Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Baumann

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    48
  • Katılım

  • Son Ziyaret

İletiler gönderen: Baumann

  1. Yüz bin yaşında olsam da, gücüm kalacak

    Seni beklemeye, ey umutla duyduğum yarın.

    Zaman, bimbir acıyla kıvranan ihtiyar,

    İnlesin soluğu kesilinceye kadar: sabah yenidir,

     

    yenidir akşam...

     

    Aylardır uyumadan yaşıyoruz,

    Uyanığız saklıyoruz, ışığı ve ateşi,

    Fısıltıyla konuşuyor, kulak kabartıyoruz

    Çabuk sönen oyun gibi yiten her gürültüye.

    Oysa gecenin dibinde, hala tanığıyız

    Günün görkeminin, armağanlarının.

     

    Eğer uyumuyorsak şafağı gözlemek içindir

    Odur kanıtlayacak olan yaşadığımızı şimdi.

  2. ay doğar ayan beyan

    çıkar dağın ardından

    serin bir rüzgarım ben

    geçerim buralardan

     

    eviniz yokuşta mı

    bir kurşun atışta mı

    iniverdim şu dağdan

    uyanık mı düşte mi

     

    ateşler tattım geldim

    türküler yaktım geldim

    ay öptü gözlerimi

    korkuyu yıktım geldim

  3. Kirli savaşın birçok toplumsal sonucu bugün özellikle metropollerde karmaşık bir sorunlar yumağı olarak karşımıza çıkıyor. Sürecin korkunç toplumsal faturası, köylerinden zorla göç ettirilip metropollere yığılmış Kürt emekçilerin yaşamlarından yansıyor. Savaşın tüm kuralsızlığıyla emekçilere doğru genişletilip derinleştirildiği 1990‘ların başından itibaren, kent merkezlerinin çevrelerinde zorla göç ettirilen yoksul Kürt köylülerince yapılmış, pencereleri naylonla kaplı derme çatma barakalardan veya naylon çadırlardan oluşan ‘’gecekondular'’ oluşmaya başladı. Bu, Türkiye’de 1960′larda ekonomik nedenlerle başlayan göç dalgası ve gecekondulaşma olgusundan farklıydı. Gelenlerin çoğunun yeni bir yaşam kurma umudu bile yoktu. Onlar; doğası, konutları, geçim aracı olan hayvanları ve hatta insanlarıyla birlikte yakılıp yıkılan topraklarından dışarıya kendilerini can havliyle atmış Kürt emekçileriydi. Ya korucu olmaları ya da köylerini terketmeleri dayatılmıştı. Bu dayatma ve uygulanan gözü dönmüş terör karşısında kendilerini ya Türkiye’nin İstanbul başta olmak üzere, Adana, Mersin, İzmir… gibi büyük metropollerine ya da başta Diyarbakır olmak üzere çeşitli Kürt metropollerine atmışlardı. Kan ve barut kokuları içinde, doğasıyla ve insanıyla birlikte toptan imha ediliyordu. Süregelen savaşı etkisizleştirmek için uygulanan bu tanıdık “düşük yoğunluklu savaş” manzaralarının yıkıcı sonuçlarına metropollerin orta sınıf sakinleri önceleri tepki duydular. Kentlerin çevrelerinde oluşan bu yabancı yaşamları kabul etmediler. Ama yıllar geçtikçe bu savaşa değil, yerlerinden zorla göçettirilmiş emekçilere duydukları tepki yerini ‘’alışkanlığa'’ bıraktı. Bugünse; yoksulluk, kültürel uyumsuzluk ve her türlü toplumsal sonuçlarıyla boğuşan zorla göçettirilmiş bu emekçiler, metropolllerde artan yankesicilik, gasp, uyuşturucu…vs. olgusuyla birlikte yeniden gündemleşip, toplumsal tepkinin hedefi haline getirilmeye başladılar. ‘’İstenmeyen lanetliler‘’ yine onlar oldular!

     

    Ağırlığını yoksul Kürt köylülüğünün oluşturduğu kentlerin bu yeni sakinleri, yaşayabilmek için aş ve iş peşine düştüler. Ama yoksulluk ve işsizliğin had safhada olduğu Türkiye’de bu sorunlarını doğal olarak çözemediler. En fazla özel bir beceri gerektirmeyen, hiçbir sosyal güvencesi olmayan işlerde ucuz işgücü olarak kullanıldılar. Yaygınlaşan informel sektörün dolgusu yani… Zaten köylerinde alıştıkları yaşam tarzından farklı olan kent yaşamına kültürel uyum sorunu (birçoğu Türkçe bilmez, herhangi bir eğitim ve uzmanlığa sahip değil, kent yaşamına ve kültürüne yabancı) yaşarlarken, bir de işsizlik ve açlıkla boğuşmak zorunda kaldılar. Hemen hepsinin hiçbir parasal birikimi…vs. de yoktu.

    Fakat yaşamın çizgisindeki kırılma ve bu kesimlerin sınıfsal talepleri ile arasındaki açıyı giderek daha fazla açması, alışamadıkları kent yaşamının ağır cenderesinin üstüne bir de açlık ve işsizlikle boğuşan bu emekçilerde, trajik bir parçalanma ve çözülme olarak yansıdı. Ve bugün namus cinayetleri, fuhuş, çocuk dramı, artan yankesicilik ve gasp çeteleri… 15-20 yıllık bu birikimin patlamış sonuçları olarak karşımıza çıkıyor.

     

    Göç eden ailelerin ağır yaşam koşulları (zorunlu olarak), zamanla çocukların aile ekonomisine katkı yapacak araçlar olarak görülmesini getirdi. Ve metropollerde sakız, mendil satan, ayakkabı boyayan, simitçilik yapan çocuk sayısı aniden arttı. Giderek bu çocuklar başlı başına sosyolojik bir olgu haline geldiler… Aile yaşam koşullarının ağır cenderesiyle sokağa saldığı çocuklardan para beklerken, bu zamanla tamamen bir yabancılaşmaya ve para getiremeyen çocuklara şiddet uygulamaya dönüştü. Kentlerde kapitalizmin çarpık kültüründen, çarpık tarzda etkilenen bu çocuklar aile ile yaşadıkları sorunlar ve yoksulluk cenderesinin de sıkıştırıcı baskısıyla evden tümüyle koparak, sokak kültürü içinde debelenip her türlü istismara açık bir kitle oluşturdular. Kriminal çetelere gün doğdu! Bugün artık bu çocuklar her şeyleriyle onlara bağımlı, onların denetiminde kullanılan devasa bir insan malzemesi havuzu oluşturuyorlar. Aralarında bu yaşamın ağırlığını kaldıramayanlarsa fiili intihar olan balliye vuruyorlar yaşama olan küskünlüklerini, çıkışsızlıklarını.

     

    İstanbul’da kapkaç ve hırsızlık olaylarına alet edilen çocukların önemli bir bölümü Diyarbakır’dan çeteler tarafından kaçırılan ya da kendi istekleriyle gelen çocuklardan oluşuyor. Hırsızlık ve yankesicilik olaylarına karışan çocukların nüfus kayıtlarına bakıldığında karşımıza ezici çoğunlukla Diyarbakır çıkıyor. Diyarbakır düşük yoğunluklu savaş yıkımının tetiklediği zorunlu göçün temel yoğunlaşma noktası oldu. Burada tek başına şu an sayısı 12 binle telaffuz edilen bir sokak çocukları gerçeği sözkonusu. Bu rakamın yüzde 80′ini köylerinden zorla göç ettirilmiş ailelerin çocukları oluşturuyor. Bu çocukların ailelerindeki toplam nüfus ortalaması 8. Kentte 2004′te şahsa ve mala karşı işlenen suçlara karışan toplam bin 914 çocuk yakalanmış. Suç oranıysa 2003′e göre yüzde 32 artmış. Suça itilen çocukların yüzde 43‘ünün aile içi şiddete maruz kaldığı belirlenmiş. Ayrıca suça karışan çocukların yüzde 31′inin babası, yüzde 89′unun annesi okur yazar değil. Ailelerin aylık geliri 300 YTL. Yapılan resmi araştırmalar, ailelerin çocuklara,'’ Para getirsin de nasıl getirirse getirsin‘’ yaklaşımında olduğunu, sokakta suç işlemekte ustalaşan çocuklarınsa daha büyük kentlerdeki çetelere satıldığını ve ailelerin bu çetelerle işbirliği yaptığını söylüyor. Diyarbakır bugün her türlü çetenin pis işlerinde kullanmak üzere çocuk kaçırdığı, devşirdiği gerçek bir uçurum kente dönüşmüş durumda.

     

    Çeteler gasp, kapkaç, hırsızlık gibi suçlarda kullanmak üzere başka şehirlerden (Başta Diyarbakır, Ağrı, Batman) kaçırdıkları çocukları İstanbul’a getiriyor. İstanbul’da adli işlem gören 15 bin 273 çocuktan yaklaşık 10 bininin başka illerden ve ağırlıklı olarak Diyarbakır, Batman gibi kentlerden gelen, kaçırılan, kandırılan çocuklardan oluşuyor. Çeteler tarafından çeşitli vaadlerle kandırılan ya da kaçırılarak İstanbul’a getirilen bu çocuklar, kapkaç, ev hırsızlığı, tırnakçılık, gasp ve soygun gibi alanlarda eğitilerek uzmanlaştırılıyorlar. Hatta öyle ki suç işlemekte becerikli olanlar çetelerin gözbebeği olup, çeteler arası transferin konusu olabiliyorlar.

    Kız çocuklarının bu tablodaki yerleriyse her yıl geometrik olarak artıyor. Sadece bu olaylarda mı? En son Batman’da 12-13 yaşlarındaki iki kız kardeşin yaşadığı korkunç trajedi henüz tazeliğini korumakta. Savaşın kente sürdüğü aile, ekmek bile bulmakta zorlandığı için, yoksul mahalleye ekmek dağıtan ‘’hayırsever'’den ekmek dilenmişti bu çocuklar. Sonra bu ‘’hayırsever'’ tarafından, insanın tüylerini diken diken edecek bir fuhuş malzemesi haline getirilmişlerdi. Şehrin eşrafı, memurları, asker ve polisleri, işadamları…vs.’inden oluşan yaklaşık 2 bin kişilik bir güruha satılıp tecavüze uğramışlardı. Yaşadıkları bu vahşet boyunca içkiye alıştırılıp her türlü yozluğa alet edilmişlerdi. Hatırlanacağı üzere olay, burjuva gazetelerin 3. sayfalarında sefilce haber malzemesi olarak kullanılmak dışında bir anlam taşımamıştı.

     

    Savaşın dramatik sonuçlarını en ağır haliyle yaşayan çocuklara ilişkin örnekler, istatistiki dökümler uzatılabilir. Ki bu gün artık bu dökümleri rejimin bizzat kendisi yapıyor. Onlar, artık üzerinden atlanamaz boyutlara ulaşmış zorla göç ettirmenin toplumsal sonuçlarını, her zaman olduğu gibi savaş gerçeğinden, yaşam koşullarından bağımsız olarak, sadece rakamlarla ifade ediyorlar. Ki bu rakamlarda, profil çizimleri ve sosyolojik açılımlarda (!) bu çetelerin pıtrak gibi çoğalmasındaki derin iktidar bağlantısı hiç yoktur! Getirdikleri biricik ‘’toplumsal açıklama'’ ise ailelerin eğitimsizliği, çocukları kullanmaları… oluyor. Asıl gerçeklerden bağımsız ‘’suçlu'’ rakamları çıkarıp, suçlu profili çizerek, polisiye önlemleri geliştirmek üzere yeni kararlar alıp düzenlemelere gidiyorlar. Ve her defasında savaş mağduru, çözümsüzlükten her yere savrulmaya açık bu kesimleri, kent sakinlerinin tepkilerinin hedefi haline getirmeye çalışıyorlar. Sorunun ‘’toplumsal çözümü'’ konusundaysa, Kürt emekçilerini ulusal ve sınıfsal taleplerinden yalıtan entegrasyon (asimilasyon ve ehlileştirilmiş ucuz işgücü olarak) projeleri üretmekten öteye gitmiyorlar, gidemezler de! Bu eşyanın doğasına da aykırı olurdu zaten.

    Bu çetelerin büyük çoğunluğunun kimlerle bağlantılı oldukları artık gizlenemeyecek bir gerçektir. Kimileri, son süreçte artan gasp ve hırsızlık olaylarını, Kürt halkını aşağılayıcı tarzda miting malzemesi haline getirirken, bu gerçeğin üstünü bilinçli olarak kapatmaya çalışıyor.

     

    Ve en son yapılan Güvenlik Zirvesi’nin temel gündemlerinden biri de, ‘’büyük şehirlerde artış gösteren hırsızlık ve kapkaç olayları”ydı. Artık rejimin de keyfini bozan bu olgu her türlü toplumsal, sınıfsal dayanağından koparılarak, polisin ve güvenlik önlemlerinin bir bütün olarak yeniden yapılanması odağı içerisinden ele alındı. Alınan kararlar, kentleri gerçek bir hapishaneye dönüştürecek düzenlemeler içeriyor. Asayiş polisinin yeniden örgütlenmesi, il ve ilçe emniyetlerinde dolandırıcılık, yankesicilik ve mali şubelerde çalışan görevlilerin sayısının arttırılması, polis örgütü için yeni araçların alınması, polisin büro yerine sokaklarda görevlendirilmesi, yeni alınacak 10 bin kişilik üniversite mezunu polisin istihdam alanının belirlenmesi, kapkaç…vs.nin yoğun olduğu bölgelere karakol takviyesi yapılması, bu tür olayların sık sık yaşandığı sokak, mahalle, eğlence merkezi, park ve bahçelerde özel güvenlik ve polisin görevlendirilmesi, Diyarbakır’da tamamlanan MOBESE‘nin (Mobil Elektronik Sistem Entegrasyonu Projesi) MOBESE ile kent gerçek bir elektronik hapishaneye dönüştürülecek. Rejim, kentlerde yükselen ve temel dinamiğini düşük yoğunluklu savaşla birlikte köylerinden edilmiş milyonlarca emekçinin uçurumlaşmış yaşamlarıyla her türlü istismara açık hale gelmelerinden alan kapkaç, hırsızlık, gasp olaylarını bahane ederek bir taraftan kendi zor örgütlerini takviye edip merkezileştirirken, bir taraftan da bu zeminin özellikle orta kesimlerde yarattığı hoşnutsuzluk ve tepkiyi kullanarak kentleri elektronik hapishanelere dönüştürmeyi meşrulaştırıyor. Aynı zamanda savaş sürüleri için özel güvenlik ağlarını genişletip işlevlendirerek istihdam alanı açıyor. Ve sonuçta işin entgrasyon ayağı başlıyor.

     

    Entegrasyon tanımı bizzat sistemin kendisinin kullandığı bir tanımdır. Bu bile başlı başına Kürt emekçilerine yaklaşımın çıplak ifadesidir. Entegrasyonun temel ayağını GAP projesinin ekonomik sosyal hedefleri oluşturuyor. Bu projenin hedeflerinin basit bir deşifrasyonu, entegrasyondan neyin amaçlandığının çıplak ifadesi olacaktır. GAP’la bölge kentlerindeki Kürt emekçilerinin (özellikle kadın ve çocuk) kapitalist üretim ilişkilerine hazırlayacak becerilerin kazandırılması ve aynı zamanda oluşturulan eğitim ağlarıyla asimilasyonun sistemli hale getirilmesi hedefleniyor.

    Ancak kirli savaşla, metropollere yığılmış, zorla göç ettirilmiş emekçilerle birlikte, toplumsal boyut kazanan sorun, sistemi, göç içerikli projeler üretmeye de yönlendirdi. Çünkü GAP’ı aşıp Türkiye metropollerinin gündemini belirleyen kapsamlı fatura, tüm ağırlığıyla şu son yıllarda adeta haykırıyor. 15-20 yılın yarattığı yıkım birikimi sistemin denetleyemeyeceği boyutlar kazanıyor. Bu nedenle; ‘’Türkiye Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması'’ gibi kapsamlı projeler oluşturuldu. Bu projeye devlet kurumlarının yanısıra (MGK, Genelkurmay,İçişleri-Dışişleri Bakanlıkları, Hazine Müsteşarlığı), BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, AB Türkiye Temsilciliği, Göç-Der, Diyarbakır Barosu, TMMOB ile göç ile ilgili çeşitli ‘’sivil toplum'’ örgütleri katılıyor. Proje Hacettepe Üniversitesi Nüfus Enstitüsü tarafından koordine ediliyor. Adıyaman, Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Hakkari, Mardin, Muş, Siirt, Şırnak, Dersim, Van ve bu illerden yoğun göç alan iller üzerinden göçün neden ve sonuçlarını incelemeyi kapsıyor.

    Projede yeralan resmi kuruluşlar göç olgusu ve sonuçlarını kirli savaş bağlantısından kopararak ele almakta ısrar ederken, aynı zamanda savaşla birlikte yerlerinden edilmiş nüfus sayısını da (ki bu rakam 3 ila 5 milyon olarak tahmin ediliyor) 350 bin olarak göstermek istiyor. 2006 Şubat’ında bitirilmesi hedeflenen projenin amacı ’göçe maruz kalan ve bunun sorunlarını en şiddetli biçimde yaşayan kesimleri hem kendilerine, hem de ülkeye yararlı olarak üretken bir konuma getirmeye yönelik tedbirlerin geliştirilmesine, köye dönüşün mümkün olduğu yerlerin rehabilitasyonu, ve sürdürülebilirliğine yönelik bir model ya da modellerin geliştirilmesine ve seçilen kırsal yerleşimlerde uygulamaya yönelik olarak planların hazırlanmasına yardımcı olmak üzere, göç eden kişilerin göç etmeden önce ve sonraki niteliklerine ve sayılarına ilişkin bilgilerin tesbit edilmesi‘’ diye özetleniyor. Projenin temel amacı ilk iki satırda kullanılan ifadelendirmeyle haykırılıyor adeta: ‘’Kapitalizme ve devletine hayırlı vatandaşlar…'’ şeklinde ifade edebiliriz bunu!

    Projenin temel ‘’çözüm'’ eksenini köye dönüş oluşturuyor. Bu isimle başlatılan projeler temelinde köylerine dönen Kürt emekçilerinin neler yaşadıklarını görüyoruz: Koruculuğun dayatıldığı asker baskısı, boşaltılan köylerin yeni ‘’ağaları'’ korucuların baskısı (Bu vatanperveler! en son Mardin’de 13 yaşındaki Selahaddin Günbey isimli çocuğu katlettiler. Gerekçeleri kendi topraklarına izinsiz girmiş olması), patlayan mayınlar, başlarını sokacak derme çatma konutların bile olmaması, her türlü geçim aracından yoksunluk,…vs. vs. Ulusal reformizm de Köye Dönüş projesi ve Kürt burjuvalarına yapılan yatırım ve istihdam olanaklarının yaratılması çağrıları gibi ‘’çözüm yöntemleri'’nin ötesine geçemiyor.

     

    Kirli savaş kapitalist gelişmenin başdöndürücü çözücülüğünü bile allak bullak edecek yeni bir sınıfsal, toplumsal doku yarattı. Hem de tarihsel gelişimde bir nokta bile olamayacak 15-20 yıllık kısa bir sürede. Güneydoğu’da geriye döndürülemez bir sınıfsal ayrışma ve çözülme bugün artık açık bir olgu haline geldi.

    Rejim bu gerçeğin farkındadır. O yüzden Güneydoğu’da faşizan ve asimilasyon politikalarına devam ederken, bir taraftan da, ortaya çıkan sınıfsal ayrışma ve eski dayanaklarının bugünkü koşullarda giderek işlevsizleşmesi karşısında, Güneydoğu’da kapitalist gelişmeyi, uluslararası sermayeyle ittifak halinde hızlandırıyor. Kapitalist gelişme günümüzde Güneydoğu’nun derinliklerine kadar bilinçli politikalarla geliştiriliyor. Hedeflenen entegrasyon, öncelikle, kapitalizmin genişlemesine ve derinlemesine geliştirilmesiyle içselleştirilmeye çalışılıyor. Kapitalist gelişme, ekonomik-sosyal entegrasyon ve siyasal-kültürel asimilasyon... Bu üç ayağın içiçe geçirildiği bilinçli, planlı bir yönelim sözkonusudur. Düşük yoğunluklu savaşın korkunç sonuçları ile işsizlik ve yoksulluğun bunalttığı halkı bu kesitte, ‘’iş, aş ‘’ imkanlarıyla emmeye, kapitalist gelişimle uyumlulaştırmaya çalışıyor.

    Rejim, Güneydoğu’daki kapitalist gelişmeyle, bölgedeki sivil dayanaklarını döneme yanıt verecek şekilde ‘’yenileyip'’ sağlamlaştırmaya çalışıyor. Bugüne kadar Kürt Halkına karşı kullandığı aşiret reisleri ve korucubaşlarından oluşan paramiliter dayanağın, gelinen aşamada, işlevsizleştiğini görüyor. Bu vatanperver sürülerini yeni sürece uyumlu hale getirmeye çalışıyor. Kaldı ki kapitalist gelişim ağaların, şeyhlerin, aşiret reislerinin ekonomik ve sosyal yaşamdaki kalıntılarını da önüne katıp götürüyor. TV’lerdeki postmodern ağa dizilerinin bir hikmeti de bu kesimlere yol çizmek olsa gerek! Sistemin Kürt emekçilerine uyguladığı zorun Güneydoğu’nun içerden ayağını oluşturan Bucaklar, Adıyamanlar, Tatarlar… savaşın her türlü pis uygulamasının aktörleri olarak teşhir olmaları ve düşük yoğunluklu savaşın gelinen aşamasında, eski işlevleriyle anlamsızlaşmaları sonucu ya bu yeni sürece uyum sağlayıp, kapitalist gelişimin parçası olacaklar ya da zamanla kapitalist gelişim karşısında eriyip gidecekler.

    Rejim açısından Güneydoğu’da düşük yoğunluklu savaşın stabilizasyon ayağında, hayli yol katedildi. Bu aşamada Kürt halkı üzerindeki içerden denetimi, Bucak gibilerinin çıplak zoruyla değil, ekonomik-sosyal-kültürel bağları içiçe geçirme yeteneğine sahip burjuvazi eliyle yapma gerekliliğine uygun hareket etti, ediyor. Konukoğlu’ları, Çalıklar, Akyıllar, Karaboğalar… gibi Kürt burjuvalarının son yıllarda bizzat rejim ve TÜSİAD destekli yükselişleri bunun somut göstergesidir. Bu kesimler rejimin yakın dönem planları doğrultusunda, ‘’bireysel ekonomik girişkenlik'’ adı altında gerekli altyapı ve teşvik kredileriyle yemleniyorlar. Bu yemlenmenin karşılığıysa, sadakat, halk üzerinde ekonomik, sosyal, ideolojik, kültürel denetim kurmaları konusundaki girişkenlikleri olacak. Kürt burjuvaları bu görevi yerine getirmeye çoktan hazır. Diyarbakır’daki Akyıl şirketinin TÜSİAD üyeliği ile onurlandırılması bu noktadaki başarısının ödüllendirilmesidir özünde. Anlaşılacağı üzere Güneydoğu’da orta ve hatta giderek büyüme eğilimi taşıyan sermaye grupları, başta TÜSİAD olmak üzere, genel olarak Türkiye burjuvazisinin kanatları ve belirleyiciliği altında istim alarak yürüyor. Kürt reformizmi de, tüm duruş ve işlevlerinin kapitalist gelişmeyle ekonomik, sosyal entegrasyon ve siyasal-kültürel asimilasyonun derinleştirilmesi olduğu deşifre olmuş bu kesimlerden bir ulusal burjuvazi yaratma hayalleri kurabiliyor. Bu panoramadan başka Kürt Halkının daha ne gibi bir sorunu olabilir ki!

  4. Öfkelerim kadar küçük bu gece çığlığı

    Düşlerim kadar büyük

    Duygularım kadar karmaşık nasıl anlatsam

    Çıksam şimdi çöl suskunu sokaklara

    Dallara yürüyen sular gibi çıldırsam

    Baharı muştulamak adına kapılar çalsam

    Hangi ana böler ki uykuların

    Özgürlüğü yeryüzüne bayrak yapsam

     

    Hiç mi hiç sevmiyorum yorgun yağmurları

    Ne kırları çıldırtıyor ne dağları

    Yağdı mı Toroslarca yağmalı yağmur

    Seller coşturup barajlar taşırmalı

    Bir yudum su demekten aciz yürekler

    Ya ses verip haykırmalı ya boğulmalı

     

    Ey ateşe sürülmüş ölümler ülkesi

    Ufuk çizgilerinde silikleşen anılar

    Kutsal soygunlar yasal vurgunlar

    Çöplük kumbaralarda biriken çocuklar

    Hiçbir dilden

    Hiçbir sözcük yetmiyor anlatmaya bu akşam

     

    Kuş kanadında bir bulut mu yalnızlık

    Belirsiz bir hüzün çiseliyor yine

    Düş yorgunu kirpiklerden akşam üstüne

     

    Kaya çatlağında köknar çılgınlığı benimki

    Kıraçlara kahreden tohum dargınlığı

    Yağmursuz gülmeyi bilmiyor ki kuraklık

    Beynimi yüreğime nasıl haykırsam bu akşam

    Bu akşam hiç yaşamamış olsam

     

    Bir badem çiçeği sürsem şimdi namluya

    Beynime sıksam

    Ölümüm bahar olsa nasıl anlaşılsam

     

    ADNAN YÜCEL... (soluğun soluğumuzda yaşamaya devam ediyor ve edecek, yer yüzü aşkın yüzü oluncaya dek)

  5. Elim sanata düşer usta

    Dilim küfre, yüreğim acıya

    Ölüm hep bana

    Bana mı düşer usta?

     

    Sevda ne yana düşer usta

    Hicran ne yana

    Yalnızlık hep bana

    Bana mı düşer usta?

     

    Gurbet ne yana düşer usta

    Sıla ne yana

    Hasret hep bana

    Bana mı düşer usta?

     

    Refik DURBAŞ...

  6. Çatal Çama Kurşun Attım Geçmedi

    Ali Efeye Ayran Verdim İçmedi Aman Yandı

    Öşürcü Yakup Elime Geçmedi

    Teke Bıçak Tırpan Gibi Biçmedi Aman Yandım Aman

     

    Kova Kova Çapulama Kum Doldu

    Silahlarım Senin İçin Dün Doldu Aman Yandım Aman

    Öşürcüler Bizim Köyden Kovuldu

    Düşmanlarım Dumanlara Boğuldu Aman Yandım Aman..

  7. İlan edilmeksizin yaşanan ve asla bitmeyen savaşlarda yalnızca tetiği çekip öldürenler/ölenler mi yaşıyor savaşları? “Bir savaş yaşadım” diyor “Mehmet’in Kitabı”nda Mehmetçiklerden bir Mehmet. “Kime karşı, ne için, kim için?” Ölümün soğuk yüzü ile kan ter içinde karşı karşıya kalanların korku eşiğinde bilinçlerine düşen, aydınlatıcı sorular bunlar. Bir tarafta tam da durdukları yerden yani kendi sınıf önsezileriyle olup bitenleri anlamaya, yorumlamaya, görmeye başlarken diğer taraftan sınıf olamayıp devletiyle, ordusuyla, milletiyle kurulu olan düzene kendi iradeleri dışında, yoksullukları içinde, hayalleriyle, umutlarıyla tüm bir hayatlarını ve dahi canlarını vermek zorunda kalışlarını, sınıf bilincimizle içimiz daha da ezilerek görüyoruz.

     

    Geçtiğimiz dönemde gösterilen Yazı Tura filmi de ilk bakışta yığma bir senaryo gibi görünse, politik olarak bir çok eleştiri de götürse filmi etkileyici yapan, her günki yaşam devinimi içersinde insan hayatları üzerinde, yaşadıkları toplumun egemen olan tarihsel, politik, kültürel, ahlaki tüm çatışmalarının, bunalımlarının, baskılarının belirleyici olduğunu göstermesiydi. “Askerlik namus borcudur”, “Vatan bölünmez, bütündür”, “Türk’ün türkten başka dostu yoktur”, “Ermeni dölleriyle, kuyruklu kürtler vatan topraklarımızı bölmek için el ele vermiştir, Yunan’ı zaten denize dökmüşüzdür”… Toplumsal sisteme egemen olan ve onu kendi çıkarlarıyla şekillendiren sınıfın, toplumu kuşatan değer yargıları, tarihi varoluşu ve düşünce yapısının oluşturduğu tüm bu ön kabuller ve kuşatılmışlık içinde birbiri peşisıra nedeni bilinmeden yaşanan acılar içinde kıvranan hergünkü yaşam hikayeleri.

    Ama savaş sürüyor. Hem de “Mehmet’in Kitabı”nda savaşı yaşamış bir askerin anlatımında yoğunlaşıp, “Biz bir savaş biliriz, oysa o savaşa ne kadar insan katıldıysa en az o kadar savaş yaşanmıştır orada” ile dile geldiği kadar yaygın ve derin. Çünkü birbirinden koparılarak birbirine uzaklaştırılmaya çalışılan yaşamlar söz konusu olan.

    Adı konmaksızın başlayan, devletiyle, ordusuyla büyüklüğüne, yenilmezliğine toz kondurmamak için ilan edilmeksizin yürütülen savaş bugün kazanılmış bir zafer olarak kutlanıyor. Evet varlığı bile inkar edilen, dili yasaklanan, baskı altında tutulup aşağılanan, binyıllardır yaşadığı topraklarda özgürlüğe hasret, tüm zenginlikleri yağmalanarak yaşamaya mahkum bırakılan, her isyanında kırım ve katliamla karşılaşan Kürt halkının bağımsızlık mücadelesi bir kez daha yenilgiye uğratıldı. Halklaşan savaş bu kez, özel kuvvetler, kontra güçler, yapacağı her tür katliama açık çek anlamına gelen (heyecanla sol göğse vurularak-“seni tuğ yaptım”-verilen) tuğx ünvanı alan komutanların her türlü kirli yöntemin uygulandığı “topyekün savaş”la yenildi. Asıl olarak da KUKH önderliğinin liberal tasfiyeci kırılması ve ideolojik-siyasal teslimiyetiyle yenildi. Savaşanlar sadece her iki tarafın askerleri olmadı. Her şey cephede olup bitmedi. Ve savaş, Kürt halkının özgürlük mücadelesi karşısında kör-sağır-dilsiz kesilerek katliamlarda suç ortağı olan Türk işçi ve emekçilerinin cephe gerisinde şovenizme yedeklenmeleriyle bitti, asıl olarak cephe gerisinde bitti ve aynı zamanda da emekçi halklar açısından kaybedildi. Kaybedilen ulusal savaş farkında olunsun olunmasın iç içe geliştiği sınıf savaşının, hükmünü şaşmazcasına, kesin bir mutlaklıkla yürüten ilkesini hatırlatıyor. “Başka bir ulusu ezen bir ulusun işçi ve emekçileri özgürleşemez.”

    1999’a kadar adı yasak bir ülkenin, yüksek dağlarında sürdü çatışmalar. Öldürüldüğü söylenen PKK’ liler, şehit düştüğü söylenen Türk askerleri ve onların Kürt düşmanı gösterilere dönüşen cenazeleri eşliğinde, kirli savaşın yürütülüş zeminini yaratan psikolojik savaşla milliyetçi duygular şovenizm derecesinde kışkırtılarak kirlilik tüm topluma yayıldı. Öyle ki sokaklarda oyun peşinde koşuşan 5-10 yaşındaki çocuklar bile ekilen ırkçı-şovenizmin tohumlarıyla şekillendi.

    Çatışmaların sürdüğü 15 yıl boyunca askerlik yaşı gelip de TSK saflarında devlet zoruyla savaşa sürülen 2,5 milyon genç, aileleriyle birlikte 15 milyonu, yakın çevresiyle ise nüfusun yarısını kapsayan bu kesimin ırkçı-faşizmin yanında saf tutması için her şey yapıldı. Bugün savaşan bu askerlerden kaçı kör, sağır, topal, kaçı alkolik, kaçı delirmiş ya da intihar etmiş bilinmezken biz onların izini ancak gazetelerin üçüncü sayfalarında cinayet, cinnet, dehşet haberleri içinde görebiliyoruz.

    1995 de 3000-3500 askerin katıldığı askeri güçle yapılan Güney Doğu operasyonlarından sonra, tüm toplumu bu imha saldırısının parçası kılmak için başlatılan “Haydi Türkiye Mehmetçikle El ele”maddi destek kampanyasında toplanan bağışlarla dünyanın üçüncü, Avrupa’nın en büyük Rehabilitasyon ve Bakım Merkezini kurdu TSK. Yetmedi. Savaşın tüm yıkıcılığını bedenlerinde, ruhlarında taşıyarak ülkenin dört bir tarafına dağılan bu askerler için yine ülkenin dört bir tarafında rehabilitasyon merkezleri açılıyor. Ne tüm teknolojik alt yapıya sahip olan bu büyük merkezde ne de çoğunlukla Ege ve güney sahillerinde açılan diğer rehabilitasyon merkezlerinde yaygın adıyla “Vietnam Sendromu” olarak bilinen PTSD (Travma Sonrası Stress Bozukluğu) yaşama riski yüzde 30′ları bulan askerlerini iyileştiremiyor, iyileştiremezler de. Asla kirli savaş öncesindeki gibi olamayacak bu “asker eskileri": “Güneydoğu Sendromu vakası” olarak toplum içindeler, bir çoğu önce kafaca ve ruhça sakatlanmış, bir tortu olarak.

    İşte onların kendilerini kaybettikleri savaş meydanlarında yapıp ettikleri, toplu mezarlarla birlikte toprak üstüne çıkıyor bugün. Kaybetmeler, kurşuna dizmeler, işkenceler, toplu katliamlar, yakmalar…

    Tarihin izini sürmek kolay. Hem de an an. Bıraktığı tanıklarıyla, kalıntılarıyla, izleriyle. Yer, Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı Alaca Köy’de kurumuş bir dere yatağı. Ve içinde bir çoban tarafından bulunan 11 kayıp köylüye ait toplu mezar. 11 yıl önce yaşayanların dışında kimsenin görüp bilmediği savaş gerçeği, işte bugün toplu mezar olarak patlayıp, açılıp, saçılıyor tüm toplumun üstüne. Orada o anda yaşanmış katliamı, olup biten her şeyi adım adım hem de kimse anlatmaksızın, sadece köylülerden geriye kalan izlere bakarak görmek. Yapılan işkenceleri (bulunan kemikler arasında kafa kemiği yok), kurşuna dizilişlerini (onlarca boş kovan bulundu) ve orada 11 köylüye mezar olacak yerde askerlerin kamp kurup konserve yediklerini (boş konserve kutuları)… Daha dünmüş gibi, her şey yerli yerinde, hiç gizlenmeksizin açıktan yürütülen savaşın izleri bunlar. Katliam sonrası tümüyle insansızlaştırılan, boşaltılan köylere şimdilerde geri dönenler kaybettiklerini, kaybettikleri yerlerde arayıp buluyor.

    Yer, Muş Kızılağaç beldesine bağlı Er alan köyü. Yıl 1993, kurşuna dizilen köylüler.

    Yıl 1994, Tunceli merkeze bağlı Gökçek köyü, Mirik mezrasına yapılan operasyon öncesi 7, sonrası 16 kişi ortadan kayboldu.

    Kulp’ta ortaya çıkan toplu mezar sonrası, yasaklı olan bölgelerde yaşanan bu operasyonlardan kalan daha kaç toplu mezar olduğu bilinemese de Bitlis’te, Batman’da, Siirt’te köylülere ve Pkk’ lilere ait cesetler biliyoruz ki gömme zahmetine bile katlanmaksızın ya bir kaya ovuğunda ya bir çalı çırpı altında ya dere yatağında ya bir bahçe kenarında yada yolun orta yerinde o günden beri kemikleşmiş bir halde duruyor.

    Bugün kirli savaş uygulayıcıları ödüllendirilerek yeniden piyasaya sürülüyor. Çankaya Köşkü’nde ‘görev malulu’ askerler için ödül töreni düzenlendi. Bunlardan biri JİTEM’ci Abdülkerim Kırca. Susurluk raporunda olayların planlayıcısı ve uygulayıcısı olarak adı geçiyor. Artık sadece adı geçmiyor. JİTEM tetikçisi Abdülkadir Aygan‘ın itiraflarıyla yeni faili meçhuller ortaya çıkarken pervasızca işlediği cinayetlerle Abdülkerim Kırca da suç üstü yakalandı. 1994 de Diyarbakır’da kaçırılarak Silopi’de işkence ile sorgulanıp Dicle nehri kenarında öldürüldükten sonra bizzat Abdülkerim Kırca’nın üzerine benzin dökerek yaktığı Murat Aslan‘ın cesedi, itirafçının itiraflarının izini süren baba tarafından bulundu. Ateşkesin bozulması ve çatışmaların yeniden başlamasıyla ele geçirilenler işkence edilerek öldürülüp kirli savaş uygulamalarıyla kafası koparılıp göğsü parçalanıyor (Batman Beşiri ilçesindeki operasyonda İdris Ulaş’ın cesedinin başsız ve göğüs bölümünün olmadığı ortaya çıktı) “Dur” ihtarına uymadığı gerekçesiyle insanlar keyfi bir şekilde öldürülüyor (Van’da Yücel Solmaz), Siirt’ten Pkk’ ye katılmak üzere yola çıkan 5 genç, silahlı olmadıkları halde Şırnak’ta katlediliyor ve Pkk’li deniliyor.

    Kızıltepe’de, Şemdinli’de göz göre göre baba-oğul ve bir çobanın infaz edilişiyle başlayıp birbiri peşisıra gelen yeni infazlar ve en son ortaya çıkan toplu mezar gerçeğiyle birlikte geçmişte işlendiği tanıklarıyla kanıtlanan cinayetler tüm topluma, Kürt halkına ve emperyalist güçlere yeni bir sürecin başladığını duyuran açılış mesajları. Gerisi gelecek

     

    Yaşanan savaş sonrası halklar olup bitenlere karşı daha sorgulayıcı olsalar da ırkçı-şovenizmin uygulama zemini dün olduğu gibi bugün yine (hazır bekletilen yer yer kaşınan bir zemin olarak) var. Haritaların işgallerle ve egemenlik savaşlarıyla değiştirilmeye çalışıldığı bir bölgede emperyalist dayatmalar ve işbirlikleriyle halkların birbirine düşürülüp birbirine kırdırılarak yol alınması en bilindik ve vazgeçilmeyen emperyalist işgal taktiğidir. İşte Kerkük. Emperyalist hegemonya mücadelesinde milliyetçi boğazlaşmaların yeni sahnesi. Orada işbirlikçi aşiretler eliyle kurdurulacak olan bir Kürdistan, dört parçaya bölünmüş Kürtler için özgürlük ve bağımsızlık anlamına gelmediği gibi bölgede yeni bir ABD jandarması olacaktır. Bunun açıktan görülmesiyle Kürtlere karşı düşmanlığın daha da bilenerek sürdürülmesine karşı, ezilen ulus olarak Kürtlerin özgürlük ve bağımsızlık talebini, ezilen işçi ve emekçilerin emperyalist hegemonyaya, ırkçı, faşizme ve ezen, sömüren sınıfın egemenliğine karşı mücadelede birleştirmenin yol ve yöntemleri zorlanmalı, her şeyden önce bilinçler bir kez daha bu noktada ırkçı-şovenist önyargılardan arındırılarak durulaştırılmalıdır. Aksi, bizim olmayan, bize karşı savaşların askeri olarak savaşmak, seyircisi olmak ya da etkisiz bir varlık göstermek olacak.

  8. Bir kıvılcım düşer önce

    Büyür yavaş yavaş

    Bir bakarsın volkan olmuş yanmışsın arkadaş

    Dolduramaz boşluğunu ne ana ne kardaş

    Bu en güzel, bu en sıcak duygudur arkadaş

    Ortak olmak her sevince,

    Her derde kedere

    Ve yürümek ömür boyu

    Beraberce elele,

    Olmasın hiç

    O ta içten gülen gözlerde yaş,

    Yollarımız ayrılsa bile,

    Seninle Arkadaş!

  9. (Zoe’ydi adı

     

    ismim Tanya dedi onlara

     

    Tanya;

    Bursa cezaevinde karşımda resmin

    Bursa cezaevinde,

    belki duymamışsındır bile Bursa’nın ismini

    Bursa’m yeşil ve yumuşak bir memlekettir.

     

    Bursa cezaevinde karşımda resmin

    sene 1941 değil artık, sene 1945

    Moskova kapılarında değil artık

    Berlin kapılarında dövüşüyor artık seninkiler

    bizimkiler

    bütün namuslu dünyanınkiler ...

     

    Tanya;

    senin memleketini sevdiğin kadar ben de seviyorum memleketimi

    seni astılar memleketini sevdiğin için

    ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim

    ama ben yaşıyorum

    ama sen öldün

    sen çoktan dünyada yoksun

    zaten ne kadar az kaldın orada

    on sekiz senecik ...

    doyamadın güneşin sıcaklığına bile ...

     

    Tanya;

    sen asılan partizan, ben hapiste şair

    sen kızım, sen yoldaşım

    resmin üstüne eğiliyor başım

    kaşların incecik, gözlerin badem gibi

    renklerini fotoğraftan anlamam mümkün değil

    fakat yazıldığına göre koyu kestaneymişler.

    bu renk gözler çok çıkar benim memleketimde de ...

     

    Tanya;

    saçların ne kadar kısa kesilmiş

    oğlum memet’inkinden farkı yok

    alnın ne kadar geniş, ay ışığı gibi

    rahatlık ve rüya veriyor insanın içine.

    yüzün ince uzun, kulakladır büyücek biraz,

    henüz çocuk boynu boynun

    henüz hiçbir erkek kolu sarılmamış anlıyor insan.

    ve püsküllü bir şey sarkıyor yakandan

    süsünü sevsinler mini mini kadın.

     

    arkadaşları çağırdım bakıyorlar resmine;

     

    _Tanya

    senin yaşında bir kızım var.

    _Tanya

    kız kardeşim senin yaşında

    _Tanya

    senin yaşında sevdiğim kız

    bizim memleket sıcaktır

    bizde kızlar tez kadınlaşır ..

     

    _Tanya

    senin yaşında kızlarla

    okulda, fabrikada, tarlada arkadaşız

     

    Tanya;

    sen öldün ne kadar namuslu insan öldü

    ve öldürülmekte

    ama ben,

    söylemesi ayıpmış gibi geliyor bana

    ama ben yedi yıldır kavgada

    hayatımı tehlikeye koymadan

    hapiste de olsa da yaşıyorum)

     

    sabah oldu tanya’yı giydirdiler

    ama çizmeleri, şapkası, gocuğu yoktu

    iç etmişlerdi onları

    torbasını giydirdiler

    torbada benzin şişelesi, kibrit,

    kurşun, tuz, şeker ....

    şişelesi boynuna astılar

    torbasını verdiler sırtına

    göğsüne bir de yazı yazdılar

     

    “partizan”

     

    köyün meydanına kuruldu darağacı

    atlılar çekmiş kılıcı

    halka olmuş piyade askeri

    zorla seyre getirdiler köylüleri

    iki sandık üst üste

    iki makarna sandığı

    sandıkların üstüne yağlı urgan sallanır

    urganın ucunda ilmik

    partizan kaldırılıp çıkarıldı tahtına

     

    partizan

    kolları bağlı arkadan

    durdu urganın altında dimdik ..

    nazlı boynuna ilmiği geçirdiler

    bir subay fotoğrafa meraklı

    bir subay elinde makine; kodak

    bir subay resim alacak

     

     

    Tanya seslendi kolhozlulara ilmiğin içinden

     

    “ _ kardeşler üzülmeyin gün yiğitlik günüdür.

    soluk aldırmayın faşistlere

    yakın, yıkın, öldürün ....”

     

    bir alman vurdu ağzına partizanın

    genç kızın beyaz, yumuk çenesine aktı kan

    fakat askerlere dönüp devam etti partizan:

     

    “_ biz iki yüz milyonuz

    iki yüz milyon asılır mı?

    gidebilirim ben

    ama bizimkiler gelecekler

    teslim olun vakit varken ...”

     

    kolhozlular kan ağlıyorlardı,

    cellat çekti ipi

    boğuluyor nazlı boynu kuğu kuşunun

    fakat dikildi ayaklarının ucunda partizan

    ve hayata seslendi insan

     

    “_ kardeşler

    hoşça kalın

    kardeşler

    kavga sonuna kadar

    duyuyorum nal seslerini geliyor bizimkiler ...”

     

    cellat bir tekme attı makarna sandıklarına

    sandıklar yuvarlandılar

    ve Tanya sallandı ipin ucunda ...

  10. Demiri toz ederler loy

    Kan serperler gökyüzüne

    Seviyi yoz edereler loy

    Kül ederler kör gözüne

     

    Benim sevdam muratsız loy

    Ölüm düşmüş ellerime

    Tomson bile kar etmiyor

    Şu susmayan dillerime

     

    Sevdik sevdik severiz loy

    Orak çekiç döveriz loy

    Ana avrat söveriz loy

    Malı cana böleriz

     

    Ne ağlarsın behey kardaş

    Güneş gebe bu yerlere

    Dağda şafak ağarsında

    Yürüyelim şu kentlere

  11. Herhangi bir dizinin bir oyuncusu ya da yönetmeni, yapımcısı. Magazin programı sunucusu sorar o muhteşem soruyu: “Bu dizi neden bu kadar tuttu?” Cevap da denk düşen keskin bir zekanın ürünüdür: “Çünkü bu dizi hayatın içinden, bizi anlatıyor. Sıradan insanların hayatı var bu dizinin içinde.” Sıradan insan. Sıradan insanların hayatı. Nasıl bir şey bu, sıradan insan ya da sıradan insanların hayatı?

    Saat sabahın altısı. Sokaklarda koşuşturan insanlar. Kimi servise yetişmeye çalışıyor, kimi otobüse. Nefes almanın zorlaştığı otobüsler. Karman çorman bir trafik. Bu trafiğin ortasında, içinde şoföründen başka bir yolcusu olmayan özel arabalar.

    İşyerinde patron yalakası bölüm şefi ya da ustabaşı. Tuvalete gitmenin bile başlı başına bir sorun olduğu hayvani çalışma temposu. Günde on saati aşan zaman diliminde sürekli işi yetiştirmeye çalışmak. Her an kafada dönüp duran ‘Yarın ne olacak?’ sorusu. Soruların büyümesi. Büyüyüp umudu yiyip bitirmesi. Boğulmak. Çevresini, her şeyi unutmak. Yanı başında çalışanı fark etmemek. Fark etse bile iki çift laf edememek.

    Eve geri dönüş. Günün bütün stresi ve yorgunluğunu atma isteği, arzusu. Kısa sohbetler ve hal hatır sormalarla geçen ‘akşam sefası’. Tek ‘sosyal araç’ TV ve onun bahşettikleri. Ha bir de son günlerin trendi; “İddaa”. Stop!

     

    Elbette ki asıl yapılmak istenen, emekçilerin en basit özlemlerinin bile ticari bir malzeme haline dönüştürülmesi, bunların ancak sanal dünyada olabileceğinin altının çizilmesidir. Bugüne kadar mahalle, aile kurgusu içerisinde yapılan tüm dizilerde dayanışma, paylaşma, dostluk, sevgi temaları en yoğun şekilde kullanıldı/kullanılıyor. İzleyicinin ancak hayal dünyasında böyle bir yaşantının varolduğu, olabileceği vurgulanıyor.

    Hiçbir sınıfsal, siyasal ölçüt yoktur. Yönetmenin gözüyle “son tahlilde herkes” insandır. Düşünceleri, dünya görüşleri, yaşam tarzları, sınıfsal konumları farklı olsa bile herkes aynı gemidedir. Oysa gerçek yaşam kameranın objektifinden görüldüğü gibi akmıyor. Milyonlarca insan açlık ve sefalet sınırında dolaşıyor. Ama Son film çekilmedi. O filmin oyuncuları yani dünyanın gerçek sahipleri emekçiler sahnenin kendilerine gelmesini bekliyorlar.

    Motor. Başla!

  12. "Gray Line otobüs hattında, daha çok turistlerin tercih ettiği çift katlı otobüsü kullanan Muhammed Stout (43) isimli şoför, sabah saatlerinde panik halinde 911′i aradı. Çok korktuğunu, muavinin kendisini otobüsteki 5 Asyalı konusunda uyardığını söylüyordu. Hepsinin sırt çantası taşıdığını ve ceplerinin dolu olduğunu anlatıyordu. … Ağır silahlı polis, altlarında şort, ayaklarında spor ayakkabı ve üzerlerinde tişört olan 5 ‘şüpheliyi’ diğer yolculardan ayırdı. Hemen yandaki kaldırıma dizdi. Sırtları kendilerine dönük şekilde diz çöktürdü, üst araması yapıp ellerini kelepçeledi. Bir ekip polis şüphelilerin olay yerinde sorgusunu yaparken, diğer ekip de otobüste bomba araması yaptı. Ardından şüphelilerin ve diğer yolcuların çantalarını oturma sıralarına göre caddenin ortasına dizdi. Özel eğitimli bomba arama köpekleri, dakikalarca ipucu aradı. Bu sırada caddedeki trafik durduruldu. Yakındaki McDonald’s boşaltıldı. 30 dakikadan fazla süren operasyon sonrası çantalarda bomba olmadığı anlaşıldı. ‘Şüpheli’ Asyalılar da serbest bıkarıldı. … 5 ‘şüpheli’ yolcu öfkelerini ‘Bu kadar aşağılanmak yeter. Buradan gitmek istiyoruz’ diyerek dile getirdi.” (Sabah, 24 Temmuz)

    Ülkemiz devrimcileri ve emekçileri için bu pek tanıdık sahne, Mısır’ın dalmaya meraklı dünya sosyetesinde nam salmış Şarm el Şeyh beldesinde henüz bombalar patlamadan önce New York’ta yaşandı. Neler yok ki bu 30 dakikada? Dünya jandarmasının, emperyalist terör ve saldırganlığı ile bizzat müsebbibi olduğu hedefsiz bombalamalarla kapıldığı paranoya. Bir zamanlar “Ben vergi veren bir Amerikan vatandaşıyım” sözüyle akan suların durduğu söylenen, “fırsatlar ve bireysel özgürlükler ülkesi”nde kimsenin ağzını bile açmadığı bir “muz cumhuriyeti” manzarası. Belki siyah, belki Asya kökenli ama adından belli ki aynı zamanda Müslüman, ABD’li bir işçinin, “antiterör” kampanyasının tuzaklarına takılıp özgürlüğün en büyük düşmanı büyük köpekten can güvenliği için yardım istemesi!

    Londra’da ve Mısır’da patlayan bombaların hammaddesi, başta ABD olmak üzere emperyalizmin azami kar, azami egemenlik ihtiyacı ve bu dürtüyle halklara karşı yürüttüğü asimetrik savaştır. Direnen Felluce dipten doruğa imha edilerek, pazar yerleri bombalanıp kadın ve çocuklar katledilerek yürütülen bu savaşta azami kar ve egemenlik, azami terörü gerektirir ilkesi uygulanmaktadır. Ne ekersen, onu biçersin! Ezilen halkların ayrımsız kurban edildiği azami terör ve kıyıcılığın “geri dönüşümü”, proleter sınıf çizgisi ve örgütlenmesinin ışığının düşmediği koşullarda, emperyalizminki kadar karanlık, hedefsiz kör terör eylemleri olmaktadır.

    ABD ve İngiltere emperyalizmi, Orta Doğu’da salt kendi nam ve hesaplarına “kötü polis”i oynamıyorlar. Bu rolü dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının lanetini toplayarak hakkıyla yerine getirirken, bir ve aynı zamanda bütün bir emperyalist sistemin ihtiyaçlarına da yanıt veriyorlar. Emperyalist sermayenin en küçük bir çakıl taşına dahi takılmaksızın akışkanlığını ve pazar derinliğini sağlama, dünyanın neoliberal politikalar için ve bunlarla düzlenmemiş tek bir köşesini bile bırakmama amacına uygun olarak bir nevi terminatör keşif kolu işlevini yerine getiriyorlar. Derin bir yoksulluk, ezilen ulus dinamikleri ile de bezenmiş olarak karşılarında bir önceki birikim ve emperyalist hegemonya rejiminin dayandığı dinci gerici güçlerin, aynı zamanda mevzilerini elde tutmaya çalışan yerli gerici egemen sınıflardan da belirli bir destek gören direnişini bulmaktadırlar.

    Ve en sonu Brezilyalı Jean Charles de Menes’in işbaşındaki bir keskin nişancı tarafından katledilmesinde ifadesini bulan “antiterör” kampanyası ile birlikte, emperyalistler cephesinden yere göğe koyulmayan burjuva demokrasisi ve bunun hukuksal temelini oluşturan “birey hakları”nın da ipi çekilmiş olmaktadır.

    Burjuva devlet işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelelerinin, sosyalist sistemin basıncı altında girdiği sosyal kısıtlardan kendisini bir bir nasıl arındırıyorsa; aynı biçimde, burjuva demokratik hukukun üzerinde inşa edildiği ilkeler de ayaklar altına alınmaktadır.

    Emperyalist ve gerici! Bu çatışmanın tarafları, dünya proletaryası ve ezilen halklarının hem nedenleri hem de sonuçları itibariyle devrimci sınıf çizgisinde karşısına dikilmesi gereken, ona aynı derecede yabancı, sınıf ve halk düşmanı güçlerdir. Asalaklığın, çürümüşlük ve gericiliğin “modern”inden “çağdışı” ilan edilenine tüm türleri, onun fideliğinde yetiştirilmekte, beslenmekte ve emekçilerin üzerine salınmaktadır.

    Bin Ladin’den diğerlerine dinci gerici siyasal akımlar ve temsilcileri, Yeşil Kuşak üzerinde ABD finansman ve desteği ile varedilip gübrelenmiştir. Bugün onlar emperyalist neoliberal politikalara, yoksulluğa, ezilen halkların tüm ulusal değerlerinin çiğnenmesine horlanmasına vb. karşı geniş bir toplumsal siyasal hoşnutsuzluk zemininden güç alsalar da İstanbul’dan İspanya’ya Londra’dan Mısır’a eylemleri emekçileri hedef almakta; sonuçları yönünden de emperyalist zorbalık ve terörün kurumlaşmasına hizmet ederek onun ekmeğine yağ sürmektedir.

    Proletarya ve ezilen halkların gerici mevzilerini korumaya çalışan dinci gerici akım ve rejimlerle de ayrımı net ve kesin olacaktır. Gericiliğin bombalı eylemlerinin, proletarya açısından siyasal anlamı, haklı bir nefretin aşırıya kaçmış biçimi değil, kendilerini boşa düşürüp iplerini çekmeye girişen dünkü efendileriyle hesaplaşmadan başka bir şey değildir. Bu çatışmada proletarya ve ezilen halklar, dinci-feodal, emekçi kadın düşmanı bu karanlığın böceklerinin “cennet” diye vaad ettiği çağdışı yaşam ve değerlere derin bir öfke ve uzlaşmazlık içinde olacaklardır.

    Işte bunun için sosyalizm!

    Proletarya ve ezilen halklar kendilerini uçuruma sürükleyen emperyalist ve gerici saldırganlığa karşı kendi sosyalist kızıl bayrakları altında işte bunun için toplanmalıdırlar. Kendisini tüm toplumun çıkarlarının temsilcisi gibi göstermekte yüzyılların deneyimine sahip burjuvazinin bu kez de “teröre karşı herkesin güvenliği” demagojisiyle emekçilerin kafasına sürekli dolu bir silah dayamasına, bombalamaları bir “fırsat operasyonu”na çevirip yasa değişiklikleri ile dünyayı elektronik bir hapishaneye çevirmesine karşı yumruğunu sınıfdışı şaklabanlar değil, en başta proletarya indirmelidir. “Antiterör” kampanyası, insanlığın ileriye doğru evrensel yürüyüşünün kilometre taşlarına da işaret edilerek, “Ya emperyalist barbarlık içinde yok oluş ya sosyalizm!” çizgisinde, gerçek özgürlüğün proleter sosyalizmde olduğu bilinci ve somut bir slogan olarak “Emekçilere Özgürlük!” talebiyle karşılanmalıdır.

    Işte bunun için sosyalizmi istiyoruz.....

  13. ‘Eskiden’ bu işler kapalı kapılar ardında yapılırdı.

    ‘Eskiden’ hırsızlığın, soygunculuğun, işbirlikçiliğin bile bir “raconu” vardı. Bir usulünü, bir yordamını bulurlardı. Bir stratejik planları olurdu; hangi taktik adımları atacakları, hangi araçları kullanacaklarını, uygun zamanı nasıl kollayacakları, halkın “eşref saati”ne nasıl denk getirecekleri diye bir dertleri olurdu.

    Ama zaman değişti; zaman iyiden iyiye hız ‘çağı’! Ertelemeye, beklemeye, sürtünmeye, açıklamaya vakti yok sermaye ve işbirlikçilerinin; bütün pazarlıklar, bütün pazarlamalar ve bütün satışlar ‘kaşla göz arasında’ oldu bittiye getirilmeli ki; anlayacak, şaşacak fırsatı bile olmamalı kimsenin. Sermayenin kar ihtiyaçları, egemenlik dürtüleri doğrultusunda adım atılmalı sonra da hiçbir beis görmeden, hiçbir korku duymadan aşağılık demeçlerle deklare edilmeli mikrofonlar önünde…

     

    İktidar ‘Yaptık, yapıyoruz, yapacağız’ umursamazlığı ile bu veciz cümleyi ederken, ilgili bakan da binlerce işçi ve emekçinin geleceğini ilgilendiren “ayrıntıları” açıklıyordu:

    “Sümerbank için; ‘Sümerbank tarihten siliniyor. Elinde bir şey kalmadığı için ismini de kaldırıyoruz.’

    SEKA için; ‘Stratejik yer imiş. Ne stratejisi! Önemli olan müşteri bulmak. Müşteri gece gelsin, pijamayla çıkarım karşılarına. Seviyorum bu işleri.’

    Şeker fabrikaları için; ‘Kâr edeni de, zarar edeni de satacağız.’

    TÜPRAŞ için; ‘Parayı veren düdüğü çalar. TÜPRAŞ’ı Ruslara satar mısın diyorlar. Satarım arkadaş.’

    Tekel için; ‘Babalar gibi satarız.’

    Limanlar için; ‘Ne banka bırakacağız ne fabrika ne de işletme. Liman da bırakmayacağız. Hepsini satacağız.’

    Petkim için; ‘Ülkenin işgal altına girdiğini söylüyorlar. Gelsinler işgal etsinler.’”

    Fazla söze gerek yok aslında. Yukardaki sınırlı tablo bile, memleketin ‘kapanın elinde kalır’ misali nasıl bir haraç-mezata uğratıldığını görmek isteyen için bir “fikir” sunuyor: Fabrikalar, madenler, limanlar.. birer ikişer elden çıkarılıyor.

    iktidarın sözlerinde geleneksel değer yargıları açısından bakıldığında “pervasızlık” olarak görünen ise, aslında her şeyin değer ve artıdeğer yasalarına tabi kılındığı günümüz kapitalizminde bir gerçeğin (ülkelerin de bu yasaya göre işlem görmesi ve hükümetlerin işlerinden birinin de bu olması) dile getirilişidir.

    Burada sorun ne Başbakan ve şürekasının demeçleridir ne de niyet, yaklaşım ve tutum farklarıdır. Sorun, hem coğrafi hem de toplumsal-geleneksel değer yargıları olarak ülkenin “yabancı sermayeye” pazarlanıyor olması değil, özünde her şeyin pazarlanabilir hale gelişidir. Her şeyin bir değişim değeri olması ve bunun dışında hiçbir şeye varoluş hakkı tanınmamasıdır. Bunun bir gereği olarak iktidarın, çıkarlarını ve geleceklerini bağladıkları emperyalist kapitalistlerin ve işbirlikçilerinin talan ve yağma politikalarını hiçbir engelle karşılaşmadan adım adım hayata geçirişleridir.

     

    Emperyalist sermayenin sınır tanımaz tayfunu, dünya çapında kar oranlarındaki düşüş eğilimiyle ters orantılı bir şekilde hızlanmıştır. Türkiye işgücü maliyetlerinin düşüklüğü, genç bir nüfus, “istihdam esnekliği”, nakliye maliyeti “avantajlarıyla” yabancı sermayenin ağzını haliyle sulandırmaktadır. Sudan ucuz teşvik imkanları yanında, sendikal ihanetin “pasta büyüsün bizler de sebeplenelim” ve “ortak çıkarlar” edebiyatıyla zehirlediği işçi sınıfı ve emekçi kesimlerin örgütsüzlüğü ortamında işbirlikçileri aracılığıyla eli iyice rahatlayan emperyalist tekeller için adeta dikensiz bir gül bahçesi durumundadır.

    İktidar özelleştirme furyasında son 20 yılda alınamayan mesafeyi bir-iki yıl içinde aldı. Telekom, Tüpraş, Erdemir gibi temel sanayi komplekslerini ardarda elden çıkardı. “Yabancıya gitmesin” sızlanmalarını, tam da meşrebine uygun bir tarzda püskürttü: “Sermayenin yeşili kırmızısı olmaz. Sermaye ırkçılığı yapmayın!” Doğru! Burjuvazinin dini imanı paradır; sermayenin vatanı yoktur.

    İşbirlikçi burjuvazi, İktidar ve ekibi eliyle, daha işlevli ve verimli bir pazarlama yürütme uğraşında. Başbakanın çıktığı son gezi haritasında Kuveyt var. Ardından Katar ve Bahreyn gelecek. Son 4 yılda petrol gelirlerini 4 kat artıran petrol ihracatçısı Körfez ülkeleri, işte bu güdüyle birer birer elden geçiriliyor. O güzelim İstanbul, kentin mezbeleliklerinde yaşamaya mahkum işçi ve emekçilere dar edilen İstanbul, emlak ve arazi simsarlığı yapılarak parça parça gözden çıkarılıyor. İstanbul ucubeleştiriliyor.

     

    Boğaz‘daki kamu arazilerinin yağmasıyla “tarayıp süslüyoruz diye saçını başını yolmuşlardı” İstanbul’un; yetmemişti. Şimdi İsrail ve Arap sermayesine görücüye çıkarılıyor. Dubai International Properties ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi arasında imzalanan 5 milyar dolarlık proje anlaşmasından söz ediyor herkes. İstanbul’un göbeğine dikilecek kulelerin yüksekliği, içine tıkılacak alışveriş ve eğlence merkezleri, oteller, lüks bürolar, şirketler… üzerine nağmeler dökülüyor. Dubai Şeyhi ile imzalanan anlaşma, Levent‘teki eski İETT garajından Formula 1 pistinin bulunduğu Tuzla’ya, Zincirlikuyu’dan Kartal’daki eski çimento fabrikasının bulunduğu bölgeye kadar belediyeye ve Hazine’ye ait arazilerin ehven koşullarda yağması için fırsat sunuyor. Galataport, Haydarpaşa, Büyükdere, Sarıyer, Beykoz, Adalar, Zeytinburnu, Eminönü, Beşiktaş, Pendik… İstanbul’un kalbini söküyorlar.

    Türkiye GOP çerçevesinde emperyalist haydutlara, İstanbul “küresel kent” diye haykıran sermaye zebanilerine tutsak edilmiş.

    Peki neden Türkiye, neden İstanbul? İlk olarak Türkiye Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu üçgeninde tam bir stratejik güzergah. Bölge devletleri içinde Batı’nın Ortadoğu ve Avrasya’ya açılan “cümle kapısı”. Sermaye akışının Batı’dan Doğu’ya (ve tersi) hareketinin, uluslararası tekellerin sanayi ve finans alanındaki yatırımlarının uğrak noktalarından biri.

    Öte yandan İstanbul, siyasi ve ekonomik olarak Türkiye’nin kalbi durumunda! Burjuvazinin sinir merkezinin ana arterleri burada; sermaye merkezileşmesinin, sanayinin, ticaretin nabzı burada atıyor; toplumsal ayrışma ve kutuplaşmanın göstergeleri açısından da devasa bir laboratuvar özelliğinde İstanbul!

     

    Özelleştirmelerle birikmiş toplumsal tasarrufun yağması hedeflenirken, Burjuvaziye emlak rantıyla daha fazla kar imkanı yaratmak için İstanbul pazarlanıyor. Emperyalist ve işbirlikçi tekellerin, uluslararası şirketlerin, dünyanın her köşesine sınırsızca akan finansın cilalı merkezlerinden biri haline getirilmeye; Hong Kong, Singapur gibi “fabrikasız sanayi” olarak nitelenen kentlerden, kaçak vergi cennetlerinden biri daha yaratılmaya çalışılıyor.

    “Towers”lar, marinalar, kral daireleri, yüzme havuzları, alışveriş ve eğlence merkezleriyle lüks oteller boşuna inşa edilmiyor; kent “Her kent aslında iki kenttir” gerçeğinin altını kalınca çizen bir tarzda adeta yeniden yapılandırılıyor! Sınıfsal ayrışmanın mekanda yeniden düzenlenişi, sermayenin hem o kesitte hem de uzun vadeli çıkarları doğrultusunda aralıksız sürdürülerek kapitalizm ve sermayenin ihtiyaçlarının çokyönlü bir biçimde karşılanması dört koldan sağlanmaya çalışılıyor.

    Türkiye ekonomisi hızla Uzakdoğululaşıyor!

    Bu filmin elbette bir de finali olacak! Benzerlerini, en son Uzakdoğu kriziyle nasıl dünya çapında bir çöküşe yol açtığını izlediğimiz için yabancısı değiliz. İşte bu yüzden hiç bıkmadan söyleyeceğimiz bir şarkı değil sadece “Bekle bizi İstanbul!”

  14. O çocuklar sensin.....

     

    Böylesi bir vahşet… Böylesi bir eziyet… Böylesi bir hayvanlaşma… Hayvanca muamele… Hayır kabul edemeyiz. Hem de küçücük çocuklara karşı… Hem de yaşama tokatların en büyüğünü yiyerek, kimsesiz başlayan… Kimsesi olmadığı için Malatya’daki o devlet kurumuna “esirgenmesi” amacıyla konulan çocuklara karşı. Bin kere hayır; aklımız almaz, yüreğimiz kaldırmaz.

     

    Önce suçlu bulmaya çalışıyoruz. Kim suçlu, insanlıktan çıkan o bakıcılar mı? Peki ya biz küçücük çocuklarımızı tamirci ustalarına, konfeksiyonlarda makina ustalarına ve daha ağır işlerin ustalarına “Eti senin kemiği benim" diye veren biz, neresinde duruyoruz bu vahşetin? Evlerimizde “Dayak cennetten çıkmadır”, “Koca sever de döver de” sözlerini düstur edinmişken neresindeyiz? içtima alanında hazırol vaziyetinde komutanların bir askeri dövmesini törensel bir edayla izlerken neresinde duruyoruz bu şiddetin? Biz makine başında çalışıyorken, işçi arkadaşlarımız ustabaşlarından, patronun adamlarından dayak yerken, aşağılanırken, taciz edilirken, alınıp fabrikanın kapısına konarken ve biz hala makine başında çalışıyorken neresindeyiz? Daha da ağırı onlara karşı sopa ve sopa gibi bayrak sallamıyor muyuz? Bunları yapmıyorsak peki bu vahşete karşı ne yapıyoruz? oralarda yaşananlar Malatya’daki vahşetten daha mı önemsiz?

     

    “Şimdi de suçlu biz mi olduk?” diyeceğiz. Peki ama bu kadar baskının, dayağın, aşağılanmanın, hayvanca muamelenin, böylesi bir şiddetin, şiddet toplumunun bir suçlusu olması geremiyor mu? Bizim böylesi bir suça karşı kafa yormamız, suçu yok etmek için önce suçluyu bulmamız gerekmiyor mu? Sorunun temellerine inmemiz, sonuçların ötesinde, nedenleri aramamız, yok etmemiz şart değil mi?

     

    Şiddetin kaynağı eşitsizliktir. Eşitsizliğin olduğu her yerde şiddet de olur. En başta eşitsizlikten karı olanların, eşitsizlikten servet üretenlerin uyguladığı bir şiddet. Daha sonra eşitsizliktan pay kapmak için yapılan şiddet ve giderek bastırılmasıyla tüm toplumsal ihtiyaçların, yaşamak için şiddet.

     

    Peki eşitsizliğin kaynağı ne? Birilerini kölece de olsa yaşamını devam ettirmek için hayatı boyunca hayvanca çalışmaya mahkum eden eşitsizliğin kaynağı… Kimi çocukları doğar doğmaz bey, paşa; kimi çocukları köle yapan eşitsizliğin kaynağı ne? Tüm o görüntülerden sonra, tüm yaşamımız, yaşadıklarımızdan sonra sadece “ah, vah” etmekten öte birşey yapmamamızın, yapamamamızın sebebi ne?

     

    Sebeplere dahil kafa yormalıyız, nedenleri bulmalıyız; çözümlere dahil kafa yormalı, çözüm yolları aramalıyız, yoksa bilfiil, bir ömür boyunca biz bu şiddetin hem mağduru hem de faili oluruz. Ölürken arkamızda yaşanmamış bir hayatla berabar nice yaşanmayacak olan hayatlar bırakırız.

     

    Bir devlet kurumunda yaşanırken böylesi bir vahşet ve yaşama ilk atıldığımızdan öte beynimize yedirilen, bize giydirilen tüm o gerici bağları, elbiseleri yırtıp atmaktan hala korkuyor muyuz? Sağlığımız, eğitimimiz, çocuklarımız, tüm yaşamımız taşeronlara bırakılırken daha neye sabrediyoruz? Kendimizden başka; ezilmişliğimizle, hayvanlaştırılmışlığımızla, köleleştirilmişliğimizle, bunları parçalama isteğimizle kendimizden başka güvenecek kimimiz var?

    Tekirdağ’da bir tuğla fabrikasında çalıştırılan çocukları haber yapmak isteyen Uğur Dündar gözaltına alındı. Uğur Dündar, Malatya olayından sonra bu haberin prim yapacağını hesap etmiş olabilir. Bu haberin önüne geçenler de tabii ki kendi çıkarlarına dokunmasından dolayı hareket ettiler. Peki ya biz sadece bir öğlen yemeği için, sadece eve gidecek bir ekmek için köleleştirilirken nice çocuklar, belki biz bu çocuklarla beraber çalışırken… Bu çocuklar için, kendi çocuklarımız için, doğacak milyonlarca çocuk için ne yapacağız?

  15. Çocukken -ve belki de halen- hangimiz kayıtsız kalabildik, kaldırıp başımızı bakmadık ki, gökyüzünde en güzel şekilleri oluşturarak, birbirine kanat vermiş kuşların kıvrım kıvrım süzülerek uçup gidişlerine. Göçmen kuşlardı onlar. Ve belki de çocukça bir sevinçle biraz da iç geçirerek seyre dalıp “Güle güle” demişliğimiz bile vardır. Türkülerde, şiirlerde, şarkılarda özlemi, ayrılığı, sevdayı, yalnızlığı paylaştığımız göçmen kuşların itlaf edildiği modern zamanlardayız şimdi. Yeşil başlı gövel ördek sevgilinin güzelliğini değil, ölümün korkusunu anlatıyor artık. Kuş gribi salgınıyla birlikte “kuş avı” başladı.

     

    Ve modern zamanlara uygun gelişmişlikte modern virüs salgınına karşı modern uzmanların salgından kurtulma yönteminin dünyanın neresinde olursa olsun aynı olduğunu gördük. Ortaçağın veba kurbanlarının cadı ilan edilerek görüldükleri yerde hunharca öldürülmesinde olduğu gibi 600 yıl sonra bugün, virüs taşıyıcısı göçmen kuşlar suçlu ilan edilerek sürüler halinde yok ediliyor.

    Deniliyor ki dünya çapında bir salgını durdurmaya yönelik alınabilecek ilk önlem, virüsü taşıyan hayvanları yok etmek: Asya ülkelerinde 140 milyonu aşkın öldürüldü.

     

    Ve yine deniliyor ki, kuş gribi salgınına karşı yüksek oranlı hastalık ve ölümlerin oluşmasını önlemede en iyi mücadele yöntemi etkili bir aşının üretilmesidir: İlaç tekelleri kuş gribi aşısını bir an önce geliştirmek için çoktan yarışa girdiler. Şimdilik ise kuşlar ölüyor. Manyas’ta Kızıksa beldesinde bir gecede 1800 hindi, Romanya’nın Tuna boylarında kuğular, Yunanistan’ın Sakız adasında hindiler… Salgın, başladığı Uzakdoğu Asya’da ise can almaya devam ediyor. Endonezya, Çin, Vietnam… kuş gribine verdikleri kayıp sayılarını arttırmaktalar.

     

    Kuş gribi birdenbire hastalanıp patır patır göklerden düşen kuşlar için bir sır belki, ama insanlık için sır değil. Bilim çaresiz bir görüntü çiziyor hastalığın asırlardır katettiği yol karşısında. Ve herşey, virüsün insandan insana geçişini sağlayacak değişimi gerçekleştirdiği anda mutasyona uğramış yeni virüsün dünya çapında yaratacağı salgının dehşeti içinde, salgını önlemenin değil de, salgın karşısında neler yapılabilirin hazırlığına endekslenmiş durumda.

     

    Ve yine en son virüs Uzakdoğu’yu aşıp Urallar’a geldiğinde, oradan da saat farkıyla önce Romanya ve sonra bize ulaştıktan, yeni bir salgının Uzakdoğu ile sınırlı olmayacağı bir kez daha görüldükten sonra, DSÖ bütün ülkelere “Kıtalararası salgın görülebilir. Her ülke önlemini alsın” notasını çekti. Alınacak önlemler de belli. AB komisyonu, tüm üye ülkeleri kuş gribine karşı antiviral ilaçları stoklamaya çağırırken, DSÖ ise insanlar arasında bir salgının baş göstermesi halinde küresel olarak yeterli aşı üretimi kapasitesi olmadığına dikkat çekiyor.

    Kuşların göç yolları hattıyla virüsün yarattığı salgın ülkeden ülkeye nasıl izlenebiliyorsa, insanları da etkileyecek bir salgının yol açacağı kayıp sayısı nasıl bugünden bilinebiliyorsa, aslında Avian İnfluenza da bir sır değil. Avian İnfluenza; kuşlarda görülen bir grip hastalığı iken doğanın ekolojik döngüsü içerisinde hastalığa neden olan virüsün değişen yapısıyla kuşlardan evcil kanatlı diğer hayvanlara, onlardan da insanlara geçme özelliği kazandı.

     

    Yaklaşık her 10 yılda bir değişime uğrayarak ülkeler ve kıtalar arasında görülen grip salgınları içinde insanlar için en ölümcül olanı 1918‘de yaşanmış. Aynı yıllarda sürmekte olan 1. Emperyalist Dünya Savaşı’nda ölen insan sayısından çok daha fazla insanın öldüğü kayıtlara geçmiş durumda. Mişli geçmiş zamandan bahsediyoruz ve bugün H5N1 adındaki yeni virüsün dünya çapında grip salgınına yol açması için yapması gereken tek şey kendisine insandan insana geçiş özelliği kazandırması ve bu özelliği kapitalizmin azami kara endeksli koşulları içerisinde (kötü yaşam koşulları, yoksulluk…) kolaylıkla kazanabilir. Öyle ya, doğudan yükselerek tüm dünyayı tehdit eden bu virüs Asyalıların hayvanlarıyla içiçe, beraber yaşamasının bir sonucu değil mi!?

     

    Peki ya açlıkla boğuşan Afrika’da bu virüsün insanla teması nasıl engellenecek? Dahası emperyalizmin her yönden gelişmiş ülkeleri, yoksulluğa, açlığa terkettiği dünyanın geri kalan yoksul nüfusunu kasıp kavuracak olan bu virüsten kendini nasıl koruyacak? Paranın her kapıyı açtığı bu sistemde 50 milyon nüfusu yeryüzünden silen İspanyol gribinin gen dizilimi 1918 yılında Alaska’da İspanyol gribinden ölmüş bir kadının donmuş topraktan çıkarılmış cesedinden elde edilen gen bilgisiyle ortaya çıkarılmış, virüs laboratuar ortamında yeniden canlandırılmış. Ve tabii ki kuş gribine dair elde edilen tüm bilgiler ABD’nin Ulusal Sağlık Enstitüsü’nün Gen Bankası’nın “kasalarına” yerleştirilmiş durumda. Mişli zamandan şimdiki zamana atladığımızda kuş gribi artık bilinemez değil.

     

    Bugün Uzakdoğu Asya’da H5N1 adlı virüs yeniden değişime uğrayarak insanlar arasında ve dünya çapında yayılmaya başladığında insanlık hiç de savunmasız değil, fakat biliyoruz ki dünyadaki kuş ölüleri insan ölüleriyle yer değiştirdiğinde kuş gribinin toplu mezarları sınıfsal farklılaşmanın kahreden göstergeleri olacak: O mezarlarda yalnızca yoksullar olacak.

     

    Şimdilik uzaklarda bir yerde sebep olduğu sınırlı sayıda insan ölüsü ve gökyüzünün sınırsızlığında uçup gelen virüslerin neden olduğu hindi-tavuk ölümleriyle hayatımıza giren kuş gribini günlük yaşamda soğuk esprilerle “Aa yoksa kuş gribi mi oldun?” ya da kanatlı kuşlarla aramıza mecburi mesafe koyarak karşıladık. Bugün için böyle ama ya gelecek? Kuş gribi salgınına hazırlık için çıkarılacak tüm küresel eylem planlarında emperyalist devletler ve onların uluslararası kuruluşları, ölümlerle ortaya çıkacak sosyal karışıklıkların önlenmesi için alınması gereken tedbirleri şimdiden başa yazdılar bile.

     

    Varsayalım ki, milyonlarca insan aniden hastalanıp ölmeye başladığında neler olacak? İnsanın ve bir bütün olarak doğal çevresinin metalaşmış olduğu toplumsal yapılardan oluşan insanlık dışı bir sistemin azami kar düzeneklerini yerle bir etmenin tüm nedenleri, onu yok edecek yeni insanlarla birlikte ortaya çıkmaz mı?

     

    Herşey olup bittiğinde yeni çağın yeni çocukları emperyalist barbarlık altında yaşadıklarımızı masal gibi dinleyecekler. “Ne mutlu Sosyalizmin gelecek kuşaklarına!…” Onlar bu hastalıklarla sınıfsal hiçbir ayrım ve bölünme olmadan başedebilecekler.

    Sevgiyle..

  16. Öfkeli politik dilinin yanı sıra en duygulu aşk dizelerini yazmış, sıradanlaşmışların arasından sıyrılıp devrime yüz sürmüş ve devrimin misyonunu üstlenerek, kollektifin nabzını yakalamak amacı ile şiirlerinde sesini inadına yükseltmiştir.

    şimdi şiirlerindeki öfkeyi ve aşkı yarınlara taşımak baabında bir eşşek inadıyla direnmek gerekiyor, okuyarak okutarak, Mayakovski ve çeliğe su veren tüm ustaların..

     

     

     

     

    Yazarla okurun

    arasında

    aracılar durur,

    ve aracının

    zevki

    en ortalamadır.

     

    Aracılar ordusunun

    bu ortalama zevkinden

    hem eleştiri

    hem düzelti

    binlercedir.

     

    Sen

    ne dersen

    de

    Aracı gene

    bildiğini

    okur:

     

    "Ben

    başka

    bir insanım.

    Nadson'un

    şiirlerini

    şimdiki gibi anımsıyorum...

    İşçiler

    kısa dizeleri

    sevmiyor.

    Ama Aseyev

    aracılara

    hâlâ sövüyor.

    Ya noktalama imleri?

    Bir nokta

    sanki bir ben.

    Siz

    nokta ekerek

    şiirleri süslüyorsunuz.

    Yoldaş Mayakovski,

    yambla yazsaydınız,

    size her dize için

    yirmi kuruş fazla öderdim."

     

    Eleştirmen

    on milyonların

    bu iki temsilcisinin

    yanından geçerken duygulandı.

     

    Hiç bir ayrıcalıkları yoktur

    et ve kemik...

    İnsan insandır!

     

    Ama akşam oturup

    çay içerken övünür durur:

     

    "Ben

    bu işçi sınıfını

    iyi tanırım.

    Suskunluğunun

    nedenini bilir

    ruhunu okurum.

    Ne bozulur,

    ne umutsuzluğa düşer.

    Böyle bir sınıftan

    kim okunabilir?

    Yalnızca Gogol,

    yalnızca klasikler.

     

    Köylüler mi?

    onlar da aynı,

    hiç bir ayrımı yok.

    Şimdiki gibi anımsıyorum.

    İlkyazdı, yazlıktaydı..."

     

    Bizdeki yazarların

    böyle boşboğazları

    kitlelerin

    sık sık

    beynini bulandırıyor.

    Ve devrim öncesinin

     

    söz

    fırça

    ve keski sanatının

     

    bir sürü örnekleri dolaşıp duruyor

    ve aydın yetenekler

    kitlelere akıyor.

     

    Düşler,

    güller

    ve gitar sesleri.

     

    Ben korkudan benzi uçmuş

    yazarlardan

    yoksul şiirlerinden

    yakınmayı

    artık bırakmalarını

    rica ediyorum.

     

    O böyle

    birkaç

    bayatlamış masalı,

    saatlerce anlatır

    açıklar,

    bu umutsuz aydın

    her şeyde bir kusur bulur:

     

    "İşçiler ve köylüler

    sizi anlamıyorlar" der.

     

    Yazar

    suçlu suçlu

    boynunu büker.

     

    Ama bu

    en etkili eleştirmen

    köylüyü

    ilk kez

    savaştan önce,

    yazlıkta

    et

    alırken gördü.

     

    İşçileriyse,

    bundan daha az.

     

    İkisini birlikte

    bir su baskınında

    tesadüfen gördü.

     

    Bir köprüden

    çevreye,

    taşan sulara,

    yüzen buzlara

    bakıyorlardı.

     

    Çünkü yönetici sınıf

    artık sanattan da

    en az sizin kadar

    anlıyor

    Sen kitlelere

    yüksek kültürü

    götür!

     

    Böylesini ve benzerlerini.

     

    Size de,

    bana da,

    köylülere de,

    işçilere de

     

    iyi kitap gerekli,

    çünkü iyi kitap

    anlaşılır.

     

     

     

    VLADIMIR MAYAKOVSKI

  17. aslında bu tarz topic ve yine bu tarzda; sadece boş hissiyat taşıyan hiç bir mantıklı gerekçesi ve insani duygu barındırmayan hiçliğe cevap veripte karşı tarafa o zevki yaşatmamak gerekiyor, ve helede bir anket tarzında bir tuzak hazırlayıp saniyelik gelişen, türkiye insanında muntazam bir edinime sahip dramatizmi burada somut bir ifadeye dökmek baabındaki eylemliliği doğru bulmuyorum.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.