tülvent tarafından postalanan herşey
-
ÖPÜCÜK, sonsuzluktur cünkü burada 2”nin böleni yoktur...
Öpüşmek... ''Su içmek kadar hayati... ve susuzluk kadar ölümcül! ''
-
Susarız Bazen...
Güneş altında söylenmedik söz yokmuş bu yüzden geceleri söylüyorum sevdiğimi. Ne gece ne gündüz yokmuş söylenmemiş söz ben de söylenmişleri söylüyorum yeni biçimde... Hiç bir biçim kalmamış dünyada denenmedik ben de susuyorum sevgimi saklayıp içimde! Duyuyorsun değil mi suskunluğumu nasıl haykırıyorum... Susarak sevgisini ilan eden çok var sevgilim; ama bir başka seven yok benim sustuğum biçimde! Aziz Nesin "Susmak bir şeylerin anlatımıysa, şüphesiz en anlamlı şeydir susmak..."
-
AŞK Kaç Kişiliktir?
AŞKIN PSİKOLOJİSİ Aşk ve sevgi gereksinimi, insanın kendi varlığının ağırlığından, ona karşı edilgenliliğinden dolayı bir başkasının varlığına yönelerek ve onun varlığında eriyerek acısını dindirme çabasıdır. Levinas, “Varolmak bir lütuf değil, bir ağırlıktır,” der. Varlığımız, bir ağılıktır aslında; benliğimiz kendimize külfettir... “Benimizin bir ayağı her zaman kendi varoluşumuzdadır. Kendi benimize çakılıyız; başkalarından önce kendimizin kölesiyiz. Benimizin ilk sahibi kendimiziz; bilincimizin kendi tutsaklığını keşfettiği ilk bağ, kimlik bağıdır. Ne yaparsak yapalım kendimize döner geliriz. Bu, bizim trajedimizdir. Bu trajediyi anlayabildiğimizde, hep kendimize geri dönme ve kendi kaderimizi yenme düşümüzü gerçekleştirmenin, aslında kendimiz olma, kendi kimliğimizi edinme mücadelesinden daha temelde yer aldığını görürüz. “Bu trajediden, varoluşun ağırlığından bir nebze olsun kurtulmak, ancak başkasının varlığı içinde erimekle olanaklıdır... Başkasının varlığı ve onun bakışı sayesindedir ki, nesne durumuna geliriz. Bir başkasına ait olur ve kendimizin olmaktan bir an için sıyrılabiliriz,"diyor Levinas. Levinas, “Toplumsal ilişki, insanın kendisinden sıyrılma mucizesidir,” derken, Sartre ise şu saptamada bulunur: “Başkası, benim için kâh varlığımı benden çalan, kâh bana ait bir varlık olduğunu ortaya çıkarandır.” Bu yüzden aşk, biyolojik ve psikolojik bir gereksinmedir. Geçici bir körlük hâli olduğu da söylenebilir. Ama bu körlüğün gördüğü, yalnız sevilenin siluetidir. “Sevilen yüz, bir yandan tüm yüzleri tekeline almıştır bir yandan da hiçbir zaman açık seçik hale gelemez. Aşırı dikkat aşığın bakışını bulanıklaştırdığından, ondan hatıra resme tekrar tekrar bakılır. O yüzden ‘yanımdayken bile hasretimdin’ denilir. ‘Aşk, betimlemenin yasak olduğu yüz dinidir (Finkielkraut).’Bir insanın özelliklerini; güzel, çirkin, kaygılı, sakin, histerik, takıntılı olup olmamasını aşık değilsek saptayabiliriz. Aşk, tüm bunları siler, herkesin sevgilide gördüğünü aşık görmez; herkes için sıradan biri olan sevgili, onun için herkesten farklıdır... Bu yüzden halk arasında aşkın, ‘çarpık bacakları düz görme sanatı’ olduğu da öne sürülmüştür; çünkü âşık, sevgiliye eleştirel bakabilme ve muhakeme yeteneğini bir süre için yitirmiştir, şuursuzdur; bütün enerjisiyle sevgiliye odaklanmıştır, ama aslında onu da tam göremememekte, göremediği için de onu sürekli idealize etmektedir.Eğer, bir içgüdü değil de bir kültür olsaydı, kişiyi çılgına çevirip ölümlere götürebilecek kadar güçlü bir duygu olabilir miydi? Kişinin sevgi gereksinimi, sonsuz bir susamışlıktır. Varlığın acısını dindirmek, beğenilmek, onaylanmak, arzulanmak, inanılmak, sevilmek, karnını doyurmuş ve sosyal güvenliğini sağlamış her insanın gereksinimidir. Dünyaya gelmiş olmasının ona verdiği bir haktır... Y. Odabaşı
-
Dilek Önder' le '' Kadın ve Erkek Üzerine''
- Dilek Önder' le '' Kadın ve Erkek Üzerine''
- Susarız Bazen...
Susarız… Konuşulan konuyu boş, basit ve anlamsız buluyoruzdur, konuşmayı da gereksiz ve anlamsız buluruz… Susarız… Konuşulanlar öyle abes ve mantık dışıdır ki sadece hayretle dinler ve sessiz bir tepkiyle belli ederiz duruşumuzu… Susarız… Sessiz bir onaydır susuşumuz… Biraz utangaçlık belki ama içten bir katılıştır söylenenlere… Susarız… Sessiz bir bekleyiş olur susmak… Ya kendimizin yada karşımızdakinin ortak değerleri yeniden gözden geçirmesine tanınmış bir fırsattır sessizliğimiz… Ya da birinin bizi fark etmesi, doğru algılayabilmesi için tanınmış bir süre… Susan için endişe ve olasılık hesapları arasındaki gel git lerle biraz da huzursuz bir bekleyiştir susmak… Susarız… Dile getirilmeyen bir öfkedir bazen suskunluğumuz… Öylesine yaralanmışızdır ki yaralamak isteriz, yüreğini acıtmak ve kanatmak… Ve biliriz ki hiçbir söz acıtamaz, yaralayamaz ve kanatamaz kimseyi bir suskunluk kadar… Ve susmak en acımasız, öldürücü silahtır bazen… Susarız… Hassas ve kırılgan bir tepkidir… Küçücük bir hatırlatmadır belki… Fark edilmesi ve onarılması incelik ister… Ya yeniden bir kazanıştır yada aleyhte bir delil olarak kalır karşımızdaki için… Susarız… Bir ilişkide negatiflerin gözümüze batmaya başladığı, karşımızdakine ait aleyhte deliller dosyasının kabarmaya başladığı ve hatta dosyayı masanızdan kaldırmaya gerek duymaz olduğunuz bir noktadasınızdır… Bir duruş, bir soluklanmadır susmak… Ortak geçmişin değerlendirilmesi ve geleceğin muhasebesidir… Durup yeniden, şimdi bulunduğunuz noktadan bir daha bakmak istersiniz yaşananlara ve eldekilerle geleceğe gitmenin ne kadar mümkün olduğuna… Bir içe kaçış ve söylenemeyenlerin biriktirilmeye başladığı yerdir susmak… Susarız… Ayağımız yerden kesilmiş, bulutların üstündeyizdir ve çiçek çiçek bahardır yüreğimiz…Sevdiğimizle yan yana ve can canayızdır… Öyle bir ruhsal bütünleşmedir ki hiçbir söz tanımlamaya yeterli gelmez hissedilenleri ve susarız… Sadece yüreklerin ve gözlerin konuştuğu yerdir suskunluğumuz… Susarız… İletişimin tıkandığı yerdeyizdir , hiçbir iletinin bize yeterli gelmediği ve hiçbir iletimizin doğru algılanmadığı… Yanlışlıklar, yanılgılar ve kim bilir belki de gerçeklerdir bir fırtınaya tutulmuşçasına savrulup duran… Sözler yerini sessizliğe bırakmaya başlar ve siyah, tek nokta konur cümlelerin sonuna… Zamanla cümlelerimizin sonuna konan o tek ve siyah nokta büyüyerek bir kara deliğe dönüşmeye başlar… Güven ve sevginin içten içe çürümeye başladığı yerdir ve gitmek zamanının ertelenmiş halidir susmak… Susarız… Kabul edilmiş bir hata yada suçtur susuşumuz ve söylenecek her söz kaybetme riskidir…Korku eşlik eder suskunluğumuza… Susarız… Bir gidişi kabullenmektir susmak, yerinde ve zamanında olduğunun ayırdımında olduğumuz bir gidişin… Susarız… Hayata karşı bir susuştur bu kez yaşanan… Bizi can evimizden vuran bir kayıp, yaşanan büyük bir acı, ölesiye bir çaresizliktir yaşadığımız… Söylenecek hiçbir sözümüzün adrese teslim olmayacağından emin olduğumuz, bütün sözcüklerin anlamını yitirdiği bir yerdeyizdir… Hayatın bize bir şey katamadığı ve bizim de hayata bir şey katmak için anlamımızı kaybettiğimiz bir yer… Belki de boş gözlerle, algılamadan bir seyirdir hayat o noktada ve belki de amacı ve beklentisi olmayan, bir mesaj kaygısı taşımayan ve hedefi olmayan tek susuştur yaşadığımız… Susmak; eylemsiz ve durağan bir edim gibi görünse de her susku bir şey anlatır yine de ve her suskunun bir nedeni vardır ve her susku içinde pek çok sesi hapseden sessiz bir eylemdir… Esin ARDIÇ- Yüreğü Olan Videolar... by tülvent
Aziz İstanbul... http://youtu.be/69BKeWe68os- Karşımdasın
"şiirler onu yazan şaire değil okuyanlara aittir" Ne kadar anlamlı! Vee yüreğinize sağlık...- ilk ve son
Ben ölçüp biçip hesaplayamadım, sevgili sardunyam... Yüreğine sağlık! Özledim seni, nerelerdesin?- GeceKuşu ''Dede'' Olduuu...
Sevgili Fre yja, Legend ary ve Anja, güzel dilekleriniz ve ilginiz için gönül dolusu teşekkürler...- Yüreğimi Isıtan Fotoğraflarım
- GeceKuşu ''Dede'' Olduuu...
Size harika bir haberim var, dostlar. Kalbimiz bir farklı atıyordu dün. Neden mi? Çünkü pembe beyaz teni, mis kokusu ve minicik elleriyle yaşamımıza muhteşem bir sevinç; ailemize minicik bir insan katıldı pazartesi günü. Vee dün, 10.30 itibariyle sevgili Siyah-Beyaz ''dede'' oldu. Bu arada ben de ''büyük hala'' tabii ki... Güzel kızımız, Bodrum' da güzel bir bebek dünyaya getirdi. Yakışıklı bir erkek bebek! Şansın da, sağlığın da kendin gibi güzel olur inşallah, düşünürken bile içimi ısıtan, ''Demir Alp'' bebek... Ömrün uzun olsun!- AŞK Kaç Kişiliktir?
AŞK KAÇ KİŞİLİKTİR Aşık, ‘mutsuz’ insandır; mutsuzluğunun nedeni, elde etse bile sevgiliye asla ulaşamama duygusundandır. Foucault, “İnsan sevişirken bile yalnızdır,” der. Fakat bu yalnızlık bile büyük bir hazla yaşanır. Bir anlamda da acıdaki hazdır aşk. Aragon, “Aşk, bize haz veren tek özgürlük yitimidir,” der. Aşk, yalnızdır; âşık yalnızdır.Başkasının arzusunu arzulayan arzu yalnızdır...Herkes kendi duygusunda, acısında, sevgisinde, arzusunda yalnızdır ve aşk, tek kişiliktir... “Uzak, yağmur yağan ülkede yapayalnız iki kule...” Yunanlı şair Yannis Ritsos’a ait bu dizeyi okuduğumda, bir an bizim kültürümüzdeki aşkları ne güzel tanımladığını düşünmüştüm. Aşklarımızı hep, ‘uzak, yağmur yağan bir ülkede yapayalnız iki kule’ gibi yaşadığımızı... Bu geleneksel toplumda daha çok platonik, karşılıksız aşklardı yaşadığımız; âşık, genellikle uzak bir kule, biz ise kuşatılmış tek kale gibiydik... Koşullanmalar, tabular, yasaklar, sınıf ve mezhep ayırımları gibi ötekileştirmelere dek ne çok şey yetmezmiş gibi, işin içine bir de kendi çekingenliğimiz, deneyimsizliğimiz girince, çoğu zaman kuşatılmış tek kale olmaktan öte bir seçeneğimiz kalmamıştır(!) * Platonik aşklar elbette tek kişiliktir. Karşılıksız aşklar da tek kişiliktir... İki kişilik aşklara gelince, Erich Fromm, iki kişilik aşkı ‘bencil aşk’ olarak tanımlıyor. Örneğin. bir çiçeği dalında görür, çok beğenir, seyreder, koklar ve gidersiniz. Onun dalında kalma, kendi olma özgürlüğüne saygı duyarsanız ve yüzden aşkı tekil yaşarsınız. Aşk, kişinin özgürlüklerine saygı gösterebilecek kadar ona değer vermektir. Ama bencil aşk, ‘mülkiyet’ ister; bu yaklaşımın kökeninde aşk değil, köle-efendi ilişkisi vardır... Böylesi aşklar psikopatolojik aşklardır. Bu yüzden o çiçeği bencilce söker alır, odalara, evlere kapatır, kendi olmasına, hatta soluk almasına, çalışmasına bile izin vermez. Çiçeğin solması umurunda olmaz; çünkü hırpalanmış, kendi olmaktan uzaklaşmış olsa bile, önemli olan çiçeğin onun olup olmadığıdır. O, onu koparana aittir; onun mülküdür, eşyasıdır, oyuncağıdır, cinsel objesidir... İki kişilik aşklar, -çok ender istisnaları bir kenara koyarsak- bizim kültürümüzde genellikle böyle yaşanıyor... Yani bencil bir mülkiyet duygusu cehaletle kesişince, aşk hırpalanıyor, cayıyor ve sonuçta hâlâ yaşanabiliyorsa, yine tek kişilik yaşanıyor... Çünkü insan doğası önünde sonunda aşkı ‘koşullu’ kılıyor; ‘benim istediğim gibi biri olursan seni sevebilirim’ gibi yaklaşımlarla aşkı pazarlığa yatırıyor. Oysa aşk, sevgiliyi nasılsa öyle sevebilmektir... Goethe, “İnsan kayıtsız şartsız sevemeyecekse, o aşkın durumu parlak değildir,” diyor. Bizim kültürümüzde aşk, ‘kavuşma’ ve ‘mülkiyet’le ifade buluyor; oysa çoğu zaman kavuşulan an"dır ayrılık... Herkes kendi sevgisini sever,"demiştim bir şiirimde; fakat biz, Sevgimizi sevebilmeyi bile tam bilmiyoruz... * 1991 yılında yayınlanan bir şiirimde, “Aşk tek kişiliktir,” demiştim. Ataol Behramoğlu da 1997’de yayınlanan bir şiir kitabına ‘Aşk İki Kişiliktir’ adını vermişti. Sonra bazı süreli yayınlarda aşkın kaç kişilik olduğu tartışmaları başladı. Kimileri ebeveynleri de dahil ederek dört kişiliktir, kimileri ‘kişiliksizdir,’ dediler. Ama bu tartışma daha çok tek kişilik mi, yoksa iki kişilik mi olduğu konusunda odaklandı. Ataol Behramoğlu, “Ölümdür yaşanan tek başına /Aşk iki kişiliktir,” diyordu. Evet, ölüm tek başına yaşanır; ya doğum? O da tek başınadır... Doğum tek başına, ölüm tek başına, aşk neden çok başınadır ki? Herkes acısında, sevgisinde, özleminde, arzusunda, bireysel yenilgilerinde, hatta bireysel başarılarında da yalnız değil midir? Herkes kendi sevgisini sevmez mi? Birini, hatırı için, üzüldüğü için sevmek mümkün müdür? Kutsal kitapların tanımladığı gibi ‘iki ruhun ebediyen bütünleşmesi’ diye bir şey var mıdır? Bazen bir ilişkide sadece varlığımızdan sıyrılma mucizesini yaşadığımızın farkında bile olmadan onu aşk sanırız. Bazen sadece cinsel tutkunluğumuz bizi ona çeker ve bu yanılsamayı aşk sanırız. Bazen de sevilen özneyi değil de, ona atfettiklerimizi, bazen alışkanlıklarımızı aşk sanmak gibi pek çok yanılsama yaşarken bile, aşkın ‘tek kişilik’ olduğunu düşünmek hep ürkütür bizi. Çünkü yalnız olmadığımıza inanmaya her zaman ihtiyacımız vardır...Elimizin bir başka elin içinde olduğunu bilmeye ihtiyacımız vardır. Kendi içimize bir bakarken ürkeriz, orada bir uçurum var sanırız; çünkü çoğu zaman içimizin sokaklarında bize yetecek kadar tinsel sıcaklık biriktirmemiş olmamızdandır bu ve bu yüzden, kendimize gelmeden hep başkalarına koşarız, düşeriz, acırız.Çünkü ortada tam anlamıyla inşa edilmiş bir "kendimiz" yoktur çoğu zaman... Aşkın tek kişilik bir yalnızlık, tek kişilik bir cehennem olduğunu zaman içinde, deneyimlerimizle kavrayabiliriz. Kaldı ki her şeyi çoğul, üç, beş kişilik tanımlamak zorunda da değiliz. Belki de aşk, sayıların da ötesinde ayrı bir kişiliktir... Ya da şair Ahmet Erhan arkadaşımızın vurguladığı gibi ‘kişiliksiz’dir. Cemal Süreya, “Daha neyin olayım, onursuzunum ya,” diyor bir şiirinde...Oysa biz, çoğu zaman "onursuz" olmaya hazır değilizdir; bu yüzden kaprisler, zaaflar çıkarıp, -eksik gedik benliğimizin kınından- aşka değil, adeta savaşa gideriz... İnsanlar sevgilerini daha çok içselliklerinde yaşıyorlar artık. Hız ve karmaşa, şu modernite dostlukları, komşulukları olduğu gibi aşkları da yok etti giderek. Aşkı gündelik, saatlik cinsel arzulardan yalıtamadık, aşkı koşulsuz ve saygılı yaşayan bir toplum olmadık; bu ruhsal sakatlanmalar ülkesinde insanlar çoğu kez aşkın mevzilerini büyük yaralar alarak, kırılıp dökülerek terk ediyorlar ve küskün, örselenmiş tövbekârlar haline geliyorlar. Sevgisiz bir toplumun kişilikleri sürekli yara alan bireyleriyiz ve bu yüzden ilişkilerimiz de yaralı... Bu yüzden çoğu insan aradığını bulamıyor; tam da ‘buldum’ dedikten sonra fısıldıyor: Yanılmışım! Bütün bunlara rağmen aşkın ‘iki kişilik’ olduğundan, olabileceğinden söz etmek bile absürd. * Behramoğlu, ‘Aşk İki Kişiliktir’ adlı kitabı hakkında kendisiyle 22 Mart 1999 tarihli Radikal gazetesinde yapılan söyleşide şunları söylüyor: “İnsanlar bir aradayken bile yalnızlar. İki insanın birbirine kendini tam anlamıyla vermesi neredeyse olanaksız hale gelmiş. İnsanın kendini dinlemesi bile mümkün değil. Bir an derin bir düşünceye dalmak isterseniz, yaşanılan hayatın hır gürü buna olanak vermez. Bu sistemin yarattığı bir sonuç ve bütün insan ilişkilerinde kendini gösterecektir...” Ben de diyorum ki, aşk da elbette insan ilişkileri kapsamında değerlendirilebileceğine göre, bu sonuç aşkta da kendini gösterecektir, göstermektedir. Bu yüzden, Behramoğlu’nun söyledikleriyle de aşk tek kişiliktir... İki kişilik olabilmesi için sonsuza dek sürmesi gerekirdi belki. Oysa uzmanlar, aşkın kimyasının dört yılla sınırlı olduğunu öne sürüyorlar. Sosyobiyologlar, “Aşk, bir çifti çocuk yapıp büyütmeleri için gereken sürede bir arada tutar,” diyorlar... Aşkın vücutta salgıladığı dopamin ve norepinefrin hormonlarının kalıcı olamadığı uzmanlar tarafından saptanmış.Ama aşk sona erse de, çoğu zaman sevgi yaşar ve ilişki sürer bazen. * Leyla hiç güzel değilmiş. Mecnun’a sormuşlar: “O kadar eziyet bunun için miydi?” Mecnun yanıtlamış: “Hayır, gönlümdeki Leyla içindi...”Gönlündeki Leyla’yı seven Mecnun’un aşkı iki kişilik miydi? Herkesin gönlünde bir Leyla’sı var... Puşkin’in dediği gibi, "Herkes kendi uydurduğu yalana ağlar..." Goethe, ne diye, “Seni seviyorsam bundan sana ne?” demiştir. Onun da kastettiği herkesin kendi sevgisini sevdiği değil midir? Aşkın kaç kişilik olduğu konusundaki tartışmaların sürdüğü günlerde Milliyet gazetesinde yayınlanan Filiz Aygündüz imzalı ve ‘Aşk Kaç Kişiliktir’ başlıklı bir yazıdan bir kesit sunarak bu bölümü sonluyorum: “Uzmanlar libidoyu yaşam enerjisine yönlendirip aşkla ilgili sorularla haşır neşir olmamızı öneriyor. İşte iki şair: Yılmaz Odabaşı ve Ataol Behramoğlu da, birbirlerinden habersiz kaleme aldıkları iki şiirde, tematik değişimlere direnen en değişmez tema olan aşkı ‘kaç kişiliktir?’ sorusuyla irdeliyorlar. İnsanlar 17 Ağustos depremiyle birlikte ortaya çıkan post travmatik stresin getirdiği sorunlarla uğraşırken, ‘aşktan kime ne?’ diye düşünüyor olabilirsiniz. Ama uzmanlar böyle düşünmüyor! Psikolog Sevhan Akben’e göre, ‘Aslında şimdi aşkın tam zamanı!’ Depremin yaralarını manevi açıdan sarmak adına aşkın büyük güç olduğunu söyleyen Psikolog Sevim Akben’in görüşleri şöyle: ‘Freudyen analitik teoride libidonun iki yönlü işlevi vardır: Biri ölümü ve öldürmeyi içeren yıkıcı içgüdü, diğeri yaşam enerjisi de diyebileceğimiz yapıcı içgüdü. Depremle birlikte ölüm içgüdümüz güçlendi. Aşk, yaşama içgüdümüzü çoğaltıp, panik ve endişelerimizin nispeten azalmasına neden olur. Aşık olunduğunda, kişiler yapıcı enerjilerini birbirlerine aktarır. Bu enerji katlanarak büyür. İnsanlar kendilerini aşka kapamamalılar. Belki de şu ara sevgiye ve aşka her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Aşkla birlikte deprem korkusunu yenip geleceğe umutla bakmanın önünü açmış oluruz.’ Belki de gerçekten libidoyu yaşam enerjisine yönlendirip aşk’la ve aşka ait sorularla haşır neşir olma zamanıdır. ‘Depremle yaşamayı öğrenmek’ için, önce kendi içimizdeki depremlerle başa çıkmayı öğrenmemiz gerekir belki de. Aşk da onların biri olduğuna, korku ve endişeleri tolere edebilmenin yolu yaşama içgüdüsünden geçtiğine ve aşk, bu içgüdüyü pazarladığına göre... İşte bugünlerde iki şair, iki şiirle, aşk’ın en çok tartışılan sorularından birine yanıt arıyor: Aşk kaç kişiliktir? “Tek kişiliktir,” diyor Yılmaz Odabaşı: ‘tek kişilik kalabalıktır aşk. aşk tek kişiliktir; ikinci kişiye bilet yoktur. kendinin yayasıdır aşkta kinci kişi, kendinin mayası; herkes kendi sevgisini sever...’ Ataol Behramoğlu ise aşkın iki kişilik olduğunu yazıyor dizelerinde: ‘Ölümdür yaşanan tek başına, Aşk iki kişiliktir.’ Yirminci yüzyılı, ‘insan olmak’tan ‘enkaz olmaya’ giden talihsiz bir yolculuğu izleyerek kapattık. ‘Görece’ kavramı, bireysel ve kurumsal kimliklerde ifade ettiği anlamları bütün karmaşasıyla yaşadı. Şimdi ise iki şairin, aşka bakışında sürdürüyor hükmünü... Bir şey çok net: Kaç kişilik olursa olsun, aşk insanın içindeki yaşamı ateşliyor. İş ki beyinde başlayan harı dışarı çıkarmaya cesaret edebilelim. İçsel depremleri göze alabilene bazen bir telefon uzaklığında olan, en yarınsız gözükenlerin yarınsızlığında bile yepyeni ve daha önceleri hiç benzemeyen ‘yarın’lar vaadeden aşkı bekletmemeli!” Y. ODABAŞI- Yüreğimi Isıtan Fotoğraflarım
- Yüreğimi Isıtan Fotoğraflarım
- Yüreğimi Isıtan Fotoğraflarım
- Yüreğimi Isıtan Fotoğraflarım
- Yüreğimi Isıtan Fotoğraflarım
- Yüreği Olan Çalışmalarım... by tülvent
- Yüreğimi Isıtan Fotoğraflarım
Vee... Kızım mezun oldu- Yüreği Olan Çalışmalarım... by tülvent
Ne kadar incesiniz, sevgili Deluge Teşekkürler Siz de hep sevgiyle olun!- Yüreğimi Isıtan Fotoğraflarım
- Yüreğü Olan Videolar... by tülvent
Unuttun mu Beni & Sezen Aksu http://youtu.be/xWRq0rqgz5c- Can Yakanları Savunan ''Madımak avukatları'' Hangi Mevkilere Yükseldiler?
Sivas'ta 37 Canı Yakanları Savunan Avukatlar Şimdi Nerede, Hangi Mevkilere Yükseldiler? Şu görüntüyü hatırlıyor musunuz? Ben 16 yaşımdaydım, gayet iyi hatırlıyorum. Yeni yeni şiir yazmaya başlamıştım. Yaz günü, babam balkonda akşam yemeği yiyor, oturma odasında televizyonun karşısında şaşkın şaşkın ekrana bakıyordum. Yıllar sonra, orada yakılan insanlardan, şairlerden birinin, Behçet Aysan'ın kızı Eren, arkadaşım olacaktı. Eren orada babasını kaybetmiş, yanılmıyorsam bir sene sonra da annesi üzüntüden kanser olup ölmüştü. Eren kimsesiz kalmıştı. Hepimiz kadar kimsesiz, hepimizden çok… Yıllar sonra Behçet Aysan'ın adına konan şiir ödülünü aldığım vakit kardeş gibi kucaklaşmıştık. O gün, orada yakılan Metin Altıok'un çok sevdiğim bir şiirini de o zamanlar defter diye bellediğim b.ktan bir rehberin arkasına yazmış, o şiirin şairi olsaydım ne mutlu olacağımı düşünmüştüm; son dörtlük şuydu: "Sen bu şiiri okurken / ben belki başka bir şehirde ölürüm…" O gün başka bir şehirde ölecekti Metin Altıok. Siz onu nereden tanırsınız biliyor musunuz? En çok nereden tanırsınız; Sezen Aksu'nun Kavaklar adlı şarkısından. Onun şiiridir, hatta şiirin bestesinden aldığı telifle evindeki eski buzdolabını değiştirmiştir… Metin Altıok'un başka bir şiiri gelsin burada: "heybesinde yılan işaretleri, / baldıran zehiri / yüzüğünün içinde / ve yanında / kav taşıyan ben; / tekinsizim size göre / ibret için yakılması gereken." Yakıldı da… Yukarıdaki görüntüye dönüyorum. Bu insanları yakanlarla ilgili son dava da geçen hafta düşürüldü. Bir kişi kaldı kaçak: Cafer Erçakmak, o da Fransa'da yaşıyor zaten. Resme bakın hatırlayacaksınız. İftaiye merdiveninden indirilen, Türkçe'nin en namuslu yazarlarından Aziz Nesin'i göstererek "asıl yakılması gereken hayvan" burada diye bağırıyordu. Dediğim gibi, konuyla ilgili bütün davalar düşürüldü. Bir tek bu "zavallı"nınki kaldı; yakında Vakit Gazetesi'nde falan da Ergenekoncu olduğu açıklanır, bu iş de çözülmüş olur. Oh rahatlarız milletçe! Fakat garip bir detay var. Bu davada yüzlerce adam yargılanıp beraat ettirildi. Kimdi bunları savunanlar biliyor musunuz? Bir kısa liste geçeceğim… O avukatlar ve bugün yaptıkları işler… Av. Şevket Kazan, eski RP milletvekili ve eski Adalet Bakanı; Av. Celal Mümtaz Akıncı, Afyon Barosu Başkanı ve AKP oylarıyla Anayasa Mahkemesi üyesi; Av. Hayati Yazıcı, AKP’nin devlet bakanı; Av. Haydar Kemal Kurt, AKP Isparta Milletvekili; Av. Zeyid Aslan, AKP Tokat Milletvekili, Başbakan Erdoğan’ın eski avukatı; Av. Hüsnü Tuna, AKP Konya Milletvekili; Av. Burhanettin Çoban, Afyonkarahisar AKP’li Belediye Başkanı; Av. Faik Işık, Başbakan Erdoğan’ın ve Süleyman Mercümek’in avukatı; Av. İbrahim Hakkı Aşkar, 22. Dönem AKP Afyon Milletvekili; Av. M. Ali Bulut, AKP Maraş Milletvekili ve Anayasa Komisyonu üyesi; Av. Bülent Tüfekçi, AKP Malatya İl Başkanı; Av. Halil Ürün, RP kayıp trilyon davası sanığı, AKP Afyon Belediye Başkan adayı; Av. Mevlüt Uysal, AKP İstanbul Başakşehir Belediye Başkanı; Av. Nevzat Er, Eski AKP Eminönü Belediye Başkanı; Av. Suat Altınsoy, AKP Konya İl Bşk. Yardımcısı; Av. Tayfun Karali, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Darülaceze Müdürü; Av. Ferruh Aslan, İst. Büyükşehir Belediyesi Basın Yayın Müdürü; Av. İbrahim Kök, AKP Elazığ milletvekili aday adayı; Av. Ali Aşlık, eski AKP İzmir İl Başkanı; Av. Bedrettin İskender, AKP Ümraniye Belediye Başkan adayı; Av. Ekrem Bedir, Sakarya AKP Hendek Belediye Meclis Üyesi; Av. Eyüb Karagülle, eski Saadet Partisi İlçe Başkanı; Av. Faruk Gökkuş, AKP, Kâğıthane Belediye Başkanlığı aday adayı; Av. Hasan Hüseyin Pulan, AKP İstanbul İl Disiplin Kurulu üyesi; Av. Hurşit Bıyık, AKP Trabzon İl Başkan Yardımcısı; Av. Reşat Yazak, Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu üyesi. Son olarak, o katliam günü çekilen bir fotoğrafı geçeceğim buradan. Ben yıllar geçse de üzerinden bunu yapacağım… Kim unutturmaya çalışırsa çalışın bir şair olarak hatırlatmaya devam edeceğim… Orada yakılan, en çok sevdiğim iki şairin son fotoğrafı… Sol üstte Altıok, sağ altta Aysan… Otelin kapısı zorlanmaktadır. Odalar duman içindedir. Biri psikiyatrist, biri felsefe öğretmeni iki şair, merdivende oturmuşlar, içerisi basılırsa ne yaparız diye düşünmekteler… Eldeki fırçaya dikkat edin… O fırçayla kendini savunmaya çalışan adama dikkat! Diyeceğim budur işte.. Onur Caymaz- Yüreğü Olan Videolar... by tülvent
Teşekkür ediyorum sevgili GeceKuşu. ''Tüm doğru şıkları reddedip, bile bile bir yanlışı seçmektir; SEVMEK!''Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.
Account
Navigation
- Dilek Önder' le '' Kadın ve Erkek Üzerine''