-
İçerik Sayısı
566 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
ahirzaman tarafından postalanan herşey
-
Duygu kardeş belkide yazmak istediklerim çok uzun ancak ksıaltmaya çalıştığım için sanırım kendimi ifade edemiyorum. Demek istediğimi şöyle açıklayayaım misal siz bir elamyı yiyebilirsiniz. Ancak yemiyorsunuz bu sizin o elmayı yiyeemyeceğiniz anlamına gelmez isteseniz yersiniz. Yani Allah(c.c.) eğer isterse her insanı istediği şekilde hareket ettirir iradesini tamammen elinden alır. Allah bize irade vermişse bu onun lütfunu gösterir noksanlığını değil. Bak kardeşim karşı koyma gibi bir durum yok. Misal hafifçe düşen bir cisim elbet eyre düşer insan da bu düşüşü dur dura bilir ancak isteği doğrultusunda bu düşene dokunmassa cisim yere düşer. Ama burda insanın düşmesine engel olmaya çalışması gibi bir durum yok eğer engel olmaya çalışsaydı ancak turduramasaydı o zaman noksanlık olurdu. yani Allah(c.c.) insan i radesini kontrol etmeye çalışsaydı ama başaramasaydı o zaman noksan olurdu ama zateb o sana cüz-i iradeyi verende o dur. Ki eğer tamamiyle yönlendirseydi o zaman imtihanın bir gereği olmazdı yani yaptıklarımızdan biz sorumlu olmazdık öyle değilmi. Sonra söylemeye gerek duyduğum biz fiili yaptıktan sonra bilme gibi bir durum yok ezelden bilmedir Allah(c.c.) iradesi. Daha öncede bu misali vermiştim baen insanlarda bu özelliği kısmen üzerinde bulunduruyor yani çevremizdekiler 'bunu yapacağımı nerden bildin ' gibi bir cümle ile karşılaşıyoruz.Zira Allah(c.c.) bizi bizden daha iyi bilir. Bunun böyle kabul etmek lazım yani bilgi ilim olarak. Ki zaten bütün düğüm burda çözülüyor.Bilme kavramı Allah(c.c.) sana seçim yapacak irade veriyor(yani bu gücü verende allah o noksan olamaz) ama öyle ki senin atacağın her adımı biliyor onun için sen daha yapmadan yazıyor. Sende o yazılanın zerre kadar dışına çıkmıyorsun.Çünkü o seni her zerrenle biliyor. Allah(c.c.) seni çok iyi bildiği için her yaptığın önceden kayda geçmiş olacaktır. Bunlar yerine gelincede kaza olmauş olacaktır. eğer sen yaptığından farklı bişey yapacak olsaydın Allah(c.c.) önceden senin yapacağının yazacaktı. yani kardeşim senin dediği gibi bir husus yok eğer sen yaptıktan sonra yazsayı olurdu ama onun ilmi senin ilmini kapsadığı için önceden yazabiliyor ve zerre kadar şaşma olmuyor. Bunun misalleri hayatımızda çok var öğrencisi çok iyi tanıyan bir öğretmen öğrencisinin hangi soruyu yapıp hanigisi yapamayacağını bilir. Ama Allah(c.c.) bütün ilimleri kapsar ve zerre kadar bir şaşma olmaz. 'Ben yapacağım için o yazdı ' bunu iyi anlamak gerek eğer isteseydi senin yamak istemeyeceğin şeyleri yazardı sende buna engel olamazdın Ancak unutmayalımki bu bir imtihan ve imtihanda kendi yaptığın ve yapmadıklarından sorumlu olursun onun için Allah(c.c.) zaten senin yapacağınınbildiği şeyleri yazmış ve sende bunlarla karşılaşmışsın. Zira bi düşünelim sen adam öldürmeyeceksin ama o sana öldürttürüyor böyle şeymi olur.Aradaki farkı anlamak lazım böyle anlamak baştan yanlış çünkü imtihan çerçevesinden çıkıyor ve Allah(c.c.)ın adaleti hussu ile uyuşmuyor.
- 2.558 cevap
-
- Allahın varlığı
- Allahın yokluğu
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Rabbimiz Bize sorunca 'Evet rabbimizsin' dediğimizi kanıtlaya bilirmiyiz?
ahirzaman şurada bir başlık gönderdi: Dini Konular - Din - Dinler
Rabbimiz Bize sorunca 'Evet rabbimizsin' dediğimizi kanıtlaya bilirmiyiz? Bazı meseleler vardır ki, bunları aklen izâh etmek çok zordur. Anlatılabilirse de bu gibi şeylerin ancak mümkün olduğu anlatılabilir. Aslında, Allah (cc) böyle birşeyden bahsediyorsa, artık meselenin itiraz edilecek tarafı kalmamış demektir. Bu soruyu iki cihetten ele alabiliriz: 1) Böyle birşey vâki olmuş mudur? Olmuşsa, bunun isbatı nasıl yapılır? 2) Mü’min ferd bu işten haberdar olmuş mudur? Evvelâ, Cenâb-ı Hakk’ın, herhangi bir âlemde, ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onların da: “Evet, Rabbimizsin.” demesi, kat’î midir? suali varid oluyor. Bu mevzu Kur’ân-ı Kerim’de iki âyette ele alınmıştır. Birisinde: وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنِي آدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنْفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى “Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahid tutarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim (demişti)” (Araf, 7/172) denilmekte ve böyle bir sözün alındığından bahsedilmektedir. Eski ve yeni bütün tefsirciler bu söz alınma meselesinin hakkında pek çok şey söylemişlerdir. Bir kısmı “zerrât âleminde daha atomlar halindeyken, ileride terkib hâline gelecek bu zerrelerden, ruhları ile beraber söz alınmıştır” demektedir. Bazı tefsirciler de, “bu, çocuğun anne karnına düştüğü zaman alınmış bir sözdür” derler. Bir hadis-i şerifin de teyitine dayanarak, bazı mudakkik müfessirler de derler ki, “hayat nefh edildiği anda o insandan alınmış bir sözdür” (1) kanaatini izhar ederler. Esas itibarıyla Cenâb-ı Hakk’ın varlıklarla konuşması çeşit çeşit ve değişiktir. Biz burada, belli bir şekil, belli bir stilde konuşuyoruz. Ama, bundan başka bizim iç dış duygularımız, zâhir ve bâtınımız, kafa ve ruhumuz, nefsî ve lafzî konuşma tarzlarımız vardır... Zaman zaman bu dilleri de kullanır ve onlardan anlayanlara yine onlarla bir şeyler anlatmaya çalışırız. Kalbin kendine göre bir konuşması vardır ki, kalb konuşur ama bu konuşma duyulmaz. Bize deseler: “Kendi içinizden ne konuştunuz öyle” Biz de: “Şunu şunu dedik” diye anlatır ve bu hususdaki kelimeleri de sırayla diziveririz. Bu nefsî bir konuşmadır. Bazan olur ki, rüyalarımızda birşeyler konuşuruz. Başkalarından da birşeyler duyarız. Ama yanımızda bulunan hiç kimse bunu duymamıştır. Sonra da kalkar, kelimesi kelimesine, konuştuğumuz ve duyduğumuz şeyleri başkalarına naklederiz. Bu da değişik stilde bir konuşma şeklidir. Bazı kimseler uyanıkken dahi, misâl âleminden nazarlarına arz edilen misâlî levhaları görür ve misâli şahıslarla konuşurlar. Belki bir kısım maddeciler bunlara inanmaz ve “hallüsinasyon” derler, varsın desinler... Resûl-ü Ekrem’in (sav) mazhariyetlerinden bir tanesi de bu idi: Alem-i misâle, âlem-i berzaha ait misâlî levhalar, O’nun (sav) kudsî nazarına arz edilir, O da gördüğünü, duyduğunu, anladığını başkalarına neklederdi. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir. Vahiy ise, bambaşka bir konuşma tarzıdır. Hz. Peygamber’e (sav), vahiy geliyordu. Efendimiz (sav) dışında kimse hiç birşey duymuyor ve anlamıyordu. Eğer bu maddî kulağa gelecek birşey idiyse, yakınında bulunan kimselerin de duyması gerekirdi. Oysa ki, bazan zevcelerinden birinin dizine başını koyup yatarken, veya mübarek dizini birinin dizine koyduğu halde vahiy gelirdi de, O, (sav) duyardı ama, öbürleri ne birşey duyar, ne de hissederlerdi. Resûl-ü Ekrem (sav), o vahyi, harfiyyen beller ve onlara anlatırdı. Bu da başka bir ses, başka bir konuşma tarzıdır... Velinin kalbine ilham geliyor: Âdeta onun içine birşeyler fısıldanıyor. Bu da değişik stilde bir konuşma. Morsla konuşma gibi birşey... Morsda nasıl “di.. di.. da..dit; dâ..dâ..dit” denir; operatör hemen maksadı anlar. Öyle de bir kısım şeyler velinin kalbine dikte edilir, veli de onlardan bir kısım mânâlar çıkarır. Meselâ: Veli: “Şu anda falan oğlu falan kapının önüne geldi.” der, açarlar kapıyı ve bakarlar ki o adam karşılarında... Bu da ayrı bir konuşmadır. Bir de telepati var.. Şimdinin ilim adamları, bir gün o yolla mükemmel bir muhabere gerçekleştirebileceklerini hesaplıyorlar. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir. Kalbin kalbe teveccühü, insanların birbiriyle içten muhaberesi. Bu da bir başka beyan... Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah (cc), “lâ yuâd ve lâ yuhsâ” (sayısız, pek çok) konuşma stilleri yaratmış. Şimdi gelelim meselemize. Allah (cc) bize اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’râf, 7/172) buyurdu; ama, bunu hangi konuşma stilinde ifade etti bilemiyoruz. Şayet, velinin kalbine dikte edilen mors alfabesi gibi bir tarzla bildirmişse bunu, herhalde kulaklarımızla duyacağımız bir sesle beklememiz doğru olamaz. Bu bir ilham ise, vahiy değildir. Vahiy ise, ilham değildir. Ruha bir konuşma ise, cesede bir konuşma değildir. Cesede bir hitap ise o zamanda ruha hitap nevinden değildir... Şu nokta çok önemlidir: İnsanlar, misâl âleminde, berzah âleminde veya ervah âleminde gördükleri, duydukları şeyleri, bu âlemin mikyasları ile değerlendirdikleri takdirde yanılırlar. Muhbir-i Sâdık (sav) bize diyor ki: “Kabirde Münker, Nekir gelir, size soru sorar.” Acaba adamın neyine soru soracaklar? İster cesedine sorsunlar, ister ruhuna; netice değişmez; ama, ölü duysa bile, onun yanında bulunan kimseler kat’iyen bunu duymazlar. Hatta bir teyp koyup, mikrofonunu da kabrin içine sokuverseler, yine bir ses tesbit edemezler. Çünkü, artık mükaleme başka buudlarda cereyan ediyor, sizin buudlarınızda değil. Hani Einstein’in ve daha başkalarının ortaya attığı dördüncü, beşinci buud var ya, işte bunun gibi, mekân değişikliğine göre mesele değişecek, başka bir hüviyetle karşınıza çıkacaktır. Binaenaleyh, bu اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ (A’râf, 7/172) Allah’ın (cc) ruhla olan, ruha mahsus bir mükâlemesidir. Bunun tesirini ben duyayım, hıfz edeyim şeklinde beklememek lâzımdır. Belki vicdandan bir his şeklinde aksedeceği intizar edilmelidir. Biz vicdanla ve ona gelen ilhamlarda bunu hissedebiliriz. Bir keresinde bu meselenin izâhını yaparken, birisi dedi ki: “Ben bunu duymadım.” Ben de “Duydum” dedim. “Sen duymamışsan başının çaresine bak! Çünkü, ben duyduğumuzu çok iyi hatırlıyorum.” Ne ile duyduğum sorulacak olursa; içimdeki ebed arzusuyla, mütenâhi olduğum halde nâmütenâhi arzularımla duydum bu sesi. Evet esasen ben Allah’ı da bilemem; çünkü sınırlıyım. Sınırsızı nasıl idrâk edeyim? İşte sınırsıza karşı içimdeki bu hâhişkarlık ve arzu ile duyduğumu anlıyorum. Şu sınırlı âlemde benim gibi bir böcek, sınırlı âleminde, sınırlı hayatını yaşayıp ölmesi gerekirken ve onun düşünce sahasına giren şeyler de böyle sınırlı şeylerden ibaret olması gerekirken, ben sınırsızlık içinde nâmütenâhiyi düşünüyorum. İçimde ebed arzusu var; ruhumda cennet ve Cemâlullah arzusunu taşıyorum. Bütün dünya benim olsa, gamım gitmiyor. İçimde bu hâl var da, bundan dolayı ben “onu duydum” diyorum. Vicdan dediğimiz şey ne ise, kendisine ait fakülteleriyle, bölümleriyle daima Allah’ı terennüm eder ve o hiç yalan söylemez. Ona arzu ettiği, taleb ettiği şeyi verdiğiniz zaman, onu huzura kavuşturmuş olursunuz. Onun için Lâtife-i Rabbâniye olan kalbin ancak, vicdanın bu huzuru ile huzura kavuşacağına işareten Kur’ân-ı Kerim: الَّذِينَ آمَنُواْ وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم بِذِكْرِ اللهِ أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Dikkat edin! Kalbler, ancak Allah’ı zikir ve O’nu duyuşla mutmain olur, oturaklaşır ve huzura kavuşur.” (Ra’d, 13/28) buyuruyor. Bir diğer husus da şudur. Bergson gibi bir kısım feylesoflar bütün aklî, naklî delilleri bir tarafa bırakarak, Allah’ın varlığında sadece vicdanlarını delil olarak kullanmışlardır. Hatta bir keresinde Kant, “Ben, Allah’ı azametine uygun anlayabilmek için bütün malumatımı arkaya attım!” der. Bergson sadece “sezgi”siyle bu istikamette yol almak ister ve onun tek delili de vicdanıdır... Vicdan, Allah’ı inkârdan muzdaribtir. Vicdan Allah’a imanla huzura kavuşur. İnsan vicdanın sesini derinden derine dinlediği zaman ezelî ve ebedî bir Ma’bud arzusunu her zaman onun içinde duyacaktır. İşte bu hâl, bu edâ, insanın vicdanında sessiz kelimelerle ifadesini bulan ve Allah-u Teala’nın: اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (A’raf, 7/172) hitabına verilen: بَلَى “Evet Rabbimizsin” cevabıdır ki; dikkat etse herkes, ruhun derinliklerinden kopup yükselen bu sesi duyabilir. Yoksa bu kafada, cesedde aranırsa tenakuza düşülmüş olur. O, herkesin vicdanında vardır, meknîdir. Ancak, isbatı, kendi sahasında yapılabilir bir hususdur. Ehl-i tahkik, ehl-i şuhud, asfiyâ, evliyâ ve enbiyâ, bunu açık seçik, görmüş ve göstermişlerdir. Ama, aklî isbatına gelince, tabiî, bazı meselelere aklî dendiği zaman mahsusatı isbat ettiğimiz gibi, yani size bir çınar ağacını, bir çam ağacını göstermek gibi, bunu göstermemiz mümkün değildir. Vicdanını dinleyen, içinden geçenleri seyreden, bunu görecek, bilecek ve duyacaktır. M.Fethullah Gülen -------------------------------------------------------------------------------- [1] Elmalılı, IV/167-175; (İstanbul 1992, Azim Dağıtım) [2] Buharî, Cenâiz, 87 -
AMİN İNŞALLAH'u TEALA
-
Berker kardeş bilmiyorum bu yazdığın mana hitaben mi ama şunu söylim hamdoslun maddeci her şeyi madde de arıyan olmamaya çalışıyorum ki bu ianancımızda olmaz zaten ancak kardeşim gerçektende yazdığı ilk gördüğümde çok üzüldüm bu hal ile cevap yazmamayı daha iyi gördüm sonrada unutmuşum ama gerçek ten yaptığın çok büyük bir günah burdaki hiç kimseden değil rabbimizden af dilemelisin ayrıca kardeşim anlatılanlarda verilen mesaja bakmak gereksede sonuç oalrak bu rabbimiz ve ayrıca biliyoruzki Allah(c.c.) rüyada görme gigib bişey olamaz görülürse bu iblisdir. Ve asla rabbimiz i bu durumda bir şeyde hiç bir şekilde hiç bir amaç için koymamak lazım selamun aleyküm
- 2.558 cevap
-
- Allahın varlığı
- Allahın yokluğu
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Allah cümlemizden razı olsun inşallah İnşallah mübarek dediğin gibi onları rehber alırız nerde o semadakilerin yerdekilere imrenerek baktı zamanlar
-
Hz. EBÛ BEKR-İ SIDDÎK Hz. Ebû Bekir, daha Müslüman olmamıştı. Çok te’sîrinde kaldığı bir rü’yâ gördü. Gökten dolunay inip, Kâ’be-i muazzamaya gelmiş ve sonra parça parça olmuş, parçalar Mekke’deki her evin üzerine düşmüş, sonra da tekrar bir araya gelip göğe yükselmişti. Fakat, kendi evine düşen ay parçası evde kalmış tekrar göğe yükselmemişti. Hz. Ebû Bekir, evin kapısını kapayarak, ay parçasının çıkmasına mâni olmuştu. Kavminden Peygamber gelecek Sabahleyin heyecanla uyanan Hz. Ebû Bekir, hemen bir Yahûdî âlimine gidip, rü’yâsını anlattı. O da dedi ki: - Bu rü’yâ karışık rü’yâlardan biridir. Bunun ta’bîri yapılamaz. Fakat bu söz O’nu tatmin etmemişti. Devamlı bu rü’yânın ta’bîrini düşünüyordu. Bir zaman sonra ticâret maksadıyla gittiği yerde, râhip Bahîra’ya rü’yâsını anlattı. Rü’yâ Bahîra’nın çok dikkatini çekti. Bunun için Hz. Ebû Bekir’e sordu: - Sen nerelisin? - Kureyş’tenim. - Tamam. Şimdi rü’yânı ta’bîr edeyim. Mekke’de, bu kavimden bir peygamber gelecek, O’nun hidâyet nûru her yere yayılacak. Sen, O hayatta iken O’nun vezîri, vefâtından sonra da Halîfesi olacaksın!.. Hz. Ebû Bekir ne yapacağını şaşırmış hâldeyken, râhip Bahîra sözlerine şöyle devam etti: - Şimdi sen hemen memleketine dön! O’na ulaş! O’na vahiy gelmeye başladığında, git herkesten önce O’na îmân et! Hz. Ebû Bekir bu ta’bîri kimseye anlatmadı. Peygamber efendimiz, peygamberliğini teblîğe başlayınca sordu: - Peygamberlerin, peygamber olduklarına dâir delîlleri vardır. Senin delîlin nedir? Peygamber efendimiz buyurdu ki: - Peygamberliğime delîl, o rü’yâdır ki, bir Yahûdî âliminden ta’bîrini istedin. O âlim, “Karışık bir rü’yâdır, i’tibâr edilmez” dedi. Sonra râhib Bahîra, doğru ta’bîr etti. Yâ Ebâ Bekr, seni Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân etmeğe da’vet ederim. Bunun üzerine, Hz. Ebû Bekir, kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu. Zaten bir gece önce şöyle düşünmüştü: Aklıma yatmıyor “Baba ve dedelerimizin seçtiği din, hiç aklıma yatmıyor. Zîrâ hiçbir zarar ve fayda vermeye kâdir olmayan bir heykele tapınmak, ibâdet etmek akıllıca bir iş değildir. Bu kadar muazzam bir kâinâtın bir yaratıcısı olması lâzımdır. Fakat bunu kendi aklım ile bulmam mümkün değildir. Yarın gidip durumu Muhammed aleyhisselâma anlatayım. Bu durumu ancak O’na arz edebilirim. Zîrâ, olgun ve akıllı, doğru görüşlü, hiç yalan söylemiyen bir kimsedir. Herkes O’ndan Muhammed-ül emîn diye bahsetmektedir. O, ne yapmamı isterse ona göre hareket ederim.” Resûlullah efendimiz de, aynı gece, Hz. Ebû Bekir’i İslâm’a da’veti düşünmüştü. Sabah olunca her ikisi de aynı düşünce ile birbirlerinin evine gitmek üzere evlerinden çıktılar. Yolda karşılaştıklarında, “Sözleşmeden birleştik” dediler. Hz. Ebû Bekir, Peygamber efendimizin huzurlarında Müslüman olur olmaz, hemen yakın arkadaşları hatırına geldi: - Yâ Resûlallah, müsâade ederseniz, yakın arkadaşlarımı da huzûrunuza getirip, onların da Müslüman olmalarını arzû ediyorum. Onların da ebedî saâdete kavuşmalarını istiyorum, diyerek arkadaşlarına koştu. Arkadaşlarım dediği, Hz. Osman, Hz. Talhâ bin Ubeydullah, Hz. Zübeyr, Hz. Abdurrahmân bin Avf, Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh gibi, ileride Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden ve Cennetle müjdelenenlerden olacak kimselerdi. Gelin îmân edin Hz. Ebû Bekir, yeni Müslüman olmasının aşk ve şevkiyle, Mescid-i Harâma vardığında, dayanamayıp, müşrikler tarafına dönerek seslendi: - Bütün kâinâtın yaratıcısı olan Allahü teâlâyı bırakıp, niçin gidip, bu âciz putlara tapıyor, onlara yüz sürüyorsunuz. Gelin, Allaha ve O’nun resûlü Muhammed aleyhisselâma îmân edin! Bunun üzerine müşrikler, hep birlikte üzerine yürüdüler. Kendisini çok fecî şekilde dövdüler. Kabîlesinden gelen ba’zı kimseler, kendisini baygın bir hâlde evine götürdüler. Hz. Ebû Bekir, uzun bir süre kendisine gelemedi. Ayılması için yapılan bütün gayretlerden bir netîce alınamıyordu. Artık, ümitsiz bir şekilde başında beklemeye başladılar. Nihâyet akşam üstü biraz kendine gelir gibi oldu. Gözünü açar açmaz, ağzından çıkan ilk kelâm şu oldu: - Resûlullah, ne yapıyor, O ne hâldedir? O’na birşey oldu mu? Annesi Ümmülhayr sevinç içinde dedi ki: - Yavrum, bir şey arzû eder misin, yiyip içmek ister misin? - Anneciğim, ben Resûlullaha birşey oldu mu diye soruyorum. O’nun hakkında bana bilgi getirmediğin takdîrde, ne bir lokma yerim, ne de birşey içerim. - Evlâdım, vallahi, O’nun hakkında bir bilgim yok. Onun için sana cevap veremiyorum. Sen biraz ye, kendine gel. Sonra O’nun durumunu öğrenirsin. - Hayır anne!.. Sen Ümm-i Cemil’e git ve de ki: Oğlum Ebû Bekir, senden Resûlullahı soruyor. Acaba ne hâldedir? Annesi de îmân etti Annesi hemen gidip, Ümm-i Cemil’e durumu anlattı. Daha sonra, annesi ve Ümm-i Cemil’in yardımıyla, yavaş yavaş Hz. Erkam’ın evine vardı. Peygamber efendimizi sağ sâlim görünce çok sevindi, Resûlullaha sarıldı. Artık bütün ağrılarını unutmuştu. Peygamber efendimize dedi ki: - Yâ Resûlallah! Bu benim annem Selmâ’dır. Ona duâ etmenizi istiyorum. O da hidâyete kavuşsun! Peygamber efendimiz duâ buyurdu. Böylece annesi de, îmân ile şereflendi ve ilk Müslümanlardan oldu. Resûlullah efendimiz Mi’râca çıktıktan sonra, ertesi gün, Kâ’be yanında mi’râcını anlatınca, işiten müşrikler, inkâr edip, alay etmeye başladılar. Müslüman olmaya niyetli olanlar da vazgeçtiler. Müşrikler, “Tamam, bu defa bir koz yakaladık” diyerek Hz. Ebû Bekir’e gidip sordular: - Ey Ebâ Bekr! Sen çok defa Kudüs’e gidip geldin. İyi bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek, ne kadar zaman sürer? - İyi biliyorum. Bir aydan fazla. Mi'râcınız mübârek olsun! Kâfirler bu söze sevindi. “Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur” dediler. Gülerek, alay ederek ve Hz. Ebû Bekir’in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek, “Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor” diyerek, Ebû Bekir’e sevgi, saygı gösterdiler. Hz. Ebû Bekir, Resûlullahın mübârek adını işitince; - Eğer O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmiştir, deyip içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlıyamadı. Önlerine bakıp gidiyorlar ve bir taraftan da diyorlardı ki: - Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekir’e de sihir yapmış. Hz. Ebû Bekir hemen giyinip, Resûlullahın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle dedi ki: - Yâ Resûlallah! Mi’râcınız mübârek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlıyan yüzünü görmekle ve kalbleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini işitmekle ni’metlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana fedâ olsun! Böylece Hz. Ebû Bekir, o gün tereddüde düşen Müslümanların tereddütlerini giderdi, diğerlerinin ma’nevîyatlarını güçlendirdi. Böyle tereddütsüz îmân etmesinden dolayı Resûlullah, o gün Hz. Ebû Bekir’e Sıddîk dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi. Beraber hicret ederiz Mekke’de müşriklerin, Müslümanlara yaptıkları baskılar ve işkenceler üzerine, Müslümanların çoğu, Resûlullah efendimizin izniyle Medîne’ye hicret etti. Hz. Ebû Bekir de hicret için izin istediğinde, Resûl-i ekrem buyurdu ki: - Sabreyle. Ümîdim odur ki; Allahü teâlâ bana da izin verir. Beraber hicret ederiz. - Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Böyle ihtimâl var mıdır? - Evet vardır. Peygamber efendimizin bu cevapları, Hz. Ebû Bekir’i sevindirmişti.Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir hazırlıklara başladı. Hicret için iki deve satın aldı ve o günü beklemeye başladı. Artık Mekke’de sadece; sevgili Peygamberimiz ile Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, fakîrler, hastalar, ihtiyârlar ve müşriklerin hapse attığı mü’minler kalmıştı. Diğer taraftan Medîneli Müslümanlar, ya’nî Ensâr, hicret eden Mekkelileri ya’nî Muhâcirleri çok iyi karşılayıp, misâfir ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydana geldi. Resûlullah efendimiz, hicret gecesi, Allahü teâlânın emriyle evinde Hz. Ali’yi bırakıp, müşriklerin üzerine toprak saçarak uzaklaşıp, Hz. Ebû Bekir’in evine gitti. Hz. Ebû Bekir’e buyurdu ki: - Hicret etmeme izin verildi. Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk heyecanla sordu: - Mübârek ayağınızın tozuna yüzümü süreyim yâ Resûlallah! Ben de beraber miyim? Efendimiz cevap verdiler: - Evet... Anam-babam fedâ olsun Hz. Ebû Bekir sevincinden ağladı. Gözyaşları arasında dedi ki: - Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Develer hazır. Hangisini murâd ederseniz, onu kabûl buyurunuz. - Benim olmayan deveye binmem. Ancak bedeliyle alırım. Bu kesin emir karşısında mecbur kalan Hz. Ebû Bekir, devenin bedelini söyledi. Hz. Ebû Bekir, Abdullah bin Üreykıt isminde, kılavuzluğu ile meşhûr olan zâtı çağırıp, yol göstermesi için ücretle tuttu ve develeri üç gün sonra Sevr dağındaki mağaraya getirmesini emretti. Safer ayının 27’si perşembe günü, Peygamber efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk, yanlarına bir miktar yiyecek alarak yola çıktılar. İzleri belli olmasın diye parmaklarına basarak gidiyorlardı. Hz. Ebû Bekir, Resûlullahın çevresinde, ba’zan sola, ba’zan sağa, öne, arkaya gidiyordu. Peygamberimiz, niçin böyle yaptığını sorunca dedi ki: - Etraftan gelecek bir tehlikeyi önlemek için. Eğer bir zarar gelirse önce bana gelsin. Canım yüksek zâtınıza fedâ olsun yâ Resûlallah! - Yâ Ebâ Bekr! Başıma gelecek bir musîbetin, benim yerime, senin başına gelmiş olmasını ister misin? - Evet yâ Resûlallah! Seni hak dinle, hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, gelecek bir musîbetin, senin yerine, benim başıma gelmesini isterim. Mağara kapısı önüne geldiklerinde, Hz. Ebû Bekir dedi ki: - Allah için yâ Resûlallah, içeri girmeyin! Ben gireyim, orada zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem değmesin. Ayağını yılan soktu Sonra içeri girip, süpürüp temizledi. Sağında, solunda irili ufaklı birçok delikler vardı. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı, fakat biri açık kaldı. Onu da ökçesi ile kapayıp, Resûlullahı içeri da’vet eyledi. Peygamber efendimiz içeri girdi ve mübârek başını Hz. Ebû Bekir’in kucağına koyup uyudu. O zaman, Hz. Sıddîk’ın ayağını yılan soktu. Resûlullahın uyanmaması için sabredip, hiç hareket etmedi. Fakat gözyaşı Resûlullahın mübârek yüzüne damlayınca buyurdu ki: - Ne oldu yâ Ebâ Bekr? - Ayağım ile kapattığım delikten, bir yılan ayağımı soktu. Resûlullah efendimiz, Ebû Bekir’in yarasına, iyi olması için mübârek ağzının yaşından sürünce, acısı hemen dindi, şifâ buldu. Resûlullah efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk içerde iken, müşrikler, iz takip ederek mağaranın önüne geldiler. Mağaranın ağzının bir örümcek tarafından örüldüğünü ve iki güvercinin de yuva yaptığını gördüler. İz sürücü Kürz bin Alkama dedi ki: - İşte burada iz kesildi. Müşrikler dediler ki: - Eğer, onlar buraya girmiş olsalardı, kapının üzerindeki örümcek ağının yırtılmış olması lâzım gelirdi. Bu örümcek, ağını, Muhammed doğmadan önce örmüştür. İçeri bakmadan geri döndüler Müşrikler kapı önünde münâkaşa ederken, içeride Hz. Ebû Bekir endişeye kapıldı. Kâinâtın sultânı efendimiz buyurdu ki: - Yâ Ebâ Bekir! Üzülme! Şüphesiz Allahü teâlâ bizimledir. Müşrikler içeri bakmadan geri döndüler. Mağarada üç gece kalıp, pazartesi gecesi yola çıktılar. Eylül ayının 20 ve Rebî’ul-evvelin 8. pazartesi günü Medîne’de Kubâ köyüne geldiler. O gün, Müslümanların Hicrî şemsî sene başlangıcı oldu. Hz. Ebû Bekir, hazerde ve seferde Resûlullahtan hiç ayrılmadı. Ona her zaman arkadaşlık etti. Her zaman, malını, canını fedâ etmeye hazır hâlde yanında beklerdi. Bedir savaşında bir ara, İslâm askeri zorlanmaya başladı. Bunun üzerine, Peygamber efendimiz, Sa’d ve Sa’îd hazretlerini gönderdi. Sonra Hz. Ebû Zer’i gönderdi. Daha sonra da Hz. Ömer’i gönderdi. Bir saat geçtiği hâlde, zorlanma devam ediyordu. Bunu gören, Hz. Ebû Bekir, kılıcını çekip atına binmek isteyince, Peygamber efendimiz elinden tutup buyurdu: - Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle kalbim kuvvetleniyor. Peygamber efendimiz, Hz. Ebû Bekir’i ağlarken görünce buyurdu ki: - Yâ Ebâ Bekir, ağlama! Arkadaşlığı ve malı, bana, senden daha bereketli olanı yoktur. Hz. Ebû Bekir'in îmânı Hz. Ebû Bekir, diline hâkim olmak, lüzûmsuz hiçbir şey konuşmamak için mübârek ağzına taş koyardı. Mecbûr kalmadıkça aslâ dünya kelâmı konuşmazdı. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Ebû Bekir’in îmânı, bütün mü’minlerin îmânı ile tartılsa, Ebû Bekir’in îmânı ağır gelir.) Peygamber efendimizin ilk halîfesi ve peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmak fazîleti, üstünlüğü, sadece Hz. Ebû Bekir’e nasîb olmuştur. O, dîni kuvvetlendirmek, Peygamber efendimizi memnûn etmek için malını vermekte, düşmana karşı cihâd etmekte, hep önde olmuştur. Hadîd sûresinde meâlen buyuruldu ki: (Mekke-i mükerremenin fethinden önce, malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihten sonra malını dağıtan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahü teâlâ hepsine Cenneti va’detti.) Bu âyet-i kerîmenin, Hz. Ebû Bekir’in fazîletini ve derecesinin yüksekliğini gösterdiğini âlimlerimiz söz birliği ile bildirmişlerdir. Tevbe sûresinde de, önce îmâna gelenlerden, her fazîlette öne geçenlerden, Allahü teâlânın râzı olduğu bildirilmiştir. Tebük gazâsında, Resûlullah, herkesin yardım yapmasını emir buyurunca, herkes malının bir kısmını getirip verdi. Hz. Ömer, her zaman en çok yardımı yapan Hz. Ebû Bekir’i, bu defa geçeyim diye, malının yarısını alıp getirdi. Sonra Hz. Ebû Bekir de malını getirip teslîm etti. Peygamber efendimiz sordu: - Yâ Ömer, evine ne kadar mal bıraktın? - Yâ Resûlallah, bu kadar da eve bıraktım. Allah ve Resulünü bıraktım Sonra Hz. Ebû Bekir’e dönüp sordu: - Yâ Ebâ Bekr, sen evine ne bıraktın? - Yâ Resûlallah, evime birşey bırakmadım. Tamamını buraya getirdim. Onlara Allah ve Resûlünü bıraktım. Resûlullah efendimiz Hz. Ömer’e dönerek buyurdu ki: - İkinizin arasındaki fark, cevaplarınız arasındaki fark kadardır. Hz. Ebû Bekir’in, Peygamber efendimizin vefâtından sonra da çok büyük hizmetleri oldu. Zîrâ Peygamber efendimiz vefât edince, Eshâb-ı kirâmın aklı başından gitti. Mescidde ağlaşmaya başladılar. Hiç kimsenin inanası gelmiyordu. Hele Hz. Ömer tamamen kendinden geçmiş bir hâlde idi. Peygamber efendimizin mübârek yüzüne bakıp diyordu ki: - Resûlullah bayılmış, fakat baygınlığı çok ağır. Ölüm sözünü ağzına almadığı gibi, kimsenin de söylemesini istemiyordu. Dışarı çıkıp dedi ki: - Kim “Resûlullah öldü” derse, kılıcımla boynunu vururum! Resûlullah da vefât edecektir Hz. Ebû Bekir ile Hz. Abbâs’ın Eshâb-ı kirâm arasında bir ağırlığı vardı. Eshâb-ı kirâmı ancak bunlar teskin edebilirdi. Bunun için beraber mescide gittiler. Hz. Ebû Bekir buyurdu ki: - Ey insanlar! Resûlullahın, “Ben vefât etmiyeceğim” dediğini içinizde duyan var mı? - Hayır, böyle bir söz duymadık. Sonra Hz. Ömer’e dönüp sordu: - Yâ Ömer, bu husûsta sen birşey duydun mu? - Hayır duymadım. Sonra Eshâb-ı kirâma dönüp buyurdu ki: - Hiç kimse, Resûlullahın vefât etmiyeceğini söyliyemez. Cenâb-ı Hakka yemîn ederim ki, Resûlullah ölümü tatmış bulunmaktadır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, “Muhakkak, sen de öleceksin, onlar da ölecektir” buyurmaktadır. Resûlullah, İslâmiyetin bütün hükümleri tamamlandıktan sonra, aramızdan ayrıldı. Artık kendimize gelip, defin işlerini tamamlayalım. Sonra, Hz. Abbâs da buna benzer konuşmalar yaptı. Böylece Eshâb-ı kirâmın aklı başlarına geldi. Sevgili Peygamberimiz bir gün Eshâb-ı kirâm ile sohbet ederken, “Şehîdliğin fazîletlerini” anlatıyorlardı. Şehîdlerin şefâ’ati hakkında buyurdu ki: - Kıyâmet gününde şehîdler, mahşer yerine gelirlerken, orada bulunan Peygamberler ayağa kalkarlar. Onlar, çocukları, akrabâları ve dostlarından 70 bin kişiye şefâ’at ederler. Gazânız mübârek olsun Bu sözleri işiten Hz. Nevfel, Resûlullah efendimizden, şehîd olmak için duâ istedi. Resûlullah efendimiz de duâ ettiler. Bir müddet sonra, muhârebeye çıkıldı. Peygamber efendimiz de aralarında bulunuyordu. Bu muhârebe Hz. Nevfel’in duâsından sonraki ilk muhârebe idi. Ve bu muhârebede Hz. Nevfel şehîd düşerek, arzûsuna kavuştu. Peygamber efendimiz ve Eshâbı, muhârebeden dönüyorlardı. Karşılamaya gelenler arasında, Hz. Nevfel’in hanımı, çocukları ve yaşlı annesi vardı. Yaşlı annesi, “Gazânız mübârek olsun” dedikten sonra Resûlullaha, oğlunu sordu. Peygamber efendimizin gözleri nemlendi. Oğlunun şehîdlik haberini vermeye mübârek kalbi dayanamadı. Elleriyle arkayı işâret edip, yoluna devam etti. Hz. Nevfel’in annesi, Peygamber efendimizin hemen arkasından gelen, Allahın arslanı Hz. Ali’ye de aynı şekilde oğlunu sordu. O da şehîdlik haberini veremeyip, arkayı işâret etti. Yaşlı kadın daha sonra, Hz. Ömer’e ve Hz. Osman’a rastladı. Onlara da oğlunun durumunu sordu. Onlar da cevap veremeyip Resûlullahın yaptığı gibi arkayı işâret ettiler. En son gelen Hz. Ebû Bekir idi. Kadıncağız büyük bir ümitle sevgili Peygamberimizin azîz arkadaşına yaklaşarak aynı şeyleri sordu. Hz. Ebû Bekir kendi kendine düşündü: “Yâ Rabbî! Ne kadar zor bir durumdayım. Eğer doğruyu söylersem, mahzûn kalbleri üzmüş olacağım. Bunu yapmaktan sevgili Peygamberimiz çekindi. O’na nasıl aykırı davranabilirim. Sen bana öyle bir şey ilhâm et ki, bu gariplerin yüreği daha fazla yanmasın Allahım!” Yâ Allah!.. Yâ Nevfel!.. Daha sonra, Hz. Ebû Bekir, bütün kalbiyle: - Yâ Allah!.. Yâ Nevfel!.. diye bağırdı. İşte o sırada, yaydan fırlamış ok gibi bir atlı, yıldırım hızıyla yanlarına yetişerek dedi ki: - Buyur yâ Sıddîk, beni mi çağırdın? Bu atlı, Hz. Nevfel’den başkası değildi. Sonra, Cebrâil aleyhisselâm gelip, Peygamber efendimize şunları söyledi: - Yâ Resûlallah! Hak teâlânın selâmı var. “Eğer Peygamberin mağara arkadaşı Sıddîk, bir kere daha (ALLAH) deseydi, yüceliğim hakkı için, bütün şehîdleri diriltirdim. Çünkü, Ebû Bekir, câhiliyye devrinde bile yalan söylememiştir” buyurdu. Bu hâdiseden sonra, Hz. Nevfel senelerce yaşadı. Nihâyet, “Yemâme” cenginde tekrar şehîdlik şerbetini içti. ALLAHU EKBERR
-
gece kuşu abim senin alıntıladığın yazıyı baya bi olmuştu mesaj yazdığımda görmüştüm baay hiddetlenmiştim onun için yazmadım çünkü hem amacımdan gayrı hemde kendimi hataya düşüre bilecek şeyler ayza bilirdim sakin bir kafayla yazmaya karar verdim ama yaşlılık unutu verdik hatırlattığın için sağol ben ce o arkadaşın yaptığı çok yanlış ve aynı zamanda büyük bir cürüm o arkadaşa tavsiyem yaptığının hükmünü bir araştırsın. selamun aleyküm ve rahmetullah kardeş öyle bir varlık ki insan meleklerden daha değerli öncelikle kardeşim Allah(c.c.) yazdığı için sen yapmıyorsun sen yapacağın için Allah(c.c.) yazıyor. Bunu bilmeisde onun ilmi ile gerçekeşir daha önce çok tekrarladım hayatımızda bir çok kez 'beni ne kadarda iyi tanıyorsun, bunu yapacağımı nerden de bildin' gibisinden diyologalr oluşuyor ve buda Allah(c.c.)ın ilminden sadece bir damla ile insan bilmektedir o zaman bizi bizden dahi iyi bilen rabbimiz elbette ne yaapcağımızı önceden bilmiş ve ayzmıştır bu yazdıklarını bizim yapmamızlada kaza yerine gelmiş olur. Misal sen bu mesajını buraya yazmasaydın rabbim kaderine yazmazdı sen yazacağın için rabbim yazdı. Eğer sen bu mesajı yazarken önce yazmayacağım deyip bir düşüncede bulunursan ve sonrada cvazz geçip yazarsan rabbim de kaderine önceden önce yazmayacak vaz geçecek ve yazacak olucaktı yani bizi bizden daha iyi bilen ilmi ile bunu yazıyor. sonra kardeşim elbette bu dünyadaki şerler ve iyiler arsıda tercih yapman içindir başa gelen cefa ve oan sabretme ve isyan etme arasıdan tercih yapman ve kullukta ki yerini belli etmen içindir. elbette böyle bir sınava ihtiyaç yok ancak buda bizim niye cehenneme gidiyorum beni sınav etse idin ben isyan etmezdim diyebilirdik.Ancak şimdi elimzde bir ömür kağıtı ve üzerinde kulluk ve karşılaştığımız durumlardan oluşan sorular var. Kalemimiz kuran ayet hadis silgimizde göz yaşı ve tövbe. Süre ise belirsiz. Cevaplar kısa ama süre bitmeden kalemi bırakmak yok.
- 2.558 cevap
-
- Allahın varlığı
- Allahın yokluğu
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Düzceli Mehmet Kendini bilir belleyen varsın öyle yaşasın lakin gayrısınada karışmasın. Hanifi şafi hanbeli maliki değiştirme falan yoktur. bu mezhepelr ehl-i sünnettendir ve kaynakları ayet ,hadis ve sünnettir.
-
Evet de mübarek benim dediğimden farklı bişey demiyosunki ben sana diyorum ki mezhep kurucular yeni hüküm falan çıkarmazlar Bak kesin hüküm kuran dır değilmi burda hem fikiriz değilmi Hz.Muhammed(sas) de yaşayan kurandır öyle değilmi yani ayetleri nasıl yaşayacağımızı belirtir öyle değilmi. Mezheplerde de bu na aykırı bir şey yoktur. BAkın dediğim gibi uyuylan imamlar değil kaynaklardır ki kendileride kaynakları takip edin demiştir. Yoksa dediğiniz gibi bir durum ortada yok. öyle mezheplerde de
-
Mühendislik Perspektifinden Kıyamet
ahirzaman şurada bir başlık gönderdi: Dini Konular - Din - Dinler
Kıyamet insanlığın ve dünyanın sonudur. Bu son, önemine binaen Kur’ân-ı Kerîm’de teferruatlı anlatılır. Birçok sûrede insanlık bu dehşetli sona karşı şiddetle uyarılır. Allah’ın (cc) kudret ve azametinin tecelli edeceği bu günde, bütün insanlar ölecek ve hemen akabinde diriltilerek hesaba çekilecektir. Âyetlerden anlaşıldığına göre insanlığın ve dünyanın sonunu getiren Kıyamet hâdiseleri muhtemelen önce fizik kanunları çerçevesinde cereyan edecek, daha sonra ise, bütün insanların diriltilmesi ile başlayan safhada bilinen kâinat kanunlarının geçerliliğinin kaldırıldığı bir devir başlayacaktır. Fizik kanunlarının geçerli olduğu ilk safhayla ilgili bazı âyet ve hadîsler dinamik bilimi prensipleri çerçevesinde yorumlanabilir. Bu âyet ve hadîsler bugüne kadar birçok tefsirci tarafından yorumlanmış ve değişik görüşler öne sürülmüştür. Bugünün bilgi birikimiyle yapılan yorumlar ise, öncekilere yeni zenginlikler katabilir. Bütün yorumlar insanların sınırlı ilim ve anlayışı ile yapıldığından, yanılmaların da olabileceği unutulmamalıdır. Bu hakikati gözönüne alan âlimler yorumlarının sonuna “En doğrusunu ancak mutlak ilim sahibi Allah (cc) bilir.” şeklinde not düşmüşlerdir. Zilzal sûresindeki âyetler kıyamet sahnelerini çarpıcı şekilde anlatmaktadır: “Yer o müthiş depremiyle sarsıldığı zaman... Ve yer bağrındaki ağırlıkları çıkardığı zaman...” (Zilzal, 1-2) .1 Burada bahsedilen müthiş deprem bazı volkanik faaliyetlerden kaynaklanabileceği gibi, başka bir gök cismi ile çarpışma neticesinde de vuku bulabilir. Son devrin âlimlerinden Bediüzzaman Said Nursi bu depremi, Dünya’nın başka bir gök cismi ile çarpışmasına bağlamıştır. Yerin ağırlıklarını çıkarmasından bahsedilen ikinci âyet, önceki tefsirlerde2 volkanik hareketlenmelerden ve şiddetli sarsılmalardan dolayı yeraltındaki magma, maden vb. ağır kütlelerin yeryüzüne çıkması, ölülerin kabirlerinden fırlatılıp çıkarılması şeklinde yorumlanmıştır. Dinamik bilimine göre, kütlesi olan ve yerküre tarafından çekilen her cismin bir ağırlığı vardır. O hâlde ağırlıktan kasıt, yeryüzündeki bütün cisimler (insanlar, evler, arabalar vb) olabilir. Bu cisimlerin yeryüzünden yukarıya doğru fırlaması anlatılıyor olabilir. Kıyametin başlangıcında yerçekimi kuvvetinin iptal edilmediği farzedilirse böyle bir fırlatılma mümkün müdür? Şekil 1’de çarpışma senaryosu şematik olarak verilmiştir. Dünya’ya m kütleli bir gök cismi şekildeki doğrultuda (dünyanın dönme ekseni ile d kadar dik uzaklıktaki bir doğru boyunca) v hızıyla yaklaşır ve çarpar. Açısal momentumun korunumu prensibi gereğince çarpışma sonrasında, Dünya’nın dönme yönü ve hızı değişecektir. Şekilde gösterilen doğrultudaki bir çarpma saatin tersi yönünde olan Dünya’nın dönme yönünü de saat yönü olarak değiştirebilir. Dünya’nın dönme yönünü değiştirip açısal hızını çok arttıracak bir çarpışma için m v d çarpımı yeterince büyük olmalıdır. Dünya’mız kendi ekseni etrafında w=1 devir/gün veya 7,27x10-5 rad/s açısal hızına sahiptir ki bu dönme hızı çok düşüktür ve tesiri hissedilmemektedir. Şiddetli çarpışma sonrasında açısal hız artarak cisimler üzerinde büyük merkezkaç kuvvetler oluşmasına yol açabilir. Şekil 2’de Ekvator’da bir insan ve ona tesir eden zıt yönlü çekim kuvveti ve merkezkaç kuvvet gösterilmiştir. Çekim kuvveti mg ile merkezkaç kuvvet mw2R birbirine eşitlenirse elde edilir. g=9,81m/s2 ve Dünya’nın yarıçapı R=6370000m ifadeye yerleştirilirse açısal hız w=1.24x10-3 rad/s olarak bulunur. Bu hız şu andaki hızın 17.06 katıdır. Dönme eksenine yaklaştıkça (kuzeye ve güneye doğru gittikçe) dönme eksenine olan mesafe azalacağı için merkezkaç kuvvet azalacak ve yönü de değiştiği için ağırlığı tamamen yok edemeyecektir. Yaklaşık 17 kat hızın üzerinde bir hızla dönen dünya üzerinde Ekvator’a yakın kısımlarda insanlar havaya uçuşacaktır. Diğer bölgelerde ne olabileceğini tahmin etmek için Şekil 3’e bakalım. Verilen bir q açısı konumunda bulunan bir insana tesir eden atalet kuvveti mw2 Rcosq olur. Bu kuvvetin yere dik bileşeni mw2Rcos2q, yere paralel bileşeni ise, mw2Rcosq sinq olur. Ekvator’dan (q=0o) Kutuplara (q=90o) doğru ilerledikçe dik bileşen maksimum değerinden düzenli azalarak Kutuplarda sıfır olur (q enlem değerini temsil etmektedir). Yere paralel bileşen ise, Ekvator ve Kutuplarda sıfırdır. Kutuplardan başlayarak önce artış gösterir, q=45o için maksimum değerine ulaşır, sonra da azalarak Ekvator’da sıfırlanır. Bu yüzden q=45o konumu önem arz etmektedir. Eğer Ekvator’da ağırlık tamamen kayboluyorsa, q=45o konumunda (ABD’nin kuzeyi, Avrupa, Kazakistan, Moğolistan, Arjantin, Yeni Zelanda vb.) insan yarı ağırlıkta olacak ve yine yarı ağırlıkta yere paralel bir kuvvetle çekilecektir. Bu durum insanın yüzükoyun yere kapaklanmasına yol açabilir. Bu anlatılanları destekleyen başka âyet ve hadîsler de vardır. Kari’a sûresinde “Kari’a. Nedir o Kari’a. Kari’ayı, o kapıları döven ve dehşetiyle kalblere çarpan o kıyamet felaketini sen nereden bileceksin ki? O gün insanlar uçuşan kelebekler gibi şuraya buraya fırlatılırlar. Dağlar atılmış rengarenk yünlere dönerler. Artık kimin tartıları ağır basarsa, memnun kalacağı bir hayata girer. Kimin tartıları da hafif gelirse, onun barınağı da haviye olur. Onun ne olduğunu bilir misin? Haviye bir ateştir, kızgın mı kızgın!” 1 . Bu âyetlerde kelebekler gibi uçuşan insanlardan bahsediliyor Bu uçuşma çok şiddetli çarpışmadan olabileceği gibi, çarpışma sonrasında dönme hızının artması ile savrulmadan da kaynaklanabilir. Tartıların ağır veya hafif gelmesi ifadeleri mecâzî mânâda olsa da maddî ağırlıktaki azalmaya da ince bir işaret vardır. Ekvator’a yakın bölgede havaya uçuşan insanlar tartıları hafif gelenleri temsil etmekte, çarpışmadan kaynaklanan taş ve meteor yağmuru havanın sürtünmesiyle alev topuna dönüşmekte, insanlar bu alevlere doğru uçan kelebeklere benzetilmektedirler. Havaya uçmayan daha emniyetli bölgedeki insanların tartıları ağır gelmiş, uçanlarla karşılaştırıldığında daha az kötü durumdadırlar. Benzer bir işaret Zilzal sûresinin son ayetlerinde geçen “zerre ağırlığınca hayır” ve “zerre ağırlığınca şer” ifadelerinde de mevcuttur çünkü “zerre miktar hayır” yerine “zerre ağırlığınca hayır” ifadeleri tercih edilmiştir. Dağların atılmış yünlere dönmesi hem çarpışmanın şiddeti, hem de açısal hızdaki artma ile ilgili olabilir. Hac sûresinin ilk iki âyetinde ise “Ey İnsanlar! Rabb’inize karşı gelmekten sakının. Gerçekten kıyamet saatinin depremi müthiş bir hâdisedir. Onu göreceğiniz gün… Çocuğunu emziren anne, dehşetten çocuğunu unutup terk eder. Hamile olan her kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş olmuş görürsün, halbuki gerçekte onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allah’ın azabı pek çetindir.”1 buyrulmaktadır. Şiddetli çarpışma ve bilhassa açısal hızın çok artması ile insanlar sarhoş gibi yürümektedirler; ama sarhoş değillerdir, açısal hızın artması denge merkezlerine tesir etmekte ve baş dönmesi yapmaktadır. Bu insanlar muhtemelen Ekvator ve orta bölge arasında veya orta bölge ile kutuplar arasındaki bölgededirler. (Ekvator’dakilerin uçtuğunu ve orta bölgedekilerin yüzükoyun kapaklandığını varsayıyoruz). Hamilelerin korku ve dehşetten çocuklarını düşürmesi3 psikolojik bir izah olmakla beraber, bu konuya tamamen fizikî bir açıklama da getirilebilir. Otobüs anî bir fren yaptığında veya anî bir kalkış yaptığında kendimizi öne veya arkaya doğru çekiliyor hissederiz. Bunun sebebi atalet kuvvetidir ve bu kuvvet, kütlemizle ivmenin çarpımına eşittir. Benzer şekilde şiddetli çarpma ve dönme tesiriyle oluşacak atalet kuvvetleri rahimdeki çocuğu tutan kas kuvvetlerini yenebilir ve düşüklere yol açabilir. Hamileliğin ileri safhalarında uçak yolculuğunun tavsiye edilmemesi bu tip atalet kuvvetlerinden dolayıdır. Âyette geçen “Allah’ın azabı pek çetindir.” ifadesi Kıyametin inanmayanlar üzerine kopacağına işarettir. Bunu teyid eden çok sayıda hadîs de vardır. Nebe sûresi 20. âyette “Dağlar yürütülür, serab olur gider, her taraf dümdüz olur.” 1 buyrulmaktadır. Her tarafın dümdüz olması çarpışmanın şiddeti ile birlikte dönme hızının çok artması ile olabilir. Tekvîr sûresi 6. ayette “Denizler ateşlenip kaynatıldığı zaman” 1 ifadesi geçmektedir. Bu yüzden çarpışma doğrultusu Dünya’nın Güneş etrafında dönerken süpürdüğü eliptik alanın dışından içe doğru seçilmiştir ki (Şekil 1) çarpışma sonrasında lineer momentum korunumundan Dünya Güneş’e yaklaşabilsin. Kıyamet sûresi 7-11. âyetlerde, “Gözler kamaşıp karardığı, Ayın ışığının büsbütün gittiği, Güneş ile Ay yan yana getirildiği zaman… İşte o gün insan der: ‘Var mı kaçacak mekân?’ Hayır, sığınacak hiçbir yer yoktur.” 1 buyrulmaktadır. Bu âyetlerde çarpışmanın tesiriyle Ay’ın Dünya çekiminden kurtulup Güneş’e doğru ilerlemesi anlatılmaktadır. Güneş’e doğru ilerleyen Ay artık, Dünya’ya ışığını yansıtamamakta, bir nevi Ay tutulması olmaktadır. Şiddetli çarpışma ve akabindeki savrulma tesirlerinden dolayı artık emin ve sığınılacak bir mekân kalmamıştır. Târık sûresinin 11-13. âyetlerinde “Andolsun o dönüşlü göğe (semaya), o yarılıp çatlayan yere, kuşkusuz Kur’ân ayırıcı bir sözdür.” 4 ifadesi geçmektedir. Bazı meallerde [1,5] yağmur dolu göğe (semaya) mânâsı da verilmektedir. Eğer “dönüşlü” mânâsı alınırsa, ve sema olarak da atmosfer kabul edilirse, bu, çarpışmadan sonra aşırı hızlanan dünyanın viskoz tesirlerle (akışkan sürtünmesi) atmosferi de zamanla aynı hıza ulaştırarak döndürmesi olarak düşünülebilir. Eğer yağmur mânâsı alınırsa bildiğimiz yağmur olabileceği gibi çarpışmanın tesiriyle kopan taş parçalarına ait bir taş ve meteor yağmuru da kastedilmiş olabilir. Sema kelimesi ile kâinat kastediliyor ise, dönüşlü semanın bir diğer anlamı da kâinatın Big-Bang ile açılmasından sonra kıyamet günü tekrar eski hâline dönüp içine kapanması olabilir. Tâhâ sûresi 105-107. âyetlerde “Bir de sana o gün, dağların durumunu sorarlar. De ki: Rabbim onları darmadağın edecek, ufalayıp savuracak, yerlerini dümdüz, boş vaziyette bırakacak. Orada artık ne iniş, ne yokuş göremeyeceksin” 1 buyrulmaktadır. Şiddetli çarpma ile un ufak olan dağlar, yüksek dönme hızı ile de homojen hâle getirilmekte, çukur ve tümsek kalmamaktadır. İnşikak sûresinin ilk dört âyetinde ise, “Gök yarıldığı zaman… Ve hep yapageldiği gibi, Rabbinin buyruğunu dinlediği zaman…Yer yayılıp dümdüz edildiği, İçindekileri dışarı atıp boşaldığı, Ve hep yapageldiği gibi, Rabb’inin buyruğunu dinlediği zaman…”1 denilmektedir. Buradaki ifadelerde de şiddetli çarpışma ve hızlı dönme senaryosunu destekleyecek açıklamalar mevcuttur. Konu ile ilgili sahih hadîslerde de kuvvetli deliller mevcuttur.Peygamberimiz (sas) buyuruyor: “Güneş, battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz. Batıdan doğunca, insanlar görür ve hepsi de iman eder. Ancak, daha önce inanmamış veya imanın sevkiyle hayır kazanamamış olan hiç kimseye bu iman fayda sağlamaz.” 6 Daha önce de belirttiğimiz gibi çarpışmanın tesiriyle Dünya’nın dönme yönü değişmiştir ve saat yönünde dönmeye başladığı için Güneş artık batıdan doğmaktadır. Güneş’in batıdan doğmasından sonra artık imanın fayda vermemesi, bundan sonra hayatın çok kısa bir süre devam edeceğine işarettir. Dünya’nın dönme yönünü değiştirecek şiddette böyle bir çarpışma, dünyayı, hayatın devamı için elverişsiz hâle getirecektir. Asrın büyük müfessiri ve İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursi, çarpışma ve Güneş’in batıdan doğması ile ilgili şöyle demektedir: 7 “Amma Güneş’in mağripten tuluu (doğması) ise, bedahet derecesinde bir alâmet-i kıyamettir. Ve bedaheti için aklın ihtiyarı ile bağlı olan tevbe kapısını kapayan bir hâdise-i semaviye olduğundan tefsiri ve mânâsı zahirdir, te’vile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu kadar var ki: Allahu a’lem, o tuluunun sebebi zâhirisi küre-i arz kafasının aklı hükmünde olan Kur’ân onun başından çıkmasıyla zemin divane olup, -izn-i İlâhî ile başını başka seyyareye çarpmasıyla hareketinden geri dönüp- garbden şarka olan seyahatini irade-i Rabbani ile şarktan garba tebdil etmekle Güneş garbden tulua başlar.” Güneşin kıyamet alâmeti olarak batıdan doğması açıkça Kur’ân-ı Kerîm’de geçmese de buna dâir işaret bulunabilir. Hazreti İbrahim’in (as) Nemrut ile münazarası Bakara sûresi 258. âyette şöyle ifade edilir: “Allah kendisine hükümranlık verdiği için şımararak, Rabbi hakkında İbrahim ile tartışan kişinin hâline bir baksana! İbrahim ona: ‘Benim Rabbim hayatı veren ve hayatı alandır’ deyince O: ‘Ben de yaşatır ve öldürürüm.’ dedi. Bunun üzerine İbrahim: ‘İşte Allah Güneş’i doğudan doğuruyor, haydi sen de batıdan doğdur bakalım.’ der demez kafir donakaldı” 1. Bu âyette Güneş’in doğuş yönünü değiştirecek derecede büyük bir kudretin ancak Rab olabileceği ima edilmektedir ve kıyamette de Âlemlerin Rabbi bunu yapacaktır, misâl boşuna verilmemiştir. Dünyanın dönme hızının artmasına işaret eden sahih bir hadîs şöyledir “Zaman yakınlaşmadıkça kıyamet kopmaz. Bu yakınlaşma öyle olur ki, bir yıl bir ay gibi, ay bir hafta gibi, hafta da bir gün gibi, gün saat gibi, saat de bir çıra tutuşması gibi (kısa) olur” .8 Zamanın yakınlaşması tabiri için eski yorumlarda8 zamanın bereketinin azlığı, faydasının azalması, insanların karşılaştıkları musibetlere ilgileri ve kalblerinin büyük fitnelerle meşguliyeti gibi sebeplerle gece ve gündüzlerinin nasıl geçtiğini idrak edememeleri şeklinde mecâzî yorumlar yapılmışsa da, bu yorumlara hiç gerek olmadan zâhiri mânâ fizik prensipleri ile kolaylıkla izah edilebilmektedir. Bir günün 1 saate inmesi demek dünyanın kendi ekseni etrafında dönme hızının 24 katına çıkması demektir. Hızın yaklaşık 17 katı geçmesi durumunda Ekvator’da bulunanların havaya savrulacağını belirtmiştik. Bir yılın 1 aya inmesi ile kastedilen ise Güneş’e yaklaşan Dünya’nın Güneş etrafındaki turunu daha kısa sürede tamamlaması olabilir. Ebu Hureyre’den (ra) gelen bir hadîs rivayetinde “Kıyamet günü insanlar üç sınıf olarak haşrolunurlar: Yayalar sınıfı, binekliler sınıfı, yüzüstü sürünenler sınıfı” Aleyhissalatu Vesselam’a soruldu: “Ey Allah’ın Resulü! Bunlar yüzleri üzerine nasıl yürürler?” Şu cevabı verdiler: “Onları ayakları üzerine yürüten Zât-ı Zülcelâl, yüzleri üzerine yürütmeye de kâdirdir. Ancak bilesiniz, bu yüzleri üstü yürüyenler, önlerine çıkan her engele, her dikene karşı kendilerini yüzleriyle korumaya çalışırlar.” 9 Bu sahneler fizik kurallarının bittiği, gelmiş geçmiş bütün insanların diriltildiği bir ana ait gibi gözükmekle birlikte, kıyametin başlangıç safhalarına da işaret ediyor olabilir. Eğer böyleyse, binekliler havada uçuşan Ekvator civarındaki insanları, yüzüstü sürünenler Kuzey ve Güney Yarımküre’nin orta bölgelerini, yayalar ise Ekvator’la orta bölge arasında veya orta bölge ile Kutuplar arasında kalan insanları temsil edebilir. Yüzüstü sürünenler hadîsin ifadesiyle bir zorlama ile bu şekilde hareket etmektedirler. Merkezkaç kuvvetin yere paralel bileşeninin ağırlığın yarısına ulaştığı ve insan ağırlığının yarı yarıya azaldığı orta bölgelerde böyle bir durum ortaya çıkabilir. Başka bir hadîste Allah Rasulü (as) buyuruyor: “Kıyamet gününde semiz, iri bir adam gelecek. Fakat Allah indinde bir sivrisineğin kanadı kadar ağırlığı olmayacaktır.” 10 Ağırlığının olmaması Allah katında hiçbir kıymeti olmaması şeklinde yorumlanmıştır. Yukarıdaki açıklamaların ışığında gerçekten maddî ağırlığının olmaması da düşünülebilir. En doğrusunu ancak kıyamet gününün sahibi bilir. _______________ Dipnotlar 1. Prof. Dr. Suat Yıldırım, ’ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meali, Işık Yayınları, 2002. 2. Prof. Dr. Davut Aydüz, Kısa Sûrelerin Tefsiri, Işık yayınları, 2004. 3. Seyyid Kutub, Kur’ân’da Kıyamet Sahneleri, Hilal yayınları. 4. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Cilt 9, Feza Gazetecilik. 5. Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlamı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1986. 6. Prof. Dr. İbrahim Canan, Hâdis Ansiklopedisi, Kütüb-i Sitte, Cilt 14, Feza Gazetecilik [buhari, Rikak 39, İstiska 27, Zekat 9; Müslim, İman 248, (157); Ebu Davud, Melahim 12, (4312)]. 7. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Yirminci Mesele. 8. Prof. Dr. İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, Kütüb-i Sitte, Cilt 14, Feza Gazetecilik [Tirmizi, Zühd 24, (2333)]. 9. Prof. Dr. İbrahim Canan, Hâdis Ansiklopedisi, Kütüb-i Sitte, Cilt 14, Feza Gazetecilik [Tirmizi, Tefsir Beni İsrail (İsra), (3141)]. 10. Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Cilt 11, (2785). -
5 yaşındaki minik Furkan Kur’an’ı 3 ayda hatmetti
ahirzaman şurada cevap verdi: berceste başlık Dini Konular - Din - Dinler
Allah razı olsun Allah o evladı evliya etsin inşallah -
dread kardeşim sizin dediğiniz gibi gerçek sünnet ve sahih hadis konusu yaptıklarının kaynağını güvenilirliği önemlidir ki bu büyük alimler bizi değil kaynakları örnek alın demişlerdir yaptıkları fiilin dinde hadis ayet olarak bir açıklamasını yaparlar bakın sadece ayet ve ya hadis konusunda vs. kısacası ameli ve fıkhi anlamda yorum farklılığı vardır. yani yeni bir hüküm gibi bir şey ortada yok.
-
şüheda kardeş tekrarlıyorum ben ihlas açısından dedim sonuçta avatar konusunda insanlar özgürdür bilmiyorum yazdıkalrımı okudunmu ihlas açısından avatar dedim eğer kaldırman gerektiğini görürsen kaldırırsın sonuçta sana kalmış bişii.
-
Dört mezhep hakkında Biline ki: Meşhur dört mezhebi tutmanın büyük faydası, hepsini birden terketmenin (mezhepsizliğin) de madde madde açıklıyacağımız vechile geniş zararı vardır: 1. İlk müslüman âlimleri (selef) dini öğrenme mevzuunda, kendilerinden öncekilere dayanmış, onlardan faydalanmışlardır. Bu cümleden olarak tâbiûn ashaba, tebeu't-tabiîn, tâbîûna... böylece her devrin âlimleri daha öncekilere başvurup onlardan istifade etmişlerdir. Akıl da bu davranışın iyi olduğuna hükmeder. Çünkü şeriat ancak nakil ve istinbat (delillerden hüküm çıkarmak) yoluyla öğrenilebilir. Nakil ise ancak sonra gelenlerin daha öncekilerden, irtibat kurup ilim almalarıyla mümkün olur. İstinbat daha öncekilerin mezhep ve görüşlerini bilmeye muhtaçtır. Ancak bu sayede müctehid, ilmini daha öncekilerin attığı temeller üzerine kurar, icmâa aykırı hükümden sakınma imkânını bulur. Zâten bütün ilim ve zanaatlar, sarf-nahiv (gramer), tıp, şiir, demircilik, marangozluk, kuyumculuk... bunları öğrenmek isteyen herkesin, ehil ve üstadlarına müracaatları, önlerinde dirsek çürütmeleriyle elde edilmiştir. Bunun istisnası mantıken mümkün ise de çok nadir olarak vukû bulmuştur. İmdi selefin görüş ve emek mahsûlüne itimat ve ihtiyacın zarureti böylece sâbit olmuştur. Yalnız, bunlara dayanabilmek için bazı şartlar vardır: a) Sözleri sahih bir senedle rivâyet edilmiş olmalı, Veya meşhur kitaplarda yazılı bulunmalı, c) Sözlerin çeşitli ihtimallerinden biri tercih edilmek, bazı mevzulardaki umumi hükümlerin tahsisleri yapılmış olmak, mutlak olanları kayıt ve şartlarına bağlanmak gibi hizmet görmüş olmalı, d) Hükümlerin illet (esbâb-ı mücibe) leri açıklanmalı. e) İhtilaflı olanlar bir araya getirilmeli, farklılığın sebepleri açıklanarak kullanılır hale getirilmelidir. Şu son zamanlarda işte bu şartları kendisinde toplayan dört mezhepten başka mezhep yoktur. İmamiyye ve Zeydiyye mezhepleri ileri sürülebilirse de onlar bid'at ehlinden olduğu için sözlerine istinat edilemez. 2. Rasûl-i Ekrem (s.a.): "Cemaate (şuurlu çoğunluğa) uyunuz" buyurmuşlardır. Mezkür dört mezhepden başka hak mezhepler tarihe karıştığından, ancak bu dördüne uymak cemaate uymak olur, bunların dışında kalmak ise cemaati terketmek demektir. 3. Asr-ı saadetten bu yana asırlar geçtiği, imanların ateşi söndüğü ve emanetlere riayet edilmediği devrimizde; nefislerine uyan müftüler ve günahkâr kadılar gibi kötü âlimlerin sözlerine dayanarak câiz değildir. Bunlar söylediklerini; seleften, dindarlık ve güvenilir olmakla meşhur zevatın görüşlerine, açıkça veya delâlet yoluyla dayandırmadıkça kendilerine itimat edilemez. Ancak selefin sözleri muhafaza edilip onlara istinat edilir, yoksa ictihadın şartlarını kendisinde topladığı bizce meçhul olan kişilerin sözlerine değil. Selefin mezheplerine bağlı bulunan mütehassıs âlimlerin izah ve görüşlerini; selef âlimlerinin kitap ve sünnetten elde ettikleri sözlerine uygun bulursak alırız, değilse asla. Hz. Ömer (r. a) ın şu sözü işte bu anlayışı ifade eder: "Münafıkın kitapla uğraşması (mücadelesi) bu dini yıkar." İbn Mesud da şöyle der: "Kim birisine uyacaksa geçenlere (selefe) uysun." KAYNAK: IKDU'L-CÎD RİSÂLESİ ŞAH VELİYYULLAH DİHLEVİ İbn Hazm'ın taklîd aleyhindeki görüşü İbn Hazm bu mevzuda farklı düşünerek şöyle der: "Taklîd haramdır. Hiçbir kimse için, Rasûl-i Ekrem (s. a.) den başka birinin görüşüne, delilsiz olarak uymak helâl olmaz." İbn Hazm'ın ileri sürdüğü deliller: 1. Âyetler: a) "Siz, Rabbiniz tarafından vahyedilene uyun, ondan başka dostlara uymayın" [1]. "Onlara: Allah'ın gönderdiğine uyun dendiği zaman onlar, biz babalarımızı ne üzere bulduysak ona uyarız, derler"[2]. c) Allah taklîd etmeyenleri medhederek şöyle buyuruyor: "O kullarımı müjdele ki; sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. Allah'ın hidâyete ilettikleri bunlardır, tam akıllı insanlar da bunlardır"[3]. d) "Birşeyde ihtilâf ederseniz, eğer Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, onu Allah'a ve Rasûle döndürün (âyet ve hadislere başvurarak çözümleyin)"[4]. Bu âyete göre Allah Taâlâ, ihtilafa düşüldüğünde, Kitab ve sünneti bırakıp birisine başvurmaya izin vermiyor, herhangi bir kimsenin sözü kitap ve sünnet olmadığından ona müracaatı haram kılıyor. 2. Diğer deliller: a) Ashab, tâbiûn ve tebeu't-tabiîn zümrelerinin tümü şu mevzuda ittifak etmişlerdir: Bir kimsenin, kendilerinden veya daha öncekilerden birine yönelip, yalnız onun sözlerinin tümünü alması memnûdur, böyle bir davranıştan uzak kalınmalıdır. İmdi İmam Ebu Hanife, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed (r.h.) tan birisinin bütün sözlerini alıp, diğerlerini terkeden, muayyen bir insanın görüş ve anlayış süzgecinden geçirmeksizin kitap ve sünnet ile amel etmeyen kimse icmâa aykırı hareket etmiş olur. Bu böyledir, kesindir, şüpheye mahal yoktur. Bunu yapan kendisine, üç mübarek devir içinde ne bir imam, ne de bir örnek bulabilir. Dolayasıyla (o) müminlerin yolundan başkasına gitmiş olur ki, böyle bir durumdan Allah'a sığınırız. b ) Bütün meşhur fakihler kendilerini veya başkalarını taklîdi menetmişlerdir. Buna göre onları taklîd edenler bizzat imamlarına muhalefet etmiş olurlar. c) Keza taklid hususunda bu fakihleri; Ömer b. Hattâb, Ali b. Ebu Tâlib, İbn Mesud, İbn Ömer, İbn Abbas (r.a.) yahut müminlerin annesi Âişe (r.a.) dan üstün kılan bir sebep mi vardır? Eğer taklîd câiz olsaydı, bunlardan herhangi birine uymak başkalarına uymaktan daha evlâ olurdu..." İbn Hazm'a cevap İbn Hazm'ın bu sözleri (avâm için değil) ancak şu vasıftaki kişiler için uygun olabilir: 1. Bir meselede bile olsa kendisinde ictihad kudreti bulunan kimsedir. 2. Veya şunları bilen kişidir: a) Rasûl-i Ekrem (s.a.) kat'î olarak bir hususu emretmiştir veya yasak kılmıştır. b ) Bu emir veya yasak mensûh değildir.[1] Bunu da ya bütün hadisler ile bu mevzudaki uygun ve aykırı görüş sahiplerinin sözlerini inceleyip, neshin olmadığını tesbit etmek suretiyle bilir, yahut da büyük bir âlimler topluluğunun mezkûr hadisle amel ettiğini, aykırı ictihad sahibinin ise ancak kıyas ve benzeriyle amel eylediğini görmekle öğrenir. Bu durumda hadise aykırı hareketin sebebi ya gizli bir münafıklık yahut da açık bir ahmaklık olabilir. İzzüddin b. Abdüsselâm da aşağıdaki sözleriyle buna işaret ediyor: "Mukallid fakihlerin şu hareketi cidden insanı hayrete düşürür: Onlardan herhangi biri, imamının görüşünün zayıflığına vâkıf olur, bu zayıflığı giderecek hiçbir şey de bulamaz, fakat buna rağmen o, imamını taklîde saplanıp kaldığı için Kitap, sünnet ve sahih kıyasların, görüşlerini takviye ettiği imamların mezhebini tekreder de yine kendi imamının o zayıf ictihadını taklîd eder. Hatta Kitap ve sünnetin açık delâletini reddetmek için çareler arar, imamını müdafaa için bâtıl ve uzak te'villere girişir, olmadık yorumlar yapar. Bu mezheplerle onların mutaassıp sâlikleri ortaya çıkıncaya kadar, hak dinî meselelerini rasladığı herhangi (mezhep ve ictihad sahibi) bir âlime sorar ve kimse de bunu yadırgamazdı. Halbuki bu mutaassıplar,imamlarının ictihadı delillerden uzak da olsa, sanki onlar birer peygambermiş gibi, her dediklerine taklidle sarılırlar. Bu ise, hiçbir akıl sahibinin tasvip edemeyeceği, bir sapmadan ibarettir." İmam Ebu Şâme de şöyle der: "Fıkıhla meşgul olan bir kimseye, tek bir imamın mezhebine bağlanıp kalmamak yakışır. O her meselede Kitap ve sünnetin muhkem naslarına en yakın olan görüşün isabetli olduğuna inanmalıdır. Temel ilimleri edinmiş bir kimse için de bu kolaydır. Böyle bir kimse taassuptan uzak kalmalı, hilâf ve münakaşa yollarına sapmamalıdır; çünkü bunlar zamanı öldürür ve sâfı bulandırır. İmam Şâfiî'nin, kendini ve başkalarını taklîd etmeyi menettiği sahih olarak nakledilmiştir. Talebesi Müzenî, Muhtasar'ının başında şöyle der: 'Bu kitabı, Şâfiî'nin ilminden özetledim. Faydalanmak isteyenlerin istifadelerine yaklaştırdım. Bununla beraber İmam Şâfiî'nin gerek kendini ve gerekse başkalarını taklidi yasak ettiğini; maksadı da, herkesin kendi dinî hayatında bizzat düşünmesi ve ihtiyatlı hareket etmesi olduğunu bildiririm.' (Yani kim Şâfiî'nin ilminden faydalanmak isterse bilsin ki Şâfiî taklidi menediyor.)" 2. (İbn Hazm'in sözlerine uygun düşenlerin ikincisi): Fakihlerden muayyen birini taklîd eden, imamının yanılmayacağı ve her dediğinin muhakkak doğru olacağı kanaatinde bulunan, imamının ictihadına aykırı bir delil ortaya çıksa bile onu terketmemek niyyeti kalbinde gömülü olan kimsedir (böyle olan avâmdır). Tirmizî'nin Adiy b. Hatim'den rivayet ettiği şu hadis buna işaret eder: Adiyy der ki: Rasûl-i Ekrem (s.a.) şu âyeti okurken işittim: "Onlar din âlimlerini ve râhiplerini Allah'tan gayri tanrılar edinmişlerdi"[2]. (Efendimiz bu âyeti okuduktan sonra şöyle) buyurdular: Bunlar o din adamlarına ve rahiplere tapmıyorlardı. Ancak onlar bir şeye helâl deyince halâl kabul ediyor, haram deyince de haram biliyorlardı. 3. Bir Hanefînin, Şâfiî bir fakihten (veya tersine) fetva sormasını câiz görmeyen yahut bir Hanefînin namazda Şâfiî imama uymasını tecviz etmeyen kimsedir. Çünkü böyle birisi, ilk üç asrın icmâına muhalefet etmiş, sahabe ve tâbiûnun yapmadığını yapmış olur. İşte İbn Hazm'in sözleri (taklîdin caiz olmaması) bu üç sınıfa uygun olup, şu gibilere ait olamaz: Dinini ancak peygamberinin sözlerinden alan, yalnız Allah ve Rasûlünün haram dediğini haram, helâl kıldığını helâl bilen... Ancak, böyle olan bir kimse, Rasûlüllah (s.a.) in ne buyurduğunu bilemeyince, sözleri arasında birbirini tutmaz gibi görünenleri telif etmeyi beceremeyince, onun kelâmından hüküm çıkarmaya gücü yetmeyince sâlih ve kâmil bir âlime tâbi olur. Onun fetva ve sözünü olduğu gibi isabetli kabul eder; böylece de Rasûlüllah'ın (s.a.) sünnetine uymuş olur. Eğer zan ve kanaatinin aksi doğru olarak ortaya çıkarsa derhal onu terkeder, ne ısrar eder, ne de direnir. Bunu kim reddedebilir ki, Rasûl-i Ekrem (s.a.) zamanından bu yana fetva sorma işi devam edegelmiştir. Bu hususta ittifak bulunduktan sonra, devamlı olarak birinden sormakla, bazan sormak arasında bir fark yoktur. Buna nasıl itiraz edilebilir ki biz, kim olursa olsun bir fakihe "Allah ona fıkıh ilmini vahyetti, bize de ona itaatı farz kıldı" diye inanmıyoruz. Eğer biz onlardan birine uyuyorsak bu, o âlimin Kitap ve sünneti bildiğine inancımızdan oluyor. Bu âlimin sözü de: a) Ya Kitap ve sünnette açıkça vardır, oradan almıştır. b ) Veya bu ikisinden, bir ictihad metoduyla çıkarmıştır. c) Yahut da bir hükmün, herhangi bir şekilde bir illete bağlı olduğunu karinelerle anlamış, bu anlayışını kalbi de tasdik etmiş, hakkında nass bulunmayan meseleyi (o illetle) nass bulunana kıyas eylemiştir. Böylece mezkür âlim sanki şöyle demektedir: "Ben öyle sanıyorum ki Rasûlüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Bu illeti nerede bulursan orada hüküm de aynıdır." Şu halde kıyas edilen de bu umumi hükmün içindedir. Öyleyse bu da Rasûlüllah (s.a.) e ait olur. Fakat bu hükme varış yollarında kesinlik değil, zan vardır. İşte inanç bu olmasaydı hiçbir mümin, bir müctehidi taklid etmezdi. (Çünkü dinde ancak peygamber tebliğ sahibidir.) İmdi, itaatı bize farz olan hatadan korunmuş Peygamberden (s.a.), sağlam bir senedle bir hadis bize kadar gelir, bu da mezhebe aykırı olursa, biz de bu hadisi terkeder o zanna tâbi olursak bizden daha zâlim kim olabilir?! İnsanların, âlemlerin Rabbı huzuruna varıp durduklarında biz ne gibi bir mazaret ileri sürebiliriz!? [1] Yürürlükten kaldırılmamıştır [2] et-Tevbe, 9/32.
-
Türban meselesinin çözüm yolu budur.
ahirzaman şurada cevap verdi: Evrensel başlık Dini Konular - Din - Dinler
Damaien kardeşim yazdıklarınıza bir itirazım yok ancak bu güngü geneli müslüman olan ülkelerin yönetim biçiminin hakmış gib görülmesi ve eleştirilmesine karşıyım unutmayalım ki Asr-ı saadette müslümanlar ile müslüman olmayanlar birlikte yaşadılar ve onlar için ayrı hükümler uygulandı müslümanın uyması gerekn hususlar değil ve unutmayalımki bu çok güzel bir husus. saygılar -
Türban meselesinin çözüm yolu budur.
ahirzaman şurada cevap verdi: Evrensel başlık Dini Konular - Din - Dinler
Evrensel kardeşim bencede özgür olmalıdır insanlar ancak yazını tamamaına katılıyorum anlamının çıkarma sadece o kısmına katılıyorum. Bakın elbette bazı sorunalr çıkıyodur doğru ancak şöyle söylim Türkiye İslama göre yönetilmiyor ve dünyada hiç bir ülke islama göre yönetilmiyor. Ancak unutmayın sözde de olsa türkiyenin %99 müslüman yazarken bunun göz ardı etmişiniz. Cami toplumun bir ihtiyacıdır camiye ihtiyaç olunca cami yapılır. Banaane elin avrupalısı ibadet etmiyorsa o onun dinidir bu benim inancım. bakın şunu söyliyeyim ülkemizde öyle mekanalr ilçeler varki biri çıkıp dükkanına besmele yazsa adamın yüzünede bakmazlar küçükde görürler ve sorduğunda müslümanım derler bilmiyorum öyle yerlerde ezaman okunması ezan sesinin yükselmesi ne kadar doğru eğer bir kaç kişi varsa orda camiye ihtiyaç duyan yapılır ancak bence devletin bu tutumu yanlış eğer amacı dinini duyurmakasa o zaman önce iman hakikatlerine önem versin önem verenlere yardım etsin içi boş duran Allah sesleri yükselmeyen bir cami hiç bir işe yaramaz israftır. -
Aleyküm selam ve rahmetullah Allah cümlemizden razı olsun inşallah Allah amacımıza nail etsin inşallah
-
Aleyküm selam ve rahmetullah Bakın arkadaşlar defalarca söyledim ancak neden tekrarlanıyor anlamadım Ben ihlas açısından avatar dedim ve bu bir din hükmü değildir ne haddime öyle bir hüküm vermek eğr dediğime katılırsanız ve isterseniz değiştirisiniz avatarınızı yoksa ben phlegm kardeşim gibi avatara bakıp hüküm çıkarmam sizin avatarınıza söz etmek üstelik ne haddime ayrıca selef kardeşim şahsi fikrimi sorarsan biliyorsun ben yakıştırmıyorum ama şahsi fikrimdir ve sadece ihlastaki ihtimal üzerine nedenlerinide yazd maya çalıştım bercestenin dediği gibi sana hoş geliyosa söze ne hacet lütfen dikkat edelim bu sadece ihla açısından avatar üzerine ayzdığım bir GÖRÜŞÜMDÜR ve çok önem liolduğunu ve sorumluluk duygusula yazdığım Rabbim biliyor kul bilmesede olur. ayrıca phlegm kardeşim burdada bir çok yerde de şundan bahsettim Korku ve ümit çizgisi arası “ Yüce ALLAH rahmetini yüz parçaya böldü. Bir parçasını dünyadaki varlıklar arasında paylaştırdı. Bunun tecellisini her varlıkta görebilirsiniz. Hayvanlarda bile. Hani, bir hayvan yavrusunu emzirirken incinmesin diye ayağını kaldırır ve rahatça emmesini sağlar ya ; işte bu o rahmetin eseridir. Bütün vahşi hayvanlar o rahmet ile yavrularına şefkat gösterir, onları korur, besler ve büyütür. Yüce ALLAH kıyamet günü bu bir rahmeti doksan dokuz rahmetiyle birleştirip halka öyle rahmet eder. “ Abdullah İbnu Mes'ud radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: "Sinek başı kadar bile olsa, gözünden Allah korkusuyla yaş çıkan ve bu yaşı yanak yumrusuna değecek kadar akan hiçbir mü'min kul yoktur ki, Allah onu (ebedi) ateşe haram etmesin!" bu hadislere elbette katılıyorum ve bütün yüreğimle amel etmeye çalışıyorum ki kardeşim Ayrıca Allah resulü allahın merhametinin gazabı aştığını ifade etmiştir. Ancak kardeşim bu aflar öyle yat arkana yaslan Allah affedicidir demekle olmuyor Günahdaki pişmanlık Allah korkusu ve afffı istmekteki ümit, vuslata hasret bunlardan gayrısıda Gözleri yaşartamaz. Avatarıma gelince belliki sen etkilenmiyorsun sadece başkalarının etkilendiğini düşünüyorsun. Ki eğer etkilenme cehenemi ölümü hatırlayıp korkmaksa ne güzelki korkuyor buna rağmen hak yolda amel etmiyorsa bu onun iki yüzlülüğünü gösterir ve sorumlulukdan kaçmaya çalışıyo demektir. Ama onun dışında eğer nedeniyle ikan ederlerse beni avatarımın dinden soğuttuğunu borcumdur biiznillah değiştiririm ama ne koyarım bilmiyom pek aklımda bişi yok Bakınız kidin isterseniz bir araştırma yapın Allah korkusnun inanaca bir zararı varmıdır diye tam tersine.. Bakınınz ahir zaman la ile ilgili Allah resulü şöyle buyuruyor 'imanı elinde tutmak kor ateşi elinde tutmakdan daha zor olacaktır' ahirzaman yazısının arkasındaki ateş cehennemi değil ahir zamanı hatırlatmak için koydum ama varsın cehennemden korksun bakın cehenemden korkarsanız inşallah cehennemden uzaklaşırsınız. Bakın daha iyi kendimi ifade edebilmek için Hz.Yakup dan bahsedeceğim inşallah Bakın Hz.yakup sürekli ağlarmış ve onda rabbinden bri müjde niçin ağlarsın yakup okdar eğer ağlaman cennet içinse o sana çoktan verildi eğer cehennem için se o senden çoktan kaçırıldı Hz.YAkup hayırr. sen bendesin ben sende sanadır özlemimde onun için.. belkide bu bir menkıbe on un için asıl aranmaz verdiği mesaja bakılır. Allah(cc) insanın her tavrını her ahreketini adım adım takip eder yani haberdardır. Rahmete bir adım geldiğimizi fark etse hemen açar rahmet kapılarını ama iş o rahmet kapılarını açmaktadır. BU kapıda yan gelip yatarak açılmaz aşındırılmaz. Allah hepimize rahmet eylesin inşallah(amin) bakınız bir kimse ölüm ve cehennemin dehşetinden korkuyor ve bir teselli bulmak için üstad bediiüzzamandan teselli istemeye gidiyor ve üstad ona neden korkuyorsunki neden titreyeceksin titreyecek demiş. Bakınız Allaha verilecek olan hesaptan korkmak ve bundan dolayı utanmak mahçup olmak bu mahçuplukla dilenmek rahmet yokmuş gibi davranmak değildir Ki eğer rahmet olmasaydı ben bu kadar günahı eriteceğim ihtimali olmazdı vede aynen devam etmeye teşvik olmuş olurdu insan. yapılan suçlamalar beni tanımadan yazılmış(bence) ama önemlşi değil bazı hususları tekrar etme şansımızı oluşturacak bi tevafuk olmuş. bakın bir müslüman ilim yönünden tasavvuf yönünden hayli ilerlemiş ve talebelerini eğitmiş öyleki talebeleri ilmi ile kişiye bakınca ALLAHIN İZNİ İLE onların durumunu semada görür olmuşlar ve hocalarına bakınca görmüşlerki semada adı şaki olarak yazılıdır ve birer birer terk etmiş ancak sadece biri hocasına sadakatten terk etmiyor hocası diğer talebeleri sorunca ilkin söylemiyor ısrar edincede durumu anlatıyor hocasıda ben sizin gördüğünüzü 40 yıldır görüyorum ama Allah akpısından başka yalvaracak günahını affettirecek kapımı vardırki der ve semadaki şiki adı silinir ve salih müslüman olarak yazılır. Mevlam inşallah phlegm kardeşime ve cümlemize düşündüğümüz şekilde amel etmeyi ve Allahın rahmeti ile merhamet edilmeyi nasip etsin
-
Muhkem ve Müteşabih ayetler vardır tabiki Al-i imran 7- Sana bu kitabı indiren O'dur. Bunun âyetlerinden bir kısmı muhkemdir ki, bu âyetler, kitabın anası (aslı) demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyflerine göre te'vil yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler. Halbuki onun te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez. İlimde uzman olanlar, "Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır." derler. Üstün akıllılardan başkası da derin düşünmez. ancak paintaidar a bir sorum olucak (haşa) kuranı kendi kafasından uydurarak yazdı ise Efendimiz(sas) ve herkesin de kendisine her dediğine kayıtsız büyük bir imanla bağlı olmasına rağmen neden böyle bir ayet koymuş istediği şekilde inadıra bildiği halde yoksa bi koşu gelceği görmüşte öyle mi yazmış?? senin dediğin hususlarda zaten fikrimi biliyorsun Kelamda hitaplar vardır misal yahudinin sorularına cevap verirken cevap kelam dan gelir ve deki ey muhammed................. gibi gibi ESHQIYA Neden elçi (peygamber ilahi kitap) buna lütfen hikaye demeyin cevabı karşılıyormu onabakın sen bir evde oturoyorsun bir odada bir an bir ses işittin sonra fark ettinki bu kapının sesi o anda sana sorsa biri yada sen kendi içinde bu soruyu kendine yöneltsen desenki şuan şu kapıyı kim çaldı bi cevap alırmısın tabiki alamassın bileceğin tek şey şudur dışarda biri var onun da benim kapımı çalmaya gücü yeter onun dışında dediğin her şey ya tutar ya tutmaz sen bilemssin kapıyı öçalan sarışınmı esmermi kısamı uzunmu ama işte senin cevabın ertesi gün bir arkadaşın gelse deseki senin kapını çalan şöyle biridir senden şunu şunu ister senin bir durumdan haber dar eder Bakın kardeşlerim o gücünü sana gösteren Allah celle celalüdür o sana kendini anlatması içinde gönderdiği onun elçisidir kuranıdır yani seni senden haberdar için bir rahmet göndermiştir.Bu misal Hz. muhammed (sas) içinde geçerlidir. Elbette buna ihtiyacı yok yanlız unutmayın bu bir imtihan ömrü sır ile dolu. Sonra kitapları değiştiren Allah değildir insanlar kendi çıkarlarına göre değiştirmiştir. Hakkın bunları önceden yazması hususuna girmeye gerek yok sanırım bir de şu var diğer dinlerde kiitaplarda olmayan ancak Kuranda olan hususlarda olabilir ancak bunda da bir denge vardır cenabı hak nasıl isterse mülkünden öyle tassarruf eder Allah kullarını istediği şekilde sorumlu tutar neden şarap sonradan ahram oldu neden önceden oruç böyle idi vs. demeye gerekyok Sonuçta hiç bir sınavın sorularını öğrenci hazırlamaz türkiyenin sisteminde oluyo ama bu ömür imtihanında böyle bir durum yok soruları cevaplamak yerine boşu boşuna sorulara itiraz etmekde sadece kurtuluşu erteler. Bakarsın sınavın süresi biter
-
Ağlayı Ağlayı Uzat bana da elini Savur narımın külünü Gönül bahçeme gülümü Dikem ağlayı ağlayı TUTUŞATIM BEN HARINDA HEM NARINDA HEM NURUNDA OL MÜBAREK HUZURUNDA ÇÖKEM AĞLAYI AĞLAYI Vuslattayken kelam eyle Haretteyken selam eyle Nur yolunu belam eyle Çekem ağlayı ağlayı Yılanlar girmiş koynuma Türlü engeller yoluma Aşk kemendini boynuma Takam ağlayı ağlayı http://www.hemenpaylas.com/download/101006...aglayi.wma.html
-
Doğrusunu söylicem haksöz kardeşim kişiliğine lafım olamaz ama doğrusunu söylemek gerekirse mesajlarının silinmesine üzülmedim ve sevindim içimden geçeni söylüyorum nedenini müslüman kardeşlerim anlamıştır sende kişiliğin ile alkası olmadığını anla yeter
-
..............AYKIRI GÖRÜŞLER.............
ahirzaman şurada cevap verdi: shankara başlık Dini Konular - Din - Dinler
Bilimselci kardeşim alemsin valla ii hoş fikirlerinize saygı duyarızda suyun olduğunu kabul etmeyen nasıl yüzüleceği hakkında yorum yapabilirmi yaw... yapsa ne kadar tutarlı olur. Bak kardeşim açlık olmasaydı tokluk olmazdı yani her şey zıtlığı ile anlaşılır. Şeytanın şerri ve insan ları saptırması olmasa kim iyi kim kötü nasıl ayırt edecektik Allah ilmi ile ayırt ederdi de biz nasıl ika olacaktık.Öyle değilmi Üstelik şeytanın olması herkesin zararına değildir.Her nekadarda çoğu insan şükre der olmasada bunu bir misalle anlaya biliriz örneğin yağmur yağmurun bir çok fayda sı vardır ancak şemsiyesiz korumasız dışarı çıkan hasta olur ve malesef insanların çoğu şemsiyesiz korumasız çıkıyor ve yağmurdan etkilenip çok fezi hastalanıyor ve kendi hatasının cezasını çekiyor. yağmurun değil. Aynen bunun gibi iblis vardır ancak ondan biz istediğimiz şekilde etkileniriz korumasız savunmasız olursak elbette zarar görürüz peki ya bu savunma nasıl olur mustafa ismailoğlu şuna yakın cümlelerle bir ifade de bulunmuş saldıran köpeği iki şekilde durdurursunuz ya sopayla yada sahibine şikayet ederek sopayla durulacaksa sopanın çok kuvvetli olması gerek aksi halde tekrar saldırı ve korunamayız sahibine söylersek ise çok rahat kurtuluruz. ve bu misal çok açık bir misal iblis her halukarda saldıracaktır. ve bundan kurtulmanın kesin çözümüde Allah(cc)dan yardım dilmektir. birde iblisin yararına gelelim yağmurun olduğu gibi... haniderizya bıçak ekmekde keser adamda.. iblis olmasa insanlar hep aynı seviyede olacak tabi başta zikrettiğimiz kimin ne olduğunun belli olmama durumuda var ama misal için es geçiyoruz insan bellirli bir seviyede kalacaktır yani olurda iblis olmadan bir iş yapamı bilmiyorum yaparsa o da öyle kalacaktır. ancak hz.ömer(ra)gibileri hatırlarsak iblis onu gördüğünde sokağını değiştirirmiş ve öyleki hz.Ali(ra)iye uğramazmış bileama bir o beni bıraksa dermiş.. belki biz bu kadarını beceremeyiz Allah bilir ancak maneviyatseviyemiz kadar iblisten sıyrılırız ve öyleki bu devamlı kaçıştan farklında olmadan Allah katındaki seviyemizi aşındırıp arttırırız ve Allah rızası ve cennet-ül baki ile şereflendiriliriz ve borçlarımızı büyük bir hoşnutluk ile yerine getiririz. ki şeytan varken şeytana uymayarak ondan Allaha sığınarak amelimizi hayr eyleriz -
..............AYKIRI GÖRÜŞLER.............
ahirzaman şurada cevap verdi: shankara başlık Dini Konular - Din - Dinler
shankara kardeşim öncelikle melekler nurani varlıklardır ve rabbe itaatten ayrılmazlar ancak şeytan bu değildir melek değildir nurani de değil şimdi kardeşim madde bir: o dediklerini bilen ayeti kerimelerde melekler olarak geçiyor ancak buna iblis de dahil olabilir ancak burda şu var rabbinin bildirdiklerini bilme var ki melekler yer yüzünde halife yaratılacağını duyduğunda şaşkınlık duymuşlar ve aldıkları cevap 'Bensizin bilmediklerinizi bilirim olmuş' şimdi bu konuda bazı ayeti kerimelere bakalım Bakara 30- Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" dediler. (Rabb'in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi. 31- Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: "Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin." dedi. 32- Dediler ki: "Yücesin sen (ya Rab!). Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hakîmsin". 33- (Allah): "Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver." dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): "Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim" dememiş miydim?" dedi. 34- Ve o zaman meleklere: "Âdem'e secde edin!" dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu. yani melekler itat ediyor etmeyen ise ayrı bir varlık iblis ancak sonu ç olarak mevlam istediğine istediği kadar ilmini veriyor ancak iblis Allahınm ilminin onun ilmini kapsadığını unutup kibirine yeniliyor.. madde 2: evet şetan da da irade vardı ve geniş bir ilimde ancak gururlandı ve iilmi ile amel etmedi bu konu da da meleklerden ayrılır öyle değilmi kardeşim -
bakınız; su olmasaydı su sama olmazdı su varki susuyoruz eğer leylası olmasaydı mecnun leylasını istemezdi. ahiraet hayatı varki o içimize konulmuşki biz arzuluyoruz ve bu hissi koyan rabbim boşuna koymadı aradığımız cevabı kendimizin içine koydu ve bunu içimize kim koyduysa bizi sorgulayacakda o dur.
- 2.558 cevap
-
- Allahın varlığı
- Allahın yokluğu
-
(ve 1 diğerleri)
Yapıştırılan Etiketler:
-
Doğrudur mübarek görmedim bilmiyorum onun için ne yazdığı Allah razı olsun