Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

rina

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    475
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    2

Blog Başlıkları gönderen: rina

  1. rina
    Farkında Olmalı İnsan...
    Kendisinin, Hayatın Olayların, Gidişatın Farkında Olmalı.
    Farkı Fark Etmeli, Fark Ettiğini De Fark Ettirmemeli Bazen...
    Bir Damlacık Sudan Nasıl Yaratıldığını
    Fark Etmeli.
    Anne Karnına Sığarken Dünyaya Neden Sığmadığını
    Ve En Sonunda Bir Metre Karelik Yere Nasıl Sığmak Zorunda Kalacağını
    Fark Etmeli.
    Şu Çok Geniş Görünen Dünyanın, Ahirete Nispetle Anne Karnı Gibi Olduğunu
    Fark Etmeli.
    Henüz Bebekken 'Dünya Benim!' Dercesine Avuçlarının Sımsıkı Kapalı
    Olduğunu, Ölürken De Aynı Avuçların 'Her Şeyi Bırakıp Gidiyorum
    İşte!' Dercesine Apaçık Kaldığını
    Fark Etmeli.
    Ve Kefenin Cebinin Bulunmadığını Fark Etmeli.
    Baskın Yeteneğini
    Fark Etmeli Sonra.
    Azraillin Her An Sürpriz Yapabileceğini,
    Nasıl Yaşarsa Öyle Öleceğini
    Fark Etmeli İnsan
    Ve Ölmeden E vvel Ölebilmeli.
    Hayvanların Yolda Kaldırımda Çöplükte
    Ama Kendisinin Güzel Hazırlanmış Mükellef Bir Sofrada Yemek Yediğini
    Fark Etmeli.
    Eşref-İ Mahlûkat (Yaratılmışların En Güzeli) Olduğunu
    Fark Etmeli.
    Ve Ona Göre Yaşamalı.
    Gülün Hemen Dibindeki Dikeni Dikenin Hemen Yanı Başındaki Gülü
    Fark Etmeli.
    Evinde 4 Kedi 2 Köpek Beslediği Halde
    Çocuk Sahibi Olmaktan Korkmanın Mantıksızlığını
    Fark Etmeli.
    Eşine 'Seni Çok Seviyorum!' Demenin Mutluluk Yolundaki Müthiş Gücünü
    Fark Etmeli.
    Dolabında Asılı 25 Gömleğinin Sadece Üçünü Giydiğini Ama Arka
    Sokaktaki Komşusunun O Beğenilmeyen Gömleklere Muhtaç Olduğunu
    Fark Etmeli.
    Zenginliğin Ve Bereketin Sofradayken Önünde Biriken Ekmek
    Kırıntılarını Yemekte Gizlendiğini
    Fark Etmeli.
    FARK ETMELİ.
    Ömür Dediğin Üç Gündür,
    Dün Geldi Geçti Yarın Meçhuldür,
    O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür,O Da Bugündür.
     
    Can Yücel
     
  2. rina
    güvercinin telaşlı kanat çırpışındaki ses mi?
     
    yoksa,
    kelebeğin kanadındaki inadına sessiz bir çığlık gibi mi?
     
    ya da, tuz-buz olan bir sırçanın
    haykırışı gibi mi?
     
    nasıl bir sestir ki, perişan eder bizi duyduğumuzda?
     
    ne kalpler kırdık
    bilmeden.. ya da bile bile......
    ne setler koyduk aramıza bu kırılmış kalplerden de..
     
    sonra aşmaya çabaladık durduk çok...
     
    dokunmak istedik, ulaşamadık....
     
    ulaşmak istedik, kendi ellerimizle kurduğumuz
    setler engel oldu yine kendimize.....
     
    oysa,
    nasıl da kolaydı yıkıvermek han duvarlarını....
     
    sıcacık bir gülümseme,
    içten bir çift gözle birleştiğinde,eritmez mi en büyük buzulları?
     
    esirgedik birbirimizden maliyeti sıfır olan
    gülümsemelerimizi...
     
    kolay geldi bencillik en dar anlarda.. koyuvermek.. koyup kaçıvermek....
    kaçarken bakmamak ardımıza
     
    ya da,
    bakıp da görmemek... görmek istememek...
     
    her ne varsa...
     
    oysa, ne de kolaydı düşmanlığı yoketmek,
    sıcacıık bir gülümsemeyle... olmaz dedik.
     
    o bana düşman
     
    denemedik bile hiç.. korktuk belki de yanılacağımızdan..
     
    oysa hayat ne de kısa..
     
    düşünmek
    için bile vakit yokken....
    bile bile zehir ettik günlerimizi..
    kavgalarla..
    itişip kakışmakla harcadık
    dünlerimizi...
     
    ziyan ettik hem düne.. hem bugüne.. hem de yarınlarımıza..
    sahi,kalp kırıldığında nasıl
    bir ses çıkarır?
    duydunuz mu hiç?
    ben ne zaman dinlesem bir cam parçalanışı hissediyorum
    peki ya siz?
     
    ALINTI...
     
     
    ''''Yine bir yerde cam parçalandıııı galiba yine kırıldı zavallı kalbimmmm'''''
     
     
     
     
     
  3. rina
    Yolculuk eden iki arkadaş hakkında bir hikaye anlatılır.
     
    Yolculuğun bir aşamasında iki arkadaş tartışırlar biri Tekine bir tokat atar.
     
    Tokatı yiyenin cani çok yanar ama tek kelime etmez ve kumun üzerine su sözleri yazar:
     
    BUGUN EN IYI ARKADASIM BANA BIR TOKAT ATTI.
     
    Yıkanabilecekleri bir vahaya rastlayana dek yürümeyi sürdürürler.
     
    Tokadı yiyen orada yıkanırken batağa saplanır boğulmak üzereyken arkadaşı tarafından kurtarılır.
     
    Tam selamete çıktıktan sonra bir kaya parası üzerine şu sözleri kazır:
     
    BUGUN EN IYI ARKADASIM BENIM HAYATIMI KURTARDI.
     
    Tokadı vuran ve sonra en iyi arkadaşının hayatini kurtaran kişi ona söyle Der, Senin canini yaktığımda bunu kum üzerine yazdın ama simdi kayaya Kazıyorsun, neden?
     
    Öbür arkadaş ona şöyle cevap verir.
     
    Biri bizi incittiğinde bunu kum üzerine yazmalıyız ki bağışlama rüzgarı estiğinde onu silebilsin.
     
    Ama biri bize iyi bir şey yaparsa onu kayaya kazımalı ki onu hiçbir rüzgâr Yok etmesin.
     
    İNCINMELERINIZI KUMA, GÖRDÜĞÜNÜZ İYİLİKLERİ KAYALARA KAZIMAYI OGRENIN.'
     
    Denilir ki: ozel birini bulmak bir dakikanızı alır, onu değerlendirmeniz bir saat içinde olur, onu sevmek için bir gün yeter ama sonra onu Unutabilmek için bir omurun geçmesi gerekir.

  4. rina
    “Bir zamanlar yazılarını yazmak üzere okyanus sahiline giden aydın bir adam varmış. Çalışmaya başlamadan önce sahilde bir yürüyüş yaparmış. Bir gün sahilde yürürken plaja doğru baktığında danseder gibi hareketler yapan bir insan silueti görmüş. Başlayan güne danseden biri olabileceğini düşünerek gülümsemiş ve ona yetişebilmek için adımlarını hızlandırmış. Yaklaştıkça bunun bir genç adam olduğunu ve dansetmediğini görmüş. Birkaç adım koşuyor, yerden bir şey alıyor ve yumuşak bir hareketle okyanusa fırlatıyormuş. Biraz daha yaklaşınca seslenmiş:
     
    - Günaydın. Ne yapıyorsun böyle.
     
    Genç adam durmuş, başını kaldırmış ve cevap vermiş:
     
    - Okyanusa deniz yıldızı atıyorum.
     
    - Sanırım şöyle sormalıydım, demiş, bilge adam... Neden okyanusa deniz yıldızı atıyorsun?..
     
    - Güneş çoktan yükseldi ve sular çekiliyor. Eğer onları suya atmazsam ölecekler.
     
    - Ama delikanlı, görmüyor musun ki kilometrelerce sahil var ve baştan aşağı deniz yıldızı dolu. Hiçbir şey fark etmez.
     
    Genç adam kibarca dinlemiş, eğilerek yerden bir deniz yıldızı daha almış ve dalgalanan denize doğru fırlatmış.
     
    - Bunun için fark etti...
     
    Bu cevap bilgeyi şaşırtmış. Ne söyleyeceğini bilememiş. Geriye dönmüş, yazısının başına geçmek üzere kulübesine gitmiş. Gün boyunca bir şeyler yazmaya çalışırken genç adamın görüntüsü gözünün önünden gitmemiş. Aklından çıkarmaya çalışmış, bir türlü olmamış. Nihayet akşama doğru fark etmiş ki, o koca bilim adamı, o büyük şair, bu gencin davranışının özünü kavrayamamış. Çünkü bu gencin aslında yaptığının evrende bir gözlemci olmayı ve olup biteni izlemeyi değil, evrende bir oyuncu olmayı ve bir fark yaratmayı seçmek olduğunu anlamış. Utanmış. O gece sıkıntı içinde yatmış. Sabah olduğunda bir şey yapması gerektiğini bilerek uyanmış. Yataktan kalkmış giyinmiş, sahile inmiş ve o genci bulmuş. Ve bütün sabahı onunla okyanusa deniz yıldızı atarak geçirmiş.”
     
    “Hepimize bir fark yaratma yeteneği bahşedilmiştir. Eğer biz o genç adam gibi, bu yeteneğimizin farkına varabilirsek, görüş gücümüz sayesinde geleceği şekillendirme kudretini elde edebiliriz.”
     
    “Hepimiz kendi yıldızımızı bulmalıyız. Eğer yıldızımızı akıllıca ve iyi fırlatabilirsek, 21. yüzyıl hiç kuşkusuz harika bir yer olacaktır.”
     
    Fark yaratma yeteneği...
     
    Ne güzel bir deyim bu... Söylemesi bile güzel...
     
    Fark yaratma yeteneği...
     
    Bu gerçekten hepimizde var...
     
    Ya yıldızlar...
     
    Milyonlarca...
     
    Harika bir 21. yüzyıl istiyorsak, evrende bir gözlemci olup, olup biteni izleme yerine, evrende bir oyuncu olup, fark yaratmayı seçmemiz gerek.
     
    Haydi, kendi yıldızımızı bulalım ve farkı yaratalım...
     
    Hemen...
     
    Bugün...
     
    Vakit geçirmeden!..
     

     

     
    Öykü: Lauren Tseley
     

     
     
  5. rina
    Bir kadını ağlatmak çok zor değildir aslında. Kadınlar her şeye
    ağlayabilir; bir filme bir şarkıya bir yazıya... En az erkekler kadar
    yani! Ama bir kadını yürekten ağlatmak zordur. Eğer bir kadın yürekten
    ağlıyorsa ağlatan
     
    onun yüreğine ulaşmış demektir. Ama o yüreğin değerini bilememiş olacak
    ki ağlatan gözünü bile kırpmadan teker teker batırır iğnelerini yüreğe!
     
    Işte o zaman koca bir yumruk gelir oturur boğazına kadının. Yutkunamaz
    nefes alamaz; çünkü o koca yumruk canını çok acıtır. Gözleri buğulanır
    kadının sonra. Ağlamayacağım der içinden. Ama engel olamaz işte.
     
    Çünkü yüreğine ulaşmıştır birileri ve iğneler saplamaktadır.. Bu acıya ne
    kadar karşı koyabilir ki bir kadın. İnce ince süzülür yaşlar gözünden; önce
    birkaç damla sonra bir yağmur seli... Ve kadın ağlar; hem de çok!
     
    Sanmayın ki gidene ağlar kadın! Gidenin giderken koparttığı yerdir onu
    ağlatan orada bıraktığı yaradır. O yaranın hiç kapanmayacağını kapansa
    bile izinin kalacağını bilir kadın; o yüzden ağlar. Ama bilir misiniz
    ağlamak kadınları olgunlaştırır. Her damla daha çok kadın yapar kadınları.
    Her damla bir derstir çünkü. Bazen kadınlar ağladığında çoğu insan ağlama
    niye ağlıyorsun ki değmez onun için derler.
     
    Bilmediklerindendir böyle demeleri. Çünkü yürekleri acıyan kadınlar
    ağlamazlarsa ölürler. İçlerindeki zehirdir onları öldüren!
     
    Ağlayarak o zehirden kurtulur kadınlar o irini temizlerler
    yaralarındaki!
     
    Çünkü bilirler o irin temizlenmezse iltihaba dönüşür yaraları.
     
    Dönüşmemesi lazımdır oysa. O yüzden de bolca ağlarlar. Zaman geçer sonra.
     
    Kadınlar kendilerine sarılmayı öğrenirler. Umarım öğrenirler yoksa
    ruhlar sapkın yollara çarpar kendini. Sapan ruhların doğru yolu bulması da
    yeni acılar demektir. Bunu bilir kadınlar o yüzden eninde sonunda
    öğrenirler kendilerine sarılmayı...
     
    Çok ağlayan kadınlar bir çok şeyden vazgeçen kadınlardır aslında. Her
    damla olgunlaştırır kadınları evet ama olgunlaştıkça o safça inandıkları
    aşk gerçeği onların gözünde küçülür.. Küçüldükçe değerini yitirir ve işte o
    zaman kendilerine sarılıp yeni bir kadın yaratırlar kendilerinden.
    Güçlü yenilmez mağrur ve aşka inanmayan...
     
    İnsanlar soruyorlar çoğu zaman neden bu kadar çok bekar kadın var diye;
    hepsi kariyer derdinde olan. Çünkü inançlarını yitirdi o kadınlar.
    Zamanında yüreklerine o kadar çok iğne saplandı ki o kadar çok ağladılar
    ki! Artık kendilerinden başka bir doğru olmadığına inanıyorlar o yüzden
    kendilerine sarılıyorlar. Çünkü biliyorlar ki sarıldıkları adamlar onları
    hak etmedi; hem de hiçbir zaman! Hep bir çıkarları oldu sarıldıkları
    adamların. E o zaman niye sarılsınlar ki!
     
    Niye sarılalım ki!
     
    Etrafınızda yürekten ağlayan bir kadın varsa bilin ki olgunlaşıyordur.
     
    Bilin ki gerçekleri kabul etmeye başlamıştır. Bilin ki artık aşkın
    olmadığına inanmıştır. Bilin ki sarılacak tek bir doğrusu kalmıştır. O da
    kim ne diye sormayın artık. Çok ağlayan kadınlar eninde sonunda
    kendilerine sarılırlar çünkü!
     
    ''yürek ağlar gözden önce''
     
    AZİZ NESİN
     
     
     


  6. rina
    İşte o masal;
     
    Her masalın ,her söylencenin uzun uykusunda bir uyanma vakti vardır.Ve o gelmeden girişilen her eylem bir serüven yalnızlığı olarak kalır.Öyle anılır.
    Ve yüzyıl sonra vadesi erişip bir prens çıkmış ortaya.Masalın ve yüzyılın kendisine verdiği bu görevi seve seve üstlenmiş; zaten uyuyan güzel hakkında yüzyıldır söylenegelenlerin etkisinde daha onu görmeden deliler gibi tutulmuş ona.Kendisine verilmiş misyona mı,uyuyan güzele mi aşık olduğunu ayıredemeyecek kadar toymuş o zamanlar.Böylelikle hayranlığın ,sevginin,sevdanın,aşkın,cinselliğin ve beraberliğin bir kulak dolgunluğu olduğunu birkez daha görüyoruz "Bizim"sandığımız birçok duygunun,düşüncenin,değerin ve doğrunun içimize usul usul işlenmiş bir kulak dolgunluğu olduğunu...
    Ve prens dudaklarında yüzyıldır beklettiği öpücüğüyle birlikte saraya doğru
    yollandı.
    Masalına kahraman olma zamanı gelmişti.
     
    Prensesin odasına geldi.Prenses uykusunun içersinde batık bir gemi gibi gizemliydi.Uykusuyla bütünlenmiş güzelliğine,efsanesinin güzelleştirdiği yüzüne uzun uzun baktı Prens.Çok uzaktan ,çok uzaklardan,tam yüzyıl sonrasından baktı.
    Sonra kararını verdi:
    Aradan yüzyıl geçse de uyandırmayacaktı onu.
    O gün gelse de.
    Uyandırdığında bu sevdanın,bu büyünün,bu tılsımın bozulacağını biliyordu çünkü; bir bakış,birkaç söz,bir dokunuş herşeyi bozacaktı.Sevmek suskunluktu, sevmek kesin sessizlikti,sevmek uzaklıktı,sevmek dokunamamak,erişememek, sevişememekti.
    Ya da yüzyıldır böyle öğretilmişti sevmek.
     
    Gözlerini açar açmaz ,yüzyıldır gördüğü düşlerin anımsayamadıklarından ve o düşlerin tümünden,sızıya benzer bir duygu olacaktı kalakalmış olan. Biliyordu bu sızı hep olacaktı.Kaldı ki,o düşlerin tümüne eğemen olan ortak motifler,zaman zaman,yani yaşadıkça;yaşamını,ilişkilerini yoklayacaktı elbet. O düşlerin tümü anımsanmak içindi.Sonsuz bir anımsayıştı herşey;anımsayış ve unutuş.Ömrünün bundan sonrası düşlerinde gördüklerini yaşamakla geçecekti.İnsan uzun uykulardan sonra yalvaç bir yalnızlığa uyanıyor.
     
    Aradan yüzyıl geçtikten sonra hiçbir uyanış mutlu olamaz.
     
    Benim için artık çok geç kalmış bir sevgi bu,ben seversem yüzyıl öncesinin sevgisiyle seveceğim,o severse, beni üzerinden yüzyıl geçmiş bir sevgiyle sevecek.Aramızda kaç takvimin uzaklığı duruyor.Bir öpücük,yalnızca bir öpücük bu uzaklığı kapatmaya yeter mi?
    Sevgi,
    Zehirli bir düşün,büyülü sözcüğü...
    Öte yandan sevmek göze almaktı,sonuna dek gitmekti,gidebilmek yürekliliğiydi. Biliyordu prenses uykusundan uyandığında,ya da uyanır uyanmaz onu eskisi kadar sevmeyecekti.Çünkü sevmek sessiz ve tek başına birşeydi.Sevmek yalnızlıktır.Onu eskisi kadar sevemeyeceğinden korkuyordu.Onu uyandırmaktan korkuyordu.
    Eskisi kadar sevemeyecekti,belki de hiç sevemeyecekti.Çünkü arada o orman, o karanlık,o geçit vermez,o giz olmayacaktı artık.İşte odasında duruyordu.
    Duman inceliğinde bir boşluk dolanıyordu yüreğini.
     
    Arada ne ormanın, ne de yüzyılın karanlığı olmadan onu nasıl sevebilirdi?Bu kadar büyük sorumluluğu yüklenebilirmiydi?Sevmenin zahmetini,birlikte omuzlanacak olan zahmeti yüklenebilirmiydi?
     
    Paylaşmaya,tartışmaya,özveriye,anlayışa gereksinen iki kişilik ilişkiyi
    göğüsleyebilir,götürebilirmiydi?
    Sevmek imkansızlıktı.
     
    Kendimizde beslediğimiz,kendimizde büyüttüğümüz,kendimizde saklı duran bir şeydir sevmek.O hep bizdedir,bizledir,usul usul biriktiririz onu,içimizde yığılı durur.Ve günün birinde ansızın karşımıza biri çıktığında sanırız ki içimizden boşalıveren bütün bu duyguları o taşımıştır bize.
     
    Sevmek,kendi kendimizi büyülemektir; kendi kendimize yaptığımız büyü.
    Oysa yeniden başlayacaktır arayışlar,pişmanlıklar,yanılgılar.Herşey "tamamlanmak" içindir.Çoğu kez ölümün tamamlayıcı ellerine dek aynı umut, aynı arayış,aynı çırpınış ve aynı perişanlıkla sürükleniriz.
    Gözümüz arkada kalmıştır.
     
    Ansızın anladı ki uyuyan güzelin kendisini değil,masalını seviyordu Prens.
     
    Masalın bittiği yerde hayat başlar.
  7. rina
    ADAM DEDİĞİN!!!!
    Adam dediğin afilli olacak,
    Dik duracak başı, her türlü zorluğa karşı
    Mağrur!
    Ve
    Gurur okunacak duruşundan!
    Ta uzaklardan bile, bileceksin,
    “Aha, işte o benim” diyeceksin!
     
    Havası değişecek evin
    İçeri girdiğinde!
    Gülüşü sevdalı,
    Yürüyüşü emin,
    Bakışı sağlam olacak!
     
    Bir elinde ekmek; diğerinde çiçek,
    Taşımasını bilecek!
    Sarışın, esmer, saçlı, kel…
    Bunlar hikaye,
    Adam dediğin beyefendi olacak!
    Koluna girdiğinde;
    “Şu gördüğünüz küçük dağları biz yarattık”
    Diyebileceksin!
    Ve sen de kadın olacak;
    Kıymet bilecek;
    Saygıda kusur etmeyeceksin !
  8. rina
    Yüreğim mi kanıyor,sevdiklerim yüreğimimi kanatmış yok canım bana yapmazlar yapamazlar bana kıyamazlarr....durun ya.... batırmayın cam kırıklarını ..yakmayın canımı..valla çok acıtıyor cam kırıkları canımı helekii sevdiklerinin gidişini görmek ...
     
    Görmek ve sessiz kalmakk..sessizce izlemek zorunda olmak...içine atmak duygularını,susmak ve zamanla unutulmak....
     
    Elbette tercihler değişir bundan doğal ne var ki...Ama izi..Yakıp da geçer..Kanatırr....Ağlatır içini, için için...
     
    Duyurmazsın kimseye hıçkırıklarını....Bilemezler gidenlerr yalnış bir yere dogru yol aldıklarını...
     
    Onları gerçekten sevenler kim bilemezlerr.....
     
    Ya aradıklarını bulamadıklarında..Geri döndüklerinde bulacaklar mı acaba arkalarında hiç düşünmeden,canını yaktıkları o çelimsiz papatyayı.....
     
    Cam kırıklarını yapıştırabileceklermi ..Eskisi gibi olacakmıı yapışsa da o kırılan parçalar...Tuz buz olmuş yürek nasıl toplayacak kendini....
     
    Aklıma bu ustanın dedikleri geldi...
     
    Usta'ya başarısının sırrını sormuşlar.
    İki kelime demiş:
    -Doğru kararlar...
     
    Hepimizden farklı olarak,sürekli doğru kararları nasıl alabildiğini sormuşlar.
    Tek kelime demiş:
    -Tecrube....
     
    İyi de kardeşim bu tecrube denen şeyin sırrı neymiş?
    Usta deriiin bir iç geçirmiş ve şöyle demişş:
    -Yanlış kararlar!!!
     
     
    Topla haydi kendini papatyam..daha usta olamamışsın..yoluna kaldığın yerden devam..
     
    Aç beyaz beyaz.....
     
    Tomurcukların gün ve gün büyüsün,kokular yayılsın bahçende.....
     
    Geçenleri büyülesin....
     
    Göz yaşaların sulasın filizlerinii.....
     
    Var sen büyümelerini bekle...
     
    Emek ver...
     
    Emek vermeden olur mu sevgiii....
     
    Sen yine de kucakla geçip gidenleri....
     
    Belkii de....
     
    Güzel bir vazoda bir evin en ucra köşesinde bir hafta saltanat sürersinn...
     
    Ya fallara maruz kalıp tek yapragınla anı defterının arasında kurursunn....
     
    Belkide biri seni başına taç eder....
     
    Oyyy....
     
    Dalında kuruyup gidenlerden olmada..
     
    Sevgiler verildikçe çoğalır...
     
    Acılar da paylaşıldıkça azalır derler miş boşuna degilll...
     
    Bak gördün mü!.. hemen yüzün güldüüü.....
     
    Kimseye altın tepsiyle sunulmadı hayat unutmaa....
  9. rina
    İçimdeki sessiz çığlığımmm yeter artıkk ....
     
    s...u...s...t...u...m...
     
     
    susmak bazen en güzel cevaptır...
     
    susarsan dağlar devirirsin...
     
    susarsan sen olursun...
     
    sevdiğini mi söylüyor...
     
    sus...
     
    çünkü birgün o zaten susacak..
     
    konuştuğuna pişman olacaksın...
     
    seni istediğini söylüyor öyle mi?
     
    sus...
     
    çünkü birgün senden vazgeçtiğini söyleyecek...
     
    senin için öleceğini mi söylüyor?
     
    sus...
     
    çünkü birgün baldan da tatlı olacak canı...
     
    senden vazgeçemeyeceğini mi söylüyor?
     
    sus...
     
    çünkü birgün yanında olmadığını farkedeceksin...
     
    konuştuğuna pişman olacaksın...
     
    susarsan anlayacak...
     
    senden vazgeçecek...
     
    senin için ölmeyecek...
     
    seni istemeyecek...
     
    ve...
     
    ve...
     
    birgün o da pişman olduğunu farkedecek...
     
    susmak bazen en güzel cevaptır çünkü
  10. rina
    HAYATA DAİR!!!
     
    Karanlikti oda, karanlikti sokaklar, kapkaraydi sehir.. Ne kadar olmustu
    kendine dokunmayali. Ne kadar zaman olmustu aynada yuzunu gormeyeli. Ne
    kadar olmustu sadece kendisi icin bir sey istemeyeli.
     
    Kocasi icin cabaliyordu, oglu icin dusunuyordu, is arkadasi icin uzuluyordu.
    Ya kendisi neredeydi. Kendisi icin cabalayan, kendisini dusunen var miydi.
    Nasil bir duyguydu simartilmak. Sahi simarmayi bilmezdi ki, ya da kimse
    ogretmemisti ona simarmayi.
     
    Mutlu muydu ? soruyordu cogu zaman. Cevabi hayirdi, biliyordu bunu adi gibi.
    Niye mutluyum kandirmacasi icinde boguluyordu o zaman. Gucluyum diye
    haykirabilmek icin mi ? kimi kandiriyordu ki gucsuzdu iste. Gucsuz oldugunu
    herkesin bilmesini hic bu kadar istememisti.
     
    Yalnizdi … Oysa kocasi vardi. Sevismelerini andiginda hala teni urperiyordu.
    Oglu vardi, cani, bir tanesi, karanliktaki isigi… Yine de yalnizdi. Ask mi
    idi aradigi.. Ama kocasini seviyordu. Yoksa sevgi disinda bir sey miydi
    aradigi. Yoksa herseyi kocamda buluyorum diye kandirmis miydi kendini.
     
    Ruyalar goruyordu. Derinlerden bir ses, bir yuz beliriyordu. Yalnizligi
    kayboluyordu. Ruyalarinda derin bir huzur olusuyordu. Sabah uyandiginda
    anliyordu eksik bir parca vardi yasaminda. Bilmedigi o yuz bir gun karsisina
    cikacak, bildigi , ozledigi o dokunusu verecekti. Ya hayalse , ya
    yalnizligin kendisine oynadigi bir oyunsa bu.Hayir, hayir o yuz vardi
    yasaminda, belki bilipte animsamadigi o eski zamanlardan birinde.
    sozlesmislerdi onunla bulusmaya.
     
    Sahilde dolasirdi zaman zaman. Ozgurlugunu burda buluyordu biraz da. Bir
    adam dikkatini cekiyordu. Balik tutuyordu sakince. Ara sira adam da ona
    bakip gulumsuyordu. Garip bir tanisiklik buluyordu o gulumsemede. Sormaya
    cesaret edemedigi bir soru sekilleniyordu beyninde. Yoksa o eksik parca bu
    adam mi. Sonra guluyordu kendine, kendine gel kizim delirmeye mi basladin
    yoksa sen diye kiziyordu kendine.
     
    Isyerine kacarcasina kosuyordu. Sorular bazen korkutuyordu insani. Isyerinde
    ara ara o adamin o cok bildik, o huzur veren gulusunu hatirliyordu. Bir an
    kendini sahile o adamin yanina atasi geliyordu.icinde gittikce buyuyen bir
    ates yaniyordu. O adamin gulusu ile kivilcimlanan bir atesti bu.
     
    -Merhaba dedi birgun ansizin adama. Gulumsedi adam sanki bu selami coktan
    bekliyormus gibi.
    -Ne zamandir benimle konusacaginiz gunu bekliyordum dedi adam.
    Gulumsedi kadin elinde olmadan. Sohbet ettiler uzun uzun. Ne zamandir
    boylesi huzurlu, boylesine mutlu gitmemisti eve. Her sozde kendine
    dokunuyordu, her gulumsemede kendini buluyordu.
     
    Bir sonraki gun ogle yemegine cikmayi hic bu kadar arzulamamasti. Adam da
    bekliyordu onu. Ayak seslerini duydugu zaman gulumsedi adam. Utangac ve bir
    o kadar kararli ayak sesleriydi bunlar, gelen o idi . Merak ediyordu adam bu
    kadinin gulusunde buldugu sicakligin nedenini. Oysa henuz ikinci kez
    konusuyorlardi. Ama bildik bir bakisla bakiyordu kendisine.
     
    Hergun bir ibadet gibi sohbetlerine kosuyorlardi. Simdi zamanin icinde
    zamanin durdugu bir an vardi ikisi icin de. Yureklerinin icinde ayni sekilde
    yeseren, ayni kokan birer cicek vardi artik. Konusmuyorlardi ya askin
    yeserdigini ikisi de biliyordu. Oysa evliydiler ikisi de. Seviyorlardi
    eslerini. . . ve birbirlerinden ayrilmaz tek bir ruh oluyorlardi yavas
    yavas… sevdanin yeserttigi bir korku sariyordu yureklerini. Haklari yoktu
    cunku, vicdanlari sesleniyordu her an onlara.
     
    Ayrilik diyorlardi birbirlerinin yuzune bakmaya korkak. Denemeliyiz bunu.
    Eslerimiz icin, cocuklarimiz icin, yasamin kendisi icin sokup atmaliyiz bu
    sevdayi icimizden. Arkalarina bakmaya korkak ayrildilar. Mavinin gokyuzunden
    ayrildigi gibi, yesilin yapraktan ayrildigi gibi ayrildilar.
     
    Biliyorlardi dayanamayacaklardi bu ayriliga. Gülüsleri donmustu yuzlerinde.
    Umutlari gömulmustu derinlere. Ve kadin icin yine sokaklar karanlikti, sehir
    karanlikti. Hastalaniyordu sık sık. Kendini bulmusken birakmisti ruhunu
    erkeginin kollarinda. Zayif duserdi ne zaman kendini yalniz hissetse. Birden
    hatirladi erkegi ile birlikteyken hastalanmamisti. Ve hep gulumsemisti. Is
    arkadaslari onunla guluyordu, odasi onunla guluyordu, karanlik bile
    gulumsuyordu isiklar icinde.
     
    Erkek de kotuydu. Asktan aska kosuyordu kendinde bildigi eksik parcayi
    bulmak icin. Ve kadininda bulmustu butun arayislarini ve butun sorularinin
    cevabini. Seviniyordu adam bitecek arayislarim. Bir sakin limana demir
    atacak ruhum diye. Ve birden farkina variyordu adam, asklarin pesinden
    kosamiyordu artik, o gulumsemeleri ile kendilerine ceken kadinlari
    gormuyordu artik. Hepsi kadininin gulumsemesinin icinde eriyip gitmisti.Oysa
    simdi eksikti yine, simdi yine arayislarin yorgun kosusuna donuyordu.
     
    Uzun surmedi ayrilik. Kostular birbirlerinin kollarina. Sanki hic
    ayrilmamislardi. Kadin nasil agladigini anlatiyordu. Nasil eksik oldugunu,
    nasil gulumsemesinin dondugunu anlatiyordu erkegine. Erkegi dinliyordu onu
    sevgiyle. Hep dinlemisti zaten. Omur boyu dinleyebilirdi kadinini.
     
    Sevisiyorlardi birbirlerine dokunmadan. Tenleri baskalarinindi cunku. Gizli
    bir anlasma varmis gibi gozlerinde dokunuyorlardi sadece. Ask sozcuklerinin
    kanatlarinda ucuyorlardi sevisme denen o gokyuzu mavisinin ufkuna.
     
    Gitgide buyuyordu sevdalari. Gitgide buyuyordu birbirlerinin icindeki
    parcalari. Ve gunduzler yetmez olmustu asklarini yasamaya. Geceleri
    birbirlerini dusler oldular. Gece yildizlara bakiyorlardi birbirinden uzak
    diyarlardan. Yildizlara goz kirpiyorlardi sevgiliye goz kirpar gibi.
    Ayisigina dokunuyorlardi sevgiliye dokunur gibi.
     
    Ve o hic dusunmedikleri aci gelip yapisiyorlardi yakalarina. Sadece
    birbirlerinin olmaliydilar. Oysa hic sucu olmayan baska yurekler vardi.Ama
    biliyorlardi acilarin ve ihanetin dalinda mutluluk cicegi acmazdi.
     
    Kadinin yuregi yaniyordu. Erkeginden baskasini dusunemez olmustu. Ve agir
    geliyordu ayrilik. Biliyordu kendisini verse erkegine hep isteyecekti onu.
    Ve imkansizligi istemis olacakti. Erkegini caresiz birakacakti. Erkeginin
    yuzunde huzun yeserecekti. Oysa ne guzel gulerdi erkegi. Ne guzel kahkahalar
    atardi. Hakki yoktu erkegini bu huzunlere atmaya. Ayrilmaliydi,acisini ve
    sevdasini yuregine gomup gitmeliydi.
     
    Anliyordu erkek kadininin sorgularini. Aci vermeye baslamisti sevdasi.
    Ayrilik olsa mi diye dusundu. Acaba kadini mutlu olur muydu. Cunku
    sevdiginin mutlulugu icin buldugu cevaplardan vazgecmeye raziydi, biten
    arayislarina hic bulmayacagini bildigi arayislara tekrar baslamaya raziydi.
     
    -Bana bir hafta sure ver dedi kadin.
    -Ayriligi mi deneyeceksin dedi kadinina.
    -Evet dedi kadin, denemeliyiz ikimiz de.
    -Peki dedi erkek
    -Hoscakal dedi kadin
    -Hoscakal dedi erkek
    -Birgun sorgularin sevdana yenilirse geleceksin degil mi dedi erkek
    -Sevdayla evet dedi kadin
    -Seni seviyorum dedi kadin
    -Seni seviyorum ve hep bekleyecegim seni dedi erkek
     
    baska tek soz etmeden ayrildirlar yureklerinde birbirlerinin sevdasini
    tasirken. Ve o anda bin kok koptu topraktan, bin agac devrildi yere,bin
    yildiz kaydi ayni anda gokyuzunden, bin karanlik doldurdu yildizlarin
    yerini,bin gunes sondu birden, bin gece dogdu karanligin ustune, bin kirmizi
    gul egdi boynunu, bin bulbul sustu huzunle
     
    Sevda yenilmisti yasama, sevda bogun egmisti kurallara, sevda yok olmustu
    korkularin ve sorgularin karanliginda.
     
    Iki sevdali yurek, iki asik can, iki ruh , uzak diyarlarda sevdalarini
    duslere yuklediler. Ikisinin de yureginde `belki bir gun` umudu en degerli
    emanet , birbirlerinin sevdasinda aciyi buyuterek, hasretin icinde hayaller
    buyuterek biraktilar kendilerini zamanin solgun akisina. .
    ...............................................
     
    İmkansız aşkla seven yüreklere....
  11. rina
    Kalem erbabı için aşk üzerine yazı yazmak cüret ister. “Taş” dediğimizde elle tutulan, gözle görülen bir maddeden bahsetmiş oluruz. Varlık alemindeki bir objeyi tanımlamak kolay, ancak aşk gibi tecrübi bir olguyu açıklamak maharet ister. Çünkü tecrübeler şahsidir.
    Aşk dokunulması muhal bir ahu mudur? Bir muhal üzerine bilgelik taslamak, nutuk atmak ne kadar etik? Aşk, tam olarak anlayamadığımız bir gizilgüç mü? İskender Pala’nın “Babil’de Ölüm, İstanbul’da Aşk” romanında “Aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır, ona sahip olan dünyaya sahip olur.” der. Yoksa Leyla ile Mecnun Romeo ile Juliet hikayeleri bu sırra ulaşanların hikayesi midir?..
    Aşk dediğimiz, beton yapıların tıka basa meta’ doldurulan odalarında bulmaya çalıştığımız bir biblo eşya mıdır üzeri kalp figürleriyle bezenmiş olan? Para ile kendisine ulaşabileceğimiz bir eşya mıdır?.. Okul sıralarına küçük çakılarla derince masa üstlerine kazınan cümlelerde veya çeşmelerin alınlıklarına yazılan dörtlüklerde arasak abesle iştigal mi olur? Kordon boylarında, hıyabanlarda, denizin latif dalgalarının okşadığı sahillerde aradığımız, pastanelerin izbe köşelerinde bulmaya çalıştığımız, televizyonların siyah-beyaz yayınladığı melodram Yeşilçam filmlerinde izini sürdüğümüz o şey, yani o tek hece sokaktan bağırarak geçen yüzü çizgilerle dolu eskicinin kirli ve yırtık ceketinin iç cebinde olmasın. Veya Unesco’nun ilan ettiği aşk yılından haberi olmayan elleri yağlı, yüzü kirli motor ustası çırağının 12-13 anahtarı sıkıca kavrayan ellerine koyduğu yüreğinde olmasın...
    Aşkı taşlaşmış kalplerde aramak, havaya, suya, toprağa düşen cemrelerde aramak beyhudedir. Havanın kirli yüzünde, betonla perdelenmiş toprakta, kirletilmiş suda cemre aramak kadar anlamsız cemrelerde aşk aramak. Şu teknolojik çağda demire, çeliğe ve betona cemre düşürmek teknolojinin robotlaştırdığı bedenlere aşkı anlayan kalp takabilmek kadar zor bir iş...
    Güzele meyletmek insana özgü bir vasıf değil, ancak hayvan için de güzelliğin ahlaki bir anlamı yok. Bedeni abideleştiren, şehevî taşkınlığı körükleyen, aklı azgınlaştıran zamanenin aşktan anladığı nedir acaba? Bir yerde mükemmelliği görmekse aşk; Stendhal’in “sevginin billurlaşması” dediği belki de budur. Giyinmek gibi temel bir ihtiyacı modaya, barınmayı, mimariye, nesli devam ettirmeyi aşka irca etmek ruhumuzun fiyakası mı, fıtratımızın gereği mi?..
    Bütün peygamberlerin çobanlık yaptığı bilgisiyle peygamber mesleğini icra eden münzevi kişilerin çıkınında arasak aşkı hata mı etmiş oluruz? “Ya ben İstanbulu alırım ya da İstanbul beni.” cümlesini bir celî sülüs levha olarak duvara assak. Aşk kelimesini tam olarak anlatmış olur muyuz? ...
    Feleklerin deveran edişinde aşkı arasak… Aşk cezbedir desek, zemme duçar olur muyuz? Kalem acizdir, onu tutan el aceleci yaratılmıştır...
  12. rina
    Cevabı uzun ama erkek egemen toplumlarda çok normal. Adeta bir kural.
     
    Televizyonla beslenen, medyatik refleksli toplumumuzun bazı erkekleri, gücün ve iktidarın karşı cinse geçmesi halinde çıldırıyor. Bir aşağılık kompleksi durumu yani cennet anaların ayakları altında deyip, kadın döven zavallıların düştüğü acizlik...
     
    Erkek hep zeki kadından hoşlanır ama zamanla bu zeka yarışında yenilince kızar, küser ve ağlar. Tıpkı yenilgiyi hazmedemeyen bir çocuk gibi. Zeki kadınlar erkeklerin çocuk alt beyinlerinin gelişmediğini bilirler. (gelişmez çünkü doğurganlık yoktur) Şirket sahibi, yönetici hatta başbakan bile olsalar aslında onların hiç büyümeyen bir çocuk olduklarını unutmazlar ve akılları sayesinde her zaman onların istediğini yapıyormuş gibi davranıp, kendi yasalarını uygularlar. Zavallı erkek, iktidarın hep kendisinde olduğunu sanır.
     
    Akıllı kadınları yanlarında taşımaktan hoşlanan erkekler, zamanla onlardan kaçmanın yollarını ararlar. Çünkü kadın zekasıyla üstünlüğü ele geçirmiştir. Erkekse kendini eksik ve iktidarsız hisseder. Hem akıllı kadından hoşlanır, hem de akıllı kadından korkar ve kaçar. Yaşadıkları ilişki boyunca yanındaki sevgililerinin zekasıyla övünürken, o zeka kendilerine karşı kullanıldığında öfkeden çılgına dönerler ve hatta kaba kuvvete başvururlar. Bu yüzden akıllı kadınlar hep yalnızdır.
     
    Erkeği onu kandırdığını sanırken, o çoktan ilk kaçamağı yakalamıştır. Telaş yoktur. Çünkü derinlere sessiz inilmelidir ki korkup kaçan olmasın. Bunu düzgün sevdikleri için yaparlar. Amaçları rezil etmek değil, kendisine yapılan haksızlığı tam ve doğru olarak bilme hakkını elde etmektir. Yarım yamalak nefretleri sevmez akıllı kadınlar. Öfkesine değecek düşmanlar lazımdır onlara..
     
    Akıllı kadınlar her şeyini verir ve her şeyini alır. Acıları boylarını aşsa da gıkları çıkmaz. Dillerinde pişmanlık cümleleri dolaşmaz. Kendine olan saygılarını ve ayaklar altına almadıkları gururlarına sahip çıkarlar. Kan kusarlar ama kızılcık şerbeti içtiklerini söylerler.
     
    Akıllı kadınlar erkeklerini başkalarına ezdirmezler. Kendileri ezerler. Bunu gururlarını incitmeden yapmaya çalışırlar ama sonunda hep haksız olan onlar olur. Onlar önce susar, sonra sorgular, ondan sonra da cevap verirler. Sustuklarında dillerini dikenli tellere dolar, konuşunca önce kendileri kanarlar...
     
    Akıllı kadınların konuşacak çok şeyleri olduğu için suskunlukları da büyük olur Akıllı kadınlar kendini ezdirmez. Akıllı kadınlar salağı oynayamaz. Akıllı kadınlar kendilerine haksızlık etmez. Akıllı kadınlar mış gibi yapmaz. Akıllı kadınlar aşıkken de akıllıdır. Bu yüzden hep yalnız kalırlar.
     
     
     
     
     
     
  13. rina
    Bazen hayatımıza giren öyle insanlar olur ki; onlarin belli amaca hizmet etmek, bize bir ders vermek, kim oldugumuzu ya da olmak istedigimizi bulmamıza yardım etmek için bizimle olduklarını yüregimizin derinliklerinde hissederiz. Bu insanlarin kim olacağını asla önceden kestiremezsiniz; belki oda arkadaşınız, komşunuz, uzun zamandır görmediginiz bir arkadaşınız, sevgiliniz ya da belki de sadece göz göze geldiginiz bir yabanci. Her kim olursa olsun, o kader anında hayatınızın bir biçimde etkilenecegini bilirsiniz.
     
    Bazen de hayatınızda öyle olaylar yaşarsınız ki; o anda bu olaylar size korkunç, acı dolu, haksız gibi görünür. Ancak fırtına dindikten sonra; bütün bu olayların üstesinden gelmemiş olsaydınız, asla potansiyelinizin, gücünüzün, azminizin ve yürekliliğinizin farkına varamayacagınızı anlarsınız.
     
    Her olayın bir gerçekleşme nedeni vardir. Hiçbir sey tesadüfen, kötü ya da iyi şans nedeniyle gerçekleşmez. Hastalık, yaralanma ve deneyimsizlikler, ruhumuzun sınırlarını test eden olaylardır.
     
    İster olaylar, ister hastalıklar, ister ilişkiler olsun, bu küçük testler olmasaydı hayat hiçbir yere varmayan düz ve sıkıcı bir yol gibi uzayıp giderdi. Güvenli ve rahat, ancak boş ve amaçsız. Yaşamınızı, başarılarınızı ve düşüşlerinizi etkileyen insanlar, kimliğinizi yaratan insanlardır.
     
    Kötü deneyimler bile birilerinden ögrenilebilir. Bu dersler en zor, ancak büyük bir ihtimalle en önemli olanlardır.
     
    Eğer biri sizi kırar, ihanet eder ya da üzerse, size güveni ve kalbinizi açtıgınız birine karşı dikkatli olmayı öğrettikleri için onları affedin. Eğer biri sizi severse, siz de bunun karşılıgında onu koşulsuz sevin; sadece onlar sizi sevdiği için değil, size sevmeyi ve onlar olmadan göremeyeceginiz ya da hissedemeyeceginiz seylere kalbinizi ve gözlerinizi açmanizi ögrettikleri için. Her günün tadını çıkarın. Her anın değerini bilin ve belki de tekrar yaşayamayacagınız bu andan alabileceğiniz en fazla şeyi almaya bakın.
     
    Daha önce hiç konuşmadıgınız insanlarla konuşun, onları dinleyin, Aşık olun, zincirlerinizi kırın ve gözünüzü zirveye dikin. Başınızı dik tutun, çünkü bunun için her türlü hakkınız var. Kendinize büyük bir insan olduğunuzu tekrarlayın ve kendinize inanın. Eğer kendinize inanmazsanız, hiç kimse size inanmaz. Hayatınızı nasıl istiyorsanız öyle şekillendirebilirsiniz.
     
    Kendi özgün yaşamınızı yaratın, dışarı çıkın ve onu yaşayın...
     
    UNUTMAYIN;
     
    OYUN BİTTİĞİNDE ŞAH VE PİYON aynı torbaya konur
     
     
     
    Sevgi gününüz kutlu olsun
  14. rina
    Bir kitap olsaydı hayatın, gönül kütüphanesinin neresine koyardın onu? Tarih kitaplarının mı, felsefe kitaplarının mı, romanın mı, şiirin mi, yoksa günlüklerin arasına mı? Göze çarpan bir yerde mi durmasını isterdin veya dikkatle bakanların bile göremeyeceği bir yere mi yerleştirirdin onu? Sık sık açıp okur muydun hayatının kitabını, yoksa sadece ayda yılda bir, tozunu silmek için mi eline alırdın? Veya büsbütün unutarak onu gönlünün hiç bakmadığın bir köşesine mi atardın? Peki kitabını eline alan sonuna kadar okur muydu, yoksa hemen sıkılır atar mıydı?
     
    En hüzünlü ve en sevinçli anlarında, hattâ; 'Hayatımda ilk kez yaşadıklarım.' yazısının olduğu yerlerde, kâğıdın ucunu katlayıp kitabını bırakan bir okuru görsen ne hissederdin? Senin için en zor anları gülümseyerek, en mutlu anları acıyrak ve en ilginç anları da anlamadan okuyanlara ne derdin okuyup bitirdiklerinde? Kararsız olduğun zamanlarda, sonucu yanlış tahmin edenlere veya girişeceğin işlerde akıl öğretmeye kalkanlara ne derdin? O da az gelirse, kendine acıyrak o beğenmediğin ömrün anlarını yeniden yaşamak, tamamen farklılaşarak yaşamak ister miydin? Yoksa bütün olmuş bitmişleri boş mu verirdin?
     
    Hayatının muhtevasına değil de, kitabının inceliğine kalınlığına bakanlar olsa moralin nasıl da bozulurdu değil mi? Harflerin küçüklüğü büyüklüğü ile ilgilenenlere, üstelik cümlelerin kısalığından hoşnutsuzlara; o cümle, kelime ve harfleri yaşayan biri olarak acı acı gülümser miydin? Heyecanla sonuç bekleyenlere ilgiyle bakar mıydın okurlarken?
     
    Hayatın bir eser olsaydı, sen edip olarak en çok hangi bölümlerini severdin? Hangi sayfalarını yırtıp atmak, hangi satırları tekrar tekrar okuyup altını çizmek, hangi cümleleri bir daha yaşamak isterdin? Ve hayatın kitap olmaktan; kitap senin hayatını anlatmaktan memnun olur muydu?
     
    İkinci, ardından üçüncü ve dördüncü baskı yapar mıydın? Yoksa kitaplıkların raflarında yıllarca gereksiz, sade bir eşya gibi bırakır mıydın?
     
    Hayat kitabının dış baskısına önem verir miydin? Sayfaların en kaliteli kâğıttan olmasını ister miydin? Veya saman kâğıtları kendine lâyık görür müydün?
     
    Kapağına nasıl bir resim koyardın? Bir resmi belge mi; gülen, düşünen, ağlayan veya sırtını çevirip giden bir portre mi olurdu kitabının dış yüzünde?
     
    Kitabına ne isim verirdin: 'Yaşadıklarım', 'Hatıralarım', 'Doğrularım', 'Yanlışlarım', 'Hayat Ne Kadar Kısaymış' veya 'Aşk ve Nefretlerimin Antolojisi' mi olurdu adı eserinin?
     
    Ve her şeyden önemlisi, başka kitaplardan ne farkı olurdu, fazladan ne anlatırdın, farklı olarak neyi vurgulardın, neyi söylemeyi gereksiz bulup geçerdin? Muhtevası daha fazla ne öğretirdi okuyana, ne ders çıkarırdı? En güzel yeri neresi olurdu? Başlangıcı mı, ortası mı, yolunun sonu mu, hepsi mi, yoksa hiçbir yeri mi?
     
    Ne uslupla, hangi kelimelere ağırlık vererek yazılmış olurdu? Yoksa kalb diliyle mi yazılmış olurdu hemen bütün satırları?
     
    Hayatın kitap olsaydı, o kitabı sever miydin? Senin başucu kitabın olur muydu? Konuşurken, yazarken, hayal ederken ona not alır mıydın? Yoksa, görmezden mi gelirdin, inkâr mı ederdin, utanır mıydın yaşadıklarından?
     
    Hayatın kitap olsaydı, hayatı özetler miydi, yahut sayısı bilinmeyen seri kitaplardan biri mi olurdu ömür sayfaların?
    Hayatın kitap olsaydı...
     
    ALINTI...
     
     
    UMARIM HAYAT KİTABINIZ HEP GÖNLÜNÜZÜN KÜTÜPHANESİNDE KOYDUĞUNUZ EN GÜZEL YERİNDE ÖMRÜNÜZCE KALIR!!!
     
    ...SEVGİYLE KALINNN....
  15. rina
    güneşle ıslanmaya uyanmak
     
    Uzun zamandır sinsice yerleşen bir telaş var ellerimde,
    nereye koysam, ne iş yapsam gitmiyor bir türlü bu dalgalanmalar.
    hiç bir işe yetişemiyorum, hep yarım kalan resimler, oyalar, bulaşıklar..
     
    aslında kalbimin sızısını ellerime yükledim, hiç bir şeye mecbur değilken üstelik.
     
    neyi tamam olabilir ki insanın, bir kendi eksikken kendine.
     
    rüya kadar bile bellirgin değilken hiç bir suret, kimden ödünç aldığım bile muamma olan karışık bir gülüş yapışıp kalmış öylece en eski fotoğraflarıma..
     
    erken doğum sanki dünyayı bilmek..bilmek diyorum.
     
    cezası yaşamak olan fani bir can yüklü, emanet yürekte..
    saati kıyametime ayarlı.
    anlayışsız olsun isterim mesela dillerim, anısız bir sabaha kalkmanıın tadını aldığımda, bir yudum, sade bir yudum çay serinliğinde.
     
    kelimeleri naftalinleyip, susturacağım bir gün..
    kalbimi susturacağım, gözlerimi, ellerimi, deli deli koşan ayaklarımı, elvedasız susturacağım..
    hesapsız, hesapsız, hesapsız savrulacağım,
    bütün kanadını güneşte yakmış turnaların kirpiklerinden atacağım, bütün erken doğumları..
    doğumsuz, batımsız bir gün yakaladığımda, bir çağlayanın tepe noktasından atlayıp atlayıp boylayacağım, saçından yakaladığım dünyanın DORUK'larını..
     
    bu ellerimle diktiğim tüm ağaçların, ardımdan geleceklerini biliyorum.yine biliyorum dedim..
    aldanmadan aldatmadan yaşamak,
    yalansız dolansız tırnak geçirmek kayalara..
     
    bildim,
    bildin mi mevsimler içinden en bulutsuz küheylanların, bembeyaz yelelerini..
  16. rina
    Uzak gizemli bir ülkedir aslında hepimizin yaşadığı, soluk aldığı, âşık olduğu şehir...
    Her birimizin apayrı bir hikâyesi var...
    Pek çok şey biriktirdik...
    Pek çok şeyi yarım bırakıp, yanıbaşımızda fesleğenler büyüterek uzak başka uzak ülkelerden gelecek gemileri izledik...
     
    Aslında hiç bir şey bize aşina değil artık...,
    Yalın bir yangının içinde gonca güller büyütmek bile, birilerini sevip, onlara ömrümüzü adamak bile zamanın içinde bir kayboluş. Pek çok kez kaybolduk...
    Ne kadar çok kaybolduk...
    Ne kadar çok aradığımızı bulamamanın hayal kırıklığıyla yeni yeni hüzünler taşıdık hayatımıza…
    Kusursuz sabahlar yalnız uyandığımızı anladığımız anda gözlerimizde belli belirsiz bir hayal oldu...
    Sen kocaman bir hayal oldun…
    Kollarımın içine sığdıramadığım uzak ülkelerin uzak ufukları…
    Sırılsıklam yağmurları....
    Hiç umutlarınızın bittiğini sandığınız "Tamam, hiç daha kötüsü olmamıştı," dediğiniz zamanlarınız oldu mu?
    Ya da "bittim, mahvoldum," dediğiniz...
    Damağınızda acımsı bir tadın hiç geçmediğini; yüreğinizdeki o mengenenin de canınızı sıktıkça sıktığını hiç hissettiniz mi?
     
    Yalnızsınızdır...
     
    Savunmasızsınızdır...
     
    Yorgunsunuzdur...
     
    Anlatamaz, anlayamazsınız da.
    Gözünüzde bir damla yaş her an hazırdır akmaya sebepli ya da sebepsiz…
    Soğuktur elleriniz belki ısıtacak bir elin olmamasından...
    Çirkinsinizdir kendinizce…
    Aynalara da küs…
    Gözlerinizdeki pırıltılar yok oldu, yok olacak gibidir...
    Çaresizsinizdir…
    Sebep çoktur…
    Ya parasızsınızdır, ya terkedilmiş, ya hasta…
    Aslında yüzlerce "ya da" dır sizi bu hale getiren...
    Ne zaman geçecek bilmezsiniz…
    Umut garibin ekmeği, umar da umarsınız...
    Ya çaba?
    Oysa hiç gördünüz mü?
    Kim bilir kaç gün olmuş dalından koparılmış kasımpatılarını...
    Hala dimdik, hala ayakta, hala pırıl pırıl...
    Koparılmaya inat solmamaya kararlı…
    Oysa aklımız hep güllerdedir, hep lalelerde...
    Solmak, kurumak çok kolay oysa dimdik ayakta durabilmek önemli olan…
    Yılmamak zorluklardan…
    Hayallerden, umutlardan vazgeçmemek asıl olan…
    Ne dersiniz, denemeye var mısınız kasımpatı olmayı? Her şeye rağmen…
    Gözlerimdeki renklerden bak…
    An-dır yaşadığım
    İsteme
    Hayat olur ikincisi…
    Yağmurlardan Islanmaktan yorgunum…
    Artık
    Açılsın gökyüzü
    Ve
    Işığında yıkanayım ben…
     
    Kasımpatı hayallerimm...
     
    ALINTI...
  17. rina
    biri... öyle biri ki...
     
    renkler yok...
     
    umutlar gürültüyle kırıldı ama içimde çıt yok...
     
    susuldu...
     
    susandı yarın'a...
     
    yarın nerde?
     
    kayıp mı olduk, hiç mi yoktuk?
     
    kim keşfetti bölündükçe çoğalan dertleri
     
    ve
     
    kim öldürdü paylaşıldıkça çoğalan sevgiyi?
     
    herkes nerde?
     
    bir yanlış üç doğru mu götürüyordu öteden beri?
     
    herkes yalnız mı?
     
    herkes kendi içinde kalabalık mı?
     
    kaç kişiyim? diye ben değil, içimdeki binlerce "ben" soruyor ayrı ayrı...
     
    tek yürek, tek beden...
     
    doğurgan mıyım kendimi çoğaltmakta?
     
    bir tanesi bana aitti, onu özlüyorum...
     
    başka şeyleri de özlüyorum...
     
    nerdeyiz biz?
     
    ruhumda isyankar ilanlar; BİR KAHRAMAN ARANIYOR...
     
    kendime, kendim olmayan diğer "ben"lere yetemiyorum...
     
    biri gelip beni toparlar mı?
     
    bir şey bir mucize gibi gelip bana dokunur mu?
     
    şimdi çok geç kaldım hiç inanılmamış bir hayat yaşamak için...
     
    tümden vazgeçmek de olmaz...
     
    sıkışıp kalınmıyor, dünya daralıyor...
     
    sürekli gri tonlar, kırmızı ve siyah...
     
    benim açık mavilerim nerde?
     
    böyle değildi...
     
    gittikçe bana ait değilmiş gibi bakıyorum geçmişe...
     
    bir tek ben mi? diye soramıyorum...
     
    değilim biliyorum...
     
    herkes bir tenhada arkasını dönüp ağlıyor...
     
    herkes aynı tenhada kendini bırakıp kaçmak istiyor...
     
    haykırsam şimdi sokağa çıkıp maskelerin düşmesi için...
     
    en büyük gerçeğimizi mi gömdük içimize?
     
    kaçıyoruz mutsuzluğumuzla yüzleşmekten, işimize gelmiyor kendimizle uğraşmak...
     
    ama ben korkuyorum...
     
    benim adıma yaşanmış bir hayat istemiyorum...
     
    böyle değildi...
     
    biri geldi gökyüzümü çaldı, denizlerimi içti...
     
    biri büyülerimi bozdu...
     
    biri... öyle biri ki...
     
    aynaya bakınca görüyorum ama TANIMIYORUM...
     
    Avuçlarımda uçurum kokusu,





    Kendimden düşüyorum.
     
    Bir masala uzanıyor sevmelerim,




    Aşktan çaldıklarım dikiliyor karşıma,

    Kaçak şehirlerin adressiz yüreği oluyorum.
     
    alıntı...
     
     
     
     
     
     


  18. rina
    Her işin bir çıraklık, kalfalık, bir de ustalık dönemi vardır. İyi usta olacaklar daha kariyerlerinin ilk yıllarında belli olurlar ve başarı için pek çok bedel öderler. Elde edilen başarıda ise sadece kendi renklerini taşırlar…
     
    Sultan bir gün komşu ülkeyi ziyarete gider. Mükemmel ağırlamanın yanı sıra, sultanı etkileyen bir başka şey daha olmuştur. Komşu ülkenin sultanının sarayının duvarları öyle bir tuğladan yapılmıştır ki, alır götürür bizim sultanı başka bir dünyaya.
    Öyle bir renktir ki, tarifi olanaksızdır. O kırmızıdır yangın gibi, o kahverengidir içini çarpan, o kızıldır, o her renktir velhasıl.
    Ülkesine dönünce emir salar dört bir yana, ” benim ülkemin ustaları da yapar mutlaka böyle bir renkten tuğla, tez getireler numunelerini.” Ama gelen örnekler tatmin etmez sultanı.
     
    Bunun üzerine ödül koyar sultan; istediği renkte bir tuğla getirene servet vaat eder. Nafile, ülkenin tüm ustaları ucunda servet de olsa başaramazlar, istenen rengi tutturamazlar.
    Sonun vezirlerden birinin kulağına ülkenin bir köşesinde bilge, kendi halinde yaşayan bir ustanın şöhreti gelir. Yapsa yapsa o usta yapar, o rengi o tutturur der. Sultan kendisi gider ustanın ayağına, tutsağı olduğu rengi bulacak adama değer çünkü bu.
    Usta anladım der, ben o rengi tanıdım, bilirim nasıl bir tutku yarattığını, yapmaya çalışırım ve yaparım, lakin vakit ister.
    Sultan vakit verir, ödülü de kendisinin seçmesini ister. Usta bir ayda yerine getirecektir görevi, o eşsiz rengi, canım karışımı bulacaktır. Usta çalışmaya başlar, dener, dener.
     
    Her türlü maddeden renk çıkarmaya çalışır.
    Dener, dener.
    Günler hızla geçmeye başlar. Yapılan tuğlalar fırından çıktıklarında bir türlü tatmin etmez ustayı.
    Oysa söz vermiştir sultana, yaparım demiştir; tuttururum o rengi, bilmez miyim nasıl aranır o renk? Günler sayılıdır. Usta rengi tutturamamanın verdiği eziklikle daha da yoğunlaştırır çalışmalarını.
    Gece demez gündüz demez çalışır, dener. Ama olmaz işte kendi beğenmemiştir ki, işte budur deyip götürsün sultana.
    Son bir umut daha kalmıştır bir ayın dolmasından önceki son gece. O karışımı da gönlünün tüm zenginliğini, renklerin tüm çapkınlığını, maddelerin tüm çekiciliğini karıştırarak yaratmaya çalışır usta.
    Fırına atar tuğlaları ve bekler.
    Sonuç ne yazık ki düş kırıklığıdır. Verilen söz tutulamamıştır, denenecek başka bir yol da yoktur.
    Usta her şeyini koymuştur ortaya ama olmamıştır. Yangın, ateş, ustanın bağrına çöker. Fırının alevleri çağırır onu gel diye.
    O da reddetmez bu daveti. Ertesi gün süre dolduğu için sultan kendisi gelir ustanın yerine sonucu görmek için. Usta görünürde yoktur ama fırında bir şeyler vardır.
    Fırının kapağı açılır ve tuğlalar dışarı çıkarılır. Sultan kendinden geçmiş tutkuyla aradığı renge kavuşmanın mutluluğuyla yaşamaktadır. ” Bulun ustayı gelsin saraya, ne dilerse verilecektir kendine, hatta fazlasıyla verilecektir. ” diye emir buyurur.
     
    ALINTI
     
    ............................
     
    Bu öyküden birçok hisse çıkartılması mümkündür.
    Ancak ben bireysel dersler yerine öykünün toplam mesajı üzerinde durmak istiyorum. Şöyle bir geriye yaslanın ve geçmişe bakın.
    Lise bitirme sınavına nasıl çalıştınız, ya üniversite giriş sınavına? Üniversiteyi bitirirken çektiğiniz zorluklar, bitirme ödevleriniz, daha sonra ilk iş arayışlarınız, reddedilişiniz, ilk işe başlamanız, ayrılmanız, size acı çektiren sevgiliniz.
     
    Velhasıl tüm uğraşılarınız, çabalarınız, savaşımlarınız, aldanışlarınız, kazanımlarınız. Tüm bunları şöyle bir gözden geçirin bakalım. Ya bugün bulunduğunuz yer? Buraya uçarak ya da gökten zembille gelmediniz.
     
    Hep geçmişteki uğraşılarınız ve didinmelerinizle ulaştınız bu güne. Yarında yine kendi çabalarınızla ulaşacaksınız. Burada en önemli etken sizsiniz. Siz hayatın içine daldınız ve kendi renginizi yarattınız. Siz olmasaydınız, sizin didinmeleriniz, hayal kırıklıklarınız, sevinçleriniz olmasaydı, yani siz kendinizi hayatın içine atmasaydınız bu günkü siz olmazdınız.
     
    Yarın ne mi olacak? Tabi bugünkü karışımlar ve fırınlara girme kararınız yönlendirecek yarını da..
     
    Ya içinde olacagız hayatın , ya da .........................
     
    ...................................................
    ..............
    ...
  19. rina
    Bazı şarkılar vardır....
    dinlerken o şarkıda erirsiniz yok olursunuz...
    Sizi bir yerden alır bambaşka bir dünyaya götürür...
    ayaklarınız yerden kesilir dinlerken...
    bir sevda yeli gibidir heyecanlandırır....
    Her enstruman sizin duygularınızı seslendirir sanki...
    her nefes soluğunuz olur....
    her parmak ucu yüreğinizin tellerine dokunur...
    her vuruş daha coşturur...
    gençken olduğu gibi deli akmaya başlar kanınız damarlarınızda...
    herşey kıpırdamaya başlar...
    eskiye dair ne varsa hortlar köşelerden....
    Karşınıza dikilir....
    Yerinizde duramaz olursunuz...
     
    Bazen de bir şarkı sizi geçmişe götürür...
    Eski anılarınız eski aşık olduğunuz günlerdeki tonuyla çarpmaya başlar kalbiniz...
    Herşey koyudan açığa renk değiştirir mevsim bile değişir neredeyse.....
    Gökkuşağı baş aşağı gelir salıncağınız olur melodinin ritmiyle kolan vurursunuz bir bulutdan diğerine....
    Anılarınızdaki gibi on sekizinizdesinizdir pistte.....
    İnceciktir beliniz ve pırıl pırıldır teniniz....
    Sımsıcak bir el belinize sarılmıştır ve sizin ayaklarınız yerden kesiktir.....
     
    Bazen bir şarkıda aynaya bakarsınız, sakin bir deniz ayaklarınızı okşar gibi değer melodi ruhunuza...
    Ya da bir sallanan sandelyede kucağınızda kedinin mırıltıları gibi değer göz kapaklarınıza....
    usulca yumarsınız gözlerinizi ışığa...
    Ve kendi dünyanızdaki ışıklar süzülür kirpiklerinizin arasından...
    Her enstruman bir huzurla dokunur beyazlamış saçlarınıza....
    Sevgilinizin elidir ve yıllardır aynı şevkatle okşuyordur sizi bu ezgide.....
     
    ......................................
     
    ............................................................
     
    Bazen ....
    bazen o kadar hüzünleniyorum ki...
    her giden bir anı bırakmış benliğime öyle bir anı ki dinlediğim şarkılarda onu yaşıyor onu anıyorummm ....
    o şarkıyla birlikte,yanımdaki kişinin hiç önemi yokmuş gibi sadece onu yaşıyorum öyleki sadece onun nefesini duyuyorum....
    onun için nefes alıyorum....
     
    Sen benim şarkılarımsın diyorum.....
     
    Kendime hep bunu sordum..
    neden diye.....
    nedenine karar verdim....
    her giden bende bir şey bırakıp gitmişte ondan....
    saçlarımda beyazlar ,yüzümde çizgiler,ruhumun en ince derinliklerinde anılar....
    sedece kalbimdeki damarları alıp gitmiş.....
     
    Bu duyguları yaşamakta çok güzel....
    Benim için bu şarkı gelsin....
    Anılarrrrr....
     
    Sevgiyle Kalınız....
     
    Şahnaz (Rina) unutmuşum eklemeyii
  20. rina
    Bazen yorar insanı küçük şeyler; büyük sırlar vardır küçük şeylerin içinde. Açıldıkça açılır, boyuna posuna bakmadan...
     
    Bazen dinlendirir insanı uzaklar; uzakliğa bir yakınlığı vardır gözlerin. Gözlerin olduğu kadar gönlün de...
     
    Bazen durur tüm adımlar; adamların tembelliğinden değil, yolların düşündürücülüğünden. Öyle çetrefillidir ki, susar ayaklar da kimi zaman...Bazen sorar gözler, diller kabul etse bile. Maharet gözleri bile ikna etmektir, güzel söz söylemek değil. Bazen durur dünya, inecekler iner, sonra yoluna devam eder. Ne var ki, herkes için o duruş anı farklıdır. Kimisi içinse hiç dönmez dünya, ki o da apayrı mesele. Bazen herşeyi bir mimik anlatır, bazen gözyaşı, bazen bir kelime. Ne kadar da ağır gelir söylemek bazen bir kelime bile. Bazen bir anı, bir ömür kokar.....
     
    Bazen bir daha yaşayamayacağını hisseder insan içinde bulundugu ânı. Bazen şair olur insan, mısra kuramaz....
     
    Bazen mısra kurar insan, şair değildir. Bazen hiçbiridir, ne diyecegini bilemeyen sıradan biridir işte...
     
    Bazen yaşadıgını daha çok hisseder insan, öleceğini unutur büsbütün. Bazen yaşadığını tamamen unutur, hatta bazen her ikisini de...
     
    Bir anı bir anına uymaz derler ya insan için, ya bütün anları birbirinin aynı olsaydı. Bazen korkutmaz mı bu ihtimal insanı?
     
    Bazen korkar insan gölgesinden. Gölgesinin şahsında kendisinden. Zira kendi vücudu geçmiştir güneşin önüne. Kendi eseridir gölgesi...
     
    Bazen susar insan, dudaklari çatlar susuzluktan. Bazen susar insan, söylenecek çok söz varken bile. Bazen dolar insan, kimse anlamaz. Bazen herkes anlar, kendisi kendisini anlamaz.Yalnızdır bazen insan, öyle yalnız bakar ki dünyaya. Bazense hiç yalnız değildir, nasıl baktığını bilirse.Bazen büyük görür insan kendini, ne acizliktir!
     
    Bazen aciz görür, ne büyük bir görüş! Bazen, 'bazen' değil, 'her zaman' demek gerek. Ama bilmek gerek, ne zaman?
     
    Her 'bazen'in bir zamanı vardır
  21. rina
    Ne çok şey anlatır gözyaşları...Bazen söylenemeyen sözlerin sesi,bazen bir pişmanlığın diyeti,bazen de bir sevda nefesi...Sessizliğin çığlıklarıdır aslında gözyaşları...
    Anlatılamayanı anlatmak ister karşısındakine...Eğer anlayabilirse...İnsanoğlu bir garip...Sevinir ağlar,üzülür ağlar,hasret çeker ağlar,kavuşur yine ağlar.Kelimeler kifayetsiz kaldığında,gözyaşları görev başındadır.Aslında ağlayabilmek büyük bir nimet...
    Ve ağlamak taş kalpli olmadığımızı gösteriyor.Hala insan olduğumuzu, hissettiğimizi, DUYGUSUZ olmadığımızı...
    Ama bazen gözpınarlarından aşağı süzülemez gözyaşları...Onlar dışa akıp ziyan etmezler kendilerini...
    Çünkü çok daha önemli bir görevleri vardır.İçteki bir yangını söndürmek isterler.Göz kapaklarınızın alev alev yandığı,boğazınıza bir şeylerin
     
    düğümlendiği,burnunuzun direğinin sızladığı oldu mu hiç? Dikkat ettiniz mi o anlarda gözyaşlarınızın istikameti neresi? En zor olanı bu belki de...Ağlamak zayıflık mı?
    Neden ağlamamız gereken anlarda;
    yumruklarımızı,tırnaklarımız avuçlarımızı kanatıncaya kadar sıkar, boğazımızdaki düğümleri yutkunarak gidermeye çalışırız? Neden kaçırırız buğulanan gözlerimizi başkalarından?Bakın ağlıyorum işte! Utanmıyorum kimseden...
    O kadar içime akıttım ki gözyaşlarımı!...
    Artık zapt edemiyorum içimdeki çağlayanı....
    Ağlıyorum dostlarımın vefasızlığı içinAğlıyorum özlediklerim için Ağlıyorum özleyip kavuşamadıklarım için Ağlıyorum içimi acıtan kalp kırıklıklarım için Ağlıyorum istemeden de olsa kalbini kırdıklarım için Ağlıyorum unutulmaması gerekenleri unuttuğum için Ağlıyorum .........
    Unutamadığım için Ağlıyorum yaklaştıkça uzaklaştıklarıma Ağlıyorum tanıdıkça çirkinleşenlere Ağlıyorum kıymetini bilemediklerime Ağlıyorum sevsem de beni sevmeyenlere Ağlıyorum ziyan olan yıllarıma Ağlıyorum bir ömür ağlayamadıklarıma...
    Bir gözyaşı size ne hissettirir? Ne anlatır gözyaşları...
    Bir gözyaşına neler sığar?
     
    ALINTI...
     

     
     
  22. rina
    Yeni bir hayata, atlamak isteyip de kıyısında dolaşanlar için,
     
    kamburken dik durmaya çalışanlar için,
     
    sıkıp sıkılanlar, sıkanlar için,
     
    isteyip gidemeyenler yapamama korkaklıgında olanlar için,
     
    fena şeyler düşünüp korkmayanlar için,
     
    takmayanlar için,
     
    küçük harfleri sevenler için,
     
    büyük sözler söylemek değil,
     
    hayata dair bir deepnot düşmektir hayat...
     

     
    Eski zamanlarda Hint Imparatoru, satranc oyununu yaninda bir mektup ile hediye olarak Pers İmparatoruna gondermistir. Mektubunda oyunla ilgili hic bir aciklama yapmazken soyle bir mesaj yazmistir; Kim daha cok dusunuyor , Kim daha iyi biliyor, Kim daha ileriyi goruyorsa O kazanir. Iste hayat budur..."
     
    Pers Imparatoru donemin en alim veziri olan Buzur Mehir ile bu mesaji paylasarak, ondan oyunu cozmesi ve kendisinin de karsilik olarak Hint Imparatoruna hediye edilmek uzere baska bir oyun icat etmesini ister.
     
    Vezir haftalarca calistiktan sonra gonderilen satrancin her tas hareketini ve oyunu cozer daha sonra da on gunde tavlayi icad eder ve imparatora sunar.
     
    Pers imparatorunun basveziri Buzur Mehir tarafindan 1400 yil once tasarlanan tavla oyunu; dunyanin en populer oyunlarindan biridir.
     

     
    Zaman kavramindan alinan ilhamla tasarlanan oyunun zamana boylesine direnmesi son derece etkileyici. Senenin birligi olarak tavla bir tanedir.
    4 kosesi 4 mevsimi, tavlanin icindeki karsilikli 6'sar hane 12 ayi, pullarin toplami ayin 30 gununu, siyah-beyaz pullar gece ve gunduzu, karsilikli 12'ser hane gunun 24 saatini simgeler...
     
    Hint Imparatoruna satranca karşılık olmak üzere tasarlanan tavla oyunuyla birlikte gonderilmek uzere soyle bir mesaj hazirlanir :
     
    "Evet, Kim daha cok dusunuyor, Kim daha iyi biliyor, Kim daha ileriyi goruyorsa O kazanir. AMA BIRAZ DA ŞANS GEREKİR.
    Iste hayat budur..."
     
    ŞANS SiZDEN YANA OLSUN....
     
    ALINTI...
     
  23. rina
    Nedense herkes yanlış bilir, Yakamoz Ay ışığının suya, denize vuran yansıması değildir.
     
    Yakamoz aksine Ay olan gecelerde olmaz. Yakamoz bir canlıdır, latince ismi Noctulica Milliaris olan bu canlı aynı bir ateş böceğinin denizde yasayan versiyonudur. Limunisans maddesini vücudunda barındıran bu canlıya dokunulduğunda bir ışık saçar. Bu canlı bir planktondur, yani milimetrik boyutlarda bir canlı.. Bunlardan milyonlarcasi bir araya geldiginde geceleri bir kayık geçerken, veya bir balık sürüsü geçtiginde bu canlılara çarparak ışık çıkarmalarını sağlar. O yüzden balıkçı sandallarında yüksek bir direk ve bu direğin ucunda oturulacak bir yer vardir. Balıkçılardan biri buraya oturarak ay olmayan geceler, balıkların yakamoz yaparak geçtikleri yolları görüp dümenciyi oraya yönlendirirler. O yüzden Lüfer avlarken Lüx ışığı kullanılır, balık gelsin diye değil misinanin değdiği yakamozlarin çıkardığı ışıktan Lüfer korkmasın diye Lüxışığı yakamoz ışığını söndürmek için kullanılır. Aslında Yakamoz (eğer göreniniz varsa bilir) olağan üstü bir seydir, Yakamoz olduğunda denizde uzun floresan lambalar yanıyormus gibi olur. Ama bunun için ay ışığı olmaması gerekir. Ay ışığı (daha baskin oldugu için) gerçek yakamozu göremezsiniz. Bir de Yakamozlu ve Ayışıksız gecelerde denize girince pırıl pırıl gümüşe bulanmış gibi olursunuz.
     
    *******
     
    İşte hep böyle kelimeleri harcarken yanlışlara düşeriz. Yakamozla ilgili ansiklopedik bilgiyi dostluk kelimesine örnek olarak
     
    vermek istedim. Romantik duygularla sarılı bir yanlış kavrama yükleriz yakamoza. Dostluktan anladığımız yanılma gibi. Herkes
     
    olmasını istediği gibi yorumlar dostluğu.
     
    Düşlediği insanı dost kimliğiyle yanına yerleştirir. Oysa gerçek insan karmaşadır.
     
    Bugün dört elle sarıldığımız, onsuz olmaz dediğimiz insan gün gelir çekilmez olur. İşte o zaman dosta sarılır. O dost bir düş
     
    olur, bir umut olur, bir bilinmezdir. Onu yeniden sevmek, yeniden tanımak gerekir. Bunun için de dostluk önce karşılıklı
     
    paylaşım gerektirir.
     
    Tek taraflı vermek dostluğun yalancı beslenmesidir. Kısa zamanda bu tür dostluklar tükenir. İnsan doğası gereği yeni dostlar
     
    arar kendine.
     
    Eski dostlar birer anıdır artık. Hoş anıların denizdeki pırıltıları........ yakamozlarrrr........
  24. rina
    Mut'un bir dağ köyünde dostlarla birlikte gezerken yaşlı bir karı koca gördüm.
     
    Baktım bir kanepenin üzerinde oturuyorlar...
     
    İyice yaklaştığımda tezekten yapılmış evlerinin bahçesinde oturdukları kanepenin bir tarafının tamamen kırık olduğunu, kanepenin sağlam tarafına sıkışarak oturduklarını ve sohbet ettiklerini anladım.
     
    Yüzlerinde bir tebessüm vardı.
    Evin halinden ve karı kocanın kılık kıyafetinden maddi durumlarının hiç iyi olmadığı ve yeni bir kanepe alacak güçlerinin olmadığı hemen anlaşılıyordu...
     
    Selamlaştıktan sonra, 'Kanepe kırılmış' dedim...
     
    Yaşlı adam büyük bir bilgelikle cevap verdi, ' Biz de sağlam tarafına oturuyoruz...
     
    Yetiyor bize.' Kadın da tamamladı, “He ya yetiyor bize bak ne güzel oturuyoruz” Sevdiğimin elini daha sıkı sıkı tuttum...
     
    Öyle ya,' Aşk bu kanepe neden kırık, neden yeni bir kanepe almıyoruz' diye dırdır etmek, şikayet etmek yerine, 'Kanepenin sağlam tarafını paylaşmak' değil midir?...
     
    ALINTI...
     
     
     
     
     
     
     
     
     
     


×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.