Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

hangisi kullanılmıyo

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    161
  • Katılım

  • Son Ziyaret

hangisi kullanılmıyo tarafından postalanan herşey

  1. Şimdi aynen şöyle bir istekte bulunuluyor benden, "Bizim beklediğimiz insanların kendine özgü kelimelerle kendilerini tanıtmaları ve diğer kullanıcılara iç dünyaları ve becerileri ile ilgili bilgi vermelerini sağlamaktı", el insaf site yönetimi, ne yani şimdi beni burada hiçbir becerimin olmadığını söylemek ya da yalan söylemek zorunda bırakıyorsunuz. Yok becerim, yani mal budur, hiçbir becerisi olmama becerisine sahip biriyim ben Nicke, yani hangisi kullanılmıyo'ya gelince orada da beceriksizim, birkaç nick denedim, hepsi kullanılıyormuş, hangisi kullanılmıyo yazdım, siteden aha bu uygun ibaresi geldi. Ben de uygunsa uygundur dedim, koskoca site yönetimi yalan söyleyecek değil di mi ama İç dünyama gelince dışımdaki dünyanın aynı, yani dıttt dıtttttt dıtttttttt Tüm bunlara karşın yine de hoş geldim, hadi yine iyisiniz iyiiii ))
  2. Bunlara bakmadan önce bir de Sovyetlerin 44'te başlattığı ve bir müddet uyguladığı yoğun baskıları, toprak taleplerini, o dönemlere ait kayıtlardan yapılan tartışmaları, CHP'nin artan Sovyetler tehlikesine karşı nerelerden destek aradığını, hatta ve hatta Almanya'ya bile neden savaş ilan ettiğimizi düşünün isterseniz. Tabii bir de belli destekler karşılığında nelerin verildiğini de düşünürsünüz elbette. İkinci olarak 2. Dünya Savaşını tek partili rejimler ne zaman, nerede, nasıl kaybetmiş, en basitinden Çin ve Sovyetlerde çok partili bir rejim mi vardı? Arada öyle bir ek anlaşma var, ama bulunca size göndereceğime emin olabilirsiniz. Son olarak bir de tabii olayın teorik yanı var, hiçbir iktidar sahibi kendi rızasıyla iktidarını paylaşmaz, devretmez. Bir iktidar sahibi iktidarını paylaşıyorsa, devretmeye razı gibi görünüyorsa bilin ki işin içinde pekçok şey olabilir, ama asla bu şeyin adı rıza olmaz.
  3. Bakın, tarzlar arasında bile farklılıklar var öyle değil mi, ben farklı kaynaklardan okumaktan, sizse çarpıtmaktan bahsediyorsunuz, CHP tarafından da imzalanmış uluslararası bir anlaşmanın neresi çarpıtmaysa artık, orasını da anlamış değilim. Ülkenin kurucusuna daha önceden de küfür edildiğini lütfen kabul etmişsiniz, ama dört duvar arasında diye de tuhaf bir belirleme yapmışsınız. Ben size aleni olarak yazılı olan, örneklerine hala birtakım sahaflarda rastlayabileceğiniz pekçok dergiden bahsediyorum, sizse kalkmış dört duvar arasındaya çeviriyorsunuz. Umuma yayın yapan bir dergide alenen, haftalar boyu hakaret, küfür etmek nasıl bir dört duvar arasıdır? DP analizi okumam bir şey ifade etmiyor, çünkü anladığım kadarıyla ilgili analiz sizin dilediğiniz kaynaktan alınma olmadıkça siz ona inanmayacaksınız. Bu arada, Allah'la kandırıldığını iddia ettiğiniz toplum paganist, Hıristiyan, Yahudi, şamanist bir toplum değildi, belki farkında değilsiniz, ama cumhuriyetin kurulduğu toplum çok çok büyük oranda Müslüman bir toplumdu, yani dediğiniz gibi Allah'ın kullanılması çok kolaydı, ama bunun olması için de öncesinde büyük bir baskının olması gerekirdi, yani kötüyü kabul ettirecek başka bir daha kötü lazımdı ve o ihtiyarlarla konuştuğunuzda bu çok yoğun baskılara dair bir şeyler öğrenebiliyorsunuz. Siz tavsiyemi dinlememekte direnmekten vazgeçin ve bir gidip kendi ülkenizin insanlarını dinleyin, başka bir ülkenin de aynı ülkenin içinde işlediğini fark edeceksiniz. Yanız bu da, yani kötüyü kötüyle kabul ettrimek de ilginçtir ki tarih boyunca uygulanan bir toplum mühendisliği taktiğidir ve kökeni Çin henadanlarına kadar gider, ilginç diyorum, çünkü hala amiyane tabirle yemektedir. ve final, şöyle buyurmuşsunuz, Bir ülkenin yargisi,üniversitesi,askeri o ülkenin kurulus felsefesini savunmakla yükümlüdür. Aslında bunu söyledikten sonra siz ben ne desem boş, askeriyeyi o da ehveni şer kabilinden kabul etsem bile bir ülkenin üniversitesi, yargısı o ülkenin kuruluş felsefesini savunmakla yükümlüdür ne demektir söyler misiniz? Böyle bir zihniyet mi var, en basitinden Atatürk yanılmış olamaz mıydı, milliyetçilik, devletçilik yanlış olamaz mı? Yanılgınızı düzelteyim, bir ülkenin mahkemeleri hukuku korumak, üniversiteleriyse bilimi, ilimi geliştirmek, yüceltmek ve yeni nesillere aktarmakla yükümlüdür, başka hiçbir yükümlülükleri yoktur. O kurumlara dediğiniz gibi görevler yüklerseniz ki yüklenmiştir, işte bugünkü günlere gelirsiniz. Bunu anlamak hiç de zor değil, değiştirmek de.
  4. Öncelikle CHP’ye ve yaptığı uygulamalara büyük ölçüde karşıyım, bu çok net, keskin ve bende tartışmaya kapalı olan bir konudur. Ancak ne AKP’li, ne Fethullahçı, ne solcu, ne sağcıyım, ne Taraf’çıyım Yani durumumun pek alışılmadık bir durum olduğunun farkındayım, ama durum buyken budur. Gelelim devamında dile getirdiğiniz görüşlere, sanıyorum ki ikimiz tarihi aynı kaynaklardan okumuyoruz ki ben sadece çeşitli kaynaklardan –sağ-sol- okumayı tercih etmekle yetinmem, bir de o yılları yaşayan insanlara rastladıkça sürekli onlardan o dönemle ilgili izlenimlerini almaya çalışırım ki bence en sağlıklı olan yol budur. Ancak burada sağlıklı olan usulde bile ilginç bir durum vardır, 50’ler ve öncesine ait CHP zihniyeti hakkında ülkenin teknokratları, öğretmenleri, vesaire türünde insanlarla konuştuğunuzda bir CHP görünümü var, birtakım zengin diyebileceğimiz iller dışında kalan illerdeki halkla, yani dağdaki çobanla konuştuğunuzda bambaşka bir CHP ortaya çıkmaktadır. Objektif olduğunu iddia ettiğiniz söylemlerin dışına çıkıp bir Rize’ye, Adıyaman’a, Tunceli’ye, Diyarbakır’a, Adana’ya gidip o illerdeki ilçelerin yaşlılarıyla konuşmanızı önereceğim size, bu anlattıklarınızın çok dışında şeyler duyacağınıza emin olabilirsiniz. Tek tek söylediklerinizin eleştirisini yapmayı da istemiyorum, ama objektiflik iddianızla örtüşmeyen pek çok sözünüze karşı da çok fazla bir şans tanımıyorsunuz bana. Mesela çok partili rejime CHP izin verdi söylemi bile ne kadar objektif baktığınızın bir göstergesidir. Tarihi hatırlamıyorum, ama bildiğim kadarıyla 1945-1950’ler civarında yapılan bir uluslararası anlaşmanın neticesinde çok partili rejime geçmek zorunda kalmıştır CHP, izin vermemiştir. İkinci olarak her yenilikte olduğu gibi halk DP’ye yöneldi söylemi bilimsellikten tamamen uzaktır, halklar genel olarak muhafazakar yapı arz ederler ve önceki yönetimin aleni bir başarısızlığı söz konusu değilse ya da başka birtakım aleni sorunlar yoksa halklar mevcut yönetimi onaylarlar ve devamı yönünde oy kullanırlar. Bugün bu ülkede bu ülkenin kurucusunu küfrediliyorsa bu DP’nin eseridir söylemine karşıysa ne diyeceğimi bilemiyorum. Ben 80 öncesi sağ sol karşıtlığındaki iki tarafın da bulabildiğim dergilerini okumaya çalıştım ve küfrün, hakaretin yoğun olduğu pek çok derginin yazarının, okurunun bugün CHP çizgisinde olması, günümüzdeki ve geçmiş yıllardaki pek çok aktivitede CHP’yle dirsek temasında olması da herhalde rastlantıdır. Yargının, askeriyenin, üniversitelerin CHP’li olduğunu savunmak ancak ve ancak demokrasi kelimesiyle açıklanabilir. Demokrasinin hâkim olduğu bir ülkede yüksek yargının mensupları emekli olduklarında gidip tek bir partiye üye oluyorlarsa bu durum sıkıntı oluşturur. Bunu o yüksek yargı mensupları ve CHP yönetimi bilmeyecek derecede kifayetsiz olamayacağına göre sizce bu durum neyle açıklanabilir, aba altından sopa göstermekle olabilir mi? Bugün bu ülkeyi bölme noktasına getirenler laikliği birebir Avrupa’yı taklit etmek, Avrupalıya benzemeyi ilerlemek sayan, tek yaptıkları tercüme metinlerle akademik unvanlar, mevki makam edinmek olan, her ağzını açtığında kendisini besleyen, maaşını aldığı halkını aşağılayan, onlara tepeden bakan ülkenin kifayetsiz muhterisleridir. En azından şu kadarını söyleyeyim, laiklik dediğiniz şey tam anlamıyla aklın imparatorluğudur. Bu saydığınız insanların bir tanesi dahi laik değildirler, taklitçilikle laik olunmaz. Bunda da objektif bir açıklama getireyim size, her toplum kendi geçmişi, içinde bulunduğu şartlar, dili, kültürü ve hatta ve hatta içinde bulunduğu coğrafi yapıyla ayrı bir bütündür ve bir toplumu başarılı yapan kültürel ya da hukuki formun o topluma benzemeyen bir toplumu başarılı yapacağını düşünmek nasıl bir zihnin eseridir, onu da siz takdir edin. Bu arada ben hiçbir zaman DP dönemini ya da AKP’yi savunmadım, savunulacak yanları da yoktur, ama sözün özü CHP’nin de savunulacak bir yanı yoktur. Kötü kötüyü iyi etmez, tıpkı iyinin iyiyi kötü etmeyeceği gibi. Son olarak PKK’nın sonunun getirilmesi AKP ABD işbirliğiyle engellendi demişsiniz, AKP bu ülkede 2002 yılından beri iktidardadır ki bu yaptıklarını da 2007 öncesinde yapamamışlardı, çünkü yeterli güce sahip değillerdi. Onlara asıl gücü getiren 2007 seçimleri olmuştur. Buradan yola çıkarsak PKK dediğiniz şeyin halledilmesi için 20-25 senelik bir süre vardı AKP’siz, bu süre acaba yeterli değil miydi askeriyenin sizin kusursuz bulduğunuz komutanlarına? İtibar dediğiniz şey imajdan ibarettir günümüz insanında ve yıpratılması ne kadar kolaysa onarılması da bir o kadar kolaydır. Yeter ki felsefeden ayrılmayın, felsefe size imajın nasıl onarılacağını da öğretir.
  5. Dili aynı şekilde kullanmakta sorunlar yaşıyoruz sanırım, ben de aynı şeyi söylüyorum, insan düşünmeye başladıkça ailesinin, bulunduğu çevrenin inanışını sorgulamaya başlar ve bu çok uzun sürecek sancılı bir süreçtir. Ancak bu süreci yaşarken ki bu süreci yaşamayan insan sayısı yaşayan insan sayısından çok fazladır, insanlar ait olmaya devam ederler. Sorum da tam olarak budur, bu insan düşünmeden, irdelemeden, eğrisini doğrusunu tam olarak ortaya koyamadan zihninde bir forma ait oluyorsa bu inanış mıdır iman mıdır? İmanın gerçekliği, değilliği benim ilgi alanıma girmez, neticede İslamın Peygamberinin dediği gibi kalbini açıp bakma gibi bir lüksüm yok, oyum diyorsa odur beni bıyık altından gülümseten tüm tutarsızlıklarına rağmen. Mantık konusunuysa aşamayacağız sanırım, ama şöyle ifade edeyim, şartlanma ve düşünme birbirine çok yakın gibi görülse de ve şartlanma düşünmenin neticesi gibi görülse de aslında değildir. Şöyle ki her ikisi de somut verilerden hareket ederler, şartlanma bir tekrarın neticesinde gerçekleşir ve mantık verilerden birini neticiye bağlar. Düşünme de benzer şekilde hareket eder gibi görünse de düşünmenin öncelikle tekrara ihtiyacı yoktur ve ne kadar tekrar ederse etsin düşünce somut verinin gösterdiğinin çok dışında sonuçlara varabilir. Yani mantıkla zil çalıyor yem gelecek sonucu mutlaklaşırken, düşünceyle zil çalıyor, bugünlerde çok kilo aldım, yemesem mi artık sonucu çıkabilir
  6. Ben de aynı dertten mustaribim, söylediğim cümle aynen bu, "Benim başarı anlayışım tektir, doğru siyasetle ki tercih ilk planda ve hatta devamında bile belki kesin olarak budur ya da olmuyorsa şiddetle çözüm" Şimdi ben de burada bu cümleden nasıl olup da "olmuyorsa şiddetle" çözümü savunduğumun anlaşıldığını merak ediyorum. Burada savunduğum şey çok net bir şekilde doğru siyasetle çözümdür ve hatta tekrar okursanız ilk planda ve hatta devamında bile belki kesin olarak budur diye bir ek var cümlede. En sonunda tüm bunlarla olmuyorsa şiddetle çözüm, Buradan şiddet konusuna nasıl gelindiği bende bir muammadır.
  7. Lütfen yapmayın, 1950 DP iktidarıyla bu tanım rafa kalkmış, 1950'ye kadar bu ülkede öyle bir tanım vardı da biz mi bilmiyorduk? Anlı şanlı CHP iktidarı bu ülkenin teknokrasisinin iddia ettiği gibi muhteşemse neden ilk seçimde darmadağın oldu ve bir daha da toparlanamadı? Bu halk aptal mı, gerizekalı mı, kendisi içir çalışan, kendisine hizmet eden, kendi için uğraşan CHP'yi her seferinde sandığa gömdü? Daha da açık söyleyeyim, CHP zihniyeti bu ülkenin bahsettiğim gizli iktidarıdır ve daima yargı, askeriye, üniversiteler, odalar, borsalar, vesaire gibi kurumlar CHP'nin tekeli altındadır. Yani bu ülkeyi yöneten aslında o seçilen ve yönetmediklerini kendileri de bildikleri halde yönetmiş gibi davranmalarına ve karşılığında çalmalarına alenen izin verilen o siyasiler değil, daima CHP sınıfı olmuştur. Siz bir ülkede meclisi alın, yani yürütme ve yasamayı alın, belediyeleri alın, bakanlıkların tamamını alın, bana yüksek yargıyı, üniversiteleri, askeriyeyi bırakın, bakın bakalım ondan sonra o ülkeyi siz mi yönetirsiniz ben mi?
  8. ya da kovulmayayım demiştim, ama susmaktansa kovulayım bari, ak denilenin kara denilenin oluşumunda, gelişiminde kasıtlı katkısı olduğunu iddia ediyorum, gap projesi, istanbul ve marmara kent nüfus yoğunlukları, bu yoğunluğun önceden örgörülmüş olması, vesaire gibi daha da artırılabilecek örnekleri verme nedenim de tam olarak buydu.
  9. işte tam da sorun bu, yani ben her şeyi ak ve kara diye kesin çizgilerle ayırmıyorum, o çizgilerin sanıldığı kadar ak ve kara olmadığını ve ak olanın istemeyerek de olsa siyaha bulaşmış olabileceğini ve elbette ki kara olanın da istemeyerek de olsa karaya bulaşmış olabileceğini iddia ediyorum. Yargılanmalı derken ben bugüne kadar hep bu bahsettiğiniz indirgemeyi yapan şahısların söylediklerinden yola çıkarak yargılanmalılar dedim, çünük bilmem kaç kişilik çapulcu sürüsü senelerdir onların deyimiydi, benim değil. Benim genel kanım ilk mesajlarımda da belirtmiştim kesin olarak şiddetsiz çözümdür, ama sen kalkıp bana senelerce bu birkaç çapulcunun işi dersen ben senden 30 sene sonra niye birkaç çapulcuyu halledemedin diye hesap sorarım, bu bu kadar basittir. Dış güçlerin olayın içine girmesi konusundaysa o örneği biraz da kasıtlı verdim, aynı çaba, aynı taktikler, hemen hemen aynı iktisadi şartlar ve birbirine taban tabana zıt iki ayrı oluşum, bu sizlere de ilginç gelmiyor mu beyler?
  10. bir canlıya öğretilerek bir özelliğin verilmesi için o hayvanda bu öğrenmenin gerçekleşmesini sağlayacak bir şey olması gerekir. Yani şöyle düşünün, zili çaldınız yemi attınız, zili çaldınız yemi attınız, üçüncü zili çaldığınızda yemin atılacağına şartlanabilmesi için öyleyse böyle önermesini uygulayacak bir şey gerekir ve bu da mantıktır. Bunun için birkaç kere tekrarın gerekmesi ki sayısı hayvandan hayvana değişir, bunun doğuştan gelmediği anlamına gelmez, aksine öyle bir şeyin, yani zil sesiyle yiyeceğin arasındaki ilişkinin kurulabilmesi tamamen mantığın ürünüdür. Bakın, akıl hastaları denilen kişilerle uğraşırsanız onların içinde olan bir gruba bu tür bir şartlanmayı hiçbir şekilde yapamazsınız, oysa akıl hastaları da düşünürler, ama onlarda sorunlu olan kısım düşünce değil, mantıktır. Bunu ilk defa duymuş olmanıza şaşıyorum, şöyle düşünün, bu ülkede sayısız insan müslümandır, ateisttir, marksisttir, sünnidir, alevidir, kapitalisttir, liberaldir,vesaire. Bu insanlar bu aidiyetleri 18-20 yıllık bir eğitim sürecinde mi edinirler, yoksa bazı kişilerin X'e yöneleceği, bazı kişilerin Y'ye yöneleceği ve daha sonra bu yönelişin argümanlarını edineceği öğretim sürecinden geçeceği önceden belli midir? Değildir deme ihtimalinize karşı ben size zahmet vermeden bir sonraki adımda dile getireceğim şeyi de söyleyeyim. Tamamen öyledir, aksi halde belli illerin belli bölgeleri topyekün A, B, C olmazlardı. Burada derdimiz A, B, C değildir, hem o yüzden, hem de gereksiz açılımlara sebep olmaması için örneklerle bunu açıklamayı gereksiz buluyorum. Şimdi bir A bölgesinde yaşayan insanlar topyekun A oluyorlarsa buradan sizin görüşünüze göre bu insanların topyekun A'yı bilgi ve mantık doğrultusunda inceleyip ona inandıkları gibi bir sonuca varırız ki bu hiçbir şekilde mümkün değildir. Yani sözün özü, insanlar gerek aile, gerek içinde büyünülen çevre, gerek başka birtakım aidiyetlerin etkisi altında öncelikle bir şeye iman ederler, daha sonra o şeye inanırlar Bunun dışına çıkan insan tipi de vardır, ama inanın ki bu insanların sayısı hem çok azdır, hem de o insan bunu gerçekten yapıyorsa o süreç müthiş sancılı bir süreçtir.
  11. Şayet dediğiniz gibi yürüseydi dünyada işler elbette ki onlara hesap sorulması gerekirdi, ama sadece Türkiye'de değil tüm dünyada çok iyi bilindiği üzere ülkeleri seçilen yönetimler yönetmezler. Amerika'nın seçilmiş pekçok başkanı vardır, ama politikası özde hiç değişmez, şekli birtakım değişiklikler olur. Keza Fransa, İngiltere ve Almanya gibi ülkeler için de geçerlidir bu, hiçbir iktidar sahibi sınıf koskoca bir ülkenin yönetimini rasgele seçilmiş, basın desteğiyle seçilmiş ya da başka bir şekilde seçilmiş bir gruba devretmez. Onlara devredilen görünen, şekli iktidardır ve bir miktar yemeleri karşılığında yönetiyor gibi görünmelerine izin verilir, bunun da adı demokrasi olur ve tüm diğer ikinci üçüncü dünya ülkelerini sömürmenin aracı olarak kullanılır. Bizim ülkemizde de iktidar sınıfı hiçbir zaman elindeki gücü terk etmemiştir, daima ve daima iktidar belli bir kesimin elindeydi ve o iktidar sallanmaya her başladığında darbelerle ayar yapma ihtiyacı içinde olmuştur bu sınıf. Yani öyle anlatıldığı gibi bir demokratik yönetim bizim ülkemizde hiçbir zaman olmamıştır. İktidar, bürokrasiyi, yargıyı, askeriyeyi, birçok eğitim kurumunu ve yine pek çok sivil toplum kuruluşunu daima elinde tutmuştur. Bugün gelinen noktada bu sınıfın "kardeşim bu ülkede 60 senedir o bu partiler var, ülkeyi onlar yönetiyor, ben masumum, ben aslında hep sizi koruyordum" deme hakkı yoktur. İnsanlar artık bunu yememektedirler. Bir sınıfın (siyasilerin) kötü olması ki kötüdürler, bu adamları iyi yapmaya yetmiyor artık ve bu ülkede her iktidar sahibi için hesap verme zorunluluğu kesin olarak vardır. Verilmezse ve işte bunu dile getirenler şuradan güdümlü, bunların satın aldığı adamlar (hakikaten de öyledirler) masalının arkasına saklanan gerçek iktidarı sorgulamaya almazsak daha çok terörler, 12 Eylüller, pkk'lar görürüz. Netice itibarıyla kötü dediğiniz adamlarla iyi dediğiniz adamlar aynıdırlar ve bu ülkenin o andığım 50, 60 milyonluk çoğunluğuyla hiçbir alakaları yoktur.
  12. Tarafgirler, soldakiler, sağdakiler, vesaire, bunların hiçbirisi beni ilgilendirmiyor. Bu ülkede o bahsettiğiniz tüm aidiyet mensuplarını toplasanız sayıları 10-15 milyonu geçmez. Neden hiç kimsenin aklına bu ülkede apolitize gibi görünün 55-60 milyonluk bir halkın bulunduğu ve aslında bu ülkenin tüm yükünü dışarıdan, oradan, buradan hiçbir destek almamalarına, hiç kimse tarafından onaylanmamalarına ve kendi sözde aydınları, teknokratları, bürokratları ve hatta zaman zaman kendi seçtiği milletvekilleri, maaşını ödediği memurları tarafından aşağılanmasına, hor görülmesine rağmen bu insanların çektiği gerçeği kabullenildiğinde birilerinin bu sessiz çoğunluğa hesap verme vakti gelmedi mi sizce de? Neden illaki birilerini kutsayıp diğerlerini suçlama gereğini duyuyoruz, bu ülkede hesap sormak için illa ki bir sınıfa ait olmak mı gerekiyor? Bu ülkenin sıradan, sokaktaki vatandaşı, dağdaki çobanı hesap soramaz mı ve bizlere hesap verilemez mi?
  13. Birkaç mesaja birden cevap olarak yazıyorum bu mesajı. İlk olarak başarının ölçütü nedir diye sorulmuş, cevabını vermiştim, ama tekrarlayayım, denk güçler arasında her türden sonuçta sizin tarafın çabasını, emeğini, elinden geleni yapmasını başarı olarak görürsünüz. Rakibiniz çok güçlü, siz zayıfsanız net bir sonuç alamamış olsanız dahi mücade etmiş olmayı, karşı tarafa ufak tefek hasarlar verebilmeyi dahi başarı olarak görürsünüz. Siz güçlü, rakibiniz çok zayıfsa sonuç alamamayı mutlaka başarısızlık, sonuç almayıysa -mutlaka değil- başarı olarak görürsünüz. Mutlaka değil, çünkü böyle bir durumda başarı kazanılmış olsa dahi usulleri, başarı kazanırken harcanan şeyleri, daha sonrasının düşünülüp düşünülmediğini dahi sorgularsınız. Daha sonra çeşitli mesajlarda askeriyemizin siyasiler tarafından elleri kolları bağlanmış halde gösterilmeye çalışıldığına şahit oluyorum ki söylemde bu şekilde görülse dahi fiili durum tam olarak böyle değildir. Askeriyemiz anılan bölgede ormanları, ağaçlıkları kesmek, yakmak, kararmış havada insanların sokaklarda gezmesini yasaklamak, sayısız köyü boşaltmak ve burada anmak istemediğim daha pek çok olay da dahil olmak üzere pekçok eylemi yapabilecek özgürlüğe sahipti. Daha sonra bu olayı NATO, vesaire bağlamında düşünmek de pek mantıklı değildir, çünkü bu olayın temellerini atan hareketler NATO dile bir şey yokken Fransa, İngiltere gibi birtakım ülkeler tarafından birinci dünya savaşından çok önceleri atılmaya başlanmıştı. Yani öyle 80'lerden sonra gelişen, oluşan bir şey değildir bu hareketlilik, uzun zaman önce başlanan bir hareketin devamı olarak algılamamız mümkün bu olayı. Mesela benim okuyabildiğim kadarıyla aynı hareket Karadeniz Bölgesinde de lazlık üzerinden başlatılmaya çalışılmış, Fransız profesörler birinci dünya savaşı öncesinde gelip lazların türk olmadığını, gürcü olduğunu ispatlamaya çalışan kitaplar yazmışlardır. Hatta ve hatta bu konudaki çalışmalar Karadenizde hala devam etmektedir, ama etkili olamamıştır şu ana kadar bu hareketler. Hatta daha da ileri gidebiliriz, mesela 80 öncesi Demirel'in İstanbul'un nüfusunun 15 milyonlara çıkarılması yönündeki görüşlerini inceleyebiliriz. (İstanbulun nüfusu 4 milyonlar civarındaydı, o kadar insanın nereden geleceği ilginç bir konu olabilir) Daha da ileri gideriz, bugün GAP diye anılan projenin aslında 1920'lerde Ruslar tarafından hazırlanmış ve Meclise sunulmuş bir raporda var olduğuna dair söylentileri araştırabiliriz. Daha da ileri gideriz, CHP'nin tüm iktidarı boyunca zenginleştirilecek iller programında neden hiçbir zaman Doğu, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Karadeniz'in yer almadığını araştırabiliriz. Bir savaş sonuçtur ve gerisinde sayısız sebepler vardır. Bu sebepleri oluşturanların bugün vatan millet edebiyatı yapması ilginç gelmektedir bana, ama yine de TSK başarılı mı derseniz sonuç olarak sadece bu sebeplerin oluşmasında çok büyük etkileri olduğundan dolayı bile başarısızdırlar ve vatan millet edebiyatı yapmaktan ziyade hesap vermek zorundadırlar.
  14. Nereden başlayayım, nasıl sürdüreyim, gerçekten bilemiyorum, ama sanırım şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki ilk mesajımda bahsettiğim kelimelerin anlamları konusundayız hala. İman dediğiniz şey anlamı belli olan bir şey değildir, dolayısıyla anlamı belli olmayan bir şey hakkında inanmadığınız şeye iman etmezsiniz demek bence pek mantıklı değil, tıpkı mantığa uymayan şeye iman edilmeyeceği önermenizin aynı sebeple mantıklı olmadığı gibi. İkinci ayrılık noktamız ben mantığın doğuştan var olan bir şey olduğuna inanırım, hatta ve hatta şartlanmanın temel öğesi olarak hayvanlarda da vardır mantık. Bilirsiniz ki, bir hayvana çok kere bir sesin ardından belli bir yerde yem vermişseniz daha sonra siz o sesi her çıkarttığınızda o hayvan yem verdiğiniz yere koşar. Bu mantıktır, yani öyleyse öyle, böyleyse böyle, bunu söyleyen mantıktır, zil çaldı, yemek gelecek. Burada düşünce yoktur, hiçbir hayvan kalkıp da ya acaba bu herif beni kandırıyor olabilir mi diye düşünüp gitmemezlik yapmaz veya kalkıp da yemi oraya atsın, ben sonra gider yerim de demez, çünkü şartlanmayla oluşturulan kodeksin dışına çıkabilecek olanı düşünce oluşturur ve bu hayvanlarda yoktur. İnanılabilecek şeylerin de "yalnızca" insanın bilgisi ve mantığıyla paralel olduğuna inanmıyorum ve bu konuda bilginin ve mantığın reddettiği sayısız şeye inanan insanlara dair sayısız örnek verebilirim size, ama bu da ne sizde, ne de başka birinde hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü inanmak sadece bilgi ve mantıkla, verilerin gösterdiğiyle bağlantılı değildir.
  15. Allah'ın varlğının mantığa uymadığını söylemedim, mesajım yeterince nettir zannediyorum. İkincisi kader meselesi ne olduğu bilinmeyen bir şeydir, Kuran'da da zaten istenilen inanılması değil, iman edilmesidir kadere. Bir şey inanılabilecek halde olsaydı iman edilmesi istenilmezdi şüphesiz ki, bir şeye iman edilmesi isteniliyorsa şayet bu istek o şeyin insanlar tarafından akıl ve mantıkla kavranılamayacak bir şey olduğu anlamına gelmez mi acaba? Akıl ve mantık dediğimizde kendi akıl ve mantığımızdan söz ediyoruz ki bu da kişiden kişiye değişse ve sınırları değişken olsa da her bir bireyde sonunda mekanın, zamanın, şartların dışına taşması çok mümkün olmayan bir şey
  16. Başarısızlık anlayışımın karşılığına gelen şey fikirden ziyade somut gerçekliktir. Aslında bu tüm insanlarda böyledir. İlgili duruma dair sayısız tespit yapılabilir, sayısız neden söylenebilir, bunlar beni ilgilendirebilen veriler olabilirdi elbette ortada taraflar arasında daha önceki mesajlarımda da belirttiğim gibi güç bağlamında üst düzeyde bir dengesizlik olmasaydı şayet. Şöyle ifade edeyim, popüler kültürün ürünü gerçi örnekleme metodu, ama bugün ülkemizdeki futbol kulüplerinden birine antrenör ya da yönetici seçtiğinizde o yönetici veya antrenörün başarısızlığını neye göre belirlersiniz? Diyelim ki bu takım Denizlispor, yapısı, kadrosu, gücü, kuvveti bellidir bu takımın ve ilk üçte tamamlayamadığında bu takım veya kupalarda yarı final, vesaire gibi başarılı sayılabilecek kademelere çıkamadığında hiç kimse bu takımın yöneticilerini ya da antrenörünü başarısızlıkla suçlamaz. Ancak söz konusu takım Galatasaray ve Fenerbahçe gibi kulüpler olursa ve bu iki takım son haftalarda düşmeme mücadelesi verirse sizler de takdir edersiniz ki o kolüplerin yöneticilerini ve antrenörünü kimse kurtaramaz. Yani sözün özü başarıya dair kriterler bellidir ve ister okumuş olsun, ister okumamış olsun tüm insanlar tarafından bilinirler, karşılaşma halinde olan taraflar arasında geniş anlamıyla iktidar karşılaştırması yapar insan evladı ve bu insanda doğal olarak varolan bir özelliktir. Dolayısıyla TSK'nın insanda doğal olanın dışında bir kural getirmesi akla ve mantığa pek de uygun düşmüyor. Ne yapılmalı sorusunun cevabı şu an itibarıyla çok zor, bir kere bu ülke halkının temel özelliği iki açıdan ele alınmalıdır. Birincisi kaybeden ülke olması ve ikincisi de ülke halkının ittifakla biat ettiği bir kültürel, dini, siyasi modelin varolmaması. Sadece kaybeden ülke olsak dahi bu derece sorun çıkmayabilir gerçi, ama hem kaybeden, hem ittifakla biat edilmiş bir forma sahip olmama durumunda işimiz çok zordur. Daha ötesine de gidilebilir buradan, ama örtülü ifade etmeyi tercih edeyim şimdilik, kovulmaktan sıkıldığımdan dolayı bu forumda da ilk zamanlarda kovulmak istemiyorum. İnsan kovulmaktan bile yorulabilen bir varlıkmış, bunu da öğrenmiş oldum bu arada
  17. Saygılar bizden efendim Benim başarı anlayışım tektir, doğru siyasetle ki tercih ilk planda ve hatta devamında bile belki kesin olarak budur ya da olmuyorsa şiddetle çözüm. Bu yapılamıyorsa 30 senede bence kesin olarak bir başarısızlık vardır, TSK'nın genel geçer olan başarı başarısızlık kriterlerinin dışında bir kriter belirleme gibi bir hakkı olduğunu sanmıyorum. Bir kurumu kendimize ait görmek ayrı bir şeydir, onu tüm eleştirilerden ayırıp, kutsayarak gerilemesine neden olmak ayrıdır. İyi ve başarılı bir toplumun temel özelliği dışında olanı değil, içinde ve kendinden olanı eleştirip iyileşmesine, gelişmesine yardımcı olmaktır.
  18. Yeni üye olma sıfatımla boşboğazlık etmeyle karışık her türlü tartışmaya müdahale hakkını da edinmiş oluyorum sanırım. Okuyabildiğim kadarıyla bu tartışmada dikkatimi çeken bir şey var, şöyle ki, gerek felsefi, gerek dini, gerek siyasi, bilimsel tartışmalarda temel gerek şart katılımcıların aynı kelimelere aynı anlamları yüklemiş olmaları gerçeğinde yatmaktadır. Katılımcılar aynı kelimelere aynı anlamları yüklemiyorlarsa o tartışmanın yapılmasının anlamsızlığı açıktır. Benim bu tartışmada dikkatimi çeken husus kullanılan temel kelimelerin birçoğunun, mesela irade, kader, zaman, vesairenin üyeler tarafından farklı anlamlarda kullanılıyor olması. Hele iki kelime var ki kader ve zaman, bu iki kelimenin anlamı bilinemeyeceğinden ötürü üzerinde konuşulmasının anlamı da yoktur bence. Kader diye bir şeye inanılmaz, bu akla ve mantığa aykırıdır. Dolayısıyla inanılamayacak bir şeyin üzerinde de tartışılamaz. Dinsel formun ifade ettiği şekilde iman edersiniz ya da etmezsiniz. İkincisi tanrı ve zaman konusu, tanrı varsa tanrıyla zamanı ilintilendirmek kadar saçma bir düşünce olamaz, çünkü zaman bilinmez olsa da mekanın çoçuğudur ve mekan varsa zaman vardır. Dolayısıyla tanrı ve zamanı birlikte düşünmek tanrıya otamatik olarak fiziksel varlık yüklemek anlamına gelir ki yine dinlere baktığımızda tanrının bu şekilde tasvirlere hıristiyanlık ve özellikle de musevilik de pek yaygın olsa da islamda buna çok katı ve sert bir karşıtlık vardır. Daha çok uzar bu mesele, ama izleyebildiğim kadarıyla bu tartışma musevilerde, hıristiyanlarda, müslümanlarda yüzyıllarca, binyıllarca sürmüş ve hala da sürüyor ve her üç dinde de sayısız mezhebin oluşmasının en temel nedeni olan irade, kader, zaman kavramlarının üzerinde tartışmak çok da mantıklı gelmiyor bana.
  19. İnsanların zihniyetleri ve dolayısıyla da yönetime dair yaklaşımları farklıdır. Ben başarısızlık durumunda başka bir suçlu ya da hedef bulmayı alışkanlık haline getirmiş hiçbir yaklaşımı hoşgöremem. Bir yerde ben-biz bir şeyler yapıyorsam ve başarısızlığa uğruyorsam tek suçlu benimdir. Başarının nasıl ki ödülü varsa başarısızlığın da cezasının olması doğaldır ve eline verilen sayısız imkanlara rağmen başarısız olmuş bir yöneticiyi elindeki hiçbir imkanı kaybetmeyeceği bir şekilde sözde sürgüne yollamak ceza değil, ödüldür. Bazı mevki ve makamlara ulaşmış, bazı sıfatları takınmış insanların hata yapma hakkı yoktur, ulaşılan mevki, makam bunu zorunlu kılar. Biz suçlarımızı, hatalarımızı görebildiğimiz, cezalandırabildiğimiz veya düzeltebildiğimiz günlere ulaştığımızda başarılı olmaya yaklaşmış olacağız.
  20. yeni bir üyeniz olarak haddimi aşmayı istemem, ama soruya bir soruyla karşılık vermeyi isterim. Bir milyon kişilik bir ordu, tankı, topu, uçağı, helikopteri, sayısız teçhizatı, karşısındaki örgüte göre korkunç denebilecek bir lojistik desteği. Karşısında militan kadrosu bazı söylentilere göre üç dört bin, bazı söylentilere göre yedi bin olan bir örgüt. Mücadele 30 yıl sürüyor ve burada benim sorum geliyor. Bu 30 yıl boyunca bir milyon kişilik ordunun üst kademe kadrosundan, gerek bölgede görev yapan, gerekse ana merkezde görev yapan üst kademe subaylardan açık başarısızlık dolayısıyla cezalandırılan kaç subayımız vardır? İkinci soru lokal başarılardan dolayı ödüllendirilmiş kaç subayımız vardır? Not, bu sorunun cevabı tam olarak başarısızlığa dair bir cevap olamasa da bir bakış açısı getirecektir.
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.