Zıplanacak içerik

Legendary

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Legendary tarafından postalanan herşey

  1. İngiltere:Geleneksel Morris Dansı
  2. Almanya: Geleneksel Schuhplattler Dansı
  3. Can sıkıntısı Dünya'ya tembellikle beraber gelmiştir LA BRUYERE
  4. Legendary şurada bir başlık gönderdi: Öykü Forumu
    Değirmen Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım?.. Görülecek şeydir o...Yamulmuş duvarlar,tavana yakın ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı...Sonra bir sürü çarklar,kocaman taşlar,miller,sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar...Ve bir köşede birbiri üstüne yığılmış buğday,mısır,çavdar,her çeşitten ekin çuvalları.Karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar... Taşların yanında,duman halinde,sıcak ve ince zerreler uçuşur.Halbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır... Ya o seslere ne dersin adaşım,her köşeden ayrı ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde dolan seslere?..Yukarıdaki tahta oluktan inen sular,kavak ağaçlarında esen kış rüzgarı gibi uğuldar,taşların kah yükselen,kah alçalan ağlamaklı sesleri kayışların tokat gibi şaklayışına karışır...Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar gıcırdar,gıcırdar... Ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştüm adaşım,ama bir daha görmek istemem. Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım,sen hiç sevdin mi?.. Çoook desene!Sevgilin güzel miydi bari?Belki de seni seviyordu...Ve onu herhalde çok kucakladın...Geceleri buluşur ve öperdin değil mi?Bir kadını öpmek hoş şeydir,hele adam genç olursa... Yahut sevgilin seni sevmiyordu...O zaman ne yaptın?Geceleri ağladın mı?..Ona sararmış yüzünü göstermek için geçeceği yolda bekledin,ona uzun ve acındırıcı mektuplar yazdın değil mi?.. Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak,senin için güç olmamıştır.İnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur ama,bilir misin,bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır.Vicdan azabı dedikleri şey,ancak bir hafta sürer.Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kafi mazeretler tedarik etmiştir. Ha,sonra bir üçüncü,bir dördüncüyü sevdin ve bu böyle gidiyor. Peki ama,bu sevmek midir be adaşım,bir kadını öpmek,onu istemek sevmek midir?.. Çırçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musunuz?.. Bir bıçak alarak kolundaki ve bacağındaki adalelere saplamak ve böylece bir nehre atılarak yüzmek elinden geliyor mu? Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti sende var mı?Bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetle bağırabilir misin? Aşk sana bunları yaptırabilir mi?İşte o zaman sana seviyorsun derim... Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekala,ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?.. Atma be adaşım,kaç tane kalbin var senin?.. Hem biliyor musun,bu aptalca bir laftır:Kalbin olduğu yerde duruyor ve sen onu filana veya falana veriyorsun... Göğsünü yararak o eti oradan çıkarır ve sevgilinin önüne atarsan o zaman kalbini vermiş olursun... Siz sevemezsiniz adaşım,siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar;siz,birisine itaat eden ve birisine emredenler;siz,birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz.Sevmeyi yalnız bizler biliriz...Bizler:Batı rüzgarı kadar dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingene'ler. Dinle adaşım,sana bir Çingene'nin aşkını anlatayım... Bir gün-karların erimeye başladığı mevsimdeydi-bütün çergi,-otuza yakın kadın,erkek ve çocuk,dört beygir ve iki defa o kadar da eşek-Edremit tarafına doğru göçüyorduk. Can sıkan ve bize hiç uymayan bir kıştan sonra ısıtıcı güneş ve yeni belirmeye başlayan yeşillikler hepimize tuhaf bir oynaklık vermişti.Sırtlarında beyaz ve kısa bir gömlekten başka bir şeyleri olmayan küçük çocuklar hiç durmadan koşuyorlar,bağırıyorlar ve şose yolunun kenarındaki hendeklerde yuvarlanıyorlardı. Delikanlılar keman ve klarnet çalarak yürüyorlar,genç kızlar parlak sesleriyle su gibi türküler söylüyorlardı. Ben de etrafı gözden geçirerek bir köy,bir çiftlik,yanında kalabileceğimiz bir yer araştırıyordum. İkindiye doğru siyah zeytin ağaçlarının arasında yükselen açık renkli çınar ve kavaklar gözüme ilişti.Burası küçük bir değirmendi.Suyu bol bir çay küçük söğüt ağaçlarının arasından geçtikten sonra dar ve taş bir mecraya giriyor,oradan da dört tane tahta oluğa taksim oluyordu. İhtiyar çınarlar çukura gömülen eski değirmenin siyah kiremitli çatısını örtüyorlar ve ön tarafındaki geniş meydanı gölgeliyorlardı. Ağaçların hışırtısını bastıran bir gürültüyle değirmenin altından fıkırdayıp çıkan köpüklü sular iki sıra taze kavağın ortasından geçip ilerideki sazlıkta kayboluyordu. Burada çergilemek hiç de fena değildi.Yüklü eşeklerle sık sık gelip giden köylülerden,değirmenin işlek olduğu anlaşılıyordu.Ve bir kurşun atımı ötede beyaz minaresiyle bir köy görünüyordu. Daha çadırları kurmadan Atmaca,klarnetini alarak,kanatlarının biri açık duran kocaman kapıya yanaştı,çalmaya başladı. İçeride sesi duyan köylüler,oraya birikerek dinliyorlardı.Değirmenci de bunların arasındaydı,beyaz sakalını karıştırarak lakayt gözlerle bakıyordu. Bilir misin adaşım,bu köylüler tavuk ve oğlak çaldığımızı söyleyerek bizden şikayet ettikleri halde bizi gene severler. Aralarında bir kileye yakın buğday toplayarak Atmaca'ya verdiler.Ve değirmenci buna iki çömlek de yoğurt ilave etti. Biz bu güzel kabulden cesaret alarak,biraz ötedeki zeytin ağaçlarının arasında çadırlarımızı kurduk. İşler iyi gidiyordu.Kadınlar taze söğütlerden yaptıkları sepetleri yakın köylerde satmakta güçlük çekmiyorlardı.Çalgıcılarımız yarım gün uzaktaki köylerden bile düğüne çağırılıyorlardı. Atmaca tabii en baştaydı... Sen bu Atmaca gibisine daha rastlamamışsındır. Bir kere heybetli delikanlıydı:Yağız derisi,yüzüne delice dökülen simsiyah saçları ve koyu gözleri... Sonra burnu...Uzun,sivri,ucu biraz aşağı kıvrık burnu... Bunun için biz ona Atmaca derdik... Başı,geniş omuzlarının üstünde bir arapatındaki gibi dik dururdu ve bir arapatı ondan daha çevik değildi... Bütün çergilerde onun cesareti,onun güzelliği,onun çalgısı söylenirdi. Başka Çingene'ler gibi çalmazdı o,adaşım:Bir kere nota bilirdi.Şehir mektebini okumuş,bitirmişti;sonra içliydi... Sanırdın ki,klarneti çalarken,havayı ciğerlerinden değil,doğrudan doğruya yüreğinden veriyor. Geceleri tek başına bir ağacın dibine çekilirdi.Biz de çadırların önüne çıkıp yüzükoyun yatar,çenemizi toprağa dayayarak onu dinlerdik. Hiçbir sevgilisi yoktu.Ne geçtiğimiz Türkmen köylerindeki al yanaklı güzeller,ne de ince dudaklı Çingene kızları onun bakışlarını bir andan fazla üzerlerinde alıkoyabilirlerdi... Halbuki çalgı çalarken büyük gözlerde-oradaki kıvılcımları söndürmek ister gibi-bir nem belirdiğini,esmer yanaklarında-bir ateşe rastgelmiş gibi derhal kuruyan-birkaç ufak damlacığın yuvarlanmak istediğini görmüştük. Çok konuşmaz,konuştuğu zaman da içindekilerden bize bir şey sezdirmezdi.Neler hisseder,neler düşünürdü?Onu bu dünyaya bağlayan şey neydi?Hiçbirimiz bilmezdik.Acaba birisini sevdiği için mi,yoksa hiç kimseyi sevemediği için mi,bu kadar yanık,bu kadar derinden çalıyordu?.. Ara sıra uzun müddet kaybolur,başka çergilerde dolaştığı,şehirlere inip büyük beylerin meclisine girdiği söylenirdi. Kasabadaki efendiler ona akran muamelesi ederlerdi,fakat o davarlardan bizimle beraber koyun uğrular,düğünlerde bizimle beraber çalgı çalardı. Hemen her akşam değirmenin önündeki meydanlıkta toplanıp ahenk yapıyorduk.Şimdilik bir şey anaforlamadığımız için değirmenci de memnundu.Kızıyla beraber büyük çınarın altına bir hasır atıyor,bağdaş kurup oturarak bizi dinliyordu. Değirmencinin kızı tam bir köylü güzeliydi. Yuvarlak bir yüzü,kalın dudakları,kalçalarına kadar uzanan ince örgülü saçları vardı. Ama yüzü hep soluktu.Etrafındaki şeylere,kendisiyle alışverişi yokmuş gibi,dümdüz bir bakışı ve dudaklarının kenarından dökülüyormuş gibi,isteksiz bir gülüşü vardı. Bu kızcağız sakattı adaşım,küçükken sağ kolunu değirmenin çarklarından birine kaptırmıştı. Şimdi onun yerinde şalvarının beline iliştirilen boş bir yen sallanıyordu. Ve bu onu insanlardan ayırıyordu. Düşünebilir misin,güzel bir kızın bir kolu olmazsa bu ne demektir?Derenin üst başında çıpıl çıpıl yıkanan genç kızlara karışamıyordu.Vücudunu ve ondaki ayıbı her zaman örtmeye mecburdu... Geceleri birbirlerinin evinde toplanıp cümbüş yapan kızlarla da birleşemezdi,çünkü ne tef çalmak,ne de parmaklarının arasına tahta kaşıklar alarak oynamak elinden gelirdi... Belli ki onun bütün çocukluğu bitmez tükenmez bir hasretle geçmiş,belli ki zeytin dallarına sincap gibi tırmanan,birbiriyle alt alta,üst üste güreşen,değirmenin önündeerkek çocuklarla su fışkırtmaca oynayan akranlarına bir duvara yaslanarak istek dolu gözlerle bakmıştı. Şimdi bütün bunlara alışmış görünüyordu.Başka insanların yaptığı birçok şeyleri yapmak hakkının kendisinde olmadığını biliyor ve hiçbir şey istemiyordu. Değirmenin kapısı yanındaki taş sedire saatlerce oturup meydanda eşelenen tavuklara,yahut kocaman çınarın kıpırdayan yapraklarına yarı yumuk gözlerle bir bakışı vardı ki,adamı ağlamaklı ederdi. Geceleri babasıyla beraber gelir,onun yanında diz çöküp oturarak bize bakardı... Sözü kısa keselim adaşım,bizim mağrur ve insafsız Atmacamız,değirmencinin bu sakat kızına vuruldu. Tavuslara,sülünlere bakmaya tenezzül etmeyen yabani kuş,kanadı kırık bir çulluğun,şikarı oldu. Eyvah bana ki meselenin çok geç farkına vardım.Ben anladığım zaman alev saçağı sarmıştı...Yoksa çoktan çergiyi toplar,başka yere göçerdim... Atmaca hiç kimseyle konuşmuyor,düğünlere gitmiyor,zeytinlerin altında tek başına çalıyordu.Ama geceleri çınarın altında adamakıllı coşar,gözlerini kıza diker,üfler,üflerdi... Ve biz titrediğimizi,bağırmak,konuşmak<WBR>,yahut yerlere atılıp ağlamak istediğimizi hissederdik... Onun çalışında,bir ateş yığını etrafında haykıran ateşe tapanların,yahut batmakta olan bir gemiye çarpan dalgaların feryadı ve inleyişi vardı. Atmaca'nın kanatları düşmüştü adaşım.Sarardıkça sararıyordu.Değirmencinin köye indiği günler kapının yanındaki taş sedirde kızla beraber oturduğunu ve tırnaklarını,parçalamak ister gibi,iki tarafındaki sert kayada gezdirdiğini görünce,bu işin böyle gitmeyeceğini anladım... Bir gece onu çağırdım,derenin alt başına gittik,kavak fidanlarının arasına oturduk. Çakıllarda acele acele seken sulardan ve uzaklardan gelen bir kurbağa sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Atmaca önüne bakıyor,niçin çağırdığımı,ne söyleyeceğimi sormuyordu. Elimi omzuna koydum,gözlerini bana kaldırdı: "Seviyorsun!.." dedim. "Öyle..." dedi. "Ne yapacaksın?.." Bu sualin cevabını bulmak ister gibi gözlerini yukarıya,yıldızlı göğe çevirdi;uzun uzun baktı,birdenbire: "Sen bizim çeribaşımızsın" dedi, "gezdiğin yerler benden çok,tecrübelerin fazla,aklın,dirayetin bütün Çingene'lerden üstündür.Sana açılmalıyım..." Gözlerini hiç indirmeden,sanki yıldızlara anlatıyormuş gibi,söylemeye başladı: "Onu seviyorum,ne yapacağımı da hiç düşünmedim.Sen benim sevmemin nasıl olacağını bilirsin... Ben ki,arkamdan uşaklarını koşturan konak sahibi hanımlara başımı çevirmedim;yedi köye hükmeden eşref bana gelip:'Kızım senin için yataklara düştü,Çingene olduğunu unutup seni evlat gibi sineme basacağım,yalnız gel,gel de kızımızı kurtar!..' diye yalvardılar da gene cevap vermeden yoluma gittim;işte şimdi bu bir kolu olmayan kızı seviyorum. Onu alamam,onu kaçıramam...Halbuki o da beni seviyor.Bunu bana evvelisi gün ağlayarak söyledi.'Gel,' dedim,'beraber kaçalım.' Acı acı güldü,'Ağam,' dedi, 'ben senden noksanım,bana sadaka mı veriyorsun?..' Onu nasıl sevdiğimi anlattım: 'Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun,' dedim,'bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir?' Tekrar gözyaşları boşandı:'Olmaz' dedi, 'düşün ki,her karşına çıktığımda senden utanacağım,başım yerde olacak,beni böyle zelil etmek ister misin?Bırak beni,ne olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım,sen de bir daha buralara uğrama.Bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar gördürdün,seni ömrümün sonuna kadar unutamam,ama olmayacak şeylere beni inandırmaya kalkma,eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan git!.." Atmaca burada bir nefes aldı ve gözlerini yere indirdi: "Düşünüyorun,birleşirsek bu ikimiz için de sahiden azap olacak.Aramızda anlaşılmaz,boğucu bir havanın dolaştığını hissedeceğiz.Eğer o bana açılamaz,bana naz edemez,bana içinden geldiği gibi sarılamazsa,gözleri her zaman: 'Ne diye gençliğini benim için nara yaktın,sana yazık değil mi?' demek isterse,ben ne yaparım?Her sözümden,her tavrımdan alınır;kızsam ona dokunur,sevsem ona acıyormuşum gibi gelir,kucaklasam boş olan kolunun yerinde bir sızı duyar ve bunlar hep böyle sürüp gider... Ne yapacağımı,bu halin beni nereya götüreceğini sorma,bende artık kuvvet yok,akıl yok,düşünce yok,yalnız aşk var.Mavzer kurşunu gibi çarptığını yere seren bir aşk...Senin Atmacan artık kanatlarını kımıldatacak halde değil!.." Sustu,son sözler öyle acınacak bir tavırla ağzından dökülmüştü ki,fazla bir şey sormaya,hatta teselli etmeye kalkışmadım;ona bu halde ne söz söylenebilir,ne de o söyleneni duyardı. Koluna girip çadıra kadar götürdüm. İşler gittikçe sarpa sarmıştı adaşım,Atmaca'nın hali beni korkutuyordu.Fakat yapılacak hiçbir şey yoktu.Şimdilik işi oluruna bırakmaya karar vererek yattım.Bütün gece,büyük çınarın altında kollarını açarak sabırsızca bekleyen Atmaca'yı ve dudaklarının kenarında geniş bir sevinç,soluk yanaklarında görülmemiş bir pembelikle ona doğru koşan değirmencinin kızını gördüm.Fakat birbirinin kucağına atılacakları zaman şekli belli olmayan tuhaf bir cisim ikisinin arasına giriyor,bir çark gibi fırıl fırıl dönerek ve gittikçe büyüyerek onları ayırıyordu. Günler,kuvvetli bir rüzgarın sürüklediği beyaz bulut kümecikleri gibi birbiri arkasına geçip gidiyorlardı.Ve biz,bunların sonunda muhakkak bir fırtına kopacağını seziyorduk.Herkes müthiş bir şeyden korkuyor gibiydi.Bütün sergiyi ağır bir durgunluk kaplamıştı. İhtiyar ve tecrübeliÇingene karıları bildikleri afsunları okuyorlar,bütün iyi ve fena ruhları zavallı Atmaca'nın imdadına çağırıyorlardı.O,gittikçe çöken yanakları,nereye baktığı belli olmayan şaşkın gözleriyle geçerken delikanlılar başlarını yere eğiyorlar,genç kızlar ölü gibi sararan benizleri ve titreyen dudaklarıyla arkasından bakıyorlardı. Kadın,erkek,genç,ihtiyar hiçbir şeye karar veremeyerek bekliyorduk.Sanki serseri bir rüzgar kafalarımızdan her düşünceyi silip süpürüyor,bizi şaşkın ve meyus buralarda bırakıyordu. Bir gün Atmaca yanıma sokuldu. "Bu akşam değirmende ahenk yapacağım,ben ihtiyarla konuştum!.." dedi. Hafif yağmur çiseliyordu.Akşama kuvvetli bir yaz sağanağı gelmesi çok mümkündü.Bunu ona da söyledim. "Değirmenin içinde çalacağım!" dedi. "Değirmen geceleri de işliyor,o gürültüde mi?" Tuhaf tuhaf güldü: "Korkma!" dedi, "Klarneti o gürültüde de size duyururum.Nefesim daha o kadar kuvvetten düşmedi." Yağmur akşama doğru sahiden arttı.Karşı tepedeki palamut ormanına birbiri arkasına yıldırımlar düşüyor,iri damlalar zeytin ağaçlarının siyah yapraklarını garip tıpırtılarla oynatıyordu. Hepimiz değirmenin içine dolduk.Tavlada sallanan iki tane gaz lambası etrafa yarım bir aydınlık serpiyordu ve çarklar,taşlar,tozlu kayışlar dönüyorlar,dönüyorlardı. Hepsinin birden çıkardığı yırtıcı gürültü yağmurun alçak tavandaki kesik hıçkırığına karışıyor,birbirini kovalayan gök gürültüleri bu korkunç ahengi tamamlıyordu. Değirmenci ve kızı duvarın dibindeki sedire oturmuşlardı.Sallanan lambalar genç kızın yüzünde acayip gölgeler oynatıyordu. Bütün gürültüleri bastıran ince bir ses yükseldi:Kendisini değirmenin karanlık bir köşesine çeken Atmaca çalmaya başlamıştı. Adaşım,ben o gece dinlediğim şeyleri öldükten sonra bile unutamam. Dışarıda fırtına gittikçe artıyor ve rüzgar ıslak kamçısını kerpiç duvarlarda gezdiriyordu.Yükselen sular tahta oluklardan taşıyor,haykıra haykıra yerlere dökülüyordu. İçeride taşlar nihayetsiz bir coşkunlukla homurdanıyor;çılgın gibi dönen kayışlar şaklıyor;birbirine geçen tahta çarkların dişleri ağlar gibi gıcırdıyordu.Ve bunların hepsini bastıran deli bir ses kah yalvarıyor,kah hiddetle kıvranıyor,susacak gibi olduktan sonra tekrar yükseliyordu. Alacakaranlıkta Atmaca'nın siyah ve parlak gözleri hiç kıpırdamadan genç kıza bakıyorlardı,genç kızın acınacak bir perişanlıkla çırpınan büyümüş gözlerine... Ve öyle şeyler çalıyordu ki adaşım,onları anlatmaya bizim kullandığımız kelimelerin takati yoktur.. . Bazan okşayan,ısıtan bir sabah güneşiydi...Fakat derhal yüzümüzü yırtan,gözümüzü kör eden,içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor,yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline geliyordu. Son ve keskin bir çığlıktan sonra Atmaca'nın ayağa kalktığını gördüm.İki üç adım ilerledi ve klarneti bir köşeye fırlattı. Herkes doğrulmuştu.Üzüntülü gözlerle ona bakıyorlardı.O,yüzüne büsbütün dökülen kara saçlarını eliyle geriye attı.Birdenbire çukura gitmiş gibi görünen gözlerle etrafını araştırdıktan sonra onları değirmencinin kızına dikti,uzun uzun baktı... O dakikayı ömrümde unutamam adaşım;dışarıda fırtına arttıkça artmıştı,duvarlar sarsılıyor,tepemizdeki kiremitler uçuyordu.Ve değirmen,azgın bir hayvan gibi homurduyor ve dönüyordu.Ve o,lambanın sönük ışığında,olduğundan daha büyük,adeta bir gölge gibi duruyordu.Gözleri genç kızın üzerindeydi.Tahammül edilmez bir acı yüzünün şeklini tanınmayacak hallere sokmuştu.Kah esmer derisini şişiren bir kan gözlerinin kenarına kadar fırlıyor,kah dişlerinin arasında ezilen dudakları bile bembeyaz oluyordu. O dudaklar ki,bir şey söylemek ister gibi kıpırdıyorlardı ve kenarları ağlayacak gibi aşağıya çekiliyordu. Bu bakış ancak bir an kadar sürdü.Sonra gözkapakları yavaşça düştüler ve o,yere yıkılacak gibi sallandı.Fakat hemen kendisini topladı. Bir kere daha etrafına bakındı.Sanki bir imdat bekliyor gibiydi:Kendisini bu kahredici,bu parçalayıcı ağrılardan kurtaracak bir imdat...Nihayet kafasına bir şey vurulmuş gibi inledi.Gerisingeriye dönerek değirmenin öbür başına,çarkların ve kayışların kudurmuşçasına döndükleri köşeye doğru atıldı. Bir nefes alımı kadar hepimiz olduğumuz yerde kaldık,sonra delice bağırarak arkasından koştuk... Sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan fışkırıyordu.Birkaç adımdan sonra sendeledi,ayaklarımızın dibine yıkıldı. İşte adaşım,sana seven bir Çingene'nin hikayesi. Çiçeklerin açtığı mevsimde,senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek,yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir... Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında sabaha kadar dolaşmak,bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak,-söz aramızda-gene hoş şeydir. Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek,işte adaşım,yalnız bu sevmektir. DEĞİRMEN-SABAHATTİN ALİ-YAPI KREDİ YAYINLARI
  5. Çağların Külü ve Sonsuz Ateş 1 milattan önce 116 sonbaharı Gece oldu,Güneş'in kentinde yaşam durdu.Zeytin ve defne ağaçları arasında dimdik duran büyük tapınağın etrafına yayılmış evlerde lambalar söndürüldü.Ay doğdu ve ışıkları,gecenin sessizliğinde tanrıların sunaklarını bekleyen uzak Lübnan bayırlarının sarp yamaçlarındaki burçlara kibir ve azametle bakan despotlar gibi dik mermer sütunların üzerine döküldü. Uyuyanların ruhlarıyla sonsuzluğun düşlerini birleştiren,sessizliğin büyüsüyle dolu bu saatte,rahip Hiram'ın oğlu Nasan,elinde bir lamba ile gelip Astarte'nin tapınağına girdi.Titreyen elleriyle bütün lambaları yaktı.Buhurları tutuşturdu.Mürrü ve günnük kokuları yükselip,tanrıçanın heykelini,insan kalbini kuşatan dileklerin yamasına benzeyen hoş bir perde ile sardı.Sonra Nasan,fildişi ve altın kaplamalı sunağın önünde eğildi,inci gibi gözyaşlarını dökerek ellerini yukarı doğru kaldırdı.İnsafsız bir korkunun kestiği kısık sesiyle,acı acı yutkunarak şöyle dedi: -Merhamet ey yüce Astarte.Merhamet ey aşk ve güzellik tanrıçası.Bana acı ve ruhumun senin dileğinle seçtiği sevgilinin üzerinden ölümün elini kaldır...Doktorların ilaçları ve tozları bitti.Rahiplerin ve falcıların okumaları boşa gitti ve bana yardımcı olmak için senin kutsal adından başka bir şey kalmadı. Yalvarmalarıma cevap ver,parçalanan kalbime ve inleyen duygularıma bak.Ruhumun yarısını yanı başımda sağ bırak ki,senin aşkının sırlarıyla sevinelim,senin yüce sırlarını açıklayan gençliğin güzelliğiyle mutlu olalım. Sana içimin derinliklerinden sesleniyorum ey kutsal Astarte!Bu karanlık gecenin arkasında senin şefkatine sığınıyorum,beni duy,ömrünü sunağının hizmetine adayan rahip Hiram'ın oğlu,kulun Nasan'ım ben.Genç kızlardan birini sevmiş,onu kendime yoldaş edinmiştim. Fakat cinlerin perileri onun narin vücuduna bilinmeyen bir hastalığın ateşini üflediler.Sonra onu büyülü mağaralarına götürmesi için ölümlerin habercisini gönderdiler.Ölüm habercisi şu anda onun başucunda aç bir kaplan gibi uluyup üzerine kara kanatlarını örterek,onu hile ile kaburga kemiklerinin arasından çekip almak için sert pençelerini uzatmış,pusuda beklemekte. Bunun için boynumu büküp sana geldim.Bana merhamet et ve onu daha hayatının baharını yaşamamış bir çiçek,ergenliğin sevinciyle ötmemiş bir kuş olarak bırak.Onu ölümün elinden al ki,seni yücelten şarkılarla sevinerek,adına ateşler yakıp sunağına kurbanlar adayalım.Şarap ve yağ keselerini eski şarap ve güzel kokulu yağlarla doldurarak,heykelini gül ve yaseminlerle örtüp,önünde buhurlar ve güzel kokulu ut yakalım.Kurtar bizi ey mucizelerin tanrıçası ve bırak sevgi ölümü yensin,sen ki ölüm ve sevginin tanrıçasısın. İçinin ateşi gözyaşı olup akarken,inlemeleri göğe yükseliyordu.Bir dakika sustu.Sonra dönüp şöyle dedi: -Ah..!Düşlerim paramparça oldu ey kutsal Astarte!Son nefesim tükendi,kalbim içimde öldü ve gözlerimde yaşlar tutuşup alevlendi.Artık beni merhametinle dirilt ve sevgilimi bana bırak. O sırada hizmetçilerinden biri tapınağa girdi,yavaşça ona yaklaşıp kulağına şu sözleri fısıldadı: -Gözlerini açtı efendim,etrafına bakındı,ancak sizi göremeyince çırpına çırpına size seslendi,ben de sizi çağırayım diye geldim. Nasan hemen kalktı ve hızla yürüdü,hizmetçi de onu takip ediyordu.Saraya varıp hastanın odasına girdi,narin ellerini ellerine alıp sanki onun hasta bedenine kendi yaşamından yeni bir yaşam üflemek istercesine dudaklarını defalarca öperek yatağının başucunda eğildi.Sevgilisi,ipek yastıklar arasında gömülmüş yüzünü ona çevirdi ve gözkapaklarını araladı.Dudaklarında,latif bedenindeki yaşamın son kalıntısı,veda etmekte olan ruhundan son ışık,durmaya doğru hızla koşan kalbinin acı vuruşlarıyla bezeli bir tebessüm hayali belirdi.Ve yoksul,aç bir çocuğun nefesini andıran kesik sesiyle şöyle dedi: -Tanrılar beni çağırdı ey ruhumun güveyi.Ve beni senden ayırmak üzere ölüm geldi,sakın korkma,çünkü tanrıların dilekleri kutsal,ölümün arzuları adildir.Ben şimdi gidiyorum,aşk ve gençlik kadehleri dolu olarak elimizde,yaşamın pek çok güzel anı hala önümüzde uzanmakta.Ben ruhların sahnesine gidiyorum sevgilim ve bu aleme tekrar döneceğim,çünkü yüce Astarte aşkın hazlarını ve gençliğin zevklerini tatmadan önce sonsuzluğa göçen aşıkların ruhlarını bu yaşama geri döndürüyor.Tekrar buluşacağız ey Nasan.Ve nergisin kadehlerinden sabah çigini birlikte içeceğiz ve güneşin ışıklarına tarla serçeleriyle birlikte sevineceğiz.Görüşmek üzere ey sevgilim. Sesi alçaldı ve dudakları şafağın meltemiyle titreyen solgun papatyalar gibi son bir titreyişle kapandı.Nasan ona sarıldı ve boynunu gözyaşlarıyla ıslattı.Dudaklarında donup kalan ölümün soğukluğunu hissedince korkunç bir çığlık atarak elbisesini parçaladı ve sevgilisinin soğuk bedenine kapandı.Acı çeken ruhu,yaşamın çırpıntılarıyla ölümün cehennemi arasında gidip geliyordu. Bu gecenin sessizliğinde uyuyanların gözkapakları titredi.Yörenin kadınları ve ruhları ürken çocuklar korkuyla uyandılar.Çünkü Astarte rahibi Hiram'ın sarayının dört bir yanından yükselen acı feryatlar,ağlamalar ve çığlıklar karanlığı yırtıyordu. Sabah olduğunda insanlar,kederi nedeniyle teselli edip avutmak üzere Nasan'a geldiler,fakat onu bulamadılar. Günler sonra doğudan bir kervan geldi ve kervanbaşı Nasan'ı çok uzak diyarlarda ceylan sürüleriyle birlikte başıboş ve derbeder bir halde dolaşırken gördüğünü söyledi. Zamanın gizli adımları asırların eserlerini sile sile gelip geçti.Tanrılar güneş ülkesinden ayrıldı ve onların yerini,yıkmak ve tahrip etmekten zevk duyan öfkeli tanrılar aldı.Güneş şehrinin şarafatlı heykelleri yerle bir oldu,güzel sarayları yıkıldı,yemyeşil bahçeleri kurudu,verimli tarlaları çoraklaştı ve bu bölgede sadece o debdebeli geçmişin yankılandığı ilahileri hayal meyal hatırlatan mahzun edici eski kalıntılardan başka bir şey kalmadı. Fakat geçen zaman,insanın eserlerini toza katsa da,düşlerini yok edip duygularını zayıflatamaz. Çünkü düşler ve duygular,akşam vaktindeki güneşe,sabah olduğu andaki aya benzerler.Ve bazen kaybolup bazen de yatışarak,ölümsüz ve sonsuz ruh durduğu sürece yaşarlar. 2 İSA'NIN GELİŞİNDEN SONRAKİ 1890 ilkbaharı Hava karardı,gün akşama döndü,güneş ışıktan pelerinini Baalbek ovalarının üzerinden kaldırdı.Arkasında sürüsüyle çoban Ali el-Huseyni,tapınağın harabelerine geldi.Savaş meydanında terkedilmiş bir asker iskeletinin doğa şartları karşısında dağılmış kaburga kemiklerine benzeyen sütunların arasında oturdu.Kavalının ezgileriyle kendilerini güvende hisseden koyunları etrafına çöktü. Gece yarısı olup,gökyüzü karanlığın rahmine yarının tohumlarını serptiğinde,yıkık sütunların arasında sessiz bir ürpertiyle oynaşan hayallerle kendinden geçen Ali'nin gözkapakları uykuya yenildi.Başı omzuna düştü,ince bir sisin gölün yüzeyini öpüşü gibi gelen uyku bütün duyularına işlemişti. Dünyevi benliğini unutup, insan yasa ve öğretilerinin ötesindeki düşlerle dolu gizli manevi benliği ile buluştuğunda gözlerinin önünde daire daire genişleyen rüya alemine daldı. Önünde esrar perdeleri açıldı ve ruhu hızla yokluğa doğru koşan zamanın kortejinden ayrıldı ve birbiri ardınca dizilmiş düşünceler ve birbiriyle yarışan fikirlerin önünde tek başına durdu.Ve yaşamı boyunca ilk kez,gençliğini esir alan ruhsal açlığının sebeplerini anladı yahut anlar gibiydi.Yaşamın tatlılığıyla acılığını birleştiren bir açlık,özlemin ahları ile yetkinliğin sükunetini bir araya getiren bir susuzluk,bütün dünya nimetlerinin yok edemediği,yaşamın akışlarının yönünü değiştiremediği bir arzuydu bu.Yaşamında ilk kez,Ali el-Huseyni,tapınağın harabelerinin uyandırdığı garip bir duygu hissetti:Buhurdanlardan yükselen tütsüleri anımsatan,bir çalgının tellerine dokunurken hissedilen ince ve büyülü bir duygu;"hiçlikten" yahut "her şeyden" fışkırıp çıkan,yavaş yavaş büyüyüp manevi bütünlüğünü kaplayan ve ruhunu,lütfu ile ağırlaşan bir aşk,acılığı ile azap veren ve sertliği ile hoş gelen bir sızı ile dolduran bir duygu. Uyku ile dolu bir dakikalık zaman diliminin aralıklarından,ulusların bir tek temiz sudan gelmesi gibi nesillerin görüntüsünün canlandığı bir dakikalık zaman diliminden doğan bir duygu. Yıkık tapınağa doğru baktı.Uykunun yerini ruhsal bir uyanıklık almış,darmadağın olan sunağın kalıntıları görünmüş,yerde uzanmış sütunların yerleriyle yıkılmaya yüz tutmuş duvarlarının temelleri belirginleşmişti.Gözleri dondu ve kalbi hızla çarpmaya başladı,birdenbire görmeye başlayan bir kör gibiydi. Görmeye,düşünmeye ve tefekküre başladı-düşünüp tefekkür ediyordu-ve düşünmenin dalgalarından ve tefekkürün dairelerinden ruhunda anıların karaltıları doğdu ve hatırladı.Görkem ve azametle ayakta duran o sütunları hatırladı.Heybetli tanrıça heykelini kuşatan,gümüş şamdan ve buhurdanları anımsadı.Fildişi ve altın işlemeli sunağın önünde kurbanları sunmakta olan vakur rahipleri hatırladı. Def çalmakta olan genç kızları,aşk ve güzellik tanrıçasına methedici övgüleri mırıldanmakta olan delikanlıları anımsadı.Anımsadı ve bütün bu görüntüleri elektriklenen gözlerinin önünde belirgin bir şekilde gördü.İç dünyasının derinliklerindeki durağınlığı harekete geçiren gizemlerin etkilerini hissetti.Fakat anımsamak,ömrümüzün geçip giden dilimlerinde gördüğümüz varlıkların karaltılarından başka bir şey göstermez.Ve kulaklarımıza da,duyduğu seslerin yankılarından başka bir şey getirmez.Öyleyse bu büyüleyici eserlerle,çadırlar arasında doğan ve ömrünün baharını çayırlarda koyun sürüleri güderek geçiren bir delikanlının geçmiş yaşamı arasında ne gibi bir ilinti olabilirdi? Ali kalktı,genç bir kızın aynanın camından örümceğin ağlarını temizlediği gibi,hayal gücünden unutma perdesini kaldıran yıkık taşlarla uzak anılar arasında gezindi.Tapınağın ortasına vardığında,sanki yerde ayağına yapışıp çeken bir şey varmış gibi durdu ve baktı,kendini parçalanmış ve yere atılmış bir heykelin önünde buldu,yanında istem dışı eğildi.Duyguları,kanın derin yaralardan süratle aktığı gibi içine akıyor,kalbinin atışları denizin yükselip alçalan dalgaları gibi hızlanıp çoğalıyordu.Gözlerini yere dikti.Acı ile ah çekti.Ürkütücü ve mahvedici bir yalnızlık, ruhunu bu yaşama gelmeden önce yakınındaki güzel bir ruhtan ayıran bir uzaklık hissettiği için mahzun bir şekilde ağladı. Kendi ruh özünün,Tanrı'nın kendi benliğinden sonsuzluğun bitiminden hemen önce ayırdığı,yanıp tutuşan meşalenin yarısından başka bir şey olmadığını hissetti. Alev alev yanan kaburgalarının arasında ve gevşeyen beyin hücrelerinin etrafında çarpan zarif kanatların hışırtılı sesini hissetti. Kalbini saran ve nefeslerini tutan güçlü ve yüce aşkı hissetti.Ruhun gizemlerini ruha açıklayan,akıl ile ölçüler ve miktarlar aleminin arasını kendi değerleri ile ayıran aşkı.Yaşamın dili lal olduğunda konuşurken duyduğumuz,karanlık her şeyi kapladığında ışık süttunları gibi dimdik ayakta gördüğümüz aşkı.O aşkı,bu sakin saatte Ali el-Huseyni'nin ruhuna inen ve onda,güneşin,dikenlerin yanında gülü de bitirmesi gibi,tatlı ve acı duygular uyandıran o tanrıyı. Fakat neydi bu aşk ve nereden gelmişti,ne istiyordu darmadağın olmuş bu tapınaklar arasında sürüsü ile oturmuş bir gençten?Genç kızların bakışlarının asla kıpırdatamadığı bir yüreğe akan bu sarhoşluk da neydi?Bir bedevinin,kadınların nağmelerinin henüz eğlendirmediği kulaklarında dalgalanan bu semavi şarkılar neydi? Ne idi bu aşk ve nereden gelmişti,ne istiyordu koyunları ve kavalı ile başbaşa kalıp dünyadan yüz çevirmiş Ali'den?O bir tohum muydu duyu organlarından habersiz,kalbine bedevi güzelliklerin attığı,yoksa bir ışık mıdır sisin içinde gizlenip şimdi ruhunun derinliklerini aydınlatmak üzere ortaya çıkan?Bir düş müydü gecenin sessizliğinde duygularıyla alay eden,yoksa bir gerçek mi,ezelden beri var ve kıyamete kadar kalacak olan? Ali,yaşlarla dolu gözlerini kapattı,yalvaran ve merhamet dileyen biri gibi ellerini açtı.İçinde ruhu titredi,ruhunun sürekli titreyişlerinden sızlanmanın boyun büküklüğü ile özlem ateşini bir araya getiren kesik hıçkırıklar fışkırdı.İç çekişten,kelimelerin zayıf tınlamalarından başka bir şeyin ayırmadığı bir sesle şöyle dedi: -Kimsin sen ey kalbime yakın,gözlerimden uzak olan,beni benden ayıran,bugünümle unutulmuş uzak geçmiş zamanları birleştiren?Bana yaşamın tükenmişliğini ve insanlığın zayıfladığını göstermek için sonsuzluk aleminden gelen bir hurinin hayali misin,yoksa cinlerin sultanının benden düşünme yeteneğimi çalmak ve beni kabilemin gençleri arasında alay konusu yapmak için yeryüzünün derinliklerinden çıkıp gelen ruhu mu?Kimsin ve kalbimi öldüren,dirilten ve zapteden bu büyüleyicilik ne?Kaburgalarımı ışık ve ateşle dolduran bu duygular ne?Ben kimim ve bana yabancı olduğu halde çağırdığım bu yeni benlik nedir?Hava zerrecikleriyle birlikte ab-ı hayatı içtim de varlığın gizemlerini gören ve duyan bir meleğe mi dönüştüm,yoksa şeytanın içkisiyle sarhoş oldum da kavranabilir şeyleri mi göremez oldum? Birkaç dakika sustu,duyguları coşmuş,ruhu yükselmişti,şöyle dedi: -Ey ruhun açığa çıkarıp yakınlaştırdığı,ancak gecenin gizleyip uzaklaştırdığı kişi!Ey düşlerimin semasında dolaşan güzel ruh!İçimde kar yığınlarının altında gizlenen çiçek tohumları gibi uykuda olan duyguları uyandırdın,kırların nefeslerini taşıyan meltem gibi estin,sezgilerime dokundun ve ağacın yaprakları gibi titreyip sallandı sezgilerim.Bırak göreyim seni,eğer fiziksel bir elbise giymişsen.Yahut göz kapaklarımı kapatmasını emret uykuya ki eğer dünyevi değilsen seni düşümde görebileyim.Bırak dokunayım sana,bana sesini duyur,benliğimi örten bu örtüyü parçala,tanrısallığımı örten bu yapıyı yık ve bana bir kanat ver ki senin ardından yüce meclisin sahnelerine uçabileyim,eğer orada oturanlardansan.Yahut gözlerime büyünle dokun ki cinlerin gizlendikleri yerlere kadar seni takip edebileyim,eğer oranın perilerinden biriysen.Koy gizli elini kalbime ve bana sahip ol,eğer seni takip etmeye yaraşır isem. Ali karanlığın kulaklarına,kalbinin ta derinliklerindeki bir ezginin yankılarından çıkıp gelen sözlerini fısıldarken,gecenin karaltıları göz pınarlarından çıkan dumanlar gibi etrafında uçuşuyor,tapınağın duvarlarında gökkuşağı renginde büyülü şekiller beliriyordu. Böylece Ali,gözyaşlarıyla mutlu,acılarıyla sevinçli,kalbinin atışlarını dinleyip varlık ötelerine bakarken,sanki bu yaşamın görüntülerinin yavaşça kaybolup onların yerini güzellikleriyle ilginç,esinleriyle ürkütücü bir düşün aldığını görüyordu.Vahyin gelişini bekleyerek,gökyüzündeki yıldızları düşünen bir peygamber gibi,vaktin gelmesini beklemeye başladı.Hızlı iç çekişleri nefesini daraltıyor,ruhu bedeninden ayrılıp etrafında geziniyor,sonra da bu yıkıntılar arasında değerli bir yitik arıyormuş gibi geri dönüyordu. Sabah oldu,meltemlerin esişiyle sessizlik bozuldu ve günün ilk ışıkları süzülürken gökyüzü,düşünde sevgilisinin hayalini görüp ağlayan birinin gülümseyişince gündüze gülümsedi.Tapınağın yıkık duvarları arasında uçuşan serçeler,gündüzün geldiğini haber verircesine cıvıldayıp ötüşmeye başladı.Ellerini sıcak alnına koyup ayağa kalkan Ali,donuk bakışlarla etrafına bakındı.Tanrı'nın üflemesinin gözlerini açtığı sıradaki Adem gibi gördüğü her şeye şaşkınlıkla bakıyordu. Sonra koyunlarına yaklaştı ve onlara seslendi ve koyunlar da kalkıp silkelenerek Ali'nin peşi sıra yeşil otlaklara doğru yürüdü.Ali,sürüsünün önünde ilerlerken iri gözleri berrak gökyüzüne dikilmişti,dünyevi varlıklardan uzaklaşan duyguları ona varlığın bilinmezlerini ve sırlarını açıklıyor ve bir anda ona geçen asırları ve bu asırlardan geri kalan eserleri gösteriyordu.Yine bir anda bütün bunları unutturup ona arzu ve özlemi geri getiriyor ve böylece Ali benliğinin,gözlerinin ışık karşısında kapandığı gibi,ruhunun karşısında gizlendiğini görüyor,iç çekiyor,her iç çekişiyle de yanan gönlünden bir ateş çıkıyordu. Şırıltılı akışıyla,kırın gizemini ele veren bir dereye varmıştı.Kıyıda su içmek istercesine dallarını dereye salmış bir söğüt ağacının altında oturdu.Başları yerde çimenlere üşüşen koyunlar otluyor,beyaz yünleri üzerinde çiğ taneleri ışıldıyordu.Birkaç dakika geçmemişti ki Ali,kalp atışlarının hızlandığını,ruhunun titreyişlerinin arttığını duyumsadı.Yeni uyanmış ve gün ışığı gözlerini kamaştırmış biri gibi silkinip etrafına bakındığında,ağaçların arasından çıkıp gelen bir kız gördü.Omzunda bir testi ile dereye doğru ilerleyen kızın ayakları çiğle ıslanmıştı. Derenin kenarına varıp testisini doldurmak için eğilen kız,derenin karşı kıyısına baktı ve gözleri Ali'nin gözleriyle buluşunca bir çığlık kopararak testiyi bırakıp biraz geriye çekildi ve bir süre kaybettiği bir tanıdığını bulan bir yitiğin bakışlarıyla bakmaya başladı Ali'ye... Birkaç dakika daha öylece baktı.Ruhları arasındaki yolu aydınlatan,gizemli anıların yankılarını hatırlatırcasına sessiz ezgiler yaratıp,uzak hayaller ve gölgelerle çevrilmiş gibi,ikisini de birbirine,bu nehir kıyısından ve bu ağaçlardan daha başka bir mekandaymışçasına gösteren ışıktan saniyelerle dolu birkaç dakika.Birbirlerine yalvaran gözlerle bakıyor,ruhsal bir lisanla söyleşiyor,iç çekişlerini aşkla dinleyip hayranlık dolu ifadelerle göz süzüyorlardı. Bu ruhsal kaynaşmadan sonra,karşı koyamadığı gizli bir güç tarafından çağrılıyormuş gibi,Ali derenin karşı kıyısına geçip kıza yaklaştı ve ona sarılıp dudaklarını,boynunu ve gözlerini öptü.İradesini alan tatlı sarılma ve yumuşak dokunuşlarla takati kesilen kız,kendini Ali'nin kollarına bırakmış,havaya yayılan yasemin kokusu gibi ona teslim olarak yorgun başını Ali'nin göğsüne yaslamıştı.Kız derin bir iç çekti,gergin bir gönüldeki rahatlamayı anlatan ve uykuda olup da uyanan coşkuların devinişini gösteren bir iç çekişti bu.Sonra başını kaldırdı ve sessizliğin yanında insanlar arasındaki bildik konuşmaları küçümseyen birinin bakışlarıyla-ruhların diliyle-,aşkın kelimelerden oluşan bir bedenin ruhu olmasına razı olmayan birinin bakışlarıyla baktı onun gözlerine. İki sevgili söğüt ağaçlarının arasında yürüdüler.Koyunlar otlaya otlaya peşlerinden geliyor,serçeler büyülü bir şarkının ezgileriyle ötüşüp çevrelerinde uçuşuyor;kaynaşan ruhları yalnızlıklarını birleştiren bir dil,aşkla ilhamlanan bir kulak ve büyüyen mutluluklarını seyreden bir göz gibi onlarla yürüyordu. Güneş yükselip altın örtüsünü bayırlara serdiğinde,vadinin sonuna gelmişlerdi.Menekşenin gölgesine sığındığı bir kayanın yanına oturdular.Dudaklarında ve dilinde büyülü dokunuşlar bırakıp saçlarını öperek okşayan sabah meltemiyle kendinden geçen kız,Ali'nin gözlerine bakıyor ve ruha işleyen bir tatlılıkla şöyle diyordu: -Astarte,aşkın nimetlerinden ve gençliğin coşkularından mahrum kalmayalım diye ruhlarımızı bu yaşama tekrar gönderdi sevgilim! Ali gözlerini kapattı,kızın sözlerindeki musiki,düşlerinde sık sık gördüğü görüntüleri getirmişti gözlerinin önüne;görünmeyen kanatların kendisini buradan alarak ilginç görünümlü bir odaya,ölümün güzelliğini silip dudaklarını soldurduğu güzel bir kadının cansız bedeninin uzandığı bir yatağın yanına götürdüğünü duyumsadı.Bu korkunç manzaradan duyduğu acıyla bir çığlık attıktan sonra gözlerini açtığında aynı kızı yanında oturur buldu.Kızın dudakları aşkla gülümsüyor,gözlerinde yaşam ışıldıyordu. Yüzü sevinçle parladı,ruhu yeniden canlandı,rüyasındaki görüntüler kayboldu ve Ali geçmişi ve geleceği unuttu. Sevgililer birbirlerine sarıldılar,öpücük şarabından sarhoş oluncaya dek içtiler ve üstlerindeki kaya gölgesi uzaklaşıp,güneş onları uyandırana dek sarmaşdolaş uyudular. HALİL CİBRAN Güneş Kenti:Baalbek,Baal'ın(Güneş tanrısı) kenti.Eski çağlarda Heliopolis olarak bilinirdi;Suriye'nin en sevimli kentlerinden biriydi,harabeleri hala mevcuttur. Astarte:Eski çağlarda Fenikelilerin aşk ve güzellik tanrıçasıydı.Tyre,Sidon,Babil ve Baalbek kentlerinde bilinen bir tanrıçaydı.Yunanlılar Afrodit,Romalılar Venüs derlerdi. Ut:Ud ya da Ut kelimesinin aslı Arapçadır: " sarısabır veya ödağacı " anlamındaki el-oud'dan gelir. Baştaki el- kelimesinin, bazı dillerde olup bazılarında olmayan harf-i tarif (belirgin tanım edatı) olduğunu bilen Türkler bu edatı atmış, geriye kalan 'oud' ('eyn, waw, dal) kelimesini de - gırtlak yapıları 'eyn'e uygun olmadığı için - "ud" şekline sokmuşlardır. -REENKARNASYON ÖYKÜLERİ-HALİL CİBRAN / MİHAİL NUAYME-BABİL YAYINLARI NOT:Bu öykü Halil Cibran'ın Anahtar Kitaplar tarafından basılmış olan Vadinin Perileri adlı kitabında da yer almaktadır.
  6. Emel Kayın’ın öykü mimarlığı ve ‘Mekân Hikâyeleri’ Hülya Soyşekerci Mimarlık mesleğini yaşama/yazma biçimine dönüştüren Emel Kayın; kitabının girişinde, mimarlığı, dünyayı daha keskin algılamak için sürdürülen imkansız bir çaba ve yeryüzünde bir konum arayışı olarak gördüğünü ifade ediyor. Bu duyuş ve bakış tarzı, yazdıklarını da biçimlendiriyor. Emel Kayın’ın öyküleri, ayrı ayrı okunabildiği gibi, bir bütünün anlamlı birer parçası olarak da okunabiliyor. Yazarın kendi kurduğu mekan olan kitabındaki mimari yapıda birçok ögenin parça-bütün bağlamında diyalektik bir sarmal oluşturduğu görülüyor öncelikle. Oğuz Atay’ın, bina oluştururcasına yapıtlarını kurguladığı, en ince ayrıntısına kadar birer tasarım harikası olarak onları önce günlüklerine yazdığı görülür. Emel Kayın da mimarlık-mühendislik mantığından hareket ederek strüktürü oluşturuyor öncelikle. Bir çatı etrafında sarmal oluşturan, tekrarlanan, hareket eden, simetrik duran mimarlık denklemleri yaratıyor. Öyküler bu denklemler üzerine kurulmuş durumda. Tekil öyküler, bütünsel kurguya bağlanırken, yaşamın da birtakım denklem unsurlarından meydana gelen büyük bir denklem oluşu sezgisine ulaşıyoruz. Yaşamın sürmesi, aynen bir bina gibi, bu denklem(ler)in sağlam kalması ile ilgili bir hakikat. Mekân Hikâyeleri’nde az yazarak öze ulaşmayı amaçlayan yazar, sözcüklere imgeler yükleyerek, metaforlar oluşturarak, alegoriler yaratıp göndermelerden yararlanarak yoğun anlamlar yaratıyor. Mimari yapıtlardaki ritim duygusunu, cümle, sözcük ve ses tekrarları bağlamında metnine eklemlendiren Emel Kayın, böylece şiire yakın duran, özlü metinlerle merhaba diyor. Taşıyıcı özün (strüktür) bilinçli ve dikkatli kurulumunun yanı sıra felsefi derinlikler ve okurda çoğalan anlamlarla zenginleşen öykü metinleri hem aklımıza hem yüreğimize sesleniyor. Öykülerin esinleyen metinler oluşu; okuyanda yazılar yazmak, şiirler yaratmak için esinler uyandırması, onları daha etkili kılıyor. Bu öykülere sesten çok sessizlik egemen; boşluklar epeyce yer kaplıyor. Sessizlik, okurun iç sesinde çoğalırken, boşluklar okur tarafından yaşam/anlam alanlarıyla dolduruluyor. Mekân Hikâyeleri’nde insana ait pek çok ayrıntıyı dillendiren yazar, özellikle bireysel ve toplumsal korkuları irdeleme ve anlatımda oldukça etkili: “Korku, korkulanın ve korkulacak olanın yüzünü gördüğüm anda bitti. O da korkuyordu.” (s.73) Zamansız ve mekansız görünse de öykülerinde yaşadığımız döneme, topluma, dünyaya dair pek çok ileti ve yorumlamalarını dile getiriyor, irdeleme ve sorgulamaların kapılarını açıyor Emel Kayın. Başka bir zamanı anlatır göründüğü öykülerinde bugüne, yaşadığımız dünyaya göndermeler yapıyor. Kitap, dört ana bölümden oluşuyor: Zaman Hikâyeleri, Kent Hikâyeleri, Ev Hikâyeleri, İnsan Hikâyeleri. Yazara göre bu dört ana unsur, aynı zamanda birer mekan olarak var oluyor: “Zaman, bir mekândı. İstenildiğinde zamansızlıktan kaçılıp içine saklanılan...” (s.11) diyor. Modern insanın kentlerdeki yaşamını “Uzun zamandır kendisinin, kentin sokaklarında yürüyen bir kum saati olduğunu düşünüyordu. Sürekli baş aşağı dönen ve akışını tekrar eden.” (s.34) diye anlatırken, kentin kum saatine benzettiği insanın tekdüze yaşamına işaret ediyor. Dağ gibi çöp yığınlarını, sürekli tüketen ve kirleten insan gerçeğini gösteren yazar, ev hikayelerinde evin insanla anlam kazanan bir mekan oluşuna vurgu yapıyor. Bir evde insan soluğu, insana ait titreşimler ve yaşam enerjisi duyumsandığında orası sıradan bir mekan olmaktan çıkıyor, gerçek bir ev halini alıyor. İnsan hikayelerinde yazar insanın iç çelişkilerine, kendi içinde oluşturduğu labirentlere, yıkamadığı için mutsuz olduğu, görünür ya da görünmez duvarlara dikkatimizi toplamamızı sağlıyor. En zorlu durumların anlatıldığı öykülerde bile bir çıkış yolunun gösterilmesi, umut ışığının en karanlık labirentleri aydınlatması ve açmazları çözmesi; yazarın yaşam karşısındaki olumlu duruşunu ve insana güvenini temsil eden örnekler olarak var oluyor. Emel Kayın, bu kitabında deneysel edebiyat köprüsünden geçiriyor bizleri. Türler arasında kesin sınırların ortadan kalktığı, klişelerin ve şablonların aşıldığı deneysel edebiyat anlayışı, var olan formların aşılmasıyla ilerleyen bir süreç. Yazınsal yaratıcılık, böyle bir edebiyatın içinde filizleniyor ve gelişiyor. Kitapta yer yer masal tatları alıyor olsak da, masallar yanılsaması içinden yaşadığımız hakikatler evrenine pencerelerin açıldığını görüyor; zamansızlık anlatılırken zamana, mekansızlık anlatılırken mekana vurgu yapıldığını duyumsuyoruz. Astrofizikçi Hubert Reeves, “Boşluk, bakışımın biçimini alıyor” der bir kitabında. Emel Kayın da boşluğa anlam kazandıran insani ve bilgece bir bakışla yazmış öykülerini. Sonuçta Mekân Hikâyeleri, somut ve soyut mekandaki sevgisizliğe, adaletsizliğe, korku kültürüne, kazanma hırsına, ötekileştirmeye, anlamak için çaba göstermemeye, yılgınlığa direnmeyi öneren ve yeni-iyi başlangıçlar yapma umudunun hayatın içinde saklı olduğuna inanan bir kitap. Bu kitaptaki öyküleri okurken yaşadığımız mekanlara bilinçle bakıyor; yaşamı yeniden keşfe çıkıyoruz. Öykü-Şiir Akademisi
  7. Romancılığımızda bir öykücü: Sema Kaygusuz Sadık ASLANKARA Sema Kaygusuz, onca başarılı öykünün ardından romancı olarak daha mı ünlenir oldu, yoksa bana mı öyle geliyor?' Öyküleriyle değil de sanki romanlarıyla adından söz ettirmeye koyulduğu gözleniyor onun da' Öteki kimi başarılı öykücülerin yaşadığı yürek burkuntusu gibi' Nitekim ilk romanı Yere Düşen Dualar (Doğan, 2006), heyecanla karşılandı yayımlandığında. Hızını kesmedi Kaygusuz, aradan üç yıl geçti geçmedi, yeni bir romanla daha çıktı okurun karşısına: Yüzünde Bir Yer (Doğan, 2009). Yarattığı yankı bağlamında, 'romancılarımız arasında' gösterilmeyi hak etmemiş bir yazar değil elbette o' Değil ama, onun gibi başarılı bir öykücünün, bütün bütüne roman türüne kaymasına gönlüm razı gelemiyor bir türlü. Oysa ne tuhaf' Baksanıza ben bile öyküleri, öykücülüğü üzerinde duramamışken daha, romanlarını odaklamaya girişiyorum 'Kitaplar Adası'nda onun' Yere Düşen Dualar, iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde yazar, klasik bir tragedyayı farklı bir dille, biçemle sanki yeniden yoğurup getiriyor önümüze' Klasik tragedya örgüsünün, modernize edilip günümüze taşınmasını önemsememek elde değil. Aşk olsun romancı Sema'ya Adada kütüphane memuru olarak çalışan Leylan'ın, bir iç dökme, boşalma humması içinde anlattıkları, sayfalar ilerledikçe birbirinin trajik bağlarında boğulmakta olan baba (Kutsi) ile kızının (kendisinin) konumunu irdeliyor denebilir. Söz konusu bu tragedik oluşumu şu adımlarla açımlamak olanaklı görünüyor bana: 1. Kutsi çocukluğunda babasından gerekli ilgiyi görmemiş, ilk gençliğinde ise kandırılmışlık duygusu yaşamıştır. Babasının ölümü sonrasında annesi, küçük kardeşi Mercan'ı yanına alarak onu terk etmiştir; 2. Kutsi bir dağlı olan Ecmel'le evlenir. Ancak sonradan dönecek kardeşi Mercan'la Ecmel arasında duygusal bağ vardır. Kaldı ki Leylan'ın Mercan'dan olması da olasılıktır. Nitekim Leylan'a öyle seslenir ki amca, 'bu güzel sesin çıktığı ağza hayranlıkla bakar' (34) hep Leylan; 3. Mercan, denizde boğulur. Ecmel, Leylan'ı, Kutsi'yi bırakıp adayı terk ederek kayıplara karışır. ('Mercan sevilendi, Kutsi'yse bırakılan.' [121]) Artık baba-kız, birbirinin trajik bukağısına dönüşecektir romanda; 4.Adada aynı evde bir arada yaşayan Baba Kutsi için kızı Leylan, hem kendilerini terk eden karısı Ecmel'dir, hem de onun sevdiği Mercan'ın gölgesidir. Leylan için de Kutsi, onu sevmeyen bir 'zalim' (52), belki kardeş katili (134), belki üvey baba (122), annesi Ecmel'i anlamayan bir kocadır. Bu trajik yazgı, birbirini yok etmenin de dinamiklerini oluşturacaktır kahramanlarımız için. Leylan, babasını yok ederek, Kutsi de kızına kendini yok ettirerek birbirleri için ölümcül tuzak oluştururlar. İşe bilicinin kehaneti de katılacak, adalıların gözleri önünde bir oyun başlayacak; sonrasında, sanki önceden kaleme alınmış senaryoya göre oyun gerçeğe uydurulacaktır. Bu çerçevede romanın ana karakteri, anlatıcısından ötürü her ne kadar Leylan görünüyorsa da, Kutsi'nin de ona eşlik ettiği, sonuçta Yere Düşen Dualar'ın, birbirine bukağılanmış, ama birbirinin celladı, bu iki temel karakter üzerinde yani baba-kız odağında yapılandırıldığı söylenebilir. Yaşar Kemal'in 'Bir Ada Hikâyesi'nden sonra, unutulmaz, irkiltici bir ada anlatısı daha' Üstelik bu kez tam içeriden, ada insanlarının adaya kısılıp kalmışlığının ta içinden' Adalı anlatıcının (Leylan) ağzından yalnız kendi ruhsal yapısını değil, onunla birlikte bütün katmanları, ayrıntıları ile pul pul sökün eden öteki adalıları, hatta adanın yerleşik olmayan konuklarını da bir tamam, eksiksiz tanırız. Gerçekten de romanda aldıkları yer ne olursa olsun her birinin (Ecmel, Mercan, Latife Keşal, Yorgi, Süha vb.) birer karakter konumu sergilediği, bu yanlarıyla romanda ciddi ağırlık yansıttıkları görülebiliyor. Ancak anlatıcının adı romanda yalnızca iki kez geçtiği halde, adalılar hep adları, soyadlarıyla anılıyor. Güzel bir ayrıntı elbette. Ancak bunun, okurun kafasını karıştırabilecek bir yan taşıyacağı da öngörülebilmeliydi yazar tarafından. Nitekim babasının berber dükkânını kiralayıp burayı minik lokantaya çeviren kadın bir yerde Nevin Ünal'dır (89, 90), bir başka yerde Nevin Ünsal. (125, 126) Bu, yazarın da bunları karıştırmasına yol açtığının kanıtı gibi duruyor. Adalıların, anlatıcının öyküsüne ulanan kendi minik öyküleriyle romana eklemlendiği söylenebilir. Ancak bunlar, anlatıcı Leylan'ı bütünlemek, bu derin karakteri daha belirgin olarak ortaya çıkarmak için var gözükmekle birlikte hiçbiri çizgisel yan taşımıyor. Bir kezcik görünüp çıksalar dahi yapıtta' Örneğin ağdacı Necla, otobüs bileti satıcılığı da yapan Ayşegül Yener vb. birer kez görünürler, ama romanın yadsınamayacak canlı dokusu için belirgin yer tutarlar yine. İşte Yere Düşen Dualar'dan yapılacak kısa bir özetleme için söylenebilecekler' Öykücülüğümüzün romancılığımıza armağanı... Kaygusuz, romanın ilk bölümünde müthiş bir ustalıkla anlatıcı Leylan'daki değişimi, gelişimi bir arka alan derinliği olarak yerleştiriyor yapıtına. Sekiz yıldır sürdürdüğü kütüphane memurluğuyla birlikte o da büyük değişim içindedir çünkü, en başta 'kitap kurdu' olup çıkmıştır bir kez. Bu yüzden anlatıcı, tıpkı bir romancı gibi hem düzenlilikle hem de büyük ustalıkla birinci bölümü yapılandırır özöyküsel anlatım eşliğinde. Zaten öyle bir yazınsal tokluk, yoğunlukla, dilsel açıdan öylesine incelmiş seçicilikle giriyor ki Kaygusuz Yere Düşen Dualar'a, lise mezunu, henüz okuma kültürü de olmayan adalı bir kütüphane memurunun ağzından böylesi sözlerin çıkabileceği olasılığını bir tarafa atıyorsunuz hemence. Çünkü süreci öylesine ustalıkla yansıtıyor ki, adada Leylan'ın yerine siz geçiyor, davranışlarına katılıyor, onun bir başka türlü olamayacağına hükmediyorsunuz. Bu çerçevede ilk bölüm, Leylan'ın ağzından kendi yaşadıklarının, düşüncelerinin, duygularının aktarımı, ikinci bölüm ise, anlatıcının dönüştürümü olarak alınabilir. İlk bölümde Leylan, yaşantısından kalkarak özöyküsel aktarımla anlatısını kurarken ikinci bölümde anlatıcının görece devreden çıktığı başka bir anlatı geliyor. Yine olaylara dayalı bir anlatım olmakla birlikte bu kez adanın yerli dili Mirigyelce konuşan bir anne (Ecmel)-Oğul (Yâşur) dönüştürümü çıkıyor karşımıza. Kutsi'nin atına benzer at söyleniyle birlikte' Bu kez elöyküsel aktarımla kurulan anlatıda, bir bilicinin özöyküsel anlatımı da işe karışmış görünüyor. Ne var ki bu iki bölümdeki anlatının birbirini karşılayıp bakışımlı biçimde birbirini bütünlediğini düşünmek zor. Hayır, ayrılmıyorlar, ama tümleşmiyorlar da' İlk bölümde Leylan'ın anlattıkları öylesine güçlü tortu bırakıyor ki, sonradan kendisinin 'tek kitap' olarak var etmeye çabaladığı anlatı, kök boya kazanındaki renk salkımı gibi apayrı duruyor yazık ki. Bunun özsel değil, ilineksel bir aks (ana damar) yarılmasına yol açtığı öne sürülebilir kuşkusuz' Bu dönüştürülmüş anlatıda Leylan'ın kendisinin, aile bireylerinin tüm iç korkuları eşlik ediyor romana. Sevgisizlik, terk edilme, güvensizlik, geleceksizlik gibi konular yerli yerine oturtuluyor böylece. 'Üzüm' başlığını taşıyan ilk bölüm, diyelim olgusal olsun, 'Altın' başlıklı öteki bölüm söylenseldir. Bu doğrultuda Kaygusuz, ilk bölümü 'sözlü anlatı' düzleminde, ikinci bölümü ise 'yazılı metin' düzleminde kaleme aldığını, ancak bunları sıklıkla karıştırıp birbirinin içine kattığını da gösteriyor bize. Ancak şunu da eklemeliyiz; başka bir yazarın elinde alıp başını farklı yerlere gidebilecek bu iki bölümün uyumluluğu, yazarın ciddi emek ürünü işçiliğini ortaya koyuyor aynı zamanda' Yere düşen dualar'dan yeryüzünde bir yer'e... Kaygusuz, ilk bölümde belki klasik anlatı kalıbını kullanıyor, ancak ikinci bölümde gerçeküstücü bir yaklaşıma da yakın duruyor. Özellikle bir söyleni yeniden yapılandırıp kaleme alırcasına, gerçeküstüne dayalı, odak kaydırmalı anlatım da, metni kuran anlatıcının bunları nasıl bir ruh haliyle ayağa kaldırdığını gösteriyor. 'Güliver'in Yolculukları' da anımsanabilir elbette burada. Bilinen bir söylenin, bilinmez bir muskayla yeniden yapılandırılışı olarak da alınabilir ikinci bölüm. Büyüsünü, gücünü sözcüklerinden alan' Sonuçta her iki bölümün de hep iç içe girmelerle örüntülendiği ya da birbirinin içinden çıkılarak yol alındığı söylenebilir. Bu da hep öykü üretildiği, hep öykülerden geçilerek ana omurgaya varıldığı anlamına geliyor elbette. Kimileyin romanın sayfaları arasında yolumuzu kesen bilgilerin biraz uzun tutulmuş olabileceği kaygısı duymuyor değil insan. O zaman bu fazlalıklar, dolgu / yığma izlenimi bırakabiliyor bir ölçüde' Sözgelimi 'ileride yazacakları kitaplara, çekecekleri filmlere malzeme toplamak' (88) için gelen adalı konuklardan söz ettiği gibi yazar da zaman zaman dolgu gereçleri bağlamında 'malzeme'leştirebiliyor anlatısını. Kaygusuz, bu yanıyla fazladan anlatan yazar izlenimi bırakıyor ister istemez. Oysa onun hiçbir öyküsünden böyle bir izlenime varılamaz bana göre. Demek ki Sema Kaygusuz'un kendi öykücü deneyiminden yararlanmasını dilediğiniz bölümcelerle karşılaşıyorsunuz romanda. Bu ölçüde doluluk yansıtan metnin, enikonu ansiklopedik denebilecek farklı bilgilere yataklık yapmasının, roman için çekilmez yük oluşturacağı göz ardı edilebilir mi? Kendini bir türlü anlatımcılıktan kurtaramayan bir romancı yaklaşımı değil mi bu? Nitekim yağlı güreşler için ayrılan altı sayfanın (267-272) pehlivan tefrikalarını anımsatırcasına duruş sergilediği vurgulanabilir burada. Bu arada kullanma sıklığı açısından dikkati çeken sözcükleri de var yazarın; ufunet, kadim, tekinsiz, medcezir vb. gibi. Sonra Sema Kaygusuz, fazla sözcükle yazan bir yazar izlenimi bırakıyor insanda. Bu çerçevede 'kenevir urgan', 'yabani ahlat' vb. söyleyişleri, tümceleri fazla sözcük kullanarak örgülemeye dönük bir yazar iştahının küçük ipuçları olarak alınabilir pekâlâ. Bütün bu kusurları yazar da sezmiş olmalı ki, Yüzünde Bir Yer'de bunlardan arındırmaya çalışıyor yapıtını. Nitekim olay-olgu örgüsüyle dönüştürümünü birbirinin içinde, birbiriyle harmanlayarak ele alıyor. Aralarında kaç bin yıllık bir zaman aralığı olduğu bilinemeyecek iki olayı, yine eşit iki bölüm halinde kendi söylen değerleriyle birlikte ele alırken yazar, bu kez bunları, üstelik 'incir' eğretilemesiyle tam bir bütünlemeye götürüyor. Bir ucunda söylenden, meselden gelen Eliha kadın, öteki ucunda yaşantıdan, gerçekliğin dönüştürümünden gelen Bese kadın' Meselin ucunda Hızır, Zülkarneyn, yaşantının ucunda Dersim, Munzur, pepuk kuşu vb. ('Belki de Munzur ile Hızır aynı kişiydi. Hızır dünyayı dolaşan ebedi bir varlık, Munzur ise sadece Dersim'e ait gençliğiydi.' [101]) Yazarın yine büyüyle karılı anlatısında, Yere Düşen Dualar'da gözlendiğince bakışımsız değil bu kez, bakışımlı bir kurgu egemen. Evet, çok düz, klasik bir anlatım belki, ama ilkindeki kusurların giderildiği doygun, olgun bir anlatım bu. Yazınımızda bizi böylesi derin burkuntulara salan anlatımı, uçurumların başına mıhlayan karakterleriyle Yere Düşen Dualar, Yüzünde Bir Yer saygıyla karşılanması gereken, örneğine sık rastlanamayacak, ustalık yansıtan romanlar! Sema Kaygusuz, hiç kuşkusuz öykücülüğümüzün romancılığımıza bir armağanı' Cumhuriyet KİTAP
  8. Legendary şurada bir başlık gönderdi: Öykü Forumu
    Öykü, romanı geçip gitti Derviş ŞENTEKİN Katmanlarından birinde edebiyat birikimini saklıyor öykü: Kafka'yı, Çehov'u, Sait Faik'i ya da Sabahattin Ali'yi okumadıysanız gizini çözemezsiniz öykünün. Kafka'yı çözmeden öykü de yazamazsınız, roman da -yazmamalısınız da Özellikle 90’lardan bugüne bakıldığında romanımız gibi değil öykücülüğümüz; öykünün geleceğe yönelik kaygısı daha derin. Kılık kıyafetiyle, podyuma çıkıp kendini herkeslere göstermekle ilgilenmiyor. İçinin zenginliğiyle ilgili daha çok, hiç durmadan, bunu daha ne kadar geliştirebilirim diye uğraşıyor. Bu nedenle de dünyayı algılayışı romana göre daha gerçekçi. Ne zaman sönecekleri bilinmeyen -hatta yanıp yanmadığı bile belli olmayan- neon ışıkları altında boy göstermek yerine, insanın içine doğru bir yolculuğa çıkmayı seçmiştir öykü. Daha sert söylemeliyiz belki, herkesin bildiğini: Çok satmak için yazılıyor romanlar, ne yazik ki. Nerede büyük roman? Harcını İnce Memed’in Huzur’un ya da Tutunamayanlar’ın suyuyla karmış roman hangisi? 2004’ten bugüne yüzlerce ilk roman yazıldı. 2004’te yayımlanan 150 romanın 70’i ilk romandı. Hangisinin adını unutmadık? Aklımızın askısına çengelini asan hangi kitaptı? Okur olması gerekenler yazar oldu Bir ortada olma, herkeslere görünme, çok satıp çok kazanma aracı mıdır roman? A. Ömer Türkeş, bu durumu yorumlarken şöyle diyor: “Sadece içini döküp rahatlamakla bitmiyor; bir o kadar da görünme, işaret edilme arzusu, görülüp işaret edilenlere, mesela Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Murathan Mungan ve diğer ünlü yazarların medyadan ‘billboard’lardan yansıyan görüntülerine duyulan hayranlık da var işin içinde...” Haksız mı? Durum böyle olunca kolayı seven okuyucu için yazılmaya başlandı romanlar. Okuruyla romancı iç içe geçti; şunu söylüyorum: ‘okur’ olması gerekenler ‘yazar’ oldu. (Bu, Türkiye’ye özgü bir durum da değil üstelik.) Tam da işte burada ayrışıyor her şey. Öykü kolay yazılmadığı gibi, kolay da okunmuyor. Her şeyden önce bir birikim istiyor okurundan. Katmanlarından birinde edebiyat tarihini de saklıyor: Kafka’yı, Çehov’u, Sait Faik’i ya da Sabahattin Ali’yi okumadıysanız gizini çözemezsiniz öykünün. Kafka’yı çözmeden öykü de yazamazsınız, roman da -yazmamalısınız da. Yazılmaz değil, yazılır. Ne yazık ki artık böyle yazılıyor romanlar. Yarına kalmak için değil bugün ‘parlamak’ için yazılıyor. Kelimelerin bir araya gelmesi midir edebiyat? Yazar, ‘duvar’ yazınca ‘duvar’ı bir sözcük olarak okuyup öyle duyumsuyorsak, tat vermez, zihne tortusunu bırakmaz o eser. “Yağmur yağıyor” dediğinde yazar, iliklerine kadar ıslanmalı okur. Bir kitap, okurun zihnine gönderilmiş birkaç işaret fişeği değil midir aynı zamanda... Öykü, romanı çoktan geçip gitti. ‘Solcular TRT’yi ele geçirdi’ Dedikodunun yeni adı fısıltı gazetesi oldu. Kıraathanede oturan amca beyden devlet yöneticisine, futbolcusundan edebiyatçısına. fısıltı gazetesini yakından takip eder oldu. Öyle demeyin, ‘önemlidir’ dedikodu. Önemlidir çünkü çok tehlikelidir. Ama şu da bilinen bir gerçek ki tehlikeli olduğu kadar keyiflidir de. Hem dikkat edeceksiniz hem de çok eğleneceksiniz; birinden birini yapmazsanız vay halinize! Bu topraklarda başlar uçurmuştur dedikodu ve nice ayakları baş etmiştir... Bu girizgâhı neden yaptım? Son günlerde keyifli olduğu kadar tehlikeli bir dedikodu dolaşıyor. Dedikodu şu: “Solcular TRT’yi ele geçirdi.” Ne olmuştu, nasıl olmuştu da ‘Solcular TRT’yi ele geçirmiş’ti? Olay şu: TRT2’deki ‘Okudukça’ adlı program yayından kaldırılmış, yerine de ‘Açık Kitap’ adlı yeni bir program başlamıştı. Diyibilirsiniz ki; e, ne var bunda, artık renksizleşmiş, izleyene keyif vermeyen bir program bitmiş yerine daha iyisini yapabilecek bir ekip kolları sıvamış. Haklısınız. Durum bu kadar basit. Heyhat! Komplocu kafa, insanları fikirlerinden dolayı yaftalamaya meraklı zihniyet değişmiyor. Hemen birilerini göreve çağırmalar, belden aşağı vurmalar falan filan. İlk programı izledim, ‘Okudukça’dan daha çok beğendim ‘Açık Kitap’ı. (Yalnızca ‘Selim İleri’nin Not Defteri’ için izliyordum TRT2’yi. Şimdi ikiye çıktı bu kanalda izleyeceğim program sayısı.) Bu dedikodunun altını üstünü karıştırmıyorum. Dedim ya ben işin eğlenceli kısmındayım. Solcuların TRT’yi ele geçirdiğini duyunca kahkalarla güldüm. Yaptıkları yarım saatlik bir kültür sanat programı altı üstü. Hem üstelik solcular olmasaydı, kültür, bu ülkede hâlâ bir mantar çeşidiydi. Bu da biline... Şimdi... “Solcular TRT’yi ele geçirdi” diye telaşlanan arkadaşlara bir dedikodu da ben vereyim: “Komünizm bu kış kesin geliyormuş.” Arka kapaktan Savaş sonrası Viyana’sında tanıştılar: Toplama kampından sağ çıkmış bir Yahudi şair ve felsefe öğrencisi bir genç kadın. Birbirlerine âşık oldular. Celan’ın gönderdiği gelinciklerle dolu odasında ona aşk ve özlem dolu mektuplar yazdı Bachmann. Celan da ona. Biri yalnızdı, sahip olmak istedi, öteki başkalarına da gönül verdi zaman zaman. Farklı şehirlerde, farklı ortamlarda yalnızlıklarına çare aradılar. Koptular, birleştiler, ölene kadar birbirlerine yazdılar. Birinin ölümü sularda oldu, birininki ateşte. Geriye özlem dolu, hüzün dolu, şiir dolu mektuplar ve fotoğraflar kaldı. 20. yüzyıl Alman edebiyatının en önemli iki adı arasındaki aşk bugüne kadar bilinmeyenleriyle bu mektuplarda. Kalp Zamanı: Ingeborg Bachmann-Paul Celan Mektuplar, Çeviren: İlknur Özdemir, Turkuvaz Yayınları, 336 sayfa. Bir daha gelmem fuara Bir kitap fuarını daha noktaladık. On günün dokuzunda fuardaydım. İlk hafta tam bir felaketti. Yağmurdu, yaştı, domuz gribiydi, falandı filandı derken ıssız sokaklara dönmüştü fuar alanı. Yayıncılar birbirleriyle dertleşip durdular. Tepebaşı’ndaki günleri andılar. Birkaçı, “Gelecek yıl katılmayacağız” dedi, “ettiğimiz masrafı bir yana bırakalım, buralara kadar gelip gittiğimize, kaybettiğimiz zamana yazık” dediler. Geçen yılki fuarın çok kötü geçtiğini ama bu yıl artık dibe vurduğunu söylediler. En çok yakındıkları Beylikdüzü’nün kentin merkezine çok uzak olmasıydı. Yapılacak bir şey yoktu, çünkü kentin merkezinde fuar kurulabilecek bir alan yoktu. Dertli olmasına çok dertliydi yayıncılar ama anladım ki şikâyet edip duracaklar ama değiştirmek için herhangi bir çaba göstermeyecekler. Pazar akşamı kapanışta da oradaydım. ‘Bu yılki fuar sona ermiştir’ anonsuyla çılgın bir alkış koptu. Yayıncıları bilmem ama bir okur olarak benim bu son fuarımdı. Radikal KİTAP
  9. Legendary şurada bir başlık gönderdi: Yazar-Şair Biyografileri Forumu
    BEHÇET AYSAN Behçet Aysan1949'da Ankara'da doğdu. Kuleli Askeri Lisesi'nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde eğitim gördü. Doktor olarak çalıştı. Kısa ömrüne yüzlerce şiir sığdırmayı başardı. 12 Mart döneminden sonra politik nedenlerle ara vermek zorunda kaldığı tıp öğrenimi sırasında çeşitli işlerde çalıştı. Mezun olduktan sonra İzmit'e atandı. Ankara'da psikiyatri ihtisası yaptı. SSK Yenişehir Dispanseri'nde doktor olarak çalışmaktaydı. 2 Temmuz 1993'te Sivas'ta Madımak Otel'in yakılması sırasında yaşamını yitiren aydınlarımız arasındaydı. Duru dili ve içli şiirleriyle dikkat çeker.Ölümünden sonra Türk Tabipleri Birliği tarafından adına şiir ödülü verilmeye başlandı. BASIN DUYURUSU 15. Behçet Aysan Şiir Ödülü için son başvuru 15 Ekim 2009 Türk Tabipleri Birliği’nin 2 Temmuz 1993’te, Sıvas’ta gericilerin kuşattığı Madımak Oteli’nde çıkan yangın sonucu yaşamını yitiren şair Dr. Behçet Aysan ve 34 kişinin anısına verdiği Behçet Aysan Şiir ödülü için son başvuru tarihi 15 Ekim 2009 olarak açıklandı. Türk Tabipleri Birliği’nin 1995 yılından bu yana verdiği Behçet Aysan Şiir Ödülü, bu yıl on beşinci sahibini bulacak. Seçici Kurulu’nu Cevat Çapan, Arif Damar, Doğan Hızlan, Emin Özdemir, Ahmet Telli, Ali Cengizkan ve Ataol Behramoğlu’nun oluşturduğu Behçet Aysan Şiir Ödülü’ne başvuru koşulları şöyle: * Ödüle Ocak 2009’den sonra yayımlanmış bir kitap ya da yayına hazır bir kitap dosyası ile aday olunabilir. Yayımlanmamış yapıtların dosya kağıdına daktilo yazısı ile çift aralıklı yazılmış olması gereklidir. * Ödüle son katılma tarihi 15 Ekim 2009’dur. * Ödüle kişiler kitap ve dosya ile kendileri doğrudan katılabilir ya da yayımlanmış şiir kitaplarını sivil toplum örgütleri, yayınevleri ve üçüncü kişiler, şairin onayı alınmak koşuluyla önerebilirler. * Yarışmaya katılan yapıtların daha önce hiçbir yarışmada ödül almamış olması gerekmektedir. * Ödüle aday olacak şairler; adı, açık adresi ve kısa yaşam öyküsüyle birlikte kitaplarını (8 adet) ya da şiir dosyalarını (8 adet) TTB Merkez Konseyi GMK Bulvarı Şehit Daniş Tunalıgil Sok. No:2 Kat:4, 06570 Maltepe-ANKARA adresine göndermelidir. * Ödül için gönderilen yapıtlar açıklanmaz, yalnızca ödül kazanan duyurulur. Ödül kazanan yapıt 2009 yılı Kasım ayında açıklanır. Ödüle katılan yapıtlar sahiplerine geri gönderilmeyecektir. * Ödüle başvuranlar tüm koşulları, kabul etmiş sayılır. * TTB Behçet Aysan Şiir Ödülü özel olarak hazırlanmış bir bronz figürdür. Para ödül verilmemektedir. * Ödül tek yapıta verilecektir. Seçici kurul uygun görürse ödülü paylaştırabilir. TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ MERKEZ KONSEYİ ESERLERİ Karşı Gece (1983) Sesler ve Küller (1984) Eylül (1988) Deniz Feneri (1987) Düello (1993- Katledilmesinden sonra yayınlandı) ÖDÜLLERİ 1984 Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü (Sesler ve Küller ile) 1988 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü (Eylül ile) 1987 Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü (Deniz Feneri ile) Kaynaklar: Türk Dili ve Edebiyatı vikipedi Türk Tabipler Birliği BEYAZ BİR GEMİDİR ÖLÜM sen bu şiiri okurken ben belki başka bir şehirde olurum kötü geçen bir güzü ve umutsuz bir aşkı anlatan rüzgarla savrulan kâğıt parçalarına yazılmış dağıtılmamış bildiriler gibi uzun bir yolculuğa hazırlanan yalnız bir yolculuğa. çünkü beyaz bir gemidir ölüm. siyah denizlerin hep çağırdığı batık bir gemi sönmüş yıldızlar gibidir yitik adreslere benzer ölüm yanık otlar gibi. sen bu şiiri okurken ben belki başka bir şehirde ölürüm. KIRIK BİR KURŞUN KALEMİN ŞİİRİ yollar uzak ay bedir sırtımda gümüş hançer yürürüm de ölemem kan damlatır karanfil. usulca mavi bir kar kara geceye düşer tutuşur fundalıklar gelir kalbimi yakar. gün olur belki öper ay ışığı acıyı o yaralı cerenler yanık sulara iner. yollar uzak ay bedir sırtımda gümüş hançer yürürüm de ölemem kan damlatır karanfil
  10. Legendary şurada bir başlık gönderdi: Yazar-Şair Biyografileri Forumu
    Amin Maalouf 1949 yılında Lübnan’da doğdu. Hıristiyan bir ailenin çocuğu. Ekonomi ve toplumbilim eğitimi gördü. Ardından gazeteciliğe başladı. 1976 yılından beri Paris’te yaşıyor. Çeşitli yayın organlarında köşe yazarlığı ve yöneticilik yaptı. Bugün sadece kitaplarını yazıyor. Yapıtlarında çok iyi tanıdığı Asya ve Akdeniz çevresi kültürlerinin söylencelerini başarıyla işliyor. 1983'te yayınlanan "Arapların Gözüyle Haçlılar" kitabıyla adını duyurdu. 1986'da yayınlanan "Afrikalı Leo" ile Fransız-Arap Dostluk Ödülü'nü kazandı. 1993'te basılan "Tanios Kayası" ise ona Goncourt Ödülü'nü kazandırdı. Kitapları hemen tüm dünyada birçok dile çevrildi milyonlarca sattı. “Bir yanıyla Hıristiyan, Müslüman, Türk, Kürt ve Ermeni nitelikler taşıdığını, bir yanıyla da Fransa ve Avrupa’ya ait olduğunu” söyleyen Amin Maalouf, çok kültürlülüğün "in" olduğu bir dönemde yazdığı Doğu’ya ait öyküleriyle, Türkiye’de ve Avrupa’da oldukça popüler oldu geçtiğimiz on yıl içerisinde. Türkiyeli okur tarihsel fantezilerle, 1985 yılında Orhan Pamuk’un “Beyaz Kale”si aracılığıyla tanıştı. Ardından sinema sayesinde "Gülün Adı" popüler oldu. Yayınevleri ve yazarlar bu tarzda kitaplara ağırlık vermeye başladılar. Böylelikle, 1993 yılına gelindiğinde, Amin Maalouf’un “Afrikalı Leo”sunu okumaya hazır bir okuyucu topluluğu mevcuttu artık. Modern Binbir Gece Masalları Amin Maalouf’un romanlarını da bir bütünlük içinde ele alırsak, 3. yüzyıldan 21. yüzyıla, Orta Asya’dan Avrupa ve Afrika’ya uzanan uzun bir seyahatte buluruz kendimizi. Bu anlamda, Maalouf’taki serüvenler, Homeros’un “Odysseia”sını, “Marko Polo”yu ya da “Binbir Gece Masalları”nı anımsatır. Daha da ileri giderek Maalouf’un öykü anlatıcılığının aynı gelenekten beslendiğini söyleyebilirim. Romanlarında, kocasını “bakalım sonra ne olacak” diye merak içinde bırakarak ölümden kurtulan Şehrazat’ın üslubunu ve eski anlatı tekniklerini kullanarak, okuyucudaki merak duygusunu sürekli kılabiliyor o... Yazarın en sık kullandığı yöntem, bölüm sonlarında bir sonraki bölümlerde gelecek olayları ve kötülükleri önceden haber vermesi. “Fakat Tanrı bizler için başka bir yargı hazırlamıştı”, “bizim de yazımızda kısa bir süre sonra yola düşmek varmış”, “ileriki yıllarda tüm ailemin yaşantısı tümüyle değişti” gibi geçiş cümlelerini her romanında bulmak mümkün. Böylelikle, her bölüm, anlatıcının anılarıyla örülmüş ayrı birer öykü halini alırken, özellikle de eski Doğu edebiyatında olduğu gibi, her öykü bir diğerine bağlanır. Yine Şehrazat’ın yaptığı gibi, her bir öykü bitiminde yerine yenisi ortaya çıkar. Geçip giden, yitirilmiş bir hayat.. Maalouf’u okurken bu buruk tadı hissederiz. Gerçek hayatta kendi yaşamımızın geçip gitmesi gibi, öykülerde karşımıza çıkan kahramanların doğumlarına, yaşlanmalarına, sıklıkla sevdiklerini yitirmelerine tanık oluruz. Derinden derine kendisini sezdiren bir ölüm olgusu hiç yok olmaz. Bu öyküler, yazılı anlatıdan çok sözlü anlatıya ait gibidir. Gözlerinizi kapatıp, Leo’nun, Manıi’nin, Tanios’un veya İsyan’ın başından geçenleri dinleseniz, onları okumaktan çok daha fazla etkilenebilirsiniz. Çünkü o zaman, anlatının ritmine, tarihin büyüsüne kapılmak kolaydır, ama, “bir romanın öyküsünü ne kadar çok gözden geçirir, destek sağladığı daha ince, daha yüce yönlerden ne denli ayrı ele alırsak, onda beğenecek.o ölçüde az şey buluruz”. Yazılı edebiyata ait olan roman sanatında, öykü tek başına bir şeyi kurtaramaz ve romanın öteki yönlerinin kavranmasına da bir yardımı yoktur. Bu noktadan kalkarak, Maalouf’un romanlarındaki sorunlu yönlere geçebiliriz. Önce, yazarın değişik zaman dilimlerinde ve coğrafyalarda anlattığı kadın ve erkek tiplemeleri üzerinde durmak gerekiyor. Maalouf’un romanlarında çok sayıda karakter çıkar sahneye, ama bu karakterlerin yapılarını oluşturan nitelikleri çok sınırlıdır. Duygu, davranış ve düşünceleri birbirine çok benzer. Mani, Hayyam, Leo, Tanios ya da İsyan arasında ciddi bir kişilik farklılığı görülmez. Maalouf’un romanlarındaki hiçbir karakteri gözünüzde canlandıramaz, aklınızda tutamazsınız. Biçimsel olarak, bireyin oluşum sürecini, yaşadığı çatışmalar ve yenilgiler sonucunda olgunlaşmasını, içinde yaşadığı toplumla bütünleşmesini, ona uyum sağlamasını anlatan oluşum romanlarına benzemekle birlikte, Maalouf'un romanlarındaki kişilerin gelişiminde zamanın, mekanın ve olayların etkisini fark edemeyiz. İyilik ve kötülük neredeyse sabit ve doğuştandır. Romanlarda karşımıza çıkan yardımcı karakterler, tek bir nitelik ya da düşünceden oluşur ve dönemin değişik yapılarının dondurulmuş temsilleri gibidirler (onlar aracılığı ile şeyhlik, misyonerlik, vb. kurumları ve oynadıkları rolleri öğreniriz). Hiçbir zaman yazarın denetiminden çıkmaz, gelişmelerini aktarmak için çaba göstermezler. Maalouf un romanlarında anlatılan olayların akışında hangi dinamiklerin neden olduğu belirsiz kalıyor; tanrısal bir kader mi, toplumsal çatışmalar mı, yoksa bireylerin kendi başlarına eylemleri mi etkiliyor akışı? Yanıt bu sorularda değil, aslında bütün öykülerde tek bir kader çizicisi var, o da yazarın kendisi...! Bugünün tasavvurlarıyla yazılan geçmiş Yapısal açıdan bakıldığında, Maalouf’un romanları birbirine benzer. Bazen, arada bir karşımıza çıkan ve bugünden geçmişe bakarak olayları bize aktaran bir anlatıcı, bazen de olayları bizzat yaşamış bir kişi kullanır. Her durumda, klasik gerçekçi roman çizgisinde, di’li geçmiş zamana ağırlık verilerek yapılan anlatılarla, karşılıklı konuşmalara bolca yer verilir. Bu anlamda, biçimsel olarak bir yenilik göremeyiz. Yazarın çoğu romanının sonu sönüktür. Baş döndürücü bir hızla ilerleyen öyküsüne paralel gitmeyen olay örgüsünü bir sonuca bağlama zorunluluğu, Maalouf’un gereksiz ve yapay müdahalelerine yol açar ve karakterler sahiciliklerini/canlılıklarını yitirirler. Mesela, “Afrika’lı Leo”da, Leo, roman sonunda donuklaşıverir ve romanın ana fikrini açıklayan Dede Korkut kimliğine bürünür. Veya öykü boyunca kendi varlıkları dışında bir amaca yöneltilmeyen olay ve kişiler, sonradan romanın çözümüne yardımcı olmaya zorlanırlar. Romanlarda hümanist bir bakış açısı hemen fark ediliyor. Irk, dil, cins ve din ayrımlarının anlamsızlığı, şiddetin getirdiği kötülükler, hiyerarşi dışı bir yaşam önerisi gibi öğelerin öne çıktığını görüyoruz. Ancak, yazarın savlarının çok güçlü ve etkileyici olduğunu söylemek mümkün değil. Romanlarında bugünden geçmişe yönelik modem bir politik, toplumsal ve kültürel bakışın izleri var. Mesela, Maalouf’un bütün kitaplarında, tarih boyu değişmeyen bir aşk anlayışı ile karşılaşırız. Kadın ve erkek birbirlerini görür görmez bir aşk kıvılcımı çakar, nedeni ve niçini “yazar öyle istediği için” biçiminde yanıtlanabilecek bu aşklar, işlenmemiş ve ham bırakılmıştır. Oysa, yazarın değindiği neredeyse 2000 yıllık bir zaman kesitinde, kuşkusuz ki kadın ve erkeğin gerek sevme gerekse de cinsellik biçimleri büyük farklılıklar göstermiştir. Yalnız buradan bakıldığında bile, Maalouf un anlatılarının biçimsel olarak geçmiş, özsel olarak modem zamanı hedef aldığını, modem toplumsal çizgileri geçmişe çevirerek tarihi modernleştirdiğini söylemek mümkün. “Semerkant”, “Beatrice” ile birlikte, Amin Maalouf’un Batı’lı modern insan bakışının en açık görüldüğü romanı. Çok motif üzerine konuşulabilir ama, Batılı erkeğin Doğulu prenses fantezisinin bu kadar kaba kullanılışı ve apar topar kotarılması insanı sinirlendiriyor. Eski Doğu’ya ait tarihi anlatımların çoğu, gözlemlerini padişahlar, vezirler, harem kadınları, Batı ile dinsel ve kültürel ilişki içindeki varlıklı aileler gibi seçkinlerin yaşamına odaklayıp, yoksul halk kesimlerini görmezden gelen ve kendileri de Doğu’ya egzotik gözlerle bakan Batılı gözlemcilerin kaleminden çıkmış, ‘böylelikle de, uzun yıllar boyunca Batı’da, gizemli bir Şark fikriyatı yaygın olmuştur”. Doğu kökenli. bir yazar olarak Amin Maalouf, Batı’lı okuyucunun duymak istediği Şark’ı anlatıyor. Bizim tarihimizde Piyer Loti vakası olarak bilinen bu sendromun, Semerkant romanının ikinci bölümündeki Iran anlatısındaki bayağılığının rahatsız edici düzeyde olduğunu söyleyebilirim. Roman kahramanları ile gerçek şahsiyetler arasındaki ilişkiler Flaubert’in “Salammbo” veya Tolstoy’un “Savaş ve Barış” romanları gibi klasik tarihi romanlara bakacak olursak, mekanın, eşyanın ve hareketin anlatımı, tarihi döneme vurgu yapması açısından önemlidir. Bu da yazarların tarihsel dönem, gelenek,/görenek, örf ve adetler üzerine olan bilgisine bağlı olsa gerek. Tarihi gizemli ve çekici bir atmosfer olarak kullanmak isteyen birçok yazar için ise tarih; “bir kural olarak ya kendi sıfatlarından başka tarihle hiçbir biçimde ilintisi olmayan birtakım kişilere tarihsel giysiler giydirildiği büyük bir tiyatro gardırobu olarak, ya da, herkesi kendi kişisel çıkarlarına alet eden tek güçlü bireyin at koşturduğu akıldışı, anlaşılmaz bir alan olarak görülmüştür”. Amin Maalouf’u da bu eğilimdeki yazarlar arasına katabiliriz. Romanları, bir tür kolaj; tarihi olay ve kişilerin bir öykü etrafına eklemlenmesi gibi görülüyor. Geçmiş zaman dilimindeki sıradan bir insanın, önemli olayların yanı başında sürüp giden ve etkilenen yaşamı değil onun anlattıkları. “Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl” da dahil olmak üzere, her öyküde, artarda, tarihin çarpıcı kesitleriyle ve olup bitenlere damgasını vurup tarihin akışını değiştiren karakterlerle karşılaşıyoruz. İster istemez Brecht’in şiiri geliyor aklımıza; “Teb Şehrini yapan kim..?” Roman sanatının kuvvetle etkilendiği bu post-modern zamanlarda, Amin Maalouf’la aynı çizgide olan diğer yazarları da kapsayan birkaç hususa değinmeden geçmemek gerekiyor. Yeni tarihsel fantezilerin bir çoğunda, isim zikredilerek, gerçekten yaşamış insanların yaşamı; sevinçleri, hüzünleri, aşkları, nefretleri anlatılıyor. “Bizanslı Aşıklar”, “Nietzsche Ağladığında”, “Azizler ve Alimler”, “Gecelerin Veziri” gibi birçok romanın içinde, tanıdık, bildik, “önemli” şahsiyetlerin düşünce ve eylemlerine tanıklık ediyor; zaaflarını, yiyip içmelerini, giyim kuşamlarını, mimiklerini yakından izlemek fırsatını(!) buluyoruz. Ama romanlardaki bu insanlar ile gerçek yaşamdakiler aynı şahsiyetler midir? Burada bir ayrım yapma zorunluluğu var. Eğer romanda anlatılan kişi tümüyle tarihi bir kişiliğe, mesela Hasan Sabbah’a tıpatıp benziyorsa, o zaman bu kişi gerçekten Sabbah’tır ve romanın onunla ilgili bölümleri de bir anı niteliğindedir. Böylelikle de, artık tarihin alanına geçmiş oluyoruz ve artık anlatılanları doğrulamak için kanılar değil kanıtlar gereklidir. Romancının, bu yaşanmışlıkları bilmeden, “herhalde böyle olmuş, böyle düşünmüş, böyle hissetmiştir” gibi sınırsız bir özgürlükle, o kişiye ilişkin yargılarını dilediği gibi yazıya dökmesi sonucu ortaya çıkan insan portresi ile gerçek tarihi kişilik, ister olumlansın ister yerilsin, hiçbir şekilde aynı olamaz, ama, yansıtmanın edebi alandan gelmesi nedeni ile, o gerçek tarihi şahsiyet hakkındaki duygu ve düşüncelerimizi, bir tarih kitabından daha derinden etkiler. Sonuç olarak, gerçek kişileri, romanda anlatılan kimlikleri ile gerçekmiş gibi sunmanın ya da kabullenmenin etik sorunlar taşıdığını, ayrıca, yazarların, okuyuculardaki o kişilere ilişkin merak duygularını -en hafifinden- kullanmak eğiliminde olduklarını söylemek mümkün. Bu eğilimin kökeninde, toplumdaki medya dili egemenliğinin yattığını düşünüyorum. İnsanlar, olaylar ve düşünceler üzerine yoğunlaşmaktan çok, anlatılan öykülerin çekiciliğini öne çıkaran magazinleşmiş bir anlayışla karşı karşıyayız. Yeni roman örneklerinin, -yazılı/sözlü/görsel medyanın körüklemesiyle- tanınmış şahsiyetlerin yaşamına olan merakının; toplumsal röntgenciliğin taleplerine, yani ihtiyaca cevap vermek çabası -piyasa koşulları- dikkate alınmadan değerlendirilmemesi gerekiyor...! A. Ömer Türkeş Türkçeciler ESERLERİ DENEME: Arapların Gözüyle Haçlılar (1983) Ölümcül kimlikler (1998) ROMAN: Afrikalı Leo (1986) Semerkant (1988) Işık Bahçeleri (1991) Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl (1992) Tanios Kayası (1993) Doğunun Limanları (1996) Yüzüncü Ad (Baldassare’nin Yolculuğu) (2000) Uzaktan Aşk (2002)
  11. Carl ORFF (10 Temmuz 1895 yılında Münih te doğmuştur, 29 Mart 1982 yılında Münih te ölmüştür). Müzik tarihinde Carl Orff a benzeyen bir şahsiyet bulmak zordur. Vaktiyle Orlando di Lassio nun veya çağdaşı ve müzikli komedyalar yaratmaya hevesli Orazio Vecchi nin madrigallerindeki mestedici hava; diğer taraftan antik devire düşkün olarak eski Yunanlıların dramını yeniden canlandırmak isteyen Floransalıların ümanizmi Carl Orff u hatırlatabilir, bu ümanizmi ancak Caldio Monteverdi gerçekleştirebilmiştir. Yoksa Carl Orff u anlatmak için orta çağda şan gregoryen ile Goilard ların dinsiz havaları arasında yeri ve göğü birbirine bağlayan geniş dünya görüşünü mü, İtalyan rönesansının derin bilginliğini mi, veya burada edebiyattan misaller vermeliyiz Abraham a Santa Clara da, Fischart ta ve halk türkülerinde gizli olan şeyleri hayatiyet dolu bir ruhla ifade eden yaşama zevkini mi, eski Yunanlıları mı zikretmeliyiz? Zikrettiğimiz bütün bu hususlarda isabetli taraflar vardır, fakat yine de hiçbiri Orff u tam manasıyla anlatamaz. Çünkü Orff un şahsiyetinde yeni ve eşi olmayan bir dünyanın doğuşunu görüyoruz. Onda yüksek bir zeka ile büyük bir hayatiyet, uzak mazi ile hal, ümanist bilgi ile sanatkarlık ender görülen şekilde bir araya gelmiştir. Bu çok taraflı şahsiyet, hayatiyet dolu bir ışık saçmaktadır. Bu ışığın böyle bir büyüklükte tezahürünü ancak eski Yunanlılarda, orta çağın bazı şahsiyetlerinde ve vatan toprağında kökleşmiş halis halk sanatında (folklörde) bulmak mümkündür. Vatanı olan Bavyera ya daima bağlı kalan Orff, başlangıçtan itibaren, geçmiş asırların mühem olduğu kaynakların tükenmediğini de ispat etti. Kendi kendine dikkatle tenkidi hedef tutan besteci, ilk gençliğinde yazdığı her şeyi bir tarafa bırakarak, bir dereceye kadar yeniden öğrenmeye başladı. Cladio Monteverdi nin dünyasına girince bu yolu tuttu. Onun eserlerini tekrar tekrar inceleyerek onlara yeni şekiller verdi. Büyük bir sevgi ve istekle bu eserlerin iç yüzünü anlamak gayreti içinde, baleden başlayan ve dram yolunda ilerleyen kendi stilini yarattı. Tuttuğu bu yol isabetliydi ve sağlam esaslara dayanıyordu. Çünkü hem terbiyecinin, hem de sanatkarın gayesini birleştirerek ikisini bir bütün haline getirdi. Yaratıcılık faaliyetinin öz unsuru olarak ritmik buluşları kabul eden Orff un Schulwerk (öğretici eser) adlı eseri bugün müzik pedagojisinin temeli olmuştur. Diğer taraftan sahne eserleri de devamlı bir gelişme sayesinde çağdaş müzikli dramın örneği olmuştur. Bu eserlerde dekoru, sözü ve hareketi bizzat şekillendiren Orff, Richard Wagner den beri ilk defa olarak gerçek tiyatroyu sanat ve fikir ifadesinin merkezi haline getirdi. Bugünün ruhuna uygun olarak ataların ruhundan doğan bu yeni dramı yaratırken, meşgul olduğu eserler arasında Sophokles ve Shakespeare in eserlerini (sadece Bir Yaz Gecesi Rüyası için yazılan müzikle değil), masalları ve halk piyeslerini, Catull un şiirlerini, Benediktbeuren manastırında meydana çıkarılan orta çağdan kalma şiirleri, Monteverdi ve Hölderlin in eserlerini incelemiştir. Coşturucu bir sahne kantatı olan Carmina Burana adlı eserindeki şiirlere ait eski orjinal melodiler bu arada ortaya çıkmıştır. Bunlar neşredilince, Orff un müziğinin, onların ruhuna uygun olduğu iyice anlaşılacaktır. Bu eserden itibaren Orff, eski Yunan edebiyatından alınan, Aphrodite adlı ilahenin zaferini kutlayan TRİONFİ adlı eserine kadar, uzun fakat devamlı inkişaf arzeden bir yol katetti. Bu yolda yazdığı eserler arasında şunlar vardır: Müzik bakımından çok zengin olan ve bir kral ile akıllı bir kızın haikyesinden alınan AKILLI KIZ adlı oyun, küçük bir dünyayı tiyatroda temsil eden AY adlı piyes, Catulli Carmina (Catullus tan şiirler) adlı eserindeki aşk fikri etrafında fevkelade bir tesirle şekillendirilen sahne oyunları, temaşa denilen bir piyes nevinden hareket eden konusu eski Bavyera da geçen Die Barbauerin adlı tablolar serisi, sözlü ifadeyi yeni tınlayış esaslarına bağlayan ANTİGONE trajedyası. Bu son eser tam manasıyla Trajedyanın doğuşu (1) nu teşkil eder. Orff un sonradan meşgul olduğu OİDİPUS bunu bir daha teyit edecektir.(2) Orff bu yolda yalnız olarak yürüdü. Vaktiyle Heinrich Kaminski nin öğrencisi olması önemli değildir. Bundan daha önemli olan, önce tiyatro ve konser alanında orkestra şefliği faaliyeti, sonra da bizzat kazandığı bilgi ile bir yaratıcı ve öğretici sanatkar olmak yolunda kendi kendini yetiştirmesidir. Werner Egk ve Karl Marx gibi öğrencileri de kendi yollarını bizzat buldular. Bu da, Carl Orff un iyi bir öğretmen olduğunu en iyi şekilde gösterir. Fakat Orff un ekolü bu tabiri eski devirlerin anlamına göre kullanıyoruz -, onun uzun zamandan beri hasretini çektiğimiz yeni bir stil bulduğunu teyit eder mahiyettedir. (1) Filozof Nietzsche nin ifadesyle. (2) Bu eser 1960 da temsil edilmiştir. &&&&& bestecinin diğer önemli yapıtları; Der Mond (Ay - 1939), Die Kluge (Akıllı Kız - 1943), Die Bernauerin (Bernaulu Kız - 1947), Antigone (1949), Oedipus der Tyrann (1959), Prometheus (1968) adlı operalar; Comoedia de Christi Resurrectione (1956), Ludus de nato Infante mirificus (1961) adlı dinsel oyunlar ve De Temporum Fine Comoedia (1973, yenilenmişi 1977) adlı bir sahne yapıtıdır. Kaynaklar Klasik Müzik vikipedi Ayrıca bakınız: http://www.turkish-media.com/forum/topic/102794-carl-orff/ Carmina Burana (Orjinal) -----------------------------------------------------------------------------
  12. Jacques OFFENBACH Alman asıllı Fransız besteci, Köln sinagogunda kantorluk yapan bir musevinin oğluydu. Asıl adı Jacob Levy Eberst dir. Alfred de Musset'nin de Şamdancı Oyunu için çello eşlikli düetler besteledi. Daha sonra operetler bestelemeye başladı. 1885'te kurduğu bouffes-parisiens adlı operet topluluğuyla, kendi yazdığı operetleri Paris in ünlü tiyatrolarında sahneledi. viyana, Londra ve baden-baden'de gösteriler düzenledi. Canlı, coşkulu, şakacı müziğiyle kendine özgü bir operet türü olan Fransız Opereti ni yarattı. Şarkıları ve dansları (Can-Can Dansı), döneminde Paris yaşamının simgesi haline geldi. 1877'de operetlerini Amerika da sergiledi. Bu gezisinin anılarını Notes d'un Musicien en Voyage (bir müzikçinin gezi notları) adıyla yayımladı. 5 ekim 1880'de Paris te öldü. En bilinen operalarından biri Hoffman'ın masalları dır. Çok renkli, eğlenceli, fantastik unsurlar barındıran bir operadır. Hoffman, kadınlarla ilişkilerinde olmadık şanssızlıklara uğrayan genç bir adamdır. Opera, hoffman'ın gene aşk acıları içinde içmek için oturduğu ve Don Giovanni operasında rol alan Stella nin temsilden çıkısını beklediği tavernada etrafındakilere anlattığı üç eski aşkından oluşur. Her üç öyküde de, farklı kimliklerle olsa da, Hoffman'ın içindeki kötü ve karanlık tarafı temsil eden bir figür belirir ve onun yüzünden Hoffman'ın her işi ters gider. İlk öyküde, bu karanlık figürü, Hoffman a gerçekliği çarpıtan bir gözlük satan coppelius temsil eder. Hoffman, aldığı gözlüklerin etkisiyle, aslında şarki söyleyip dans edebilen, insan boyutunda kurmalı bir bebek olan Olympia ya aşık olur. Operanın bu bölümünde Olympia nın söylediği arya, koloratur soprano repertuarının en eğlenceli aryalarındandır, müzik kutularındaki melodileri andıran bir parçadır, gerçekten bir kurmalı bebek gibi, kesik kesik söylenmesi gerekir. Parçada birkaç kez, Olympia nın kurgusu biter, melodi iyice kesikleşir, yavaşlar, Olympia vızıltıya benzer sesler çıkararak durur ve ancak tekrar kurulduktan sonra şarki söylemeye baslar. Bu bölümün sonunda, Coppelius Olympia yı parçalara ayırır, zavallı Hoffman gerçeği görüp, bir kurmalı bebeğe aşık olduğunu anladığında dalga konusu olur ve üzüntüden kahrolur. İkinci bolümde Hoffman ın sevgilisi, keman yapımcısı Crespel in Antonia adındaki kızıdır. bu kızcağız, annesinin de ölümüne neden olmuş olan tuhaf bir hastalığa tutulmuştur, hiç şarki söylememesi gereklidir, yoksa ölecektir; ama müziği çok sevdiği için buna zor dayanmaktadır. Bu bölümün kötü figürü olan ve Antonia nın annesinin ölümünde da payı bulunan doktor Miracle, Antonia ya sözde birtakım ilaçlar verir. Hoffman Dr.Miracle konusunda Antonia yı uyarmak ister, ama Dr.Miracle Antonia yı bir şekilde yalnız yakalayarak onu büyüler, böylelikle sürekli ve artan bir tempoda şarki söyleyip iyice bitap düşmesine neden olur. Antonia, Dr.Miracle in büyüleri yüzünden ne yaptığını bilmez halde durmadan şarki söyler; yine büyüler yüzünden, bir yandan da kendisini şarki söylemeye teşvik eden ölü annesinin sesini duyar, kafası iyice karışır. sonunda tüm gücünü tüketerek cansız yere yığılır, Hoffman ın karanlık tarafı gene kazanmıştır. Hoffman ın üçüncü aşkı, Venedikli fettan bir kadın olan Giulietta dır. Bu perde, Venedik te, büyük kanal üzerinde gösterişli bir binada geçer, operanın en bilinen parçalarından olan barcarolle da (la vita e bella'da kullanilan parca da budur) bu perdededir. Bu bölümün karanlık figürü olan Dapertutto, kocaman bir elmas ile aklini çeldiği Giulietta dan, Hoffman ı bastan çıkarıp, bir şekilde, Hoffman'ın aynadaki aksini bırakmasını sağlamasını ister. Hoffman, Giulietta nın ortalığı karıştırması sonucu, önce kendisini Giulietta nın eski sevgilisiyle düello hazırlığı içinde bulur. Daha sonra Giulietta Hoffman ı ortamdan uzaklaştırıp, hayatının tehlikede olduğunu, kaçması gerektiğini, ama aşkını ve sadakatini kanıtlamak için, aynadaki aksini kendisine bırakmasını ister. Giulietta odadan çıktığında içeri giren Dapertutto, Hoffman a zehirli bir iksir verir. Odaya tekrar giren Giulietta, Hoffman için olan bardağı içer ve anında olur, Hoffman böylece bir aşkını daha kaybeder. Operanın son perdesinde, Hoffman ve tavernadaki herkes adamakıllı sarhoştur. Don Giovanni bitmiş, Stella Hoffman ı aramak üzere tavernaya gelmiştir, ama çok geçtir. Hoffman, anlatmış olduğu üç öykünün de etkisiyle, son derece ümitsiz ve mutsuzdur, sevdiği üç kadın da ölmüştür, içindeki aşkın bir daha filizlenmemek üzere onlarla öldüğünü söyler. Hoffman kendini öldürmeye niyetliyken, opera boyunca Hoffman'ın yanında olan ilham perisi Nicklaus belirir, onu teselli eder, çektiği acıların onu büyük bir sair yaptığını söyler, tüm taverna bunu kutlayarak şarkı söylerken opera sona erer. Operetleri L'alcôve Blanche La Duchesse d'Albe " Le trésor à Mathurin Pépito Luc et Lucette "Le décaméron", veya "La grotte d'azur" Entrez, messieurs, mesdames Une nuit blanche Les deux aveuex Le rêve d'une nuit d'été "Oyayaye" veya "La reine des îles" Le violoneux Madame Papillon "Operet" Paimpol et Périnette "Piyes" Ba-ta-clan Çin işi müzikal" Trafalgar – Sur un volcan "Aryalı komedi" Un postillon en gage "Operet" "Tromb-al-ca-zar" veya "Les criminels dramatiques" La rose de Saint-Flour "Operet" Les dragées du baptême "Okazyon piyesi" Le 66 "Operet" Le financier et le savetier "Operet bouffe" La bonne d'enfant "Operet bouffe" Les trois baisers du diable "Operet fantastik" "Croquefer", veya "Le dernier des paladins" "Opera bouffe" Dragonette "Opera bouffe" "Vent du soir" veya "L’horrible festin" "Operet bouffe" Une demoiselle en loterie "Operet" Le mariage aux lanternes (Le trésor à Mathurin eserinin revize verziyonu) "Operet" "Les deux pêcheurs" veya "Le lever du soleil" "Operet bouffe" Mesdames de la Halle "Operet bouffe" La chatte metamorphosée en femme "Operet" Orfe cehennemde (Orphée aux enfers) "Opera bouffon" Le mari à la porte "Operet" Les vivandières de la grande-armée "Operet bouffe" Geneviève de Brabant "Opera bouffon" Le carnaval des revues "Revü" Daphnis et Chloé "Operet" Barkouf "Opera bouffe" La chanson de Fortunio "Opera komik" Le pont des soupirs "Opera bouffon" M. Choufleuri restera chez lui le … "Opera bouffe" Apothicaire et perruquier "Operet bouffe" Le roman comique "Opera bouffon" Monsieur et Madame Denis "Opéra komik" Les bavards "Opera bouffe" Le voyage de MM. Dunanan père et fils "Opera bouffon" Jacqueline "Operet" "Opera komik" 2 perde Henri Meilhac ave Ludovic Halévy Il signor Fagotto "Operet" Lischen et Fritzchen L'amour chanteur "Operet" Les fées du Rhin "Romantik opera" Les géorgiennes "Opera bouffe" "Le fifre enchanté" veya "Le soldat magicien" "Opera komik" Jeanne qui pleure et Jean qui rit "Operet" La belle Hélène "Opera bouffe" "Coscoletto" oveya"Le lazzarone" Les refrains des bouffes "Fantazi müzikal" Les bergers "Opera komik" Barbe-bleue "Opera bouffe" La vie parisienne "Opera bouffe" La Grande-Duchesse de Gérolstein "Opera bouffe" La permission de dix heures Robinson Crusoe La leçon de chant électromagnétique "Müzikzl bouffonneri" Geneviève de Brabant (revize verziyon) Le château à Toto "Opera bouffe" Le pont des soupirs (revize verziyon) L'île de Tulipatan "Opera bouffe" La Périchole "Opera bouffe" Vert-Vert "Opera komik" La diva "Opéra bouffe" La princesse de Trébizonde "Opera bouffe" La princesse de Trébizonde (revize verziyon) Les brigands "Opera bouffe" Boule de neige (Barkoufun revize verziyonu) Le roi Carotte "Perili opera bouffe" Fantasio Fleurette (Fleurette, oder Trompeter und Näherin adıyla sahnelendi, 1872) Le corsaire noir (Der schwarze Corsar adıyla sahnelendi, 1872) Les braconniers "Opera bouffe" Pomme d'api "Operet" La permission de dix heures (revize verziyon) La vie parisienne (revize verziyon) La jolie parfumeuse La Périchole (revize verziyon) Bagatelle Madame l'archiduc "Opera bouffe" Whittington ( Le chat du diable olarak da 1893de sahnelendi) Geneviève de Brabant (ikinci revize verziyonu) Les hannetons "Revü" La boulangère a des écus "Opera bouffe" Le voyage dans la lune "Perili opera" La créole "Opéra komik" Tarte à la crême "Vals" Pierrette et Jacquot "Operet" La boîte au lait "Opera bouffe" Le docteur Ox "Opera bouffe" La foire Saint-Laurent "Opera bouffe" Maître Péronilla "Opéra bouffe" Madame Favart La marocaine "Opera bouffe" La fille du tambour-major Belle Lurette Mam'zelle Moucheron "Operet bouffe" Kaynak sozluk.sourtimes vikipedi
  13. Carl NIELSEN 1865-1931 yılları arasında yasamış Danimarkalı besteci. daha çok altı senfonisiyle tanınmıştır. Kopenhag Konservatuarı'nda keman ve müzik teorisi öğrenen Carl Nielsen, formal kompozisyon eğitimi almadığı halde bestelemeye başlamış, ilk senfonisinin prömiyerini 14 mart 1894 yılında yapmış ve Johan Svendsen'in yönettiği orkestrada ikinci kemancı olarak görev almış, ayni senfoni 1896'da Berlin de çalınınca büyük üne kavuşan besteci, Kopenhag daki krallık tiyatrosunda 1905'e kadar keman çalmaya devam etmiş. En çok tanınan senfonisinin dördüncü senfonisi olduğu belirtiliyor ama beşinciyle de başlanabilir. Bestecinin adına Odense de her sene uluslararası keman yarışması düzenlenmektedir. Eserleri Operaları:Saul Og David ve Maskarade dir. Senfonileri: Nielsen Senfoni No:1, Nielsen Senfoni No:2 ("the four temperaments"), Nielsen Senfoni No:3 ("Espansiva"), Nielsen Senfoni No:4 ("Inextinguishable"), Nielsen Senfoni No:5, Nielsen Senfoni No:6 ("Semplice") ve Nielsen Keman Konçertosu dur. Klasik Müzik Espansiva Senfonisi Springtime in funnen1
  14. ÜÇ AYNALI KIRK ODA Birgün hayatımı yazacağım.Herkes kağıt üstüne yazılanları benim hayatım sanacak, ben de hayatımı saklamış olacağım böylelikle. Saklanmanın en iyi yolu fazla görünmektir, biliyor musun? Herkes seni gördüğünü sanır, sen de rahat edersin. Kasada oturan kız gibi! Herkes kasadaki kızı görür, ama kimse tanımaz. Günün birinde yazdıklarımdan bir perde çekeceğim. MURATHAN MUNGAN &&&&&&&& UNUTMADIK Yaralı bayramlar geçti Mevsimler, butun anlamlarıyla Yüreğin koyu yerinde birikenler Kendi takvimleriyle gelip geçtiler Gelip geçti şehirler ve ölüler Unutmadık Topraktan çoban yıldızına değin Her yer Her şey Mümkündü Nazım kadar coşkulu Argon kadar asık Lorca kadar yaralıydık Unutmadık Orada bir coğrafya yağmalanıyor Orada gazetelerin ofset baskısı Orada yeniden yazıyorlar 835 satir Ve umudunu kaybetmeyen şehirler Gökyüzünun karanlık kefeniyle örttük Yıldızların delik deşik ettiği ölüleriz Adsız ölüleriz Adları bir coğrafya ile yan yana yazılan Gövdelerinizi unutmadık, unutmadık hiçbirinizi Savaşlar ve pazarlar cağıydı Ayni silahlardı kullandığımız Ayni carsılar ayni kandı Sevgiye ve kursuna açılmayan yüreklerden geçtik Pusu yataklarından, dağılmış bahçelerden Viran tarihten Uykuları çevik, namlularını oğulları gibi seven Çocuklar gibi kusup Kırda gelincikler gibi gülümseyen Müsademe çocuklarını gördük Geçip gidiyorlardı Tarihin en uzun gecesinden Pazarlarda ayni kan Ayni paranın değiş tokçusunda Karanlık carsılar Ayni kanlı tarih her defasında Bir biz kaldık bu kadar içindeyken hayatin Ölüme yakın duran Bir de on binlerin korosunda haykıran İntifada intifada İki güzelliğimiz vardı bizim Ufkumuzdan inen Ve bir daha geri dönmeyen iki güzelliğimiz Birini kursunlar, ötekini ofset baskılı resimler aldı Otuz uç kursun sikildi her birimize Kutuplar kadar uzak, baba ocağı kadar yakın Doğunun gündüz ve gecelerinde Otuz üç yıldız Hala ışığını gönderiyor bize Birkaç çakmaktaşı cebimde gezdirdiğim Birkaç karanfil Yol için ipek, uyku için maya Kalbiniz için Kara bir yemin gibi çırılçıplak Kelimeler getirdim Kaybolmuş yüzyılların vatanında Olumun erken takibe aldığı çocuklar Dağlarda değilim sizinle birlik Yalnızca mataranıza su vermeye geldim Nazım kadar coşkulu Argon kadar asık Lorca kadar yaralı Serap ile hakikat arası Cağın asamadığı uçurumlarda Gider gelirim gider gelirim Efsanelerin çeşitlendiği yol ağızlarındaki büyük kamaşma Anda gizlenen zaman Ateşin alesta dili Bitkiler, otlar, kökler Dağlanmış dil, narin rengi On binlerin dönüştüğü uğuldarken Doğunun yeni defteri Topraktan çoban yıldızına değin Her yer her şey karanlık bir pusuda Yazının, tekerleğin, tarihin İlk çocuklarından Ey büyük Mezopotamya İki bin yıllık gece Don geri bak Kardeşlerim oluyor kalbimin doğusunda MURATHAN MUNGAN
  15. YÜKSEK TOPUKLAR Bundan birkaç yıl önce yazmaya karar vermiştim bu öyküyü. Güzel ve uzun bir öykü olsun istemiştim. Her zamanki gibi onca iş, onca uğraş girdi araya; gündeliğin hayhuyunda başka öyküler, başka öykücükler; yalnızca yazılan, yazılmayı bekleyenler değil, yaşananlar da geçit vermedi... Sonunda, 'Bir gün yazarım, nasıl olsa bir gün yazarım, ' diye beklettiklerimden biri olup çıktı bu da... Kimi zaman, yazdığımda, kim bilir nasıl müthiş bir kitap olacağını düşleyip, heyecanlandıklarımdan biri olarak geliyordu aklıma; kimi zaman da yazamadıklarımın yüreğimi daraltan ağır çeki taşlarından biri olarak... Bu tür 'muhasebeler' içinde bulunduğum ruh haline göre değişiyordu; belki yazacağı onca şeyi üst üste yığıp yıllar boyu onlarla birlikte gezen bütün yazarlarda böyle oluyordur. Artık onları bilemem. Ama her zaman söylerim, yazıp da, düşlediklerinizin ne kadarını yazabildiğinizi görmektense, 'bir gün yazdığımda nasıl müthiş bir şey olacak kim bilir! ' diyerek kendinizi geleceğe ertelemeniz daha heyecan vericidir. Bilirsiniz, insanları heyecanları yaşatır. Buraya kadar söylediklerimden benim bir yazar olduğumu düşünmüş olmalısınız; hayır, değilim, ama öyle zannedilmek hoşuma gidiyor. Aslında yazıya gönül vermiş olduğumu, boş zamanlarımda, nasıl derler, 'kendi çapımda' öyküler, öykücükler, çeşitli denemeler yazdığımı, ne yazık ki, ancak birkaç yakınım biliyor. Onların da pek ciddiye aldığını sanmıyorum. Başarılı bir grafikerim, işime çok asılmamakla birlikte fena para kazanmıyorum; bunların bana yettiğini düşünüyor olmalılar. Yazdıklarımdan, yazmaya çalıştıklarımdan kimselere pek söz etmem; hem kendimi sahiden bir yazar olarak görmeyişimden kaynaklanıyor bu -insan kendini bir yazar gibi hissetmezse, başkaları için nasıl ikna edici olabilir? -; hem de heyecanlarıma kapılıp birkaç kez anlatacak gibi olduğumda, karşılaştığım genel bir kayıtsızlık, umursamaz tavırlar ya da anlattıklarımın başkaları tarafından inançsız gözlerle dinlenmesi, beni bu konuda iyice ürkek yaptı. Ben de bu arzumu kendime saklamaya karar verdim. Eğer günün birinde iyi bir kitap yazabilirsem, hepsinden öcümü almış olacağım. Murathan Mungan
  16. UNUTULMUŞ BIÇAKLAR Hem kendine kıydın Hem de bana Ardına bile bakmadan gidiyorsun şimdi Hey delikanlı Hey delikanlı Sırtımda unuttun bıçağını Ne kadar gitsen de uzağa Kanımın izi kalacak avuçlarında Hey delikanlı Hey delikanlı Geri döneceksin Bir dolunay vakti Geri döneceksin Gömmek için Beni öldürdüğün yere Kendini usulca Aşka, şiire, ölüme bırakmış Ve çoktan toprağa karışmış Bedenimin sırtında Bulacaksın ay ışığında bıçağını Kanını silip alacaksın koynuna Saplamak için başkalarına Hey delikanlı Hey delikanlı Unuttuğun bu kadar mı? MURATHAN MUNGAN
  17. VAZODA TOZLU GÜLLER Yanılmayan iki el Kapandı birbirinin üzerine Gözleri sisli kır, ad kavmi Kırık mühürler Yılların derin kalıntısından Bağışlamasız bir duruş seçti kendine Sanki artık hiç bir şey kımıldatamaz İçinde küllenen o beyaz pişmanlığı Her şeyi sessizliğiyle bütünleyerek Geçiyor kullanmadığı günlerin içinden Başka ellerin kurduğu bütün saatleri Bırakmış tozlu ayrıntıların zulmüne Akşamsefaları gibi dalgındı geçen yaz sonu Onu görmeye gittiğimde Benden öteye bakıyordu benden çoktan geçmiş bakışları Bir tek yağmurun sesiyle tanıdık Bir şeyler geçiyordu yüzünden bir ölünün anısı Kadar belirsiz bir aydınlık Nasıl birikmiş içinde bunca süzülmüş acı, Nasıl ulaşmış içindeki tedirgin erince Kopkoyu bir kötülüğe dönüşmüş onca hayal kırıklığı Kayıp kıtalar gibi baktık birbirimize. Tamamen silinmiş aklımdan Eski fotoğraflarda buluştuğumuz yer Oraya nereden gidilir şimdi? Oysa karşımda oturuyor O opal lambanın gölgesinde iyi eğitilmiş kötülüğün bütün incelikleriyle Bir de vazoda tozlu güller... MURATHAN MUNGAN
  18. TANINMIŞ ZAMAN zaman seni şimdi tanıdım her şeyi kaybettikten sonra zaman seni kullanamadım kendime tanıyamadım seni zaman suçumu biliyorum senin işini yapmaya kalktım zaman ayrıldım ayrıldım ayrılamadım zaman ne yaptım ben ben ne yaptım MURATHAN MUNGAN
  19. YILAN YASTIĞI Yolcu bir mağaraya uğrar Ve olaylar başlar Kuzey ışığı, doğu rüzgarı Güney denizleri Günbatımı Yasemin, zakkum, kara manolya Başımızı koyduğumuz yılan yastığı Efsane, zehirden sonra başlıyor Ey içinden geçtiğim ateş Yıkandığım su İncinmiş sisler içinde kalbimin doğusu Bakımsız yüzyıllardan sonra On binlerin dönüşünü akan Geri çağrılmış ırmaklar Her gün gizleriyle bakıştığımız eski uygarlıklar Kadar yabancı Gündeliğin karanlık uğultusu Efsanesi içimizi yakan Yılan yastığı Güneşin akşam dualarını söylediği mezralarda Her şey dünyanın yaradılışına benziyor Doğu rüzgarları ağzında zehirli yaprakları Esiyor esiyor Mağarada ejderha uyanıyor Yedi uyku uyumuş yolcu Yılan yastığı terliyor MURATHAN MUNGAN
  20. Claudio MONTEVERDI (15 Mayıs 1567 yılında Cremona da doğmuş, 29 Kasım 1643 yılında Venedik te ölmüştür). Claudio Monteverdi yi bugünkü tiyatroya, başkalarının yanında en müessir şekilde kazandıran Carl Orff olmuştur. Şimdiye kadar bundan habersiz olanlar da, Cremona nın yalnız keman yapısıyla ün salmadığını, Cremona lı üstat Monteverdi nin de çok değerli olduğunu öğrenmişlerdir. Müzikli tiyatro tarihi ile meşgul olan herkes, Monteverdi den az zaman evvel Floransa da birkaç sanatsever aydının yaptığı sohpetler esnasında adeta tesadüfen meydana getirdiği opera denilen bu acayip buluşu ustalıkla ihya eden bir bestecinin ne kadar çabuk ortaya çıktığını hayretle anlamış olacaktır. Bu usta besteci Monteverdi nin, Shakespeare ve Lope de Vega ile aynı yaşta olması şüphesiz bir tesadüf değildir. Barok adı verilen devrin başladığı tam bu anda, eski Yunanlılardan beri ilk defa büyük dram yazarlarından mürekkep bir nesil işe başlamış bulunuyordu. 40 yaşında iken Mantua da Orfeo operasını temsil ettiren Monteverdi dana önce ismi çok geçmiş bir kimseydi. Zira, herkesin dikkatini çeken madrigalleri, çağdaşlarının hem coşkun alkışlarını hem de itirazlarını mucip olmuştu. Insan ruhunu kökünden idrak ve ifad etmek kudreti sayesinde, sözden doğan dramı müzik yönünden yükselten Monteverdi, sonradan opera denilen şekli ilk olarak meydana getiren kimsedir. Filhakika, efsane konularını bir tarafa bırakarak tarihi bir opera olan L Incoronazione di Poppea eserini insanlarıyla, insan ihtiraslarıyla sahneye bahşettiği zaman gerçek ve önemli olan ilk operayı yaratmıştı. Sayısız dramlarından pek azı bize kadar gelmiştir. Arianna nun Feryatları adlı acıklı teganni kısmı bunlardan biridir. Fakat bu arada daima madrigaller yazmaktan kendini alamamıştır. Shakespeare ve yaşça kendisinden daha küçük olan çağdaşı Schütz gibi Monteverdi de iki devir arasındaki dönüm noktasında yaşadı. Iki devrin tezatları hayatına nüfuz etti. Fakat yaratıcı olarak şaşırmadan kendi olunda yürüdü. Sevdiği madrigalden hareket ederek operaya vardı. Madrigalde teganni edilen sözlere ifade ve renk (kroma) kudretini vermek imkanını operada buldu. Bugün bize tabii gibi görünen birçok şeyin o zaman yeni buluş olarak tasavvur edilip gerçekleştirilmesi lazımdı. Enstrümanlardan bir plana göre faydalanma, eski enstrüman korosundan orkestra nın teşekkülü, enstrümental tesirlerin kullanılış tarzı (mesela kemanların tremolosu ile dramatik bir heyecan tesiri vermek), teganni kısımlarının ariya şekline doğru geliştirilmesi, bütün bunlar Monteverdi tarafından meydana getirildi. Bu bilgileri okumak kolay, Monteverdi nin hayatı kolayca anlatılabilir. Monteverdi Gonzaga prenslerinin yanında kemancı, muganni ve şef olarak hizmet verdi. Şöhreti Venedik in San Marco kilisesinden her tarafa yayıldı. Bu isimler ve tarihler arasında acı, ıstırap ve hayal kırıklığı ile dolu olan bir hayat vardır. Mantua sarayında geçirdiği gençlik çağına Monteverdi yi kıskananların haseti karıştı ve sarayın kendisine yaptığı tantanalı vaadler onu adeta fakirliğe sürükledi. Sonra karısının vakitsiz ölümü Monteverdi için büyük bir darbe oldu. Mantua tahrip edilirken dramatik eserlerinin çoğunun kayboluşu Monteverdi yi son derece sarstı. Hayatının son günleri de sıkıntı ve keder içinde geçti; çünkü dindar ihtiyar, engizisyon (katolik kilise mahkemesi) tarafından tevkif edilen oğlunun akibetinden çok endişe ediyordu. Bu gibi teferruata burada niçin yer verildi? Çünkü bizler, kendimizden önce yaşayanlara, sanki ferdi varlıkları olmamış, dünyanın ve zamanın ne olduğunu kendi hayatımızdan da öğrendik. Bugün Monteverdi nin dini eserleri yeniden tanınmaya başlandı. Madrigallerin de tanınacağını ümit edelim. Monteverdi sayesinde opera saraylara kabul edilecek bir seviyeye yükseldi. Bu demektir ki, Avrupa nın bütün milletlerine yayılan operanın muzaffer ilerleyişine, onu yeni dramatik bir müzik nevi haline getiren Monteverdi ilk hızı verdi. Venedik Operası nın büyük ustaları Francesco Cavalli ve Marc Antonio Cesti, bu operadan teşvik gören Fransa daki Jan Bapiste Lully, İtalya daki Alessandro Scarlatti ye ve nihayet Handel, Hasse, Gluck, Mozart, Verdi, Wagner lere doğru yol açan bütün Alman ve İngiliz opera bestecilerine, yani opera adı altında müzikli tiyatroya ait bütün gelişmeye Monteverdi zemin hazırladı. ALBÜMLERİ MONTEVERDI: Opera Box Set (NTSC) Opera DVD MONTEVERDI: Orfeo (L') (Krebs, Mack-Cosack) (1955) Opera MONTEVERDI (THE BEST OF) Vocal, Choral - Sacred, Choral - Secular, Opera MONTEVERDI, C.: L'incoronazione di Poppea (DNO, 1994) (NTSC) Opera DVD MONTEVERDI, C.: L'Orfeo (DNO, 1997) (NTSC) Opera DVD MONTEVERDI, C.: Madrigals, Book 1 (Il Primo Libro de Madrigali, 1587) and Secular Manuscript Works (Delitiae Musicae, Longhini) Vocal, Choral - Secular MONTEVERDI, C.: Madrigals, Book 2 (Il Secondo Libro de' Madrigali, 1590) (Delitiae Musicae, Longhini) Choral - Secular MONTEVERDI, C.: Madrigals, Book 3 (Il Terzo Libro de' Madrigali, 1592) (Delitiae Musicae, Longhini) Choral - Secular MONTEVERDI, C.: Madrigals, Book 4 (Il Quarto Libro de' Madrigali, 1603) (Delitiae Musicae, Longhini) Choral - Secular MONTEVERDI, C.: Madrigals, Book 5 (Il Quinto Libro de' Madrigali, 1605) (Delitiae Musicae, Longhini) Choral - Secular MONTEVERDI, C.: Madrigals, Book 6 (Il Sesto Libro de Madrigali, 1614) (Delitiae Musicae, Longhini) Vocal, Choral - Secular MONTEVERDI, C.: Madrigals, Book 7, "Concerto" (Il Settimo Libro de Madrigali, 1619) Vocal, Vocal Ensemble MONTEVERDI, C.: Ritorno d'Ulisse in Patria (Il) (DNO, 1998) (NTSC) Opera DVD MONTEVERDI, C.: Ritorno d'Ulisse in patria (Il) (Glyndebourne, 1973) (NTSC) Opera DVD MONTEVERDI, C.: Vespers for the Feast of the Ascension (Arman) Choral - Sacred MONTEVERDI, C.: Vespro della Beata Vergine (Otto) Choral - Sacred MONTEVERDI, C.: Vocal Music (Sluis, Kohler, Lautten Compagney) Orchestral, Vocal, Opera MONTEVERDI: Full Monteverdi (The) - Madrigals, Book 4 (NTSC) Classical Concert MONTEVERDI: Ballo Delle Ingrate / Combattimento di Tancredi e Clorinda Orchestral, Opera MONTEVERDI: Canzonette Choral - Secular MONTEVERDI: Incoronazione di Poppea (L') (NTSC) Opera DVD MONTEVERDI: Incoronazione di Poppea (L') (PAL) Opera DVD MONTEVERDI: L'Orfeo (NTSC) Opera DVD MONTEVERDI: L'Orfeo (PAL) Opera DVD MONTEVERDI: Missa In illo tempore / Vespro della Beata Vergine / Magnificat (II) a 6 voci Choral - Sacred MONTEVERDI: Orfeo (L') Opera MONTEVERDI: Ritorno d'Ulisse in Patria (Il) (NTSC) Opera DVD MONTEVERDI: Ritorno d'Ulisse in Patria (Il) (PAL) Opera DVD MONTEVERDI: Scherzi Musicali a Tre Voci Choral - Secular MONTEVERDI: Vespers of the Blessed Virgin Choral - Sacred Klasik Müzik naxos composer
  21. Gustav MAHLER ( 7 Temmuz 1860 yılında Bohemya Kalisht de doğmuş, 18 Mayıs 1911 yılında Viyana da ölmüştür). Müzikte Romantizm 19. yüzyılın başlarından 1890 a kadar süren zaman dilimini kapsar. Bunu izleyen Geç Romantik dönem de ise (Post Romantizm) bir çok besteci klasik ve romantik ilkeleri birleştirerek eserler vermişlerdir. Gustav Mahler in yanı sıra Anton Bruckner, Richard Srauss ve Hugo Wolff da bu dönemin özelliklerini duyuran besteler vermişlerdir. Gustav Mahler in asıl uyruğu Avusturya dır. Aslı da Yahudidir. Besteci ve aynı zamanda orkestra şefidir. Müzik yeteneği çok küçük yaşlarda dikkati çekmiştir. Daha 4 yaşında iken Kalischt yöresindeki kışlada çalınan askeri müziğin, bir de köylülerin söylediği Çek halk şarkılarının büyüsüne kapılduğu söylenir. Daha o zamanlar bu şarkıları bir yandan akordeon ve piyanoda çalmakta, öte yandan besteler yapmaktadır. On yaşına geldiğinde piyanist olarak Jihlava da dinleyici karşısına çıkar ve ilk konserini verir. On beş yaşına geldiğinde Viyana Konservatuarına kabul edilir. Okul süresince çeşitli piyano ve kompozisyon ödülleri kazanır. Konservatuarı bitirdikten sonra da dersler vererek geçimini sağlamaya çalışacaktır. Mahler, Alman ve Avusturya halk kültüründen derin bir şekilde etkilenmişti. 1. Senfoni nin ikinci ölçüsünde, Avusturya nın popüler danslarından Lander in ritimleri de duyuluyordu. İlk önemli yapıtı Das Klagende (Yakınma Şarkısı)dır. Bu yapıtı ile konservatuarın koyduğu BEETHOVEN ÖDÜLÜ nü kazanamayınca orkestra şefliğine yönelmiştir ve bu görevini 17 yıl boyunca sürdürmüştür. Bu 17 yılda da Avusturya da müzikal farslar yönetmiş, zaman zaman Budapeşte ve Hamburg operalarında çalışmıştır. Gustav Mahler 1880 yılında, aynı zamanda termal bir kasaba olan Marienbad da ilk işini aldı. Nihayet yıl 1888 de Budapeşte Operası nda yönetmenliğe başlamıştır. Mahler Budapeite Operası nın yönetmenliğine atandığında tüm köşe başları tutulmuştu, fakat parlak zekası ve kendine özgü buluşları sayesinde, Wagner in Die Walküre eserinin açılışıyla dinleyicileri etkiliyerek, tümünü silip süpürdü. 1897 yılında yani 37 yaşındayken Viyana Hopofer Operası nın sanat yönetmenliği görevini üstlenir. 1902 yılında ise Alma Maria Schindler ile evlenir. Mahler in eşi Alma Schindler güzel bir kadın olduğu kadar yetenekli bir besteciydi de. İlki evlendikleri yıl, ikincisi 1904 yılında, Maria ve Anna isminde iki kız çocukları olur. 1907 yılında 47 yaşındayken Viyana Operası ndan ayrılmak zorunda kalır. Ardından bir Amerika yolculuğuna çıkar. 1908 yılında Metropolitan Operası nın yöneticiliğine getirilir. Bir yıl sonra New York Filarmoni Derneği nin orkestra eşfliğini yaparak, ününün yeniden gündeme gelmesini sağlamıştır. 1911 yılında dört yıldan beri bulunduğu Amerika Birleşik Devletleri nden her yaz gittiği Avusturya ya kesin dönüş yapar. Gustav Mahler in önemi: On senfonisi ve Romantizmin farklı bir çok türünü bir araya getiren orkestra eşlikli şarkılarının olmasıdır. Gustav Mahler in değerine gelince ölümünden sonra müziği 50 yıl görmezlikten gelindi, daha sonra da 20. yüzyılda bestecilik tekniklerinin öncüsü olduğu kabul edildi. Mahler in 5. Senfoni si, Dirk Bogarde nin başrolünü oynadığı Venedik te Ölüm filminin atmosferine önemli katkıda bulundu. En önemli yapıtlarını sıralamak gerekirse; 1880: Das Klagende Lied. 1883: Lieder Eines Fahrenden Gesellen. 1888: Lieder ais Des Knaben Wunderhorn. 1902: Kindertotenlieder. 1908: Das Lied von der Erde... Gustav Mahler in amacı, müzikte kendi yaşam öyküsünü yazmaktı. Ölüm onu 18 Mayıs 1911 yılında Venedik te yakaladı... Orkestra Şefi Bruno Walter in 35 yaşındaki Mahler için yazdığı tasvirde bakın neler demiştir: SOLGUN BİR BENİZ, ZAYIF BİR BEDEN, KISA BİR BOY, UNUZCA HATLAR, SIK SİYAH SAÇLARLA ÇEVRELENEN GENİŞ BİR ALIN, GÖZLÜKLERİN ARKASINDA SAKLANAN OLAĞAN ÜSTÜ GÖZLER, ÜZÜNTÜ VE MİZAH DOLU YÜZ HATLARI... Diğer Önemli Yapıtları Lieder und Gesänge aus der Jugendzeit (gençlik liedleri ve Şarkılar) Lieder eines fahrenden Gesellen (1883-1885; gezginci bir gencin Şarkıları) Fünf Lieder Nach Rückert (1901-02; Rückert’den 5 şarkı). Klasik Müzik vikipedi Çocukluğu Doğduğu Ev Mezarı
  22. Guillaume de Machaut (Reims, 1300 - Reims, 1377) Machaut besteciliğin yanında din adamlığı, şairlik ve diplomatlık yapmış çok yönlü bir insandı. Luxemburg Dük ü John un (King John of Bohemia) yanında 1323 ile 1346 yılları arasında sekreterlik yapmıştır. Daha sonraları ise Fransa Krali V.Charles için çalışmıştır. Fransız besteci 1340 yılında, doğduğu şehir olan Reims a tekrar yerleşmiş ve ölümüne kadar orada yaşamıştır. Bilinen en önemli eseri Messe de Notr Dame dir. Dört bolümden oluşan bu eser, bilinen en eski polifonik missa dır. 21 rondo, 23 motet, 42 ballad, 33 virelai bestelemiştir. Virelailerin hemen hepsi monofonik özelliktedir. Buna karşılık rondo ve balladlar polifoniktir. Balladlar 1 ile 4 ses arası çeşitlilik gösterir. Klasik Müzik
  23. Orlando De LASSUS (1532 yılında Mons da doğmuş, 14 Haziran 1594 yılında Münih de ölmüştür). Orlando Di Laso, yaşadığı asrın zengin ruhunu çeşitli şekilde temsil etmektedir. Flaman ekolünün geleneklerine bağlı olarak yetişen genç Orlando Di Lasso, sonraları Mozart ın yaptığı gibi etrafındaki gelişmeleri dikkatle incelemiştir. Kilise hizmetlerinden çok devlet hizmetlerinde bulunmuş, Sicilya, Milano, Napoli, Roma, İngiltere ve Anvers gibi yerlerde kaldıktan sonra Münih e yerleşmiştir. Önce Bavyera dükünün saray ve kilise korosunda muganni olarak çalışmış, sonra da bu teşkilatın şefi olmuştur. Burada, kendisine en geniş imkanları sağlıyan bir çevre bulmuştur. Belediye katibinin kızı Regina Waeckinger ile evlenerek Münih şehrinin hemşerisi olmuştur. Dükün hizmetinde eser yaratmak, hocalık yapmak ve seyahatlere çıkmak gibi çeşitli vazifeler yapan Orlando Di Lasso, kendisi kadar itibar gören besteci Andrea Gabrieli ile birlikte Frankfurt u ziyaret etmiştir. Ayrıca Venedik te yeni sanat eserlerini incelemiş ve Ferrara, Suttgart, Paris, Flaman şehirleri, Regensburg ve Roma da olduğu gibi gittiği her yerde sanatsever hükümdarının sanat elçisi olarak itibar görmüştür. Lasso, kendi devrini ve dünyasını Palestrina dan çok farklı bir tarzda aksettirmektedir. Devrinin büyük müzisyenleri ile, mesela Philippus de Monte, Münih e getirttiği genç Giovanni Gabrieli ile temas etmiş, aralarında Leonhard Lechner, Johannes Eccard ve İvo de Vento nun bulunduğu kimseleri yetiştirmiştir. Zamanın ruhani ve dünyevi alanlardaki büyük şahsiyetleriyle görüşerek, derin bir ilgi ile takip ettiği gelişmelerin içinde yaşamıştır. Şairlerle tanışıp eserlerini okuyarak Petrarca dan Hans Sachs a kadar bütün batı edebiyatına kendi eserlerinde de yer vermiştir. Bu yönleriyle onu realiteden uzaklaşmayan gerçek ve örnek bir insan olarak görmekteyiz. Derin bir anlayıştan doğan ve açık bir ifadeden çekinmeyen keskin bir mizah, diğer taraftan tam bir ciddiyet, derin bir hassasiyet ve hislerin altında sarsıntı duyan bir ruh ve eseri yaşanmış bir hadise gibi şekillendiren muhayyile kudreti sayesinde onun müziği, çağdaşlarının kendisini rarrissimo ingegno , yani olağanüstü bir deha diye övmesine sebep olan yücelik kazanmıştır. Laso, Flaman ekolünden aldığı kontrpuvan henerni bırakarak halk türküsü ayarında olan Napoli Vilanelle lerin vazıh ve homofonik tarzını kendisine mal etti. Bu yolda, istikbalin bütün unsurlarını hamil olarak zamanın en mühim şekli olan madrigal stiline erişti. Her ikisinin hususiyetlerini birleştirerek yenilikler yarattı ve asrın en büyük madrigalist lerinden biri oldu. Fransız şansonu ve Alman lied ini benimsediği zaman da böyle yaptı. Sadece önüne geleni tekrarlamakla yetinmedi. Şansonlarda Fransız esprisine uygun bir dil kullandı; liedlerde ise izdivacı ile hemşerisi olduğu halkın özelliklerini kavramaya çalıştı ve böylece yenilikler yarattı. Fakat madrigaller, kromatik renkleri ve tesirleri ile daima bu çalışmaları arasında en önemli yeri işgal eder. Bugün bile popüler olan Yankı ve Piyale gibi madrigalleri, devrin modası olan ve irticalen temsil edilen komedyaları andıran Dialog madrigalleri , Moresko şarkıları ve madrigal komedyaları bunlar arasındadır. Bu tip eserleriyle Lasso nun, asrın sonlarında Floransa da birkaç gencin tasarladığı şeye doğru yöneldiğini, yani operaya doğru gittiğini görüyoruz. Madrigallerindeki tesirlerin bir kısmını, mes ile birlikte musica sacra nın, yani mukaddes müziğin en önemli formu olan mote lerine nakletmiştir. Dinleyiciye çok dokunan Nedamet psom u (ilahi) ile dini eserlerinin özel karakterini, derin bir imandan doğan ve kalpten gelip kalbe giden (1) beşeri yönüyle de şahsi ifade tarzını belirtmiştir. Bundan dolayı, yüce bir mevkide bulunan çağdaşı mes üstadı Palestrina dan farklı olarak, daha ziyade dini aşkın ateşiyle teganni eden, kendini hayatın dertlerinden ve üzüntülerinden kurtarmış bir sanatkardır. Devrin uyanık insanları bu halini anlayarak ona eken saygı ve takdiri göstermiştir. Almanya da veya başka memleketlerde nerede olursa olsun, kilise, saray ve evlerde icra edilen müzikte Laso, tarihi bakımdan derin izler bırakan, sesle söz arasındaki münasebeti yeni bir şekilde kavrayıp geliştiren ve ona yol açan bir şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha sonraki asrın gençleri bile onun büyüklüğünü kabul etmişlerdir. Beethoven in ifadesidir. ESERLERİ Musica est Dei donum optimi - Music is the highest gift of God Four-part round (J.A.Faulkner) Salve Regina (C.Delavallée) Mon coeur se recommande à vous [attr.] (C.Delavallée) Tristis est anima mea (C.Delavallée) Tristis est anima mea (T.O Drisceoil) Matona mia cara A.Bender J'ai cherché la science... (S.Bombino) La nuit froide et sombre (Texte de Joachim du Bellay) (J.-C.Templeur). Canzone " Io ti voria" (P.Frank) Quand mon mary vient de dehors A Capella (G.A.André) Petite folle from "le quatr(iem)e livre des chansons nouvelles", 1564 (J.-C.Templeur). Audite nova Libro de Villanelle, 1581 (J.-C.Templeur). Matona mia cara Libro de Villanelle, Moresche et altre canzoni, 1581 (J.-C.Templeur). O la che bon eccho From Libro de Villanelle, Moresche et altre canzoni - Paris 1581 (J.-C.Templeur). Bauer, was trägst im Sacke Neue teutsche Lieder, geistlich und weltlich - München, 1583 (J.-C.Templeur). Annelein Neue teutsche Lieder, geistlich und weltlich - Mûnchen 1583 (J.-C.Templeur). Ich weiss mir ein Maidlein Neue teutsche Lieder, geistlich und weltlich - München, 1583 (J.-C.Templeur). O doux parler Dialogue à huict sur un sonnet de Pierre de Ronsard (J.-C.Templeur). Que dis-tu, que fais-tu Dialogue à huict sur un sonnet de Pierre de Ronsard (J.-C.Templeur). Pater Abraham(J.-C.Templeur). Prophetiae Sybillarum 0.Carmina Chromatico; 1.Sybilla Persica; 2.Sybilla Lybica; 3.Sybilla Delphica; 4.Sybilla Cimmeria; 5.Sybilla Samia; 6.Sybilla Cumana; 7.Sybilla Hellespontica; 8.Sybilla Phrygia; 9.Sybilla Europaea; 10.Sybilla Tyburtina; 11.Sybilla Erythraea; 12.Sybilla Agrippa. (G.De Merulis) 12 Fantasies for 2 parts Klasik Müzik Müzik Eğitimcisi &&&&&
  24. Aram ll'yich KHACHATURIAN (1903 - 1978) Ermeni Besteci 6 haziran 1903 yılında doğmuştur. Ermeni asilli Rus kompozitör. En popüler eseri klasik müzik compilation cd'lerinin vazgeçilmez elemanı olan "sabre dance" dır. Özellikle Sovyet Rusya nın milli bestecisi diye anılır. En önemli iki eseri GAYANEH ile SPARTACUS baleleridir. Gayanehde ünlü Sabre Dance, Spartacus de ise Adagio of Spartacus and Phrygia vardır, her ikisi de bilumum reklam ve dizi jingılları olmuşlardır. Gayaneh süitinde Dance of the Kurds diye bir melodi de vardır, melodisi klarnet ve kemanin cümbüşüdür, insani başka dünyalara götürür. Ayrıca Masquerade Süiti, Waltz, Nocturne, Mazurka, Romance, Galop bölümlerinden oluşur. Waltz bölümünde insanin kocaman bir balo salonunda görkemli giysiler içinde sarı beyaz ışıklar altında sabaha kadar dans edesi gelir Ama bir violin Concerto in D minor vardir ki Anadolu ezgileriyle bezeli müzik sizi kalpten vurur, kanınıza girer, kemana aşık ettirir, heveslendirir,çoğu zaman hüzne boğar...videosunu bulamadığım için ekleyemedim... Kendine özgü bir stili vardır Kısacası, kompozisyonlarında folklorik öğeler kullandığından bize en yakın batılı kompozitördür diyebiliriz. Dünyaca ünlü ermeni senfonist. Yüzyılın yetiştirdiği ve büyük senfonistlerin sonuncusu olarak kabul edilen Khachaturian, 1936 yılında düzenlediği piyano konçertosu ve 1942 de bestelediği "Hançer Dansı" olarak bilinen "Gayene" adli balesiyle meşhurdur. Moskova'daki "Gnesini Devlet Müzik ve Pedagoji Enstitüsü nde ve "Moskova Devlet Konservatuar ında eğitim gördü ve 1951 yılından itibaren her iki okulda da eğitim görevlisi olarak çalışmaya başladı. Genç ve enerji dolu bir besteci olarak çağdaş bati müziğinden ve özellikle "Ravel"in yapıtlarından etkilendi. Birinci Senfonisini 1935 yılında tamamladı. Bundan sonraki yapıtlarında ise Ermeni Halk Müziğinin belirgin temaları daha fazla ön plana çıkmaya başladı. 1943 yılında ikinci senfonisini Bolşevik Devriminin yirmi besinci yıl dönümü kutlamaları için yazdı. Senfonist kimliğinin yanı sıra Khachaturian basarili bir şef olmayı başardıktan sonra dünyanın birçok önde gelen senfonilerini yönetmek amacıyla konuk şef olarak devet edildi. 1951 yilinda Moskova'da ve Viyana'da yüzyilin en iyi bestekar ve sef ödülünü kazandı. İki kez Stalin ödülünü alan ve ayrıca Ermeni Ulusal Marsi'nin da bestekari olan Aram Khachaturian, birçok flm müziklerine de imza atmıştır. 1954 yılında Sovyetler Birliği nin halk sanatçısı unvanını almaya hak kazanan Khachaturian , 1959 yılında ise Lenin ödülüne layık görülmüştür. Ailesinin Khachaturian'in kültür yaşamında önemli bir yeri vardı. Esi Nina Makarova ve yeğeni Karen Khachaturian da birer besteciydiler. 2003 yılında tüm dünyada müzik lobileri ve önde gelen senfonileri tarafından Aram Khachaturian'in doğumunun 100'cü yıldönümü vesilesiyle festivaller ve anma konserleri düzenlenmiştir. Aram Khachaturian müzik dünyasında yalnızca Ermeni Halk Müziğinin temalarını senfoniye döken bir bestekar olmanın yanı sıra, yüzyılın yetiştirdiği en genç senfonist ve de dünyaca ünlü senfonistlerin oluşturduğu zincirin son halkası olmuştur. 1978 yılında hayata veda eden Aram Khachaturian Ermenistan ın başkenti Erivan'da toprağa verilmiştir. Başlıca Eserleri 1935 I. Senfonisi 1936 Piyano Konçertosu 1939 Mutluluk 1940 II. Senfonisi 1940 Keman Konçertosu 1942 Gayane Balesi ve Hançer Dansı 1943 III. Senfonisi 1944 Maskarad (Maskeli Balo Senfonik Süit) 1946 Viyolonsel Konçertosu 1953 Spartacus Balesi (iki bale) başlıca eserleridir. Klasik Müzik &&&&& Bellagio Fountain Show - Gayaneh-Suite: Dawn, Ayeshe's Dance Besteci:Aram ll'yich KHACHATURIAN

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.