Senyour tarafından postalanan herşey
-
Hayata İz Bırakan Adam: Tolstoy
- MİLLİYETÇİLER VE ULUSALCILAR TUTUKLANIYOR.
DTP ye hicbir zaman sempatim olmadı bunu nerden cıkarıyosun kürdüm die hemen beni DTP'le aynı görüyosun ya bi kere burdan kaybediyosun.. sonra AKP'desen anlarım hic dikkat etmemissin yazılarıma :S zekice diil...- MİLLİYETÇİLER VE ULUSALCILAR TUTUKLANIYOR.
Milliyetciler ve Ulusalcılar(a) ''yazıkk'' tutuklanıyorlar! kim darbe yapcak peki , ya kim gazeteci öldürecek, ya kim gazetelere bomba atcak, ya kim kaos ortamı yaratacak yazık ki ne yazık..... darbe olmicak mı tuh ya ne hayallerim vardı oysa... Millet uyanıyormu yoksa .... zihniyette bak be hala vatasever muamelesi yapılıyor onlara...- Zepur Gi Tarnam (Meltem Olurum)
7C3_u5Nei-M Gitmek zorunda kaldın.... burdayım ben bildigin gibi bizim sarkımızı dinliyorum unutmadım hala iiki dogdun........- GÜNÜN KARİKATÜRÜ... (Kendi dilini oluşturmak için, karikatür, metafor yaparak kendine has bir anlatım dili oluşturuyor... :). :(. :|...)
- Asfur (Kuş)
dsKu5u0CUtw Bir kuş baktı pencereden "Lûlû" diye seslendi "Beni yanında sakla, sakla beni Ne olursun Lûlû." "Sen neredensin?" diye sordum ona, "Göğün sınırından" dedi "Nereden geliyorsun?" diye sordum, "Komşunun evinden" dedi "Kimden korkuyorsun?" diye sordum, "Karga kafesinden" dedi "Tüylerin nerede?" diye sordum, "Zaman uçurdu" dedi Bir damla gözyaşı süzüldü yanağından, Kanatları büküldü "Yere sağlam basıp kendi yolumda yürüyeceğim" diyordu Onun yaralı hali gibi Kalbimin yaraları da acı veriyordu bana Zindanın demirlerini kıramadan Kesildi sesi, kırıldı kanatları- içinden geçeni yaz.........
come on baby this is want to me....disko disko partizani- hangi şarkıyı dinliyorsun?
serabi- kardeş türküler (boğaziçi topluluğu)- Darbe olsa...
Darbe yapmak, bahane bulmak için çocuk müsamerelerini takip edenler tarih okumalı ve dünyada olup bitenleri izlemeli... bir daha asla...- Kürt Sorunu ve Türkiye'nin geleceği hakkında
Evet haklısın yoktur cidden yok... Türk sorunu var Türklestirme sorunu var yoksa Kürtlerin bi sorunu yok.... bende kabul etmiyorum...- İçindeki nakaratı yaz...
gitme yalvarırım yalnız koma beni bebek dünyalar güzeli, biricik bebek hasret ateşiyle kül olmuşum ben bebek alem yıkılsa ararım bebek güzel bebek tatlı bebek nazik bebek narin bebek güzel bebek tatlı bebek nazik bebek narin- İçindeki nakaratı yaz...
my baby came down from romania she was the queen of transylvania but now we live in suburbia without......... ................... disko disko partizani parti parti partizani- GÜNÜN KARİKATÜRÜ... (Kendi dilini oluşturmak için, karikatür, metafor yaparak kendine has bir anlatım dili oluşturuyor... :). :(. :|...)
- İlim
İnsan duyularıyla elde edilen veya Allah’ın (c.c.) vahiy ve ilham yoluyla bildirdiği bilgi ki, zaman zaman onun herhangi bir tezahürünü ifade sadedinde: gerçeğe, vâkıa uygun bilgi veya bir şeyi olduğu gibi kavrama mânâlarına da hamledilmiştir. Aynı zamanda ilim, kesin olsun olmasın, tasavvur veya hüküm olarak, mutlak mânâda idrak etme, düşünme ve anlama mânâlarına da gelir. Hatta çok defa, ilim sözcüğüyle mârifet mânâsını kasdettiğimiz de olur. İlim bahsinde hangi konunun bizi daha çok alâkadar ettiği belli olmakla beraber, az dahi olsa, ilim, ilmin sebepleri ve bölümleri gibi bir kısım tasavvurî taksimlere temasın yararlı olacağına inanıyorum. İlim, kendi içinde vasıtalı ve vasıtasız olmak üzere ikiye ayrılır: a- Her insan ayrı ayrı bir kısım hususiyetlerle yaratılmıştır. Bu hususiyetleri bilmek, değerlendirmek her ferde vasıtasız olarak verilmiş bir bilgi mevhibesidir. İnsanın, havasızlık, susuzluk, açlık, tasa, sevinç gibi hususları idrak etmesi.. ve çocukların süt emmesi, kuşların uçması, balıkların yüzmesi, bülbülün yuva örmesi, yeni doğmuş yavruların kendileri için tehlikeli sayılan şeylerden sakınmaları gibi özelliklere veya bu özelliklerle hayatları için yapılması lâzım gelen şeyleri anlamaları mânâsına gelen şuur veya idrake “vasıtasız ilim” diyoruz. b- Buna karşılık, akıl ve hisler aracılığıyla öğrenilen ilimler de vasıtalı ilimlerdir. Maddî şeylerle alâkalı bilgiler daha çok, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyularıyla elde edilir. Fizikötesi bilgiler ise, zihin, muhakeme, kalb, sır, hafî, ahfâ, hatta sâika ve şâika yollarıyla… Konuyla alâkalı değişik bir taksim de, ilmin elde edilme yolları açısından karşımıza çıkar. İslâm’a göre ilmin sebepleri üçtür: 1. Göz, kulak, burun, dil ve deriden ibaret olan, bizim “sağlam duyu organları” dediğimiz “havâss-ı selîme.” 2. “Haber-i sâdık” sözcüğüyle ifade edeceğimiz doğru haber ki, o da kendi içinde ikiye ayrılır: a. Yalan üzerinde ittifakları mümkün olmayacak kadar çok sayıdaki bir cemaatin ihbarı mânâsına gelen “mütevâtir haber.” b. Allah tarafından gönderilen peygamberlerin mesajları mânâsına “haber-i resûl.” 3. İlmin üçüncü sebebi de akıldır. İster düşünülmeden hemen akılla bilinen bedihiyyât kabîlinden olsun, isterse düşünülerek ve istidlâl yoluyla ulaşılan bilgiler nev’inden olsun, bu kabîl ma’kûlâtın zâhirî sebebi akıldır. Bundan başka ilim, aklî ve naklî olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlardan birincisini şu üç kategoride hulâsa etmek mümkündür: 1. Sağlık ve eğitim gibi topluma lüzumlu ilimlerdir ki, lüzumları nispetinde vacip veya farz-ı kifâye sayılmışlardır. 2. Din nazarında mezmum olan ilimlerdir ki, sihir, simyâ, remil, tılsım ve hokkabazlık gibi mârifetleri bu cümleden sayabiliriz. 3. Mübah ve icabında vacip sayılan ilimlerdir ki, hendese, hesap, kelâm, tıp, fizik, kimya ve tarih gibi ilimler bu kategori içinde mütalâa edilirler. Naklî ilimler de kendi içinde mükâşefe ve muâmele adlarıyla iki bölümde hulâsa edilmişlerdir. Bunlardan muâmele kısmı, fiil ve terkten ibaret olmak üzere dört bölümde ele alınmıştır: 1. Usûl ki; Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas’tan ibarettir. Aynı zamanda bunlara “edille-i şer’iyye” de denir. 2. Fürû ki; bunlar da, ibadet, muâmelât, münâkehât ve ukûbât gibi adlarla kitaplarda yerlerini almışlardır. 3. Mukaddimât ki; lügat, sarf, nahiv, maânî, beyan, bedî gibi ilimlerdir.. ve bunlar, hadis, tefsir, fıkıh ilimlerini sıhhatli anlama yolunda sadece birer vasıtadırlar. 4. Mütemmimât ki; bu da tamamen Kur’ân ilimleriyle alâkalıdır. Kur’ân’ın lafzıyla alâkalı olan kısmı: Mehâric, tashîh-i huruf, aşere, takrib unvanlarıyla.. mânâsına taalluk eden bölümler, tefsir ve te’vil adlarıyla.. ahkâmıyla alâkalı kısımlar da usûl kitaplarının konusu olan, nâsih-mensûh, hâss-âmm, celî-hafî, hakikat-mecaz-kinâye, mücmel-müfesser, muhkem-müteşâbih gibi isim ve unvanlarla ele alınmış ve işlenmişlerdir. Naklî ilimlerin mükâşefe kısmına gelince, bu da, ledünnî ve vicdanî namlarıyla iki bölümde mütalâa edilmiştir ki, “Kalbin Zümrüt Tepeleri”ni doğrudan doğruya alâkadar eden de işte bu bölümdür. Bu bölümde ele alınıp işlenen şeyler, bir açıdan müstakil gibi görünse de, esasen bunlar da yine Kitap ve Sünnet’e dayanmaktadır. Bu temiz kaynaklardan istinbat edilmeyen, Kitap ve Sünnet filtresinden geçmeyen vâridât ve mevhibeler kuşkuyla karşılanır. Bunların hücciyetleri bir yana, sübjektif bağlayıcılıklarının olduğu bile söylenemez. Hz. Cüneyd: “Peygambere uğramayan yollar kapalıdır, neticeye ulaştırmaz.” veya “Kitap ve Sünnet bilmeyenin arkasından gidilmez!” sözleriyle.. Ebû Hafs: “Her zaman hâl ve davranışlarını Kitap ve Sünnet’e göre değerlendirmeyen ve kendini kontrol etmeyen, bu meydanın erlerinden sayılmaz.” beyanıyla.. Ebû Süleyman Dârânî: “Kalbe gelen vâridâtı ancak Kitap ve Sünnet gibi iki şâhid-i sadıkla kabul ederim.” tembihiyle.. Ebû Yezîd: “Otuz sene nefsime karşı mücâhedede bulundum, ilmî ölçülere riayet kadar ona ağır gelen bir şey görmedim.” tespitleri ve “Bir insana göklerde tayarân etme kerâmetinin verildiğini görseniz dahi aldanmamalısınız; onun emirler, nehiyler ve şer’î hudutlara riayet mevzuundaki hassâsiyetine bakmalısınız!” ikazlarıyla.. Ebû Saîdi’l-Harrâz: “Dinin ruhuna muhalif olan bâtın bâtıldır.” vecizesiyle.. Ebu’l-Kâsım Nasrâbâzî: “Tasavvufun özü, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, hevâ ve bid’atlerden uzak kalmak, kusurlardan dolayı herkesi mâzur görebilmek, evrâd ü ezkârda tekâsül göstermemek, elden geldiğince ruhsatlardan uzak durmak ve dinde şahsî yorumlardan sakınmaktan ibarettir.” irşadıyla bu önemli hususu ders veriyor olsalar gerek.. ve daha nicelerinin, konuyla alâkalı ne lâl ü güher ifadeleri..! Bu meydanın erlerine göre “ilim”, “hâl”den önce gelir. Zira “hâl” tamamen ilme tâbidir. Aslında ilim enbiyanın mirası, âlimler de bu peygamber terikesinin vârisleridirler. Bu konuda (1) اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ الْأَنْبِيَاءِfermân-ı nebevîsi, ulemâ için pâyeler üstü bir pâye ifade eder. Gerçeğin ilmi veya gerçeğe ulaştıran bilgi; kalblerin hayatı, basîretlerin nuru, sinelerin vesile-i inşirâhı, akılların cevelangâhı, ruhların lezzet kaynağı, hayrette kalanların rehberi ve dostu, yalnızların “enîs ü celîs”i, meleklerin temennâ durdukları kıymetler üstü kıymeti hâiz, arz televvünlü, semâ kaynaklı bir mâidedir. Evet, ilim, imana önemli bir basamak; hidâyet ve dalâleti, şüphe ve yakîni birbirinden ayıran esaslı bir mihenk ve insanın insanî yanlarını ortaya çıkaran ilâhî bir sırdır. بَعِلْمَسْتْ آدَمِـي اِنسَانِ مُطلَق چُو عِلمَش نِيست شُد حَيوَانِ مُطلَق عَمَلِ بِي عِلْمْ بَاشَدْ جَهْلِ مُطلَق بَجَهل اَى جَان نَـشَايَد يَافتَن حَقّّ “Âdemoğlu ilimle mutlak insan, ilim olmayınca da mutlak hayvandır. İlimsiz amel mutlak cehâlet, ey cân cehaletle Hak bulunmaz.” diyen hak dostu mübalağa etmemiş olsa gerek... Tasavvuf erbabınca ilim; akıl, sem’ u basar yoluyla elde edilen bilgi ve mârifetten daha çok, verâlardan akıp gelen tecellî-i ilm-i ilâhî dalga boylu öyle bir nur ve ziyadır ki, gelir bütün ruhu sarar ve insanın derûnundaki sır yamaçlarında, hafî tepelerinde, ahfâ zirvelerinde çiçek çiçek tüllenir ve hep Sonsuz’un vâridâtıyla gürler. Bu ilâhî tecellîye mazhariyetin mebdei, sır ve ötesinin Şems-i Ezel’e teveccühü, beden ve cismâniyetin kalb ve ruh seviyesine yükselmesi ve sinenin iman, muhabbet, aşk ve cezbe ile Zât-ı Hakk’a yönelmesi; müntehâsı da ilm-i ledünnîdir. İlm-i ledünnî: (2)وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا fehvâsınca, berzahsız, hicapsız doğrudan doğruya “Hazîratü’l-Kuds”den insânî enginliklere yağan bir bârân-ı rahmettir. Kulluktaki derinlik, Allah ve Resûlü’ne karşı vefâ ve sadâkat, duyguların rıza eksenli, davranışların ihlâs yörüngeli olması ve kalbin de yakînden yakîne koşması, ledünnî vâridât için, hatta o vâridâtın sağanak sağanak boşalması için bir yol ve bir şart-ı âdîdir. Bütün enbiyanın ilmi, Cenâb-ı Hakk’ın vahiy ve tâlimiyle zuhûra gelmesi açısından bilasâle ilm-i ledünnî olduğu gibi, onların arkalarından giden ilhama mazhar evliyâ ve asfiyânın ilimleri de bittebaiyye o mâhrûların –ay yüzlüler– ziyâ-i ilimlerinin şuâları olması itibarıyla ledünnî sayılır. Bu ilmin Hz. Hızır’a tahsisi (3), belli bir zaman, belli bir makam ve belli bir hâl itibarıyladır ki, o ilmin bazı cüz’iyâtı açısından Hz. Hızır, kendine fâik olan bazı zâtlara, mercuhun hususî bir kısım meselelerde râcihe tereccühü nev’inden öne geçmiştir. Yoksa onun ne Hz. Musa’ya ne de diğer ulülazm zâtlara üstünlüğü söz konusu değildir. Ayrıca, Hz. Musa’nın ilmi, ilâhî ahkâmın mârifeti ve bu mârifetin, eşyanın perde önü ve perde arkası muvâzenesini koruma gibi bir derinliğe açık olmasına karşılık, Hz. Hızır’ın bilgisi daha çok eşyanın bâtınına ait idi. Nitekim, bu ayrıma, Hz. Musa ile konuşması esnasında Hızır da işaret eder: “Yâ Musa! Ben Allah’ın bana tâlim ettiği bir ilme sahibim ki, sen onu bilemezsin. Sen de, Allah’ın sana tâlim ettiği bir bilgiye maliksin ki, ben onu bilemem.” Evet, ilm-i ledünnî, tâlim ve taallümle elde edilmeyip Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir mevhibesi ve bir kuvve-i kudsiyesinin nûrânî tecellîsidir. Bu tecellî, sanattan Sâni’e, eserden Müessir’e giden bir bilgi olmaktan daha çok, Sâni’den zîşuur sanata, Müessir’den esere akan bir mârifettir. Hatta o, esrâr-ı Hakk’a ait mahrem vâridâtın insan ruhunda taayyününden ibaret sayılmıştır. وَاللّٰهُ أَعْلَمُ بِالصَّوَابِ *Bu yazı, Sızıntı dergisinin Mart 1995 tarihli 194. sayısından alınmıştır. Dipnotlar: 1)“Âlimler, peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) vârisleridir.” (Buhârî, ilim 10; İbn Mâce, mukaddime 17), 2)“Biz ona nezdimizden Rabbanî bir ilim öğretmiştik.” (Kehf sûresi, 18/65), 3)Kehf sûresi, 18/65. 4)Buhârî, tefsir (18) 4.- Merkez bankasi Istanbul'a
cok güzel cevap... bence bilim kurgu ya da fantastik kitaplar yazabilir enazından para kazanabilir....- Hayata İz Bırakan Adam: Tolstoy
Volga, Avrupa’da doğar, Asya’ ya dökülür; bütün Asya’yı besleyecek kadar güçlü, bütün Asya’yı yutacak kadar öfkelidir. Yatağı kendisine dar gelen bir ırmaktır. Yatak, Volga’nın hırçın suları altında evladına ah u vah eden bir anne gibi mahcup ve sadıktır; Volga sükûnete erdiği, yatağına kurulduğu yerlerde boynunu büker, suyunu eksiltir. Üzerinde, bir tarih yazılmıştır Volga’nın. Göçlerle kurulan bir medeniyete geçit vermiş, medeniyetler korumuş; bazen keskin bir kılıç, bazen sağlam bir kalkan gibi arz- ı endam etmiştir tarihin yüzünde. O ne Nil kadar böbürlenmeyi bilir, ne de Ganj gibi ululanmayı… Büyüklüğünü kendi heybetinden alır. Heybeti bir apolet gibi yüzünde akar. Rus, Tatar, Başkırt, Kazak… bütün bir Asyalı Volga’yı bilir. Bir Rus ressamın fırçasında Volga, gri bir nehir olur akar. Etrafı sazlıktır ve sazlıklar yaban ördeği doludur. Bir Tatar gencinin gönlünde Volga bir sevda hazinesidir. Gelinlik kız kardeşi Mehru, Volga’ya sevdalanmış olmalıdır ki, evlendiği gün Volga’nın kollarında ölmüştür. Bir Başkırt nine için Volga, çocukların kanına susamış katil bir nehirdir. Oğlu Togay, Volga’nın gümüş pullu balıkları için evden ayrılmış ve o katil nehir içinde yitmiştir. Bir Kazak delikanlı için Volga, soy bir aygırdır Asya çöllerinde coşan. Boz rengi şavkıyınca daha da coşan soy bir aygır. Hiçbir aygır, Volga kadar uzun mesafe katedemez. Volga, şairlere ilhamdır, yazarlara konu… Puşkin, Volga’nın sularından matarasını doldurmuştur. Abay, Volga sularında taze kımız tadı almıştır. Lermantov, Volga’nın suyunu tattıktan sonra bir daha durulmamıştır. Aytmatov, Kırgız bozkırlarında Volga’nın serinliğini almıştır. Nevruz günü Asyalı halklar bir baştan bir başa Volga’nın etrafında ateşler yakarlar ve Volga, Ruslar’ın deyimi ile “bir kız” gibi, bir gelinlik kız gibi çayda çıra oynar. Gümüş bir balıkla, pinti bir martının hikayesi Volga’da bir destan gibi anlatılır. Ne gül ile bülbülün aşkı ne de Kerem ile Aslı’nın aşkı… varsa yoksa, gümüş balıkla, pinti martının aşkı. Fakat Volga ketum bir nehir. Şimdiki çocuklar bu aşkı bilmezler. Atalarının pervasızlıklarının bedelini, çocukları ödemişlerdir, bu aşkı bilmemekle, unutmakla. Volga, Tataristan’dan geçerken toprağa adeta bin yıllık hasretle dokunmuştur. Tatar topraklarında Volga’nın bir buketi gibi iç içe, rengârenk bir öbek çiçeği vardır. Efsane bu ya, kim bu öbek çiçeği kopardıktan sonra kurutmadan kırk gün evinde saklarsa o eve ne dert girer ne de bela. O, çiçekler kundaktaki bebeklerden daha narin, daha sevilesi çiçeklerdir. Yolu Volga’ya düşen bir gezgin bu nehrin lânetinden korktu. Bir sevdayı dindirir gibi eğildi ve Volga’yı öptü. Aklına Nergis’in hikâyesi geldi ve korkuyla gerisin geri çekildi. Çantasından bir kitap çıkardı ve kendisini taşıyan botun üstünde Volga’ya, “İnsan Ne ile Yaşar” kitabından ilk hikâyeyi okudu. Volga, derin bir huşu içinde bu hikâyeyi dinledi. İçindeki kini, öfkeyi, bu yalancı dünyanın gelip geçiciliğini siyah bir yılanın gömlek değiştirmesi gibi değiştirdi ve beyaz bir gömlek giydi. Ne sancılı bir gömlek değiştirmeydi! Günlerce Volga’nın Hazar’a gark olduğu yerde simsiyah bir su aktı. Barbar kavimlerin, Volga’ya bıraktıkları bütün kötü duygular Hazar’da yok olup gitti. Volga, coşmuştu, gezgin elindeki kitabı korkuyla çantasına yerleştirdi aklına Anton Çehov’un “Vişne Bahçesi” adlı eserinden, “Git, Volga’ya git… Volga, acı çekenlerin sesleri ile dolu.” cümlesi geldi. Canından endişe etmişti. Gezgin, kitabını yerleştirirken bottaki hasır şapkalı Tatar balıkçı, Rusça, kimi okuduğunu sordu. Gezgin, ‘Lev Nikolayeviç Tolstoy’ dedi. Tatar balıkçı, hasır şapkasını çıkardı ve sağ elinin tersi ile alnındaki kirli teri sildikten sonra, “Tolstoy mu”, dedi, “O Tolstoy ki, bütün bir dönemin kahrını çekmiştir; bütün bir coğrafyada Volga gibi yalnızdı, bazen coşkun, bazen dingin bir şekilde akmıştır. Her milletten insan Tolstoy’u bilir ve ondan hikâyeler anlatırlar. Tolstoy’u tanımak isteyen önce Volga’yı bilmeli, Volga bilinmeden Tolstoy tanınmaz. Bazı varlıkların kaderi benzerdir. Tolstoy’un kaderi Volga’nın kaderine benzer. İkisi de doğdukları yere yabancılaşır, doğdukları yerden uzaklarda, çok uzaklarda ölürler. Dünyanın en önemli romancılarından biri olmuş, ünü ülkesini çoktan aşmıştı. O, ise edebiyattan kazandığı üne sert bir tekme savurmuştu. Savaş ve Barış’ı, Anna Karenina’yı, Kroyçer Sonat’ı Elinin tersiyle itmiş; sanatı, “mukaddes olanla savaşan bir savaşçı” olarak nitelendirmişti. Belki onun hayatındaki kadar keskin virajlı başka hayat yoktur; buna rağmen o bütün bu virajları son sürat almıştı. Geride bıraktıkları onu üzdüğü gibi, sahip olamadığı değerler de onu üzüyordu. Hayatının birinci döneminde sadece iyilik ve masumiyet bayrağını elinde taşıyor, hayatının ikinci döneminde ise bu bayrağın nasıl dokunması ve nasıl taşınması gerektiği üzerine dersler veriyordu. Yasnaya Polyana’da bir kont çocuğu olarak dünyaya gözlerini açmıştır ve oldukça varlıklı bir aile içinde, kişisel yanlışlıkları dışında, ekonomik sıkıntı çektiği bir zaman olmamıştır. Hayatının ilk döneminde ait olduğu sınıfın farkında olan ve bunun avantajlarını en iyi şekilde kullanan bir Tolstoy vardır. Hayatının ikinci döneminde ise yalın ayak, yoksul ve her türlü haktan yoksun insanları gördükçe içi burkulan, onların acısını yaşayan bir Tolstoy… Dünyanın uçuruma doğru sürüklendiği dönemde o, uçurumu çok uzaklardan fark etmiş ve çığlık çığlığa insanları eteklerinden tutmaya çalışmıştır. Dünyada birçok insan bu çığlığı duymuş; ama ailesi onun ne çığlığını duymuş ne de derdini dinlemiştir. O, bu hafakanlar içinde kıvranırken kendisine on üç çocuk veren eşi Sofya Andreyevna, adeta Tolstoy’un varlığını görmezden gelmiştir. Tolstoy, edebiyatı lanetlerken, kitaplarının telif ücretlerini eşi almaktaydı; o, insanların ölüm karşısında eşit olduklarını söylerken, eşi mensubu olduğu sınıfın fildişi kulelerinden halka yukardan bakmaktaydı. Tolstoy, mülkiyetini yoksullara dağıtarak onu Allah’tan uzaklaştıran bütün maddî fazlalıklardan kurtulmak için uğraşırken, eşi varlığına varlık eklemekle meşguldü. O bütün Rus gençliğinin bilge akıl hocası olmuşken, eşi onun bütün anlattıklarına, “maval” diye gülüp geçiyordu. Dünyanın seren direği, birdenbire çatırdamış ve Tolstoy o keskin gözleri ile direkteki çatlakları görmüştü, eşi ise elindeki balta ile bu direğe vurdukça vuruyordu. Sonunda Yasnaya Polyana’daki o ihtişamlı malikâne Tolstoy’un ruhunu kemiren farelerle dolmuştu, her gece kâbuslar görmeye başlamıştı. Malikânesinin önünde toplanan gençler Tolstoy’a makalelerinde anlattığı fikirleri pratikte de görmek istediklerini söylüyorlardı. O ise utancından insanların içine çıkamaz olmuştu, kestane rengi atına atlıyor ve güneş doğmadan kilometrelerce koşturuyordu. Uzaklara gitmek, uzaklaşmak, daha uzaklara gitmek… Geriye dönüp baktığında ise kendisini yanı başında buluyordu ve uzaklığın içinde gizli olduğunu anlıyordu. İnsanın kendisini Allah karşısında hissettiği o acizlik içinde buluyor ve kaleminden şu satırlar dökülüyordu: Niçin yaşamalı, hayatımın ve başkalarının hayatının sebebi ne, hayatımın ve başkalarının hayatının gayesi ne, kendi içimde hissettiğim şu iyilik ve kötülük ikiliği ne anlama geliyor ve niçin var, nasıl yaşamalıyım, ölüm nedir, ölüme rağmen nasıl var olabilirim?... “Bana inanç ver Allah’ım ve başkalarının da onu bulmasına yardımcı olmamı sağla lütfen.” Bir aralık, manastırda inziva hayatı yaşamıştı. Fakat Ortodoks inancının kendisine yetmediğini, ruhundaki yaraları sağaltmadığını anlamıştı. Zaten kilise de, onu aforoz etmişti. O, Allah’a giden yolun kilisenin karanlık ve rutubetli koridorlarından geçmediğine inanıyordu. O, mimarı olduğu Tolstoy’dan kaçtıkça daha güçlü bir Tolstoy’la karşılaşıyor ve ruhunda daha derin acılar hissediyordu. Yoksul olmak istiyor, yazdığı kitaplardan para kazanmak istemiyordu; oysa ailesi buna izin vermiyordu. O, servetini azaltmak isterken; yakınları servetini arttırıyorlardı. Yalnız kalmak istiyordu; oysa teorisine inanmış insanlar ve gazeteciler onun yalnız kalmasına izin vermiyorlardı. O, kendisinin acizliğini, değersizliğini vurguladıkça insanlar ona ermiş muamelesi yapıyorlardı. Günlüğündeki şu cümle onun içindeki ruh travmasını çok açık yansıtıyor: “Söyle, Leon Tolstoy, doktrininin ilkelerine göre mi yaşıyorsun? Hayır, utançtan ölüyorum ve hor görülmeyi hak ettim.” Artık kararını vermişti yaşadığı şehri, malikânesini ve kendisine azaplar veren, on üç çocuğunun annesini, eşini Sofya Andreyevna’yı terk edecekti. Yani kendi kendisini kovuyordu. “Bize hayatı öğret!” diye yazan gence daha cevap yazmadan başka bir mektupta, “…malını mülkünü dağıtma ve Allah yolunda hacca giden bir gezgin gibi yollara düşme zamanı geldiği…” yazılıydı. Kusursuzluğa ulaşmak için yola düşmesi gerektiğine artık o da inanmaya başlamıştı. 1884’te evini terk ediyordu. Yolun yarısına kadar gidebilmişti, eşi doğum sancıları çekiyordu ve eşini bu acılar içinde bırakıp gitmeyi içine sindirememişti ve geri döndü. 1887’de tekrar kaçıyor ve eşine şu mektubu bırakıyordu: “Kaçmaya karar verdim, çünkü ilk olarak, yaşım ilerledikçe bu hayat bana daha ağır geliyor ve yalnızlığı gittikçe artan bir kuvvetle özlüyorum. Önemli olan şey, altmış yaşına gelen her dindar insan gibi ben de son yılarımı Allah’a ayırmak istiyorum. Ben şimdi yetmiş yaşındayım ve hayatımla inancım arasındaki acı ve keskin uyumsuzluktan kurtulabilmek için, ruhumun olanca gücüyle, huzurun ve yalnızlığın özlemini çekiyorum.” Bu görkemli cümlelerin sahibi kaçacak gücü yolda tüketiyor ve süklüm püklüm geri dönüyor. Son kaçışının üzerinden on üç yıl geçmiştir. Bu kez sadece evinden değil, yaşamdan da kaçmıştı. 7 Kasım 1910’da Aspatova tren istasyonunda alnı kırış kırış, güçlü ve gür sakallı bir ihtiyar zatürreeden ölüyordu. Bu ihtiyar, Tolstoy’du. 28 Ekim günü, daha güneş doğmamıştı, önceden planlandığı gibi uşaklar derin bir sessizlik içinde arabayı hazırlamış. Bu seksenini aşmış ihtiyar; bir hırsız, dikkati ve tedirginliği içinde arabaya yerleşmişti; tanınmamak için, kaba saba köylü elbiseler giyinmişti. Başına bir hayvan ölüsünü andıran kirli bir kasket geçirmişti; kendisini kurtuluşa götürecek trende üçüncü mevki bir kompartımana yerleşmişti. Zamanın bilinmezliği içinde sürüklenen Tolstoy, sonunda mekânın da bilinmezliği içine savruluyor ve bir ermiş edasıyla dünyanın çekilmezliğini bir bohça gibi ruhunda taşıyordu. Bütün uğraşılarına rağmen trende bir yolcu onu tanımıştı. Devletin bütün güvenlik birimleri, onun peşindeydi. Ondan hayatı öğrenmek isteyen insanlar, evini terk etmesini ona çok görüyorlardı. Tren Bulgaristan sınırına yakın Aspatova’ya varınca memur Lev Tolstoy’a geçiş izni vermemişti. Kaçarken yanına en küçük kızını da almıştı. Kız, babasının ağırlaştığını ve terlediğini görmüş ve babasının yolun sonunda olduğunu anlamıştı. Bir Germen savaşçının bedeni kadar sert ve dayanıklı olan bu beden içinde ölümü saklayan hastalığa yenik düşüyordu. Tren istasyonunda ağırlanıyor. İstasyondaki oda, Tolstoy’un vasiyetiymişçesine uğruna hayatını adadığı bir mekân gibi karşısına çıkıyordu. Yoksullar için hazırlanmış, dar ve köhne bir oda. Tolstoy, içerde can çekişirken dışarıda aslında onun kabullenmediği fakat kopamadığı ünü yine başına dert olmuştur, meraklı yüzlerce insan, ona bir mürşitmiş gibi inanan gençler ve pervasız gazeteciler bir gürültü tufanı koparmaktadırlar. Eşi Sofya Andreyevna, gözyaşları içinde Aspatova’ya kadar gelmiştir. Ölmeden önce son sözleri: “Ya mujikler! Mujikler nasıl ölür?” 28 Ekim 1910’da evini terk eden bu adam 7 Kasım 1910’da öldü. Dünya edebiyatının en usta yazarlarından biri de hiç şüphesiz Tolstoy’dur. Ona yakın eseri dünya klasiği olarak kabul edilir. Yaşamında, kendisi ile uyuşmaz olan Tolstoy’un çektikleri kolaycı bir yaklaşımla eşi Sofya Andreyevna’ya yükleniyor. Oysa Tolstoy, ruhunun derinliklerinde uçurumlar gizleyen ve sert poyrazlarla sarsılan bir adamdır. Goethe’nin, “İnsan doğumundan getirdiği yasalardan kurtulamaz.” sözü aslında kendisine karşı vermiş olduğu savaşı en iyi şekilde anlatmaktadır. Yolu sıla bilmiş, yolda gurbeti tatmış yaşlı bir Rus bilgenin yol serüveni, içinde hayatı da saklı bir serüven. Bir Rus dostum bana bir şeyler fısıldadı: “Tolstoy, İstanbul’a gelmek için yola çıkmıştı. Çünkü ruhunun açlığını İstanbul’da doyuracağına inanıyordu.” dedi. Volga’ya yolunuz düşerse suya iyi bakın eğilin Tolstoy’u sorun, inanın size ondan bahsedecektir. Yol bitmiyor, yolculuk özlemleri dinmiyor.... Mehmet ÖZTUNÇ- Öykü Berk
Evlerinin Önü Boyalı Direk 4ZgUbaHimuw hastane önünde incir ağacı 9am4l4fU1K0- TÜRBAN SORUNU - KONUSU - ANA BAŞLIK
Toplumsal bir gerilime tekabül etmediği halde, belirli aralıklarla gündeme getirilip yapay bir enerji içinde tartıştığımız konular hep olmuştur. Mesela bir dönem ‘komünizm tehlikesi’ böyle birşeydi. Türkiye toplumunu biraz tanıyanlar bile, bu topraklarda böyle bir sosyal veya siyasi sürecin işlevsel olamayacağını bilirler. Ama komünizmi gerçek bir tehdit gibi sunduğunuzda, onunla mücadele adı altında yürüttüğünüz sistemi de meşru hale getirebilirsiniz... Nitekim çok küçük bir azınlık dışında bu topraklarda komünizmin mümkün olduğuna inanan kimse olmamasına karşın, rejimin savunucuları yıllar boyu bu muhtemel tehlike ile savaşır gözüktüler. Amaç komünizm mücadelesi adı altında yürütülen baskı ortamının kalıcılığının sağlanmasıydı. Diğer bir deyişle ‘gerçek’ tehdit komünizmden değil, tam aksine bu hayali tehlikeden yararlanan rejimden gelmekteydi. Dolayısıyla normalde siyasetin konusu olması gereken otoriter rejim, ‘komünizm’ sayesinde tartışma dışı kalmaktaydı... Derken dönem değişti, Sovyetler yıkıldı ve Türkiye’deki rejimin dolaylı koruyuculuğu rolünü kaybetti. Türkiye AB yolunda ilerlemeye başlarken, iktidara da muhafazakar toplumsal kesimin temsilcisi olarak gözüken AKP geldi... Bu durumda rejimin bekası için geleceğe ilişkin akla yatkın yeni bir tehdit üretmek gerekiyordu va başörtüsü bu açıdan son derece elverişliydi. Çünkü herşeyden önce görünür ve sayılabilir bir davranış kalıbına karşılık gelmekteydi. Bugünlerde yeniden canlanan anket iştahının ideolojik gerekçesi budur. Toplumu gözlemleyip, içindeki başörtülüleri sayıp, karşımızdaki gizli tehlikeden bizi haberdar etmeye çalışıyorlar... Üstelik başörtüsü doğrudan dindarlıkla bağlantılı olduğu ölçüde, dinin kamusal alanı fethetme derecesinin göstergesi olarak da sunulabilir durumda. Yani başörtülülerin artması, toplumun dindarlaşmasının ve bu dinin sosyal hayatı ele geçirmesinin delili olarak kullanılıyor. Ne var ki aynen komünizm örneğinde olduğu gibi, burada da içerden bir bakış bu topraklarda ‘din devleti’ türünden bir rejimin olası olmadığını ortaya koymakta. Nitekim başörtülü kadınlarla yapılan çalışmalar, bu giysinin dinin gereği olarak takılmakla birlikte çok farklı dindarlık anlayışlarına tercüman olduğunu gösteriyor. Başörtülüler arasında ne din ne de ahlak açısından bir yeknesaklık gözlemlenmiyor. Ortak olan tek unsur, başörtüsünün modern biçimlerinin bir kişisel duruşu ima etmesi, kadının kendi bireysel tavrını ve kimliğini ortaya koyma isteğine karşılık gelmesi. Günümüzün aile yapısında başörtüsünün kendi içinde modernleşmesi çocuğun büyümesini, aile dışına çıkabilmesini, toplumsallaşmasını ifade ediyor. Dolayısıyla başörtüsü dindarlıkla ilişkili olsa da, özellikle ‘türban’ denen biçiminin esas işlevi, geleneksel kalıpları kıran yeni bir kadın bireyselleşmesini taşıması. Öte yandan bu kadınların siyasi açıdan genel bir muhafazakarlıkta birleştikleri dahi söylenemez. Fikirsel konulara girildiğinde baştaki örtünün değil, başın içindeki zihniyetin belirleyici olduğu ve özellikle türbanlıların geleneksel muhafazakarlıktan hızla uzaklaşmakta olduğu gözlemlenmekte. Dahası söz konusu uzaklaşma kadınları farklı siyasetlerden ziyade kültürel alana yöneltmekte. Bu açıdan bakıldığında türban siyasallaşmanın değil, aksine siyasetin dışına çıkmanın aracı. Ama bu onu siyasal simge olmaktan çıkarmıyor! Çünkü rejimin ideolojik savunucuları karşılarında tehdit olarak sunabilecekleri bir ‘simge’ görmek istiyorlar. O simgenin içerdiği hayali tehlikeleri gerekçe göstererek kendi siyasetlerini topluma kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bugün ‘türban’ gerçekten de siyasi bir simge, ama bu kelime kadınların başındaki giysinin değil, laik kesimin kafasının içindeki ideolojik algının adı... Etyen Mahçupyan- TÜRKİYE DİN DEVLETİ OLUR MU?
80 sene iktidarlar değişse de degişmeyen iktidar olan kemalist partizanlikla bu ulkeyi yünetmedimi. ne yapt? ****** ****** ve sovenist, kerameti kendinden menkul hareketler disinda nedir urettigi? bununla da kalmadi, bu ulkenin asli kurucu ruhunu daima tezyif ve tahkir etti. bari bu 80 sene zarfinda yeni caliskan uretken kendince bir ahkami olan, bir ciddiyeti, bir durusu, bir agirligi, insani vakar ve heybeti olan bir topluluk getirebilseydi ama hayir ancak dunyaya gobeginizden bagli, dunya umurunun ****** olmus kimseleri, yasam formlarini uretti. bide pkk(kürtçü deniliyorya simdi) irtica el ele vermis.deniliyor bu sekilde ancak 1930 model histerilerini kasir baska herhangi bir gerceklige temas edemez. pkk sorununu o ovunc kaynagi resmi gorusu kasimamis, cikarmamis gibi, asil yobazlik olan, hem de en kaba haliyle, pozitivizmi dayatmamis gibi ahkam keser durur ve ancak kendini tatmin etmis olur. Esat bozkurt'un su sozleri belki piskin ifadelere yüksek perdeden cevap olur:"...türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. SAF TURK soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları, vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler..." cumhuriyet 19 eylul 1930- TÜRKİYE DİN DEVLETİ OLUR MU?
Vardı zaten... taaa Cumuhriyetin kuruluşunda Kemalizim ideolojisinin getirdigi İlimli İslam modeli var.. Var olan birsey neden ''Olacak'' ya da ''Oldu'' ya da da ''Oluyo deniliyoki... belkide Kemalistilerin özerlerinden atmak icin bahane buldukları bi parti var İktidarda...- AŞK-I SEN...
Beni senden alıp götüren o otobüsten sana el sallarken İçimden geçen inip sana sarılmaktı... Öyle çok istedim bunu ama yapamadım... Gitmesi gerektiğinde gidiyor insan... Nasıl bir bakıştı o baktığın içimi eritti buz gibi havada Mevsim kışa dönüktü ve biz daha yeni anlıyorduk birbirimizi Düşünecek vaktimiz olmamıştı çarpışıp bakıştığımızda Beni bulduğun yerde kelimelerim vardı, Seni gördüğüm yer gönderdiğin selamın olduğu yerdi... Rastlaşmıştık bir şekilde gözlerimiz kitlenmişti bize... Uzun zamandır aradığımız şey sen/bende mi gizliydi? Yoksa insan böyle olmasını istediği için mi Bunu düşünüyor...? Sende bıkmıştın kendinden bende Beni mi arıyordun, benim seni aradığım yerde... Ellerimi tutup hiç bırakmamak geçtimi aklından Ne olursa olsun buna değer dedin mi? Ben söylemeden söylemedin sevdiğini İnsanın sevilmeye ihtiyacı olduğu kadar Bunu duymayada var bilmiyor musun? Ne zaman gözlerinin içine baksam Başını öne eğiyorsun... Korkuyor musun? Neden...? Benden mi? Korkma... İhmal etmiş olsanda zaman zaman beni Şu kısacık ömürde öğrendiklerim az değildi... Hoşgörüsüz yaşayamam ben, Geldiğin gibi gideceğini biliyorum... Her yaşanılandan kalan anılara sahip çıktım Sanada çıkacağım... Üzülme ne kadar sitem etsemde sana Aslolan taşıdığım kalbten yansıyandır... Olmayacak duaya amin demiş olsakta En azından bunu bilmek bile bana göre erdemdir... Hangi aşk ayrılıkla bitmemiş? Hangi güzel şarkı bir veda şarkısı değildir? Aşkın en güzel hali ayrılık haliymiş... En çok o zaman büyürmüş insan... Kaybettiğin ben olsamda üzülme Kaybettiğim sen olsanda üzülmediğim gibi... Kazandığım/ın yetecektir görmesini bil yeter... Ellerini bir kez tutmuş olmak bile Gözlerindeki samimiyeti görmüş olmak bile Bazı şeylerin yalan olduğunu bilmek bile Yaşadığım saniyelere değer... Yoksun şimdi... Olsun... Sibel ''Sardunyam''- İLYADA'NIN ACI GÜNÜ..:((
Başın Sağolsun Babanızın mekanı cennet olur insallah...- Panik-Lazım by Tuna
ben o arkdas kadar ii calmıyorum ...ama inan öyle calmaya basladıgımda kendikimide eklicem- Panik-Lazım by Tuna
Panik-Lazım Zw7twZaYfS0 AMON AMARTH-ASATOR SHzadI3x_dA cok güzel calıyor gıpta ile izledim böyle calmam icin enaz 1 sene daha calısmam lazım- Türkler, Kürtler ve Osmanlılar
KÜRT SORUNU İÇİN OSMANLI TECRÜBESİBinlerce yıldır Ortadoğu"da yaşayan bir halk olan Kürtlerin, Türklerle olan ortak tarihini anlamak için 16. yüzyılın başlarına, Yavuz Sultan Selim devrine uzanmak gerekiyor. Osmanlı devletinin sınırlarını doğuya doğru genişleterek Ortadoğu"nun büyük bir bölümüne hakim olan Yavuz Selim"in karşılaştığı en büyük tehlike Safavilerdi. Liderleri Şah İsmail, sürekli olarak Anadolu"daki isyanları körüklüyor ve Osmanlı için askeri bir tehdit oluşturuyordu. 1514 tarihli Çaldıran Savaşı ile Yavuz, Safavi tehlikesini önemli ölçüde püskürttü. O zamana kadar Safavilerden rahatsız olan Sünni Kürt ve Türkmen aşiret beyleri, bu savaşta Osmanlı ordusuna büyük destek verdi. Bu, Osmanlı ile Kürt beyleri arasında doğal bir ittifakın oluşması anlamına geliyordu. Ancak Çaldıran savaşı, Güneydoğu Anadolu"nun Osmanlı tarafından fethedilmesi anlamına gelmiyordu. Savaştan sonra da bölge, aralarında herhangi bir birlik olmayan Kürt beylerinin egemenliği altında ve Safavi tehlikesine açık kalmıştı. Savaştan sadece iki yıl sonra bu sorun da halledilecek ve Kürtlerin yaşadığı bölgeler Osmanlı toprağı haline gelecekti. Bunu sağlayan en önemli aktör ise "İdris-i Bitlisî" adlı Kürt din âlimidir. Yirmi yıl kadar Akkoyunlu devletinin hizmetinde çalışan İdris-i Bitlisî"nin babası soylu Kürt ailelerinden Mevlânâ Şeyh Hüsameddin El Bitlisî"ydi. İdris, Kürtçe gibi Türkçeyi de çok iyi biliyordu. Sühreverdi tarikatına bağlıydı. Akkoyunlu Türkmen devletinin başkenti Diyarbakır iken, burada hükümdar Uzun Hasan Beğ"in sarayında şehzadelerin hocası ve katip olarak çalışmıştı. Şah İsmail, Tebriz"i fethederek Akkoyunlu devletini yıkınca İdris de İstanbul"a gelip II. Bayezid"le görüştü. Padişah bu Kürt din âlimine büyük saygı gösterdi ve onu Osmanlı sarayında tarih yazıcılığıyla görevlendirdi. İdris, Osmanlı"nın ilk sekiz padişahının hayatını anlatan Heşt Behişt (Sekiz Cennet) adlı ünlü eserini burada yazarak Sultan"a sundu. Sultan Bayezid"in yerine Yavuz Selim tahta geçince, İdris, yeni sultanın Doğu siyasetinin danışmanı oldu. Yavuz"la birlikte Çaldıran seferine katıldı, savaş sonunda Osmanlı egemenliğine geçen Tebriz"de bir süre kalarak Ulu Cami"de halka vaazlar verdi. 1516 yılında, Şah İsmail"in Doğu ve Güneydoğu Anadolu"yu yeniden istila etme hazırlığında olduğu ortaya çıktı. Şah, Çaldıran savaşında öldürülen komutanı Mehmed Han"ın yerine onun kardeşi Karahan"ı tekrar Anadolu"ya gönderdi. Bu komutan Diyarbakır ve çevresini kuşatma altına aldı. Osmanlı'ya Sığınan Kürt Beyleri Bu tehlike karşısında, bölgedeki Kürt aşiretlerinin beyleri bir araya gelerek Osmanlı"ya katılma kararı aldı. Bu talebi de "Ariza" adlı bir metinde anlattılar. "Ariza"yı Kürt beylerini temsilen Sultan"a götüren kişi İdris-i Bitlisî"den başkası değildi. İdris, ayrıca, kendisinin Farsça kaleme aldığı İstimaletname"de "Bilad-ı Ekrad" yani "Kürt beldeleri" hakkında bilgiler verdi. Yavuz Sultan Selim, kendisine başvuran Kürtlerin isteğini geri çevirmedi ve bu "bendeleri" Safavi tehdidinden kurtarmaya karar verdi. Yavuz"un emriyle, Konya Beylerbeyi Hüsrev Paşa, İdris-i Bitlisi"nin manevi desteğiyle 10 bin kişilik bir gönüllü ordusu topladı ve Diyarbakır"ı Safavilerden kurtardı. Safavi kumandanı Karahan, Mardin"e kaçtı. Osmanlı ordusu, Mardin üzerine yürüdü sonuçta bu kenti de aldı. Bu tarihten itibaren, Diyarbakır ve Mardin Osmanlı topraklarına dahil edildiği gibi, İdris"in Yavuz Selim adına bölgenin Kürt-Türk beyleriyle anlaşması sayesinde Bitlis, Urmiye, İtak, İmadiye, Cizre, Eğil, Hizran, Garzan, Palu, Siirt, Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf), Meyyafarikin ve Cezire-i İbn Ömer gibi toplam 25 mıntıka barışçı yollarla Osmanlı idaresine bağlandı. Bu üstün başarılarından dolayı Yavuz Selim, İdris-i Bitlisî"yi ödüllendirdi. Kendisine bir ferman göndererek Diyarbakır bölgesini ona "temlik" olarak verdi. Ayrıca merkezi Diyarbakır olan ve Yavuz Selim"in 1516 yılında yeni kurduğu "Arab Kazaskerliği" kendisine bahşedildi. Böylece İdris-i Bitlisi Osmanlıların en büyük siyasi rütbelerinden biri olan kazaskerlik rütbesiyle taltif edilmiş oldu. Uzun Osmanlı Yılları Bölge Osmanlı"ya bağlandıktan sonra Kürt aşiret ve beyliklerine otonomi tanındı. Kurulan "Diyarbekir Vilayeti" bünyesinde 11 sancak Türk idarecilerine, 8 sancak yerli (Kürt) beylere verildi. Osmanlı"nın idari sisteminde en büyük birim "vilayet" idi. Tek bir Diyarbekir vilayeti tüm Güneydoğu Anadolu"yu içine alıyordu. Vilayetin altında livalar, onun da altında sancaklar vardı. 1520 yılındaki bir Osmanlı belgesinde, "Vilayet-i Diyarbekir" başlığı altında 9 liva, bunların da altında 28 "Ekrad sancağı" (Kürt sancağı) sayılıyordu. 1526 yılına ait bir belgede ise, "Diyarbekir Vilayeti Livaları" başlığı altında önce 10 Osmanlı sancağı, sonra da Vilayet-i Kürdistan başlığı altında "Ekrad sancakları" denilen 17 sancak sayılmıştı. Belgeleri yorumlayan tarih profesörü Ahmet Akgündüz, Diyarbekir vilayeti içindeki sancakların 35"i geçtiğini; bunların 16"sının tımar düzenine tâbi klasik Osmanlı sancakları olduğunu; kalanların ise "yurtluk-ocaklık" ve "hükümet" diye de tasnif edilen "Kürdistan vilayeti livaları" olduğunu söylüyor. Bunun anlamı, söz konusu Kürt bölgelerinin belirli bir otonomiye sahip olduklarıdır. Bu düzende Kürtler kendi hayatlarını sürdürdü. Bu durum onlara kimliklerini koruma imkanı verdiği gibi, feodal düzenin sürmesini kolaylaştıran bir hukuki düzen de getirmiş oldu. Türklerle Kürtlerin Kaynaşması Osmanlı tarihi bakımından belirtilmesi gereken bir diğer olgu da, Kürtler ile Türklerin kaynaşmış olmalarıdır. Kürtlerin tarihi konusundaki en önemli uzmanlardan biri olan David McDowall, The Kurds adlı kitabında bu hususun altını çiziyor: "Kuşku yok ki, geç dönemde, bazı Arap ve Türkmen aşiretleri kültürel anlamda Kürtleştiler. Kürt ve Türkmen kabileleri bir arada yaşadı, bazı durumlarda birbirleri ile karıştı, bazı Türk liderler Kürtleri cezbetti veya bunun tam tersi oldu." David McDowall"a göre, aynı şekilde çok sayıda Kürt, özellikle Müslüman ordularında profesyonel asker olanlarla, Türk veya Arapların yoğun yaşadığı bölgelere göçen köylüler ve aşiretler, Kürt kimliklerini kaybetti. Kürtler için Osmanlı ordusunun ilgi çekici olduğunu dile getiren David McDowall, Kürtlerin sabit ordunun süvarileri arasında Türklerin yanında yer aldığını söylüyor. Kürtlerin en önemli katkısının, özellikle merkezden uzaktaki birliklerde olduğunu hatırlatan McDowall, 1630"ların ortalarında İran"a yapılan bir Osmanlı seferinde Hakkari ve Mahmudi Kürtlerinin ana ordunun önünde yer aldığını, Bitlis"ten gelen piyadelerin ise arka birlikleri oluşturduğunu belirtiyor. Bedirhan Efsanesinin Aslı Kürtler arasında, 1840"lardan itibaren bazı isyanlar baş gösterdi. Kürt tarihinde önemli bir yere sahip olan Bedirhan ailesine, bu isyanlardaki öncü rolü sebebiyle hâlâ pek çok Kürt milliyetçisi tarafından efsanevi anlam yüklenir. Halbuki, ne Bedirhan ailesinin isyanlarında ne de o dönemdeki diğer Kürt kalkışmalarının herhangi birinde milliyetçi motif yoktu. Bunlar, 1839 yılındaki "Gülhane Hatt-ı Hümayunu" ile başlayan Tanzimat dönemine tepki olarak gelişmiş hareketlerdi. Osmanlı, Tanzimat"la birlikte, daha önce geniş bir otonomi verdiği bölgeleri merkeze sıkı biçimde bağlamaya çalışıyordu. Buna tepki gösteren yerel liderler de ayaklanıyordu. Bunların kimisi Kürt, kimisi de Türkmen"di. Tanzimat süreci ile Osmanlı idarecileri, merkezi yönetimi güçlendirmek, etkili biçimde vergi toplamak ve kuvvetli ordular kurmak niyetindeydi. O dönemde pek çok eyalette vergi Osmanlı memurları tarafından değil, yerel yöneticiler tarafından toplanıyor, bunlar da topladıkları verginin ancak bir kısmını merkeze aktarıyordu. Merkezin güçlenmesi için etkili bir bürokratik yapının kurulması ve bu yolla eyaletlerin kontrol altına alınması gerekiyordu. Bu işi en iyi başaran kişi, devleti 1876-1909 yılları arasında yöneten Sultan II. Abdülhamid oldu. Hamidiye Alayları ve Abdülhamid"in Kürt politikası Sultan II. Abdülhamid, devletin Müslüman halklarını bir arada tutmaya büyük önem verdi. Doğudaki Ermeniler arasında gelişen fanatik milliyetçi çeteler, Abdülhamid"in bu bölgeye özel bir şekilde eğilmesine vesile oldu. Abdülhamid"in getirdiği çözümün çatısını da "Hamidiye Alayları" oluşturdu. Abdülhamid"in ismine kurulan bu alaylar, Güneydoğu"daki Kürt aşiretlerinden adam devşirilerek bölgeyi Osmanlı devleti adına korumak amacıyla kurulan yarı askeri birliklerdi. Giderek büyüyen Rus tehdidine ve Ermeniler arasındaki milliyetçi örgütlenmeye karşı güvenlik unsuru olan Hamidiye Alayları, aynı zamanda Kürtlerin devlete olan sadakatlerini pekiştirmek gibi bir amaç da taşıyordu. Aslında alaylar, Sultan Abdülhamid"in Kürtleri devlete daha da ısındırmak ve bağlılıklarını artırmak için yürüttüğü kapsamlı projenin parçasıydı. Projede Kürt önde gelenlerinin çocuklarının İstanbul"da eğitilmesi, bölgeye gönderilen din adamları yoluyla "Osmanlı" bilincinin güçlendirilmesi gibi unsurlar da vardı. İstanbul"da "aşiret mektepleri"nin açılması, bölgedeki medreselere maddi destek verilmesi bu projenin ayaklarını oluşturuyordu. Abdülhamid, ayrıca, yöreye gezici öğretmenler ve vaizler göndererek halkın eğitimine de önem verdi. Prof. Dr. Ercüment Kuran, Kürt aşiret reislerinin çocuklarının askeri okullarda okutulması ve bunlardan Harbiye mektebinden mezun olanlarının nizamiye ordusuna tayin edilmesinin önemine işaret eder ve hükmünü "Doğu Anadolu halkının devletle bütünleşmesinde Abdülhamid"in hizmeti büyüktür" şeklinde verir. Askeri bir misyonu da yerine getiren alaylar, doğudaki Rus destekli Ermeni çetelerine karşı koyar, gerilla tipi savaş verir. Kürtlerin Milliyetçiliğe Yüz Çevirişi Milliyetçilik, modern çağda doğan bir olgu. Modernizm öncesi dönemde, milliyetçilik yoktu. İnsanlar kendilerini şu veya bu milletin bir ferdi olarak değil, bağlı oldukları siyasi otoritenin (çoğunlukla bir kralın, padişahın veya derebeyinin) tebaası ve ait oldukları dini cemaatin bir parçası olarak görüyordu. Osmanlı tarihinde, devletin son birkaç on yılı sayılmaz ise kayda değer bir milliyetçilik bulmak mümkün değil. 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı devletinin tebaası, kendini daha çok dinî temelde tanımlıyordu. Kürtler, kendilerini "Kürt"ten ziyade "Müslüman" olarak görüyordu. Jön Türk hareketiyle birlikte Kürt entelektüeller tarafından başlatılan milli bilinç oluşturma çabaları geniş Kürt kitleleri üzerinde etkili olmadı. The Kurds adlı kitabın yazarı Derk Kinane"ye göre Kürt ağaları, hanları, şeyhleri bu modern Kürtlerin milliyetçi çabalarından hiç etkilenmedi. Çünkü, onları "dinsiz ve devrimci fikirlerin taşıyıcısı" olarak gördü ve kuşkuyla değerlendirdi. Kuşkuyla bakılanlar arasında elbette Türk milliyetçileri de vardı. 1909 yılında Sultan Abdülhamid"e karşı düzenlenen Jön Türk darbesinden ve bunun ardından iktidarı ele geçiren milliyetçi kadrodan rahatsız oldular. Yine de bu huzursuzluklar isyana dönüşmedi ve Kürtlerin Osmanlı devletine olan sadakati sürdü. Kürtlerin Osmanlı"ya sadakatinin en çarpıcı göstergesi, 1912"den 1918"ye kadar aralıksız devam eden kanlı savaş yıllarıdır. Trablusgarp, Yemen ve Balkan Savaşları ile Birinci Dünya Savaşı"nda pek çok Kürt, Osmanlı ordusunda görev aldı. David McDowall, düzenli orduda görev yapmaya karşı evrensel bir gönülsüzlük olmasına rağmen binlerce Kürt"ün silah altına girdiğini belirtiyor. Kürtler tüm bu savaşlarda, resmi dili Türkçe olan Osmanlı devleti adına savaşmıştı. Peki bu sadakat nereden geliyordu? McDowall"a göre, en önemli faktör Müslüman kimliğiydi. Kurtuluş Savaşı"nda Kürtler Atatürk"ün Kurtuluş Savaşı"nda gösterdiği en büyük başarılarından biri, Anadolu"daki farklı unsurları ortak bir dava için birleştirmesiydi. Bunu da, tıpkı Sultan Abdülhamid gibi, söz konusu unsurların ortak kimliğine vurgu yaparak gerçekleştirdi. Bu kimlik özellikle de Kürtlere hitap ediyordu. Mustafa Kemal Paşa, 1916 yılında Diyarbakır"da 16. Ordu"da görev yapmış, bu sırada pek çok önemli Kürt aşiret lideri ile yakınlık kurmuştu. Nitekim Samsun"a çıktıktan sonra "doğu vilayetleri"nden aldığı sinyallere güvenerek, Kürt vilayetlerindeki bazı önde gelen isimlere, örneğin Cemil Paşazade Kasım Bey"e, Milli Mücadele konusunda bilgilendiren ve yardımlarını talep eden telgraflar gönderdi. Zaten Kürt aşiretleri de, "din ve vatan uğrunda açılacak mücadeleye katılmaya hazır olduklarını" Kazım Karabekir Paşa"ya bildirmişlerdi. Mustafa Kemal Paşa, telgraflarında kullandığı "anasır-ı İslam" yani "İslam unsurları" kavramına Milli Mücadele boyunca büyük vurgu yaptı. 1 Mayıs 1920 tarihli Meclis konuşmasında, "Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk, yalnız Çerkes, yalnız Kürt, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (oluşan) anasır-ı İslamiye"dir, samimi bir mecmuadır" diyerek milletin bu unsurlardan oluştuğunu açıklamıştı. Bu politika Kürtler arasında olumlu etki meydana getirdi. Sevr'i Protesto Eden Aşiret Liderleri Anadolu"da bunlar olurken, Avrupa"da ise başka bir gelişme yaşandı. Osmanlı mirası üzerinde paylaşım kavgasının verildiği Sevr Konferansı"na, milliyetçi entelektüellerden oluşan bir grup Kürt temsilci de katıldı. Başlarında Osmanlı ordusunda görev yapmış bir Kürt olan Şerif Paşa vardı. Amaçları Ermenilerle anlaşarak bir "Kürt Devleti" kurmak için Avrupalı devletlerden onay almaktı. Ağustos 1920"de imzalanan Sevr Antlaşması"nın 62. maddesi, "Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerel otonomi" verilmesini öngörüyordu. 64. madde ise "Kürt halkları"nın "Türkiye"den bağımsızlık elde etmeleri"nin yolunu açıyordu. Ne var ki "Jön" Kürtler, Avrupalı diplomatlardan aldıkları desteğin bir benzerini güneydoğu Anadolu"da bulamadı. Kürtler arasında bu habere duyulan şiddetli tepki, Paris"e bir seri telgrafın yollanmasına sebep oldu. Bu telgraflarda Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediği, iki halkın soy ve din itibarıyla kardeş olduğu savunuluyordu. Erzincan"dan 10 ayrı Kürt aşiret lideri, Fransız Yüksek Komiserliğine, Şerif Paşa"nın hareketlerini protesto eden bir telgraf yolladı. Benzer telgraflar Ocak 1920"de, Milli Misak"ın kabulünden iki gün önce, Osmanlı Parlamentosu"na da yollandı. Mart 1920"de İslami dayanışmayı vurgulayan ve Kürtlerle Türkleri ayırma çabalarına karşı çıkan bir deklarasyon, 22 Kürt aşiretinin lideri tarafından imzalandı. Dönemin Vakit gazetesinde Bediüzzaman Said-i Nursi, Ahmet Arif ve Mehmet Sıddık, Kürtler adına yayınladıkları ortak yazıyla, Türklerin ve Kürtlerin birlikte maruz kaldıkları Rus ve Ermeni terörüne atıfta bulunarak, Şerif Paşa"yı şiddetle kınıyorlardı. Kısacası sonradan ulusal hafızamızda "sendrom" olarak yerini alacak olan Sevr Antlaşması"nı protesto edenler arasında Kürtler ön saftaydı. Kürtlerin Milli Mücadele"ye verdiği destek sonuna kadar sürdü. Urfa ve Maraş"ın düşman işgalinden kurtarılmasında önemli roller üstlendiler. Benzer işbirliği Lozan görüşmeleri sırasında da yaşandı. Lozan"da Avrupalı devletler Kürtlerin "azınlık" olduğunda ısrar edince, İsmet Paşa "Türkler ve Kürtler Türkiye Cumhuriyeti"nin ana unsurlarıdır. Kürtler bir azınlık değil bir millettir; Ankara Hükümeti hem Türklerin hem de Kürtlerin hükümetidir" diyerek karşı çıktı. Meclis"teki Kürt vekiller de İsmet Paşa"ya tam destek verdi. Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Bey, 3 Kasım 1922"de Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada, Sevr"i bir "paçavra" olarak niteledi, Türk-Kürt kardeşliğini vurguladı. Bir sonraki celsede ise, Bitlis, Erzurum, Kastamonu, Mardin, Muş, Siirt, Urfa, Pozan, Diyarbakır ve Van milletvekillerinin hepsi, Türklerle Kürtlerin tek bir kütle olduğunu belirten ortak bir açıklamaya imza attı. Kürt Meselesinin Doğuşu Peki Osmanlı"ya büyük sadakat gösteren, Milli Mücadele"ye canla başla destek veren, Sevr"i protesto edip Lozan"da "Türklerden ayrılmak istemeyiz" diyen Kürtler arasından nasıl oldu da bir "Kürt sorunu" doğdu? Bu sorunun cevabı, bir yönüyle Kürt milliyetçiliği ile ilgili. Osmanlı devletinin son döneminde ortaya çıkan Kürt milliyetçiliği her ne kadar geniş kitleleri etkilemese de varlığını sürdürdü; cumhuriyet döneminde, özellikle de tek parti döneminde büyüdü. Atatürk"ün milliyetçilik anlayışı, hiç kimsenin etnik kökenine önem vermeksizin, "Türküm" diyen herkesi eşit vatandaş kabul etme esasına dayalıydı. Ancak uygulama her zaman böyle olmadı. Tek parti döneminde kimi bürokratlar, etnik temelli bir Türk milliyetçiliği geliştirdi. Kürt sorununun kırılma noktası ise, 1925 baharında patlak veren Şeyh Said isyanı oldu. İsyan, Kürtler arasında çok sınırlı bir destek buldu; Bediüzzaman Said Nursi gibi önde gelen Kürt din adamları isyana karşı çıktı. Ama isyanı bastırmak ve "kökünden halletmek" için başlatılan Takrir-i Sükun döneminde sert yöntemlere başvuruldu. Bu tarihten itibaren 1930"ların sonuna kadar "bölge"de hemen her yıl ayaklanma yaşandı. Türkler ve Kürtler arasındaki birliği sağlayan Müslüman kimliğine yapılan vurgunun azalması sorunun çözümünün en etkin yolunu da ortadan kaldırmış oldu. Kazım Karabekir"in Alternatif Projesi Acaba Şeyh Said isyanı sonrasında daha farklı bir "doğu politikası" uygulanabilir miydi? Kurtuluş Savaşı"nın kahramanlarından Kazım Karabekir Paşa, farklı bir politika geliştirmiş ve önermişti. İsmet İnönü hükümetinin "Takrir-i Sükun" politikalarındaki sertliği eleştiren Karabekir, temeli eğitim ve ekonomik entegrasyona dayalı alternatif bir proje sunmuştu. Proje 4 temele dayanıyordu: 12 yaşından küçük çocukları gece yatılı mekteplerine almak; Hamidiye Alayları"nın devamı olan Aşiret Süvari Fırkaları"nı tarımsal müfrezeler haline getirerek bunları tarımsal kalkınma ve yol çalışmalarında üretici hale getirmek; bölgedeki din adamlarını, Kürtçeyi de iyi bilen üniversite mezunu hocalar ve hukukçular ile harmanlamak. Böylece, bölge insanının dini temelden kopmadan modern bir eğitim almasını sağlamak; özellikle Van Gölü havzasından başlamak üzere, bölgedeki diğer aşiret unsurlarını küçük parçalara ayırarak yerel kalkınmada çalıştırmak, bölgedeki Ermeni propagandalarını ve Kürtçülük hareketlerini etkisiz hale getirmek için üst kültürlü, temsil yetenekli, çevresindeki yerli halka sosyal hayatta ve üretimde örnek olacak Türk kanalları açmak. Karabekir, Kürtlerin dini hassasiyetlerini gözetecek, onları modern eğitimle tanıştırırken bir yandan da üretime teşvik edecek ve böylece ülke geneliyle ekonomik entegrasyonlarını artıracak çözüm öneriyordu. 1926 yılında Meclis tarafından bölgeye gönderilerek durum hakkında rapor hazırlaması istenen Bursa Milletvekili Emin Bey de "sıkı yönetim yerine ılımlı, yumuşak bir politika uygulanması, Sultan II. Abdülhamid"in bölgede uyguladığı politikalara ağırlık verilmesini" öneriyor ve "güvenliği sağlamak için bölgede bulunan silahlı kuvvetlere yapılacak masrafın yarısı kadar bir masrafla bölgeye önemli hizmetler götürülebileceğine" dikkat çekiyordu. İsmet İnönü hükümetlerinin uyguladığı politikalar ise, "radikal devrimcilik" vizyonuna göre şekillenmişti. Bu vizyonda ekonomiye ve yerleşik kültürel değerlere fazla önem verilmiyor, sorunun Kürtlere Türk kimliğini kabul ettirmek ve tepkileri bastırmakla çözümleneceği umuluyordu. Ancak bu politika ters tepti. Muhafazakar Kürtleri Türk kimliğine kazandırmak, ancak ortak dini ve kültürel değerler ekseninde yürütülecek politikayla mümkün olabilirdi. Bunun aksi bir çizgide oluşturulan Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi projeler başarılı olamadı. Dr. Hüseyin Koca"nın ifadesiyle "halk zaten sınırlı olan eğitim imkanlarından "çocuklarımız gavurlaşacak" diye faydalanmak istemedi." Oysa, Dr. Koca"ya göre, "Kazım Karabekir Paşa"nın ziraat projesine kulak verilseydi, sosyal bütünleşme sağlanabilecekti." Tek parti döneminden sonra gerek Demokrat Parti döneminde, gerekse Anavatan Partisi iktidarında bir takım olumlu adımlar atıldı. Ancak, bu adımlar başarılı olamadı ve sorun günümüze kadar büyüyerek geldi. Şimdi, yeni bir dönemin başında kapsayıcı projelere ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Yanı başında Irak gibi istikrarsız bir yapının olduğu bir dönemde Türkiye"nin, tıpkı Osmanlı zamanında olduğu gibi ülkede yaşayan bütün unsurları ortak manevi değerlere dayalı, kardeşlik duygusuyla kucaklayacak politikaları hayata geçirmesi gerekiyor. NOT*:Kürt sorunu yeniden Türkiye'nin gündeminde. Başbakan Erdoğan Şemdinli'de halka hitap ederken "Türk 'Türküm', Kürt 'Kürdüm', Laz 'lazım', Boşnak 'Boşnağım' diyecek, ama hepimizi birleştiren üst kimlik Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığıdır" dedi. Bu sözlere CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'dan sert tepki geldi. Tepkiler devam edecek. Edebilir de. Ama bağnazca veya hamasetle değil. Çünkü onyıllar boyunda inkar ettiğimiz Kürt sorununu artık bir şekilde çözmek ve bunun için de mutlaka özgürce tartışmak gerekiyor. Soru özetle şu: Türkiye'nin Kürt vatandaşları, ülkemiz içinde nasıl konumlandırılacak; bölücülüğe prim vermeyen bir barış ve beraberlik formülü nasıl bulunacak? Bunun cevabına ışık tutabilecek bir olgu ise, Türklerin ve Kürtlerin Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde asırlar boyu kardeşçe ve hatta tek bir "millet" bilinciyle yaşamış olmaları. Bugüne ilham verebilecek çok önemli bir tecrübe bu. Bu konuda geçtiğimiz yıl Aksiyon dergisinde yayınlanmış bir araştırmamı, konunun önemi ve güncelliği nedeniyle, arşivlerden çıkarmakta yarar gördüm. NOT**: Bu araştırma, "Türk Solu" adlı ırkçı/faşist dergide yer alan, "Kürt sorunu yok, Kürt istilası var!" başlıklı, gözü dönmüş bir Kürt düşmanlığı içinde kaleme alınmış ve tümüyle uydurma bilgilere dayalı "makaleye" de bir cevap niteliğindedir. Mustafa AKYOL November 23, 2005 - MİLLİYETÇİLER VE ULUSALCILAR TUTUKLANIYOR.
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.