50] Peygamberimiz gördüğünüz gibi hadiste kıyametten biraz önce gönderildiğini açıkça bildirmiştir, ayrıca başka hadislerinde de dünyanın ömrünün 7000 yıl olduğunu, bunun 5600 yılının geçtiğini geriye Hicri 1400 yıl kaldığını bildirmiştir. Başka bir hadiste de Peygamberimiz “Ümmetin ömrünün 1500 seneyi pek geçmeyeceğini” haber vermiştir. Hicri 1400 yılın sonu da 2120 yılına denk gelmektedir. Dolayısıyla dünyanın ömrü çok az kalmıştır. Bugün yaşayan insanların torunlarının torunları kıyameti göreceklerdir. Kıyametten önceki son dönemde Allah Hz. Mehdi ile Hz. İsa’ya İslam’ı hâkim ettirecek, tüm dünya İslam’ı kabul edip Müslüman olacaktır. Böylece görülmemiş bir bolluk, huzur ve güven ortamı olacak, insanlar müthiş bir zenginliğe ve refaha kavuşacaklardır. Fakat Altınçağ döneminin ardından Hz. Mehdi ve Hz. İsa’nın vefatıyla birlikte insanlar yine dinlerini kaybedecekler, dünyada Kuran’ın tek bir sayfasını bile bırakmayacaklardır. İnsanlar o kadar ahlaksızlaşacaklar ki, dünyada iman eden hiç kimse kalmayacak, kıyamette kafirlerin üzerine büyük bir dehşetle kopacaktır. Şimdi bunlar, kendilerine Allah'ın azabından kapsamlı bir bürümenin gelivermesinden veya onların hiç haberleri yokken Kıyametin onlara apansız gelmesinden kendilerini güvende mi buldular? (Yusuf Suresi, 107) Hz. Mehdi de hadislere göre 1980 yılında gelmiştir ve Hz. İsa ile kısa bir süre sonra buluşacaktır. Kıyametin çok yaklaştığının en büyük alametlerinden biri Hz. İsa’nın inişi olacak, Hz. İsa’nın gelişiyle birlikte dünyada yaşayan herkes kıyametin çok yakın olduğunu açıkça görecektir. Bugüne kadar hadislerde bildirilmiş olup 30 yıl içinde ard arda gerçekleşen tüm kıyamet alametlerini aşağıda bildiriyorum, ayrıca aşağıda kaynak olarak verdiğim sitelerden kıyametle ilgili çok detaylı bilgi edinebilirsiniz. Ayrıca inanç bölümünde Kıyamet ile ilgili yazdığım diğer yazıları da okumanızı tavsiye ederim. 1. 1975 yılında Fırat'ın Suyunun Kesilmesi. Keban Barajı’nın yapılmasıyla bu durum gerçekleşti. 2. 1979 yılında Afganistan'ın İşgali. 3. 1979 yılında Kabe Baskını ve Kabe’de kan akıtılması. 400’den fazla kişi hayatını kaybetti. 4. 1980 yılında İran-Irak Savaşı 5. Gökyüzünü ateş ve duman kaplaması (Dünyanın en büyük tankerlerinden biri 1979 yılında Independenta İstanbul’da patladı. Tüm gökyüzünü duman kapladı, gürültüsünden uyuyanlar uyandı.) 6. Ramazan Ayı'nda 15 gün arayla Ay ve Güneş Tutulmaları. (1981 ve 1982 yıllarında aynı şekilde gerçekleşti.) 7. 1986 yılında Halley Kuyruklu Yıldızının Doğması. 8. Boynuzu Andıran iki uçlu yıldızın çıkışı (24 Şubat 2009 tarihinde Lulin kuyruklu yıldızı çıktı. Bu kuyruklu yıldız hadislere birebir uyuyor. Tüm kuyruklu yıldızlar doğudan batıya giderken, Lulin batıdan doğuya doğru gidiyor. Hadiste iki boynuzlu olacağı bildiriliyor, Lulin de iki boynuza benzeyen bir şekle sahip. Hadiste çok parlak olacağı bildiriliyor, Lulin de diğer kuyruklu yıldızlardan 6 misli daha parlak.) 9. Güneş’ten bir alametin belirmesi. (1996 yılında Güneşte büyük patlamalar oydu, ayrıca 11 Ağustos 1999 yılında yüzyılın en son güneş tutulması. İlk kez bu kadar çok kişinin izleyebildiği güneş tutulması.) 10. 1990 yılında Azerbaycan'ın işgali 11. Tozlu Dumanlı Bir Fitne (11 Eylül 2001 ABD’deki terör saldırılarının ardından oluşan duman) 12. Bağdat'ın Alevlerle Yok Edilmesi (2003 yılında ağır bombardımanlarla yok edilmiştir.) 13. Iraklıların Parasının Kalmaması (ABD işgalinin ardından Irak’ta paranın değeri düşmüş, ardından Irak dinarı tedavülden kalkmıştır) 14. Çölde bir ordunun batması. (İşgalin ardından yaklaşık 80.000 kişilik Irak ordusu yokolmuştur) 15. Irak'a ve Şam'a Ambargo Uygulanması (Saddam döneminde başlamış ve 10 yıldan uzun süre uygulanmıştır.) 16. Irak'ın Yeniden Yapılandırılması (İşgalin ardından yıkılan şehirlerin imarına başlanmıştır) 17. Irak Halkının Şam'a Kaçması (ABD işgali ve bombardımanlar nedeniyle halk Kuzey’e kaçmıştır) 18. Irak’ın üçe bölünmesi (ABD işgalinin ardından Irak fiilen üçe bölünmüştür.) 19. Şam da fitneler (Suriye’de yaşanan karışıklıklara işaret edilmektedir) 20. Fırat ile Dicle Arasında Çatışmalar Olması (Irak ile İran arasındaki savaşa işaret edilmektedir) 21. Şehirlerin Yok Olması (2. Dünya savaşında Hiroşima ve Nagasaki tamamen yokolmuştur.) 22. Doğu Tarafından Bir Ateşin Görünmesi (1991 yılında Irak Kuveyt’i işgal ettikten sonra petrol kuyularını yaktırmış, Kuveyt ve Basra Körfezini büyük bir ateş sarmıştır) 23. Şam ve Mısır Meliklerinin Öldürülmesi (1981 yılında Enver Sedat, 1982 yılında Lübnanlı lider Beşir Cemayel öldürüldü.) 24. Eski Ürdün Kralının öldürülmesi. (Ürdün Kralı Abdullah’ın 1951 yılında İngilizler tarafında öldürülmesi) 25. Sistemlerin Değişmesi (1989 yılında Berlin duvarının yıkılması, 1991 yılında SSCB dağıldı) 26. Yaygın katliamların meydana gelmesi 27. Kişinin Kamçısının Ucuyla Konuşması 28. Büyük Bir Ekonomik Krizin Olması 29. Masum çocukların öldürülmesi 30. Rüzgarlar ve Kasırgalar 31. Kuraklık Olması 32. Sel Baskınlarının Olması 33. Depremlerin artması 34. Yıldırımların Çoğalması 35. Masum Sivillerin Katledilmesi 36. İnsanların Birbirinden Kaçışması 37. Allah'ın Açıkça İnkar Edilmesi 38. Haramların Helal Sayılması 39. Sahte Peygamberlerin Çoğalması 40. Ömürlerin uzaması 41. Çöllerin yeşertilmesi
  5. Bazı insanlardan “Amerika’da veya Türkiye’de Hz. Mehdi olduğunu iddia eden kişiler duydukları” yönünde mesajlar geliyor. Şu çok önemli gerçeği herkesin mutlaka bilmesi gerekir. Mehdi iddia makamı değil ispat makamıdır. Dünyada yaşayan hiç kimse Hz. Mehdi olduğunu iddia edemez. Çünkü Hz. Mehdi peygamber değildir ve vahiy almayacaktır. Dolayısıyla hiçbir zaman Hz. Mehdi olduğuna tam kanaati gelemez. Sadece Hz. Mehdi, kendisinin Mehdi olduğuna hüsnü zan edecektir. Tüm alametleri taşıyacak, dünya çapında materyalizmi, ateizmi yıkacak ve Hz. İsa ile birlikte İslam’ı yeryüzüne hâkim edecektir. Hz. Mehdi hadislerde bildirildiği gibi hiçbir zaman Hz. Mehdi olduğunu iddia etmeyecek, hatta lider olmak istemeyecek, fakat insanlar çaresizlikten gelip onu evinden alıp başa geçireceklerdir. Dolayısıyla günümüzde Hz. Mehdi olduğunu iddia eden bir kişi varsa bu doğruyu söylemiyor demektir. Çünkü eğer kendisi Hz. Mehdi ise hadislerde bildirildiği gibi bunu söylememesi gerekir, çünkü bu kişi emin olmadığı bir makama sahip olduğunu iddia edemez. “Sen Hz. Mehdi’sin” dediklerinde o kabul etmeyecek...” (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyy-il Muntazar, Beklenen Hz. Mehdi'nin Alametleri, s. 40) (HZ. MEHDİ) ANCAK BASKI İLE BAŞA GEÇMEYE RAZI OLACAKTIR. (El-Kavlu'l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 48) Hz. Mehdi, bütün haramların helal sayıldığı, büyük bir fitneden sonra çıkacaktır. HİLAFET (Müslümanların manevi liderliği), ONA EVİNDE OTURURKEN GELECEK ve devrinde yeryüzünün en hayırlısı kendisi olacaktır. (El-Kavlu'l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 37) “Hz. Mehdi’ye, Deccaliyet’e ve dinsizlerin zulmüne karşı bizi korumazsan bütün günahımız ve dökülen kanlarımız boynunda olsun” diyecekler. Bu konuşmadan sonra (manevi sorumluluk almamak için) Hz. Mehdi manevi liderliği kabul edecektir.” (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamatil Mehdiyy-il Muntazar, Beklenen Hz. Mehdi'nin Alametleri, s. 40) Dolayısıyla şu anda ister Amerika’da, ister Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde Hz. Mehdi olduğunu iddia eden biri varsa bilin ki o kişi Hz. Mehdi değildir. Hadislerde Hz. Mehdi’nin halkın arasında gezeceği, onun halkı tanıyacağı fakat halkın Hz. Mehdi’yi fark edemeyeceği bildirilir. Bu da Hz. Mehdi’nin kendisinin Mehdi olduğunu iddia etmediğini gösterir. Biz söylediğim gibi Hz. Mehdi’yi icraatlarından tanıyacağız. Dünya çapında materyalizmi çökerten, İslam’ı yaymaya gayret eden, televizyonlardan, radyolardan tebliğ yapan, Hz. İsa ile birlikte namaz kılıp tüm dünyaya İslam’ı hâkim eden kim ona bakacağız. Bütün bunları yapan o kutlu ve dönemin en mübarek insanını gördüğümüzde de “işte bu Hz. Mehdi’dir” diyeceğiz…
  6. Darwin’den masallar: Balinalar ayılardan evrimleşmiştir! Denizde yaşayan dünyanın en güçlü canlılarından biri olan balinayı gördüğünde Darwin tam olarak büyük bir şok yaşamıştır. Çünkü bu mükemmel canlının boyu 30 metredir, üstelik ağırlığı 100 tonu geçmektedir. Dolayısıyla bir balinanın boyu 5 katlı apartman boyunda olup, ağırlığı da 30 filin toplam ağırlığı kadardır. Üstelik bu canlı mükemmel yaratılışı sayesinde tonlarca ağırlığıyla hiç zorlanmadan denizin dibine dalıp tekrar suyun yüzeyine çıkabilmektedir. Derisinin altında bulunan yaklaşık 50 cm yağ tabakası vücut sıcaklığını 34-37 derece dolaylarında tutmaktadır. Balinanın kemikleri süngerimsi bir maddeden yaratılmıştır ve kemiklerin içi yağ ile doludur. Bu yüzden balina hiç zorlanmadan 15-20 saniyede suyun yüzeyine çıkar. Gövdesi binlerce metre denizin altındaki basınca dayanabilecek şekilde yaratılmıştır. Hayvanın kanında ve kaslarında dolaşan oksijen, onu su altındayken ve soluk almadığı zamanlarda besleyecek kimyasal maddelerle karışır. Dolaşım sistemi ise kanı iç organlardan beyne gönderebilecek şekilde yaratılmıştır. Bu sayede balina nefes almak için suyun yüzeyine çıkana kadar vücudundaki oksijeni, oksijene en çok ihtiyacı olan organa, yani beynine gönderebilmektedir. Balinadaki bu muhteşem sistem bilim adamlarını hayrete düşürmektedir. Her yıl Kaliforniya'da Aralık ve Ocak aylarında gri balinalar, Kuzey Buz Denizi'nden Kuzey Amerika'nın güney sahillerine geçerek Kaliforniya'ya doğru yüzerler. Doğurmak için ılık sulara doğru hareket ederler. Bu yolculukları sırasında en ilginç olan ise, hamile olan anne adayı balinanın hiçbir şey yememesi ve buna ihtiyacının da olmamasıdır. Uzun yaz günleri boyunca, kuzeyin besin yönünden zengin sularındaki yiyeceklerle kendini doyurur. Ve böylece uzun süren göç dönemi için gerekli olan enerjiden daha fazlasını içeren kalın bir yağ tabakasına sahip olur. Anne adayı balina, Batı Meksika'ya ulaşır ulaşmaz doğum yapar. Yavrular, annelerinin sütleriyle beslenir, yağ takviyesi yaparlar, böylece kendi türlerinin Mart ayında başlattıkları kuzeye yapılan göç için güç kazanmış olurlar. Bütün memeliler gibi balina da yavrularına süt verir. Ne var ki, yavrular sütü emmezler, sütü emecek olsalar ağızlarına süt ile birlikte deniz suyu da girecektir. Fakat tuzlu su içmek balina için zararlı olacaktır. Ancak dişi balinaların meme bezleri çevresinde bir kas halkası vardır. Anne balina bu halkayı kasınca bir basınç oluşur ve böylece –yunuslarda olduğu gibi- sütü doğrudan yavrusunun ağzına püskürtebilir. Bu süt normal bir süt değildir. Katıya yakın, yağlı bir maddedir. Bu sayede süt deniz suyuna karışmaz. Yavrunun içtiği -daha doğrusu yediği- bu madde midede çözünür. Çözünen besin aynı zamanda da yavrunun su ihtiyacını karşılar. Görüldüğü gibi, yavruların beslenebilmesi için Allah onlara en mükemmel beslenmeyi sağlamıştır. Balinanın gözlerinin üzerinde bulunan yağlı ve saydam salgı, hayvanın gözlerini deniz suyunun olumsuz etkilerinden korur. Balinanın dokunma ve işitme duyuları çok keskindir. Su altında çeşitli sesler çıkarır ve bu seslerin yankısını dinleyerek yön bulabilirler. Bu duyunun çalışma prensibi, radarların çalışma prensibiyle aynıdır. Zaten radarlar da balinaların bu özelliklerinin taklit edilmesiyle yapılmıştır. Bilim adamları balinanın çıkardığı bu seslerin son derece karmaşık bir dil olduğuna inanırlar. Bu dil aralarındaki etkileşim ve haberleşmede de önemli bir rol oynar. Darwin tabii ki balinanın bu kadar mükemmel sistemlerle yaratıldığını bilmiyordu, bunu görebilmesi için ne eğitimi ne de o zamanın teknolojisi yeterliydi. Darwin denizde yaşayan bu kadar memeli türüne nasıl açıklama getireceğini bir türlü kestiremiyordu. Bu yüzden aklına dahiyene bir senaryo geldi ve karada yaşayan büyük canlılardan ayının böcek avlarken evrimleşerek balinaya dönüştüğünü iddia etti! Darwin, Türlerin Kökeni kitabının 1856 tarihli ilk baskısında bunu açıkça yazmıştır: “Kuzey Amerika’da siyah ayı, tıpkı balinalar gibi, ağzı açık bir şekilde suda böcek yakalayabilmek için saatlerce yüzerken görülmüştür. Bu her ne kadar çok uç bir izah olsa da, eğer sürekli olarak böcek sağlanırsa ve eğer iyi adapte olmuş rakipler ülkede henüz ortaya çıkmamışsa, ayı ırkının, doğal seleksiyon ile, yapılarında ve alışkanlıklarında fazla, daha da fazla suda yaşar hale gelerek değişime uğramalarında bir zorluk göremiyorum. Gitgide genişleyen, daha da genişleyen ağızlarıyla, ta ki bir balina kadar dev bir yaratık haline gelinceye kadar.”(Türlerin Kökeni, 1. baskı, 6. bölüm, s. 184) Günümüz evrimcileri Darwin’in bu müthiş hayal gücünden utanıp bu senaryoyu unutturmaya çalışıyorlar. Darwin ise birçok baskı yüzünden kitabının sonraki baskılarından bu iddiayı çıkarmış ama çıkardığına pişman olduğunu bir mektubunda şöyle dile getirmişti: “Bir ayının ağzının, değişen alışkanlıklarına uygun gelecek derecede genişlemesinde hiçbir zorluk olmadığı konusunda hala ısrar ediyorum.” (More Letters of Charles Darwin, Francis Darwin, 1903, s. 162) Şimdi Darwin’in muhteşem hayal gücünü görebiliyor musunuz? 100 tonluk muhteşem bir hayvan olan balina karada böcek avlayan ayıların ağızlarının gelişmesiyle oluşmuş! Darwin’in bu hayali senaryosuna göre günümüzde nehir kenarlarında ağzını iyice açarak balık avlayan bütün ayıların şimdiye kadar balinaya dönüşmesi gerekiyordu. Senaryoda balinanın mükemmel organlarından, işitme, beslenme, üreme sistemlerinden hiç bahsedilmemesi de ayrı bir konu tabii. Aslında Darwin yanlış alanda at koşturmuş. Darwin bu müthiş hayalgücüyle, bunalımlı beyninden türettiği tamamen inanılmaz senaryolarıyla hem Andersen’in en büyük rakibi olabilir, hem de günümüzün fantastik çocuk filmleri yapımcılarına çok güzel örnek olabilirdi diye düşünmeden edemiyorum.
  7. Kambriyen döneminde yaşayan trilobitin gözleri evrimciler için büyük hayalkırıklığıdır Trilobit, çok iyi korunmuş, mükemmel bir görünüme ve müthiş bir kompleksliğe sahip deniz kabukluları sınıfından özel bir canlıdır ve 530 milyon yıl öncesinin sessiz Dünyası'nda, çok sayıda mercekten oluşan gözleri ile, görüp avlanabilen mükemmel yapısı ile, rahatlıkla yüzüp beslenebilen olağanüstü bir keşiftir. Bu yüzden Stephen Jay Gould, onu, "herkesin en gözde omurgasız fosili" olarak adlandırmıştı. (R. Levi-Setti, Trilobites: A Photographic Atlas, University of Chicago Press, Chicago, 1975, Trilobite technology) Kambriyen döneminde birdenbire ortaya çıkan ve inanılmaz derecede kompleks gözlere sahip olan bu canlı Darwin'in ve günümüzde Darwin destekçilerinin en büyük hayal kırıklıklarından biridir. Trilobitler dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşamış, Kambriyen döneminin en fazla iz bırakan canlılarıdır. İşte bu nedenle, örnekleri bir araya getirerek, bu canlıların özelliklerini etraflıca belirlemek mümkün olmuştur. Trilobitler, arthropoda filumunun alt filumunu oluştururlar ve göğüs bölümleri üç parçadan oluşan eklem bacaklılardır. Bedenlerinde, hem kafalarını hem göğüslerini kaplayan ve keratinden meydana gelen bir kabuk bulunur. Bu canlıların özellikleri, günümüz eklem bacaklıları gibi, kabuklarını değiştirerek gelişmeleridir. Kambriyen fosillerinin yarısından çoğu trilobitlere aittir. Kabuklu canlılar olmaları dolayısıyla fosilleri iyi korunmuştur. Trilobitler detaylı bir beden yapısına, hassas bir sinir sistemine ve birleşik gözlere sahiptirler. Tüm bu özellikleri, kusursuz gelişmiş halleri ile, Kambriyen patlamasının başlarında benzer kompleksliğe sahip birçok diğer filumla birlikte ortaya çıkmıştır. Trilobitin en uzun bölgesi, kafası ile karın bölgesi arasındaki kısımdır. Bu bölge, çeşitli parçalı bölümlerden oluşmaktadır. Bu bölümlerin tümü birbiriyle bağlantılıdır. Her biri diğerine önden ve arkadan küçük menteşe tarzı bağlarla bağlanmıştır. Dışarıdan bakıldığında bir tren görünümü oluşturmaktadır. Bu parçalar, birbirlerine bağlanmış eklemlerdir. Arka kısımları denizin dip kısımlarında oturur vaziyette olsa da bu canlılar, özel eklemler sayesinde kıvrılarak yukarı doğru kalkabilirler. Trilobit, raylara ihtiyacı olmayan bir tren gibi engeller üzerinde hareket edebilir, bükülebilir, dilediği tarafa dönebilir. (Richard Fortey, Trilobite, "Eyewitness to Evolution", Vintage Books, 2000, s. 30-31) Kuyruğa yakından bakınca, bunun da parçalardan oluştuğu anlaşılır. Ama bu parçalar açıkça görünmemektedir. Birbirlerine tam olarak kaynaşmış durumdadırlar. Bazı trilobitlerde, kuyruk kısmı kafa kısmından daha uzundur ve pek çok bölme içerir. (Richard Fortey, Trilobite, "Eyewitness to Evolution", Vintage Books, 2000, s. 30-31) Kısa bir süre sonra, trilobitlerin baş kısmından çıkan antenler de keşfedilmiştir. Mercek altında incelendiğinde uca doğru incelen ve yine bölmelerden oluşmuş antenler, arthropod bedeninin en gelişmiş koruyucularıdır. Bu antenler, parmakların ve burnun gerçekleştirdiği görevi yapmakta ve canlının kendi çevresini büyük bir hassaslıkla algılamasını sağlamaktadırlar. Trilobitteki bu yapılar, Kambriyen dönemi öncesi canlılarıyla kıyaslanmayacak derecede komplekstir. Bunlar içinde bir tanesi vardır ki optik fizikçilerinin hayal edebileceği en iyi yapıya sahiptir. Bu yapı, muhteşem bir yaratılış sergileyen trilobit gözüdür. Bir trilobit gözü, bu küçük, uzun prizma yığınlarından oluşan bir mucizedir. Uzun, yarım daire şeklindeki göz, yüzlerce, hatta binlerce merceğe sahip olabilir. Bunların her biri farklı yönlerdeki görüntüyü algılar. Bazıları öne doğru bakar, bazıları yanlara, bazıları da arkaya doğru bakar. Merceklerin her biri kendileri için belirlenmiş bir alana odaklanırlar. Böylelikle canlı, her yönden gelen tehlikenin farkında olabilir, avlanabilmek için de büyük bir avantaja sahip olur. Trilobit, günümüz sineklerinin üstte görülen petek gözlerinin yapısına sahiptir. Merceklerin sayısı, kimi trilobitlerde binlercedir. Her bir mercek, odaklandığı bölgenin görüntüsünü algılar. Mercek sayısı ne kadar fazla ise, görüntünün çözünürlüğü de o kadar iyidir. Günümüzden yarım milyar yıl öncesine ait bu mükemmel gözler, kusursuz bir yaratılış harikasıdır. Londra Doğa Tarihi Müzesi paleontologlarından evrimci Richard Fortey, bazı trilobitlerin sahip olduğu gözlerdeki mercek sayısının üç binden fazla olduğunu hesaplamıştır. Üç binden fazla mercek, üç binden fazla farklı görüntünün bu canlıya ulaşması anlamına gelmektedir. Bu da, 530 milyon yıl önce yaşayan bir canlının, göz ve beyin yapısının ne kadar büyük bir kompleksliğe sahip olduğunu ve evrimle hiçbir şekilde meydana gelemeyecek kusursuz bir yapı sergilediğini açıkça göstermektedir. Bu durumu Harvard, Rochester ve Chicago Üniversitelerinden jeoloji profesörü David Raup şu şekilde açıklamıştır: Trilobitlerin gözü, ancak günümüzün iyi eğitim görmüş ve son derece yetenekli bir optik mühendisi tarafından geliştirilebilecek bir tasarıma sahipti. Trilobitlerdeki bileşik göz yapısı, günümüzde yusufçuk böceği ve arı gibi eklem bacaklılarda aynen mevcuttur. Bu göz tipi, trilobitlerde ilk olarak günümüzden 530 milyon yıl kadar önce ortaya çıkmıştır ve günümüze kadar hiçbir değişikliğe uğramamıştır. Eklem bacaklıların "tüm" tarihine yayılan bu "evrimsizlik", Darwinizm'e tam anlamıyla büyük bir darbe vurmuştur. Açıkça görüldüğü gibi Kambriyen döneminde son derece kompleks bir canlı yaşamıştır. O dönemin dünyasını mükemmel gözleri ile görebilmiş, mükemmel yapısı ile tüm yeryüzüne yayılmıştır. Canlıların en karmaşık organlarından "göz", hiçbir ara aşama geçirmeden, hiçbir hayali "ilkel forma" sahip olmadan aniden ortaya çıkmıştır. Bu canlının da, sahip olduğu mükemmel gözün de bir evrimsel kökeni yoktur. Çünkü bu canlı da, onun mükemmel gözleri de evrim geçirmemiştir. Bu canlı, sahip olduğu tüm mükemmellikler, tüm kompleks yapılar, hayranlık uyandırıcı gözler ve şu anda göremediğimiz renkleriyle bundan tam 530 milyon yıl önce yaratılmıştır.
  8. Kıyametten önce gelecek uzun boylu siyah adam Obama olabilir mi? ‘Ahir zamanda olduğumuzun farkında mıyız’ isimli yazımda ahir zamanda gerçekleşen alametlerden bahsetmiş, peygamberimizin söylediği birçok hadisin inanılmaz bir biçimde gerçekleştiğini anlatmıştım. Ahir zamanda gerçekleşeceği beklenen başka alametler de var, bunları da kısa bir süre sonra yazacağım. ABD seçimlerinin ardından Barack Obama’nın başkan seçilmesiyle tüm dünya Obama’yı konuşuyor. Herkesin bildiği gibi tarihte ilk defa bir zenci ABD başkanı seçildi. Bu hem Amerika için hem dünya için büyük bir olay. Obama’nın aynı zamanda Müslüman mı, Hristiyan mı olduğu çok konuşuldu. Peki ahir zamanda hadisler Hz. İsa’nın ve Hz. Mehdi’nin gelişini müjdeliyor. Peki böylesine sıra dışı bir olayda hadislerde bildirilmiş olabilir mi? Hz Ali'ye atfedilen bir söze göre, "Kıyametten hemen önce, uzun boylu siyah bir adam batıda iktidarı ele geçirecek. Dünyanın en büyük ordusunu komuta edecek." ABD’de 4 Kasım’daki başkanlık seçimlerinin Demokrat Parti adayı Barack Obama’nın geçmişi çok tartışıldı. Kenyalı bir Müslüman babanın oğlu olan ve göbek adı Hüseyin olan Obama’nın da Müslüman olduğu iddialarının sonu gelmedi. Şimdi de İran’da Mehdi’nin habercisi “Büyük Savaşçı” olduğu iddia ediliyor. Amerikan Forbes dergisindeki habere göre, ilginç gelişme, yarı resmi bir internet sitesinde 17’nci yüzyılda yazılmış “Işık Okyanusu (Bahar El Enver) adlı kitabın yayınlanmasıyla başladı. Kitapta Hz. Ali’ye atfedilen şöyle bir söz yer alıyor: ”Kıyametten hemen önce, uzun boylu siyah bir adam batıda iktidarı ele geçirecek. Dünyanın en büyük ordusunu komuta edecek. Üçüncü İmam’dan (Hz. Hüseyin) işaretler taşıyacak. Şiiler onun bizden olduğuna şüphe etmesin.’ Birçok İranlı şimdi Obama'yı konuşuyor. Onlara göre Barack Obama bahsedilen 'Büyük Kurtarıcı'. Bunun yanı sıra ”Barack Hüseyin“ Farsça’da ”Kutsanmış Hüseyin“ anlamında. İsmi Fars alfabesiyle O-BA-MA diye hecelendiğinde, ”O bizden biri“ anlamına geliyor. Gerçekten de Obama , ahir zamanda beklen Hz. İsa’nın ve Hz. Mehdi’nin habercisi olabilir mi? Peygamber efendimizin kıyametin habercisi olarak gösterdiği birçok hadis çıktığına, kıyamet yaklaştığına ve dünyada tam da böyle bir dönemde bir zenci başkan seçildiğine göre bu konuda düşünülmesi kanaatindeyim.
  9. Ölümden korkuyor musunuz? Hepimiz düşünsek de düşünmesek de hızla ölüme doğru yaklaşıyoruz. Bu kesin bir gerçek. Bazı insanlar sanki bu gerçeği önleyebilirlermişçesine boşa uğraş veriyorlar. İçlerinde sonsuza kadar genç ve dinç kalma arzusunu estetik ameliyatlarla sağlamaya çalışıyorlar. Halbuki bu uğraşların sonu hep hüsranla bitiyor. İnsan giderek yaşlanıyor, çöküyor ve her gün bir adım daha kaderinde belirlenmiş o büyük güne yaklaşıyor. Ölümden korkmak ya da ölümü hiç akla getirmemek insanın ancak kendisini avutmasıdır. Hem de büyük bir yalanla… Ve bu yalanın sonucunda hüsrana uğrayacak kişi de sadece kendisidir. İnsan kendi kendine belki de en büyük kötülüğü işte böyle yapar. Dünyaya delicesine tutkuyla bağlanmak, her gün gezip eğlenerek boşa vakit geçirmek kişiyi sonsuza kadar büyük bir kayba götürür. Tabii ki tüm hayatı boyunca ölümü düşünmeyen bir insan yaş ilerleyip de çevresindeki tanıdıkları birer birer ölmeye başlayınca derin bir korkuya kapılır. Zaman biraz daha geçince bu korku yerini sık sık artan nöbetlere de bırakır. Kişi en ufak bir şeyde ‘acaba ölecek miyim’ diye hastanelere koşar, oradaki doktorlardan medet umar. Aslında bu kişinin korkusu tüm hayatını boşa geçirmiş bir insanın cehennem korkusudur. Çünkü her insan aslında vicdanında mümin mi, münafık mı, inkarcı mı olduğunu bilir. İşte bu noktada kişi kendini yapayalnız avucundan kayan hayatına bakarken bulur. Halbuki yaşarken ölümü düşünmek, ahiret için hazırlık yapmak insanı her an ihlaslı ve vicdanlı davranmaya yöneltir. Allah (cc)'ın ve ahiretin varlığına samimi imanla kanaat getiren insan, yaşam gibi ölümün de Yüce Allah (cc)'ın kontrolünde olduğunu bilir. Hiçbir insan ecelini ne erteleyebilir ne de öne alabilir. Ölüm Allah (cc)'ın takdir ettiği anda ve Allah (cc)'ın takdir ettiği şekilde gerçekleşir. "Her ümmet için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince, ne bir saat ertelenebilirler ne de öne alınabilirler (tam zamanında çökerler.)" (Araf Suresi, 34) ayetiyle bildirilen bu gerçeğin farkında olan insan, ölüm ile ne zaman karşılaşacağını bilmemenin verdiği açık bir şuur ile hareket eder. "Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile…" (Nisa Suresi, 78) ayetiyle hatırlatıldığı gibi, Allah (cc) diledikten sonra ölüm mutlaka gerçekleşir. Bunun ne kişinin yaşı ile, ne sağlıklı olması ne de tedbirli davranmış olması ile ilgisi yoktur. Allah (cc) diledikten sonra ani bir kaza, beklenmedik bir hastalık, hatta kimi zaman insanları hayrete düşüren umulmadık bir sebep dahi insanı ölüme sürükleyebilir. İşte tüm bu yönleriyle ölümü düşünebilen bir insan, her an her yerde ölümle karşılaşabileceğini, yaşamının her an son bulma ihtimali olduğunu bilir. Bu da onu hayatının her anında samimi davranmaya, aklını, vicdanını ve imkanlarını son noktasına kadar kullanmaya yöneltir. Bir an sonra kendisini Rabbimiz'in huzuruna varmış, hesap verirken bulabileceğini, her an cennet ya da ceheneme sevk edilme ihtimaliyle karşı karşıya kalabileceğini bilmenin verdiği açık şuur ile hareket eder. Dünya hayatını, ahirete gidip cenneti ve cehennemi görüp geri dönmüşcesine, tüm bunların gerçekliğinden ve yakınlığından kesin olarak emin olmuş bir iman ve yakin ile geçirir. Her anını, amel defterinin ortaya konduğu, cennete mi yoksa ceheneme mi sevk edileceğinin kararını beklediği anı yaşıyormuş gibi derin bir Allah (cc) korkusu ile yaşar. Allah’tan korkarak hayatını samimi bir Müslüman olarak geçiren bir mümin ölümden korkmaz, aksine Alalh’ın rızasına ve sonsuz cennet hayatına kavuşacağı için sevinir. Zaten tüm dünya hayatında bunun için hazırlanmakta ve bu güzelliği beklemektedir. Ölümü kavramak, güçlü bir vicdan, keskin bir kavrayış gücü, üstün bir akıl ve kesintisiz bir güzel ahlak ile kendini gösterir. Bu şuurdaki bir insan ölümün an meselesi olduğunu bildiği için, hayırdan yana hiçbir işi ertelemez, hiçbir konuda üşengeçlik ya da tembellik yapmaz, şevksiz davranmaz. Gevşeklik göstermenin, ağırdan almanın, daha güzeli, daha iyisi ve daha mükemmeli varken biraz daha azını tercih etmenin ahirette pişmanlığa sebep olabileceğinin şuurundadır. Allah (cc)'a olan yakınlığında, güzel ahlakta, fedakarlıkta, çalışkanlıkta, ibadetinde, duasında, şevkinde, canlılığında hep ihlaslı bir tavır sergiler. Açıkça görüldüğü gibi dünya hayatını ölümü düşünerek yaşamak insana derin bir iman ve üstün bir ahlak kazandırır. Aksi taktirde bir göz çarpması kadar kısa olan hayatını boşa harcayan insan bir gün kendini yapayalnız Allah’ın huzurunda hesap verirken bulacaktır. O gün dünyaya geri dönmek için Allah’a yalvaran insanlardan olmayın. Onun yerine Allah’ın huzuruna güvenle gelen, kitabını güvenle isteyen, tüm hayatını Allah için yaşadığından son derece emin, vakarlı, üstün ve cennete layık olan inananlardan olun…
  10. Tevrat’tan üzerinde düşünülmesi gereken güzel sözler Değiştirilmemiş ve bütün ayetleri korunmuş tek kitap Kuran’dır. Allah’ın Hz. İsa’ya vahyettiği İncil ve Hz. Musa’ya vahyettiği Tevrat insanlar tarafından tahrif edilerek bozulmuştur. Fakat Kuran ayetlerini çok iyi bilen bir insan aklı ve vicdanıyla İncil’de ve Tevrat’ta değişmemiş ifadeleri anlayabilir. Bu ifadelerden öğüt alıp, güzel ahlaka çağıran sözlerden faydalanabilir. Tevrat’ta sevgi, şefkat, merhamet, iman, dua, teslimiyet gibi konularda geçen çok fazla güzel söz yer almaktadır. Burada ancak bir kısmına değineceğim. ... Allah'ınız Rab sizden ne istiyor? Yalnız şunu istiyor: Allah'ınız Rab'den korkun, O'nun yollarında yürüyün, O'nu sevin; bütün yüreğinizle, bütün canınızla O'na kulluk edin; üzerinize iyilik gelsin diye bugün size bildirdiğim buyruklarına, kurallarına uyun. (Yasa'nın Tekrarı, 10:12-13) Kendini bilge biri olarak görme, Rab'den kork, kötülükten uzak dur. Böylece bedenin sağlık ve ferahlık bulur. (Süleyman Özdeyişleri, 3:7-8) Rab Kendisi'ne yakaran, içtenlikle yakaran herkese yakındır. Dileğini yerine getirir Kendisi'nden korkanların, feryatlarını işitir, onları kurtarır. Rab korur Kendisi'ni seven herkesi... (Mezmurlar, 18:20) Rab'den korkmak kötülükten nefret etmek demektir... (Süleyman'ın Özdeyişleri, 8:13) Allah'ınız Rab'bi bütün yüreğinizle, bütün canınızla, bütün gücünüzle seveceksiniz. (Yasa'nın Tekrarı, 6:5) Rab'bin işlerini anacağım, Evet, geçmişteki harikalarını anacağım. Yaptıkları üzerinde derin derin düşüneceğim, bütün işlerinin üzerinde dikkatle duracağım. (Mezmurlar, 77:11-12) Rab Allah göğü ve yeri yarattığında, yeryüzünde yabanıl bir fidan, bir ot bile bitmemişti. Çünkü Rab Allah henüz yeryüzüne yağmur göndermemişti. Toprağı işleyecek insan da yoktu. Yerden yükselen buhar bütün toprakları suluyordu. Rab Allah Adem'i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Adem yaşayan varlık oldu. (Yaratılış, 2:4-7) Yüreğim tutuştu içimde, ateş aldı derin derin düşünürken, şu sözler döküldü dilimden: Bildir bana, ya Rab, sonumu, sayılı günlerimi; bileyim ömrümün ne kadar kısa olduğunu! Yalnız bir karış ömür verdin bana, hiç kalır hayatım Senin önünde. Her insan bir soluktur sadece, en güçlü çağında bile. Bir gölge gibi dolaşır insan, boş yere çırpınır, mal biriktirir, kime kalacağını bilmeden. Ne bekleyebilirim şimdi, ya Rab? Umudum Sende. (Mezmurlar, 39:3-7) Ey dünyanın dört bucağındakiler, Bana dönün, kurtulursunuz. Çünkü Allah Benim, başkası yok. (Yeşaya, 45:22) Allah, "İnsanı... yaratalım" dedi, "Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun." Allah insanı... yarattı. Böylece insan... yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı. (Yaratılış, 1:26-27) Oturup kalkışımı bilirsin, niyetimi uzaktan anlarsın. Gittiğim yolu, yattığım yeri inceden inceye elersin, bütün yaptıklarımdan haberin var. Daha sözü ağzıma almadan, söyleyeceğim herşeyi bilirsin, ya Rab. (Mezmurlar, 139:2-4) "Mezarlarınızı açıp sizi çıkardığım zaman, Benim Rab olduğumu anlayacaksın... Ruhumu içinize koyacağım, canlanacaksınız..." böyle diyor Rab. (Hezekiel, 37:13-14) Kötüler böyle değil, rüzgarın savurduğu saman çöpüne benzerler. Bu yüzden yargılanınca aklanamaz, doğrular topluluğunda yer bulamaz günahkârlar. Çünkü Rab doğruların yolunu gözetir, kötülerin yolu ise ölüme götürür. (Mezmurlar, 1:4-6) Ya Rab, bütün yüreğimle Sana şükredeceğim, yaptığın harikaların hepsini anlatacağım. Sende sevinç bulacak, coşacağım, adını ilahilerle öveceğim, ey yüceler yücesi! (Mezmurlar, 9:1-2) Rab'be umut bağla, O'nun yolunu tut... kötülerin kökünün kazındığını göreceksin. Doğruların kurtuluşu Rab'den gelir, sıkıntılı günde onlara kale olur. Rab onlara yardım eder, kurtarır onları, kötülerin elinden alıp özgür kılar, çünkü Kendisi'ne sığınırlar. (Mezmurlar, 37:34, 39-40) Küstahlığın ardından utanç gelir, ama bilgelik alçakgönüllülerdedir. (Süleyman'ın Özdeyişleri, 11:2) Gururun ardından yıkım, kibirli ruhun ardından da düşüş gelir. (Süleyman'ın Özdeyişleri, 16:18) Öç almayacaksın. Kin beslemeyeceksin. Komşunu kendin gibi seveceksin... (Levililer, 19:18) Allah'ınız Rab'bin size vereceği ülkenin herhangi bir kentinde yaşayan kardeşlerinizden biri yoksulsa, yüreğinizi katılaştırmayın, yoksul kardeşinize eli sıkı davranmayın. (Yasa'nın Tekrarı, 15:7) Kendini bilge biri olarak görme, Rab'den kork, kötülükten uzak dur. Böylece bedenin sağlık ve ferahlık bulur. (Süleyman'ın Özdeyişleri, 3:6-8) Bir kente saldırmadan önce, kent halkına barış önerin. (Yasa'nın Tekrarı, 20:10) "Bu adamlar bize dostluk gösteriyor" dediler, "Ülkemizde yaşasınlar, ticaret yapsınlar. Topraklarımız geniş, onlara da yeter, bize de..." (Yaratılış, 34:21) Parayı seven paraya doymaz, zenginliği seven kazancıyla yetinmez. Bu da boştur. Mal çoğaldıkça yiyeni de çoğalır. Sahibine ne yararı var, seyretmekten başka? Az yesin, çok yesin işçi rahat uyur, Ama zenginin malı zengini uyutmaz. (Vaiz, 5:10-12) Dost dostu aldatıyor, kimse gerçeği söylemiyor. Dillerine yalan söylemeyi öğrettiler, suç işleye işleye yorgun düştüler. Dilleri öldürücü bir ok, hep aldatıyor. Komşusuna esenlik diliyor, ama içinden ona tuzak kuruyor. (Yeremya, 9:5, 8) Dedikoducu sır saklayamaz, bu nedenle ağzı gevşek olanla arkadaşlık etme. (Süleyman'ın Özdeyişleri, 20:19 Yalandan uzak duracak, suçsuz ve doğru kişiyi öldürmeyeceksiniz. Çünkü Ben kötü kişiyi aklamam. (Mısır'dan Çıkış, 23:7) Allah'tan kork ve O'nun emirlerini tut; çünkü insanın bütün vazifesi budur. (Vaiz, 12:13) ... Sevgiye dayanan bir yönetim kurulacak... Sadakatle krallık yapacak. Yargılarken adaleti arayacak, doğru olanı yapmakta tez davranacak. (Yeşaya, 16:4-5) Görüldüğü gibi bütün bu hükümler Yahudileri hep güzel ahlaka çağırıyor. Tahrif olmamış Tevrat’ta suçsuz yere adam öldürmek yasaklanıyor, sevgi, şevkat, merhamet ve adalet öğütleniyor. Tevrat’ın bu hükümlerine uyan ve gerçekten çok dindar olan Yahudiler var. Bu samimi insanlar Allah’a ve Tevrat’a gönülden bağlılar, dinlerinden asla ödün vermiyorlar. Ateist Siyonistlerin fikirlerini de tamamen red ediyorlar. Bu dindar Yahudiler, ateist Siyonist Yahudilerin Filistin’de yaptıkları zulmü de hiçbir şekilde kabul etmediler, İsrail’de sokaklara çıkıp bu katliamı protesto ettiler. Dindar Yahudiler çok mübarek bir milletin evlatlarıdır, hepsi peygamberlerimizin soyundan gelmektedirler. Bu yüzden Müslümanların ateist Siyonist Yahudilerle dindar Yahudileri mutlaka birbirlerinden ayırmaları gerekir. Dindar Yahudiler, Allah’tan korkan, imanlı, güzel ahlaklı, son derece takva insanlardır ve Müslümanların kardeşleridir. Bu dindar Yahudilerle Müslümanlar kutsal topraklarda çok yakın bir gelecekte kardeşçe yaşayacaklar ve buna da herkes şahit olacaktır.
  11. Aylardan beri Türk İslam Birliği’nin kurulacağından bahsediyorum. İki yıl öncesine kadar böyle bir konu hiç ortada yokken, insanlar Türk İslam Birliği konusundan tamamen habersizken şu anda yaşanan gelişmelere bakın. Şu anda Türkiye ile vizeyi kaldıran ülke sayısı 57’ye ulaştı. Her gün yeni bir gelişme ile karşılaşıyoruz. Daha önce vizelerin kaldırılması gibi bir durum var mıydı? Türkiye’nin Ortadoğu’da bu kadar ağırlığı ve şahsiyeti var mıydı? İşte şimdi tüm dünya basınından Türkiye’nin çok güçlendiğine yönelik haberler yağmaya devam ediyor. Son haber Wall Street Journal’dan şöyle geldi: Avrupa’nın Beklediği Kurtarıcı: Türkiye! Wall Street Journal, AB'nin Türkiye'yi tam üye yapması halinde uluslararası alanda azalan etkisini arttıracağını belirtti. ABD’nin ekonomi çevrelerinin önemli gazetesi Wall Street Journal (WSJ), uzman görüşlerine yer verdiği bir yazıda, “AB’nin ancak Türkiye’yi tam üye olarak kabul etmesi durumunda uluslararası alanda azalan etkisini artırabileceğini” belirtti. WSJ’nin haberinde, 27 ülkenin üye olduğu AB’nin özellikle ABD ve Çin’in giderek güçlendiği yeni jeopolitik düzende nüfuzunu giderek kaybettiği görüşü dile getirildi. Star'ın haberine göre, Hindistan Uluslararası Ekonomik İlişkiler Araştırma Konseyi Direktörü Rajeev Kumar, AB’nin 2009’da ABD’den daha derin ekonomik daralma yaşadığını ve daha yavaş ekonomik iyileşme sürecinde olduğunu belirtti. AB’nin sihirli değneği Türkiye Yaşlanan nüfusun AB ülkelerinin bütçelerini giderek daha çok sıkıntıya sokacağını belirten Kumar, AB’nin dünya oyuncusu olma iddiasının da kendi içindeki meselelerle uğraşmaktan etkinliğini kaybettiğine dikkat çekerek, şöyle konuştu: “AB’nin uluslararası alanda etkisini artıracak tek bir sihirli değneği var, o da Türkiye’yi birliğe kabul etmek. Türkiye’nin girişi, AB’nin demografik yapısını değiştirecek, AB’nin daha az oranda Hristiyan bir kulüp olarak görülmesini sağlayacak ve Asya ile Ortadoğu’da daha fazla oranda saygı görmesini sağlayacaktır.” Daha önceki yazılarımda da belirtmiştim, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne ihtiyacı yok, asıl hem yaşlı nüfusa sahip olan hem de ekonomik krizle boğuşan Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ihtiyacı var. Şimdi Türkiye’nin hedefi bir an önce Türk İslam Birliği’ni kurmaktır, bu birliğe Rusya’dan tutun da Ermenistan, Azerbaycan, Afganistan, Irak, İran, Lübnan, Suriye, İsrail, Hindistan, Pakistan gibi birçok ülke üye olacaktır. Türkiye lider olarak bu birliğin başına geçecek tüm dünyaya barış ve mutluluk getirecektir. Bu birlik kurulduğunda Ortadoğu’da haksız yere hiçbir ülkenin topraklarına bomba atılamayacak, haksız yere tek bir masum çocuk, tek bir kadın ve erkek şehit edilmeyecektir. Şimdi tüm dünya basınında yaşanan olağanüstü gelişmeleri görüyor musunuz? Bütün ülkelerden “Türkiye lider olsun” talepleri sürekli gelmeye devam ediyor. Şu anda Hz. Mehdi’nin evi hazırlanıyor, çok yakında hep birlikte Türk İslam Birliği’nin kurulacağına, tüm dünyada görülmemiş huzur, güvenlik ve barış ortamının sağlanacağına şahit olacağız.
  12. Evet sizi hatırladım, saygılarımı sunarım.
  13. Atatürk ölümünden elli yıl sonra bazı görüşlerinin açıklanmasını istemiş ve bu son derece önemli görüşlerini vasiyetinde bildirmiştir. Atatürk 6 Eylül 1938 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda iken yanında Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak, Ordinaryüs Prof. Neşet Ömer İrdelp olduğu sırada İstanbul Beyoğlu 6. Noteri İsmail Kunteri makamına davet ederek elyazısı ile yazıp bir zarfa koyduğu ve zarfı kapalı bir şekilde üç yerinden kırmızı balmumu döküp mühürleterek, Noter’e, “Bu kapalı zarfta vasiyetim var, icap ettiği zaman gerekeni yaparsınız” diyerek teslim eder. Mühürlü zarf 10 Kasım 1938’de Atatürk’ün vefat etmesi üzerine Ankara 3. Sulh Hukuk Hâkimi Osman Selçuk ve görevli bir heyet tarafından 5 Ocak 1939 tarihinde Ankara Ulus semtindeki Ziraat Bankası A.Ş. Genel Müdürlüğü Merkez Şube’deki özel kasalara Atatürk’ün vasiyetinde belirttiği üzere 50 yıl sonra, yani 10 Kasım 1988’de açılmak üzere konur Tutanaklar tutulup imzalar atılır ve kasalar kilitlenerek gününden önce açılması engellenir. Ölümünün üzerinden yetmiş yıl geçmesine rağmen Atatürk’ün vasiyeti adeta bir sır gibi özenle saklanıyor. Peki bu yüzyılın dahisi olan, aklı, bilgisi, ileri görüşlülüğü dünya çapında bilinen ve taktir edilen Atatürk’ün görüşlerinin açıklanmamasının nedeni nedir? Yoksa bu görüşler birtakım çevreleri son derece rahatsız mı etmektedir? Basında bildirilen haberlere göre Atatürk’ün vasiyeti 1988 yılında ölümünden tam elli yıl sonra 'Cumhurbaşkanı Kenan Evren ve o günkü Başbakan Turgut Özal tarafından açılıp okunmuştur. Ancak Atatürk’ün görüşlerine toplumun henüz hazır olmadığı! öne sürülerek vasiyetin açıklanması 25 yıl yasaklanmıştır. Öncelikle Atatürk’ün açıklanmasını istediği vasiyeti nasıl başka kişiler tarafından değerlendirilmeye tabii tutulup açıklanmayabilir? Toplum neye, hangi fikre ve inanca göre bu vasiyeti öğrenmeye hazır görülmemiştir? Vasiyetle ilgili 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın da bilgisi olduğunu söyleyen Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındal, 1967'de Bayar'a 'Atatürk'ün gizli vasiyeti var mıydı?' diye sorduğunu, Bayar'ın da kendisine, 'Muhtemeldir. Açıklanması şimdi doğru olmaz, Türkiye hazır değil' dediğini söylemiştir. Kenan Evren'in, Atatürk'ün fikirlerini gizlemesindeki amacı mutlaka açıklaması gerektiğini söyleyen Altındal, Atatürk'ün notlarının Anıtkabir'de olduğu yolunda kendisine güvenilir bilgiler geldiğini de sözlerine ekledi. Altındal, Atatürk'ün sır vasiyetinin, Cumhurbaşkanlığı'nın ardından Meclis'te Atatürk'ü Koruma Komisyonu'nun kararıyla, Genelkurmay Başkanlığı'nın oluru alındıktan sonra açıklanabileceğini de sözlerine ekledi. Özenle saklanan Atatürk’ün vasiyeti ile ilgili birtakım ipuçları var. Altındal'a göre, Atatürk'ün notlarında Hilafet'le ilgili ilginç fikirleri yeralıyordu. Buna göre Atatürk, hilafetin kişi bazında değil, bütün İslam ülkeleri arasında rotasyonla değişecek bir kurum olarak canlandırılabileceğini düşünüyordu. Altındal’a göre, bu vasiyeti 1958’de öğrenen Adnan Menderes, "Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz" bu nedenle söylemişti. Altındal, Atatürk’ün "1920’lerde sadece 3 Müslüman devlet var. Türkiye, İran ve Afganistan. Bu sayı ileride 40’a 50’ye çıkarsa, bu devletler kendileri bir araya gelerek bir Hilafet Meclisi oluştururlar" dediğini öne sürüyor. Atatürk çok kuvvetle muhtemel ki, aklı ve üstün ileri görüşü sayesinde İslam ülkelerinin gelecekte birleşeceklerini görmüş ve bunu vasiyetinde dile getirmişti. Bu önemli bilgiler şimdi özenle Türk halkından adeta sır gibi saklanıyor. Hiç kimse bu vasiyetin varlığından söz etmiyor, konuşulmuyor ve adeta unutturulmaya çalışılıyor. Peki bu vasiyeti bilmek ve öğrenmek her Türk vatandaşının hakkı değil midir? Vasiyetteki bilgiler kimleri ve hangi çevreleri rahatsız etmiştir? Ayrıca toplumun buna hazır olup olmadığına toplum adına nasıl başkaları karar verme cesaretini gösterebilir?
  14. Atatürk son derece dindar bir insandı. Fakat günümüze kadar kendisinin bu dindar yönü hep gizlenmiş, bir insanın hem dindar hem de medeni ve son derece de aydın olamayacağı insanlara empoze edilmiştir. Halbuki Atatürk hem dindar olunup hem de dünya çapında aydın ve ileri görüşlü olunabileceğinin en büyük göstergesidir. Üstelik din zaten insanı karanlıktan çıkarıp aydınlığa götürür, birtakım dogma fikirlere saplanmasına müsaade etmez, daima araştırmayı ve öğrenmeyi öğütler. Atatürk, İslam ahlakıyla ahlaklanmış, tam bir Osmanlı beyefendisidir. Kendisinin ne kadar dindar bir insan olduğunu hayatına baktığımızda çok iyi anlayabiliyoruz. Her şeyden önce Atatürk 1920’ lerin sonu 1930’ ların başında Kuran tefsiri ve tercümesi ile hadis çalışması yaptırmıştır. Atatürk’ ün Kuran’ ın tercümesini yaptırması Türk halkının Kuran’ ı anlayarak öğrenmesini, dinini bilerek uygulamasını sağlamaktır. Elmalı Hamdi Atatürk’ ün bu verdiği görevi yerine getirerek Kuran’ ın hem tefsirini, hem de tercümesini yapmıştır. Atatürk sayesinde Kuran tüm Müslümanlar tarafından Türkçe okunabilmiş ve ayetler üzerinde derin düşünerek, anlayarak Allah’ ın hikmetli sözleri kavranabilmiştir. Atatürk’ ün dindar yönünü anlatmak için hayatından vereceğimiz birkaç örnek yeterli olacaktır. ATATÜRK’ ÜN KURANI ÇOK İYİ BİLMESİ: Atatürk Edirne ziyaretinde Selimiye Camii' nin içini dolaşırken, mihrapla büyük avizenin arasında durarak yukarıdaki yarım kubbenin üzerinde Arapça yazılı olan ayeti okuyarak müftüye sorar. ' Hocam bu ayet Tevbe suresi 18' nci ayet değil mi? ' der. Müftüden ' Evet paşa hazretleri' cevabını aldıktan sonra müftüye ' Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz? ' diye sorar. Hocanın doğru cevabı üzerine teşekkür edip ' Evet bende öyle biliyorum' der. Hat sanatının ağdalı uygulamasıyla kubbeye yazılı ayetin hem Arapça' sını ve hem de Türkçe anlamını bilecek kadar İslam konusunda birikimli bu büyük ve güzel insanı dinsiz gibi göstermek çok büyük bir hata olacaktır. ATATÜRK’ ÜN MECLİSİ KURAN OKUTARAK AÇTIRMASI: Atatürk Büyük Millet Meclisi' nin 23 Nisan 1920 Cuma günü açılmasını emretmiştir. Bu açılışın 21 Nisan 1920' de tüm Türkiye' ye gönderilen bildirgesi, bildirgeyi bizzat kaleme alan Atatürk' ün, samimi inancını açıkça gözler önüne seren tarihi bir belge niteliğindedir: 1. Allah' ın yardımıyla 23 Nisan Cuma günü, Cuma namazından sonra Ankara' da Büyük Millet Meclisi açılacaktır. 2. Vatanın bağımsızlığı ve kurtarılması gibi çok önemli vazifeleri olan Meclisin açılış gününü, Cumaya tesadüf ettirmekten maksat, o günün kutsallığından faydalanmak ve açılmadan önce sayın milletvekilleriyle Hacı Bayram Camii' nde Cuma namazı kılmak, Kuran ve namazın nurlarından faydalanmaktır... 3. O günün kutsallığını güçlendirmek için bugünden başlayarak valiliklerde, vali beyefendinin düzenlemesiyle hatim indirilecek, muhayiri şerif okunacaktır. Hatmin son kısımları Cuma namazından sonra Meclis binası önünde tamamlanacaktır.... ATATÜRK’ ÜN ALLAH İNANCI: Sabiha Gökçen: ' Bir sabah, Ata' nın elini öpmek üzere yanına girdim. İşleri ile meşguldu. Bir süre ayakta bekledim, birden derin bir iç geçirdi ve ' Allah' dedi. (O bunu sık sık tekrarlardı) Atatürk hakkında evvelce çok şeyler duymuştum, bu tesirle olacak, bir hayli şaşırdım. O' nun ağzından Allah kelimesini duymak beni şaşırtmış ve heyecanlandırmıştı. Ata' nın yüzüne şaşkın bir şekilde bakmış olacağım ki; ' Sen dindar mısın?' diye sordu. Ben de ailemden aldığım din terbiyesiyle ' Evet, dindarım' dedim ve bu cevabımı nasıl karşılayacağını anlamak için ürkek ürkek yüzüne baktım. Cevabım hoşuna gitmişti. ' Çok iyi... Allah büyük bir kuvvettir. O' na daima inanmak lazımdır. ' dedi ve bu konuda uzun uzun izahat verdi. Ben de o zaman anladım ki, Atatürk hakkında söylenenlerin aslı yoktur ve Ata bütün söylenenlerin hilafına inançlı bir insandır. ATATÜRK’ ÜN İSLAM DİNİNE BAĞLILIĞI: " Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. " "Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur" ; "Din vardır ve lazımdır. " (Yakınlarından Hatıralar, Asaf İlbay, s. 102) "Allah birdir, şanı büyüktür. Allah' ın selameti, sevgisi üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası, hepimizce bilinmektedir ki, Yüce Kuran' daki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor." (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, c. 2, s. 93) " Bizim dinimiz en makul ve en doğal bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin doğal olması için akla, tekniğe, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. İslam' ın sosyal hayatı içinde hiç kimsenin, bir özel sınıf halinde varlığını sürdürme hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini kurallara uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz" (Atatürk' ün Söylev ve Demeçleri, 1959, c.2, s. 90) ATATÜRK’ ÜN ÖLMEDEN ÖNCE SÖYLEDİĞİ SÖZ: " Bütün dünya Müslümanları, Allah' ın son Peygamberi Hz. Muhammed (SA)' in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmeli; İslamiyet' in hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli; zira ancak bu şekilde insanlar kurtulabilir ve kalkınabilir. " (Urduca Yayınlarda Atatürk, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara 1979, sayfa 102) Atatürk’ ün köşkte sürekli dört hafız getirtip Kuran okuttuğu, peygamberimize olan sevgisi ve düşkünlüğü çok iyi bilinmektedir. Peygamberimizin mezarını yıkmak isteyenlere Suudilere ‘‘ Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim’ diye karşı çıkan da Atatürk’ tür. Dolayısıyla Atatürk’ ün gerçek bir dindar olduğunu saklamaya çalışmak her zaman beyhude bir çabadan öteye gidemeyecektir.
  15. İşte Türk İslam Birliği yolunda bir sevindirici haber daha geldi, Lübnan’la Türkiye arasında da vizeler kaldırıldı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Lübnan Başbakanı Saad Hariri ile iki ülke arasındaki vizenin karşılıklı olarak kaldırılmasına ilişkin düzenlemenin de bulunduğu 6 anlaşmaya imza attıklarını söyledi. Geçilen bu zorlu dönemin ardından, barış ve huzur dolu bir geleceğin adımlarını atmaya başladıklarını kaydeden Erdoğan, iki ülke arasında bugün 6 anlaşmaya imza atıldığını bildirdi. Bildiğiniz gibi bundan iki sene önce ortada Türk İslam Birliği’nin lafı bile edilmiyordu. Şimdi ise gelinen konumu herkesin artık görmesi gerekiyor. Ard arda ülkelerle vizeler kaldırılıyor. Suriye, Libya ve Ürdün'ün Türk vatandaşlarına vize uygulamasını kaldırmasının ardından, Türkiye'ye vize uygulamayan ülke sayısı tam 55'e yükseldi. Daha sonra atılacak adım pasaportların kaldırılması olacak. Böylece Türk İslam Birliği’ne üye olan ülkeler tek bir ülke liderliğinde birleşecekler. Türkiye şu anda Ortadoğu’da en güçlü ve en şahsiyetli dönemini yaşıyor. Herkesin samimi olarak Türkiye’nin süper devlet olacağına ve lider olacağına inanması gerekir ki atılan her adım bu misyonun mutlaka gerçekleştirileceğini gösteriyor. Türkiye tarihte hiç olmadığı derecede büyük bir devlet olacaktır. Bütün dünyayı, anarşiden, terörden sıkıntıdan azaptan, her türlü acıdan kurtaracak millet Türk milletidir. Türkiye lider konumunda olup bölgede arabuluculuk görevini üstlenecek, bütün ülkeler Türkiye’nin manevi liderliğinde bir ferahlığa ve huzura kavuşacak. Ekonomik yönden, maddi ve manevi yönden çok ciddi bir kalkınma, kültürel yönden çok müthiş bir kalkınma ve muazzam bir medeniyet meydana gelecek. Yaşanan küçük sancılar bu birliğin kurulma alametidir, çünkü bildiğiniz gibi her sancının arkasından büyük bir gelişme olmuştur. Türk tarihinde de hep bu şekildedir. Türk İslam Birliği'nin kurulması sadece İslam aleminin değil, her dinden, her milleten ve her düşünceden insanın kurtuluşu olacak, bu birlik tüm dünyaya sevgi, kardeşlik, dostluk, bolluk ve bereket getirecektir. Hz. Mehdi İstanbul'da faaliyet gösterecek, dağınık olan Türk devletlerini birleştirerek Türk İslam Birliği'ni tesis edecek ve yanında kutsal emanetlerle birlikte ortaya çıkacaktır. Hep birlikte bu söylediklerimin gerçekleştiğine şahit olacağız.
  16. Dört yıl önce İsrail ile Gazze şeridi arasında bir İsrail askeri olan Gilad Şalit Hamas tarafından kaçırıldı. Hamas'ın sürgündeki lideri Halid Meşal Gilad’ın ailesine bir mektup göndererek, Şalit'in "hayatta olduğunu ve iyi muamele gördüğünü" söyledi. Şam'da yaşayan Meşal, İngiliz Skynews televizyonuna yaptığı açıklamada, "Gilad hala hayatta. İsrailliler tutuklularımıza kötü muamele etse de ki bunu tüm dünya biliyor, biz Gilad`a iyi muamele ediyoruz" dedi. Hamas, Mısır aracılığıyla, Gilad Şalit karşılığında, İsrail cezaevlerinden serbest bırakılmasını istediği 450 Filistinli mahkûmun listesini İsrail`e ulaştırmıştı. Ancak, İsrail, listedekilerden çoğunun teröre bulaştığını öne sürerek serbest bırakamayacaklarını bildirmişti. Hamas liderlerinden Mahmud Zahar da İsrail, Hamas`ın tüm şartlarını kabul edene kadar, Gazze Şeridi`nde tutulan Gilad Şalit`i serbest bırakmayacaklarını söylemişti. Şimdi Gilad Şalit’in babası Türkiye’ye geliyor çünkü Türkiye’de kendisine yardım edeceğini umduğu bir kişi var. Bu kişi şu anda Müslümanlarla Museviler arasında dostluğu ve kardeşliği pekiştirmek için yoğun çaba harcayan bir insan. Bu kişi Müslüman liderlerle bağlantıya geçerek asker Gilat’ın serbest bırakılması için aracı olacak. Çok yakında basında Gilad’ın babasının Türkiye’ye geldiğini ve kimin aracı olduğunu göreceksiniz. Sonuçta İsrail’li çok genç bir askerin de yıllarca ölüm korkusu altında yaşaması kabul edilemez. Eğer asker Gilad’ın serbest bırakılması sağlanırsa ve buna Türkiye’den bir kişi aracı olursa çok güzel bir haber olacak, gelişmeleri basından mutlaka takip etmenizi öneririm.
  17. Biliyorsunuz hem Michael Jackson’ın hem de Prens Charles’ın Müslüman olduğuna dair haberler sürekli basında yer alır. Michael Jackson’ın Müslüman olduğunu kardeşi açıklamıştı, en küçük oğluna da Ömer adını vermişti. En son Prens Charles’la ilgili okuduğum çok güzel bir haberde basında çıkan haberleri doğrular nitelikte. Prens Charles, Esma'ül Hüsna'yı (Allah'ın güzel isimleri) besteletti. Eser ilk olarak Londra'daki Westminister Kadedrali'nde seslendirildi. Bu da tutucu Katolikleri ayaklandırdı. Esma'ül Hüsna eseri İngiltere'nin yaşayan en önemli bestecilerinden biri olan John Tavener imzası taşıyor. Eser, esin kaynağını Kuran'da geçen Allah'ın 99 isminden alıyor. Bu görkemli koral yapıtı BBC Senfoni Orkestrası ve Korosu'nun 200'ü aşkın müzisyeni Arapça orijinalinde seslendirecek. Konserin gerçekleşmesine katkıda bulunan British Council'ın İstanbul Genel Müdürü Chris Edwards eserin Prens Charles'ın isteği ile bestelendiğini söyledi: "John Tavener ile Prens Charles'ın Prenses Diana'nın cenaze töreninde tanıştığını söyleyen Edwards "Tavener'in Songs For Athens adlı eseri cenaze töreninde çalınmıştı. İki yıl önce de Prens Charles kültürlerarası diyaloğa katkı sağlamak amacıyla Tavener'den bir beste yapmasını istedi. Tavener de Allah'ın Güzel İsimleri'ni besteledi" dedi. Tüm dünyadan gelen böyle güzel haberleri sizlerle paylaşmaya devam edeceğim.
  18. Teorisini tamamen hurafelere ve geniş hayal gücüne dayandıran Darwin, teorisine karşı oluşabilecek en büyük itirazın ara geçiş formları olduğunu 150 yıl önce yazdığı Türlerin Kökeni kitabında şöyle belirtmişti: Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır. (Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280) Darwin hayalinde canlandırdığı ara fosilleri hiçbir zaman bulamadı, 150 yıldır da bu ara fosillerin hiçbiri bulunamıyor. Evrimciler toprağın altında buldukları bazı mükemmel fosilleri ara geçiş formu zannedip inanılmaz heyecanlanıyorlar. Fakat bunun ara geçiş canlısı değil de mükemmel gelişmiş bir tür olduğunu gördüklerinde büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorlar. Heyecanla ve büyük bir tutkuyla aradıkları ara geçiş formlarını bulamayınca bu sefer insan kafatasını alıp domuz dişine ekleyerek sahtekarlık yöntemlerine başvuruyorlar. Evrim safsatasının ardından günümüze kadar toprağın içinden milyonlarca fosil çıkarıldı. Fakat bunların tek bir tanesi bile ara fosil değildi. Bulunan 100 milyon fosil, tam da Darwin'in öngördüğü gibi doğanın bir karmaşa içinde olmadığını, tam, mükemmel, kusursuz ve tüm parçaları yerli yerinde olan canlılardan oluştuğunu ortaya çıkardı. Darwin'in söylediği gibi, hiçbir jeolojik yapıda ve hiçbir tabakada canlıların birbirine sözde bağlantısını gösteren hiçbir ara canlı fosili olmadığı görüldü. Oysa Darwin’in hayali tek gözlü, başından kol çıkan, iki kafalı, omzundan el çıkan, alnında gözü olan güya ara geçiş formu olarak adlandırabileceği milyonlarca yamuk yumuk canlı fosili bulmaktı! Bütün bunların üstüne, yeni bilimler hücrenin, kromozomların, proteinlerin olağanüstü komplekslikte olduğunu gösterdi ve Darwin’in hayali tarihe gömülmüş oldu. Günümüzde Darwinistler evrim teorisini ispatlayacak hiçbir ara fosil olmadığını şu sözlerle itiraf etmek zorunda kaldılar: Niles Eldredge (Harvard Üniversitesi'nde Paleontolog) Gerçekten de, çeşitli ve iyi saklanmış fosillerin ani oluşumu, olağanüstü bir entelektüel meydan okuma teşkil etmektedir. Derek W. Ager (Ünlü İngiliz Paleontolog): Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılarız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. Mark Czarnecki (Evrimci Paleontolog): Teoriyi (evrimi) ispatlamanın önündeki büyük bir engel, her zaman için fosil kayıtları olmuştur... Bu kayıtlar hiçbir zaman için Darwin'in varsaydığı ara formların izlerini ortaya koymamıştır. Türler aniden oluşurlar ve yine aniden yok olurlar. Ve bu beklenmedik durum, türlerin Allah tarafından yaratıldığını savunan yaratılışçı argümana destek sağlamıştır. Carlton E. Brett: Yeryüzünde hayat zaman içinde, yavaş yavaş ve kademe kademe mi gelişti? Fosil kayıtlarının bu soruya cevabı; "Hayır"dır. Dr. Colin Patterson (Paleontolog): Herhangi bir türün başka hangi tür canlıdan geldiğini gösteren bir fosil fotoğrafı göstermemi istemişsiniz - böyle bir fosil kaydı mevcut değil. David B. Kitts (Oklahoma Üniversitesi, Bilim Tarihi Profesörü): Evrim, türler arası geçiş formalarını gerektirir, ama paleontoloji bunu evrimcilere sunamadı. Mark Ridley (Zoolog, Oxford Üniversitesi): Gerçek bir evrimci hiçbir zaman, yaratılışa karşı evrim teorisine dayanak olarak fosil kayıtlarını kullanmamaktadır. Steven M. Stanley: Bilinen fosil kayıtları, evrimin büyük bir morfolojik ara geçişi başaran tek bir örneğini dahi belgeleyemedi. Bundan dolayı fosil kayıtları kademeli evrimin geçerli olabileceğine dair hiçbir kanıt öne süremez. Hoimar Von Ditfurth : Geri dönüp baktığımızda, neredeyse ıstırapla aranan o geçiş biçimlerini bir türlü bulamamış olmamıza şaşırmamamız gerektiğini anlıyoruz. Çünkü büyük olasılıkla böyle bir ara aşama hiç var olmadı. George Gaylord Simpson: Evrim tarihinin büyük bölümünü temsil eden ara-geçiş formları nerededir? Henüz hiçbir yerde bulunamadılar. Tom Kemp (Oxford Üniversitesi): Bir nesilden diğerine türlerin birbirine geçişinin mümkün olduğunu gösterecek tek bir kayıt örneği yoktur. Dr. Colin Patterson: Gould ve Amerikan Müzesi uzmanları ara fosillerin bulunmadığını söylerken bir çelişki sergilememektedirler. Tek bir ara fosil bile yoktur. Görüldüğü gibi evrimciler günümüzde ara fosillerin hiç bulunamadığını artık itiraf etmek durumunda kalıyorlar. İtiraf edemeyenler ise evrimin büyük bir yalan olduğunu çok iyi bilip, yıllarca evrimi anlatmanın verdiği utancı gizlemek isteyenler ve kariyerlerinden olma korkusunu derinden hissedenlerdir.
  19. Charles Darwin hakkında çocukluğumuzdan beri beynimize şöyle büyük bilim adamı, doğabilimci, biyoloji ilminin kurucusu gibi sıfatları kazıyıp durdular ve sanki Darwin’i olağanüstü zeki ve çok akıllı bir bilim adamı olarak göstermeye çalıştılar. Oysa gerçekler hiç de bizlere aktarıldığı gibi değil, karşımızda hiçte öyle üstün bir beyne sahip bir bilim adamı yok, tam tersine hezeyanlar geçiren, buhranlara kapılan, oldukça düşük akıllı bir insan var. Bütün bunlar zaten benim değil kendisinin izahları. Charles Darwin 1809’da Birminhan’da hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu olarak doğdu ve 16 yaşında tıp eğitimi görmesi için Eidinburgh Üniversitesi’ne gönderildi. Ancak bu konuda başarılı olamadığı için babası 1827 yılında babası Darwin’i tıp okulundan alarak, teoloji eğitimi alması için Cambridge Üniversitesi’ne bağlı Christ’s College’a kaydettirdi. Darwin burada tıp okulundan daha başarılı olsa da, din eğitimi konusunda da kararsızdı. Bu dönemde kuzeni William Darwin Fox ile beraber böcek toplamaya başladı ve 1831 yılında İngiliz Kraliyet Deniz Kuvvetleri Gemisi olan HMS Beagle’ın kaptanı Robert FitzRoy ile tanışarak iki senelik bir Güney Amerika yolculuğuna çıktı. Açıkça görüldüğü gibi Darwin hem tıp eğitimini, hem de din eğitimini yarıda bırakarak Beagle gemisine hayalperest ve bilgisiz beyniyle bindi. Birkaç böcek toplayıp üstelik bazılarını da ağzına tıkıştıran Darwin’e nasıl doğabilimci yakıştırmasında bulunduklarını çok merak ediyorum. Darwin’e üstün doğabilimci, biyolojinin kurucusu bilim adamı! sıfatlarını yakıştıranlar kendisi hakkında söylediği sözlere baksınlar, bu sözlerin ardından hala Darwin’i büyük bir bilim adamı olarak görüyorlarsa bu kendilerinin de evrim dogmasına nasıl sıkı sıkıya bağlı olduklarını gösterir. Darwin’in bilim adamı olduğunu değil! Darwin’in Kendi Eğitimi İle İlgili Sözleri: “okuldan ayrıldığımda... tüm öğretmenlerim ve babam tarafından sıradan bir çocuk hatta ortalama standardın altında zekaya sahip bir çocuk olarak görüldüğüme inanıyorum. Çok utanarak söylüyorum ki, babam bir keresinde bana “avlanmak, köpekler, fare yakalamak dışında hiçbirşeye önem vermiyorsun, kendine ve bu aileye yüz karası olacaksın.” demişti. “okulda hiçbir işe yaramadığımdan babam beni oldukça erken bir yaşta okuldan aldı ve ağabeyimle birlikte Edinburgh Üniversitesine gönderdi. Burada iki yıl veya iki dönem kaldım... Ancak kısa süre sonra birkaç küçük olaydan babamın bana oldukça iyi bir mal varlığı bırakacağını anladım ve bu rahatça geçinmeme yetecek kadardı; dolayısıyla tıp öğrenmek için gayretli bir çaba içinde bulunmama gerek olmadığına inanıyordum.” “Edinburg’da (tıp fakültesinde) iki dönem kaldıktan sonra babam doktor olma fikrinden hoşlanmadığımı gördü veya kız kardeşlerimden öğrendi ve bir rahip olmamı önerdi. Çok haklı olarak boşta gezen bir adama dönüşeceğimden endişe ediyordu ve o zaman geleceğim böyle görünüyordu. Ancak Darwin babasının bu isteğini de gerçekleştiremeden bu okulu da bıraktığını anlatıyor. “Cambridge’deki (din eğitim aldığı okuldaki) zamanım kesinlikle boşa gitmişti, hatta boşa gitmektende beterdi. ... sefahat içindeki düşük akıllı genç adamların arasına girmiştim. Kendi sözlerinden de anlaşılacağı gibi Darwin ne din adamı ne de bilim adamı olmayı başaramamış, düşük akıllı adamın tekiydi. Şimdi kendisini böyle göklere çıkaran insanları ve kendisine yakıştırılan sıfatları görseydi herhalde kahkahalarla gülerdi.
  20. Son zamanlarda Barnabas İncili’nin orijinal nüshalarının bulunduğu fakat saklandığı yönünde basında haberler çıkıyor. Gözlerden kaçmış olabileceğini düşünerek bu konuyu gündeme getirmek istiyorum. Araştırmacı-yazar Aydoğan Vatandaş yeni kitabı "Apokrifal"da Hıristiyan dünyasınca, tarih boyunca sürekli imha edilen ve bugün aslı araştırılan "Barnabas İncili"nin kayıp nüshalarının, yakın zamanda bulunduğu ifade ediliyordu. Yazarın, bu olayın merkezinde bulunan Aramice uzmanı, bilim adamı Dr. Hamza Bektaş(Hocagil)la yaptığı konuşma ve "İncil'in bulunma hikayesi" aşağıda verilmiştir: Soru: Barnabas İncil'i ile ilgili serüven nasıl başladı? Cevap: Hikmet Yayınevi'nde çalıştığım dönemdi. 80'lerin başıydı. Bir gün dönemin Malatya Milletvekili İsmail Hakkı Şengüler'in ricasıyla bana, Süryanice papirüsle yazılmış iki sayfa geldi.Bu sayfalar, bana gelene kadar birçok papaza götürülmüş ancak papazlar, metnin ne olduğunu anlamamışlar. Yaptığım tercüme sonucunda, metnin, Arami dilinde ve Süryani alfabesinde olduğunu ve bunun, Barnabas İncili'nin nüshaları olduğunu tespit ettim. Soru: Kitap nasıl başlıyordu? Cevap: Kitabın giriş kısmında; "Alemlerin Rabbi olan Allah tarafından, Mesih'e vahyedileni, ondan duyduğum gibi 48 yıl sonra, aynen duyduğum gibi, Demir Nüsha olarak yazıyorum. Ben Kıbrıslı Barnabas'ım" ifadeleri vardı. Soru: Peki, nasıl bulunmuş bu İncil, anlatır mısınız? Cevap: İncil, 1981 kışında, köylülerin avdan döndükleri bir sırada, şimdi Şırnak sınırları içinde kalan, o vakitler Hakkari sınırları içinde olan Uludere yakınlarında bir mağaraya girmeleriyle bulunuyor. Köpekleri mağarada kayboluyor. Ancak sesinin çok derinden duyulması üzerine, köpeği kurtarmak için ertesi gün uzun urgan sarkıtarak 150 metre aşağıya iniyorlar. Burada taştan yontma bir oda içerisinde, bir lahit ve bazı eşyalarla karşılaşıyorlar. Önce Hz. İsa Aleyhisselam'a ait bir madalyonu çıkarıyorlar. Bu madalyonun, Paris'te bir müzede saklandığını öğrendim sonra. Lahitin kapağının açılmasının ardından, cesedin üzerinde İncil bulunuyor. İncil, köylülerin üzerinden, o sırada Babat Aşireti Lideri Korucu başı Hazım Babat'ın Babası Ferhan Babat'ın eline geçiyor önce. Ferhan Babat'ın, İncil'in tarihi değerini anlaması uzun sürmüyor ve İncil'i satmak için girişimlerde bulunuyor. Babat'ın İncil için istediği rakam, 280 bin dolardı. Bu parayı dönemin Malatya milletvekili İsmail Hakkı Şengüler Bey, ödemeyi kabul etmişti. Ferhan Babat'la anlaşmaya varılmıştı. Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan'ın babası Mehmet Ali Arslan ile birlikte, İncil'i teslim almaya gittik. Ancak o sırada beklenmedik bir şey oldu. İncil bize teslim edilemeden Jandarmanın eline geçti. 2 yıl boyunca Jandarma karargahında saklı tutuldu. Ardından o sırada Kemal Başer Paşa'dan alınarak Genelkurmay Özel Harp Dairesi'nin eline geçti. Soru: Peki, bu İncil'in tercümesi çalışmasına dahil olmanız nasıl haşladı? Cevap: Ben Malatyalıyım. Turgut Özal, 1983 yılında Başbakan olunca kendisine ulaştım. Özal ile tanışırdık. 1986 yılında konuyu kendisine anlattıktan sonra, beni Özel Harpçi Orgeneral Sami Karamısır Paşa'ya gönderdi. Önce beni epey sorguladılar. Amacımın ne olduğunu anlamak istiyorlardı. Ben, kitabın sadece tercüme boyutuyla ilgilendiğimi söyledim. Ardından İstanbul Balmumcu'da bulunan Özel Harp Karargahı'nda, Sami Karamısır Paşa ve MİT Müsteşarlığı da yapmış olan ve halen hayatta olan Hayri Ündül Paşa'nın görevlendirmesiyle, tercüme çalışmasına başladım. Soru: Eser size ilk önce nerede gösterildi? Cevap: Önce Ankara'da bulunan o zamanki adıyla Özel Harp Dairesi Başkanlığı'na gittim. Kitabı ilk orada gördüm. Birkaç demir kapıyı aştıktan sonra ulaşılan bir yerdeydi Kitap. Kitap, 1987 yılında Sami Karamısır Paşa ve Hayri Ündül Paşa'nın bilgisi dahilinde, İstanbul Balmumcu'da bulunan Özel Harp Karargahı'nda tercüme etmem için bana verildi. Ben burada her gün tercüme çalışmalarını yapıyordum. Tercüme parası da bana, Harp Akademileri Komutan Nahit Şenoğul Paşa, tarafından veriliyordu. Nahit Paşa daha sonra bana Harp Akademilerinde Koruyucu Envanter dersleri de verdirtti. Bu süre içerisinde, İncil'in 19 sayfasını da tercüme ettim. Soru: Kitabın bu bölümüne kadar içeriğinden bahsedebilir misiniz? Cevap: Tevhit'ten başka bir şey yoktu. Zikrullah vardı. İbadet etmenin önemi, Allah'a eş koşmama. Komşulara yardımcı olma. Lut Kavmi ile ilgili bazı uyarıcı bilgiler ve ibret alınmasını öğütleyen bir kıssa vardı. Dikkatimi çeken bir şey daha vardı. Bir peygamber gelecek, ona tabi olanlar, dolgun başaklar gibi olacaklar!" ayeti vardı. Soru: Sonra ne oldu peki? Neden yarım kaldı tercüme işi? Cevap: O sırada Zaman Gazetesi'nden gazeteci Ahmet Ersöz Bey konuyla ilgili beni aradı. Bu konuyla ilgili benimle röportaj yapmak istiyordu. Sonra Ahmet Bey, bu İncil'i almak istediklerini söyledi. Ben de Nahit Şenoğul Paşa'ya bunu ilettim. Şenoğul Paşa da, kitabın mikrofilmleri için 60 bin dolar istendiğini bana iletti. Ben de Zaman gazetesine giderek, Ahmet Ersöz'e konu ile ilgili tüm bilgileri verdim. Yanılmıyorsam 1992 ya da 1993'tü. Ahmet Bey, paranın sorun olmadığını ancak mikrofilmlerin nereden çıktığının da belgeli olmasını istedi. Ben de bunu Nahit Paşa'ya ilettim. Bu olayın ardından askerler bir daha beni aramadı. Ben de bir süre sonra Nahit Şenoğul Paşa'ya giderek İncil'in son sayfalarını istedim. Burası son derece önemli. Zira Aziz Barnabas, bu İncil'i 4. nüsha olarak yazmıştı. Ve İncil'in son sayfalarında, diğer 3 nüshanın nerede olduğunu da ayrıntılı olarak göstermişti. Bu vesileyle İncil'in son bölümlerini de tercüme ettim. Bu bölümleri adeta Fatiha gibi ezberlemiştim. Bu bölümde Hz. İsa'nın, Zaho taraflarında bir Hıristiyan köyüne geldiği de anlatılıyordu. Soru: Peki, İncil'e Karbon testi yapıldı mı? Cevap: İncil'in hem kapağına hem de sayfalardaki mürekkebe Karbon testi, İsmail Hakkı Şengüler beyin girişimleriyle, Zürich'te özel bir kurumda yaptırıldı. Test sonucunda, malzemenin 2000 yılın üzerinde olduğu ortaya çıktı. Malzemenin yapımında; nişasta ve pamuk hamuru kullanıldığı da tespit edildi. İncil'in son sayfalarında da diğer nüshaların nerede olduğu açıkça yazıyordu. Soru: Bu İnciller neredeydi peki? Cevap: Biri Davut Aleyhisselam'ın sarayında, Golan Tepeleri'nin batısında, Taberiyye Gölü'nün doğu yamacında bulundu. Bu İncil de Arami dilinde ve İbrani alfabesiyle yazılmıştı. Soru: Nasıl bulundu bu İncil? Cevap: Bu İncil, 2002 senesinde bizzat benim girişimlerimle bulundu. Bir Alman firmasının sponsorluğunda yaptık kazı çalışmalarını. Bu çalışmaya İsrail eski Cumhurbaşkanı İzhak Rabin'in torunu Viktoria Rabin'in çok büyük katkısı oldu. Viktoria Hanım, o sırada Boğaziçi Üniversitesi'nde Arkeometri Bölümü'ndeydi. Kedisiyle oradan tanışıyorduk. Dedesinin forsuyla, İncil'i rahat bir şekilde çıkardık. Orada en az bu İncil kadar başka değerli şeyler de bulduk. Soru: Diğerleri nerede bulundu? Cevap: Diğer İnciller'den biri, Suudi Arabistan'ın kuzeyinde, Tur Mağarası'nda bulundu. Bu İncil'i de Almanya'da çalışırken bir istihkam Binbaşısı olarak tanıdığım, şimdilerde emekli olmuş bir general olan Cemal El Ammari buldu. Bundan bir süre önce de bana iki sayfasını getirdi. Bu İncil de, Barnabas'ın yazdığı İncil'di. Arami dilinde, Rumi alfabeyle yazılmıştı. Soru: Ya diğeri? Cevap: O daha bulunmadı. Süleymaniye, Zaho taraflarında bir yerde. Soru: Peki Otantik Barnabas İncil'i, hala Özel Harp Dairesinin elinde mi? Cevap: 2000 yılına kadar orada olduğunu biliyorum. Eşref Bitlis Paşa'nın oğlu Selahaddin, liseden sınıf arkadaşımdı. Bu vasıtayla Eşref Paşa'ya da ulaşmıştım. Daha sonra Hayri Ündül Paşa ve HBB'den bir kameramanın da olduğu bir sırada, hep beraber mağarada incelemelerde bulunmuştuk. Tanıdığım generallerden edindiğim bilgilere göre; İncil, 2000 tarihine kadar hala Özel Harp Dairesi'ndeydi. Nahit Şenoğul Paşa, Harp Akademileri Komutanı olduğu sırada, 1997-1998 yıllarında, bana İncil'in son sayfalarını da verdi. O sayfalarda: "O ağzını açtı konuştu. Bir daha aranızda bulunmayacağım. Sen altını biriktirme. Onlar savaşta ölen şehitlerin; yetimlerinin ve dullarının malıdır. Sen, herkes için gönderilmiş bir peygambersin." ayeti vardı. Orgeneral Nahit Şenoğul Paşa'nın verdiği Barnabas İncili'nin son sayfalarında; bu demir levhaların nasıl yapıldığı ve Davut Aleyhisselam'ın kendi eliyle yazdığı Aramice Zebur ve Harun Aleyhisselam'ın bakır levhalara yazdığı, On Emir'in nerede olduğuna ilişkin bilgiler de vardı. Bu son sayfalarda bulunan bölümlerde, Barnabas'ın, 4. nüshayı Davut Aleyhisselam'ın sarayında yazdığını anladım. İsrail eski Cumhurbaşkanı İzhak Rabin'in torunu Viktoria Hanım ile birlikte; Davut Aleyhisselam'ın sarayında, bir Alman şirketinin sponsorluğunda kazı yaptık. Bu kazı sırasında hem II. İncil'i hem de On Emir'i bulduk. Bu İncil de, Arami dilinde yazılmıştı. Victoria Hanım, Etiyopya'dan getirilen bir Yahudi tarafından öldürüldü. Bu olayda İsrail Gizli Servisi'nin etkisi oldu. Victoria Hanım öldürüldüğünde, 27 yaşındaydı. Yaptığım tercümeyi okuduktan sonra, Müslüman olmuştu. Soru: Peki siz tehdit edildiniz mi bu olayla ilgili olarak? Cevap: 2003 yılında hastanede geçirdiğim kanser ameliyatı sonrasında, İsrail Büyükelçisi tarafından tehdit edildim. Büyükelçi ve yardımcıları tarafından, bana artık hiçbir şekilde bu konuyla uğraşmamam gerektiği söylendi. "İncil'i tercüme etmeyeceksin" dediler. "Aksi takdirde ilkokul diplomamı, Malatya'daki nüfus kaydını, lise kayıt defterini, üniversite kayıtlarını, yani hayatınla ilgili tüm hayati belgelerini sileriz" dediler. Soru: Ama yine de tercümeyi yaptınız öyle mi? Cevap: Evet. Soru: Kimin için yaptınız bu tercümeyi? Cevap: Bu tercümeyi Almanca ve İngilizce olarak yaptım. Yunanistan'da, Markos Yayıncılık için yaptım. Soru: Bu İncil, Genelkurmay için tercümesini yaptığınız İncil'le aynı mıydı? Cevap: Evet. Genelkurmaydaki İncil'in tek farkı, tefsirli oluşuydu. Barnabas, Hakkari'de bulunan İncil'e bazı şerhler düşmüştü. Soru: Peki Yunanistan'da bulunan Yayınevine bu İncil satıldı mı? Cevap: Evet. Hem de son derece düşük bir fiyat karşısında. 60 bin dolar kadar. Bana 15 bin dolar tercüme parası verilecekti. Ama paramı vermediler. Soru: Peki bu İncil, İsrail'de bulunmadı mı? Cevap: Evet. Soru: Türkiye'ye nasıl sokuldu peki? Cevap: Bunu Türkiye'ye sokan emekli bir üst düzey askerdi. Kendisini, Tuğgeneralliği sırasında tanımıştım. Viktoria Hanım kendisinden yardım istedi. Babasıyla Amerika'da beraber okumuşlar bir dönem. Tanışıyorlardı yani. Komutan, eseri, önce İtalya'ya götürdü. Soru: Vatikan'a mı verilecekti? Cevap: Evet. 350 bin Avro karşılığında, Vatikan bu İncil'i almak istedi. Ama Viktorya Hanım buna razı olmadı ve bunu engelledi. Bu arada Kardinal Mario'nun şöyle dediğini hatırlıyorum: "Gökten İsa gelse bile, biz sistemimizi değiştirmeyiz. Biz bu kitabı, kütüphanemize koymak için almak istiyoruz." Soru: Sonra ne oldu? Cevap: Kitabı iade ettiler. Sonra bu Kitap, Yunanistan'da bulunan bir yayınevine satıldı. Ben bu İncil'in mikrofilmlerini almayı başardım. Şimdi Barnabas İncil’inin bulunmasının ardından yaşanan olaylar akla şu soruları getiriyor. İzhak Rabin’in torunu bu İncil nüshalarını okuyunca neden Müslüman oldu? Bu İncil nüshaları Hristiyanlıktan sonra gelecek hak din olan Müslümanlığa mı dikkat çekiyor? Vatikan ve İsrail bu nüshaların gerçek olduğunu bildiği için mi tedbir almaya çalışıyor? Barnabas İncil’inde Hz. İsa Allah’ın oğlu olmadığını ve Allah’ın bir ve tek ilah olduğunu söylediği için mi Vatikan korkuyor? Bu ortaya çıkarsa tüm kilise sisteminin çökmesinden mi çekiniyorlar? Hz. İsa çarmıha gerilmemiş, onun yerine Yahuda İskariyot yani İsa'yı Romalılar'a gammazlayan 13'ncü havari gerildiğini mi açıklıyor? Hepsinden önemlisi Barnabas İncil’i şu anda nerede ve kimlerin elinde saklı tutuluyor?
  21. Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, dört arkadaşı ve İHA Sivas muhabiri bir helikopter kazasında vefaat ettiler. Muhsin Yazıcıoğlu İslam birliği uğruna yoğun mücadele eden, davası uğruna yıllarca hapis yatan ve bu uğurda eziyet gören gerçek bir müslümandı. Samimi dindar olduğu dünyada çektiği sıkıntılardan açıkça anlaşılmaktadır. Sürekli televizyonda, basında insanlar ne kadar üzüldüklerini dile getiriyorlar. Fakat insanlar bu isyan dolu ifadelerini söylerken ölümün her şeyi kesip bitirmediğini unutuyorlar. Ölüm sadece göz açıp kapayıncaya kadar geçen dünya hayatımızın bitişidir. Fakat aynı zamanda da sonsuz hayatımızın başlangıcıdır. Bu gerçeği bilen samimi bir Müslüman bir Müslüman kardeşi öldüğünde üzülmez, şaşırmaz, asla isyankar ifadeler kullanmaz. Şaşırmaz, çünkü Muhsin Yazıcıoğlu’nun daha doğmadan kaderinde belirlenen bir helikopter kazasında öleceğini bilir. Üzülmez, çünkü bunun yüce Allah’ın taktiri olduğunu bilir. Muhsin Yazıcıoğlu'nun o helikoptere bineceği saat, helikopterin hangi dakikada ve nerede düşeceği, hatta günlerce bulunamayacağı da saniyesi saniyesine kaderindeydi. Muhsin Yazıcıoğlu çok samimi bir Müslüman, çok yiğit bir dava adamıydı. Öyleyse bu Müslüman kardeşimizin Allah’ın izniyle cennete gittiğini düşünmeli ve onun adına sevinmeliyiz. Eğer cennette kendisi gibi samimi Müslümanlara, peygamberlerimize kavuştuysa neden onun adına üzülelim? Ayrıca Allah, uğrunda ölenleri asla ölü olarak saymamamızı emreder ve ayetlerinde şu şekilde bildirir: Allah yolunda öldürülenleri sakın 'ölüler' saymayın. Hayır, onlar, Rableri Katında diridirler, rızıklanmaktadırlar. Allah'ın kendi fazlından onlara verdikleriyle sevinç içindedirler. Onlara arkalarından henüz ulaşmayanlara müjdelemeyi isterler ki onlara hiçbir korku yoktur, mahzun da olacak değillerdir. Onlar, Allah'tan bir nimeti, bir fazlı (bolluğu) ve gerçekten Allah'ın mü'minlerin ecrini boşa çıkarmadığını müjdelemektedirler. (Al-i İmran Suresi, 169-171) Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere "ölüler" demeyin; hayır onlar diridirler. (Bakara Suresi, 154) Nitekim Rableri onlara (dualarını kabul ederek) cevab verdi: "Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp - çıkarılanların ve yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin, mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Bu, ) Allah Katından bir karşılık (sevap)tır. (O) Allah, karşılığın (sevabın) en güzeli O'nun Katındadır." (Al-i İmran Suresi, 195) Allah yolunda hicret edip öldürülen veya ölenlere gelince muhakkak Allah, onları güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır. Onları, kendisinden gerçekten hoşnut kalacakları bir yere sokacaktır. Şüphesiz Allah, bilendir, halimdir. (Hac Suresi, 58-59) Söylediğim gibi, Muhsin Yazıcıoğlu daha o helikoptere adımını atarken vefat edeceği belliydi ve her insanın ölüm anında karşılaşacağı gibi ölüm melekleriyle karşılaştı. Dileğim o meleklerin bu güzel insanı cennetle müjdeledikleri ve onu asıl yurduna, cennete ve Allah’ın rızasına kavuşturduklarıdır.
  22. Çevremde, işyerimde, sokaklarda koşturan insanlar görüyorum. Hepsi delicesine bir uğraş ve müthiş bir hırs içindeler. İşyerimde şöyle konuşmalar duyuyorum: Başaracaksın, azmedeceksin, başka seçeneğin yok, mutlaka elde edeceksin! Çevremde yüzlerce elbisesine elbise eklemek isteyen, iki arabası olup başka hangi marka araba alacağını düşünen, mücevherlerini kasalara saklayan ve delicesine dünyaya tutkuyla bağlı insanlar görüyorum. Bütün bunların yanında işyerinde patronundan azar işittiği için büyük bir öfkeyle toplantıyı terk eden adam, dersleri kötü giden bir öğrencinin hüzün dolu ve adeta çökmüş yüzü, tek bir söz yüzünden günlerce ağlayıp mahfolan insanlar… Peki bütün bu inanılmaz hırs, insanların birbirine duyduğu öfke, arkadan çekiştirme, ayağını kaydırma, yalanlar, dolanlar ve acılar ne için hiç düşündünüz mü? Ne için bütün bu çekilen ızdıraplar, katlanılan sıkıntılar? Dünya hayatımızda yeme, içme, uyuma gibi eylemleri kaldırdığımızda neredeyse 15 yıl kalıyoruz. Evet yanlış duymadınız sadece 15 yıl! Üstüne üstlük ömrümüz o kadar hızlı geçiyor ki hayatımız adeta elimizden kayıp gidiyor. Bir insan doğuyor, büyüyor ve bir anda kendini yaşlı olarak buluyor. Şimdi yetmiş yaşında bir insana sorsanız size mutlaka ‘nasıl geçtiğini anlamadım’ diyecektir. İnanın alacağınız bu cevap hiç değişmez. İşte insanlar tam bu noktada çok büyük yanılgıya düşüyorlar. Hayatın o karmaşası, koşturmacası içinde bir dakika durup düşünmüyorlar. ‘Ben hızla nereye doğru gidiyorum? Ölümüm giderek yaklaşıyor, sonsuz ahiret hayatım başlamak üzere ama ben hiçbir şey yapmıyorum. Allah’ın karşısında tüm ömrüm için hesap vereceğim, bütün işlediğim amellerim ortaya dökülecek. Ama ben Allah için hiç hayırlı hiçbir iş yapmıyorum sadece dünyayı yaşıyorum. Allah Kuran’da hangi ayetleri indirmiş, nelere uymalıyım, nelerden sakınmalıyım’ demiyor. Bu insan sadece ve sadece toplantıda konuşacağı sunumu, akşam yiyeceği yemeği ve yine akşam seyredeceği diziyi düşünüyor. Şimdi bunun ne kadar büyük bir yanılgı olduğunu görebiliyor musunuz? Bir insan neredeyse bu çok hızlı geçen 15 yıl için inanılmaz hırslara kapılıp gece gündüz çalışıyor, gerekirse çevresindeki herkesi kırıyor, aşağılıyor ve mutlaka isteklerine sahip olmak için yarışıyor ama sonsuza kadar sürecek ahiret hayatı için hiç ama hiçbir şey yapmıyor adeta kılını bile kıpırdatmıyor. Kuran dünya hayatının ne kadar kısa olduğunu ayetlerde bildiriyor: Dedi ki: 'Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?' Dedi ki: 'Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor. Dedi ki: 'Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz'" (Müminun Suresi, 112-114) Sonsuz ahiret hayatınızı bir gözünüzde canlandırın, bir yıl değil, on yıl değil, milyon yıl değil, milyar yıl değil, sonsuz… Peki bu sonsuz ahiret hayatınızı bırakıp göz açıp kapayıncaya kadar geçen dünya hayatını bu kadar sahiplenmeniz doğru mu? Bu ölüp gerçekleri gördüğünüzde çok ama çok pişman olmanıza neden olmayacak mı? Dünyada insanın elde ettiği makamın, kariyerin, paranın, lüks arabanın ne önemi var, sonsuz hayatımızda olmadıktan sonra? İnsan 15 yıl dünyanın en zengini olsa ne olur, dünyanın en güzel kıyafetlerini giyse, sürekli dolaşıp nefsini eğlendirse ne olur? Hızla ölüme yaklaşmıyor mu? Üstelik dünyayı yaşamak isterken önüne inanılmaz duvarlar ve binbir zorluklar çıkmıyor mu? Ahireti çok iyi bilen bir insan için dünyadaki her şey ama her şey önemini tamamen yitirir. Dünyaya yönelik hiçbirşey insanı delicesine sevindirmez çünkü geçici olduğunu bilir, hiçbirşey üzmez çünkü dünyanın biteceğini bilir. Her olayın Allah tarafından hayırla ve hikmetle yaratıldığını bilir. Hiçbirşeye kapılıp gitmez, aşırı hırsa kapılıp bu dünyada büyük olacağım, birçok mala mülke sahip olmalıyım, demez. Sadece Allah’ın rızasını kazanmak önemlidir. Dünyada yapılan ibadetler, güzel ameller, insanın ahireti için yaptığı her iş çok büyük önem kazanır. Çünkü iman eden bir insan buranın bir geçiş yeri olarak ve imtihan olarak yaratıldığını çok ama çok iyi bilir. Öyleyse bir göz çarpması kadar süren bu geçiş yerine neden bu kadar değer verelim? Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz? (EN'AM SURESİ / 32) Onlar, dinlerini bir eğlence ve oyun (konusu) edinmişlerdi ve dünya hayatı onları aldatmıştı. Onlar, bu günleriyle karşılaşmayı unuttukları ve bizim ayetlerimizi 'yok sayarak tanımadıkları' gibi, biz de bugün onları unutacağız. (A'RAF SURESİ / 51) Size verilen her şey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de, akıllanmayacak mısınız? (KASAS SURESİ / 60) Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır'. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi. (ANKEBUT SURESİ / 64) Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (HADİD SURESİ / 20) Sakın unutup dünya hayatının işlerine boğulup gitmeyin, mutlaka ama mutlaka durup düşünün. Allah’ın tam yanıbaşınızda olduğunu hissedin. Hepimiz bir gün ucuz, beyaz bir kefene sarılıp, yapayalnız, hiçbir malımız mülkümüz ve kimsemiz olmadan Allah’ın huzuruna gideceğiz. Bu kaçınılmaz bir gerçek. Bu yüzden dünyanın geçici hırslarına kapılarak sonsuz hayatımızı mahvetmeyelim. Eğer hayatımızı sadece bu elimizden kayan dünya hayatımız olarak düşünürsek ahiretteki inanılmaz pişmanlığımızı tarif edecek tek bir kelime bile olmayacaktır.
  23. Gerçek yaşamımız sonsuza kadar sürecek olan ahiret hayatımızdır. Bu dünya hayatımız sadece göz açıp kapayana kadar geçen bir deneme süresidir. Kuran'da Alalh ayetlerle bunu çok açık şekilde insanlara bildirir.
  24. 21. Yüzyılda Yaratılış artık Avrupa’da birçok ülke tarafından kabul görüyor. İşte basında çıkan birkaç örnek: Yaşam ve yer bilimleri bölümü duayenlerinden olan Milli Eğitim genel müfettişi Annie Mamecier'ye göre: "Bazen öyle durumlar oluyor ki; lise öğrencileri imtihan kağıtlarına, evrim teorisi ile ilgili sorulara kendilerine derste öğretildiği şekliyle cevap verdiklerini, ancak Kendilerinin Evrim Teorisine İnanmadıklarını yazıyorlar." (Science et Vie, Aralık 2007, s. 98) Demek ki Yaratılışçılık, göz ardı edilemez bir başarı ile bütün dini inanışları etkilemiş durumda. (Science et Vie, Aralık 2007, s. 100) Yaratılışı savunanlar tam anlamıyla atakta, kitaplar, konferanslar, çalışmalar büyük bir hızla devam ediyor. Oysa evrimi savunanlardan çıt yok. Neden toplanıp bir konferans düzenleyip 150 yıl önce ortaya atılan evrim teorisindeki gelişmeleri açıklamıyorlar? Neden bir laboratuar kurup tek bir protein elde edemiyorlar? Neden yaratılışçıların karşısına bir türlü çıkamayıp sürekli kaçıyorlar? Tarihe baktığımızda bu çarpık teorinin adeta canla başla savunulduğunu, hatta bunun için birçok sahtekârlığa başvurduklarını ve halkı sürekli kandırdıklarını görüyoruz. İşte Evrimcilerin Halkı Kandırma Yöntemlerinden Birkaç Örnek: 1- Bir insan kafatasına yeni ölmüş bir orangutan çenesini ekleyerek ve çene kemiğindeki dişleri özenle törpüleyerek Piltdown adamı adında sahte bir ara fosil oluşturdular ve bunu 40 yıl boyunca müzede sanki evrime kanıtmış gibi göstererek insanları kandırdılar. 2- Evrim teorisine göre canlılar birbirinden türediğine göre toprağın altının milyonlarca ara fosille dolu olması gerekir. Mesela denizden karaya geçen canlılarda yarı kanat, yarı akciğerli, tek bacaklı, tek kollu canavarımsı canlı fosillerinden hiçbirini bulamadılar. Aksine yerin altındaki bütün fosiller mükemmel canlılar ve hepsi şu anda yaşayan örneklerle tamamen aynı! 3- Tek bir yaban domuzu dişinden hayali Nebraska Adamı adında bir ara form meydana getirip, bunun sahte çizimlerini ve hatta ailesini çizerek insanları kandırdılar. 4- Sahte olduğunu itiraf ettikleri halde Atın Evrimi serisini müzede sergilemeye devam ettiler. 5- Ağaç kütüğüne tutkalla kelebekleri yapıştırıp, bu kelebekleri doğal seleksiyonla güya evrimleşmiş sanayi kelebekleri olarak gösterdiler. 6- Günümüzde derin sularda yaşamını sürdüren Coelacanth isimli balığı yıllarca ara fosil olarak gösterdiler. Hatta bu balık canlı olarak denizde bulunduğunda şaşkınlıktan hayrete düştüler. 7- Günümüz canlıları gibi komplex canlıların birdenbire kambriyen döneminde ortaya çıktığını bildikleri halde bunu gizlediler. Bu canlılar hiçte onların savunduğu gibi ilkel değil, olağanüstü gelişmiş canlılardı. 8- Haeckel’in insan embriyosunda solungaçlar olduğu yalanını ispat etmek için sahte çizimler yaptılar. 9- Evrimi kanıtlamak için sürekli hayali çizimler yaptılar, tamamen kafalarından yarı maymun yarı insan resimleri, hatta onların ailelerini de çizerek insanları kandırdılar. 10- Mutasyonların canlılara sadece zarar verdiğini bildikleri halde, mükemmel canlıların mutasyonlarla evrimleşerek oluştuğunu iddia ettiler. 11- Mükemmel canlılar milyonlarca proteinin çok düzenli dizilmesiyle oluşurken neden tek bir proteini bile tesadüfen elde edemediklerini itiraf etmeyip halkı sürekli yalanlarla oyaladılar. 12- İlkel toplumlara mensup Oto Benga gibi insanları sanki ilkel gelişmemiş insanlar gibi göstererek zalimce bir oyun oynadılar. Oysa günümüzde de ilke kabileler var, bu kabilelerde boyları kısa, kafataslarının yapısı farklı insanlar var, fakat bu insanlar günümüzde yaşıyorlar ve ilkel ırkı temsil etmiyorlar! Bütün bu sahtekarlıklar, Darwinistlerin kendilerine yöneltilen soruları cevaplayamamaları, Richard Dawkins’in faydalı tek bir mutasyon örneği verememesi, tek bir ara fosil olmaması, evrimcilerin tartışmaktan kaçmaları, bilim adamlarının itirafları, evrim teorisinin 21. yüzyılda yıkıldığının göstergesidir. Evrimciler bu teoriyi adeta bir dogma olarak kabul ettiklerini artık itiraf etmeli, bu safsatanın peşinden ısrarla gitmeyi bırakıp insanlığa fayda getirecek çalışmalarla uğraşmaları gerekmektedir. Bu masalla çok vakit kaybettikleri gün gibi ortadadır.
  25. Yaşadığımız dünya ile ilgili tüm bilgilerimiz bize beş duyumuz aracılığı ile gelir. Yani biz gözümüzün gördüğü, elimizin dokunduğu, burnumuzun kokladığı, dilimizin tattığı, kulağımızın duyduğu bir dünyayı tanırız. Doğumumuzdan itibaren bu duyulara bağlı olduğumuz için "dış dünya"nın, duyularımızın bize tanıttığından farklı olabileceğini hiç düşünmemişizdir. Oysa, bugün birçok bilim dalında yapılan araştırmalar son derece farklı bir anlayışı beraberinde getirmiş, algılarımız ve algıladığımız dünya ile ilgili ciddi şüphelerin oluşmasına neden olmuştur. Bu yeni anlayışın çıkış noktası ise şudur: Bizim "dış dünya" olarak algıladıklarımız, yalnızca elektrik sinyallerinin beyinde yarattığı etkilerdir. Elmanın kırmızılığı, tahtanın sertliği, dahası anneniz, babanız, aileniz, sahibi olduğunuz bütün mallar, eviniz, işiniz ve bu kitabın satırları yalnızca ve yalnızca beyninizdeki elektrik sinyallerinden ibarettir. Frederick Vester bilimin bu konuda ulaştığı noktayı şöyle ifade eder: Bazı düşünürlerin, 'insan bir hayaldir, aslında bütün yaşananlar geçici ve aldatıcıdır, bu evren bir gölgedir' şeklindeki sözleri günümüzde bilimsel olarak kanıtlanıyor gibidir.1 Ünlü filozof George Berkeley'in, bu şaşırtıcı gerçek ile ilgili açıklaması ise şöyledir: Kendilerini gördüğümüz ve dokunduğumuz için, bize algılarımızı verdikleri için nesnelerin varlığına inanırız. Oysa algılarımız sadece zihnimizde var olan fikirlerdir. Şu halde algılar aracılığıyla ulaştığımız nesneler fikirlerden başka bir şey değildirler ve bu fikirler, zihnimizden başka yerde bulunmazlar zorunlu olarak… Bütün bunlar madem ki sadece zihinde var olan şeylerdir, öyleyse evreni ve şeyleri zihnin dışında varlıklar olarak hayal ettiğimizde, yanılmaların içine düşmüş oluyoruz demektir… Öyleyse bizi çevreleyen şeylerin hiçbirinin bizim zihnimizin dışında bir varlığı yoktur.2 Nasıl Görüyoruz, Duyuyoruz, Tadıyoruz? Görme olayı oldukça aşamalı bir biçimde gerçekleşir. Görme sırasında, herhangi bir cisimden gelen ışık demetleri (fotonlar), gözün önündeki lensin içinden kırılarak geçer ve gözün arka tarafındaki retinaya ters olarak düşerler. Buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülen görme uyarıları, sinirler aracılığı ile, beynin arka kısmındaki görme merkezi adı verilen küçük bir bölgeye ulaşırlar. Bu elektrik sinyali bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Yani görme olayı, gerçekte beynin arkasındaki küçük, ışığın hiçbir şekilde giremediği, kapkaranlık bir noktada yaşanır. Bir cisimden gelen uyarılar elektrik sinyaline dönüşerek beyinde bir etki oluştururlar. Görüyorum derken, aslında zihnimizdeki elektrik sinyallerin etkisini seyrederiz. Bir cisimden gelen uyarılar elektrik sinyaline dönüşerek beyinde bir etki oluştururlar. Görüyorum derken, aslında zihnimizdeki elektrik sinyallerin etkisini seyrederiz. Şimdi genelde herkesçe bilinen bu bilgiye bir kez daha dikkatlice bakalım: Biz, "görüyorum" derken, aslında gözümüze gelen uyarıların elektrik sinyaline dönüşerek beynimizde oluşturduğu "etkiyi" görürüz. Yani "görüyorum" derken, aslında beynimizdeki elektrik sinyallerini seyrederiz. Hayatımız boyunca gördüğümüz her görüntü bir kaç cm3'lük görme merkezinde oluşur. Okuduğunuz bu satırlar da, ufka baktığınızda gördüğünüz uçsuz bucaksız manzara da, bu küçücük yerde meydana gelmektedir. Bu arada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta daha vardır. Az önce belirttiğimiz gibi, kafatası ışığı içeri geçirmez, yani beynin içi kapkaranlıktır. Dolayısıyla beynin ışığın kendisiyle muhatap olması asla mümkün değildir. Buradaki ilginç durumu bir örnekle açıklayalım. Karşımızda bir mum olduğunu düşünelim. Bu mumun karşısına geçip onu uzun süre izleyebiliriz. Ama bu süre boyunca beynimiz, muma ait ışığın aslı ile hiçbir zaman muhatap olmaz. Mumun ışığını gördüğümüz anda bile kafamızın ve beynimizin içi kapkaranlıktır. Kapkaranlık beynimizin içinde, aydınlık, ışıl ışıl ve renkli bir dünyayı seyrederiz. R.L.Gregory, bizim çok doğal karşıladığımız görme olayındaki mucizevi durumu şöyle ifade etmektedir: Görme olayına o kadar alışmışız ki, çözülmesi gereken sorular olduğunun farkına varmak büyük bir hayal gücü gerektiriyor. Fakat bunu dikkate alın. Gözlerimize minik tepetaklak olmuş görüntüler veriliyor, ve biz çevremizde bunları sağlam nesneler olarak görüyoruz. Retinaların üzerindeki uyarıların sonucunda nesneler dünyasını algılıyoruz ve bu bir mucizeden farksız aslında.3 Aynı durum diğer algılar için de geçerlidir. Ses, dokunma, tad ve koku, birer elektrik sinyali olarak beyne ulaşır ve buradaki ilgili merkezlerde algılanırlar. Duyma olayı da böyledir: Dış kulak, çevredeki ses dalgalarını kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynı görmede olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir. Kafatası ışığı geçirmediği gibi sesi de geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Öylesine bir netliktir ki bu; sağlıklı bir insan kulağı hiçbir parazit, hiçbir cızırtı olmaksızın herşeyi duyar. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız, bir yaprağın hışırtısından jet uçaklarının gürültüsüne dek geniş bir frekans aralığındaki tüm sesleri algılayabilirsiniz. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse burada derin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir. Bir cisimden gelen ışık demetleri retina üzerine ters olarak düşerler. Burada elektrik sinyaline dönüşen görüntü beynin arka tarafındaki görme merkezine ulaştırılır. Görme merkezi dediğimiz yer küçücük bir alandır. Beyin ışığı geçirmediği için, görme merkezine de ışığın ulaşması mümkün değildir. Yani biz, ışıl ışıl ve derinlikli bir dünyayı küçücük ve ışığın asla ulaşamadığı bir noktada algılarız. Bir cisimden gelen ışık demetleri retina üzerine ters olarak düşerler. Burada elektrik sinyaline dönüşen görüntü beynin arka tarafındaki görme merkezine ulaştırılır. Görme merkezi dediğimiz yer küçücük bir alandır. Beyin ışığı geçirmediği için, görme merkezine de ışığın ulaşması mümkün değildir. Yani biz, ışıl ışıl ve derinlikli bir dünyayı küçücük ve ışığın asla ulaşamadığı bir noktada algılarız. Koku algımızın oluşması da buna benzerdir: Vanilya kokusu, gül kokusu gibi uçucu moleküller, burnun epitelyum denilen bölgesindeki titrek tüylerde bulunan alıcılara gelirler ve bu alıcılarda etkileşime girerler. Bu etkileşim beynimize elektrik sinyali olarak iletilir ve koku olarak algılanır. Sonuçta bizim güzel ya da çirkin diye adlandırdığımız kokuların hepsi uçucu moleküllerin etkileşimlerinin elektrik sinyaline dönüştürüldükten sonra, beyindeki algılanış biçiminden başka bir şey değildir. Bir parfümü, bir çiçeği, sevdiğiniz bir yemeği, deniz kokusunu, hoşunuza giden ya da gitmeyen her türlü kokuyu beyninizde algılarsınız. Fakat koku molekülleri beyne hiçbir zaman ulaşamazlar. Ses ve görüntüde olduğu gibi beyninize ulaşan yalnızca elektrik sinyalleridir. Sonuç olarak, doğduğunuz andan itibaren dışarıdaki nesnelere ait olarak bildiğiniz kokular duyu organlarınız aracılığı ile hissettiğiniz elektrik uyarılarıdır. Bir ateşin ışığını ve sıcaklığını hissettiğimiz anda bile beynimizin içi kapkaranlıktır ve ısısı hiç değişmez. Ateşin ışığını ve sıcaklığını hissettiğimiz anda bile beynimizin içi kapkaranlıktır ve ısısı hiç değişmez. Benzer şekilde, insan dilinin ön tarafında da dört farklı tip kimyasal alıcı vardır. Bunlar tuzlu, tatlı, ekşi ve acı tadlarına karşılık gelir. Tad alıcılarımız bir dizi kimyasal işlemden sonra bu algıları elektrik sinyallerine dönüştürür ve beyne iletirler. Bu sinyaller de beyin tarafından tad olarak algılanırlar. Bir çikolatayı ya da sevdiğiniz bir meyveyi yediğinizde aldığınız tad, elektrik sinyallerinin beyin tarafından yorumlanmasıdır. Dışarıdaki nesneye ise asla ulaşamazsınız; çikolatanın kendisini göremez, koklayamaz ve tadamazsınız. Örneğin, beyninize giden tad alma sinirleri kesilse, o an yediğiniz herhangi birşeyin tadının beyninize ulaşması mümkün olmaz; tad duyunuzu tamamen yitirirsiniz. Bu noktada karşımıza bir gerçek daha çıkar: Bir yiyeceği tattığımızda bir başkasının o yiyecekten aldığı tadın veya bir sesi duyduğumuzda başka birisinin duyduğu sesin bizim algıladıklarımız ile aynı olduğundan emin olmamız mümkün değildir. Bu gerçekle ilgili Lincoln Barnett şöyle demektedir: Hiç kimse kendisinin kırmızıyı ya da Do notasını duyuşunun başka bir insanınki ile aynı olup olmadığını bilemez.4 Dokunma duyumuza gelince de, değişen bir şey olmadığını görürüz.. Bir cisme dokunduğumuzda dış dünyayı ve nesneleri tanımamıza yardımcı olacak bilgiler, derideki duyu sinirleri aracılığıyla beyne ulaştırılırlar. Dokunma hissi beynimizde oluşur. Zannedildiği gibi dokunma hissini algıladığımız yer parmak uçlarımız ya da derimiz değil, yine beynimizdeki dokunma merkezidir. Bizler nesnelerden gelen elektriksel uyarıların beynimizde değerlendirilmesi sonucu sertlik ya da yumuşaklık, sıcaklık ya da soğukluk gibi, nesneleri tanımlayan farklı farklı hisler duyarız. Hatta bir cismi tanımaya yarayan her türlü detayı bu uyarılar sonucunda elde ederiz. Bu önemli gerçekle ilgili olarak B. Russel ve L. Wittgeinstein gibi ünlü filozofların düşünceleri şöyledir: …Bir limonun gerçekten var olup olmadığı ve nasıl bir süreçle varlaştığı sorulamaz ve incelenemez. Limon, sadece dille anlaşılan tat, burunla duyulan koku, gözle görülen renk ve biçimden ibarettir ve yalnız bu nitelikleri bilimsel bir araştırmanın ve yargının konusu olabilir. Bilim, nesnel dünyayı asla bilemez.5 Yani maddesel dünyaya ulaşmamız imkansızdır. Muhatap olduğumuz tüm nesneler, gerçekte görme, işitme, dokunma gibi algıların toplamından ibarettir. Algı merkezlerindeki bilgileri değerlendiren beynimiz, yaşamımız boyunca maddenin bizim dışımızdaki "aslı" ile değil, beynimizdeki kopyaları ile muhatap olur. Biz ise bu kopyaları dışımızdaki gerçek madde zannederek yanılırız. Ünlü düşünür Berkeley de bu gerçeğe şu sözleriyle dikkat çekmektedir: İlkin renklerin, kokuların, v.b. "gerçekten var olduğu" sanıldı; ama daha sonra, bu çeşit görüşler reddedildi ve görüldü ki, bunlar duyumlarımız sayesinde vardır.6 Sonuç olarak; biz nesneleri onlar renkli olduğundan ya da dışarıda maddi bir varlığa sahip olduklarından renkli görmeyiz. Çünkü, varlıklara yüklediğimiz tüm nitelikler, "dış dünyada" değil, içimizdedir. Peki o zaman "dış dünya"da geriye ne kalır?... Modern fiziğin bulguları da maddesel evrenin bir algılar bütünü olduğunu gösteriyor. 30 Ocak 1999 tarihli sayısında bu gerçeği ele alan ünlü Amerikan bilim dergisi New Scientist'’n kapağında şu soru yer alıyor: "Gerçeğin Ötesinde: Evren, Bilginin Bir Dansı mı ve Madde Sadece bir Seraptan mı ibaret?” R.L.Gregory beynin içinde görüntünün algılanması ile ilgili insanların düştükleri bir yanılgıyı şöyle dile getirmektedir: Gözlerin beyinde resimler oluşturduğunu söylemeye yönelik bir eğilim söz konusudur, fakat bundan kaçınmak gerekir. Beyinde bir resim oluştuğu söylenirse bunu görmesi için içte bir göz daha olması gerekir -fakat bu gözün resmini görebilmek için bir göze daha ihtiyaç olacaktır, ... ve bu da sonsuz bir göz ve resim olması anlamına gelir. Bu mümkün olamaz.8 Maddeden başka bir varlığı kabul etmeyen materyalistlerin içinden çıkamadıkları asıl nokta burasıdır: Gören, gördüğünü algılayan ve tepki veren "içteki göz" kime aittir? Karl Pribram da bilim ve felsefe dünyasında, algıyı hissedenin kim olduğu ile ilgili bu önemli arayışa dikkat çekmiştir: Yunanlılardan beri, filozoflar "makinenin içindeki hayalet", "küçük insanın içindeki küçük insan", vb. üzerine düşünüp durmuşlardı. Ben" -beyni kullanan varlık- nerededir? Asıl bilmeyi gerçekleştiren kim? Assisi'li Aziz Francis'in de söylemiş olduğu gibi: "Aradığımız şey bakanın ne olduğudur."9 Buraya kadar anlatılan fiziksel gerçekler bizi tartışılmaz bir sonuca ulaştırır: Bizim gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz ve adına "madde", "dünya" ya da "evren" dediğimiz kavramlar, sadece ve sadece beynimizde oluşan elektrik sinyalleridir. İçinde yaşadığımız çağda ise, söz konusu gerçek, bilimin ortaya koyduğu kanıtlarla açıklanır hale gelmiş bulunmaktadır. Evrenin bir gölge varlık olduğu gerçeği, dünya tarihinde ilk kez bu denli somut, açık ve anlaşılır bir biçimde izah edilmektedir. Bu nedenle 21. yüzyıl, insanların yaygın olarak İlahi gerçekleri kavrayacakları ve tek mutlak varlık olan Allah'a dalga dalga yönelecekleri bir tarihsel dönüm noktası olacaktır. 21. yüzyılda, 19. yüzyılın materyalist inançları tarihin çöplüğüne atılacak, Allah'ın varlığı ve yaratışı kavranacak, mekansızlık, zamansızlık gibi gerçekler anlaşılacak, insanlık asırlardır gözünün önüne çekilen perdelerden, aldatmacalardan ve batıl inanışlardan kurtulacaktır. Bu kaçınılmaz gidişin hiçbir gölge varlık tarafından durdurulması da mümkün değildir... Kaynaklar: 1 Frederick Vester, Düşünmek, Öğrenmek, Unutmak, İstanbul: Arıtan Yayınevi, 1991, s. 6. 2 George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, Sosyal Yayınları, Çev: Enver Aytekin, İstanbul: 1976, ss.38-39-44 3 R.L.Gregory, Eye and Brain: The Psychology of Seeing, Oxford University Press Inc. New York, 1990, s.9 4 Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yayınları, Çev: Nail Bezel, sf.20 5 Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul: 1987, s.447 6"Treaties Concerning the Principle of Human Knowledge", 1710, Works of George Berkeley, vol. I, ed. A. Fraser, Oxford, 1871 8 R.L.Gregory, Eye and Brain: The Psychology of Seeing, Oxford University Press Inc. New York, 1990, s.9. 9 Karl Pribram, David Bohm, Marilyn Ferguson, Fritjof Capra, Holografik Evren I, Çev: Ali Çakıroğlu, Kuraldışı Yayınları, İstanbul: 1996, s.37

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.