mavi olmayan gökyüzü tarafından postalanan herşey
-
DİNE KARŞI DİN!(ALİ ŞERİATİ)
İNKILABÎ DİN NE DEMEKTİR? İnkılabî dine mensup olan ve bu dinin eğitimini alan bir kişi, hayatın maddî manevî ve sosyal alanlarının tümüne tenkidi bir gözle bakar ve batıl olarak gördüğü şeyi kaldırıp, yerine hakkı ikame etme sorumluluğunu taşır. İnkılabî olan tevhid dini, mevcudu, olduğu gibi benimsemez ama ona ilgisiz de kalmaz. Peygamberlerin tümüne bir bakın, saf ve hiçbir değişikliğe uğramamış olan ilk çıkışlarında hepsinin yaptığı ilk iş, mevcut tuğyana ve kötülüğe karşı çıkmaları ve Allah’ın kanunlarının tecellisi olan kâinattaki kanunlara itaat etmeye çağrıda bulunmalarıdır. Mesela Musa’ya bir bakın, O, üç sembole karşı çıkmıştır: Zamanın en zengini olan Karun, şirk dininin en büyük dinî lideri olan Bel’am-i Ba’ur ve en büyük siyasî otorite olan Firavun. Musa bu üç sembole mi karşı çıktı, yoksa statükoya mı? O zaman statüko neydi? O zamanki statüko, azınlıkta olan Sebtî ırkının, Kıptîlerin baskısı altındaki yaşamalarıydı. Musa’nın mücadelesi, Kıptî ırkının üstünlüğüne dayanan ırkçılığa ve bir ırkın, diğer ırkın esareti ve zilleti altında yaşamasına karşı çıkmaktı. Onun hedefi ve ideali, tutsak olan bir kavmi, doğru yola getirmek ve inanç temelinde kurulmuş, tağuta tapınılmayan ve tevhid dininin gerektirdiği toplumsal birliğe sahip olan bir toplum kurabilmek için o kavmi, vadedilmiş olan yere hicret ettirip yerleştirmekti. MUHAFAZAKÂR DİN NE DEMEKTİR? Şirk dini, tanrı, ölümden sonra dirilme ve gaybî güçler gibi metafizik bütün inanç ve din esaslarını olduğu gibi kabullenerek ya da onları tahrif edip saptırarak insanları, kendilerinin ve toplumlarının mevcut durumunun, olması gereken bir durumda olduğuna ve bu durumun, ilahî takdirin bir tecellisi olduğuna inandırmaya çalışır. Mesela, bu günkü kaza-kader inancımız, Muaviye’nin oluşturduğu ve bize bıraktığı bir hediyedir. Tarih açıkça göstermektedir ki, kader ve cebr[11] inancı, Emevîlerin oluşturdukları bir inançtır. Bu inanç sayesinde Müslümanları, her türlü sorumluluktan, teşebbüs ruhundan ve eleştiriden alıkoymuşlardır. Zira cebr, var olan ve sunulan her şeyi kabul etmek demektir. Oysa Hz. Peygamber’in ashabına baktığımızda, onların, her an için toplumsal sorumluluk duygusuna sahip olduklarını görürüz.
-
DİNE KARŞI DİN!(ALİ ŞERİATİ)
SÂMİRÎ Musa (a.s), yıllarca süren sıkıntı ve mücadelelerden sonra kavmine, bir olan Allah’ı tanıttı ve kavmini, hurafecilik, putperestlik ve buzağıya tapma gibi o dönemin şirk biçimlerinden temizledi. Ancak Sâmirî, insanları yeniden buzağıya tapar hale getirmek için, Musa’nın, (a.s) kavminden uzakta kısa bir süre geçirmesini fırsat bilerek bir buzağı heykeli yaptı. Hâlbuki insanların tapınmaları için buzağı heykeli yapan bu kişi, tanrıtanımaz ve dinsiz değildi; bilakis, dine inanan hatta insanları dine davet eden biriydi. BEL’AM-İ BÂ’ÛR Bel’am-i Bâ’ûr, materyalist bir filozof ya da bir natüralist miydi? Hayır, o dönemin en büyük din adamlarından biriydi ve insanlar dinî konularda ona danışırlardı. Ancak o, Musa’ya (a.s) karşı çıktı ve kendisine olan dinî bağlılıktan dolayı insanlar üzerinde daha etkili olup hak dine tarihteki en büyük zararlardan birini verdi. FERİSÎLER[4] Hz. İsa’ya bir bakın! Ölünceye- Hıristiyan inancına göre çarmıha gerilinceye- kadar çektiği acılar, gördüğü baskılar, duyduğu küfürler, kendisi ve annesi hakkında yapılan en bayağı iftira ve ithamların arkasında Ferisîler vardı. Hâlbuki o vakit, dini, müdafaa ve himaye etme iddiasında olanlar da onlardı ve onlar, materyalist, zındık ya da mulhid değillerdi. Zaten o dönemde materyalizm diye bir şey de yoktu. Onlar, Hz. İsa ve havarilerine karşı şirk dininin bayraktarlığını yapan kimselerdi. İslâm peygamberine bir bakın! Uhud’da, Tâif’de, Hevâzin’de, Mekke’de, Bedir’de ona kılıç çekenlerden kaç kişi ateist ya da dinsiz idi? Bir kişi bile bulmak mümkün değildir. Hepsi de doğru ya da yanlış, bir şekilde inanıyorlardı; fakat Hz. Muhammed (s) ve ona inananları yok etmek de istiyorlardı. Neden böyle yapıyorlardı? Çünkü –onların iddiasına göre- Muhammed, Hz. İbrahim’in evine olan saygınlığı bitirecek, onların dini inançlarını ve kutsallarını yok edecek, kutsal Mekke şehrini yıkacak ve Allah katında kendilerine şefaat edecek ve aracılık yapacak olan putları kıracaktı. Onların bahaneleri buydu. Binaenaleyh, gerek Kureyş müşriklerinin bu tavırları olsun, gerek diğer Arap kabilelerinin Hz. Muhammed (s)’e karşı yaptıkları savaşlar olsun, ‘dine karşı din’ çerçevesinde ortaya çıkan vakalardır. Bu anlayış, Peygamber (s)’den sonra da farklı biçimlerde devam etmiştir. Hz. Ali’ye ve İslâm’ın özünü yaşatmak ve devam ettirmek isteyen harekete karşı çıkanlar, kâfir, inançsız ya da dinsiz kimseler miydi? Yoksa Allah mı inkâr edilmişti? Ya da Emevîlerle Ali taraftarları arasında ve Abbasîlerle Ehl-i Beyt arasında yine, dine karşı yeni bir dinin karşı çıkışı mı söz konusuydu? İbrahimî[5] ve tevhidi dinin özelliklerinden biri, Allah’a ibadettir. Hz. Âdem’den günümüze kadar insanlık tarihine, değerlerine ve hayatına yön veren ve insanı evrendeki ilahî kanuna teslim olmaya çağıran tek din ve tek inanç hareketleri, tağuta[6] ibadet etmeye karşı çıkmışlardır ve insanlık var olduğu sürece de karşı çıkmaya devam edeceklerdir. Tağuta tapanlar ise insanı, nihaî gayesi Allah olan ve İslâm adındaki[7] yaradılış yoluna davet eden bu dine karşı çıkmışlardır. Bu din, insanlığı Allah’a teslim olmaya ve Onun dışındaki her şeye isyan etmeye çağırırken; şirk dini, evrendeki ilahî kanuna ve her şeyin özü, başı ve sonu olan Allah’a çağırmak anlamında olan İslâm’a isyan etmeye davet eder. Bununla da kalmaz, Allah dışındaki yüzlerce güce teslim olma ve kulluk yapma çağrısında bulunur. Şirk, bir taraftan insanı Allah’a kulluk yapmaktan alıkoyarken, diğer taraftan da, pek çok puta[8] teslim olmaya, boyun eğmeye ve insanı köleliğe mecbur eder. Bunu yapan, kâinattaki yüce kudrete karşı gelen ve insanların, kendi elleriyle yontup[9] ürettikleri putlar olan tağuttur. Her şey put olabilir; Lât, Uzzâ,[10] araba, üstünlük taslama, sermaye, kan, soy… Her dönemde farklı bir tağut Allah’a karşı isyan etmiştir. Tevhid dininin özelliklerinden biri, inkılabî olması; şirk dininin özelliklerinden biri de muhafazakâr ve saptırıcı olmasıdır.
-
DİNE KARŞI DİN!(ALİ ŞERİATİ)
Madem ki siz daha önce burada bu başlığı sunmuşsunuz;ben sadece yazının devamını vermekle yetineceğim...Saygılar!
-
DİNE KARŞI DİN!(ALİ ŞERİATİ)
Demirefe, Ali Şeriati;lise yıllarında okumaya çalıştığım,üniversite yıllarında okurken korkup yarım bıraktığım bir düşünceler ekolüdür.Kendisini anlamak;oldukça zor...anlayışını yorumlamak...bu daha zor;yukarda yazılanlara ben canı gönülden katılıyorum.Ve bunu sadece sizlerle paylaşmak adına burada verdim.Din ile savaşan yine din;muhteşem bir tespit...Saygılar!
-
DİNE KARŞI DİN!(ALİ ŞERİATİ)
Düşündüklerinle burada olduğunuz için ben size teşekkür ederim.Saygılar!
-
İslam dini terk edilebilirmi ?.
Sevgili Evren, insan inanır yada inanmaz,seçimlerinde özgürdür. seçimlerde özgür olan insan bu seçimlerini başkalarına da anlatmakda da özgürdür.Yalnız hepimiz şunun farkında olmalıyız ki;seçimlerimiz bizim için ne kadar özelse başkalarına ait seçimlerde onlar için o kadar özeldir.Onun için herkese ve kendime şunu derim;kavramlar üzerinde tartışan,seçimlerini sunan bizler;din gibi hassas bir konuda yazarken;lütfen saygı sımırlarımızı iyi bilelim.
-
İslam dini terk edilebilirmi ?.
Evren abi,bence de edemez...sen uyu iş var dedin ama ben uyumadım şimdi işte artık uyuklarım...sevgiyle değerli insan!
-
Hırçın Karadenizli(sayın av katımız:).....
Acemi avkat bak ayıcığımla uyurken,birden uykum kaçtı;sana uğradım sabahın en güzel vaktinde...çayın var mı Diyarbakırda bugün güneşin doğuşunu seyrettim.Şimdi apaydınlık bu kent.Galiba bu kentin en güzel olduğu vakitler;güneşe uzandığı an! Bu arada telefon kartımı yine kaybettim işe gitmeden önce bulmalıyım onun için kaçtım ben....geceye kadar burda yokum;işteyim...bu arada sana bir sır vereyim mi? Herşeyimi anlattığım ikinci insan;bugün sana verdiğim sözü tutmak için uyandım.Sevgiler...
-
"Din" ve "Milliyetçilik" En Çok Kullanılan ve Sömürülen İki Olgudur.
Milliyetçilik ve din kötüye kullanılmamalı Sırplar'ın Bosna'da giriştikleri soykırıma Yunan gönüllülerin de katılmalarına değinen dünkü yazımda, bunların seslendirdikleri gerekçeyi, Yunanlı gazeteci Takis Mikas'tan alarak dün aktarmıştım. 1995 Eylül'ünde bunlarla yapılan röportajları yayınlayan "Elefteri Ora" gazetesine şunları söylemişti soykırım suçunun iştirakçileri olan Yunan milisler: -Vatikan, Siyonistler ve ABD, Ortodoks Hıristiyanlara karşı sinsi bir komplo hazırladılar. Bunu Sırbistan'da başarırlarsa sıra Yunanistan'a gelecektir. İlk cümledeki "Ortodoks Hıristiyanlar" kelimelerini çıkartın. Yerlerine mesela "Sünni Müslümanlar" kelimelerini koyun. Bu cümle, Irak'taki direniş eyleminin gerekçesi de olmaz mı? Veya şöyle deyin: -Vatikan, Fener, Siyonistler, Sabetayistler, Megalo-ideacı Rumlar, ABD ve AB, Türkiye'ye karşı sinsi bir komplo hazırladılar. Amaçları Türkiye'yi bölmektir. Aslında dünyaya ve siyasete bakışı bu yaklaşımla yönlendirdiğiniz zaman "Uluslararası Fanatizm ve Komplo Teorileri Olimpiyat Oyunları"nı gayet rahat düzenleyebilirsiniz. Ama bu bakış açısı eyleme geçtiği zaman, mesela Bosna'daki Müslümanlara karşı Ortodoks ittifakının soykırım uyguladığına tanık oluyorsunuz. Veya Hindistan'da kentler, Hindularla Müslümanların birbirlerini boğazlamasına, evlerin ve işyerlerinin yağmalanmasına sahne oluyor. Yahut Anadolu'da yüzlerce yıl birlikte yaşayan milliyetler, mezhepler, birbirlerini yok etmek için kitlesel eylemlere geçiyor. Ya da uygarlığın beşiği Avrupa'da Beethoven'in, Hegel'in, Marx'ın Almanları, Yahudi ırkını yok etmeye yönleniyor. Demek ki toplumların "Milliyetçilik" ve "Din" öğelerini kötü kullanmaları durumunda, bu dünyada barışın ve istikrarın egemen olması mümkün değildir. Bu öğeleri istismar etmek için komplo teorileri üretenlere karşı toplumlar bilinçli ve mesafeli davranamadıkları zaman, o toplumların sonunda felaketlerle karşılaşmaları da kaçınılmazdır. Burada "Ulusal kimlik" sorunu da karşımıza çıkıyor. Dün Zaman'daki yorumunda Herkül Millas "Ulusal Kimlik" konusuna değinirken şunları söylüyordu: -Ulusal Kimlik, boynumuza asılmış bir etiket, bir tabela gibi bir şey değildir. Derimizin altına işlenmiş bir mikroçip gibidir. Çalışır o, işler, bizi yönlendirir. Önyargıların, stereotiplerin, hep biz haklıyız anlayışının kökeni de öyle anlaşılır.. Kimlik yalnız 'Öteki'ni karikatürize etmez, kendimizi de dev aynasında gösterir, deforme eder. Bedeli var kimliğin. Yalnız kıvanç ve dayanışma kaynağı değildir. Ve bunun bilincinde olmayan, ne kendisi ile ne de komşusuyla barışık olabilir. -Kimliklerle katı bir ilişki içinde olanlar 'gerçek'le de öyle katı bir ilişki kuruyorlar. Örneğin taraf oldukları tartışmalarda kendi yanlarının her konuda, her zaman, tam olarak haklı olduklarına inanırlar. Oysa yaşamın öylesine siyah-beyaz bir berraklık içinde olma olasılığı zaten çok küçüktür. Genellikle her karşıtlıkta tarafların biri bazen, bazı konularda, bir dereceye kadar haklı oluyor. Mutlak gerçekler ancak mutlak kimlik sahipleriyle yapay bir dünyada var olabiliyor. Diyorum ki, bu konuları tüm toplumlar gibi bizim de ciddi biçimde tartışıp değerlendirmemizin zamanı gelmiştir.(MEHMET BARLAS) Milliyetçilik ve din;birey için oldukça önemli bu iki kavram,tüm savaşları haklı kılan bir araca dönüştü çoğu zaman.Milli olan bireyin kendisi oldu;dini olan değerleri...ötekileştirme ve yok sayma;işte tam bu hassas konularda birer araca dönüştürüldü.
-
CELAL BAYAR’IN „ŞARK RAPORU“
Kürt sorunu raporları Kürt sorunuyla ilgili yeni çalışmalar yapıl(a)madığı için eski belgeler raflardan indiriliyor. Bir hafta arayla iki raporun sayfaları yeniden açıldı. İlki meslekdaşımız Saygı Öztürk'ün bulup kitap halinde yayınladığı İsmet İnönü'nün 1935'te Atatürk'e sunduğu Kürt raporu. Diğeri yine meslekdaşımız Ruşen Çakır'ın gündeme getirdiği Başbakan Erdoğan'ın Refah Partisi İl Başkanı olduğu 1991'de danışmanı Mehmet Metiner'e hazırlatıp Erbakan'a sunduğu Kürt raporu. İki rapor da simgesel önem taşıyor, çünkü hazırlandıkları dönemlerde Ankara'nın Kürt sorununa yaklaşımını yansıtıyor. Gerçekten de Türkiye'de Kürt sorunu iki zaman diliminde yoğun biçimde tartışıldı. 1930'lardan 1990'lara Bu dönemlerin ilki 1925-1940 arasındaki yılları kapsıyor. Devletin arşivleri o tarihlerde yazılmış Kürt raporlarıyla dolu: Ziya Gökalp'in "Kürt aşiretleri hakkındaki tetkikler" araştırması, Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey'in İçişleri Bakanlığı'na raporu, Diyarbakır Valisi Cemal Bardakçı'nın raporu, Umumi Müfettiş İbrahim Tali Öngören'in raporu, Korgeneral Ömer Halis Bıyıktay'ın raporu, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın raporu, Başbakan İsmet İnönü'nün raporu, Umumi müfettiş Abidin Özmen'in "Şark Meselesi" raporu, İktisat Vekili Celal Bayar'ın "Şark Raporu", maliye müfettişi Burhan Ulutan'ın raporu İkinci dönem ise 1990'lı yıllar. 1970'lerde Türkiye İşçi Partisi'nin Kürt sorunuyla ilgili çalışmasını bir yana bırakırsak, yarım yüzyıllık suskunluktan sonra 1990'larda birden rapor patlaması oldu: SHP raporu (1990), Tayyip Erdoğan raporu (1991), Adnan Kahveci raporu (1992), ANAP raporu (1993), Türk-İş Raporu (1993), Odalar Birliği'nin İKV'ye ve Prof. Dr. Doğu Ergil'e hazırlattığı iki rapor (1995), Sakıp Sabancı'nın "Doğu Anadolu Raporu" (1995), Hak-İş raporu (1996), TÜSİAD raporu (1997), CHP raporu (1998), Ergil'in "Demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü için yeni bir anayasal düzen teklifi" raporu (1999), TÜSİAD raporu (2001) ve CHP raporu (2002) "Kürtler'i Türkleştirmek" Birinci dönemin raporlarında sorun genellikle "Asayiş" açısından ele alınıyor ve Kürtler'in asilimasyonunu kadar giden baskıcı yöntemler öneriliyordu. Buyurun birkaç örnek: "Silahların toplanması ve aşiret ağalarının uzaklaştırılması için askeri operasyonu yapılmalı" (Şükrü Kaya raporu), "Türkler ile Kürtler aynı okulda okumalı. Bu, Kürtler'i Türkleştirmek için etkili olacaktır" (İsmet İnönü raporu), "Her yıl birkaç bin kişi Batı bölgelerine alınarak 15-20 yıllık bir programla bu halk ortadan kaldırılmalı" (Abidin Özmen raporu), "Türkçe bilmeyen köylüyü memur anlamaya çalışmamalı, bu şekilde herkes Türkçe konuşmaya zorlanmalı" (Abidin Özmen raporu) gibi "Kürt kimliğini tanımak" Bu sert önlemler işe yaramadığı, tam tersine "Sonuç" olarak PKK terörünü doğurduğu için, 1990'ların raporlarında, demokrasi ve insan haklarındaki evrensel gelişmelerin de etkisiyle, daha gerçekçi ve sağduyulu öneriler ağır bastı: "Anadil yasağı kaldırılmalı, Kürtler kendilerini hayatın her alanında özgürce ifade edebilmeli" (SHP raporu), "Kürt sorunu etnik duyarlılıklara demokratik yaklaşımla çözülür" (CHP raporu), "Kürtler'in kendilerini ifade edebilecekleri düzenlemelere gidilmeli" (ANAP raporu), "Kürt realitesi hukuken tescil edilmeli" (Doğu Ergil raporu), "Anayasa'daki dil yasakları ve mevzuattaki öteki sınırlamalar kaldırılmalı" (TÜSİAD raporu) gibi Erdoğan'ın 1991'de hazırlattığı rapordaki önerileri de işte bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. O raporda da "Doğu değil Kürt sorunu vardır" tespiti yapılıyor ve kültürel hakların tanınması, ana dilde eğitim hakkı verilmesi, resmi ideolojinin sorgulanması isteniyor. Önemli olan ve cevap aranması gereken soru şu: Erdoğan o tarihte yaptığı önerilere bugün de sahip çıkıyor mu? Çünkü Sabancı'nın "Doğu Anadolu sorunu" gibi son derece ihtiyatlı bir adla yayınladığı raporda belirttiği gibi, "Bu sorunu sadece fabrika kurarak çözemeyiz..." (ERDAL ŞAFAK-SABAH)
-
DARBELERLE/DARBECİLERLE HESAPLAŞMAK VEYA
Ergenekon ve darbe günlüklerinde yazılamayanlar. 26 Temmuz 2008 Cumartesi , Kategori: Derin Mevzu Gazeteciler bazen bilir de yazamaz. Şimdi Türkiye yine benzer bir süreçten geçiyor. Ama emin olun, günü gelir tüm yazılamayanlar, yazılıp çizilmeye başlar. Darbe günlükleri ve Ergenekon konusunda tamamen zıt görüşteki iki medya yöneticisiyle arka arkaya sohbet ettim. Hemen belirteyim her ikisi de, halen medyada çok önemli görevlerde bulunan dostlarım. Birinci meslektaşım özetle, “Ergenekon işi tamamen kapatma davasına yönelik bir gözdağı hareketi. Darbe günlükleri falan da kesinlikle palavra” görüşünde… Hiç bilmediğim dört önemli bilgiyi aktardı : 1-Medyaya sızan Ergenekon’la ilgili haberlerin çoğunu isminin kesinlikle verilmemesi şartıyla odasında gazetecilerle sohbet toplantıları düzenleyen Ergenekon savcısı verdi. Adını verirsek, kesin yalanlayacağını söyleyerek enformasyon akıttı. Bizden de bir arkadaş gidip kendisinden bilgiler aldı, haberleri “kaynağı birinci elden” diyerek isim vermeden verdik. 2-Darbe günlüklerini hem savcılık hem polis ayağından günlerce araştırdık. Çok özel kaynaklara ulaştık. Darbe günlükleri hakkında hiçbir soruşturma yok. Günlükleri yayınlayan gazeteci, bize de bana CD’ler postayla gönderildi dedi. CD’lerde Örnek Paşa’nın 1957’den bu yana günlükleri varmış. Bir kere bilgisayar Türkiye’de 90’lara doğru yaygınlaştı. Oturup, geçmişteki günlüklerini bilgisayar ortamına aktarması bile 30 yılını alır. Daha da önemlisi, polis ve savcılık ayağından yaptırdığımız araştırmalarda, darbe günlüklerinin Örnek Paşa’nın bilgisayarından çıktığına dair hiçbir teknik rapor yok! Yani günlükler kesinlikle Örnek Paşa’ya mal edilemiyor. 3-Darbe günlükleriyle suçlanan Örnek Paşa konuşmuyor çünkü ailesinin AKP’lilerle ortaya çıktıkça asker arkadaşlarını da şaşırtan girift ilişkileri olmuş. Eğer konuşursa, bütün bunlar enine boyuna iyice deşilecek. Paşaya darbe günlükleri tuttu deniliyor ama öte yandan da böyle tezat bir durum var. 4-Eski AKP’li Turan Çömez’in isminin Ergenekon’a karıştırılmasının tek nedeni, arada bir görüştüğü Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt’ü kapatma davasında aleyhte oy vermemesi için baskı altında tutmak. Paksüt’e iş sana da uzanır mesajı verilmek isteniyor. Bence Paksüt de artık AKP’nin kontrolünde. İkinci meslektaşım ise “Darbe gün- lüklerinin ve darbe girişimlerinin kesin- likle olduğu ve sonuna kadar sorgula- narak bu skandalın üzerine gidilmesi gerektiği” görüşünü taşıyor. Arkadaşım AKP’li filan değil ama AKP’ye kapatma davasının demokrasiye aykırı olduğu düşüncesinde. Genel izlenimi de, Ergenekon soruşturmasının kapatma davasına bir “rövanş olmadığı” şeklinde. O da üç başlık altında önemli bilgiler verdi: 1-Darbe günlüklerini ortaya çıkaran Al- per Görmüş kesinlikle yalan söylemeyecek dürüst bir gazetecidir. Haber kaynağını doğal olarak saklıyor. Ergenekon Savcısı’na gidip, tüm bilgileri verdi. Paşa’nın bilgisayarından çıktığını ispatlayacak belgesi de var. Yani darbe günlüklerinin Örnek Paşa’ya ait olduğunu belgesiyle ispatlayacak durumda. Zaten yalan söylese Örnek Paşa’yla davasında Yargıtay’a temyize falan da gitmez, iş kapansın diye gürültü çıkarmayı bırakırdı. 2-Darbe günlükleri Paşa’ya ait değil deniliyor ama içinde öyle bilgi ve yorumlar var ki, özel toplantı ve görüşmeleri hiç bilmeyen biri bütün bunları asla yazamaz. İçerik müthiş inandırıcı. 3-Darbe günlükleri ve gözaltındaki Paşa’nın evindeki belgeler arasında bulunanların bir kısmı, Ergenekon iddianamesine sokulmadı çünkü içinde Büyükanıt Paşa’yla ilgili yok sağlığı şöyle, yok bilmem nesi böyle gibi ifadeler var. Bütün bunların üzeri çizildi, Bü-yükanıt Paşa’yı rahatsız etmekten kaçtılar. Keza İlker Başbuğ Paşa da, tüm bu tartışmalardan uzak tutulmaya çalışılıyor. Benden aktarması. Artık kafanıza hangi görüş daha fazla yatarsa, sizin bileceğiniz iş!
-
TÜRKIYE CÖL OLUYOR
Cennet göller tek tek yok oluyor Konya DHA elemanları TESLİME TOSUN / KEREM PULGAT bundan tam 3 yıl önce 08 Ekim 2005 / Cumartesi günü bu haberi yaptılar. Milliyette'ki haber ibretlik ve işte: Konya Havzası'ndaki Beyşehir, Akşehir ve Meke göllerinde sular yılda 1 metre çekiliyor. Önlem alınmazsa, 10 yıl içinde bölgedeki göllerin tümünün kurumasından endişe ediliyor 'Göller Bölgesi' olarak bilinen Konya Havzası'ndaki Beyşehir Gölü, Akşehir Gölü ve Meke Gölü'ndeki sular hızla çekiliyor. Su miktarında yılda ortalama 1 metrelik düşüş yaşanırken, önlem alınmazsa 10 yıl içinde bölgedeki göllerin tamemen kuruyacağı bildirildi. Meke artık kurtulamaz 'Dünyanın nazar boncuğu' olarak bilinen Meke Krater Gölü'nün suları, bölge yeterli yağış almadığı ve gölün beslendiği yeraltı sularının çiftçilerce kullanılması yüzünden çekildi. Daha önce 12 metre derinliğe ulaşan Meke Gölü'nün derinliği 1 metreye düştü. Bölgenin yeterli düzeyde yağış alması için Türk Silahlı Kuvvetleri ağaçlandırma çalışması başlattı. Ancak gölü kurtarmanın mümkün görünmediği kaydedildi. Bölgede bulunan diğer küçük göller Suğla ve Çavuşlu Göl'den geriye çamur deryası kalırken, Hotamış ve Akgöl de tamamen kurudu. 5000 aile göç etti Nasrettin Hoca'nın maya çaldığı göl olarak bilinen Akşehir Gölü de, son yıllarda tam anlamıyla çöl görünümünü aldı. Gölden geçimini sağlayan yaklaşık 5000 aile, suların kuruması yüzünden göç etti. Türkiye'nin en büyük tatlısu gölü olan koruma altındaki Beyşehir Gölü de, kuraklık, yanlış sulama ve tarım, kirlenme yüzünden bataklık olmaya başladı. 25 yıl önce derinliği 24 metre ölçülen Beyşehir Gölü'nün en derin yeri bu yıl 9 metre olarak belirlendi. Balık çeşidinin de 14'ten sadece 3 çeşide indiği göldeki bazı adalara, artık rahatça yürüyerek gidilebiliniyor. Barajlar da kurudu Kuraklık nedeniyle Konya'daki barajlarda da su son 72 yılın en düşük seviyesinde. DSİ 4. Bölge Müdürlüğü verilerine göre, 1 Ekim itibariyle bölgedeki 12 barajı dolduran yıllık toplam yağış miktarı 191 kilogram olarak ölçülürken, 72 yıllık ortalama yağış miktarının 324 kilogram olduğu bildirildi. Jeoloji Mühendisleri Odası Konya Şubesi 2. Başkanı Güler Göçmez de, kuraklık ve çoraklaşma tehlikesinin giderek büyüdüğüne dikkat çekerek şöyle konuştu: "Göllerimiz yavaş yavaş bataklık görünümünü almaya başladı. Son yılların en kurak dönemini yaşıyoruz. Yeraltındaki tatlı su bitince yerini tuzlu suya bırakacak. Tuzlu su da toprağın tamamını çoraklaştıracaktır. Bu yıl yağışlar çok olur ve yeraltı suları artarsa bu tehlikeyi kısmen atlatabiliriz. Eğer yağış seviyesi yine düşük giderse belki de 10 yıl içinde göllerde su kalmayabilir." Hoca'nın mayası tutmadı Nasrettin Hoca'nın birkaç yıl öncesine kadar 'maya çaldığı' göl olarak bilinen Akşehir de, hızla ölüyor. Neredeyse bir damla suyu kalmayan, otlar kaplayan bu gölden geçimlerini sağlayan tam 5000 aile, çaresizlikten göç etmek zorunda kaldı. (alıntı)
-
DİNE KARŞI DİN!(ALİ ŞERİATİ)
ŞİRK DİNİNİN ÖZELLİKLERİ [bu, dinler tarihinin bir konusudur; fakat ben, İslâm’daki ve kültürümüzdeki kavramları kullanarak konuyu ele almaya çalışacağım.] Bu iki saftan birinde, Allah’a ibadet vardır. Allah kâinatı yaratan, tedbir eden, bilgi ve irade sahibi olandır. Bu sıfatlar, bütün İbrahimî dinlerde vardır. O, Hâliktır, bütün kâinatı yaratmıştır; Müdebbirdir, kâinatın yönetimi ve varlığının sürmesi Ona bağlıdır; İrade sahibidir, varlığa hükmetme biçiminde özgürdür, dilediği gibi tasarrufta bulunur; bütün kâinatı murakabe altında tutabilecek sınırsız bilgiye ve görme özelliğine sahiptir. Bununla birlikte Allah, varlığın ve kâinatın gayesi olduğu gibi, âlemin istikametini de belirler. Bu sonsuz kudrete ibadet etmek, bütün insanları, evrendeki tek kudrete ibadet etmeye davet etmek, varlıktaki yegâne gücün bu olduğuna inanmak ve hayat boyunca bu kudrete dayanmak demektir. Zaten bütün İbrahimî dinlerdeki en büyük esas budur ve İbrahim’in (a.s) kendisi de bu esasa yaptığı çağrı ile tanınmıştır. TEVHİD ‘Tevhide davet’ olarak tarihe geçen bu çağrının şöyle evrensel bir yönü de vardır: İnsanlar, hayvanlar ve cansızlardan oluşan bütün varlığın, tek bir gücün eseri olduğuna; varlıkta tasarruf yetkisinin sadece bu güce ait bulunduğuna; onun dışında hiçbir etki sahibinin mevcut olmadığına ve her şeyin, herkesin, her rengin, her türün ve her özün tek yaratıcının yapımı olduğuna inanmak olan ‘ilahî birlik’in mantıkî sonucu, insanların birliğidir. Başka bir değişle, tevhidin anlamı şudur: Varlığın tümü, bir tek gücün elindeki bir imparatorluk gibidir. Bütün insanların türedikleri kaynak birdir, insanlar aynı irade ile hidayete erer, aynı hedefe yönelir ve aynı tanrıya sahiptirler. Bütün güçler, işaretler ve değerler, Onun karşısında yok olur. Tevhide inanan biri olarak kâinata baktığımda O’nu bir beden gibi, canlı bir bütün olarak görüyorum. Bu beden, aynı ruh, aynı kudret ve aynı tedbir tarafından yönetildiği için bir bütündür. İnsanlığa baktığımda da, insanların, aynı türden ve aynı değerde olduklarını görüyorum; zira onlar da aynı elden ve aynı tezgâhtan çıkmışlardır. Söz konusu iki dinden (şirk ve tevhid) biri olan tevhid dini, tek tanrıya ibadet etme ve bütün varlığın ve insanlığın tarih içindeki bütün yazgısının, tek kudretin eseri olduğuna inanma temeli üzerine oturmaktadır. Daha önce de söylediğim gibi, tanrının birliği, evrenin birliğini, evrenin birliği ise insanın birliğini gerektirmektedir. Diğer yandan, tevhid inancı insana mahsus bir inançtır. Bir güce ibadet ve kutsal bir varlığa (Durkhe im’in ifadesi ile) ya da gayba (Kur’an’ın ifadesi ile) inan ma duygusu, insanda fıtrî olarak mevcuttur. Bu fıtrat, baş tan beri insanla birlikte var olagelmiştir. İnanma ve ibadet duygusunun, insan fıtratında bulunduğunun göstergesi, bu duygunun devamlı olması ve her zaman ve her yerde yaygın bir şekilde mevcut olmasıdır. Tarihe baktığımızda, tümüyle ibadetten uzak yaşayan hiçbir millet yoktur. Yine, yeryüzünü gözden geçirdiğimizde görürüz ki ibadet, her yerde vardır. İşte bu durum, ibadetin fıtrî bir olgu olduğunun delilidir. İnsan fıtratındaki tapınma arzusu, Tevhid dini ve evrende hâkim olan kudretin tanınması vesilesiyle bütün beşeriyetin, halkların, sosyal sınıfların, ailelerin ve fertlerin birliğine dönüşür ve bunun neticesinde de hukuk birliğinin, değer ve onur birliğinin ortaya çıkmasına sebep olur. Diğer tarafta ise söz konusu dinî duygu, şirk şeklinde tarih sahnesine çıkar. Şirk, her dönemde farklı bir şekilde ortaya çıkar ve tevhid dininin karşısına büyük, dirençli ve saldırgan bir güç ortaya çıkarır. Burada, her Tevhid dininin karşısına çıkan bütün güçleri tek tek açıklama imkânı yoksa da, en azından büyük peygamberlerin yaşam hikâyelerine şöyle bir göz atabiliriz. Bu durumda da, şirk dinini inceleme imkânını elde etmiş oluruz. Mesela, Musa (a.s) bağlamında Tevrat’a, Tevrat’a dair kitaplara, Yahudi kültürüne, hatta Kur-an’a ve hadislere baktığımızda görürüz ki, Musa’ya (a.s) karşı ilk isyan bayrağı açan ve herkesten önce ona saldıran Sâmirî[2] ve Bel’am-i Bâ’ur[3] olmuştur
-
DTP
DTP... bir taraftan şahinler diğer taraftan güvercinler,kafa karışıklığı,kendi içinde ki ayrılıklar ve söylemlere sıkışıp kalmış bir siyasi anlayış. Türk,olması gerekeni söylerken;Ayna tarafı yine kendi bildiği yolda... PKK baskınlarının yıldönümü için “15 ağustos kutlu olsun” diyen Emine Ayna’ya Ahmet Türk’ten tepki geldi : “Bütün gözler bizim üzerimizde. Kelimeleri tartarak konuşmak lazım. Bu sözler Kürt sorununun çözümüne katkı sunmaz.” PKK yı bu sorunun muhattabı olarak gören Emine Ayna ve onu destekleyenlere söylenecekler tek kelime ile anlatılacaksa;BENİM TEMSİLCİM PKK DEĞİLDİR.
-
-DEMOKRASİ-
Aslında şunu da kendimize sormak lazım;nasıl bir demokrasi... Demokrasi anlayışımızda kimler var; azınlık mı,çoğunluk mu? katılımcı olan mı yoksa...? çoğulcu mu,çoğunluk mu? işte tam burada ''demokrasi bu ülkenin neresinde '' diye sormalı...
-
Dostluğa darbe vuran karanlık gece: 6-7 Eylül
Aldım izni;geldim.Bizler kirli hesaplarla karşı karşıya getirilmek istenen ama inadına bir olan bir halkız;Karadenizin Hırçını;seninle ortak olan dilim;aynı kadere olan ortaklığım ve değişmeyen en büyük gerçekle ''TÜM HESAPLARINIZ GERİ TEPECEK VE YİNE BİZLER KAZANACAĞIZ'' buluşmak ne kadar güzel...sevgiler!
-
GÜNLÜK KÖŞE YAZILARI !
Peki Hakan;mitinglerde darbe diye haykıranlar;onlar kimlerdi? Hakan hepimiz şunun farkında olmalıyız ki;bu ülkede tüm yaşananlar siyasi arenada ki yetersizliklerden beslendi.CHP muhalefet olmayı becerseydi;AKP bu kadar söz sahibi olabilir miydi?Halkı bir ton kömüre oy satmakla suçlayanlar neden bir kez olsun şunu söylemedi;peki neden bir halk bir ton kömürle kıyaslar iradesini...ve AKP öncesinden bugüne taşınan bir sorunlar yığını...burda CHP nasıl bir rol üstlendi?
-
SOKAĞI DİNLEMEK!SOKAKTA ÇOCUKLUĞUMU ARAMAK!
Sokakta yaşayan ve çalışan çocuklar;onlar hakkında söylenecek o kadar çok şey var ki...Çoğu zaman bizim olmayan bir kaderi paylaşmak zordur;peki bu kader de açlık ve soğuğu iliklerini titretircesine yaşamak varsa...O zamanda bu kadar yabancı kalabilir miyiz? Bu çocuklar ne için sokakta...çok zor olmayan yanıtlar!Peki hala ne için sokaklarda...düşünülmeyen yanıtlarda saklı olmasın mı? Şimdi dönüp ardımıza bakmanın tam sırası. Bu çocuklar hasta,bu çocuklar kendilerine sunulan yaşamın en acımasız yerinde,bu çocuklar maalesef bir korku tüneli ve suç unsuru. Bu çocuklar;anneleri babaları tarafından sahiplenememiş. Bu çocuklar;kendisinin getireceği bir parça ekmeğe muhtaç olunanlar. Bu çocuklar;kendisinde olmayanlara özenmiş. Bu çocuklar;savaşın ve göçün yıkımından nasibini almış olanlar. Bu çocuklar;köyleri yakılmış,tüm değerleri ile metropollerde ötekileştirilmiş. Bu çocuklar;insanlıktan nasibin alamamış babaların,annelerin bize sunduğu. Bu çocuklar;kapitalizmin esiri olmuş bir toplumun öfkelendirdikleri. Bu çocuklar;dizilere ve günlük hayata boğulmuş ailelerin çocuklarına veremediği değerlerin ürünü. Bu çocuklar;herşeyini yitirmiş,açlığı yenmek için gerekirse öldürmeyi göze almış çocuklar.... Bu çocuklar;bizim olan çocuklar...Açlığı,korkuyu,soğukluğu ve sevgisizliği gözlerinde okurken;korktuğumuz,kaçtığımız ve görmediğimiz çocuklar...bu çocuklar bizim olan ama bizden uzak tutulan çocuklar!
-
Mavi olmayan gökyüzü'ne...................
Borana Karşı,şımarık değilimdir valla,biraz ters bir zamanda geldin neyse hoş geldin.iyi dileklerin için çok teşekkür ederim...seni burada görmek güzel!
-
Mavi olmayan gökyüzü'ne...................
Emre sana ne diyeyim ki bitanesin...bu şiiri gerçekten çok seviyorum.Şarkıyı dur tahmin edeyim günaydın anneciğim, günaydın babacığımı, .... sen beni çok iyi tanıyorsun can dost bu papatyalar benden sana(papatyalara bayılıyorum) herkese vermem ha!
-
AZ SONRA...........
Bu saate kadar hazırlamam gereke sunumu bitirdim.Şimdi uyumalıyım...
-
İSLAM'DA KADIN!
Evet sevgili Jön,kadın olmadan neyin anlamı olabilir ki
-
DİNE KARŞI DİN!(ALİ ŞERİATİ)
ŞİRK Şirk, tanrısızlık demek değildir; zira müşriklerin bizden daha çok tanrıları vardır. Müşrik, bir tanrıya inanmayan ve ona ibadet etmeyen kişi değildir. Bildiğimiz gibi İsa, Musa ve İbrahim peygamberlerin karşısında tanrısızlar değil, müşrikler vardı. Peki, müşrikler kimlerdir? Müşrikler, tanrıya inanmayanlar değil, birden çok tanrıya inanan ve tapan kimselerdir. Öyleyse onları, dinî inançları ve duyarlılıkları olmayan kimseler olarak nitelendirmek mümkün değildir. Zira onların bir değil, pek çok tanrıları vardır ve onlar, tapındıkları bu tanrılarının, kendilerinin ve evrenin yazgısı üzerinde etkili olduklarına inanırlar. Zaten biz Allah’a hangi gözle bakıyorsak onlar da tanrılarına o gözle bakarlar. Öyleyse müşrik, duygu bakımından dindar bir bireydir; fakat bağlandığı din yanlış bir dindir. Yanlış bir dine mensup olmak, dinsiz olmaktan farklı bir durumdur. Demek oluyor ki şirk bir dindir; hatta insanlığın tanıdığı en eski din şekillerinden biridir. PUTPERESTLİK Putperestlik, şirkin anlamdaşı değil, onun çeşitlerinden biridir. Şirk, insanın, tarih boyunca gördüğü genel bir din iken putperestlik, tarihin bir döneminde ortaya çıkmış olan şirk şekillerinden biridir. Putperestlik, bir heykele ya da eşyaya kutsallık atfedilmesi demektir. Putperestler, kutsadıkları heykel ve eşyanın, tanrının kendisi, tanrının bir benzeri veya insanla tanrı arasındaki bir aracı olduğuna inanırlar. Onlara göre bu tanrılar, yaşam ve evren üzerinde bir biçimde etki sahibidirler. Bütün türleri ile putperestlik, şirk çeşitlerinden biridir. Kur’an’da putperestler eleştirilirken ya da onlardan söz edilirken, daha genel bir ifade kullanılmaktadır. Neden? Tâ ki, şimdi zihinlerimizde var olan düşünce vücuda gelmesin; İslâm’ın, her tür putperestliğe bir şekilde karşı çıktığını düşünmeyelim; geçmiş bütün tevhidî hareketlerin devamı olan İslâm’ın, bütün çeşitleri ile şirke hücum ettiğini ve ona temelden karşı olduğunu anlayalım diye. Oysa biz, şirk dininin, “Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” (Saffât, 95) ayetinde geçtiği gibi insanların, kendi elleri ile yonttukları heykellere tapınmak anlamına gelen putperestlikten ibaret olduğunu düşünüyoruz. Acaba biz insanlar, tarih boyunca sadece taşlardan ve ağaçlardan yaptığımız putlara mı tapındık? Hayır, şirk, görünen ve görünmeyen yüzlerce çeşidi ile insanlık tarihinde genel bir din olarak var olagelmiştir. Bu güne kadar insan toplulukları içinde görülmüş olan şirk çeşitlerinden biri de, Afrika ve Arabistan cahiliyesinde ortaya çıkan putperestliktir. “Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?”[1] Ayeti ise, şirk dinindeki tapınma biçimini ifade eden genel bir ilke ve açıklamadır. Şirk dini, tarih boyunca tevhid dini ile birlikte, iki saf halinde adım adım ve omuz omuza var olagelmiştir. Şirk dini, Hz. İbrahim’in ve İslâm’ın zuhuru ile birlikte son bulmamış, bilakis yaşamaya devam etmiş ve hala da devam etmektedir
-
DİNE KARŞI DİN!(ALİ ŞERİATİ)
BİRİNCİ BÖLÜM İlan edildiği gibi konuşmamın bu akşamki ve yarın akşamki konusu, “dine karşı din”dir. Şimdiye kadar dinin karşısında ‘küfr’ün bulunduğunu ve tarih boyunca savaşın din ile dinsizlik arasında gerçekleştiğini düşünen bizler için bu başlık ve ifadede bir müphemlik olması doğaldır. Dolayısıyla “dine karşı din” ifadesi tuhaf, şaşırtıcı ve kabul edilemez bir ifade olarak görülebilir. Oysa ben, son zamanlarda anladım ki -şimdiki kadar açık olmasa da, çok zamandır böyle bir şey hissediyordum- tarih boyunca din, din ile savaşım vermiş ve düşündüğümüz gibi hiçbir zaman din, dinsizlik ile savaşmamıştır. Buradaki ‘tarih’ ifadesinden kastım, genel olarak kabul gören, medeniyetin ve yazının ortaya çıkışını değil; insan türünün yeryüzündeki toplumsal yaşamının başlamasını esas alan tarihtir. Zira yazının ortaya çıkışı 6 bin yıllık bir geçmişe sahipken, benim esas aldığım tarih, 30, 40 hatta 50 bin yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu süre, arkeolojik, tarihî, jeolojik ve mitolojik araştırmalara göre farklılıklar arz etmektedir. Söz konusu bilimler sayesinde, ilk insanların yaşadıkları toplumsal değişim süreçleri, onların yaşam biçimleri ve inançları hakkında az da olsa bilgimiz vardır. Efsaneler ve masallardan ibaret olan ilk zamanlarda olsun, tarihin ortaya çıkması ile birlikte daha kesin bilgilerin bulunduğu son zamanlarda olsun, bütün bu dönemlerde hiçbir istisna olmaksızın din, dine karşı çıkmıştır. Neden? Çünkü tarih, dinin mevcut olmadığı bir dönemden söz etmediği gibi, dinsiz bir toplumun varlığına dair bir bilgiye de yer vermemektedir. Hiçbir millette, hiçbir dönemde, toplumsal değişimlerin hiçbir aşamasında ve hiçbir yerde dinsiz bir insan olmamıştır. Uygarlığın, düşüncenin ve felsefenin son dönemlerde belli bir noktaya gelmesi ile birlikte, Allah’ı ve yeniden dirilmeyi kabul etmeyen kimselerle zaman zaman karşılaşıyoruz. Ancak tarih boyunca bu kimseler, bir toplumsal tabaka, bir grup veya bir topluluk haline gelememişlerdir. Alexis Carrel’in söylediği gibi: “Tarihteki bütün toplumlarda, dinî bir yapı her zaman var olagelmiştir.” Tanrı, peygamber ve kutsal kitap gibi dinî unsurlar, bütün toplumların sadece maneviyatının değil, şehirlerinin maddî yapılanmasının da ruhu, özü ve merkezî noktası olmuştur. Ortaçağ boyunca ve millattan önceden beri Doğu’da ve Batı’da bütün şehirler, ya kabile mensuplarının toplumsal konumlarına göre ya da herhangi bir toplumsal sınıf esas alınmadan şekillenmiştir. Hangi şehir türünde olursa olsun, Doğu’da ve Batı’da bütün medeniyetlerdeki şehirlerde ortak nokta, kendilerine bir kimlik kazandıran sembollerinden dolayı sembolik şehirler olmalarıdır. Büyük şehirlerin kimliği olan bu semboller, mabetlerdir; ancak bu gün bu yapı gözden kaçmaktadır. Mesela Tahran, sembolik bir şehir değildir; çünkü bu şehir, bir merkez, dinî olan ya da olmayan herhangi bir yapı etrafında teşekkül etmemiştir. Öyleyse bu şehrin bir merkezi ve bir kalbi yoktur. Oysa Meşhed’i bütünüyle gösteren bir kuşbakışı resmine bakıldığında, onun, sembolik bir şehir olduğu görülür. Zira orada bütün binalar, şehrin kalbi olan bir merkez, bir ışık etrafında toplanmıştır. Bu şehirler, neden semboliktirler? Çünkü hiçbir medeniyet, millet ve şehir, dinî bir amaç olmadan vücuda gelmemiştir. Kum Tarihi, Yezd Tarihi, Belh’in Özellikleri, Buhara Tarihi ve Nişabur Tarihi gibi, şehirler hakkında yazılmış olan bütün kitaplar, dinî bir hikâye ile başlamaktadır. Çünkü insanlar, dinî ve manevî bir sebep ve faktör olmadan bu büyük şehirlerin meydana gelebileceğini düşünemiyorlar. Bu şehirlerde mutlaka, ya bir peygamber medfundur, ya dinî bir mucize gerçekleşmiştir veya dinî bir şahsiyetin türbesi bulunmaktadır. Kısacası her yerin dinî bir izahı vardır. Bu gösteriyor ki, sınıfsal toplumlar, kabile toplumları, Bizans gibi büyük imparatorluklar, Atina gibi şehir toplumları, Araplar gibi kabile toplumları, gelişmiş toplumlar ve geri kalmış toplumlar, kısacası her ne şekilde olursa olsun bütün kadim toplumlar, dinî bir temel üzerine kurulmuşlardır ve kadim insan, her dönemde dindar insan olmuştur. Bundan dolayı, bugün anladığımız gibi "küfr" kelimesi, doğaüstü bir kudrete, ahirete, gayba ve evrende bir veya birden çok tanrıya inanmamak anlamında değildir. Çünkü bütün insanlar, esaslara inanma konusunda müttefiktirler. Bugün "küfr" kelimesine verdiğimiz ‘dinliliğin karşıtı olmak’ ve ‘dinsizlik’ anlamı, oldukça yeni bir anlamdır. İnsanın, tanrıya, aşkın kudrete ve öte dünyaya inanmaması olan bu anlam, son iki üç asırda Doğu'ya taşınmış olan Batı düşüncesinin bir ürünüdür. Oysa İslâm’da, kadim metinlerde, hiçbir tarih kitabında ve hiçbir dinde "küfr" kelimesi dinsizlik anlamında kullanılmamaktadır. Zira dinsizlik denilen durum hiçbir zaman var olmamıştır. Küfür, kendi dışındaki dinleri, küfür hali olarak gören bir din olarak ortaya çıkmıştır. Öyleyse küfür, dinsizlik değil, dinli olmak demektir. Nitekim tarih boyunca Doğuda ya da Batıda, her nerede ve her ne şekilde olursa olsun bir peygamber zuhur ettiğinde veya dinî bir inkılâp gerçekleştiğinde şu durumlar söz konusu olmuştur: 1-Yeni din, mevcut bir dine karşı olarak ortaya çıkmıştır. 2-Yeni dine ilk karşı çıkan ve ona karşı mücadele başlatan, mevcut din olmuştur. Burada, son derece önemli bir konu ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktayız. Bu konunun açıklığa kavuşturulması, aynı zamanda, günümüz aydınlarının din hakkındaki büyük bir yargısının bilimsel ve tarihî bir izahı olacaktır. Aydınların dine dair yargısı şudur: 'Din, uygarlığa, ilerlemeye, insana ve özgürlüğe karşıdır; ya da en azından bu konulara ilgisizdir'. Bu yargı, kin, düşmanlık ve suizandan kaynaklanan bir sövgü ve bir yanılsama değil; insan yaşamındaki tecrübe ve olgular üzerine bina edilmiş olan tarihsel ve toplumsal bir gerçektir. Peki, neden bu yargı doğru değildir? Çünkü din mensubu olarak bizler ve diğer insanlar, tarih boyunca pek çok sayıda ve şekilde ortaya çıkan dinlerin, özde iki dinden ibaret olduğunu ve bunların, birbirleriyle mücadele ve çatışma halinde bulunduklarını bilmiyoruz. Bu iki din, sadece birbirinden ayrı olmakla kalmamış; dediğim gibi, aynı zamanda, aralarında fikrî ve dinî mücadeleler ve savaşlar olmuştur. Fakat bu mücadeleler ve çatışmalar, bizim düşündüğümüz sebeplerden dolayı olmamıştır. Zira biz, dinle ilgili genel bir yargı edinir ve bu yargıya göre dinimize bir yer belirleriz. Hâlbuki bu, yanlış bir yöntemdir. Aynı şekilde, son iki üç asırdaki, özellikle 19. asır Avrupa’sındaki din karşıtları da benzer bir yanlışa düşerek iki dini birbirinden ayıramamışlardır. Hâlbuki bu iki din, birbirine benzemediği gibi, temelde birbirine zıt ve muhalif olup tarih boyunca birbiriyle savaşmış, halen savaşıyor ve gelecekte de savaşacaklardır. Din hakkındaki bu genel yargı, esasında iki dinden sadece biri için geçerli olup doğru ve tarihî gerçeklere de uygun bir yargıdır. Fakat din mensupları olarak bizler bilmediğimiz gibi, dine karşı olanlar da diğer dini bilmiyorlar. İki dinden biri için söz konusu olan bu yargı, geçerli ve doğru bir yargıdır; yanlış olan, bu yargının genelleştirilip diğer dine de teşmil edilmesidir. İşte esas yanılgı, bu noktadadır. Söylediğim gibi bu iki din, o kadar birbirinden farklıdır ki, biri için geçerli olan bir özellik, diğeri için kesinlikle geçerli değildir. Hepimizin bildiği bu kavramları, önceden zihinlerimizde var olan anlamlara göre değil, benim kullandığım genel anlamlara göre anlamlandırıp değerlendirmenizi rica ediyorum. İlk olarak, bahsi geçen iki dinin birbirine karıştırılmasına neden olan küfr, şirk ve putperestlik kavramları üzerinde durmak istiyorum. Zira çokça kullandığımız bu kavramlarda bir kapalılık söz konusudur.
-
Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Sayın Politika,bir dili içinde yer alan yabancı kelimelerle değerlendirecekseniz,onu diğer kültürle etkileşimini baz alarak yok sayacaksanız;ben size bir dilci olarak Türkçe hakkında bazı bilgier vereyim...bunları ölçüt alarak;Tükçe de ki yabancı kelimeleri, ayıklayın...Öztürkçe konusunda da Mehmet Kaplan'ının kaynaklarına yönelin.Osmanlıcayıda unutmayın....bakın her dil aslında diğer dillerden neler de kapmış...Kürtçe'ye biraz da burdan baksak!Türkçe'ye dönelim... 1- Dilimizde içinde J olan kelime yoktur: jandarma, jilet, Jale, jimnastik.. 2- H de yoktur: hediye, ahbap, zahmet, hayat, hayvan, hal, bahşiş, bahçe, hak, hüküm, hakim, hibe, hoş, her, … 3- Kelime başında R bulunmaz: Remzi, roman, raptiye, razı, ….. 4- Kelime başında L de bulunmaz: Limon, lamba, loş, leğen, lake, lif, leblebi, … 5- İki sesli harf yan yana olmaz: saat, ziraat, aile, saadet, … 6- Hece sonunda iki sessiz harf yan yana olmaz: aşk, rest, tarz, risk, şirk, sert, abdest, … 7- İki sessiz harfle başlayan kelimeler de yabancı kökenlidir: stad, spor, klasik, tren, … 8- Dilimizde sesli harf uyumu vardır. Yani hem ince sesli harf (e, i, ö, ü) hem kalın sesli harf (a, ı, o, u) aynı kelime içinde bulunmaz. Bu uyumun olmadığı kelimeler öz Türkçe değildir: minare, cami, sandalye, kanepe, divan, asker, fakir, kitap, kalem, vicdan, … Evren abi bak ben burdayım ayrıca....bir de burdan selam!