Son günlerin modası “dile düşmek” değil de, “dinlemeye düşmek”. “Takılmak” da deniyor, ama birincisi, eski deyimle kurduğu uyum nedeniyle bana daha hoş geliyor. Çünkü bir kere “dinlemeye düşen” fena halde “dile düşmüş” oluyor.
Memleketteki iki cepheden bir de bu hat üzerinde kuruldu: “Telefon dinlemek, insan haklarına aykırıdır, suçtur!” Yargıtay, bunun nasıl kanıt olamayacağına dair bir karar çıkartmak vb. hep bu cephenin işi. Hukuk, insan hakları, her şey burada kilitlenmiş, buraya sıkışmış durumda. Böyle olmasına da şaşmamalı, çünkü “dinlemeye düşmüş” sözlerin, o sözlerin arkasından beliren ilişkilerin savunulur bir yanı yok. Bu durumda, “dinlemeyin!” diyebiliyorlar sadece.
Telefon dinlemesinin vahim bir insan hakkı ihlâli olduğu konusunda bu ince duyarlılığı gösterenlerin daha önceleri “suç” kabul edilen şey karşısında “devlet”e tanıdıkları etkinlik ve özgürlük alanı son derece genişti. Devlet, suç işlemek üzere örgütlenmiş insanlara işleyecekleri suçları söyletmenin başka bir yolunu bulamıyorsa, bir miktar işkence uygulayarak söyletmesi meşru sayılmalıydı. Cumhuriyet kuruldu kurulalı işkencenin eksik olmaması, ortaya çıkan olayların örtülüp geçiştirilmesi, “yetkili”lerin en fazla “münferit vaka” deyip savuşması başka neyle açıklanır.
Bizim gibilerse telefon pek etmez, edecek olsa karşısında konuştuğu ikinci kişiden çok dinleyen üçüncü kişiyi hesaba katardık. Telefon numaralarını yazılı taşımaktan çekinir, ezberlemeye bakardık. Bunları yapardık yapmasına da, işin bu kısmı gene de şaka gibi bir şeydi. Çünkü asıl ciddi durum, alınıp işkenceye uğramaktı. Asıl dikkat edilecek, tedbir alınacak durum oydu (şimdi darbe planı yapanlar bir başarılı olsa, kendimizi yeniden içinde bulacağımız koşullar bunlar). Kendimizi o noktada bulduğumuzda, şimdi telefon dinlemenin bir insan hakkı ihlâli olduğu konusunda kıyamet edenlerden bir “çıt” sesi gelmeyeceğini de bilirdik çünkü.
Memlekette işler sütliman olsa, bazı okuryazarlarımızın aniden geliştirdiği bu insan hakkı saygısını daha büyük bir takdirle kabul etmek mümkün olabilirdi. Ancak, çeşitli yazılı bilgi-belge içeriklerine bakınca, insan bu “darbe”nin direkten döndüğünü görüyor –ama doğrusu, sahiden döndüğüne de pek inanamıyor. Böyle bir ülkede, her an mümkün olan bir şey, darbe. İşin tuhafı, darbeyi yapmak üzere koşuşanlar, “Böyle medyayla darbe olur mu?” diye hayıflanıyorlar. Beğenmiyorlar medyayı, beklediklerini bulamıyorlar! Ne beklediklerini anlamak da hiç kolay değil doğrusu. İşte, bütün bu bilgiler ortalığa dökülürken, “telefon dinlemek insan haklarına aykırıdır” diye çığrışarak onlara destek çıkan bir medya var. Daha ne istiyorlar acaba?
Örneğin bir generalin karısı askerî hastanenin doktoruyla konuşup “Şu şu mahkemeler bizden. Onlar tahliye verir. Şu şu mahkemeler ise onlardan” diyorsa bu “bilgi” bizim için önemli değil mi? Bu sohbet sırasında hastane doktorunun “bizim elimizden çıkarsa gene gözaltına alabilirler” demesi, bu memlekette işlerin nasıl yürüdüğünün, birtakım ilişkilerin nasıl işlediğinin çok dikkate değer bilgisini gözümüzün önüne sermiyor mu? Yani, bu bilgiyi edindikten sonra söylenecek ilk söz telefon dinlemenin özel hayata karışmak olup olmadığıyla mı ilgili olmalı? Bu söylenenler “özel hayat” mı?
Kıran kırana bir savaş sürüyor. Muharebenin cereyan ettiği yer, medya; çünkü böyle bir savaşın fethetmeyi amaçladığı yer “yurttaş vicdanı”. Buraya giden yol “yurttaş bilinci”nden geçtiği için medya bu kadar önemli. Gözaltına alınan, tutuklanan “general”dir diye koro halinde “masum insanlara zulüm yapılıyor” tarzında tempo tutuyorsanız, soruşturmayı yürüten de pek masum olmadıklarını, kendi ağızlarından çıkan sözleri kamuya duyurarak bir bilgilendirme olmasına çalışacaktır.
Şu olmakta olan iş, görülmekte olan hesap, bu toplumun en can alıcı sorunu üzerinden dönüyor. Keşke daha da fazla bilgi edinebilsek şimdiye kadar olanlar hakkında; kim kime ne demiş, kim kiminle ne yapmış. Bütün bunların nesnesi olmak kaderinden kurtulmamızın tek yolu, bunların nasıl olduğunun bilgisini edinmek
Murat Belge