Zıplanacak içerik

gloria

Φ Süper Üye
  • Katılım

  • Son Ziyaret

gloria tarafından postalanan herşey

  1. Mutlu yıllar Tülventciğim Çok güzel bir yılın olsun dilerim
  2. Nurgül Yeşilçay dışında herşey mükemmeldi... Bir de Fatih Akın'ın bu filmlerin sonunu açık uçlu bırakmasıyla ilgili takıntım var, onun filmlerini izlediğimde eksik kalmış gibi hissediyorum kendimi yaw.. Ama filmi işleyiş her zamanki gibi dünya güzeli...
  3. gloria şurada cevap verdi: suheda_ başlık Türk Sineması
    Geçenlerde bir daha izledimi, etkiliyor bu film beni, niye bilmiyorum :unsure. Belki de biliyorumdur
  4. gloria şurada cevap verdi: S&S başlık Türk Sineması
    Bence vasat diyerek bu filme biraz haksızlık ediyormuşsunuz gibime geldi. Türk sinemasında polisiye çok karşılaştığımız bir tür değil bu nedenle bence sinemamızın eksik bir yanını tamamlamıştı ama bir dram olarak değerlendirildiğinde polisiyeden daha başarılı bir iş çıkardığı ortada... İzletiyor da kendisini... Sıkıcı değil, hoş bir havası var sizi içine alıp sarıp sarmalıyor... Yani sıcacık bir film işte, izleyin birşey kaybetmezsiniz.
  5. gloria şurada cevap verdi: GeceKuşu başlık Türk Sineması
    Tanıtım çok güzel olmuş Sevgili Gecekuşu, eline sağlık, ekleyecek pek birşey yok Ben şahsen kendi adıma filmi sevdim ama izleyenlerin birçoğunun filmi beğendiği gibi birçoğunun da beğenmediğini biliyorum. Sanırım kişinin anı, durumu, psikolojisiyle de ilgili bu filmi sevip sevmedikleri Filmin soundtrackleri de çok iyiydi, bir listesi de burada bulunsun; 1. "Yalnız" Gülce Duru 2. "Nightlife" Yiğit Özşener 3. "Kaybetmek" Cavit Ergün 4. "Bazen" Cavit Ergün 5. "Ballad of a Rock'n'Roll Loser" Titanic 6. "Yakıcı Yalnızlık Kadar" Cavit Ergün 7. "Wrong Side of the Road" Can Gox 8. "Son Kara" Gülce Duru & Can Gox 9. "Dilek Taşı" Ferdi Özbeğen 10. "(Sittin on) The Dock of the Bay" Unt Dee's Soul Singer 11. "Süleymaniye" Cavit Ergün 12. "Revien's" Gülce Duru 13. "Get Missunderstood" Gülce Duru 14. "Wake" Can Gox 15. "Angel's Gone" Can Gox 16. "Melancholy Man" Can Gox 17. "Yalnızlık Ömür Boyu" MFÖ 18. "My Woman" Gülce Duru & Can Gox 19. "Kaybedenler Kulübü - Fragman" Cavit Ergün
  6. gloria şurada bir video gönderdi: Kısa Film Videoları
    WARLORD Yönetmen: David Garret Senaryo: David Garret Oyuncular: Eric Bolsch (Warlord), Anthony Colangelo (Mullet), Ana Walczak (Bright Eyes), Pilar Witherspoon (Witch=Cadı) Yapım: USA / 2008 / Cobbler Films IMDB: 7.0 / 10 Short film (Kısa film), 12 dakika 10 yaşında bir çocuk dünyaya savaş açarsa... A 10 year old boy declares war on the world. Warlord tells the story of a young boy who is sick of all this stupid society games; sick of artificial food, stupid video-games and mass-media manipulation. Made like if the narrator is a reincarnated native who recognizes he is born into a wrong world; he just wants to go back to the wilderness and live free. It's a story about freedom, about choice, about the true nature of mankind which is more and more perverted. The movie is told in a flashback-narrating style which makes it in a cool way epic and mysterious.
  7. Kesinlikle bu yazdığınız cümlelerin her birine katılıyorum. Benim anlayamadığım eşcinsellerin değil, homofobiklerin nasıl var olduğu asıl... Nasıl olur da bir insan homofobik olabilir. Galiba homofobik olan bir insanın asıl sorunu eşcinsellerle değil de kendisiyledir (galiba, cümlenin en başındaki "galiba" fazla oldu), içlerinde hissettikleri eşcinsel potansiyeldir onları korkutan sanırım.
  8. Hani böyle ezkaza fantastiğe falan merak sarsaydım da cidden tüm bunlara inansaydım dahi şu cümle beni hemen bu inancımdan vazgeçirirdi... Kınıyorum bu cümleleri.. Kitap yakmakmış!
  9. Bence bu dünya seni unutmalı, bu ne biçim, ne çirkin bir tabir... Kız kapalı olunca evlilik niyetiyle görüşülürmüşmüş... Bak sen!!!!
  10. Peşpeşe iki tane kırınca birbirini zortlatıyor bu şans kurabiyesi: Birincisinde dedi ki; "benden sana öğüt, sen onu unut" İkincisi dedi ki; "Sevgi Sevgiyi doğurur, sevmeye devam" Ben bilemedim şimdi onu?
  11. gloria şurada bir başlık gönderdi: Kadınca
    Yalnız Uyuyamayan Erkekler İçin başlığına istinaden açılmıştır Bu da kafasının yerine sevgilisinin kafasını koyabileceğimiz yastık modeli, gerçi biraz korkunç duruyorlar ama neyse
  12. DEATH TO DEATH PENALTY = İDAM CEZASINA ÖLÜM İdam cezasına ölüm ! Sloganlı ölüm cezasına karşı faaliyetler yürüten Uluslararası Af Örgütü tarafından hazırlatılmış ve bir çok dünya ülkesi televizyonlarında gösterilen kısa film çalışması. İdam cezasının nekadar insanlık dışı bir yaptırım olduğunu bambaşka bir pencereden gösteren güzel bir çalışma. Mum, imge olarak kullanılmış ve gayette başarılı bir seçim. İyi seyirler... Etiketler: İdam, death penalty, death, mum, candle, kurşun, elektrikli sandalye, silah, savaş, kılıç
  13. Başbakan Erdoğan Açtığı Davaları Geri Çekti Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, “Sayın Başbakanımız, propaganda döneminde, seçim kampanyaları döneminde diğer siyasi parti liderlerinin kendisine yönelik kişilik haklarına saldırı anlamına gelebilecek sözlerinden dolayı davalar açtı, Sayın Kılıçdaroğlu'na, Sayın Bahçeli'ye, Sayın NamıkKkemal Zeybek'e davalar açtı. Sayın Başbakanımız, balkon konuşmasındaki helalleşmenin hayata geçirilmiş somut bir yansıması olarak, bu davalarını geri çekti. Sayın Başbakanımız şikayetini geri alıyor, davasından sarfınazar ediyor. Onlara açtığı tezmanit davalarını ya da diğer türlü davaları geri çekiyor” dedi. “Geçmişe Yönelik Açılan Davalardan da Sarfınazar Ediliyor” “Geçmişteki tüm davalardan vaz mı geçiliyor? Yoksa sadece seçim sürecindeki davalardan mı vazgeçiliyor” sorusu üzerine Çelik, “Geçmişe yönelik açılan davalardan da sarfınazar ediliyor ancak, Sayın Başbakan ile ilgili kitap yazan bazı kimseler var. Bunlar gerçekten orada Sayın Başbakan'ın ailesine, şahsına akla hayale gelmedik iftiralar ediyorlar, bunlardan sarfınazar etmesi söz konusu değil ama bunun dışında A köşe yazarı, B köşe yazarına açılan davadan sarfınazar ediyor. Özellikle üzerinde durduğunuz bir isim varsa mesela Sayın Ahmet Altan'a açılmış olan bir dava vardı, bundan sayın Başbakan sarfınazar ediyor” yanıtını verdi. (Hürriyet Gazetesi, 16.06.2011) Sarfınazar: Vazgeçmek
  14. Açılış bölümü, s. 11-17 arası Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi. Saraylara merakla bakan sivil çocuklar hatırlıyorum. Geniş caddeler arşınlayan kavruk adamlar, böğürtlen yiyen kara kadınlar, sert laflar gezdiren kuru ağızlar... Annemin ağzı fazla bozuktu. Herhalde sadece benim korkmadan bakabildiğim, baştan başa izlerle kaplı yüzünün ortasında, buruşuk bir yaraya benzeyen ağzını açar ve her seferinde aynı şeyi söylerdi: "Bizi düzdüler. Çocuklarımızı da düzecekler. İçlerinde ne kadar tarih, dua, silah ve dahi şan varsa üzerimize kusacaklar..." Annem biraz kaçıktı. İlkokula başlamıştım, intihar etti. Ben babasız da bir Yusuf'tum. Konsey'i gözümle gördüğüm sabah, uslu ve yaşlı bir çocuktum. Yatağımı ıslatmıştım yine. Utangaç bir serinlikle uyandım. Perdeyi araladım ve yetiştirme yurdunun kapısında bekleyen ufak tefek askeri seyretmeye koyuldum. O askerin üniformasında, sonradan bütün hayatımı boydan boya çizecek, haki bir bıçağın bilenmeye başladığını nereden bilecektim? Çiş kokusu hoş bir kokuydu, haki tuhaf bir renkti. Hep yarım kaldım, hiç tam doymadım, tam bağırmadım, tam dokunmadım. Bıçak ruhumda dehşet bir fısıltı gibi ilerledi ve ben tam ortamdan yarıldım. Ruhuma bir hayat yakıştıramadım. Oysa o sabahtan önce ben, henüz ruhu bütün bir Yusuf'tum... * Yıllar sonra ben nedense hâlâ Yusuf'tum. Çok düşünüyor, düşünürken dalıp gidiyordum. Durmadan ne düşündüğümü soruyorlardı bana. Birilerini, bir şeyleri, bir yerleri diyordum, ama yetinmiyorlardı. Aç köpekler gibi soruyorlardı: Kimi, neyi, nereyi? Borçlarımı, desem inanmazlardı. Borçlu olmamı yadırgarlardı. Yıllardır aynı ayakkabıyı, aynı gömlekle ceketi giyiyordum. Çaycıya bir kez bile çay ısmarlamamış, öğlen kazıntılarını simit kemirerek bastırmış, her mesafenin yayası olmuş, yaş günü partilerinin bir tekine bulaşmamıştım. Aynur'un memelerini, desem hiç olmazdı. Aynur patronun yüksek lisanslı metresiydi. Ulaşılamayacak kadar pahalı memeleri vardı. Ben de, onu diyordum. O'nu, O olanı. O kimdir diye soracak olduklarında, sizin ve benim tanımadığımız O, bir başka O, herkesin O'su diyordum. Gülüyorlardı tabii. Onların gözünde zararsız bir deliydim. Dünyada varoluşumun bu kadar sorunlu olacağını hiç tahmin etmezdim. Yirmi yaşında, kalıbı, rotası, adı gayet belli bir hayata yazılıydım. Otuz yaşına geldiğimdeyse, bin kapıdan kışlanmış bir tavuk kadar şaşkındım. Ne bir rotam, ne kalıbım, ne de adım kalmıştı artık. Bildiğim, öğrendiğim hiçbir şeyden emin değildim. Ağzımı araladığımda, dudaklarım yuvarlaklaşıp bir balık misali ağır ağır açılıp kapanıyor, beynimde cümle fikrimi felç eden sıcak, koyu sıvılar dolaşıyordu. Oysa yaşlandıkça, en azından birkaç şeyden emin olması gerekmez miydi insanın? Bu sefilliğimin nedenleri üzerine uzun uzun düşünecek vaktim de yoktu. Otuzlu yaşlarında insanın en az sahip olduğu, sahip olduğu yıllara karalar bağladığı şeydi vakit. Bazıları için vaktin kendine uygun işlerle buluşup, tek bir hücreye sığışıp, bir hale yola konulduğu oluyordu elbet. Ama benim gibiler için, kendine göre yatak bulamamış, bulacağa da benzemeyen bir hayatın bütün ferahlıkları es geçerek azalttığı bir vakitle, ancak azap verici bir karşılaşma söz konusuydu. Tabelada sürekli şöyle yazan bir karşılaşma: Vakit: 1 - Tavuk: 0. Neyse ki tabelayı ara ara silebilme şansın vardı. Bir sabah kalkıyor, sigaraya, içkiye, pespayeliğe lanetler okuyup eline fırçayı alıyor ve tabelayı boydan boya beyaza boyuyordun. Ve karşısına geçip mutlu mesut son sigaranı yakıyordun. Ne var ki sigaradan daha son nefesi çekerken, o taze mutluluk, o güçlü bir arabanın gazına hafif hafif dokunma hissi dondurma misali erimeye, fazla vefalı bir cıvata gibi aşınmaya başlıyordu. Kaçınılmaz olanı, çok iyi tanıdığın sonu beklemeye başlıyordun böylece. İşe gidiyordun, mesai yapıyordun ve akşam müdavimi olduğun meyhanenin kapısından girerken, tabelada bu kez siyah rakamlarla, daha da vahim bir skorun yazdığını görüyordun: Hayat: 5 - Balık: 0. Her yaşın kendine göre bir güzelliği yoktu. Emin olduğun, farkında olduğun hiçbir yaşın güzelliği yoktu. Yaş öyle bir şey olacaktı ki, sen bilmeyecektin. Sana yaşını sorduklarında şaşıracaktın, şöyle bir durup hesaplamak zorunda kalacaktın. Yaş günü hediyesi verenlere ajan provokatör gözüyle bakacaktın. "Benim yıllarımı paketlemeyin ulaan, bırakın dağınık kalsın!" diye bağıracaktın. Ama gelin görün ki ben hayatımı neredeyse dakika dakika sayar, yaşımı saniye nevinden hesaplar olmuştum. Gece geç vakitlerde eve döndüğümde, kalın harita metod defterimi açıyor ve hazırladığım on yıl süreli, 300 sayfa uzunluğundaki çetelede 24 kutucuğu daha karalıyordum. Dayanamayıp sızarsam da, ertesi gece, güleç, coşkulu, ellerimi titizlikle titreten bir tören eşliğinde, tek seferde 48 tane birden vurup geçiyordum. Burnum sızlıyordu zevkten. Aslında yirmi dört saat esasına göre hazırladığım o çeteleden hiç memnun değildim. Sürekli dakikaları hesap edebileceğim, dahası yanımda taşıyıp her fırsatta karalayabileceğim bir çetele yapmayı hayal ediyordum. Ama zordu, her şey, hep zordu. Çetelenin yirmi dörtlüsüyle yetinmeli, kırk sekizlik geceleri şölen saymalıydım. Uzun yıllar yalnızlığımla teselli buldum. Çünkü yalnızlık kolay bulunur bir olanak değildi. En azından herkes yalnız kalamamaktan şikâyet ettiğine, şikâyet ettikçe çözülüp çoğalıp düzüştüğüne göre öyle olması gerekirdi. Bense bundan şikâyet etmek bir yana, aşırı dozda yalnızlıkla iştigal halindeydim. Hayatımda önemli birer yer işgal eden iki masayı gözüm gibi sakınıyordum başkalarından. İş ve içki mekânlarında sahip olduğum masaların yanına yöresine kimseyi yaklaştırmıyor, yaklaşanları öyle heybetli bir suskunlukla karşılıyordum ki, bir-iki aşağılayıcı, alaycı lafı sineye çekmek dışında pek hırpalanmadan tekrar kendime gömülüyordum. Masalarıma konuk gelen kadınlar olmadı değil. Çoğunlukla beni ahir zaman peygamberi veya edebi bir mucizenin hazırlığı içindeki uçuk bir şair sanan, sarhoş, fazla tokatlanmış, canı sıkkın kadınlardı bunlar. Yanımdan ayrılmaları birkaç dakikayı bulmuyordu neyse ki. Sonra ben evime çekiliyor, videoya en sevdiğim pornoyu takıyor ve ağır sarhoşlukla ağdalanan bir bedenler denizinde kaybolup gidiyordum. Kadınlar haklıydı aslında, yirmili yaşların eşiğinde mucizevi şiirler yazdığını düşünen bir şairdim ben. Yazdıklarım benim kaderimdi, bu yüzden kaçınılmaz bir kuvvet taşıyorlardı. Ben, seçilmiştim. Yıkılacak ve yeniden kurulacak bir dünyanın, sadece benim bildiğim, dokunabildiğim diyarlarından zihnime akan kelimelerini yayıyordum etrafa. Akıl almaz, tanrısal ve büyülüydüler. Bu, tek bir kelimeyi bile ağlamadan, ölecek gibi coşkulanmadan, birilerini aklımdaki ölüm listesine eklemeden yazamamamdan da belli değil miydi? Değildi. Günün birinde dilimden bazı sokak adları, kapı numaraları, insan isimleri döküldü ve o ilahi ses kesildi, bir daha da hiç duyulmadı. Oysa kollarımdaki kırıklar kaynar kaynamaz, yaralarım kapanır kapanmaz O'nun beni affedeceğini, en azından olanları açıklamama izin vereceğini umuyordum. İki evden üç ceset çıkmıştı ama, olmadı. Şiirlerle birlikte bir kenti de böyle arkamda bıraktım ve kimsenin beni tanımadığı, benim kimseyi tanımadığım bu büyük şehre ayak bastım. Bana ne düşündüğümü sorduklarında, O'nu diyordum. Ve eklemek istiyordum: O kadar dev, yılmaz, yıkılmaz bir O'ydu ki o, bir zamanlar, sanırım, bana ben kadar yakındı. Sarhoşluktan boğulacak gibi olduğum bazı geceler, yüzlerce küçük resimle, yazıyla, fotoğrafla kapladığım masa aynasının karşısına geçiyor ve eksik, eğri büğrü kelimeler eşliğinde pes bir yakarışa koyuluyordum: "Tanrım, söyle bana, ben daha ne yapabilirdim? Herkesin darbelerle buzdan delilere döndüğü bir zamanda ayağa kalkmadım mı? Benim de kanı çekilmiş bir devrime adadığım kanatlarım, uzun, serin nefeslerim olmadı mı? Sesimi, paramparça bir devrimi devralan kardeşlerimin sesine katmadım mı? Batı'dan Doğu'ya, her biri aşkla titreyen kelebekler uçurmadım mı? Beni bağışlasana, beni bağışlasana, beni bağışlasana..." Küçük bir açıklık kalmıştı fotoğrafların arasında, her defasında sol gözüm o açıklığa rast geliyordu ve ben sadece sol gözümle ağlıyordum. O açıklığı kapatıp aynayı tamamlamaya cesaret edemiyordum. Sol gözüm yaşayan, hatırlayan yanımdı benim. Bu yarım hatırlamalarla, minvali hiç değişmeyen bir ömrü tamama erdireceğimi sanıyordum. Sol gözüm son kez aynadaki açıklıkta kendisine bakarken, ben yine aynı evden aynı ofise, aynı ofisten aynı meyhaneye, aynı meyhaneden aynı eve yürüyecek, aynı O'na yakaracak ve neden sonra elimde bir tabancayla, kalan yirmi dört kutucuğu da karalayıp gölgelere çekilecektim. Yanılmışım. Hayatım, artık varlığından bile emin olmadığım bir şehre akacaktı aniden. Nihayet ruhumun fermuarını çekebilecektim. Ve haysiyet denklemime bir çekidüzen verebilecektim... * Yusuf olan ben, zamane kitapları basan bir yayınevinde musahhihtim. Ansiklopedi maddelerinden, tarih kayıtlarından kolajlanmış kitaplar düzeltirdim. Kapıdan, kollarının altında nemli, haşat kâğıt tomarlarıyla giren, sakallarından, saçlarından, bütün mahrem yerlerinden öfke tüten esmer kadınların ve erkeklerin dışarı kürenmesini seyrederdim her gün. Vicdanı beline kaymış editörüm, ölüm listemin ilk beşinde olduğunu düşünemeyecek kadar muteber bir adamdı. Ona, bizzat bastığı kitaplardan harlayacak, giyotinli ve mancınıklı bir ölüm yakıştırıyordum. Musahhih olmak, sapık olmak gibi bir şeydir. Taze dizilmiş sayfalardan kafa kaldırıp ânında bir seri katilin kıyafetine bürünebilecek, bereli insanlardır musahhihler. En azından, ben de dahil, tanıdıklarım hep öyleydi. Bu işi garip bir tesadüf sonucu bulmuştum: Günün birinde meyhanede, hemen arkamdaki masada birilerinin, bilmem ne yayınevinin, masasının başında gece mesaisinin son demlerini otuz bire ayıran kıdemli musahhihini nasıl kovduğunu kahkahalarla anlattığını duydum. Ben o sıralar eklendiğim otel odasında, yatağımda, sık sık, ama olsa olsa kirli sarı bulvar gazetelerine bakarak otuz bir çekerdim. Terbiyeli mesailere fazlasıyla vaktim ve sabrım vardı. Ertesi gün yayınevinin kapısını çaldım, benimle görüşen kadına melül melül baktım ve işe alındım. Vaktiyle zeki bir adam olduğum söylenirdi. Bir kez bile fırça yemeden, ne olduğunu anlamadan, düşe kalka, it gibi öğrendim işi, çok da başarılı oldum. Beş yüz sayfa düzeltir, tek virgül atlamazdım. İşaretlerin ve kelimelerin tuğlalar gibi köşeleri vardı, uygun yerlere yerleştirilmeleri yeterliydi. Patronun, önünde duran biçimsiz, yırtık pırtık, yeşil dosyayı dalgın dalgın karıştırıp sigarasından çektiği derin nefesler eşliğinde beni kovduğunu söylediği sabah, yüzündeki üzüntü sanırım biraz da bundan kaynaklanıyordu. İyi, sessiz, sorunsuz bir elemandım. Yıllardır üç otuz paraya çalışıyor, gıkımı çıkarmıyordum. Kovulmamı gerektirecek ne olabilirdi? Dahası hakkımdaki bütün davalar düşmüştü ve polisin artık benimle ilgilendiğini hiç sanmıyordum. Ama ilk gördüğümde, gıcır gıcır kapağının içindeki kâğıtlara kanlı imzalar bulaştırdığım o yeşil dosya işte şimdi patronun elindeydi. Demek bazı gazetelerde çıtlatılanlar doğruydu: Bittiğinde bile bırakmıyorlardı insanın yakasını. Ellerindeki dosyaları, birer lanet gibi peşine salıyorlardı. Belledikleri, bellemekten hiç vazgeçmedikleri binlerce insanı işinden ediyorlardı böylece. Patron, iki gün nezarete alındığında yediği dayakları her fırsatta kıçı yanan bir tek kendisiymiş gibi uzun uzun anlatan, ne var ki kıçından korkan bir herifti. Yüksek bir düşüklük yaşıyordu, keyfi yerindeydi ve bozulsun istemiyordu. Son derece net cümleler kurdu beni kovarken: Bölücüydüm, teröristtim, mimliydim ve bu şartlarda birlikte çalışmamız namümkündü. Cümlelerinin arasına bir küçük "üzgünüm" sıkıştırıp sıkıştırmayacağını merak ediyordum. Sıkıştırmadı. Yüzüme beyaz, temiz bir lazımlık gibi ışıldayarak baktı, "Hayatta başarılar," dedi ve başını önündeki kâğıtlara gömüp sustu. Midemde kalın bir bulantıyla kalktım karşısından. İki-üç parça eşyamı topladım, birkaç kişiye veda kelimeleri mırıldandım ve bürodan çıkar çıkmaz köşedeki büfeden bir küçük şişe kanyak alıp içmeye başladım. Eve dönüşü mümkün mertebe geciktirmeye, kafamda mecburen erkene alınmış bir veda töreninin ayrıntılarını kesinleştirmeye çalışıyordum. Geride iz bırakmamalıydım. Önce harita metotta boş kalacak kutuların ait olduğu sayfaları yırtıp yakmalıydım. Aynayı, üzerindekileri yok ederek kendi haline bırakmalıydım. P.orno kasetlerimi çok uzaktaki bir çöp bidonuna atmalıydım. Saçma sapan cümlelerle dolu bazı kâğıtlar da vardı sonra imha edilmesi gereken. İz bırakmamam lazımdı. Yaşadığımın bilinmesini istemiyordum. En kötü ihtimalle, herhangi bir gazetenin bir vesikalığı bile taşıyamayacak kadar küçük bir köşesinde, tek satıra 11 puntoluk bir başlığın altında sıyırmalıydım bu belalı işten. Ama töreni fazla geciktirdim. Gün ağarırken bir şişe daha kanyak aldığımı ve her daim taksilerin kuşatmasındaki o meydanda, bir banka, beni durmadan yalayan, pis bir köpeğin yanı başına uzandığımı hatırlıyorum en son. Sızmadan önce köpeğe şunları söyledim sanırım: "Bir zamanlar asra manşettim, şimdi 11 puntoyum..."
  15. gloria şurada yorum gönderdi gloria'nın video içinde Komik Videolar
    :D :D :D :D
  16. gloria şurada cevap verdi: gloria başlık Karikatür
    Hemen çözdüm bu sorunu şimdi açılıyor artık
  17. gloria şurada cevap verdi: gloria başlık Karikatür
    Sen de mi uçaksın ahahhahaha
  18. Çook güzel olmuş ellerine sağlık
  19. DUMAN (İSYAN) Benim bu derdim Ne yağan yağmurda Ne yalancı sonbaharda Ne bomboş sokaklarda… Kırılmış her yanım Kaybolur zaman saçlarında Gözlerim sokaklarda Sebebi isyan aşkım… İçim yanar, içim kanar da İsyan! Geriye bir avuç yalan Beni bu derde sen attın da, gittin ya kafam hep duman… HALİL SEZAİ
  20. TOL / MURAT UYURKULAK Radikal Kitap'ın, 10. yıl özel sayısı dergisinde "2000’lerin en iyi romanı hangisi?" isimli bir anket düzenledi. Radikal Kitap’ın 53 yazar ve eleştirmene sorarak yaptığı anketin sonucunda Murat Uyurkulak’ın romanı ‘Tol’, açık ara farkla ‘en iyi roman’ seçildi. Murat Uyurkulak’ın etkisini hiç kaybetmeyen romanı 2002 yılında çıkmıştı. Tanıtım Yazısından; “Epeydir yazmayan ayyaş bir şairle hayattan çoktan vazgeçtiği halde son noktayı koyamayan genç bir musahhihe, Diyarbakır’a yaptıkları tren yolculuğunda eşlik ediyoruz bu romanda. İstasyonları birbiri ardında geçerken Türkiye’nin yakın siyasi tarihi de yavaş yavaş seriliyor gözlerimizin önüne, hem de sesi bize genellikle ulaşmayan aktörlerin ağzından. Murat Uyurkulak bu ilk romanında çok güç bir işi başarıyor: acıklı olduğu kadar komik, eleştirel olduğu kadar yandaş, hüzünlü olduğu kadar ümitli olmayı.” Yıldırım Türker; “Tol, bize her şeyin parçalanabilirliğini hissettirdiği için, çok güçlü bir roman. Yazmanın, yaratmanın, varolmanın şehvetini hissettirdiği için. Siyasi çalkantı dönemlerini siyasetin kekeme lehçesine bir an olsun bulaşmadan yaşatabildiği için. Hiçbir çıkış yolu göstermediği, hayatı yolculuğun kendisi olarak yansıtabildiği için.”
  21. gloria şurada yorum gönderdi gloria'nın video içinde Komik Videolar
    ))))))
  22. gloria şurada bir video gönderdi: Komik Videolar
    Tanrım cidden sinirbozucu, intihar etmek istedim resmen, bi de bitmiyorrrr bir türlü... Offf offfff Allahını seven canıma kıysın yawwwwww
  23. gloria şurada cevap verdi: gloria başlık Bilmeceler ve Zeka Soruları
    Bence bunun cevabı yoktur sonu bici ile biten desek güllabici de olur ama... en kötü ihtimalle böyle yaparız sonunu artık
  24. gloria şurada cevap verdi: gloria başlık Bilmeceler ve Zeka Soruları
    doğruyu söylemek gerekirse ben de bilmiyorum cevabı ama mantıklı bişi çıkınca zaten sorunun cevabını bulmuş olacağız düşünüyorum iki gündür bulursam yazarım ama sarallebici diye bişi değildir sanırım hani yani saralleci olsa falan tamam da )))
  25. gloria şurada bir başlık gönderdi: Bilmeceler ve Zeka Soruları
    Sonu lebici ile biten 3 meslek ismi soruyorum. Yok tamam ben iki tanesini söylüyorum, siz sadece 1 tanesini söyleyin: LEBLEBİCİ MUHALLEBİCİ ?

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.