Misafir aslan34 Gönderi tarihi: 7 Temmuz , 2007 Gönderi tarihi: 7 Temmuz , 2007 Ali Bulaç'tan AK Parti eleştirisi Ak Parti eleştirisi (1) İki senedir en yüksek perdeden AK Parti iktidarının 5 temel sorunla yüz yüze bulunduğunu söyledim ve yazdım. AK Partililer, binbir iftira ve yalan üreterek karşılık vermeye, bu eleştirilerin etkisini küçültmeye çalıştılar. Fakat gelişmeler söz konusu eleştirilerin ne kadar yerinde olduğunu açıkça ortaya koymuş oldu. Önce beş temel eleştiri noktasının ne olduğunu hatırlamakta fayda var: 1) Gelir bölüşümünde adalet sağlanamadı. AK Parti hükümeti, takip ettiği ekonomi politikalarıyla son tahlilde zengini daha çok zengin ediyor. Sıkı usullerle uygulanan IMF politikaları yoksul kesimlerin, çalışanların, çiftçinin, emeklinin, esnafın durumunda herhangi bir iyileştirme meydana getirmedi. Finans sektöründeki hareketliliği reel ekonomiden ayırmak gerekir. Aslolan reel ekonomide yaşanan ciddi sorunlar, vukua gelen büyük haksızlıklardır. Elimizde somut veriler var. Mesela, Koç Grubu, 2010 hedefine beş sene önce, yani 2005'te ulaştığını açıkladı. Koç Grubu, nasıl bir cennette iş yapıyor ki, servetini katlıyor. Aydın Doğan, bu hükümet döneminde tam 8 kat büyüdü. 2002 yılına kadar Türkiye'den 3 dolar milyarderi vardı, şimdi bunların sayısı 21'e çıktı. Kim ne derse desin, resmi rakamlara göre 19 milyon yoksul ve 1 milyon aç insan var. Çalışan, yani iş bulduğunu söyleyenlerin yarısından biraz fazlası asgari ücretle çalışıyor, yani aylık gelirleri 300 dolardan fazla değil. Bütün çabasını zenginleri daha çok zengin etmesine harcamış olmasına rağmen, Koç Grubunun patronu Rahmi Koç "Bunlar ekonomide iyi, ama başka konularla ilgilenmesinler, eşi başörtülü cumhurbaşkanı seçmeye çalışmak olmaz" dedi. Demek ki, yaranamadılar. 2) Bütün umutlar AB üyelik sürecine bağlanmasına rağmen, Müslümanların temel hak ve özgürlükleri konusunda hiçbir iyileşme meydana gelmedi. Gelmediği gibi daha da kötüleşti. Başörtüsü sorunu, İmam Hatip Okulları, Kur'an kursları ve diğer konularda her zamankinden çok daha büyük sıkıntılar yaşanıyor. 2002 yılında AB'ye destek yüzde 76'lara çıkmış bulunuyordu. Bu aynı zamanda Hükümet'in tutumunun da tasvibi ve bazı beklentilerin ifadesi anlamını taşıyordu. Şunun unutulmaması lazım, eğer bu destek ve AK Parti hükümeti olmasaydı, Türkiye AB üyelik sürecinde bu mesafeyi alamazdı, fakat bu karşılıksız bir destek oldu. Geldiğimiz noktada şu açıkça ortaya çıktı ki, hükümet AB üyelik sürecini iyi kullanamadı. Müslümanlar 28 Şubat sürecinin akebinde fonksiyonel düşüncelerle AB'yi desteklediler, durumlarında bir rahatlama olma düşüncesini taşıyorlardı. 2002 'de AK Parti iktidara gelince, AB ile olan ilişkilerin her aşamasında sorunları çözülecek, AK Parti bunları gündeme taşıyacaktı. Tam aksine oldu. Yapılması gereken şey, Müslüman cemaat ve grupların temel hak ve özgürlük taleplerini AB üyelik sürecine dahil etmek ve bu konuda ısrarcı davranmak olmalıydı; fakat AK Parti iktidarı Müslümanların hassasiyetlerini sürece dahil etmedi, gündeme bile almadı, AB'den gelen reform paketlerini sorgusuz sualsiz kabul edip geçirdi. İdam cezasını kaldırdı, zinayı yasak olmaktan çıkardı. Süreç eşcinselleri bile kanunların koruması altına alırken dindar kitleleri görmedi bile. Bugün eşcinselliğin aleyhinde yazmak ve konuşmak kanunen suç oldu. Müslüman cemaatlerin bugün AB'ye olan destekleri azalmışsa, bu aslında AK Parti'ye olan umutlarının da azalmasının bir başka yönden göstergesidir. Çünkü bu süreçte AK Parti değil de, mesela CHP veya başka bir sağ parti iktidarda olsaydı, zaten bundan farklı bir sonuç hasıl olmayacaktı, yani onlar da Müslümanların taleplerini dile getirmeyecek, dertlerine tercüman olmayacaklardı. Bu bağlamda AK Parti ile diğer partiler arasında hiçbir fark yoktur, bundan sonra ise AB üyelik sürecinin bir rahatlama getireceği hayalden ibarettir, çünkü şartlar kökten değişti. Ak Parti eleştirisi (2) Bütün yumurtalarını AB sepetine koyma riskini göze almasına rağmen, AB sürecinden Müslüman kitlelerin temel hak ve özgürlükleri alanlarında iyileşeme sağlama yönünde hiçbir mesafe alınmadı. Bunun sebebi AK Parti'nin bu sorunları somut ve açık bir talep olarak AB gündemine sokmaktan istinkaf edinmesidir. "AB bu talepleri kaale almaz" demenin hiçbir mazereti yoktur. AK Parti, AB'yle ilgili vizyonunu ve değerlendirmeye mesnet teşkil edecek düşüncelerini liberal aydınlardan aldı, bu aydınların öncelikleri arasında Müslümanların temel hak ve özgürlükleri hiçbir zaman yer almadılar, hatta Müslümanların hak ve özgürlük taleplerini "dini vecibeler" statüsünde bile kabul etmediler. Maalesef AK Parti kendi asli ve hakiki referans çerçevesini değiştirmek suretiyle, trajik bir biçimde kendi kalesine gol atmayı marifet bildi. Eğer kararlı davranılsaydı AB'nin Müslümanların hak taleplerini geri çevirmesi düşünülemezdi. Madem ki, AB'nin de Türkiye'ye ihtiyacı var –ki eski İtalya Başbakanı ve AB'den başka yetkililer bunu açıkça itiraf ediyor ve elbette öyledir- bu durumda hükümet her masaya oturuşunda Müslümanların sorunlarını dile getirmeliydi. En azından Almanya'da Merkel'in, Fransa'da Sarkozy'nin başa gelmesinden önce bunlara bir hal çaresi bulunmalıydı. Fakat hükümet kendini bu sorunlarla ilişkilendirmekten dahi korktu; öyle ki Başbakan'ın en yakın adamı televizyon ekranlarında "Biz kamuda hizmet verenlerin başörtüsü kullanmasına karşıyız, bu laikliğe aykırıdır" dedi. 3) Genel dış politika sorunlarıyla ilgili olarak hükümetin elinde AB yol haritası ve ABD'yle uyumlu bir dış politika izlemekten başka bir inisiyatif olmadı. Hatta uluslar arası ilişkiler ve dış politika konularında uzman olan akademisyen ve gözlemcilerin açıkça ifade ettikleri gibi, AK Parti'nin kendini Amerika ve Avrupa nezdinde "desteklenmeye değer parti" olarak takdim etmesinin en önemli argümanı budur. Eğer AK Parti, AB üyelik sürecini bütün var gücüyle ve samimiyetle yürüteceği yönünde sağlam bir taahhütte bulunmamış olsaydı, dış güçlerin onu desteklemesi düşünülemezdi. Dış politika konularında yeterince donanımlı olmadığı herkesçe bilinen lider buna inandırıldıktan sonra, AB üyelik sürecine dört elle sahip çıkıldı. Bunun başlı başına bir nakısa olduğunu düşünenler elbette haksız değil. Şu varki, toplumda o gün için var olan genel eğilim, AB üyelik sürecinin Müslüman kitlelerin çektiği sıkıntıları aşmalarında umut vereceği yönündeydi. Bunun hangi ölçülerde özgün veya başarılı bir tutum olduğu konusu üzerinde yeterince durulmuş, çok yönlü muhasebesi yapılmış değildir. Hükümetin –dış etkin destek kaygısıyla ve elbette AK Parti'nin kuruluşunda rol oynayan büyük güçlerle uzlaşma doktrini çerçevesinde- İsrail'le giriştiği açık ve gizli ilişkiler –en azından- Türkiye'yi "arkadan giden bir ülke" konumuna itti. Öyle bir noktaya geldi ki, Türkiye, Amerika ile bile ilişkilerini "İsrail üzerinden kurma"ya başladı. Türkiye gibi bir ülkenin elbette radikal bir biçimde Amerika, Avrupa ve hatta İsrail'le ilişkilerini kesmesini beklemiyor. Bu aşamada, yakın veya orta vadede çok akıllı bir tutum olmaz. Ancak elindeki gücü, avantajı ve kozları görmezlikten gelip, bir iktidarın iplerini İsrail'e kaptırması kabul edilemez. Kim bu yönde eleştiri yapıyorsa, iktidar çevresi "Bunlar radikal adamlar, real politikten anlamazlar" diye suçlamaktadırlar ki, bu da tamamiyle boş bir propagandadan ibarettir. Hakikatte olan şu ki, İsrail ile ilişkiler hiçbir zaman iddia edildiği üzere real-politik hesaplar dahilinde kurulmamış –ki kimsenin buna itirazı yok-, aksine içerde iktidara gelmenin ve iktidarda kalmanın yegane imkanı ve güvencesi olarak görülmüştür. Bazı münferit ve iç politikaya dönük çıkışlar bir yana, İsrail'le ilişkiler hiçbir dönemde bu seviyeye çıkmış değildir; öyle ki dünyadaki en büyük Yahudi kuruluşu olan JİNSA, 28 Şubat sürecinin baş aktörü Çevik Bir'den sonra ikinci ödülü Başbakan R. Tayip Erdoğan'a verdi. İsrail ve Yahudi kuruluşları, dünyada hiç kimseye, real politika yürüten kimselere bu ödülü vermez. Ak Parti eleştirisi (3) AK Parti hükümetinin dış politikada altını çizdiği 'başarı', "Bölgede inisiyatif aldığımız" yolundaki iddiadır. Bu konuda elbette önemli başarılar sağlandı, ama stratejik yönüyle atılan söz konusu adımların büyük bir bölümünün BOP çerçevesinde düşünüldüğü göz ardı edilemez. Başbakan Erdoğan açık bir biçimde "Biz BOP'un eş başkanlığını yapıyoruz, bizim bu projeyi hayata geçirme gibi bir görevimiz ve misyonumuz var" demiştir ki, Türkiye'de yükselmekte olan ulusalcı dalganın öne çıkardığı öfkeyi bundan bağımsız düşünemeyiz. "BOP'a karşı çıkmak" ile "ulusalcı olmak veya ulusalcılarla bir safta yer almak" aynı şeyler değildir; bu retorik basit bir propagandadır. BOP'un içinde Türkiye'nin de yer aldığı 22 İslam ülkesinde rejim ve siyasi harita değişikliğini ön gördüğünü kimse görmezlikten gelemez; yayınlanan haritalar bunun psikolojik ön hazırlığından başka bir şey değildir. Irak, Lübnan, Filistin paramparça ediliyor; sırada Suriye, İran ve diğer ülkeler var. Afganistan, Sudan ve Somali'nin trajik durumu ortada. Türkiye de bu kapsam içinde. BOP kesin olarak İslam dünyasının parça parça bölünmesini ve hiçbir parçasının İsrail'den daha büyük ve daha güçlü olmamasını hedeflemektedir. Amerika, bölgede İsrail'den daha muktedir hiçbir Müslüman topluluğu istemiyor, elinde kılıç tezgahın üzerine serdiği atlas kumaşı canı istediği gibi parçalara ayırıyor. Böyle iken AK Parti iktidarı nasıl kendini BOP'la ilişkilendirebilir, bunu seçmen kitlesinin ve iki üç nesildir kendini bu davaya adamış samimi mü'minlerin kendi vicdanlarında bu soruya cevap araması lazım. Hafızamızı tazeleyelim: 1 Mart 2003 tezkeresi tartışmaları sırasında Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, açıkça "Bu hükümetin bu tezkereyi geçirme gibi bir misyonu var" demişti. 1 Mart tezkeresi, sanıldığının aksine Türk askerinin Irak'a girişini öngörmüyor, sadece 65 bin Amerikan askerinin Türkiye'nin Güneydoğusu'na yerleşmesini öngörüyordu ki, bu başımıza gelebilecek en büyük felaketti. Dış basında Amerika'nın sadece askerlerini Türkiye'ye konuşlandırmak istediği, Türk askerinin Irak'a girmesinin asla söz konusu olmadığı yazıldı çizildi. Türk medyası ise halkı doğru dürüst bilgilendirmedi. Tezkerenin geçmemesi Türkiye'ye bölgede ve dünyada büyük bir itibar kazandırdı, ama herkes biliyor ki, 1 Mart tezkeresi Başbakan'a, hükümete ve Amerikan Neoconların hükümet içindeki acenteleri misyonuyla faaliyet gösteren danışmanların oluşturduğu politbüroya rağmen geçmemiştir. Eğer hükümete kalsaydı itibarımız sıfıra müncer olur, ülkemiz de felakete düşerdi. Neoconların Türkiye için hangi felaket senaryolarını yazdıklarını son Hudson Enstitüsü'nün skandal toplantısı ortaya koymuş bulunmaktadır. Hükümetin en yüksek düzeydeki elemanları "Biz çok boyutlu bir dış politika izliyoruz, çok eksenli politika izlemiyoruz, bizim tek eksenimiz var, o da AB üyelik sürecidir" demişlerdir ki, bu, yeterince Türkiye'nin Ortadoğu'da ve Afrika'da hangi amaçlarla girişimlerde bulunduğunu gösteriyor. Mısır'da girişilen faaliyetlerin birinci derecedeki amacı, İsrail'in kendi adına ve kendi başına yapamadığı ekonomik faaliyetleri Türk şirketleri üzerinden yapması, böylelikle Afrika'ya açılmasını sağlamaktır. Orada faaliyet gösteren ve Mısır hükümeti tarafından önemli avantajlarla desteklenen Türk firmaları, üretimde kullanacakları hammaddenin asgari yüzde 12'sini İsrail'den veya İsrailli bir firma üzerinden almak ve yine ürettikleri malları Amerikalı firmalar aracılığıyla ihraç etmek zorundadırlar, aksi halde orada faaliyet göstermeleri mümkün değildir. Bu hükümet ve stratejistleri Türkiye'yi "basit bir kanat ülke", üzerinden gelip geçilen, çiğnenen "bir köprü" ve zavallı "bir hamal" olarak algılamış, bize bu misyonu uygun görmüşlerdir. "Biz küresel güç olması gereken Avrupa'yı Ortadoğu'ya, Asya'ya, Türki cumhuriyetlere, İslam dünyasına taşıyacağız" demek gurur kırıcıdır, vizyon körlüğüdür. AK Parti eleştirisi (4) 4) Hükümetin ve AK Parti'nin yolsuzluklarla mücadele etme gibi bir iddiası ve vaadi vardı. Yolsuzluklarla mücadele siyasetin temel sorunudur, bu yüzden genel olarak bütün partilerin bu yönde vaadi olur. Fakat "dini ve ahlâki" ya da Erbakan'ın deyimiyle "ahlâk ve maneviyat"a dayalı değerleri öne çıkaran Milli Görüş partileri herkesten çok bu konuya vurgu yaptılar ve bu genel olarak kamuoyu nezdinde kabul gördü. Herkes bu çizgideki siyasetçilerin Türkiye'yi arındıracaklarını, temiz bir ülke meydana getireceklerini düşünmeye başladı. Gel gör ki AK Parti etrafında toplanan hacıyatmazların yolsuzlukları ayyuka çıkmış bulunmaktadır. Deyim yerindeyse bazıları "deveyi hamuduyla yemektedirler". Bu seçimin en önemli konularından birinin "yolsuzluklar" olması beklenirken, merkezdeki çekirdek, AK Parti'ye siyaset zarar vermek –aslında sonuç itibariyle yarar sağlamak- amacıyla bu partiyi "din" üzerinden vurma yolunu seçti, bir kere daha bir muhtıranın gerekçesi "irtica" gösterildi ve irticanın belirtisi de Urfa'da Kutlu Doğum haftasında ilahi okuyan 7-12 yaş arası kız çocukları gösterildi. Oysa belli başlı merkezlerde ve medya plazalarında saklı tutulan "yolsuzluk dosyaları" açılsaydı belki sonuç farklı olurdu. Her ne ise, ortada olan gerçek şu ki, bazı bakan çocuklarının özel avantaj sağlamaları için sınırlı zaman dilimine mahsus kanunlar çıkartılmakta, daha bıyıkları yeni terlemiş gençler kolayca armatör olabilmektedir. İran İslam devrimi, radikalizm vb. her platformda Müslümanların her fikriyatını sömürüp, sonraları bu işleri bırakanlar, RP zamanında saç sakal takva gezenler, parmaklarında kalın gümüş yüzük takanlar ile ANAP'ta ve MHP'de hiçbir varlık gösteremeyenler ve yine bir zamanlar Prof. Necmettin Erbakan ve R. Tayyip Erdoğan'a ağız dolusu sövüp küfredenler, adeta bir blok kurarak bu iktidar döneminde kamunun kaynaklarını hortumlamaya başladılar. Bir anda zengin olanlar kibir, haset ve sonradan görmelik üreterek toplumda bazı kesimlerin kendilerine ve onların şahsında bütün Müslümanlara husumet beslemelerine sebep olmuşlardır. Ulusalcıların düzenlediği Cumhuriyet mitinglerinde bu öfkenin izlerini görmezlikten gelmek yanlış olur, bunun üzerinde tefekkür edip gerekli dersleri çıkarmak lazım. Müslüman servetini sadece helal yollardan kazanır; emek vermediği, hak etmediği şeye göz dikmez; parasını gösteriş malzemesi yapmaz, başkalarını kıskandırmaz, hayır ve infak yolunda kullanır. Bir zamanlar renkli elbise giyilmesine karşı çıkan yedi kat takva sahibi kadınlar, şimdi bakan eşleri olarak günde birkaç kez kıyafet değiştiriyor, kameralar önünde eşlerine pastalar yediriyor, İslam'ın usul ve adabına aykırı şımarıkça hareketler sergiliyorlar. Bu Müslümanların edebi, örfü, kültürü değildir. Bazıları da şarabın tadını bilmeseler bile şarap koleksiyonları yaptıklarını söylüyor, "eşimin başı örtülü olsa da olur olmasa da olur" diyor; "Başörtüsü diye genel bir sorun yok, bağırıp çağıranların sayısı yüzde 1,5'uğu geçmez" demekten haya etmiyorlar. Peki, bütün bunların manevi bir karşılığı olmayacak mıydı? Allah'ın sillesi gelmeyecek miydi? 5) Bir başka önemli nokta, AK Partililer'in "Milli Görüş gömleğini çıkardık, değiştik" derken, Müslümanların 150 senedir mücadelesini verdikleri bütün toplumsal, kültürel ve siyasi davalarını, öne çıkardıkları sorunları reddetmeleri; din ile hayatın arasını açmaları; geç kalmış laikçilerin dilini kullanıp dinin ekonomiyle, parayla, bölge siyasetiyle, kamusal hayatla ilişkisinin olamayacağını söylemeleri ve "Beyler siz ne diyorsunuz" diye soranlara "radikalizm" yaftasını yapıştırmalarıdır. Asla affedilmemesi gereken şu ki, bu profesyonel siyasetçilerin siyasete "Müslüman veya İslamcı" başlayıp, iktidara gelme noktasına yaklaştıklarında sayısız insanın emeği, mü'minlerin acısı ve gayretiyle oluşmuş bu mirası reddedip İslamcılığı küçümsemeleridir. Kasımpaşa'da 50 yıllık Kur'an kursunu yıktırmak, İzmit'te başörtüsü eylemi yapan ve canı yanmış kızları coplatmak bu çerçevede, yani "İslamcılık'tan ne kadar uzaklaşıldığı" yönünde verilen mesajlardı. Bu açıkça İslamcılığın, başka bir ifadeyle Müslümanlığın, yani "dinin siyasette istismarı"dır. Bir de "dinsel milliyetçilik" üzerinden Müslümanların evrensel inanç kardeşliği ve birliklerinin ismi olan ümmet fikri ve idealinin seçim meydanlarında yuhlatılması konusu var ki, Allah kısmet ederse bu dizinin bitiminden sonra bu konuyu özel olarak ele almaya çalışacağım. Çünkü eğer Müslüman kimliğiyle önde olan insanlar "din ile siyaseti, din ile ekonomi"yi birbirinden ayırıp, Müslümanların evrensel birliği inancı olan ümmet fikrini yuhalatırsa ve buna biz Müslümanlar ses çıkarmayacak olursak, Allah bizim ve ülkemizin üzerindeki korumasını kaldırır, her türlü azaba müstahak oluruz. AK Parti eleştirisi (5) 4) Hükümetin ve AK Parti'nin yolsuzluklarla mücadele etme gibi bir iddiası ve vaadi vardı. Yolsuzluklarla mücadele siyasetin temel sorunudur, bu yüzden genel olarak bütün partilerin bu yönde vaadi olur. Fakat "dini ve ahlâki" ya da Erbakan'ın deyimiyle "ahlâk ve maneviyat"a dayalı değerleri öne çıkaran Milli Görüş partileri herkesten çok bu konuya vurgu yaptılar ve bu genel olarak kamuoyu nezdinde kabul gördü. Herkes bu çizgideki siyasetçilerin Türkiye'yi arındıracaklarını, temiz bir ülke meydana getireceklerini düşünmeye başladı. Gel gör ki AK Parti etrafında toplanan hacıyatmazların yolsuzlukları ayyuka çıkmış bulunmaktadır. Deyim yerindeyse bazıları "deveyi hamuduyla yemektedirler". Bu seçimin en önemli konularından birinin "yolsuzluklar" olması beklenirken, merkezdeki çekirdek, AK Parti'ye siyaset zarar vermek –aslında sonuç itibariyle yarar sağlamak- amacıyla bu partiyi "din" üzerinden vurma yolunu seçti, bir kere daha bir muhtıranın gerekçesi "irtica" gösterildi ve irticanın belirtisi de Urfa'da Kutlu Doğum haftasında ilahi okuyan 7-12 yaş arası kız çocukları gösterildi. Oysa belli başlı merkezlerde ve medya plazalarında saklı tutulan "yolsuzluk dosyaları" açılsaydı belki sonuç farklı olurdu. Her ne ise, ortada olan gerçek şu ki, bazı bakan çocuklarının özel avantaj sağlamaları için sınırlı zaman dilimine mahsus kanunlar çıkartılmakta, daha bıyıkları yeni terlemiş gençler kolayca armatör olabilmektedir. İran İslam devrimi, radikalizm vb. her platformda Müslümanların her fikriyatını sömürüp, sonraları bu işleri bırakanlar, RP zamanında saç sakal takva gezenler, parmaklarında kalın gümüş yüzük takanlar ile ANAP'ta ve MHP'de hiçbir varlık gösteremeyenler ve yine bir zamanlar Prof. Necmettin Erbakan ve R. Tayyip Erdoğan'a ağız dolusu sövüp küfredenler, adeta bir blok kurarak bu iktidar döneminde kamunun kaynaklarını hortumlamaya başladılar. Bir anda zengin olanlar kibir, haset ve sonradan görmelik üreterek toplumda bazı kesimlerin kendilerine ve onların şahsında bütün Müslümanlara husumet beslemelerine sebep olmuşlardır. Ulusalcıların düzenlediği Cumhuriyet mitinglerinde bu öfkenin izlerini görmezlikten gelmek yanlış olur, bunun üzerinde tefekkür edip gerekli dersleri çıkarmak lazım. Müslüman servetini sadece helal yollardan kazanır; emek vermediği, hak etmediği şeye göz dikmez; parasını gösteriş malzemesi yapmaz, başkalarını kıskandırmaz, hayır ve infak yolunda kullanır. Bir zamanlar renkli elbise giyilmesine karşı çıkan yedi kat takva sahibi kadınlar, şimdi bakan eşleri olarak günde birkaç kez kıyafet değiştiriyor, kameralar önünde eşlerine pastalar yediriyor, İslam'ın usul ve adabına aykırı şımarıkça hareketler sergiliyorlar. Bu Müslümanların edebi, örfü, kültürü değildir. Bazıları da şarabın tadını bilmeseler bile şarap koleksiyonları yaptıklarını söylüyor, "eşimin başı örtülü olsa da olur olmasa da olur" diyor; "Başörtüsü diye genel bir sorun yok, bağırıp çağıranların sayısı yüzde 1,5'uğu geçmez" demekten haya etmiyorlar. Peki, bütün bunların manevi bir karşılığı olmayacak mıydı? Allah'ın sillesi gelmeyecek miydi? 5) Bir başka önemli nokta, AK Partililer'in "Milli Görüş gömleğini çıkardık, değiştik" derken, Müslümanların 150 senedir mücadelesini verdikleri bütün toplumsal, kültürel ve siyasi davalarını, öne çıkardıkları sorunları reddetmeleri; din ile hayatın arasını açmaları; geç kalmış laikçilerin dilini kullanıp dinin ekonomiyle, parayla, bölge siyasetiyle, kamusal hayatla ilişkisinin olamayacağını söylemeleri ve "Beyler siz ne diyorsunuz" diye soranlara "radikalizm" yaftasını yapıştırmalarıdır. Asla affedilmemesi gereken şu ki, bu profesyonel siyasetçilerin siyasete "Müslüman veya İslamcı" başlayıp, iktidara gelme noktasına yaklaştıklarında sayısız insanın emeği, mü'minlerin acısı ve gayretiyle oluşmuş bu mirası reddedip İslamcılığı küçümsemeleridir. Kasımpaşa'da 50 yıllık Kur'an kursunu yıktırmak, İzmit'te başörtüsü eylemi yapan ve canı yanmış kızları coplatmak bu çerçevede, yani "İslamcılık'tan ne kadar uzaklaşıldığı" yönünde verilen mesajlardı. Bu açıkça İslamcılığın, başka bir ifadeyle Müslümanlığın, yani "dinin siyasette istismarı"dır. Bir de "dinsel milliyetçilik" üzerinden Müslümanların evrensel inanç kardeşliği ve birliklerinin ismi olan ümmet fikri ve idealinin seçim meydanlarında yuhlatılması konusu var ki, Allah kısmet ederse bu dizinin bitiminden sonra bu konuyu özel olarak ele almaya çalışacağım. Çünkü eğer Müslüman kimliğiyle önde olan insanlar "din ile siyaseti, din ile ekonomi"yi birbirinden ayırıp, Müslümanların evrensel birliği inancı olan ümmet fikrini yuhalatırsa ve buna biz Müslümanlar ses çıkarmayacak olursak, Allah bizim ve ülkemizin üzerindeki korumasını kaldırır, her türlü azaba müstahak oluruz. Ak Parti eleştirisi (6 ve son) Bugün AK Parti"yi eleştirmek elde ateş tutmaya benzer. Bunun maliyeti var. Bir kere AK Parti, İslami kesimden yapılan hiçbir eleştiriye müsamahakar bakmıyor. Bunu açıkça ve fiilen gösteriyor. Küçük bir çevrenin manipülasyonlarına dayalı dolaşımın dışına çıkmıyor. Milli Görüş partilerinde verilmiş kararların teyidi için müşavere yapılırdı, AK Parti'de “küçücük bir insan grubu”nun ördüğü çemberin dışına çıkılmaması için sureta müşaverelere bile başvurulmadı. "Eleştiri" kendini dış dünyaya kapatan örgütün haricinden bir tür "müşavere"dir, eleştiriye karşı çıkan en temel bir ilkeye, yani müşavereye de karşı çıkmış olur. Bu durumda eleştiri müşavere yanında "meşru muhalefet" anlamını da taşır ve her Müslüman entelektüel bunu yapmalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.) "Müşavere eden pişman olmaz" buyurmuştur. Eğer hakkını vererek müşavere etselerdi, duyargalarını herkese, özellikle onları eleştirenlere açsalardı, 27 Nisan muhtırasına maruz kalmaz, böylesine derin bir krize girmezlerdi. Kim ne derse desin, söz konusu krizin ortaya çıkmasında, cumhurbaşkanının seçilmemesinde AK Parti kurmaylarının büyük sorumluluğu vardır, elbette antidemokratik bir sürecin mağdurudurlar ve siyasetten, demokrasiden yana olan her namuslu kişi –onlara muhalif olsun olmasın-, bu süreçte AK Parti"nin yanında, yani "siyasetin ve demokrasi"nin yanında yer almak zorundadır, ancak "mağdur rolü" oynamak sorumluluğu ortadan kaldırmaz. AK Parti"yi eleştirmenin zorluğu ve getirdiği yüksek maliyet yanında "taktik açıdan başka bir zorluğu” var. Soru şu: 2002"den bu yana iktidar olan AK Parti"yi hangi perspektiften bakarak ve hangi kavramsal çerçeveden hareketle eleştireceksiniz? İslami bir perspektiften baktığınız zaman, AK Partililer, hemen kendilerini "dışarı" çıkarıp “-Canım, Parti sözcüleri, zaten İslamiyet"i referans almadıklarını, dine dayalı bir siyaset yapmayı reddettiklerini söylüyorlar. Diğer partiler gibi herhangi bir partidir, sizin bu konuda gösterdiğiniz İslami hassasiyetin bir anlamı yoktur” demeye başlarlar. “-Tamam, o zaman DYP"yi, MHP"yi veya ANAP"ı eleştirdiğimiz gibi AK Parti"yi de sıradan bir sağcı-muhafazakar parti olarak eleştirelim” dediğinizde de, bu sefer taktiği değiştirip “-Kardeşim, haklısın, bütün bunlar doğru, ama biraz insaf etmek lazım, bu adamlar diğerleri gibi mi? Müslüman, dindar insanlar, nasıl onları diğer sağcı politikacılarla aynı kefeye koyarsın?” demeye başlarlar. Hayır, bu bir "savunma ve eleştirileri savuşturma taktiği"dir. Bunun ne İslamiyet"te ne demokratik siyasette yeri vardır. Eğer AK Parti İslamyet"i diğer laik partiler gibi referans almıyorsa –ki radikal değişim geçirdiklerini söyleyen liderlerinin beyanı bu yöndedir- o zaman diğer partileri eleştirdiğimiz gibi bizim bunları eleştirme hakkımız vardır; yok eğer Müslüman/dindar kimliklerini hala önemsiyorlarsa, yine bizim İslami kaygılarla onları eleştiri hakkımız vardır. Burada AK Partililer"in bu taktiği bir kenara bırakıp sahiden "ne oldukları"na artık karar vermeleri gerekir. AK Partililer, laik kesim gazetecileri önünde yerlere kadar eğilirken, "Vay Tayyip vay!" manşetini atanları baş tacı edip, küfür ve hakaretlerine eyvallah derken; bizim camiadan, Müslümanlardan en ufak eleştiri yapanları işlerinden ettiler, çoluk çocuklarının ekmekleriyle oynamaktan çekinmediler, gazete yönetimlerine ve patronlarına emirler yağdırarak, direktifler vererek bu güzel insanları kapı önüne koydular. Ayette tavsiye edilenin tam aksi neyse, onu yapıyorlar: Başkalarına son derece yumuşak ve demokrat olan AK Partililer, kendi mahallelerinden olanlara karşı olabildiğince acımasız, sert, hoşgörüsüz ve despotça davranıyorlar. AK Parti iktidarında fikri şahsiyetini muhafaza ettiği veya yalakalık yapmayı kendine yakıştırmadığı için işinden olan gazeteci, entelektüel ve yazarları hepimiz biliyoruz. Bu ülkenin halkı, bu halkın tabii liderleri, kanaat önderleri, yazarları, hocaları hancı; siyasiler yolcudur. Aynı hataların tekrar edilmemesi ve bundan sonrasının selameti için herkes sorumluluğunun bilincinde olmalı, fikir ve görüşlerini, eleştirilerini açıkça dile getirmelidir; bunları da husumet besleyerek ve bir şeyler bekleyerek değil, Allah rızası ve halkın çıkarı için yapmalı. Eleştirirken, AK Parti veya başkasının hak ve hukukunu korumalı, kişi ve örgüt itibarını zedelememeli, ama Müslüman feraseti, dirayeti ve cesaretiyle de açık ve net konuşmalıdır. Müslüman yazar ve entelektüeller, ilim adamları ve hocalar bu toplumun vicdanı, yol gösteren aklı olmak gibi görevleri vardır. "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan" durumuna düşmemek için bu gereklidir. Hatayı ve haksızlığı "bizden birileri"nin yapmış olması bizim haksızlığı ve hatayı örtbas etmemizin mazereti ve gerekçesi olamaz, aksi halde Allah bizden yardımını çeker. (dunyabulteni.net) Alıntı
Misafir ali0_1 Gönderi tarihi: 8 Temmuz , 2007 Gönderi tarihi: 8 Temmuz , 2007 Rica ediyorum yapmayın bunları; ne işi var bu yazının "dini konular" başlığı altında!!! Eleştiri iyidir ama bunu güncel konulara ya da politika bilimine açabilirdiniz... Saygılar... Alıntı
Misafir aslan34 Gönderi tarihi: 8 Temmuz , 2007 Gönderi tarihi: 8 Temmuz , 2007 eleştiri yerinde ve temel sorunları kapsıyor. evet yanlışlıkla buraya taşındı. sadece yanlışlık bu. yönetim alabilir güncel konulara. dedigim gibi eleştiri yerinde tespitler içeriyor. bu düzende herkes aynılaşıyor...bu çok tehlikeli bir gidiş. bu ülkede etkin bir islamcı muhalefet olmadıgı müddetce hiç bir şey degişmeyecekdir.yüzeye takılıp kalanlar mevzu dışı. gayri insani bir sistem, her ne olursa olsun mücadeleyi hakediyor. ekonomi falan da çok önemli degil, bu sistemin temeli gayri insani.. asıl sorun bu. insanlar sadece karınlarının toklugu ile yaşamazlar. selametler. Alıntı
Φ haberci55 Gönderi tarihi: 8 Temmuz , 2007 Gönderi tarihi: 8 Temmuz , 2007 eleştiri yerinde ve temel sorunları kapsıyor.evet yanlışlıkla buraya taşındı. sadece yanlışlık bu. yönetim alabilir güncel konulara. dedigim gibi eleştiri yerinde tespitler içeriyor. bu düzende herkes aynılaşıyor...bu çok tehlikeli bir gidiş. bu ülkede etkin bir islamcı muhalefet olmadıgı müddetce hiç bir şey degişmeyecekdir.yüzeye takılıp kalanlar mevzu dışı. gayri insani bir sistem, her ne olursa olsun mücadeleyi hakediyor. ekonomi falan da çok önemli degil, bu sistemin temeli gayri insani.. asıl sorun bu. insanlar sadece karınlarının toklugu ile yaşamazlar. selametler. Ali Bulaç çok sevdiğim bir yazardır. Ama Akp de ne yapacağını şaşırdı. Kimisi gerici diyor kimisi pkk yanlısı kimisi Abd emperyalizminin kölesi..... bu liste böyle uzayıp gidiyor. Yani biz ne istediğimizi bilmiyoruz kendi aramızda kutuplaşma var. Kimimiz milliyetci, kimimiz laik, kimimiz muhafazakar, kimimiz muhafazakar-laik yani bizde bir bütünlük yok. Alıntı
Misafir ali0_1 Gönderi tarihi: 8 Temmuz , 2007 Gönderi tarihi: 8 Temmuz , 2007 Yeri gelmişken ben de şöyle bir eleştireyim yav... 1)Şaşa konusunda taviz veriyorlar; mütevazılığı tercih etmek daha hoş olurdu; yani en azından benim çok hoşuma gider çağın çok üzerinde mütevazı olan ve zerafetini de kaybetmeyen bir yönetici sınıfı... 2)İlginç bağlar, çağımızda zorunlu olan belirli gruplarla ilişkiler doğal olarak yine karşımıza çıktı.Ben yine kendimce daha fazla samimiyet beklerim yönetici sınıfından; ama bu diğerlerininkiyle karşılaştırılınca gerçekten fazla anormal değil aslında... 3)Hrant Dink'in yazısıyla açılmış bir başlıkta da geçiyordu forumda; yeri gelince yükselen milliyetçiliğe belki de oy uğruna gülümsendiği oldu;ama yine diğerleriyle karşılaştırıldığında anormal bir durum olmadığı gibi kötünün iyisi bile denebilir... 4)Gereksiz vaatlere girilmedi bu dönem ama geçen dönemden kalma bir "dokunulmazlık" var zihinlerde... 5)Dış politikada ülke ve dünya şartlarını bilen her gerçekçi insan bazı şeylerin haddinden fazla hata olarak gösterildiğini anlamıştır, tabi doğal olarak iyi de denilemez ama eleştirenlerin de ne yapabileceği ortadadır... 6)İç politikada izlenen siyaset belirli alanlarda kabul görürken; bazı alanların fazla ihmale uğradığı söyleniyor; bu konuda verisiz konuşmak yanlış olur... 7)Ekonomideki büyüme rakamlarla ortaya kondu zaten; borç olayı hakkında da yakında üzerine düşeceğim bir örneği vermek isterim:Bir söylentiye göre 90'lı yılların en fazla dış borçlu ülkesi ABD imiş!!!Ama göz ardı edilemez "sıcak para" gerçeği beni de düşündürmüyor değil; hele bir de bunun güven ortamı istiyor olması dengenin fazla hassas olduğunun göstergesidir... Şimdilik bu kadar... Saygılar... Alıntı
Misafir aslan34 Gönderi tarihi: 9 Temmuz , 2007 Gönderi tarihi: 9 Temmuz , 2007 ak partiyi eleştirmek demek diger partilerin bir degeri oldugu anlamına kesinlikle gelmez. diger partilerin durdugu yer zaten belli ve kendileri de bundan farklı bir şey söylemiyorlar. ya da sözde ulusalcı eleştirinin kaygısı ile şahsen benim kaygım zerre benzeşmez. mesele ak partinin de kuşatılıp sistemin bir partisi konumuna getirilmesi sorunudur. sistemin tüm partileri aynı oldukdan sonra kim neden şikayet edecek ki. diger partilerin bu sistemi adam etmek gibi ne söylemleri var ne de niyetleri. ama ak parti en azından potansiyel olarak diger partilerden ayrılıyor. bu potansiyel her ne kadar şimdiye kadar söylenmesede bu partinin gizli bir yerlerinde var. mevcut sistemde, merkezde ki çekirdek yapıda köklü degişiklikler yapmadan bu ülke hiç bir yere gidemez. tabiki biz bunu toplumun ezici çogunlugunu oluşturan, yoksun, yoksul ve aşalanan kesimleri için söylüyoruz. yoksa mutlu ve arzıs azınlık için söylemiyoruz. mevcut sistemi sorgulayan degil de, bilakis mevcut sistemin bir türevi olacaksa ak parti, egemenlerin dümen suyundan gidecekse ve halkın geniş kesimlerinin taleplerini siyaset sahnesine taşımayacaksa, ömrüde fazla olmaz. alternatif olmakdan çıkar. kaygı budur. ve bu kaygının sınırları Türkiyeyi aşan bir şekildedir tüm partiler aynılaşıyor ve tüm ülkelerdeki siyaset dilide aynılaşıyor. peki bu siyaset dili en çok kimin yararına, nufusların büyük çogunlugunu oluşturan ve bir o kadar da fakir olanların yararına olmayacagı kesin. insanlar ne zaman hayaletlerle ugraşmayı bırakıp asıl yapması gerekenleri yapacaklar. Alıntı
Φ politika Gönderi tarihi: 9 Temmuz , 2007 Gönderi tarihi: 9 Temmuz , 2007 Ali Bulac sevmedigim bir gazeteci olmasina ragmen yaptigi elestirilerin büyük bir kismina katiliyorum kendisinide bu medeni cesareti gösterdigi en azindan gazetecilik etgini kaymetmis bircok gazeteciden daha görevine layik oldugu icin kutluyorum.Ali Bulac'in latildigim elestirileri birer gercektir bunlari hep yazdik anlattik ama bizim yazdiklarimiz degilde Ali Bulac'in yazmis olmasi daha önemlidir bence. saygilarla Alıntı
Misafir aslan34 Gönderi tarihi: 9 Temmuz , 2007 Gönderi tarihi: 9 Temmuz , 2007 Ali Bulaç çok sevdiğim bir yazardır. Ama Akp de ne yapacağını şaşırdı. Kimisi gerici diyor kimisi pkk yanlısı kimisi Abd emperyalizminin kölesi..... bu liste böyle uzayıp gidiyor. Yani biz ne istediğimizi bilmiyoruz kendi aramızda kutuplaşma var. Kimimiz milliyetci, kimimiz laik, kimimiz muhafazakar, kimimiz muhafazakar-laik yani bizde bir bütünlük yok. sorun birazda belki burada. neyiz ve ne söylüyoruz. en temel parametremiz nedir, o olmazsa yapamayacagımız şey nedir. Alıntı
Misafir aslan34 Gönderi tarihi: 10 Temmuz , 2007 Gönderi tarihi: 10 Temmuz , 2007 28 şubat bu ülkenin asli muhalefetini sistem içerisinde dönüştürme ameliyesiydi. bu ülkenin asli muhalefeti olabilecek dünya görüşünü ise söylemeye bile gerek yok. İslam temelli muhalefet. digerleri ıvır zıvırdır aslında. yapabilecek hiç bir şeyleri yoktur ve tabansızdır. bahsi geçen eleştirileri 28 şubatın dogrultsunda okumak gerekir. 28 şubat iç hayali kaygıların kullanılarak, reel dış kaygılar amaçlı yapılmış bir asli muhalefeti ezme harekatıydı. tabi ki bu süreçde müslüman çevrelerin büyük hataları olmuşdur. bu demek degil ki muhalefetin temelleri hatalı, hayır kesinlikle. mevcut dünya sistemine muhalefet edebilecek, dönüştürebilecek yegane düşünce sistemi İslam temellidir. diger muhalif görünen düşüceler, aynı sistemin farklı yüzlerinden başka da bir şey degildir. insanlar hayaletlerle ugraşmayı bırakmalıdır. Alıntı
Misafir aslan34 Gönderi tarihi: 10 Temmuz , 2007 Gönderi tarihi: 10 Temmuz , 2007 bakın bu alıntı söylemek isteneni ne kadar güzel! bir şekilde açıklıyor. YAMAN TÖRÜNER milliyet gazetesinden. ************************* ''''Ülkeyi kim yönetecek? Ülkeleri yönetenlere bakınız. Bütün dünyada ülkeler elit bir sınıf tarafından yönetilir. Bu sınıf, bürokratlar, medya sahipleri ve çalışanları, yargı organları üyeleri, üniversite mensupları, sanatkârlar ve bunları finanse edenler ile ülkenin zenginleri tarafından oluşturulur. Gelişmekte olan ülkelerde, bu sınıfa "silahlı kuvvetler"i de eklemek gerekir. Zaten, anayasalar da bu esasa göre hazırlanmıştır. Ülkelerin yönetim biçimi ister demokrasi ister krallık olsun, bu güçler her zaman sahnededir. Aslında, demokrasi denilen şey, "kral"ın belli bir süre için seçilmesi ve zamanı gelince değişim olanağının korunmasıdır. "Güçler ayrılığı" sistemi, hâkim sınıfların birbiri üzerinde olası baskı ve hâkimiyetini önlemek üzere getirilmiştir. Özerk kurumlar bulunması, seçilmiş bir meclisin olması, ülkenin meclisin seçeceği bir hükümet tarafından yönetilmesi ile tarafsız ve anayasayı savunan bir cumhurbaşkanının bulunması, "güçler ayrılığı" sisteminin bir gereğidir. Bunlara, "milli güvenlik kurulu" ve "anayasa mahkemesi" gibi kurumları da ekleyebiliriz. Oy kapma uğruna... Siyaset adamları genel olarak yönetici sınıfın temsilcileridirler. Halka söylenmesi gerekeni söyler, ama denileni yaparlar. Bu yüzden, halk, haklı olarak, çoğu zaman siyasetçilerin söylediklerine inanmaz. Yine bu yüzden, siyasetçiler "iş yapacak" değil, "denileni yapacak" kişiler arasından seçilirler. Halkın, yönetici sınıfın istekleri doğrultusunda çalışmama olasılığı olan siyasetçileri seçme olanağı da vardır. Bunu engellemek için gelişmiş ülkelerde, seçilebilecek kişi sayısı mümkün olduğu kadar azaltılır ve rakiplerin tümü, hâkim sınıf tarafından kontrol edilir. "Başkanlık" sistemi" sayesinde aday sayısı ikiye düşürülerek bu iş çok daha kolay yapılır. Örneğin, ABD'de başkan adaylarının ikisi de kontrol altındadır. ABD'deki Demokrat ve Cumhuriyetçi partiler ile İngiltere'deki Muhafazakâr ve İşçi partilerinin görüşleri çok farklı değildir. Hatta, çoğu zaman olaylar karşısında, daha önce rakiplerinin savunduğu görüşleri savunurlar. Bizde de bu anlamdaki demokrasi yerleşiyor. Oy kapma uğruna, vatandaş satın alınmaya çalışılıyor. Vatandaşa doğru söylenmiyor. Gerçekler saklanıyor. Örneğin, kamusal alanlarda "simge haline gelmiş bulunan başörtüsü" yasağını kaldırmaya kimsenin gücü yetmez. Ama, bu konuda söz veriliyor. Aslında, "simge" biçiminde olmasa, "başörtüsü" için kimse bir şey demezdi. Hatırlanırsa, eski solcular da birbirlerini yanlardan sarkan bıyıklarıyla tanırlardı. IMF ile beraberiz Aslında, ekonomiyi ve yerleşmiş ekonomik kuralları hiçbir parti değiştirmeyecek. Yani, kim gelirse gelsin, yabancılar tarafından sağlanan bu ekonomik iyileşme devam edecek. IMF ile bir süre daha beraberiz. Mazotu bir liraya indirmek gibi, dengeleri bozacak işler, yapılamayacak. Çünkü, bütçe gelirlerinin bir bölümünün, belli bir işe tahsis edilmesi dönemi bitti. Rahmetli Özal, kurduğu fonları kullanarak bütçe dışı işler yapabiliyordu. Özal'dan sonra, fonlar iyi yönetilemeyince, bütçe disiplini de bitti. Sıkıntılar yeni aşıldı ve yeni fonlar oluşturulmasına izin verilemez. Kim mi kazansın? Tayyip Bey'i, Deniz Bey'i ve Devlet Bey'i kafanızda yan yana oturtun. Kimi "başbakan" görmek isterseniz ona oy verin. Artık, hiçbirinin hâkim sınıfları karşısına almaya çalışacağını sanmıyorum.'''' **************************** ne kadar güzel anlatmış degil mi? demokraside, halk iradeside, seçimde, seçilmek de, hukun üstünlügüde, bagımsız yargı da vb. vb. aslında bunların çokda önemli olmadıgını çok güzel söylüyor!!! yani bu demokrasi bir araçdır ve uzantıları. neyin aracı, tabiki 'elitlerin' aracı. iş bu kadar basit. peki hangi elitlerin?? iş burada kopuyor işte. ya hangi elitler. işte bütün mesele bu. o zaman biri kalkıpda bu 'elit' sınıfı degiştirmek ve onun sistemini kökten yerin dibine geçirmek istedigi zaman ne diye 'rejim düşmanı', 'bölücü' falan, filan diyorlar ki... neden desinler, pek tabiki kendi iktidarlarını ancak toplumları afyonlayarak savunabilirler de ondan. yeryüzünde bilmem kaç bin senedir degişen bir şey yok. hakikatde bu iş 'hak' ve 'batıl' mücadelesiymiş, ben buna kesin inanıyorum arkadaşlar. diyorum ya insanlar 'hayaletlerle' ugraşa ugraşa ne hallere geliyor. bana göre her şey adalet için birer araçdır ve yerine göre çok da basit bir araçdır. tabiki adaletden herkes aynı şeyi anlamaz diyeceksiniz. çok dogru.. işte zurnanın zırt dedigi yerde burası.. vesselam. Alıntı
Φ Taylan Abi Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2008 Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2008 Ali Bulaç hala haklı. Hatta sözlerine eklemek istedikleri de olacaktır eminim. AKP nereye koşuyor demiştik? Alıntı
Φ Modernist İdol Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2008 Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2008 AKP ne olduğu belli olmayan bir parti;çünkü çıkarına göre kıvrılan ******** toplamı. Alıntı
Φ SimalyildiziNet Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2008 Gönderi tarihi: 15 Eylül , 2008 hımmmm... Sanırım Altüllatif Şener ile yeni bir açılıma doğru yan yoldan kayış var Alıntı
Φ Taylan Abi Gönderi tarihi: 16 Eylül , 2008 Gönderi tarihi: 16 Eylül , 2008 Ali Bulaç hala haklı. Hatta sözlerine eklemek istedikleri de olacaktır eminim.AKP nereye koşuyor demiştik? Tam ben böyle şeyler söylerken, Ali Bulaç bugün sözlerine devam etti. Okuyalım. “Bana göre Türkiye’nin çok temel sorunları vardı ve bu sorunların çözümünde AK Parti iktidarı çok da başarılı sayılmazdı. Yani üretim artmıyor, gelir bölüşümünde adalet sağlanamıyor, fakat buna mukabil belli bir zümre hızla zenginleşiyor. Türkiye’de belli bir oranda sermaye ve statüler hiç hak edilmediği halde el değiştiriyorlar. GÜNDEMİN 2 ÖNEMLİ KONUSU Tabii bunun getirdiği bir takım sorunlar var. Bugün bu sorunlar çok daha açık bir biçimde gündeme gelmiş oldu. Yani 2004 senesinde biraz risk alarak dile getirdiğim konular maalesef bugün çok daha açık bir biçimde medyaya taşınmış. Şahsen ben çok üzülüyorum ama bu konuların üzerine gitmekte fayda var. Şu anda Türkiye’de iki önemli konu var gündemde. Bunlardan bir tanesi Ergenekon davası diğeri Deniz Feneri davası. Bence her ikisinin de gündemde yer almış olması hayırlı bir faaliyet olarak görüyorum. Yani birini diğerine alternatif olarak kullanmamak lazım. Birini çok öne çıkarırken diğerini göz ardı etmemek lazım. Çünkü Türkiye’nin iki önemli meselesidir bunlar. Bir şekilde bunların tartışılması, kamuoyunun bunlardan haberdar olması, daha temiz daha dürüst bir siyaset ve yönetim için çok önemli…” MEDYA, ERGENEKON VE DENİZ FENERİ Ali Bulaç “İçinde bulunduğunuz camia Ergenekon’a gösterdiği hassasiyeti Deniz Feneri konusuna gösteriyor mu?” sorusuna şu yanıtı verdi: “Hayır göstermiyor çok net açık bir şekilde. Nasıl uzun bir süre örneğin Doğan Grubu uzun zaman bu Ergenekon davasını görmezlikten geldiyse bugün de işte ‘yandaş’ adı verilen medya, bu Deniz Feneri davasını görmemeye çalışıyor. Fakat sonuç itibariyle her iki taraf da yani Doğan Grubu Ergenekon davasını görmeye başladı. Bu yandaş medya da Deniz Feneri davasını görmeye başladı. Hele özellikle yarın Alman Mahkemesi eğer bir karar verirse bunu görmezlikten gelmek herhalde mümkün olmayacak. HÜKÜMET CİDDİ ADIMLAR ATAMIYOR Türkiye’de siyaset medya ve bürokrasi arasında çok sıkı ilişkiler var. Yani tam bağımsız medyadan bahsetmek güç. Son zamanlarda başbakan niçin bu Deniz Feneri olayının üstüne gitti. Belki bu sorunun cevabını bulursak, medya ve hükümet ilişkisini de bir ölçüde aydınlatmış olacağız. Benim kanaatime göre burada 3 önemli unsur var. Bunlardan bir tanesi aslında bu hükümet yapması gereken, seçmene vaat ettiği icraatların büyük bir bölümünü yerine getiremiyor. Yani taban fiyatlarını ilan ediyor. Rutin ve teknik hizmetleri yapabiliyor fakat çok temel konularda, siyaset, hukuk alanında yapılması gereken reformlar konusunda çok ciddi adımları atamıyor. ANAYASA MAHKEMESİ AKP’Yİ SUÇLU BULDU 14 Mart’ta AKP hakkında kapatma davası açıldı. Tabiri caizse merkezi bürokrasiden, idari bürokrasiden bu hükümet dayak yiyor. İkincisi de Ekim ayının ilk haftasında gerekçeli karar açıklanacak. Anayasa Mahkemesi kapatma davasıyla ilgili kararın gerekçesini açıklayacak. Şimdi Anayasa Mahkemesi 1’e karşı 10 gibi ezici bir çoğunlukla AK Parti’nin laiklik aleyhtarı faaliyetlerin odağı olduğuna ilişkin karar vermiş. Yani AK Parti’yi suçlu ve kusurlu bulmuştur. DENİZ FENERİ ARAÇSALLAŞTIRILIYOR Şimdi laiklik suçu işlemiş bir partinin iktidarda olması ve bu partinin başındaki şahsın başbakanlık yapması bir tartışmaya sebep olacaktır ve bu tartışmayı da CHP başlatacak hızlandıracak. Mesela Aanayasa değişikliğinin önündeki en büyük engel Cumhuriyet Halk Partisi diyor ki; Mecliste çoğunluğu olan bu parti laiklik suçu işlemiştir, bu anayasayı değiştiremez. Cumhuriyet Halk Partisi de bunu Doğan Grubu medyası üzerinden yapacaktır. Sanki bana öyle geliyor ki sayın Başbakan bir ön alıyor. Yani bu tartışmayı başlatmadan önce kendisi adeta bir kriz meydana getiriyor. Üçüncüsü de başbakanın isminin bir şekilde bu Deniz Feneri davasıyla karıştırılmış olması. Çok doğal olarak başbakanı kızdırmış durumda. Yani burada sayın başbakan sol gösterip sağ vuruyor. Gündem oluşturuyor inisiyatifi ele alıyor. Dolayısıyla burada sanki Deniz Feneri araçsallaştırılıyor gibime geliyor. Ama deniz feneri olayında çok ciddi konuların davaların olmadığı anlamına da gelmiyor.” MUHAFAZAR KESİMDE TRAVMA YARATTI Zaman Gazetesi Yazarı Ali Bulaç’a göre “Deniz Feneri davası ve ortaya çıkan iddialar muhafazakar kesim içinde bir travmaya neden oldu”. Bulaç şöyle konuştu: “Ramazan ayı, iftarlar, sahurlar dolayısıyla yaptığım gözlemlere dayanarak söyleyebileceğim şu: Yüzde 50- yüzde 50 bir kuşku meydana geldi. Hatta bir travmaya yol açmak üzere. Şu anda bu muhafazakar kesimin yarısı, ‘Bir siyaset işidir, hükümeti sıkıştırmak üzere ortaya atılmış iddiadır’ diye düşünüyor. Hatta Yeni Şafak’tan bazı yazarlar bunu Alman hükümetinin Türkiye’nin iç siyasetinin mecrasını değiştirmek üzere bir manipülasyon olarak ortaya attığını iddia ettiler. Yüzde 50’lik bir kesim ise ‘Hayır ciddi yolsuzluklar var. Biz bu konunun üzerinde yeniden düşünelim’ diyorlar. İNSANLARIN YAŞAMLARI DEĞİŞTİ Şimdi ortada çok açık bir durum var. Bazı insanlar bir anda zengin oluyorlar, bir anda servetlerinde olağanüstü bir artış meydana geliyor ve bu insanların yaptıkları işler belli. Yani yaptıkları işlere karşılık kazandıklarını varsaydığımız paraları bir araya getirsek; Bunların 60-70 senede bu parayı meydana getirmeleri imkansız. Ve bunların yaşama tarzları, oturma biçimleri, evleri değişiyor her şeyleri değişiyor. Ve bu tabiki muhafazakar kesim kitlenin yani toplumun önemli bir kısmının hayatında çok önemli değişiklikler meydana gelmiştir ve bunlara müsaade ediyorlar. KURUMLAR ARACILIĞIYLA HAYIR YAPMAK YANLIŞ Bu Deniz Feneri olayında da Ergenekon davasında olduğu gibi mahkemenin mutlaka sonucunu beklemek gerekir: Kimseyi suçlamayalım. İddianamelerden tabiki alıntılar yapılsın. Basın tabiiki bunu gündeme getirsin ama infaz yapmasın, karar vermesin. Mahkemelerin sonuçlarını bekleyelim. Ancak çokta hayırlı bir dava bu. Şu açıdan: Bence bundan sonra Müslümanların, hayırsever insanların kurumlar aracılığıyla yardım yapmaları konusunu bir kere daha düşünmeleri gerekir. Benim İslamiyet’te anladığım doğru olanı; hayırsever insanın kendi fakirini kendisinin gidip bulması, birebir yardımların yapılması. CAMİLERDE TOPLANAN PARALARIN KONTROLÜ Çünkü maalesef bu kurumlar ve bu kuruluşlar aracılığıyla yapılan yardımlar çok sağlıklı olmuyor. Deniz Feneri olayı bize bunu gösteriyor. Hatta hatta yani Avrupa Birliği üyelik sürecinde olan Türkiye’nin dış ülkelerdeki konumunda faaliyetlerinde çok şeffaflaşması gerekir. Avrupa Birliği bunu yakından takip ediyor. Belki de geçmişte devletin bazı birimlerin rutin dışı yaptığı bir takım faaliyetler, belki de artık bu kuruluşlar üzerinden de yürütülüyor olabilir. Türkiye’nin 80 bin camiinde her hafta para toplanıyor. Makbuz yok. Hesap kitap nasıl tutuluyor. Bu paralar nerede toplanıyor, nasıl harcanıyor? Bence biraz daha bunların şeffaflaşması, kontrolden geçirilmesi gerekiyor. Benim kanaatim herkesin kendi hayrını yardımını bizzat gidip en yakınındaki fakiri bulup ona yapması en doğrusudur.” Kaynak: NTV Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.