Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Yazarlar... Çeşitlemeler...


sardunyam

Önerilen İletiler

Allah'ı olana sendika mı lazım?!

 

Meseleyi başörtüsü meselesi olmaktan derhal, hızla, behemehal çıkarmak gerekiyor. Çoktan kemikleşmiş retoriklerle, toplumsal ve siyasi hayatın en yüzeyinde köpüklenen bu mesele, siyasal İslama ve bu ideolojinin ele geçirici doğasına karşı söz söyleyenleri "Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur" tatsızlığına mahkûm ediyor.

AKP ve siyasal İslam meselesine çoktandır emek, eşitlik, özgürlük ve adalet üzerinden bakmak gerekiyor.

 

Yörsan direnişi

Önceki gün Birgün gazetesinde yayımlandı. AKP'ye yakınlığıyla bilinen Yörsan şirketi (yoğurtları hatırlayacaksınız) gazetelere bir ilan verdi. İşten çıkardığı 400 işçiye hitaben şöyle diyordu Yörsan Yönetim Kurulu:

"... çalışanlarımıza kötü niyetli kişilerin menfi propagandalarına kapılarak herhangi bir olumsuz davranışta bulunmamalarını, herhangi bir sıkıntı ve problemle karşılaştıklarında hiç çekinmeden bizlere başvurmalarını, olumsuz bir durumda en büyük zararı kendilerinin göreceğini hiçbir zaman unutmamalarını hatırlatmak isteriz."

 

Pis sendikacılar

İlandaki "kötü niyetli kişiler" Anayasa'da düzenlenmiş sendikal haklarını isteyen işçiler, "menfi propaganda" da sendikal haklarını kullanan işçilerin örgütlenmesiydi. "İşçilerin kendilerinin göreceği en büyük zarar" ne peki?

Tek Gıda-İş'in yaptığı açıklamaya bakılırsa, işveren sendikaya üye olmak isteyen işçileri dövmüş ve "ayağına kurşun sıkmakla" tehdit etmiş. Açıklamaya göre, işçiler dört yıldır örgütlenmeye çalışıyordu. Ancak işveren bütün gücüyle bunu engellemeye çalışıyordu. Patronlar Müslümandı.

İlandaki "Yüzde 100 Türk sermayesi" vurgusuna bakılırsa, Türktü. Hem Türk hem Müslüman patrondan zarar mı gelirdi?! Hem Türk hem Müslüman olana karşı gelmek ne olmak demekti? "Kâfir, vatan haini sendikacı" mı?

 

AKP'li olmayan sendika haindir!

Şimdi gelelim işin esasına:

Başbakan Türk-İş'i ziyaretinde lüzumundan fazla bir sitayişle karşılandı. Konfederasyonun yeni başkanının AKP'ye yakınlığı çok sık gündeme geldi. Yine yakın bir zamanda Cumhurbaşkanı da Hak-İş'in genel kurul toplantısına katıldı. Orada da bir sitayiş, bir kucaklaşma.

Sermayeyi ele geçirmekle kalmayan AKP şimdi de tam bir cemaat kültürü içinde ağzına layık bir "emek örgütlenmesi" yaratıyor. Karşılıklı anlayışa dayalı şahane, ağızlara layık bir model!

Ve fakat işler ters gidince, mesela AKP'ye yakınlığıyla bilinen Yörsan örneğinde olduğu gibi, üslup sertleşiyor; bu kez Kasımpaşalılığın babacan tavrı gidip yerine Kasımpaşalılığın başka bir yüzü geliyor.

Bu "cemaat huzuruna" eyvallah etmeyenler, "Ben işçinin AKP'lisini severim" siyasetine fit olmayanlar, "Allah'ı olana sendika mı lazım?" diyenlere "Lazım" diye cevap verenler ortaya çıkınca, AKP ve bu cemaat kültürüyle ilgili hakikat ortaya çıkıyor:

Bacağına sıkıveriyorlar!

 

Açlara siyasetçi aranıyor!

Önceki gün bir yazı yazdım. Dedim ki "AKP'nin ve siyasal İslamın yarattığı ekonomik ilişkilerden en tepedeki adamdan en aşağıdaki, varoşun dibindeki adama kadar herkes ekmek yiyor. AKP'nin kurduğu, cemaat kültürüyle beslenen ve bu kültürü besleyen 'ekmek ağının' dışında kalmamak için de kimse sesini çıkarmıyor."

Bugün bu iktidara muhalefet etmek isteyenler bu "sesini çıkaramayanlara", çıkarınca da "bacağına sıkılmakla" tehdit edilenlere sahip çıkmalı. Yörsan eylemine kaç sol siyasetçi destek verdi? Kaç muhalif Susurluk'taki bu olayı sahiplendi? Mesele budur.

 

Ece Temelkuran

Milliyet- 14.12.2007

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Benim bildigim TÜRK-IS oldu bitti sari sendikadir yani yarisi isveren yarisi isci karisimi bir anlayisin ama genelde isveren tarafinin daha agir bastigi bir federasyondur.Hak-Is zaten adi üzerinde HAK'ka yönelmis üyelerinede hak verirse sizde alirsiniz anlayisindadir.Patronlar müslüman olsalar ne olur olmasalar ne olur,benim icin MÜSIAD ve TÜSIAD'i birbirinden ayiran sadece M ve T harfidir.Sermayenin dini imani yoktur,kim var diyorsa yalandir.Faizsiz para hesabi gibi,kelime oyunlari ile insanlari yaniltmak.Müslüman olan onca holding vardi ne oldu,milletin parasini yolup zarar ettik diyerek oturdular kösklerinde,Basbakanda insanlardan oy kapmak icin onlarla resimler cektirdi,kameralar karsisinda gecti ama sonra onlardan sikayeti olanlara *Banami sorupta verdiniz paranizi*diyerek temize cikardi kendini.

Yani YÖRSAN'in yaptigi pek sasilacak birsey degilki.onun gibi neler oluyor ülkede.

Siyasal Islam ve parayi putlastirmak.AKP nin ticari iliskilerini arastirsaniz,sonu AKBABALAR ve Mafiaya ulasir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Dimes Direnişi 30. Gününde

 

Dimes işçileri direnmeye devam ediyor. Kemalpaşa’daki fabrikanın önünde bekleyen 15 işçi 30. güne rağmen ilk günkü kadar kararlı.

 

Dimes işçileri direnmeye devam ediyor. Kemalpaşa ’daki fabrikanın önünde bekleyen 15 işçi 30. güne rağmen ilk günkü kadar kararlı. Her gün sabah 07.00’de başlayan direniş, akşam hava kararana kadar sürüyor. Hava karardıktan sonra ise jandarma işçilerin fabrika önünde beklemesini engelliyor. Emek Partisi Bornova İlçe Örgütü, direnen işçilerle dayanışmak amacıyla işçileri ziyaret etti. Ziyarette İlçe Başkanı Sevgi Ersan , 449 gün süren bir mücadelenin ardından kazanan Novamed işçilerinin coşkusuyla ziyarete geldiklerini ifade ederek, “Bu mücadele hepimizin ortak mücadelesidir. İnanıyoruz ki sizler de Novamed işçileri gibi kararlı bir mücadelenin ardından kazanacaksınız” dedi.

 

2007-12-19 11:55:00 Evrensel

 

Novamed Grevi Bitti

 

449 günlük Novamed grevi bitti. Petrol İş Snedikası genel başkanı Mustafa Öztaşkın "Uluslararası Novamed işyerinde bir yıldan azla süren grev sonucunda sendikayı kabul ettirdik." dedi.

 

antalyagazetem.com

 

Çok haklısınız sayın politika. Fakat yazarın dediği belki de görmemiz gereken şu ki endişeyle karşılanan iktidarın yükselişine karşı yapılabilecek emeğin yanında yer almak.

 

Sendikaların durumuyla ilgili tespitiniz doğru olabilir. Fakat şunu da unutmayın ki tabanda yeterince kararlılık yoksa sendika yönetim koltukları bildiklerini okurlar. Sendikaları sendika yapacak olan koltuklarda oturanların tavırları değil tabandakilerin aktif katılımı ve yönetimi etkilemeleridir. Yönetimlere küsmek işin kolay tarafıdır. Sendikalar da hiç iş yapmıyor, yönetimin düdüğünü öttürüyorlar demek doğru ama kolaycı bir yöntem gibi geliyor bana. Adı üzerinde sivil toplum kuruluşu. Askeri birlik değil. Sendikanın tepesindekiler değil sen karar vereceksin. İtiraz edeceksin. Devlet kurumu değil yani.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Alman siyaset bilimci ve hukukçu Carl Schmitt'ten daha önce söz etmiştim. Schmitt'e göre devlet, daha kuruluş aşamasında "dost" ve "düşman" ayrımı yaparak politik alanı belirler.

"Biz" ve "ötekiler" ayrımı sadece devletin değil, genel olarak milliyetçi siyasetin de temelidir.

İnsanlık tarihinde; çok kültürlü, çok dinli ve çok dilli imparatorluklardan, ulus devletlere geçiş bazı ülkelerde gayet sancılı, hatta kanlı olmuştur.

Çünkü " ulus devlet ", mantığı gereği bir "millet" tanımı yapar. Bu tanımda, millete dahil olanlar sayılırken, millete düşman olan ya da milletin özelliklerini " yeteri kadar " taşımayan unsurlar da belirlenir.

Yine tanım gereği millet, "saf", "temiz", "halis" bir varlıktır. "Düşmanlar" ya da "ötekiler" ise bu arı varlığı kirletebilecek, bozabilecek ya da hayatına kastedebilecek... Dolayısıyla tehlike yaratabilecek öğelerdir.

Bu tasavvur elbette bir hayal, bir kurgu, bir politik fantezidir. Çünkü "saf millet" yoktur. Peki, o zaman ne yapmalı? "Ötekini bertaraf ederek saflığa ulaşmalı!"

İşte kavga da, kan da, acılar da buradan çıkar.

 

Osmanlı gibi bir imparatorluğun yıkıntıları üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde yukarıda anlatmaya çalıştığım politik fantezinin etkileri görülür.

Aslında olay 1923'ten önce başladı...

İttihat ve Terakki yönetimi devleti emniyet altına almak için çevre ülkelerden " güvendiği " Müslüman unsurları Anadolu'ya yerleştirirken, 1915'teki büyük tehcirle Ermenileri kapı dışarı etti.

Cumhuriyet kurulduktan sonra da Yunanistan ile yapılan " mübadele " anlaşmasıyla halklar iki ülke arasında yer değiştirdi.

Başka dinden olanlara yapılan doğrudan baskılar; 1942'deki Varlık Vergisi, 6-7 Eylül (1955) olayları derken 1960'lara kadar devam etti.

Neticede geriye bir avuç Yahudi, Ermeni ve Rum kaldı.

Ancak saf bir millet oluşturma fikri gayet güçlü bir hayaldir ve "milliyetçi politika" demek, aynı zamanda bu hayali sürdürmektir.

Milliyetçiliğin olduğu yerde "düşman" ve "kötü öteki" hiç bitmez. Ulus devlet hep tehdit altındadır.

Bunun tezahürlerini hep görmekteyiz: Faşizmin Avrupa'yı kasıp kavurduğu dönemlerden devşirilen, "Ya sev, ya terk et" sloganı bugün dahi kullanılabiliyor.

İşin kötü yanı şu: "Sert" milliyetçilerin ağzına yakışan bu slogan... Eğitimli, az buçuk dünyayı tanımış, sağduyu sahibi olduğunu sandığımız, "çağdaş" denilen insanların dahi dilinde...

Herkes sinirlendiği kişi ya da grubu, bir yerlere göndermeye kalkışıyor: Malezya, Suudi Arabistan, İran, ABD en gözde " sürgün " diyarları...

Halbuki... Göndermek, ihraç etmek, dışarıya atmak, tehcir etmek, defetmek, sürgün etmek yerine... " Kardeşim nedir senin sorunun, gel şuna bir çözüm bulalım " demek daha doğru değil mi?

 

AKP, geçen yıl Kurban Bayramı'nda, duvarları, üzerinde, Başbakan

Erdoğan'ın fotoğrafından başka, "Kurban olam ayına yıldızına" yazan afişlerle donatarak milliyetçiliğe göz kırpmıştı.

"Bayrak" elbette çok önemli bir değer. Onu tartışacak değilim. Ancak, yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, milliyetçilik (bilhassa " sert " olanı) tabiatı icabı " bölücü " bir ideolojidir. Çünkü sürekli düşman üretir. Hep birilerini " öcüleştirir "!

İktidar partisi bu yıl bayram sloganını değiştirmiş: " El ele, omuz omuza, gönül gönüle, nice bayramlara... " diyorlar.

İşte bu daha iyi!

Hem de çok daha iyi.

Çünkü... Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt'ın da vurguladığı, "demokrasi, insan hakları, özgürlük ve barış " gibi değerler çevresinde bir araya gelinecekse... Bu ancak, ayrımlar yaratıp dışlayarak değil, " kucaklaşma politikaları " uygulayarak olur.

E.aköz

 

Burhan Özgen

Savaşı meşrulaştıran en temel fikirlerden biri savaşılan güçle bir tür var olma yok olma ilişkisinin kurulmasıdır. Oldukça basit gibi görünen, “ben” öznesinde hem öfkeyi hem de bir tür boyun eğmeyi kolaylıkla oluşturan bu söylemin kaba hali şu şekilde inşa edilir: “Eğer karşı tarafla savaşılmazsa ya da karşı taraf yok edilmezse sen yok olacaksın. Senin sahip olduğun, canla-başla kurduğun bir ideal vardır ve bunu ortadan kaldırma tehlikesi (gücü) taşıyan öteki güçler vardır. Öteki güçler durmaksızın seni yok etmek, sahip olduğun zenginlikleri ele geçirmek için didinip dururlar. Sen kimsenin malında, canında, toprağında gözü olmayan saf, masum ve dürüst bir insanken, ötekiler senin malına, canına, toprağına kastetmek için gece gündüz demeden çalışırlar.” Bu söylem vatan, tarihsel miras, milliyet gibi çeşitlemelerle süslenir. Dolayısıyla da acımasız bir düşman kuşatması altında mağdur edilmiş ve edilmekte olan bir kimlik tablosu çıkar ortaya. Benzer bir biçimde “su uyur düşman uyumaz” formülasyonu da ben öznesine olabildiğince masumiyet yüklü bir içerik kazandırırken, ötekini katıksız bir bencillik ve art niyet halesiyle donatır. Bu durum ötekiyle kurulan ilişkinin daha ilk basamaklarında paralize olmasına yol açmaktadır. Daha başlangıçta problemli olarak kurulan bu ilişki zaman içerisinde ötekini anlama çabasının gelişmesini sağlamak bir yana gittikçe kabaran bir benliğin oluşmasına neden olmaktadır. “Ben” şiştikçe şişer, ötekine biçilen düşman halesi de gittikçe daha somut bir hal almaya başlar. Tarihsel olarak bakıldığında özellikle de dinsel kimliklerin böylesi “biz” ve “onlar” kategorileri etrafında biçimlendiği görülmektedir. Ama milliyet olgusu, dinsel ötekileştirmenin bu mirasını da devralarak katmerli bir ikili karşıtlık durumunu içeriğinde sağlamlaştırmıştır.

 

İkili karşıtlıklarla düşünme biçimin bir sonucu olarak karşımıza çıkan bu durum, sadece savaş için gerekli olan ekonomik kaynakları ve insan gücünü sağlamaya yardımcı olmakla kalmaz; bununla birlikte sivil alan içersinde de ideal olarak ortaya konulan bu değerler dışındaki tüm etkinlikler anlamsızlaştırılmaya çalışılır. Sanki militarizm aynı zamanda kendi araçlarından biri olan sis bombasını patlatmıştır ve bu, kışladan çıkarak tüm siyasal ve kamusal alana doğru yoğun bir biçimde yayılmıştır. Böylece kamusal alanda da herkes militarist kavramlarla düşünmeye zorlanır. Belirli araçlarla başlayan bu süreç, gittikçe toplumsalın içinde insanların birbirleri üzerinde bir tür denetim mekanizması oluşturması sonucunu doğurur. Çeşitli kamusal ve siyasal yapılar, sivil toplum örgütleri, medya kuruluşları kimin daha vatanperver olduğu minvalinde birbirleriyle yarışırlar. Bir de bakarsınız ki bir vatandaş bir ordu mensubu gibi konuşmaya başlar: “Koşulsuz silah bıraksınlar, derhal teslim olsunlar, sınırdan şu kadar geri çekilsinler, mecliste temsil hakkı verdik daha ne istiyorlar...” vs... Bu durumu iki yönlü okumak mümkün gibi görünüyor. Biri özerk düşünme gücündeki zayıflık ve kendi varlığını devletin dışında bir varlık olarak görememe durumunun bir yansıması olarak ortaya çıkan durum; ikincisi ise devlet (bu bağlamda daha çok ordu) ne yaparsa yapsın doğru yapar düşüncesinin hala devam ediyor oluşudur.

 

Toplumsalın içindeki bu türden meşrulaştırma dinamikleri devlet mekanizması içindeki iktidar odaklarının temsiliyet gücünü pekiştirmektedir. Bu gücün siyasal olan içerisindeki yankısı ise kabarmış bir milliyetçi söylem olarak çıkmaktadır karşımıza. Bu bağlamda değerlendirildiğinde devletin iktidar mekanizmaları içinde oluşan zaafların toplumsal içerisinde milliyetçi söylem olarak telafi edilmeye çalışıldığı görülmektedir.

 

Türkiye’de siyasal tablonun geneline baktığımızda “temsiliyet” meselesinin yeniden düşünülmesi gerekliliği kendini hissettirmektedir. Burada söz konusu olan kimin neyi, ne kadar temsil ettiği durumundan ziyade, iktidar mekanizmalarının ne tür üsluplarla hangi zeminler üzerinde kendini kurmaya giriştiğidir. Ötekinin adına konuşmak, onun yerine karar vermek ve verilen kararları onun kararlarıymış gibi yansıtmayı da aşan, militarist bir zihniyetin en sınır durumları yaşanmaktadır. Bunun en açık göstergesi serbest bırakılan askerlerle ilgili olarak bir bakanın bir generalden farksız bir zihniyet ve üslupla dile getirmiş olduğu, insan hayatını en uç noktada değersizleştirici ifadeleridir. Aslında, bu açıklamalar bir bakıma diğer tüm hamasi söylemlerin bir tür ters yüz edilişini de beraberinde getirmiştir, Asker cenazelerinde matemli bir ifadeyle boy göstermenin en azından bundan sonra, asker aileleri açısından pek inandırıcı bir yönü kalmayacaktır.

 

Savaş makinesinin toplumu yatay bir biçimde kat ettiği zaman dilimlerinde o makinenin bertaraf edilmesini sağlayacak araçlar da artmaktadır. En önemlisi de iktidarın bununla ilgili ürettiği dili bozmak, onun anlamsızlaştırma girişimlerine karşı yaşamsal direniş motorlarını harekete geçirmek gerekmektedir. Ötekini anlamak, onunla teması arttırmak, toplumsalımız içindeki “yabancı”, “düşman” gibi kavramları bükerek, birbirimizin varlığını olumlayıcı kavramları oluşturmamamız zorunluluk taşımaktadır. Ötekini olumlamak, kendi varlığımızı olumlamayı güçlendirmektedir. Bunun anlamı kültürel dinamiklerin de harekete geçirilmesidir. Tüm olan bitene rağmen, önemsediklerimizin önemsizleştirilmesine direnmek, naif ama bir o kadar da güçlü bir varoluşun göstergesidir.

 

Witgeinstein “Tractatus”unu büyük oranda, birinci dünya savaşında, cephedeyken yazmış. Bir filozofu cepheye de yollasanız kafasındaki felsefi sorunları söküp atamazsınız. Walter Benjamin, Nazilere yakalanmamak için İspanya sınırından geçmeye çalışırken, yanındakilere “eğer ben tökezlersem beni önemsemeyin elimdeki bavulu kurtarın” demiş. Bavulun içinde el yazmaları vardı. Benjamin’in tüm yazdıkları birinci dünya savaşı ile ikinci dünya savaşı arasındaki dönemde kaleme alınmışlardır. Hep bir savaş gerilimi altında yaşayıp bu denli güçlü bir varoluş estetiği oluşturabilmek savaşın ve militarizmin asla giremeyeceği güçlü bir alan oluşturabilmekten geçmektedir. Kültürel dinamiklerimiz savaşın kurallarından, yasalarından ve de tüm bir militarist söylemden çok daha güçlüdür. Yapmamız gereken, sadece biraz hatırlamak; yapmamız gereken Şivan Perver’i, ardından Erkan Oğur’u ve ardından belki Ermenice, Arapça ya da Süryanice bir türküyü dinlemek. Tüm bunlar yan yana olan, birbirinin karşıtında asla olmayan kültürel unsurlarımızdır. Kültürel coğrafyada ikili karşıtlıklar, hiyerarşiler yoktur. İkili karşıtlıklarla düşünme biçiminden vazgeçmemiz, “biz-onlar” kategorilerini yapıbozuma uğratmamız gerekiyor.

 

Ayşe Önal

Üç yazıdır İngiliz televizyonlarına takılıyorum. Kültür emperyalizmine esir olurum diye korkuyordum. Sadece çok şaşırdığımı itiraf etmeliyim.

 

Parlamento maketinin ITV televizyonu kanalı marifetiyle patlatılıp, İngiliz parlamentosunun kurtuluşunu izledikten sonra acaba bizde olduğu gibi BBC, kopyasını yaptı mı diye kanalı değiştirdim. Yanılmışım. Henüz kopyalamanın faziletlerinin farkına varmamışlar. BBC, Afganistan’daki İngiliz askerlerinin belgeselini yayınlıyordu.

 

Ne olur ne olmaz, ultra milliyetçiler sokaklara dökülür, biri fazla heyecandan silahını filan ateşler, ‘pencereden sızan bir kaza kurşununa heba olmayalım’ diye düşünüp, seyretmeye koyulmadan önce camları sıkıca kapattım.

 

Belgesel ağlayan bir askerin anlattıkları ile başlıyordu. Hiç asker ağlar mı? Ağlasa iyi, savaşın kötülüklerinden söz ediyordu. Ailelerini, sevgililerini özlediklerinden, çok yorulduklarından.. El Kaide’nin vur kaç başarısından, kendilerine verdirdiği kayıplardan söz ediyorlardı. Adeta yenik bir ordu konuşuyor sanırdınız. Savaştan nefret ettiklerini söylüyorlardı. Bir asker, El kaide tarafından öldürülen arkadaşını hatırlayıp ağlarken, İngiltere’ye geri gönderileceğini bilse, hemen kurşunların üstüne atlayacağından söz ediyordu. Bir subay ‘kraliçe, ulus, ordu veya kendiniz, her kime hizmet ettiğinize inanıyorsanız ancak o inancı kullanarak burada olabilirsiniz. Aksi mümkün değil’ diyordu.

 

‘Gitti zavallılar’ diye dövündüm. Herhalde gazeteciler bunları tuzağa düşürdü ‘kamera kapalı’ dediler. ‘Biçareler bilmeden konuşuyorlar. Sabahtan tezi yok, vatana ihanetten yargılanacaklar.’

 

Nisan ayında da İran’da on beş gün rehin tutulan İngiliz denizciler için de çok endişelenmiştim. Döndüklerinde başlarına ne gelecek diye? Bir rastlantı sonucu, İran, İngiliz denizcileri serbest bıraktığında İran’daydım. Propaganda piyesini yakından izlemiştim.

 

İngiliz denizciler, İran’la Irak arasındaki çatışma konusu olan kara suları sınırını ihlal ettikleri gerekçesiyle İran sahil güvenliği tarafından tutuklanmışlardı. Kendilerini savunmak için bir kurşun bile atmadan teslim olmaları yetmiyormuş gibi bir de çello kebabına hayran kalmışlardı. Bu süre içinde neşe ile satranç ve masa tenisi oynarken, televizyon izlerken, İran kara sularını bilerek ihlal ettiklerini itiraf ederken çekilmiş görüntüleri İran propaganda bakanlığınca dünya medyasına servis edildi.

 

İngiltere’ye geri döndüklerinde tutuklanacaklar diye düşünürken, tam tersi oldu. Önce uçaktan iner inmez üniformalarıyla kameralara poz verdiler. Sonra sadece aileleri ile değil yakın arkadaşları ile buluşup hasret giderdiler. Üçüncü adımda sağlık kontrolünden geçirildiler. Dördüncü adımda üstlerine bilgi verdiler. En sonunda da basına röportajlar... Savunma Bakanlığı askerlere hikáyelerini basına satma izni vermişti. Rehine kadın asker verdiği mülakatlar için 100 bin sterlin aldı. Ancak asker ailelerinden gelen tepkiler büyüyünce bakanlık izni geri aldı.

 

Boşuna telaşlanmışım. Askerlikte tek seçenek ölmek değilmiş. Bazen rehin alınılabilir, bazen ömür boyu sakat kalınabilir, bazen da sağ dönülebilirdi.

 

Ece TEMELKURAN

Babası, Güneydoğu'da ölen ilk askerlerden biriydi. Arkadaşım henüz beş yaşındaydı. Bugün o, "Daha fazla kan! İntikam!" demiyor. Onun sesine hepimizin ihtiyacı var. Bugün bu köşeyi, siyaseten hepimize yeni bir kerteriz olacağını düşündüğüm www.yenisoz.net adlı sitede yayımlanan yazısına ayırıyorum. Önünde acı ve saygıyla eğildiğim bu yazının tamamı ve başka "yeni sözler" için siteye bakmanızı öneririm. Dün Gabar Dağı'nda yitirdiğimiz 4 asker çocuğumuzun ve bütün ölen çocukların acısını bütün kalbimle paylaşarak...

 

* * *

 

Babam öldüğünde daha 12 Eylül bile olmamıştı. O ve bölüğü operasyon sırasında 'kırsalda' bir grupla karşılaşır. 'Ateş etmeyin, biz çobanız' diye bağırmaları üzerine babam bölüğe dönüp 'Ateşkes' dediği anda üç kurşun yer ve ağır yaralanır. (...) Toplam altı kişi ölür. O zamana kadarki en büyük çatışmadır. TRT'nin film kayıtları evde bir yerlerde durur hâlâ. Hayal meyal ben de hatırlıyorum; cenazeyi, bir askeri kargo uçağıyla bir yere gidişimizi, sonra helikopterle "memleketimize" nakledilişimizi.

 

'Büyüyünce asker olucam'

 

27 sene geçti. Babasız geçen bir çocukluk, ergenlik ve gençlik. Çok kızdığım oldu babama. Ne zaman annemle kavga etsem, babama kızardım, "Ne diye gittin, bizi babasız bıraktın" diye. İçinde baba geçen cümleler kuramazdım, başkalarından bahsederken bile. Annemden başkası "Çocuğum, oğlum" dedi mi, yüreğim burkulurdu; garip bir yetimlik kompleksi herhalde. Küçükken anlamazdım babamın neden öldüğünü, "Büyüyünce asker olucam; babamın intikamını alıcam" derdim. Sonra baktım ki, ardı arkası kesilmiyor ölümlerin, intikam yeminlerinin. ( ...) Sonra yavaş yavaş anladım ki, ölümlerin intikamını almak için verilen yeni canların intikamı da başka ölümlere tahvil ediliyor. Kan durmuyor; acılar, babasız, evlatsız kalan aileler geometrik olarak artıyor. Ne için, neden tüm bu acılar?

Babasız geçen bir ömrün bedeli kaç hektar topraktır? Kim bana açıklayabilir, babamın şehitliğinin tam olarak neye hizmet ettiğini? Ya babamın ta 1980'de ölümü anlamsızdı, ya sonrakilerin ölümü alakasız.

Komşularım, ayıplayan gözlerle bakıyorlar, balkonuma bayrak asmadığım için. Bilmiyorlar ki, ben evdeki Türk bayrağını dükkândan parayla ya da bir gazeteden promosyon olarak almadım; babamın tabutundan verdiler bize. Nasıl asayım o bayrağı? Hem benim acımı kaç metrekarelik bayrak, kaç kişilik yürüyüş ya da ne kadar hamasi nutuk azaltabilir ?

Hayır, ben bayrak asmadım, asmayacağım.

 

'Şehit ölmez, oğul ölür'

 

Ben HADEP'e de oy verdim, bağımsızlara da. Çünkü artık biliyorum ki, bu savaş çare değil; silahla olacak olsa 27 senede kesilirdi bu kan davası. Eğer bölünmeyecekse bu ülke, silahla değil; konuşarak, birbirimizi anlamaya çalışarak, siyasetle olacak ancak. Yoksa daha çok çocuk babasız büyüyecek, daha çok anne-baba acıların en büyüğünü, çocuklarından daha uzun yaşamanın kahrını yaşayacak.

Boşuna bağırıp durmayın. Ben artık biliyorum:

Belki milyonlar için şehitler ölmez ama bazılarımız için babalar, oğullar ve kardeşler ölür. Hem de öyle bir ölür ki, acısı hiç ama hiç tükenmez.

 

'Bir babam daha olsa'

 

Başkaları nasıl ediyor bilmiyorum ama, bir babam daha olsa asla feda etmezdim bu vatana. Cemal Süreya'nın o kahreden dizelerinden hareketle, "Sizin hiç babanız şehit oldu mu, benim bir kere oldu; kör oldum". Artık göremiyorum bütün bu kanın neden aktığını!

 

MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE

Öcalan'ın mesajını kendi örgütüne yönelik "uyanık olun, bölünmeyin" şeklinde okumak mümkün. Ama bu mesaj bir gerçeği de tescil ediyor: "Farklı PKK'lar var." Farklı PKK'lar, farklı çıkarlar, farklı ilişkiler ve farklı hedefler demek.

 

"Farklı PKK'lar" bile varsa, "farklı Kürtler" elbette olacak. Türkiye'nin, İran'ın, Irak'ın ve Suriye'nin farklı tarihleri, bu dört ülkeye özgü "Farklı Kürtler"i kısmen açıklıyor. Türkiye Kürtleri, aşiret uzlaşmaları üzerine inşa edilmiş bir Irak ve Suriye tecrübesine çok uzaklar. Köyün ortasından geçen sınır, akrabaları bile birbirinden ayırırken, iki tarafı birbirine değil, yüzlerce kilometre uzakta olan başkentlere bağlar. Çukurca Dohuk'a değil, Edirne'ye yakın hale gelir. Bu yakınlıklara yaşananları da ilave edince, ortaya aynı dili konuşan farklı Kürtler çıkar. Iraklı Kürt için 1974 tarihi, Türkiyeli Kürt için 12 Eylül 1980 tarihi önemli hale gelir. Tarih hafızadır. Hafıza ise kimliktir. O zaman "Bizim Kürtler"in mevcudiyetini idrak etmemiz gerekir.

 

Kürt realitesi'nden "Kürt sorunu"na

 

Türkiye'de "Bizim Kürtler" yaşıyor. "Bizim Kürtler"le yan yana, onlarla iç içe "biz", yani Türkler yaşıyoruz. Peki "farklı Türkler" yok mu? "Bizim Kürtler"in hemen karşısında da "Onların Türkleri" duruyor. Bu topraklardaki derin akla, birlikte yaşama tecrübesine bütünüyle yabancı, ithal marka bir etnisite merkezli dünya algılaması ile çevresindeki her farklılığa düşmanca bakan bir "onlar" var. Ulus devletten, üniter yapıdan bahsederek, Türklük adına hareket ettiklerini iddia etseler de, geçen yüzyılın ortalarından kalma Avrupaî bir şovenizmi temsil ediyorlar. Türkiye'de işte "Bizim Kürtler" ile "Onların Türkleri" tam karşı karşıya duruyorlar. Arada "Bizim Kürtler"i rahatsız eden bir "Kürt sorunu" var. Bizim Kürtler çözümden, "onlar" ise "hak verirsek daha fazlasını isterler"den yanalar. "Biz"e düşen ise haklıya hakkı teslim etmek, birlikte yaşayabilmek için ise adaleti tesis etmek olmalı.

 

Mustafa Akyol, su gibi akıcı "Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek" başlıklı kitabına Cemal Gürsel'den bir alıntı yaparak başlıyor. 27 Mayıs Darbesi'nin hemen ertesinde yayımlanan "Doğu İlleri ve Varto Tarihi" isimli kitaba, devlet başkanı sıfatıyla yazdığı takdim yazısında Gürsel, "Dünya üzerinde 'Kürt' diye adlandırılabilecek müstakil hüviyetli bir ırk yoktur" diyor. Onların gerçekte "Doğu Türkleri" olduğunu söylüyor. Bugün Kürtlerin "müstakil hüviyetli bir ırk" olup olmadığını kimse tartışmıyor. Kürt kelimesinin yöre halkının dağda yürürken çıkarttığı "kart-kurt" sesinden türediği iddiasını, bir zamanlar bu iddiaya sarılmış olanlar bile, en son eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman'ın vurguladığı gibi ironi konusu yapıyor.

 

1992 Mart'ında başbakan sıfatıyla konuşan Demirel'in, "Kürt realitesini tanıyorum" sözü, uzun Cumhuriyet tarihinin bir dönüm noktası idi. "Kürt realitesini tanımak" inkâr edilen ama yok edilemeyen, var olduğunu her vesile ile kanıtlayan "müstakil hüviyetli bir ırk"ın bu topraklar içinde, sayıca azımsanamayacak miktarda var olduğunu kabul etmekti. 2005 yılında Diyarbakır'da ilk defa bir başbakan, Recep Tayyip Erdoğan "Kürt sorunu"nu telaffuz ettiğinde, bu ayrı "hüviyet"in meşrû taleplerini de tanımış oluyordu. Önce Kürt vardı. Sonra Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklanan sorunları vardı. Üstelik bu sorunların çoğu Cemal Gürsel'in inkâr ettiği varlıkları ile devlet arasındaki ilişkiden kaynaklanıyordu. Hiç söylenmedi, ama Türkiye'nin en önemli sorunu da buydu.

 

12 Eylül'de C-5'te 90 gün direnen ve dik duruşuyla yaşayan efsane ülkücülerden biri olan kadim dostuma şu soruyu sormuştum: "Anandan öğrendiğin dili konuşmanı yasaklasalar, ne yapardın?" Kürtçe konuşma yasağından bahsettiğimi hemen anlamış ve tereddütsüz şu cevabı vermişti: "Dağa çıkardım." Türkiye'nin uzun yıllarına ipotek koyan "Kürtçe yasağı"ndan bugün, bu yasağı koyan Kenan Evren "bir hataydı" diye bahsediyor. Acaba biri, bu "hata"nın kaç insan canına mal olduğunu hesaplayabilir mi? Geçmişte yapılan hataların sahipleri, yani "Kürt sorunu"nun mimarları özeleştiride bulunurken bugün hâlâ devam eden hatalarımızı neden süzgeçten geçirmiyoruz? Türkiye'nin nisan ayından beri, yaklaşık altı aydır tartıştığı "sınır ötesi operasyon"un bir kriz şeklinde uluslararası alanda ve bölgede yol açtığı son zincirleme reaksiyonu hatırlayalım. Türkiye'nin "Kürt sorunu" olmasaydı, bu kriz çıkar mıydı? Bizim hatalarımız olmasaydı, iç sorunumuzdan kaynaklanan bir krizi ABD ile pazarlık konusu yapar mıydık? Hırsızın hiç mi günahı yok? Elbette var. Ama hangi hırsızın, yani hangi PKK'nın?

 

Türkiye bölünecek mi?

 

Basmakalıp bir ideolojik jargonun içine sıkıştırdığımız "bölünme paranoyası"nı, kocaman bir masaya yatırıp yeniden şerh etmeliyiz. Türkiye bölünür mü? Elbette ihtimallerden biri bu. Ama daha güçlü başka ihtimaller de var. Bir ihtimal ile ufkumuzu kararttığımız zaman, elimiz kolumuz bağlanıyor. Türkiye'nin bölünüp bölünmeyeceğine biz karar vereceğiz. Bugün vereceğimiz kararlara ve bulacağımız çözümlere göre geleceği belirleyeceğiz. Geçmişte koyduğumuz Kürtçe yasağı nasıl Türkiye'yi tehlikeli sulara sürükledi ise, bugün vereceğimiz kararlarla geleceği emniyetli bir limanda yeniden inşa edebiliriz. Türkiye'nin bölünüp bölünmeyeceğine "Bizim Kürtler" karar verecek. Tabii, "bizim" olmaktan çıktıkları zaman. Onların "bizim" olarak kalmalarına ise "biz" karar vereceğiz. Şayet kararı "onların Türkleri" verirse, Türkiye bölünecek. Çünkü "onlar"ın Kürtleri "bizim" olarak görme yetenekleri yok.

DTP'nin geçtiğimiz ayın sonunda, Diyarbakır'da topladığı "Demokratik Toplum Kongresi"nin sonuç bildirgesi, "Türkiye bölünecek mi?" sorusuna, tam da doğru adresten gelen cevabı içeriyor. Israrla "Türkiye'nin bütünlüğü içinde", "Kürt sorunu"nun çözümünden bahseden bildirgenin, samimi bir dil kullandığı açık. Çünkü, "ayrı devlet" çözümünü "konjonktürel" ve "felsefik" gerekçelerle reddediyor. Cümle aynen şöyle: "... Ayrı bir devlet talep etme gibi felsefik ve konjönktürel gerçeklikten uzak ve halkların birbirini boğazlamasına kadar gidebilecek bir süreci tetikleyecek siyaset anlayışı..." Konjonktür değiştiği zaman felsefî sakıncalar giderilebilir mi? Elbette giderilir; ama bugün bize lâzım olan "konjonktür" değil mi?

Türkiye, üzerinde konuşamadığı, aydınlatamadığı için karanlıklar ve hayaletler üretiyor. Aynı bildirge'de, "Bizim Kürtler"e dair belirsizlik, aslında makul olmayan bir şeyin tutarsızlıklarını tüketme fırsatı bile bulamadığımızı gösteriyor. Öcalan'a ait olan ve Bildirge'de de savunulan "demokratik özerklik" talebinin salt bir retorikten ibaret olması gibi. Şu cümlenin içinden çıkmak ve çıkanları Türkiye gerçekliğine uyarlamak mümkün mü: "Demokratik özerklik... -salt "Etnik" ve "Toprak" temelli özerklik anlayışı yerine kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği bölgesel ve yerel bir yapılanmayı savunur..." Aslında bu cümle, bağımsız bir devlet kurmayı bir kenara bırakın, coğrafî esasa dayalı siyasî federasyonun veya otonominin de nasıl imkânsız olduğunu göstermiyor mu? Malûm "Bizim Kürtler"in yarıdan fazlası, Güneydoğu illeri dışında yaşıyor. "Talepler" arasında önemli bir yer tutan "komünal haklar" tartışmasını Türkiye'de başlatabilsek, bu tartışmalardan öncelikle Kürtler rahatsızlık duyacaklar. Benzer sorunların yaşandığı dünyada, hiçbir yerde çözülemeyen "komünal haklar" sorununu eğer ilk biz çözecek isek, çok uzun bir mesafe katetmemiz gerekecek.

 

Tekrarlayalım: "Türkiye bölünecek mi?" sorusunun cevabını "Bizim Kürtler" verecek. "Bizim" olmaktan çıktıkları zaman da Türkiye bölünecek. Kürtleri "bizim" olmaktan çıkartacak olanlar ise "onlar" olacak. Öyleyse "bizim" duruma el koymamız, Türkiye'nin birlik ve bütünlüğü ile Kürtlerin onurlu eşit vatandaşlar olarak mutluluğuna kefil olmamız lazım. Her şey hazır. Şiddet denendi ve kendini tüketti. Zorlamayla, yasakla, yok saymakla sorunu çözeceğini zannedenler de sermayelerini tükettiler. Ekmeğini kana batıranlar her devirde olacak. Terör ticaretini "onların Kürtleri" ile "onların Türkleri"ne bırakarak "biz", "biz bize" her sıkıntının üstesinden gelebiliriz. 24 yıldır biriken kan gölü bile "Bizim Kürtler"i bizden, bizi de onlardan ayrı kılamadığına göre daha yürüyeceğimiz çok uzun bir yol var demektir. Gerisi? Allah kerim.

 

Not: "Bizim Kürtler" tabirini zengin içeriğiyle birlikte, Artvin Valisi Cengiz Aydoğdu dostumdan ödünç aldığımı belirtmeliyim.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

1915 Ermeni olaylarini kim nereden kaynaklanip almissa kökten yanlis bir tarih degerlendirmesi yapmistir.Ermeni tarihcileri,Ermeni siyasetcileri bile 1915 olaylarini anlatirken Ermenilerin ne kadar yanlis yaptigindan ve olaylarin bassorumlusunun Ermeni komitacilar oldugundan bahsederken simdi horoz yumurtlamis gibi yepyeni bir iddia atiliyor ortaya ki ben bu iddiayida Türkiye devleti karsitlarinin veya diasporanin uydurduguna kalibimi basarim.

Amac ITTIHAT ve TERAKKI'yi savunmak degildir ama,baska ülkelerden müslümanlari yerlestirmek icin Ermenleri tehcire zorladi tanimlamasi dogru degildir.Bunu iddia etmek tarihi tamamen ters yüz etmek ve asil gercekleri bulandirmakla es anlamlidir.Ben yakin tarihin daha iyi okunmasini ama tarafsiz tarihcilerin tarihlerinden okunmasini tavsiye ediyorum.Ermeni veya Türkiye karsiti tarihcilerin veya yazarlarin anlattiklari ile tarih olmaz.Böyle gercek disi iddilari uyduranlara Ermenistanin ilk basbakaninin Ermenilerle ilgili yazdigi kitablari tavsiye ediyorum,KAYNAK yayinlarindan elde edilebilir bu kitaplar.Gercekleri sevenlere duyurmus olayim.

 

 

saygilarla

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kimden : Ayetullah Humeyni (Bay, 34)

Kime : Grup: Alevi Uyan...Mehdî Geldi...

Tarih : 21.12.2007 12:47 (GMT +2:00)

 

 

Konu : Doğu PERİNÇEĞİN Sırr-ı hakikati ne..?

 

 

UYGARLIK VE DEVRİMLERİN BAYRAĞI:

 

Ayyıldızlı al bayrağımız, binlerce yıllık başı dik imparatorluklar tarihinin ve son iki yüzyılın devrimler tarihinin bayrağıdır. Bu açıdan Türk bayrağı büyük bir milletin bayrağı olmanın ötesinde insanlığın evrensel değerlerindendir.

Türk bayrağının tarihi, uygarlığın tarihi kadar derinlerdedir. Ayyıldız, eski Mezopotamya uygarlıklarında, Sumerler zamanında doğmuştu ve 7. yüzyıla ait Göktürk paraları üzerinde de bulunmaktadır.

Türk bayrağı, büyük devlet kültürünün, büyük imparatorluklarla büyük uygarlıklar örgütlemenin bayrağıdır.

Türk bayrağı, ezilen milletlerin ilk kurtuluş savaşını verenlerin bayrağıdır.

Türk bayrağı, son iki yüzyıla dört devrim sığdırmış bir milletin bayrağıdır. Türk bayrağı devrim bayrağıdır.

KIŞKIRTMALAR DEVAM EDİYOR

Bu *** hareketin, Hz. Muhammed'e saygısızlık ve Talat Paşa Harekatı'na karşı psikolojik savaşın arkasından gelmesi, düşündürücüdür. Kışkırtmalar, ABD'nin Haçlı Seferi doğrultusunda devam ettirilmektedir.

TÜRK BAYRAĞI ALTINDA VAKAR VE DİSİPLİN VARDIR

Biz onlara vereceğimiz cevabı biliyoruz.

Türk bayrağı altında kışkırtma olmaz, anarşi olmaz, başıbozukluk olmaz.

Türk bayrağı altında milli devlet savunulur.

Türk bayrağı altında insanlık, kardeşlik ve barış vardır.

Türk bayrağı altında büyük bir milletin nasıl vakar, gurur ve disiplinle yürüyeceğini 18 Mart günü Berlin'de herkes görecektir.

 

 

 

DOĞU PERİNÇEK:Aydınlık dergisi 4 mart 2006 cumartesi.

 

 

*Mehdi'nin çıkış alametlerinden bir tanesi de batıda,başlarında Kinde kabilesinden ayağı sakat bir adamın bulunduğu Bayraklıların çıkmasıdır.*

 

Kaynak hadis:Suyuti,Kitabu'l-Arfi'l-Verdi fi Ahbari'l-Mehdi; Carullah,no:1494,s.99.Bl.7Hadis no:13

 

 

Zikr-i hakikatimizdir...

______________________

Bakî Gerçekler Demine Hû,Dost Allah Eyvallah...

Gerçeğe Hû Mü'mine Yâ Alî Yâ Mehdî Sahib-î zaman...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

DAÜ VE İNTİHAL

 

 

http://www.yeniduzengazetesi.com/index.php...col/47/art/6799

 

13 Aralık 2007 / Perşembe

Hüseyin Ekmekçi

 

 

DAÜ ve İntihal... Bir profesörün yanıtı

 

İntihal olayına bir bakış...

 

DAÜ’de bir süreden bu yana yaşanan “intihal” tartışmalarına dahil olmuştuk... Bu sürede geç de olsa bir mektup ulaştı elimize...

 

Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Aydın Güneş imzalı bu yazıda, oldukça önemli konular gündeme gelecek sanırım. Bu konuda daha önce de söylediğim gibi fazla yorum yapmadan “sözü akademisyenlere” bırakmak gerek.

 

İşte Prof. Dr. Güneş’in görüşleri:

 

“Sayın Ekmekçi,

Günlerdir gazeteniz Yenidüzen sayfalarında devam eden intihal konusundaki açıklama, suçlama, tehdit ve yorumları, bir meslektaşımın uyarısı üzerine hem ilgiyle hem hayretle izlemeye başladım. Konunun gazeteniz tarafından gündeme getirilmesi ve tartışmaya açılması umarım Türkiye'de de kimilerine örnek olur ve son günlerde ülkemizde bilimin utancı haline gelen intihal olaylarına karşı gerekli tepkiler gerektiği ölçüde verilir. Mesleğim gereği hem alt mahkeme tarafından intihal yaptıkları bilirkişi raporlarına dayanılarak saptanan kişilerin kitabını hem de sayın Nükhet Turgut'un kitabını okumuş bir akademisyen olarak sayın B. Ertan'ın açıklama ve tehditlerini tebessümle karşıladım. O açıklamalar içinde tek doğru olan bir nokta vardı. O da Davanın temyiz aşamasında olmasıdır. Bunun dışında sayın Ertan çeşitli uydurma ve demagojik yaklaşımlarla bir intihalcinin haleti ruhiyeti içinde karmaşa yaratmakta ve büyük olasılıkla konuyu tam olarak bilmeyen KKTC kamuoyunu her intihalcının klasikleşen bir tutumuyla kandırmaya çalışmaktadır. Okur-yazar olan herkesin mahkeme kararlarına bakarak kolaylıkla anlayacağı gibi alt mahkeme hem kamu davasında hem de hukuk davasında Ruşen Keleş ve Birol Ertan'ın intihal yaptıkları kararına varmıştır. Kamu davası 21 Kasım 2004 tarihinde intihalcilerin aleyhine sonuçlanmış ve işte bu nedenden dolayı R. Keleş ve B. Ertan Temyiz yoluna başvurmuşlardır. Temyiz mahkemesinin alt mahkemenin kararını bozan herhangi bir kararı yoktur. Konuyla ilgili mevzuatta değişiklik olduğu için Temyiz mahkemesi suçluların lehine olabilecek bir durum ortaya çıkmış olabilir diye konuyu alt mahkemeye geri göndermiştir. Alt mahkeme olarak görev yapan Ankara Sinai ve fikri Haklar Ceza Mahkemesi 7 Mart 2006 tarihli kararıyla eski kararını tekrarlamış ve intihali yeniden teyid etmiştir. Davalılar alt mahkemenin kararını beğenmedikleri için yeniden temyize başvurmuşlardır. Şimdi dava temyiz aşamasındadır. Öte yandan sayın Nükhet Turgut'un açtiği hukuk davası da Aralık 2006'da sonuçlanmış ve davalılar yani R. Keleş ve B. Ertan'ın intihal yaptıkları saptanmıştır. Ama bu kararı da beğenmedikleri için davalılar temyize başvurmuşlardır. Her iki kitabı da okuyan ve karşılaştırma yapan bir kişi olarak aşağıdaki noktaların altını çizmek isterim:

1) Ruşen Keleş ve Birol Ertan'ın kitabında hem blok kopyalama hem de gömme olayları çok bariz bir şekilde vardır. Lütfen bu konuyla ilgilenen herkes bilimsel görüş açıklamadan önce bu kitapları okusun. Vicdani ve bilimsel yargı ancak o zaman oluşabilir. Ben, Nukhet hanımın kitabının 1998 ve 2001 baskılarını okudum. Nükhet hanım, çevre hukukundaki mevzuat değişikliklerini de dikkate alarak 2001 yılındaki baskıda önemli revizyonlar yaptı. Ruşen Keleş ve Birol Ertan ise kendi kitaplarını 2002 tarihinde yayınlamalarına rağmen mevzuattaki değişikliklere neden yer vermediler? Bunun nedeni çok açık. Türkiyede bu konuyla ilgili çevreler bu nedeni çok iyi biliyor: Çünki intihalciler N. Turgut'un kitabının 1998 baskısından aşırma yaptılar! Kısaca söylemek gerekirse, R. Keleş ve B. Ertan'ın kitabı aceleyle ve geniş oranda N. Turgut'un kitabından özetler yapılarak hazırlanmıştır.

2) Kitabı inceleyen akademisyenler, R. Keleş ve B. Ertan'ın in bilimsel atıf kurallarına hiç uymadıklarını kolaylıkla anlayacaklardır. Prof. ve Yardımcı-doçent ünvanlarını taşıyan bu kişiler acaba niye böyle davrandılar? İntihal bu şekilde oluşmuştur. Peki, KKTC üniversitesinde ders veren bu kişiler hangi etik anlayışla öğrencinin karşısına çıkmakta ve bilimsel eğitim yapmaktadır. Bilimsel etik yoksunu oldukları mahkeme kararıyla saptanmış bu kişilerin, "hata yaptık özür dileriz" diyerek intihalle oluşturdukarı kitabın yeni baskısını yapmaktan kaçınmaları gerekmez miydi? Hayır böyle yapmıyorlar.... Arkalarını bu konulara hiç önem vermeyen bir anlayışa dayamak süretiyle bir intihalcinin pişkinliğiyle hiçbir şey olmamış gibi davranmaktadırlar. Maalesef bunun sorumlusu YÖK'tür.

3) Birol Ertan gazetenize gönderdiği açıklamada, sosyal demokrat olduğunu ve Yenidüzen gazetesinin yazarlarıyla ayni dünya görüşünü paylaştığını ifade etmektedir.... Elbette böyle bir dünya görüşü benzerliğinin olup olmadığını bilecek konumda değiliz. Ama, B. Ertan'ın ifadeleri ve bu davranışı ne kadar bilim dışı ve etik yoksunu olduğunu gösteriyor. Şu noktanın altını çizmek istiyorum: İntihalci olduğu mahkeme kararlarına ve bilirkişi raporlarına yansıyan Birol Ertan'ın, Yenidüzen gazetesine seslenirken kullandığı ifadeler yeniden okunduğunda, onun, siyasi dünyadan ve ahbap-çavuş ilişkilerinden medet uman bir kasaba politikacısından farklı olmadığı gerçeği ortaya çıkar. Özür dileyeceğine siyasi akrabalıklardan medet ummaktadır.

4) İntihalcilerden biri, B. Ertan, gazetenize gönderdiği açıklamada davayı temyizde kazanacaklarından emin olduğunu ifade etmektedir. Acaba bu davranışın kaynağı nedir? Kim ona böyle bir garanti vermiştir ki temyizin kararını şimdiden ilan etmektedir? Vicdanı temiz gerçek bilim insanları, iki kitabı karşılaştırarak adil bir karara varabilirler. Aklın yolu birdir ve bu da intihalin belgelenmesi anlamına gelir..

5) Sayın Ekmekçi,

Mahkeme kararlarını yayınlamak suç değildir. Size önerim, eğer elinizde mahkeme kararları varsa bunların sonuç bölümlerini yayınlamanızdır. O zaman kontrolsüz bir şekilde hodri meydan diyerek tehdit savuranların maskesi de düşecektir.

Hürmetlerimle,

Anakara'dan meslekte 34. yılını doldurmuş bir Akademisyen

Aydın GÜNEŞ

Not:

İntihal konusunda TBMM'nde konuşma yapan ve YÖK'e sorduğu sorulara yanıt verilemeyen ve özel olarak bu intihal konusuyla ilgilenen AKP eski Tokat milletvekili sayın Ergun Dağcıoglu'nun görüşlerine de başvurmanızda yarar var diye düşünmekteyim.

sayın Dağcıoğlu'nun e-maili: [email protected]

 

DAÜ VE İNTİHAL

 

http://www.yeniduzengazetesi.com/index.php...col/47/art/6799

 

13 Aralık 2007 / Perşembe

Hüseyin Ekmekçi

 

 

DAÜ ve İntihal... Bir profesörün yanıtı

 

İntihal olayına bir bakış...

 

DAÜ’de bir süreden bu yana yaşanan “intihal” tartışmalarına dahil olmuştuk... Bu sürede geç de olsa bir mektup ulaştı elimize...

 

Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Aydın Güneş imzalı bu yazıda, oldukça önemli konular gündeme gelecek sanırım. Bu konuda daha önce de söylediğim gibi fazla yorum yapmadan “sözü akademisyenlere” bırakmak gerek.

 

İşte Prof. Dr. Güneş’in görüşleri:

 

“Sayın Ekmekçi,

Günlerdir gazeteniz Yenidüzen sayfalarında devam eden intihal konusundaki açıklama, suçlama, tehdit ve yorumları, bir meslektaşımın uyarısı üzerine hem ilgiyle hem hayretle izlemeye başladım. Konunun gazeteniz tarafından gündeme getirilmesi ve tartışmaya açılması umarım Türkiye'de de kimilerine örnek olur ve son günlerde ülkemizde bilimin utancı haline gelen intihal olaylarına karşı gerekli tepkiler gerektiği ölçüde verilir. Mesleğim gereği hem alt mahkeme tarafından intihal yaptıkları bilirkişi raporlarına dayanılarak saptanan kişilerin kitabını hem de sayın Nükhet Turgut'un kitabını okumuş bir akademisyen olarak sayın B. Ertan'ın açıklama ve tehditlerini tebessümle karşıladım. O açıklamalar içinde tek doğru olan bir nokta vardı. O da Davanın temyiz aşamasında olmasıdır. Bunun dışında sayın Ertan çeşitli uydurma ve demagojik yaklaşımlarla bir intihalcinin haleti ruhiyeti içinde karmaşa yaratmakta ve büyük olasılıkla konuyu tam olarak bilmeyen KKTC kamuoyunu her intihalcının klasikleşen bir tutumuyla kandırmaya çalışmaktadır. Okur-yazar olan herkesin mahkeme kararlarına bakarak kolaylıkla anlayacağı gibi alt mahkeme hem kamu davasında hem de hukuk davasında Ruşen Keleş ve Birol Ertan'ın intihal yaptıkları kararına varmıştır. Kamu davası 21 Kasım 2004 tarihinde intihalcilerin aleyhine sonuçlanmış ve işte bu nedenden dolayı R. Keleş ve B. Ertan Temyiz yoluna başvurmuşlardır. Temyiz mahkemesinin alt mahkemenin kararını bozan herhangi bir kararı yoktur. Konuyla ilgili mevzuatta değişiklik olduğu için Temyiz mahkemesi suçluların lehine olabilecek bir durum ortaya çıkmış olabilir diye konuyu alt mahkemeye geri göndermiştir. Alt mahkeme olarak görev yapan Ankara Sinai ve fikri Haklar Ceza Mahkemesi 7 Mart 2006 tarihli kararıyla eski kararını tekrarlamış ve intihali yeniden teyid etmiştir. Davalılar alt mahkemenin kararını beğenmedikleri için yeniden temyize başvurmuşlardır. Şimdi dava temyiz aşamasındadır. Öte yandan sayın Nükhet Turgut'un açtiği hukuk davası da Aralık 2006'da sonuçlanmış ve davalılar yani R. Keleş ve B. Ertan'ın intihal yaptıkları saptanmıştır. Ama bu kararı da beğenmedikleri için davalılar temyize başvurmuşlardır. Her iki kitabı da okuyan ve karşılaştırma yapan bir kişi olarak aşağıdaki noktaların altını çizmek isterim:

1) Ruşen Keleş ve Birol Ertan'ın kitabında hem blok kopyalama hem de gömme olayları çok bariz bir şekilde vardır. Lütfen bu konuyla ilgilenen herkes bilimsel görüş açıklamadan önce bu kitapları okusun. Vicdani ve bilimsel yargı ancak o zaman oluşabilir. Ben, Nukhet hanımın kitabının 1998 ve 2001 baskılarını okudum. Nükhet hanım, çevre hukukundaki mevzuat değişikliklerini de dikkate alarak 2001 yılındaki baskıda önemli revizyonlar yaptı. Ruşen Keleş ve Birol Ertan ise kendi kitaplarını 2002 tarihinde yayınlamalarına rağmen mevzuattaki değişikliklere neden yer vermediler? Bunun nedeni çok açık. Türkiyede bu konuyla ilgili çevreler bu nedeni çok iyi biliyor: Çünki intihalciler N. Turgut'un kitabının 1998 baskısından aşırma yaptılar! Kısaca söylemek gerekirse, R. Keleş ve B. Ertan'ın kitabı aceleyle ve geniş oranda N. Turgut'un kitabından özetler yapılarak hazırlanmıştır.

2) Kitabı inceleyen akademisyenler, R. Keleş ve B. Ertan'ın in bilimsel atıf kurallarına hiç uymadıklarını kolaylıkla anlayacaklardır. Prof. ve Yardımcı-doçent ünvanlarını taşıyan bu kişiler acaba niye böyle davrandılar? İntihal bu şekilde oluşmuştur. Peki, KKTC üniversitesinde ders veren bu kişiler hangi etik anlayışla öğrencinin karşısına çıkmakta ve bilimsel eğitim yapmaktadır. Bilimsel etik yoksunu oldukları mahkeme kararıyla saptanmış bu kişilerin, "hata yaptık özür dileriz" diyerek intihalle oluşturdukarı kitabın yeni baskısını yapmaktan kaçınmaları gerekmez miydi? Hayır böyle yapmıyorlar.... Arkalarını bu konulara hiç önem vermeyen bir anlayışa dayamak süretiyle bir intihalcinin pişkinliğiyle hiçbir şey olmamış gibi davranmaktadırlar. Maalesef bunun sorumlusu YÖK'tür.

3) Birol Ertan gazetenize gönderdiği açıklamada, sosyal demokrat olduğunu ve Yenidüzen gazetesinin yazarlarıyla ayni dünya görüşünü paylaştığını ifade etmektedir.... Elbette böyle bir dünya görüşü benzerliğinin olup olmadığını bilecek konumda değiliz. Ama, B. Ertan'ın ifadeleri ve bu davranışı ne kadar bilim dışı ve etik yoksunu olduğunu gösteriyor. Şu noktanın altını çizmek istiyorum: İntihalci olduğu mahkeme kararlarına ve bilirkişi raporlarına yansıyan Birol Ertan'ın, Yenidüzen gazetesine seslenirken kullandığı ifadeler yeniden okunduğunda, onun, siyasi dünyadan ve ahbap-çavuş ilişkilerinden medet uman bir kasaba politikacısından farklı olmadığı gerçeği ortaya çıkar. Özür dileyeceğine siyasi akrabalıklardan medet ummaktadır.

4) İntihalcilerden biri, B. Ertan, gazetenize gönderdiği açıklamada davayı temyizde kazanacaklarından emin olduğunu ifade etmektedir. Acaba bu davranışın kaynağı nedir? Kim ona böyle bir garanti vermiştir ki temyizin kararını şimdiden ilan etmektedir? Vicdanı temiz gerçek bilim insanları, iki kitabı karşılaştırarak adil bir karara varabilirler. Aklın yolu birdir ve bu da intihalin belgelenmesi anlamına gelir..

5) Sayın Ekmekçi,

Mahkeme kararlarını yayınlamak suç değildir. Size önerim, eğer elinizde mahkeme kararları varsa bunların sonuç bölümlerini yayınlamanızdır. O zaman kontrolsüz bir şekilde hodri meydan diyerek tehdit savuranların maskesi de düşecektir.

Hürmetlerimle,

Anakara'dan meslekte 34. yılını doldurmuş bir Akademisyen

Aydın GÜNEŞ

Not:

İntihal konusunda TBMM'nde konuşma yapan ve YÖK'e sorduğu sorulara yanıt verilemeyen ve özel olarak bu intihal konusuyla ilgilenen AKP eski Tokat milletvekili sayın Ergun Dağcıoglu'nun görüşlerine de başvurmanızda yarar var diye düşünmekteyim.

sayın Dağcıoğlu'nun e-maili: [email protected]--

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Üniversitelerimiz ve ‘intihal’

Hüseyin Ekmekçi yenidüzen.com alıntı :angry:

 

 

Yazarın tüm yazılarını görüntüle

 

 

25 Eylül 2007, Salı Yorum Yaz Yazdır Arkadaşına Gönder

 

 

Üniversitelerimiz ve ‘intihal’ meselesi... :excl:

 

Şu günlerde Türkiye basınında yer alan ve bilimde hırsızlık anlamına gelen ‘intihal’ odaklı bir haber belki çoğumuzun ilgisini çekmedi. Türkiye basınındaki haberleri takip edenler Türk bilim adamlarının isimlerinin çok yaygın bir şekilde uluslararası bilim çevrelerinde anılmaya başlandığını, ama bu anılmanın bilimsel ‘buluşlar’ nedeniyle değil bilimsel ‘aşırmalar’ nedeniyle olduğunu anladılar. İğneyi kendimize.... diyerek yola koyulan saygın yazarlar bu olaya elbette sessiz kalamazlardı... Bunlardan biri olan Prof. Dr. Mehmet Altan konuyu Star gazetesindeki köşesine taşıdı. Altan’ın ‘Türban ve Hırsızlık’ başlığını taşıyan ve 20/09/2007 tarihli Star gazetesinde yayımlanan yorumunda şu cümleler oldukça öğreticidir:

 

“… ‘İntihal’ bilim dünyasının en büyük suçudur. Dünyanın en saygın üniversiteleri öğrencilerine önce bunu öğretir... Örneğin Harvard dua gibi ezberletir... Duymayanı da anında tasfiye eder. Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun ise bir ‘bilim yamyamlığından’ farkı yok.”

 

Konuya KKTC’deki üniversiteler açısından yaklaşırsak nasıl bir manzarayla karşılaşacağımızı herhalde merak edenler vardır. Örneğin Eğitim Bakanlığı başta olmak üzere, YÖDAK, Üniversite yönetimleri ve eğitimcilerin örgütlü olduğu sendikalar bu meraklılar listesinin arasında, hatta tepesinde olmalı...

 

Yaptığımız çok sınırlı bir araştırmada hiç de iç açıcı olmayan bulgulara rastladık. Bizde de bilimsel aşırmalarla (intihal) ün yapan üniversite mensupları vardır ve ne yazık ki bunlar ya görmezlikten gelinmekte ya da siyaset dünyasının duvarları arkasına gizlenmektedir. Sürekli olarak siyasetteki kirlenmeden bahsedenler, üniversitelerdeki kirlenmeyi nedense görmüyorlar ya da görmek istemiyorlar.

 

Şimdi çok sınırlı araştırmamızda ulaştığımız bilgileri sıralayalım:

 

KKTC’de kurulu ve bitmek bilmeyen sorunlarıyla hep gündeme gelen bir üniversitemizde yıllarca görev yapan iki öğretim görevlisi intihal (bilimsel hırsızlık) yaptıkları gerekçesiyle 2002 yılında mahkemelik olur. Dava, Cumhuriyet Savcısı’nın katılımıyla bir Kamu Davası niteliğine dönüşür. İntihale konu olan bir kitaptır ve Çevre Hukuku’yla ilgilidir. KKTC’de görev yapan iki akademisyen 3 yıl boyunca yargılanır.

Yargılama Ankara’da yapılır ve 21 Kasım 2004 tarihinde, intihali tesbit eden alt mahkemenin mahkumiyet kararıyla sonuçlanır. Bizim KKTC üniversitesinde görev yapan iki davalı hemen temyize başvurur.

Davayla ilgili yasada değişiklik olduğu için, dava, yeniden görüşülmek üzere alt mahkemeye iade edilir. Alt mahkeme (Ankara Fikri ve Sinai Haklar Mahkemesi) davayı tekrar ele alır. İkinci kez bilirkişi oluşturulur. Tarafların avukatları dinlenir. Ama uzmanlardan oluşan bilirkişinin raporu intihal yapıldığını yeniden tesbit eder. Mahkeme 7 Mart 2006 tarihinde yeniden mahkumiyete karar verir. Davalılar konuyu yeniden temyize götürür. Temyizden henüz karar yok.

Ama işin ilginç yanı, sorunlarıyla meşhur üniversitemizin ve bu üniversitenin yöneticilerinin mahkumiyet kararını nedense görmezden gelmeleridir. Sanki mahkemeden böyle bir karar çıkmamış gibi davranırlar. Kulaklar sağır, gözler kördür sanki. Akademisyenlerin örgütlü olduğu sendikadan da akademisyenlerden de bir ses çıkmaz.

İntihale ilk ve tek tepki bu üniversitenin siyasiler tarafından atanmış üst yöneticilerinden gelir. Bu üniversitenin yönetiminden sorumlu en üst kurul intihal yaptığı mahkeme ve bilirkişi tarafından belirlenenlerden biri hakkında disiplin kovuşturması kararı verilir. Karar, karar defterine yazılmış ve duyurulmuştur. Bu kararı hem diğer akademisyenler hem de öğrenciler bilmektedir. Ama bu karar nedense üniversitenin akademik yöneticileri tarafından hiç uygulanmaz.

Bu üniversitemize yakın kaynaklar, intihalcilerden birinin bir siyasetçinin koruması altında olduğunu ve bu nedenle intihal olayının üniversite yönetimi tarafından görmezden gelindiğine inanıldığını belirtiyorlar.

Tüm bu gelişmeler olurken ve intihalciler, bu çok sorunlu üniversitemizde sözleşme tazeleyerek maaşlarını almaya devam ederken, yeni bir gelişme daha oluyor. Sözü edilen iki akademik personel hakkında yeni bir dava açılıyor. Davacı, kitabından intihal yapılan bayan profesördür ve bir hukuk davası açmıştır. Bu dava da yakın bir geçmişte sonuçlandı. Yine mahkumiyet kararı verildi ve yine temyize gidildi. Ama sorunlarıyla meşhur üniversitemizin ne yönetiminden ne de hükümetin kapısını maaş artışıyla aşındıran akademisyen sendikasından yine ses yok.

Benzer bir olay yukarıda da bahsettiğimiz gibi Türkiye’de oldu. İntihal olayına adı karışanlar ODTÜ’den. Olayı ortaya çıkaran kişi de ODTÜ’den. Başka bir örnek de Konya Selçuk Üniversitesi’nde gerçekleşti. Ama bu olaya gösterilen tepkiler bizdekinden çok farklı. İntihal olayına karşı ortaya konulan tepkileri, bizimkilere örnek olur diye aşağıda özetleyelim.

n Üniversite yönetimi olaya adı karışanları üniversiteden uzaklaştırdı.

 

n İntihal sonucu hazırlanan makaleyi yayımlayan derginin editörü John Casti, intihal yapılan bir makaleyi yayınladığı için matematik dünyasından özür diledi.

 

n Akademisyenlerin temsilcisi durumunda olan Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Prof. Dr. Tahsin Yeşildere ise şunları söyledi:

 

“Yüzümüzü kızartan, ülkemiz bilim insanlarının uluslararası saygınlığına çok büyük darbe vuran bu rezaletin baş sorumluları, bugüne kadar ortaya çıkan bilim hırsızlıklarını görmezden gelenlerdir. Ahbap çavuş ilişkileri ile yok saymalar, bilim hırsızlıklarını aklamanın sonucu budur. YÖK, Üniversitelerarası Kurul, rektörler, dekanlar derhal önlem almalı. ……… Önlem alınmazsa Türkiye’nin bilimi, akademisyenleri daha ağır darbeler alabilir.”

 

Bu olaydan çıkarılabilecek sonuçlar ya da sorulması gereken bazı sorular vardır:

 

1) KKTC’de intihalcileri istihdam eden üniversitenin akademik yönetimi, yani Rektör, Senato, ilgili Dekanlık ve Bölüm Başkanlığı bu kişilere karşı hangi önlemi almıştır? Bize ulaşan duyumlar, intihalcilerin fakülte dekanı tarafından korunduğu yolundadır. Bu doğru mudur?

 

2) İntihalcilerin muhtemelen üyesi bulunduğu DAÜ-SEN bu konu hakkında ne düşünmektedir? DAÜ-SEN’in talep ettiği maaş artışları, bunu hak eden akademisyenlerin yanında, intihalcilere de mi uygulanacaktır? DAÜ-SEN’in talebi bu mudur?

 

3) İntihal yoluyla hazırlandığı bilirkişi raporları ve mahkeme kararlarıyla belirlenen bu kitabın DAÜ-Kitap Merkezi’nde satıldığı söylenmektedir. Hatta, aynı kitabın Hukuk Fakültesi’nde ders kitabı olarak okutulduğu da bildirilmektedir. Bunlar doğru mudur?

 

4) İntihalcileri koruyan siyasetçi kimdir? Bu korumanın intihalciye danışman statüsü verilerek sağlandığı iddiası doğru mudur?

 

5) Ve herkese bir soru: Üniversitede hem kaliteden bahsetmek, hem de intihalcilere karşı önlem almamak çok ciddi bir çelişki oluşturmuyor mu?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...

BU KADAR DA YALAN OLMAZ Kİ !

 

“Erdoğan-Bush Antlaştı, Türkiye Kürdistan”ı tanıyacak ve PKK lılara af getirecek” haberi üzerine “Yalan söylüyorlar” diyen Başbakanın öfkesini bir kenara koyarak, geçmişe yolculuk yapalım istiyorum. Çok eskiye değil üç yıl öncesine gideceğiz.

 

Konu Annan Planı ve gelişmeleri batılı gazetelerden takip edeceğiz.

 

1 Ocak- 24 Nisan 2004 arasında batılı medya bakalım hangi yalanları söylemiş?

 

*****

The Economist.. Erdoğan'ın, oluşmasına yardım ettiği siyasi gelişmeler sayesinde Kıbrıs konusunda ilerleme şansı arttı…(19.1.2004)

***

Voice of Amerika….Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, bölünmüş durumdaki Kıbrıs'ın yeniden birleşmesine yönelik BM planına ana hatlarıyla destek verdiğini ifade etti…. (25 Ocak 2004)

*************

İsviçre- Davos'ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu'nun son gününde konuşan Erdoğan, eğer Kıbrıslı Rumlar "Genel Sekreterin boşlukları doldurmasını kabul ederlerse, garantör ülke olarak, yani Türkiye düşünüldüğünde, biz de Annan'ın bunu yapmasını kabul ederiz" dedi. (26 Ocak 2004)

 

The Washington Post.. Geçen ay yapılan parlamento seçimlerinde Kıbrıslı Türkler, toprak ve nüfus mübadelesini öngören BM planı çerçevesinde çözüm isteyen siyasi partilere destek verdi. Türkiye ise daha sonra, birleşme yanlılarının önderliğinde bir koalisyon hükümeti kurulmasına öncülük etti….. Erdoğan CNN Türk kanalına yaptığı açıklamada, "Rumlardan geri kalmayız, bir adım önde olacağız" dedi..( 26 Ocak 2004)

********

Reuter… Yunanistan, Türkiye'nin BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın Kıbrıs barış planındaki boşlukları doldurması önerisini bugün geri çevirdi. (27 Ocak 2004)

******

The Christian Science Monitor… Birleşmiş bir Kıbrıs için hazırlanan Annan planı, federal bir devlet çatısı altında iki özerk bölge yaratılmasını öngörüyor. (2 Şubat 2004)

********

Le Figaro.. Kıbrıs, yaklaşık 30 yıldır iki bölgeye ayrılmış durumda. Kuzey kesimi Kıbrıslı Türkler tarafından, güney kesimi de Kıbrıslı Rumlar tarafından kontrol ediliyor. Türkiye, askeri olarak kuzey kesimini işgal etmiş durumda…..Günter Verheugen dün, "Kıbrıs'taki sınır çizgisi, de facto (fiilen) AB sınırı haline gelecek" diye uyarıda bulundu. (5 Şubat 2004)

 

Le Monde.. En azından iki sebepten dolayı: Eğer Türkiye, bu şansı kaçırır ve Kıbrıs, bölünmüş bir ülke olarak Avrupa Birliği'ne girerse, kendilerini uzlaşmacı göstermek için artık hiçbir sebepleri kalmayacak olan Atina ve Lefkoşa, Türk katılımına vetolarını koyabilirler. Öte yandan Kıbrıs, toprağının bir kısmı (KKTC), Avrupa Birliği'ne katılmayı arzulayan bir başka ülkenin 30 bin askerince gayrimeşru işgal edilmiş tek Avrupa ülkesi olacaktır. ( 5 Şubat 2004)

*****

De Standard… Türkiye Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, "Türkiye, 1 Mayıs'tan önce Kıbrıs'ın bölünmüşlüğüne son vermek üzere bir anlaşmaya varılması gerektiğini ilke olarak kabul etti ve bu yönde baskı yapıyor" dedi. (9 Şubat 2004)

 

********

Reuter.. Gelecek ay yapılacak yerel seçimler öncesinde milliyetçi duygulara başvuran muhalefet partileri Erdoğan'ı, Ankara'nın AB üyeliğini kurtarmak için Kıbrıslı Türklere "ihanet etmeye" hazırlanmakla suçluyor……Erdoğan, "Muhalefet partileri Kıbrıs meselesini ucuz seçim amaçları için kullanıyor" dedi. (12 Şubat 2004)

*****

BBC.. New York'a giderken uğradığı Atina'da basına yaptığı açıklamada Papadopulos, "Kıbrıs halkı, bu kritik evrede başta Kıbrıs Helenizmi olmak üzere onların çıkarlarına hizmet etmekten başkaca bir kaygım olmadığından kuşku duymasın" diye konuştu. (13 Şubat 2004)

 

The Newyork Tımes.. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Denktaş'a itirazlarını geri çekmesi için baskı yaptı ve Annan'a güçlü Türk ordusunun bir anlaşma sağlanmasında mutabık olacağını söyledi. ( 13 Şubat 2004)

 

*****

The Wal street journal europa… Kıbrıs'ın Rum kesimi, kuzeyde yaşayan 200 bin Türk olsa da olmasa da 1 Mayıs'ta AB'ye katılmaya hazırlanıyor.. Aralık ayındaki seçimlerde Kıbrıslı Türkler milliyetçi liderleriyle bağlarını kopararak birleşme yanlısı partilere büyük oranda destek verince bu hedefe ulaşma çabaları da hız kazandı.. Ancak ilerlemenin esas anahtarı Ankara'nın elinde; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yıllardır devam eden Kıbrıs sorununu çözmenin, ülkesinin AB'ye üyelik umudu açısından kritik önem taşıdığını anlamış bulunuyor…(20 Şubat 2004)

 

The Washington Tımes…Can Paker(TESEV), plana karşı çıkan Kıbrıslı Türk lider Rauf Denktaş'a, Türkiye'deki destekleyicilerinin "en azından sessiz kalmasını tavsiye edeceklerini" de sözlerine ekledi.. Etnik çatışmalardan ve adanın bölünmesinden önce anayasa, Rum çoğunluk ve Türk azınlık arasında güç paylaşımını öngörüyordu.( 20 Şubat 2004)

 

**********

Internatıonal Herald Trıbune.. Erdoğan, Avrupalı gazetecilere verdiği bir mülakatta, bölünmüş adanın yaklaşık yüzde 36'sını kontrol eden Kıbrıslı Türklerin Rum tarafına "jest" yaparak, toprak teklif edeceklerini söyledi… BM planında da öngörüldüğü üzere Türk tarafının, elindeki toprakların beşte birinden fazlasından vazgeçeceğini söylediler… Erdoğan hükümeti, Kasım 2002'den beri görevde ve ordunun kamu yaşamındaki rolü ve azınlık hakları gibi zor sorunları aşmaya çalışıyor. (5 Mart 2004)

*******

Der Tagesspiegel…. Türkiye, AB’nin katılım müzakerelerinin başlatılmasına ilişkin kararı vermesinden önce, son askeri darbenin yaşandığı 1980’li yıllardan kalma Anayasasını reforme etmek istiyor. Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in açıkladığına göre, gerçekleştirilen çok sayıda yasal reformların ve anayasal değişikliklerin ardından, ülkenin demokratikleşmesinin önündeki diğer engellerin de Anayasa değişikliğiyle giderilmesi öngörülüyor. (11 Mart 2004)

 

****

BBC.. Erdoğan, "referandumda evet denmesi için mi çaba harcayacaksınız" sorusuna ise şöyle cevapladı: "Şunu çok açık ve net söyleyeyim. Biz bu yolculuğa iyi niyetle çıktık. Herhalde bu yolculuğun neticesini de almak isteriz."

 

Kürsüye son olarak çıkan Genel Sekreter'in Özel Temsilcisi De Soto, hayatının belki de en zor basın toplantısını yaptı.. Yüz binden fazla Rum göçmenin geri döneceğini, binlerce Türk askerinin adadan çekileceğini, belli bir süre sonra tüm sınırlamaların kalkacağını anlattı. ( 11 Mart 2004)

 

*********

Amerika'nın Sesi Radyosu .. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Boucher, uzlaşmanın hiçbir tarafa her istediğini vermediğini, ancak metnin taraflara eşit kazançlar sağladığını savundu. Boucher, anlaşma sonrası önemli sayıda Türk askerinin adadan ayrılacağını ve 120 bin kadar Rumun Türk tarafındaki evlerine geri dönebileceğini kaydetti. (14 Nisan 2004)

*******

Washıngton.. Uluslararası Para Fonu, Türkiye'ye verilecek 495 milyon dolarlık krediyi onayladı. Söz konusu kredi, ülkenin ekonomisini düzlüğe çıkarmak üzere tasarlanan yardım paketi kapsamında düzenlenen son kredi dilimi. (19 Nisan 2004)

 

*******

The Newyork Tımes…. Hükümetin plana verdiği hararetli destek, uzun süredir Türkiye'nin bir Kıbrıs çözümüne ilişkin kararlılığından şüphe duyan ve Türkiye'nin nihai AB'ye katılma amacını gerçekleştirmek için memnun etmek zorunda olduğu Amerikalı ve Avrupalı yetkililerin övgüsünü kazandı…. Kıbrıslı Türk lider Rauf Denktaş, Türkiye'yi kendilerini terk etmekle suçlayarak, vatandaşlarından planı reddetmeleri yönünde duygusal bir istekte bulundu..

 

A.Gül ayrıca birleşme planına muhalif olanların değişimden korktuklarını da sözlerine ekledi ve şöyle devam etti: "Geçmişte yaşıyorlar, o kötü günleri yaşıyorlar ve bu yüzden onları suçlamamalıyız. Bu, dünyanın, Avrupa'nın ve Türkiye'nin çok değiştiğini hala anlamayan eski bir nesil. Eldeki bir kuşun, dalda kı 10 kuştan daha iyi olduğunu düşünüyorlar." (22 Nisan 2004)

******

24 Nisan 2004 tarihinde yapılan referandum ile Türk tarafı “Evet,” Rum tarafı ”Hayır” dedi. Türkiye, yaklaşık beş ayını bu işe ayırmıştı. Netice olarak “Hayır” diyen Rum Kesimi AB ye girdi, “evet” diyen KKTC giremedi. KKTC lilere “evet” deyin önünüz açılacak ve devletiniz tanınacak sözünü veren AKP iktidarının “tanınmaktan kastın”, “Kıbrıs Cumhuriyeti” olduğunu elbette KKTC lilere açıklamadı hiçbir zaman.

 

2. Cumhuriyetçiler ve aKP iktidarı “Annan Planının” bulunmaz Hint kumaşı olduğunu, KKTC’nin bağımsızlığa kavuşacağını söylediler, Batı Medyasına rağmen.

 

Batılı gazetelerin, “Annan Planı Çerçevesinde ki” yalan haberlerini okudunuz.

 

“Bu kadarda yalancılık olmaz ki” dedirtiyor insana değil mi?

 

Yukarıda ki satırlar Başbakanlık Basın- Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü Sayfasından alınmıştır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

DTP’DE YASANAN DEGISIMIN NEDENI HANGI BOMBA?

 

 

Diyarbakir’da gerceklestirilen ve 5’i ogrenci 6 kisinin olumuyle sonuclanan insanlik disi teror eyleminin ardindan, gerek Turkiye kamuoyu, gerekse de uluslararasi kamuoyunda gosterilen yogun tepkilerin ardindan, DTP’lilerin de yaptiklari aciklamalarla tepkilerini ortaya koymalari saskinlik yaratti. Simdiye kadar teror orgutu tarafindan gerceklestirilen bu tur eylemler karsisinda sessiz kalan ya da icerigi net olmayan aciklamalarla gunu kurtarmaya calisan DTP, Diyarbakir saldirisinin ardindan bu tavrini degistirdi.

 

DTP Diyarbakir Milletvekili Aysel Tugluk, 3 Ocak gunu memleketinde PKK’nin emriyle patlatildigi belirtilen bombanin ardindan duygularini yazdi. Tugluk, Yeni Safak Gazetesinde yayinlanan yazisinda, siddeti durdurma sorumlulugu, ozelestiri ve ozveriyle politik irade gosterme gerekliligini vurgulayarak, “Hem cocuklar olurken kime ne anlatabiliriz ki” dedi.

 

Yazisinda, “Hicbir seyden haberi olmayan masum, sivillerin beklemedikleri bir anda, tamamen tesaduf eseri hayatlarini kaybetmelerinin izahinin mumkun olmadigini” belirten Aysel Tugluk, “Gogsunde carpan bir yurek tasiyan hicbir canli bunu kabul edemez!” ifadelerine yer verdi.

 

DTP Grup Baskan Vekili Selahattin Demirtas da Diyarbakir'daki bombali saldiriyla ilgili yaptigi aciklamada “DTP'nin de, PKK'nin da, devletin de kendini gozden gecirmesi gerektigini” soyledi. PKK'nin ustlendigi Diyarbakir saldirisini basindan beri kinadiklarini ve asla kabul etmediklerini belirten Selahattin Demirtas, “PKK siddeti tamamen durdurmali, DTP de eskisinden daha cok siddete karsi durmalidir” dedi.

 

Diyarbakir Buyuksehir Belediye Baskani Osman Baydemir ise, Viransehir Belediye Kultur Merkezi’nde belediye tarafindan duzenlenen “Yerel Yonetimler, Ekonomik Kalkinma ve Siyaset” konulu sempozyumda yaptigi konusmada, Diyarbakir’daki 6 kisinin oldugu, 67 kisinin yaralandigi bombali saldirinin “cok aci ve kabul edilemez” oldugunu ifade etti. “Yaralarimizi sarmaya calisiyoruz ve saracagiz” diyen Baydemir, “O aciyi, bir kez daha soyluyorum, yuregimize naksedecegiz. Ben yuregime naksedecegim” dedi.

 

 

DTP’de yasanan degisim, tum cevreler tarafindan umutla izlenmektedir. Ancak, daha onceki donemlerde de zaman zaman bu tur cikislar yapan fakat takip eden surec icerisinde bagli oldugu/etkisinde bulundugu yapilanma tarafindan yapilan ikazlar neticesinde attigi adimi geri alan DTP’nin bu defa da benzeri bir tavir sergileme ihtimali goz ardi edilmemektedir.

 

Bu noktada onemli olan DTP’de yasanan degisimin Kandil’de patlayan bombalarin mi, yoksa Diyarbakir’da patlayan bombanin mi etkisiyle meydana geldigidir. Temennimiz, DTP’de yasanan bu degisimin, Diyarbakir’da patlayan bombanin etkisiyle olmasi ve bu tavrin istikrarli, kalici bir degisime donusmesidir.

 

 

Vedat Ersin

[email protected]

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Adamın biri kuyuya bir taş atıyor kırk akıllı çıkaramıyor! Aziz Nesin’in kemikleri sızlamıyordur. Neden mi? Bildiğini söyledi gitti merhum… Huzur içinde yatıyor. Salaklar topluluğu muyuz?

 

 

Meselelerimizi ve toplumsal önceliklerimizi terörleştirerek, Türkiye’yi bölünme tehlikesi içine sokmaya çalışanların, medeniyetler zirvesinde uygarlık ve demokrasinin ölçütü olan laiklik ilkesinin korunması hususunda topluma doğru mesajlar verdiğine inanıyor musunuz?

 

 

Memlekette demokrasi elbisesi bolaldıkça her bir uzvumuz gereksiz yerlerden çıkmaya başladı maalesef. Ayıplar ortada valla… Türban takmak, önemsiz ve masum bir uygulama gibi gösterilmeye çalışılsa da, cumhuriyetin temel ilkelerine ve kadınların özgürlüklerine aykırı olma yolunda ilerleyen bir süreç olmaya devam edecektir.

 

 

Başbakan’ın bu son demeciyle türban, süreç olmaktan çıktı. Cumhuriyete ve çağdaş yaşamı benimsemiş, çağdaş Türk kadınının özgürlüklerine karşıt bir olguya dönüştürüldü.

 

 

Dini ve sosyal değerler açısından herkes dilediği gibi giyinme konusunda özgür bırakılmalıdır. Ancaaakkk, bir dinin dayanak gösterilmesi, özel kılık kıyafet yasasının bireylere zorla kabul ettirilmesinde, söz konusu dini inanç, çağdaş toplumla bağdaşmayan bir değer olarak algılanabilir.

 

 

Bu bir ‘hak ‘ değil… Simge mi? Hayır değil, olamaz da! Bu bizi tanımlayamaz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti için bir işaret değildir. Peki nedir?

 

 

Terördür. Evet Türbanı toplumsal bir terör haline getiren, konuşulmaya değer bulan, öncelikle PKK ile mücadele ve diğer meselelerimiz rafta durur iken, yapılan bazı gaflar nedeniyle dikkati başka yöne çeken, attığı yemi bize geveleten bir akıllı var işte…

 

 

Nüfusumuzun çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkemizde, türbanın zorunlu bir dini ödev gibi sunulması, dini gerekleri yerine getiren Müslümanlar, getirmeyen Müslümanlar arasında kılık kıyafet yüzünden ayrımcılıkların sonucu bizi nereye götürecektir. Bir zamanlar bu yüzden Üniversiteyi bırakmak zorunda kalan çok arkadaşım oldu. Çok uzak değiliz yine o günlere. Türban takmayı reddedenlerin hiç kuşkusuz din karşıtı veya dinsiz olarak değerlendirildiği aşırı uçların hareket alanını genişletmek, devlet eğitiminin tarafsızlığı ilkesiyle uyumlu olmayan türbanın, farklı dini inanç ve itikat sahibi öğrenciler arasında çatışmaların doğmasına neden olabileceğini gözden kaçırmamak gerekiyor.

 

Avrupa’da da yasak…

 

Dini simgeler, dini çağrıştıran imler. Eğitimden sonraki süreçte neler olacak? Türbanla okuyan bir öğrencinin eğitimden sonra mesleğini yerine getirirken de türban takmak isteyeceği bu konuda da dayatmada bulunacağı kaçınılmaz bir gerçektir. Türban bir güvenlik meselesidir. Bu konuyu daha önceki yazımda da dile getirmiştim. Bu nedenle meseleye bu açıdan bakmanın daha doğru olacağı ve hafifletici nedenler taşıyacağı inancındayım.

 

 

Türban terörünü yaratanlara bakın, nasılda kıs kıs gülüyorlar… Ahhh memleketimin insanı ahhh, uyanın!

 

 

“Gaflet – Dalalet ve Hıyanet içinde bulunabilirler” demiş Atatürk!

 

Aydan TUNCAYENGİN

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

AKP’nin kamuoyuna derin devletin çetesi diye sundukları, güya şunları yapmışmış:

-Nobel Ödüllü yazar Orhan Pamuk’u öldürtmek için kiralık tutmuşmuş.

-Kiralık katile verilecek 2 milyon YTL için arayışlara girmişmiş.

-Derin çetenin amacı ünlü isimleri öldürüp darbe ortamını inşa etmekmiş..

-Darbe tarihi da 2009 tarihi imiş.

-Sıhhiye’deki 700 kilogramlık TNT bunlara ait imiş!

-Diyarbakır’da suçu PKK’lıya atmak için kendi arkadaşlarını vurmuşmuş!

Bırakın şunu bunu, sadece bu iddialar bile hadisenin ne olduğunu gözler önüne sermiyor mu?

Bir derin devlet düşününüz ki elinde adam öldürecek silahı olmasın!

Bir derin devlet düşününüz ki adam öldürtmek için para ile kiralık katil arasın!

Bir derin devlet düşününüz ki para için neredeyse mendil açıp dilenme durumunda olsun!

Bir derin devlet düşününüz ki tabancası bile yok iken 700 kilogramlık TNT bombaları ile yüklü minibüsü korku salmak için Ankara’da otoparka bırakabilsin!

Bir derin devlet düşününüz ki Diyarbakır’da suçu PKK’ya atmak için güya kendi arkadaşlarını öldürsün!

Bir derin devlet düşününüz ki bütün bunları 2009’da hedeflediği darbe ya da ihtilale gerekçe olsun diye yapsın!

Değil böylesi bir derin devlet ya da derin çete, bu şekilde mahalle ya da kaldırım bitirimliği bile olmaz demeyin, Türkiye’de bunlar var ve oluyormuş.

AKP öyle diyor.

Yukarıdaki iddialar, özel sızdırma metotları ile yayın yasağına rağmen dün medyadaydı.

Behey ******** hadi tabancasızlığı, parasızlığı ve kendi arkadaşlarını öldürmeleri iddialarınıza gülerek geçelim de şu darbe hikayesi neyin nesidir?

2009’da darbe diyerek aklınızca dolaylı olarak TSK’yı mı hedefe oturtuyorsunuz!

Mırın kırın etmeyin, ortaya çıkan sonuç budur. Yine askerin üstünden parsa peşindesiniz.

Evet bu operasyonun gerçek ve hatta tek amacı, aslında Silahlı Kuvvetleri yıpratmaktır.Yapılan bu operasyon da TSK’ya yapılan bilmem kaçıncı olan yeni bir psikolojik harekattır.

Değilse, adam öldürmek için tabanca bile bulamayanlar, söyler misiniz nasıl ihtilal yapacakmış? Bütün o sözde suikast hikayelerine darbe hadisesi neden iliştirildi?

Hayır söylemek istediğim gözaltına alınanların tamamının pür-ü pak olduğu değildir.

Gözaltına alınanların içinde münferit olarak yanlışa yani suça bulaşmış olanlar belki vardır.

Eğer suçu sabit olan olursa biz onlara herkesten önce karşı çıkarız.

Ama ortada bir vakıa var ki bu artık saklanamaz boyuttadır.

Hatırlayın Şemdinli olayında neler söylenmişti.

Ankara’daki çete operasyonlarını göz önüne getirin.

Günlerce manşetlerden yapılan Başbakan’ı öldüreceklerdi haberlerini hatırlayın.

Dağıtılan sarı zafları, yapılan jurnalleri sorgulayın.

Ne oldu, Yüce Yaradan aşkıyla söyleyin, bir tek kişi o olaylarla ilgili olarak bugün cezaevinde midir?

Şimdi bütün bunların yaşandığı bir iktidar yönetiminde sorarım size, yargı kararı olmadan ben nasıl insanları peşinen mahkûm edebilirim.

Bakın yargı daha ilk adımda gözaltına alınların bir bölümünü serbest bıraktı.

Medyada tek satır haber yok.

Duyduk duymadık demeyin.

Ankara’da deklare edilmemiş büyük bir mücadele var.

Ama bu mücadelede birileri akıl almaz biçimde kural dışılıklar yaparken, diğerleri hâlâ yutkunmaya devam ediyor.

 

Sebahattin ÖNKİBAR

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ülkücü kesim devamli kürtlerle bir sorunu olmadigini, sorunun PKK terörü oldugunu devamli iddaa ederler. Genelde Türk ve Kürt kerdesliginden bahsederler. Ama bu ne kadar inandirici ve hangi sartlarda gecerli?? Asagidaki olan olay ülkücülerin her kürt vatandasi potantiel terörüst olarak gördügü ve basini ezilmesi gerektigini cok acik ortaya koyuyor. PKK terörünü kinayan ve sucsuz insanlarin öldürülmesine tepki gösteren bu kesim, kendileri de kinadiklari terörüstlerin yöntemleri ile tuzak kurarak, savunmasiz inanlara nasil iskence yaptiklari göz önünde. Kürtce türkü söylemenin neresi bölücülük????? hani kardestik???? hani Kürt ve Türk beraber ayni saflarda terörüzme karsi mücadele ediyorduk???[/color]

 

Ülkücüler Afyon'da 2 Kürt öğrenciye 5 saat işkence yaptı

08-01-2008

ozgurgundem.orgAfyon Kocatepe Üniversitesi'nde okuyan 2 Kürt öğrenciyi kaçırarak bir eve götüren ülkücüler, öğrencilere 5 saat boyunca akıl almaz işkenceler uyguladı. Falakaya yatırılan, askıya alınan, kırbaçlanan öğrenciler, boş bir araziye terk edildikten sonra götürüldükleri hastaneden bir aylık 'iş göremez' raporu aldı.

 

Edinilen bilgiye göre, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 3. sınıf öğrencisi Nezir Çin ve Sağlık Meslek Yüksekokulu öğrencisi Hayri Alkan, katıldıkları bir konserde Kürtçe şarkı söyledikleri için, ülkücüler tarafından sık sık tehdit edildi. Ülkücü gruptan bir kişi, dün öğle saatlerinde Çin ve Alkan'a tanıdıkları bir kişi aracılığıyla görüşme teklifinde bulundu. Görüşmeyi kabul eden Çin ve Alkan, ülkücülerin görüşme yeri olarak gösterdiği Otogar Çay Bahçesi'ne gitti.

 

5 saat boyunca işkence

 

İki öğrenci, çay bahçesinde bekleyen ve aralarında ülkü ocakları mensupları ile öğrencilerin bulunduğu 15 kişilik grup tarafından bıçak tehdidi ile Doktorlar Sitesi'ndeki bir eve götürüldü. 5 saat boyunca bu evde tutulan öğrencilere, falaka, askıya alma, kaba dayak, kırbaçlama gibi işkence yöntemleri uygulandı. Çin ve Alkan'ın cep telefonuna uzun süre ulaşamayan arkadaşları, polise haber verdi. Polise haber verilmesinden kısa bir süre sonra iki öğrenci, yarı baygın halde Otobüs Terminali yanındaki boş bir araziye bırakıldı. Cep telefonu ile arkadaşlarına ulaşan iki öğrenci, bulundukları yeri bildirdi.

 

Yaralı halde ifadeleri alındı

 

Bırakıldıkları araziden alınan öğrenciler, hastane yerine polis tarafından Afyon Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldü. Yapılan işkenceden dolayı ayakta duramayan öğrencilerin 4 saat boyunca ifadeleri alındı.

 

İfadeleri alındıktan sonra Afyon Devlet Hastanesi'ne kaldırılan iki öğrenciye bir ay iş göremez raporu verildi. Uygulanan işkencenin etkisiyle kaşları patlayan, vücutlarında kırbaç izleri ve morluklar bulunan, ayakları moraran ve şişen öğrenciler, bu nedenle yürümekte ve konuşmakta güçlük çekiyor.

 

10 kişi gözaltına alındı

 

Öğrencilerin ifadeleri doğrultusunda düzenlenen operasyonda 10 kişi gözaltına alındı. Zanlılardan 7'si serbest bırakılırken, olayla bağlantılı olarak 5 kişinin daha arandığı öğrenildi.

 

İHD heyet gönderecek

 

Afyon Kocatepe Üniversitesi'nde okuyan yurtsever ve demokrat öğrencilerin uzun süredir ülkücülerin tehditleri nedeniyle sorunlar yaşadığı öğrenilirken, İHD İzmir Şubesi'nin olayları incelemek üzere kente bir heyet göndereceği bildirildi.

AFYON (DİHA)

FATMA KOÇAK

 

**

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ülkücü kesim devamli kürtlerle bir sorunu olmadigini, sorunun PKK terörü oldugunu devamli iddaa ederler. Genelde Türk ve Kürt kerdesliginden bahsederler. Ama bu ne kadar inandirici ve hangi sartlarda gecerli?? Asagidaki olan olay ülkücülerin her kürt vatandasi potantiel terörüst olarak gördügü ve basini ezilmesi gerektigini cok acik ortaya koyuyor. PKK terörünü kinayan ve sucsuz insanlarin öldürülmesine tepki gösteren bu kesim, kendileri de kinadiklari terörüstlerin yöntemleri ile tuzak kurarak, savunmasiz inanlara nasil iskence yaptiklari göz önünde. Kürtce türkü söylemenin neresi bölücülük????? hani kardestik???? hani Kürt ve Türk beraber ayni saflarda terörüzme karsi mücadele ediyorduk???[/color]

.

.

.

Afyon Kocatepe Üniversitesi'nde okuyan yurtsever ve demokrat öğrencilerin uzun süredir ülkücülerin tehditleri nedeniyle sorunlar yaşadığı öğrenilirken, İHD İzmir Şubesi'nin olayları incelemek üzere kente bir heyet göndereceği bildirildi.

AFYON (DİHA)

FATMA KOÇAK

 

**

 

özgür gündemin ne kadar doğru vegerçek haber yaptığını çok iyi biliriz...Bizi aydınlattığı için teşekkür etmek lazım...Her haberinde öldürülen teröristleri şehit olarak gören ve her fırsatta insanlar arasına nifak sokan bu gazetenin roj tv bir farkı varmı?ikisininde amacı aynı...Şimdi ülkücüler ile kürtlerin arasına nifak sokmaya çalışıyorlar...

Biliyormusunuz ülkücülerin ve milliyetçilerin içerisinde kaç tane kürt kökenli arkadaş var?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ÇİRKİN CEHENNEM

 

Davutpaşa Allah?ın belası bir yerdir. İkitelli de öyledir.

 

Yirmi garibanın canını alan patlamanın geride bıraktıklarını izlerken gördünüz: Mezbelelik.

 

Yalnız yıkılan yapıdan değil, sağlamlarından da sözediyorum.

 

Gördünüz ve yadırgamadınız, çünkü sizin yaşadığınız yer de öyle.

 

İstanbul, arada tek tük ?estetik vahalarıyla?, büyük ölçüde çirkin bir şehir oldu. Vahalara ulaşmak için yalnız para sahibi olmak da yetmiyor, ?gustonuz? da bulunacak ama onu bakkalda satmıyorlar.

 

Fakat genel olarak birbirinden çirkin ve yanyana yapıştırılmış bir ?Anadolu kasabaları toplamında? yaşamaktasınız. Üstelik aşırı kalabalık.

 

İstanbul bir şehir değildir artık. Frenkçe?de ?conglomerat? diyorlar, o kadardır. Yığışım. Küme.

 

Şehirde, akşam işten çıkınca azıcık yürünür, vitrinlere bakılır, bir yerde kahve içilir ya da iki tek atılır eve gitmeden... Işıklar, gelip geçenler, sesler, kokular şehiri şehir yapan öğelerdir.

 

Ancak Bağdat Caddesi?nde çalışıyorsanız yaşayabilirsiniz bunu, o da herkese kısmet olmuyor!

 

Orada da kafanızı ikinci katlardan yukarı kaldırmayacak, mağazaların yanıltıcı pırıltısıyla yetinecek ve ?lüks? olduğu ileri sürülen yapıların kenefliğini görmeyeceksiniz...

 

Eskiden, gazeteden çıkınca ?Cemiyet?e takılmak? gibi bir gelenek vardı bizim Cağaloğlu?nda... Basını varoşlara ?nakledenler?, daha doğrusu oralarda soğuk ve sevimsiz bir ?plaza uygarlığı? yaratanlar, gazeteciliğin keyfini öldürdüler. Artık sahaflara uğramak yok, köfteciye kaçmak yok, parka gidip hava almak yok, dümeni meyhaneye kırmak yok. Mısır Çarşısı?nın içinden geçerken o son derece İstanbullu ?pastırma kokusunu yaşamak? bile haram oldu.

 

Basın elbette ?Osmanlı matbuatı? gibi Cağaloğlu?nda kalamazdı, İkdam gazetesi, Tanin gazetesi çıkarmıyorduk; fakat şehirden bu kadar kopmak zorunda da değildi.

 

Ama şehir içinde de beleş arsa dağıtmıyorlardı patronlara... Böylece geldik, kaçak maytap imalathanesiyle dandik trikotaj atölyesinin, paçavracıyla tüpçünün, mensucat fabrikasıyla okey kahvehanesinin arasına sıkıştık. Sağımız mezarlık, solumuz otoyol.

 

Ve işe gitmek zevk değil eziyet olmaya başladı. ?Şehire dönen? ya da çeşitli nedenlerle dönmek zorunda kalan bazı gazetelerde çalışanlar da bu sefer ?trafiğe takıldık? diye ağlıyorlar.

 

Artık, yatılı mektep talebesi gibi, gazetenin yemekhanesine mecbur kalmak var.

 

Artık gazetenin barı da var ama, maaş yeterse!

 

Artık parası olan kendi arabasıyla, parası olmayan servis otobüsüyle bir koşu gelip bir telaş çıkıyor gazeteden, ve mümkün olduğu kadar çevreyi görmemeye çalışarak bir an önce kendini bölgenin dışına, daha düzgün olduğunu varsaydığı semtlere atmaya bakıyor.

 

Fakat, gittiği yer de *********.

 

Yıllar önce, varoşun ?kırmızı tuğlayla bozbulanık beton grisinin bezdirici cehenneminden rahatsız olduğumu? yazdığım zaman, aynı cehennemin içinde debelenen arkadaşlar bana kızmışlardı... Devrim varoşlardan patlayacak, lumpenler ?ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman? fabrikaların ve tarlaların kaderi değişecekti... Şair öyle demişti...

 

Bastılar ve doğruldular, bizim arkadaşlar da şimdi ?halk iktidara geldi, başörtüsünü istiyor? diye paniğe kapıldılar.

 

Bu taşra mezbeleliğinde tepişen köylü kızı başını örtse ne olacak, açsa ne değişecek? Mandolin çalmaya mı başlayacak, tenis oynamaya mı?

 

Açarsa, ******* ?batılılaştık? diye sevinecekler, o kadar.

 

Belki bir de Avrupa Birliği?ne girebileceklerini sanacaklar, sansınlar.

 

 

ENGİN ARDIÇ 02/02/2008

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

UNUTTURULAN ATATÜRK

 

 

Atatürkçülük ne demektir?

 

 

 

Atatürkçülük, kısaca ulusal bağımsızlık ve ulusal onur demektir. Atatürkçülük, özetle antiemperyalist bir kurtuluş savaşını başlatan ve sürdüren bir eylem ve öğretidir.

- Amacımız , ulusal sınırlarımız içinde toprak bütünlüğümüzü ve ulusal tam bağımsızlığımızı sağlamaktır. Buna engel olmak üzere karşımıza çıkacak kuvvet, kim ve ne olursa olsun hiç duraksamadan çarpışırız ve başarı kazanırız. Bu konuda karar ve inancımız kesindir.

Atatürkçülüğü, "tam bağımsızlık" inancından ayırmanın ve çok yönlü uluslararası ipotekleri "Atatürkçülük" adına savunmanın hiç olanağı yoktur. Kurtuluş Savaşı'nın başlarında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bütün programlarına dayanağı, şu iki temeldir: Tam bağımsızlık, kayıtsız koşulsuz ulusal egemenlik!..

- Tam bağımsızlık demek, elbette, siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamı ile bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir. Biz, bunu sağlamadan ve elde etmeden başarıya ve esenliğe erişeceğimiz kanısında değiliz...

İşte Atatürk budur, işet "Atatürkçülük" budur...

Kurtuluş Savaşı, kökeninde "antiemperyalist" ve "antikapitalist" düşüncelerin kutsal harcını taşır:

- Biz bu hakkımızı saklı tutmak, bağımsızlığımızı emin bulundurmak için genel kurulumuzca, ulusal kurulumuzca bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı kavga vermeyi uygun gören bir yolu izleyen insanlarız.

Bu sözleri söyleyen ve her adımında ulusal bağımsızlığı, devrimci ve ilerici bir dünya görüşü ile sağlayıp pekiştiren Atatürk'ü bugün içine itildiğimiz ekonomik tutsaklığın temeli ve adı gibi görmek, Atatürk'e ve Atatürkçülüğe karşı yapılabilecek en ağır ve de en sinsi saldırıdır.

Atatürkçülük bağımsızlık demektir, Atatürkçülük ulusal onur demektir, Atatürkçülük devrimcilik demektir. Kurtuluş Savaşımızın ve ulusal devrimlerimizin önderi Mustafa Kemal, bugünkü emperyalist ilişkileri daha o günden görmekteydi:

- Karşılıklı güvenlik ve esenlik, bütün dünya uluslarının üzerinde titremesi gereken bir mutluluk ilkesidir. Ancak bu ilke bütün uluslar için gerçekleşmedikçe, genel bir barışma sağlamaktan çok, sömürülmek istenen birtakım uluslara karşı, bir takım güçlü ulusların yeni davranış ve ayrıcalıklar kazanmasını sağlamak niteliğinde görülse yeridir. Hele uluslararası silah alışverişinin, birtakım ulusların denetimi altında tutulmasını sağlayacak önlemlerin alınması bu kuşkuyu artırmaktadır...

Unutturulan, unutturulmak istenen Atatürk ve Atatürkçülük budur! Televizyon ekranlarında Türk halkına tanıtılmayan, anımsatılmayan sözler de işte bu sözlerdir:

- Biz Batı emperyalistlerine karşı yalnız kurtuluş ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda Batı emperyalistlerin güçleri ve bilinen her aracı ile Türk ulusunu emperyalizme araç yapmak istemelerine engel oluyoruz. Böylece bütün insanlığa hizmet ettiğimiz kanısındayız...

"Ezilen uluslar bir gün ezen ulusları yok edeceklerdir" diyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, yeniden ezilen ulusların, Asya ve Afrika halklarının bayrağı yapmak, biz Atatürkçülerin, biz devrimcilerin namus borçlarıdır.

- Bütün dünya bilsin ki benim için tek yanlılık vardır. Cumhuriyet yanlılığı, düşünsel ve sosyal devrim yanlılığı...

Atatürk'ün bütün dünyaya duyurduğu bu ilerici ve devrimci düşünceleri ne yazık ki, ülkeyi Atatürk'ten sonra yöneten, yönettiğini sanan politikacılar eliyle hançerlendi ve Atatürk, gerçek nitelikleri ile değil, beylik anma törenlerinin donmuş kalıpları olarak tanıtılmak ve benzetilmek istendi.

Atatürk'ü hiç olmazsa bu yıl, gerçek nitelikleri ile tanıtabilirsek, geçmiş dönemlerin ihanetleri bir ölçüde unutulmuş olur. Kurtuluş Savaşı'nın yüce önderini "Atatürk Yılı"nda inançla selamlıyoruz: Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa...

 

 

 

UĞUR MUMCU

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

'Cici mama' konular, 'acı mama' konular...

 

 

Politik konular, "cici mama" konulardır; futbol maçlarıyla, paparazzi dedikoduları da öyle...

 

"Cici mama" konuların beylik çengelleri de, "ulusal çıkarlar açısından", "kapalı kapılar ardında", "satırlar arasında verilmek istenen mesaj" vs.

 

200 devletin tepesine tünemiş horozlarla, tepelerdeki tünek kavgasına tutuşmuş horozların, "öö 'öre' öööö"leri hiç bitmez.

 

 

- Öö 'öre' öööö, devleti yüceltmek için...

 

 

- Öö 'öre' öööö devletin haysiyetini ayaklar altına alanlar...

 

Un çuvalı gibi vurdukça tozuyan, tam bir "cici mama" işte:

 

 

- Şu horoz iyi öttü, bu horoz kötü öttü, öteki horoz az öttü, beriki horoz çok öttü...

 

 

Futbol maçlarıyla, paparazzi dedikoduları da aynı tür bir çeşme suyu; bardağını doldur doldur iç...

 

Besbelli ki "cici mama" sektörünün getirisiyle rantı da, vazgeçilemeyecek boyutlarda. O nedenle vurdukça tozuyan un çuvalı benzeri hepsi.

 

TV'lerdeki açık oturumlarda; politik yorumcularla, parti sözcülerinin ve emekli diplomatların, Kıbrıs konusuyla ilgili açıklamalarını dinlerken; Ankara Hukuk Fakültesi'yle birlikte gazeteciliğe başladığım 1946-50 yılları geliyor aklıma...

 

 

Kurgulanmış mitinglerde çınlayıp duruyordu ortalık:

 

 

- Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır, kahrolsun komünistler...

 

Aradan geçen 50-60 yıl ve hâlâ sürüp giden Kıbrıs konusu...

 

 

Herhalde Hazine'den geçinmeli horozlar için; gerek politik, gerek reel getirisi vazgeçilmez olmalı ki, yarım yüz yılı aşkın bir süredir hâlâ tozuyup duruyor aynı un çuvalı...

 

 

Hem de eksisinin kime, artısının kime olduğu hiç şeffaflaşmadan.

 

 

Tıpkı İttihatçılar döneminde olduğu gibi...

 

Ünlü bir Arap Bacı fıkrası vardır.

 

 

Bir ırmak kıyısındaki bir köye fal bakmak için bir Arap Bacı gelir. Köylüler ise Arap Bacı'yı görünce dert yanmaya başlarlar:

 

 

- Aman Bacı, ırmağın üstündeki köprünün altında oturan bir Şeytan var; günde 2 kez köye gelip hepimizin ırzına geçiyor. Sen bir çare bulabilir misin buna?

 

Arap Bacı, ırmağın üstündeki köprüye gider ve başlar Şeytan'la konuşmaya:

 

 

- Sen Şeytan mısın?

 

 

- Evet...

 

 

- Senin yapamayacağın hiçbir şey yok mudur?

 

 

- Yoktur.

 

 

Arap Bacı, mahrem yerinden kıvrık bir kıl kopartır ve Şeytan'a uzatır:

 

 

- Al bunu düzelt öyleyse...

 

Aradan uzun bir zaman geçer. Arap Bacı'nın yolu yine aynı köye düşer. Köylüler davul zurnayla karşılarlar Bacı'yı:

 

 

- Bizi Şeytan'dan kurtardın Bacı, diye ellerini ayaklarını öperler.

 

 

Şeytan ise, köprünün altında hâlâ daha Arap Bacı'nın mahrem yerinden kopardığı kıvrık kılı düzeltmeye uğraşmakla meşguldür.

 

Arap Bacı köyden dönerken, köprüden eğilip Şeytan'a bakar, sonra da:

 

 

- Sen hele onu bir düzelt; bak daha burada ne kadar var, diye mahrem yerinin kıllarını gösterir Şeytan'a...

 

200 devletin horozları, medyası, halkı...

 

 

"Yeryüzü"nün sağladığı olanak, kaynak ve servetin yarısını, dünya nüfusunun sadece yüzde 2'si paylaştığına göre; kim kimlerin ırzına geçen Şeytan, kim Arap Bacı, kim kimi kurtarıyor; bir hayli karışık...

 

 

Yalnız şurası kesin ki, bizim Kıbrıs konusuna benzer "cici mama" konular; genellikle Arap Bacı'nın kıvrık kılına benzer konular.

 

 

Yıllardır sürüp gidiyor düzeltme çabaları.

 

Bir de görmezlikten gelinen "acı mama" konular var.

 

 

Türkiye'deki vatandaşların "yaşam kalitesi" açısından, 173 ülke arasında neden 92'nci sırada bulunduğu gibi; neden "gelişmekte olmak"tan, "gelişmiş"liğe bir türlü geçilemediği gibi; neden Hazine'den geçinmeli horozların bu tür sorunlara hiç mi hiç değinmedikleri gibi.

 

Küreselleşme evresinin şeffaflaşma süreci, Türkiye'yi de epey afallatacak gibi.

 

 

Hele bakalım kutuplaşma doruklarında biraz daha tartışıla dursun Arap Bacı'nın kıvrık kılının, öyle mi düzelmesi gerektiği, yoksa böyle mi düzelmesi gerektiği...

 

Ve asla tartışılmasın son 80 yılda resmi araba alımlarıyla bakımlarına kaç yüz milyar dolar harcandığıyla, itfaiye teşkilatına ne kadar yatırım yapıldığı.

 

"Cici mama"lar ekranlara, "acı mama"lar Kafdağı'nın ardına...

 

 

ÇETİN ALTAN

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Avrupa Birliği fonlu Taraf gazetesinin iki yazarı Yasemin Çongar ve Ahmet Altan, Kandil Dağı’nda PKK’lı teröristlerle görüştü. Kandil’e nasıl gittiklerini ve nasıl ağırlandıklarını iki tam sayfada roman havasında anlatan Altan ve Çongar ikilisi, medenileştirme merkezi olarak sundukları örgütün inlerini “eğitim akademisi” diye nitelendirdi.

 

Ahmet Altan’ın aklı bölücülerde kalmış...

PKK kampından dönüşte teröristlerin hayatı konusunda duyduğu endişeyi gizlemeyen Ahmet Altan, röportajında şu ibretlik satırlara yer verdi: Ben o köy evinin kapısında PKK’lılar bırakmadım; aynı odayı paylaştığım, konuştuğum şakalaştığım insanları bıraktım. Salih’i, Bozan’ı, Mizgin’i, Jiyan’ı, Roj’u, Adem’i bıraktım. Bir daha operasyon olursa eğer, sonuçlarını içim titreyerek okuyacağımı biliyorum; tanıdık bir isme raslamaktan korkarak...”

 

Taraf dağa çıktı!

AKP’ye yakınlığı ile bilinen Taraf gazetesinin iki yazarı Yasemin Çongar ve Ahmet Altan, Kandil Dağı’na çıkarak PKK’lı teröristlerle görüştü. Kandil’e nasıl gittiklerini ve nasıl ağırlandıklarını iki tam sayfada roman havasında anlatan Altan ve Çongar, medenileştirme merkezi olarak sundukları örgütün inlerini “eğitim akademisi” olarak nitelendirdi. Yasemin Çongar, Kandil’e gitme amaçlarını, “PKK üst düzey yönetiminin olası ateşkes, silahsızlanma, eve dönüş konusundaki değerlendirmelerini gerekse sınırötesi operasyonlarla ablukanın örgüt üzerindeki fiziksel ve moral etkisini ilk elden öğrenmek” olarak açıkladı.

 

Öcalan’a af isteği!

Verilen binlerce şehidi görmezden gelerek tercümanlığa soyunan Taraf’ın yazarları, PKK’lıların “Silahı fetişleştirmedik. Silahla Kürdistan’ı fethedeceğiz düşüncesinde değiliz. Silahlar bir takvim biçiminde hareket edilirse bırakılır. Çözümden yanayız. Çözüm olacağına inanıyoruz” dediğini aktarak, terör örgütünü bir muhatap olarak sundu. Röportajda teröristbaşı Öcalan’ı ’önderlik’olarak nitelendiren PKK’lı teröristler, yapılalacak bir afın Öcalan’ı da kapsamadan çözüm olmayacağını ifade ederek, iki yazarın uzattığı mikrofonlar üzerinden Türkiye Cumhuriyeti’ne meydan okudu.

 

Türk halkına mesaj

“Teröristlerin hiç bir zaman ABD’nin dostu olmadıklarını söylediğini” ifade eden Çongar ve Altan, Genelkurmay ve istihbarat birimlerinin belgelerle ortaya koyduğu Washington-Kandil bağlantısını da yalanlamaya çalışarak, Türk halkına mesaj vermeye çalıştı. Röportajlarında “terörist, terör örgütü” gibi ifadeleri kullanmaktan özellikle kaçınan ikili, Kandil Dağı’ndaki caniler için “Kürdistan Toplum Birliği Yürütme Konseyi Başkanı” “Kürdistan Toplum Birliği Yürütme Konseyi Başkanı Yardımcısı” gibi sıfatlar kullandı.

 

 

Teröristi çok sevmiş

PKK’ların nasıl yakışıklı, kibar ve nazik olduğunu anlatan Ahmet Altan, “Bu yaşımda bir gerilla kampında uyuyacağım hiç aklıma gelmezdi” dedi. Altan, PKK’lı bir terörist ile olan ilişkisini ise şöyle anlatıyor: “Salih’i o kısacık konuşmada bile çok sevdim. Zeka her yerde zeka, dağın başında da şehrin göbeğinde de...her zaman pırıltısıyla çekici.” Teröristleri yere göğe sığdıramayan Altan, yazısını duygusal bir tonda şöyle tamamladı: “...Salih beni sanki oğlummuş gibi kucaklıyor. Ben de ona sarılıyorum...Her üniformanın altında bir insan olduğunu biliyorum... Ben o köy evinin kapısında PKK’lılar bırakmadım; aynı odayı paylaştığım, konuştuğum şakalaştığım insanları bıraktım. Salih’i, Bozan’ı, Mizgin’i, Jiyan’ı, Roj’u, Adem’i bıraktım. Bir daha operasyon olursa eğer, sonuçlarını içim titreyerek okuyacağımı biliyorum; tanıdık bir isme raslamaktan korkarak...”

 

 

 

PKK’ya Kemalist yakıştırması

Röportajlarında PKK’lılarla türban tartışması yaptıklarını da anlatan Taraf’ın ikilisi, “Yemekte türban konusu açılıyor. Türbanın serbest bırakılmasına şiddetle karşı çıkıyorlar. Öyle şeyler söylüyorlar ki türbanla ilgili, o konuşmaları bir CHP kurultayında yapsalar ortalık alkıştan kırılır” ifadesini kullanarak, “Karşımıza Kemalist PKK çıkıyor” yorumunda bulundu.

 

 

Hatıra fotoğrafı çektirdiler

Taraf gazetesinin yazarları Yasemin Çongar ve Ahmet Altan , Kandil Dağı’na çıkarak teröristlerin tercümanlığına soyundu. PKK’lılardan ‘gerilla’ diye bahseden ikili, örgütün inlerini “eğitim akademisi” olarak niteledi. PKK’lılarla yaşadıklarını roman havasında anlatan Çongar ve Altan teröristlerle hatıra fotoğrafı çektirdiler.

 

YENİÇAĞ

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

I. Devletin şekli

 

MADDE 1. – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

 

II. Cumhuriyetin nitelikleri

 

MADDE 2. – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

 

III. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti

 

MADDE 3. – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir.

 

Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.

 

Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.

 

Başkenti Ankara’dır.

 

IV. Değiştirilemeyecek hükümler

 

MADDE 4. – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

 

T.C Anayasasının bu değişmez hükümlerini bir daha alıntı yapmak gereğini duydum nedense...Bu günlerde topluca cinnet halinde olanlar bu maddeleri dinamitlemek için formül arayışındalar..

 

Uzun yıllardır beslenen niyetlerini, hocaları tarikat şeyhlerinin müridleri ve yeminlerine sadık bendeleri olarak, getirildikleri su başında artık alenen ilan ettiler...

 

Her dönemde karaladıkları Atatürk ve devrimleri ve laik cumhuriyet rejimini yıkmaya adım adım "ben değiştim, biz değiştik" sözleri ile milleti salak yerine koyanlar artık pervasızca davranabiliyorlar.

 

Bu millet bu güne dek böyle bir kaos içine girmemişti.Her şeyden öte çağdaş ve eli kalem tutan bir kadın olarak bu olanlar kanıma dokunuyor.

 

Cumhuriyetin nimetlerini kullanarak öcü gibi bir toplum yaratmak ve önce kadın kılıklarını değiştirip sonra erkeklere de cübbe sarık şalvar serbestisini devreye sokacakları kaçınılmaz olan bu hükümet nereye gidiyor?

 

Ve asıl önemlisi biz ne yapıyoruz bu durumda ?

 

İslami yaşamanın ne demek olduğunu bilmeyen ve sözüm ona mahallelerde yuvalanan örümcek kafalı yobazlardan ve aile gelenekleriyle islami yaşamı kendince sürdüren saf halkımıza bunların oyununu ve gerçek İslamiyeti nasıl anlatacağız ?

 

Yalan söylerken, "ananı da al git "derken, halkı kamplara ayırırken, yedi sülalelerini kayıracak kanunları bir çırpıda meclisten geçirirken İslamiyet ruhu nerede acaba?

 

Onlardan yana olursan ne ala, demokratiksin. Karşı çıkarsan darbecisin...İkisinin arası yok.

 

Aklını fikrini kadın saçının örtülmesine takan tüm kadın ve erkeklere tek bir tavsiyem var.

 

Açın Kur'an-ı Kerim'i ve anlamaya çalışarak okuyun...Bakın bakalım örtünmenin dışında Müslüman olmak ne demektir, nasıl bir şeydir? Gönül nedir, aydınlık düşünce nedir, ruhu temiz tutmak nedir?

 

En önemlisi eline-diline-beline hakim olmadan yani nefs hakimiyeti olmadan türban-başörtüsü- çarşaf-cübbe-sarık-sakal ile nereye kadar ne kadar İslam olunur ?

 

Öğrenin gelin sonra konuşalım...

 

Bu millet çok şükür ki, en az %57 si hadi onun da yarısın düşelim %28.5 i ile bu ayırımı yapacak bilgi akıl ve gönüldedir.

 

Biz onlara güveniyoruz.

 

Bu gidişe dur demeliyiz. Baş örtüsünün çene altında bağlanma şekli için anayasaya madde koymak kimsenin haddi değildir..Biz koyun değiliz...Bu kadar ikilem yaratan bir mevzuya kimse şerh koyamaz...Komik olmayın !!!

 

Ceyda Görk

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

Başbakan Erdoğan; Türkiye'yi bir çatışmanın içine bile bile itekliyor.

 

Hem yaptıkları ile...

Hem konuşmaları ile...

Dün; söylediklerini duydunuz mu?

Kulaklarıma inanamadım.

 

"Biz o beyaz çarşaflarla beraber yola çıktık. Bu konuda bedel ödemeye hazırız!" dedi.

 

Beyaz çarşaf derken; idam edilecek insanlara giydirilen o beyaz elbiseden söz ediyordu.

 

Başbakan Erdoğan; bu konuşması ile "Bizi assalar bile yolumuzdan dönmeyeceğiz!" demek istiyordu. Zaten daha önce de "Hedefimize er veya geç ulaşacağız." diyen o değil miydi?

 

Peki hedefi nedir?

Asılmayı neden göze almaktadır?

Bu soruların cevabını bilmek her vatandaşın birinci görevidir.

Ve Türkiye'nin geleceği de artık bu soruların cevabına bağlıdır.

 

PARÇA PARÇA YİYORLAR

 

10 Eylül 2003 tarihinde bu köşede "Tahtayı Yiyen Mühendis" başlıklı bir yazım yayımlanmıştı.

 

O yazı; Başbakan Erdoğan'ın siyasi hareketini ve hedefine nasıl ulaştığını kendisini çok yakından tanıyan birisinin tanıklığına dayanıyordu. Önce o yazıdan bir bölümü okuyalım:

 

Pazartesi günü Radikal Gazetesi'nde Neşe Düzel'in, Korkut Özal ile yaptığı bir röportaj yayımlandı.

Korkut Bey, Turgut Özal'ın kardeşi... O zihniyetin önemli adlarından olan Korkut Bey, konuşmasının bir yerinde şunları aktarıyor:

"Mühendislerin bir metrekareden büyük resim tahtaları vardır. Bir mühendis, "Ben bu resim tahtasını yiyeceğim" diye arkadaşıyla iddiaya girmiş. Arkadaşı, "Yiyemezsin" demiş. Mühendis, tahtayı 360'a bölmüş. Her gün bir parçayı ufalayıp yutmuş. Bir yıl sonunda da resim tahtasının tümünü yemiş.

 

Eğer bir meseleyi bir anda halledemiyorsanız, siz de o meselenin üzerine kararlı bir şekilde adım adım gidersiniz. Sonunda meseleyi halledersiniz. İşte bu tedriciyet prensibidir."

 

Sayın Korkut Özal, bu öyküyü boşuna aktarmıyor. Neşe Düzel ona AKP'nin ve Başbakan Erdoğan icraatlerini soruyor; Korkut Bey de bu örneği veriyor.

 

Korkut Özal, çok yakından tanıdığı Başbakan Erdoğan'ı anlatırken diyor ki: "Tayyip Bey, hedefine uygun davranırken, icabında geri çekilmesini biliyor. Çatışmaya ara veriyor. Çünkü, Tayyip Bey için önemli olan, neticenin alınması oluyor."

 

Peki kiminle çatışıyor Tayyip Bey?

 

Bay Korkut Özal onu da açıklıyor: Devleti yöneten kadrolarla... Milli Güvenlik Kurulu ile ve dolayısıyla da askerlerle.

 

Yani Başbakan Erdoğan, resim tahtasını oluşturan bürokrasiyi ve askeri 360 parçaya bölmüştür; her gün bir parçasını ufalayıp yemektedir."

 

Hemen belirtelim ki Korkut Özal ile Başbakan Erdoğan aynı tarikattendirler ve birbirlerini çok iyi tanımaktadırlar. Bugün geldiğimiz nokta gösteriyor ki Erdoğan ve ekibi; kararlı biçimde Türkiye'yi yemektedir.

 

HEDEF ÖNCEDEN KONULDU

 

Başbakan Erdoğan Türkiye'nin "laik sistemi"ni, parça parça yerken bu işi de demokrasi mücadelesi gibi gösteriyor. Erdoğan ve ekibinin bütün ataklarını yan yana getirin bir bakın: Hedef; Türkiye'yi ümmet devletine götürmektir. Hedefte sivil hayata dayalı laik sistemi yok etmek vardır; bizzat cumhuriyet rejimi vardır.

 

Bunu, Başbakan Erdoğan'ın akıl hocası olan Prof. Ömer Dinçer 1995 yılında yazmıştır. Bu işi merak edenler; son kitabım YABANCI KAYNAKLARA GÖRE TÜRK KİMLİĞİ'nin içindeki Kimlik Tartışmaları bölümüne baksınlar. Başbakan'ın akıl hocası olan Ömer Dinçer diyor ki: "... Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün temel ilkeleri, laiklik, cumhuriyetçilik ve milliyetçilik ...yerini... daha Müslüman bir yapıya devretmelidir."

 

İşte; durum budur. Gerek Başbakan Erdoğan, gerek bugün cumhurbaşkanlığı makamına oturan Abdullah Gül; birçok kez; laik sisteme karşı olduklarını ve bunun değiştirilmesi gerektiğini dile getirdiler.

 

Erdoğan'ın bu konuda asılmayı bile göze aldığını söylemesi; Türkiye'nin başına büyük belaların getirileceğinin işaretidir.

 

Umarım ki işler Sayın Başbakan'ın işaret ettiği yönde gelişmez...

 

Rıza ZELYUT

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Batı'nın Gündeminde Sevr Var...

Kimse kimseyi aldatmaya kalkmasın; Batı, Türkiye'nin gözüne kaşına âşık değil; tersine bir "durum vaziyeti" var...

 

Batı, Türkiye'nin Kemalizmine düşman...

 

Lord Curzon Lozan'da İsmet Paşa 'ya ne demişti?..

 

Curzon'un İnönü'ye dediğini açarak yazıyorum:

 

- Şimdi benden aldıklarının hepsini yarın sana ödeteceğim...

 

Batı'nın bugün yaptıklarına ve söylediklerine bakarsanız, ödemenin vakti saati geldi gibi...

 

*

 

Sevr'de Türkiye, daha başka deyişle Anadolu, Batı'nın sultası altında paylaşılıyordu...

 

Kimler arasında?..

 

* Yunanlılar - Rumlar..

 

* Ermeniler..

 

* Kürtler..

 

* Türklere de Anadolu'nun kıraç bölgelerinden bir pay veriliyordu..

 

Bugün durum ne?..

 

Sevr güncelleşti...

 

*

 

"Osmanlı İmparatorluğu'nun Çöküş Belgeleri" adlı kitap ( Seha L. Meray - Osman Olcay ) Sevr'in ne kapsamlı ve ayrıntılı bir antlaşma olduğunu gözler önüne sergileyen bir belgedir...

 

Şu günlerde yeniden okunması gerekir...

 

Sevr'in oyuncuları, bugün de, Türkiye'yi Batı'nın desteğiyle kuşatmışlardır..

 

Yunanlılar ve Rumlar Kıbrıs ve Ege'de..

 

Ermeniler kuzeydoğuda..

 

Kürtler güneydoğudadır..

 

Arkalarında, Amerika ve İngiltere vaziyet almışlardır..

 

Sevr 10 Ağustos 1920 tarihlidir; antlaşmayı açıp okuduğunuz zaman dünkü aktörlerle bugünkülerin bir olduklarını açık seçik görürsünüz...

 

* Yunanlı - Rum Kıbrıs'a tümüyle el koymak, Ege'yi bir Yunan gölüne çevirmek istiyorlar..

 

* Kuzey Irak'taki Kürtler Diyarbakır'ı başkent sayan bir konuşlanmaya doğru terör aracını kullanıyorlar..

 

* Ermeniler 1915 olayları üzerine kurdukları tezlerini tüm Batı'ya benimsetmiş gibidirler; soykırım savının ardından tazminat ve Kuzeydoğu Anadolu'da toprak talepleri gündeme girecektir..

 

Amerika bu ortak siyasetin strateji ve taktiklerine uygun biçimde Türkiye'nin tepesine binmiştir..

 

Sevr hortlatılıyor...

 

*

 

Bir başka çok çarpıcı ve önemli benzerlik daha var...

 

Sevr, halife ve padişahlı Osmanlı'nın dinci devleti tarafından kabul görüyordu...

 

Bugünkü dinci iktidar da, Amerika'ya bağlı olduğundan, olan bitenlere karşı yıllardır sesini soluğunu çıkaramıyordu...

 

Sonunda olumsuz gelişmeler şehit üstüne şehit bir kanlı süreci öngörünce, asker-sivil ulusalcıların dayatmasıyla dinci iktidar kımıldamak zorunda kaldı...

 

Ne var ki bu zoraki kımıldanış çarpıcı gerçeği değiştirecek bir içerikte değildir...

 

*

 

Her şeyden önce ulusça çıplak gerçeğin saptanması önemlidir...

 

Batı'nın Türkiye için öngördüğü model Sevr'dir..

 

'Ilımlı İslam Devleti' bu model için birebirdir...

 

Avrupa Birliği ile yarım yamalak müzakereler, Anadolu'da Sevr tasarımını engelleyecek bir içerik taşımıyor; tersine daha ilk adımda Kıbrıs Rum Devleti'ne dönük AB talepleri yeni Sevr'in gereğini anımsatıyor...

 

*

 

Sovyetler yıkıldıktan sonra, Batı, Lord Curzon'un ruhuna şad edecek bir sürece girmiş bulunuyor...

 

Güneydoğu sınırımızdaki ABD - PKK ittifakı bu gidişatın en çarpıcı göstergesi değil mi!..

 

İlhan Selçuk

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Tarih Başa Sarıyor

 

21. yüzyılın başında genel durum

 

Dün’ü “okuyoruz..” Bugün’ü “yaşıyoruz!..”

Dün;

Hükümet âciz, ********** ve korkaktı!..

Devlet içten ve dıştan çökertilmeye çalışılıyordu..

Yabancı memurlar ve ajanlar yurdun her yanında faaliyette idi!..

Bir “lider” aranıyordu!..

“Demiryolları bizim değildi!

Kömür, şehir ışıkları ve suları, rıhtımlar, limanlar bizim değildi!

’Bu memleketin size ait olduğunu söylüyorsunuz. Neniz var bu topraklarda?’deseler, öz canımızı ve camilerimizi gösterebilirdik!

Değil bankamız, bankalarda çalışan Türk memuru yoktu!

İtalyan, Balkan, 1. Dünya Harbi ve Kurtuluş Savaşı sırasında iç ve dış tahriklerle irili ufaklı 60 kadar isyan olmuştu!

Padişah, halife, vezirler ve paşalar millete ihanet etmişlerdi!

Nice edebiyatçılar, şairler halka sövmüşlerdi!..”

“Ülkenin genel durumu ve görünüşü” şöyleydi. Mustafa Kemal anlatıyor:

“1919 yılı Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir:

Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, 1.Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı Ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. (...) Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin, soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükûmet, âciz, ********** ve korkak. Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı.

Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta...

İtilâf Devletleri, ateşkes anlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahane ile İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Gaziantep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askeri birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ile özel ajanlar faaliyette. Nihayet, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da, İtilâf Devletleri’nin uygun bulması ile Yunan ordusu da İzmir’e çıkartılıyor.

Bundan başka, memleketin her tarafında Hıristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlar.

Sonradan elde edilen güvenilir bilgi ve belgelerle iyice anlaşılmıştır ki, İstanbul Rum Patrikhanesi’nde kurulan Mavri Mira Hey’eti’ illerde çeteler kurmak ve idare etmek, gösteri toplantıları ve propagandalar yaptırmakla meşgul. (...)”

Şimdi tarihi başa sarıyor ve hikâyemizi baştan alıyoruz . .

 

 

İşgal başlıyor, halk sessizce seyrediyor

Güzel yurdumuzun incilerinden İzmir, 15 Mayıs 1919 tarihinde işgal ediliyor. Yıllarca bu ülkenin ekmeğini yiyen, para kazanan şehirdeki Rumlar ise, şenlikler yapıyor ve karaya çıkan Yunan silâhendazlarını büyük gösterilerle karşılıyor

 

 

 

Ünlü İtalyan ressam Vittorio Pisani’nin İzmir’i işgal eden Yunan askerlerinin Kordon’da Türklere yaptıkları mezalimi anlatan tablosu.

 

 

15 Mayıs 1919 Perşembe.. Atatürk’ün Samsun’a çıkmasından dört gün önce, güzel yurdumuzun incilerinden İzmir işgal ediliyor. Halk sessiz ve üzgün seyrediyor. Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa’nın “mukavemet edilmemesi” emri yüzünden Türk kuvvetleri kışlalarına çekildiler. İngiliz, Fransız, Yunan bahriye silâhendazları (deniz piyadeleri) öğleden sonra, mevkii müstahkemleri (savunma tesislerini), kaleleri işgal ettiler.

Günlerden beri İzmir limanında toplanmakta olan yabancı harp gemilerinden öğleden sonra bahriye silâhendazları (deniz piyadeleri) indiler ve kentin çeşitli noktalarını işgal ettiler. İngiliz birlikleri, Karaburun ve Uzunada tarafını, Fransız kuvvetleri Urla ve Foçalar’ı, Yunan müfrezeleri de Yenikale’yi kontrolleri altına aldı.

 

Teslimiyetçi Şakir Paşa

Halk sokaklara, kordon boyuna yayılarak sessizlik içinde bu işgali seyretti. Yıllarca bu ülkenin ekmeğini yiyen, para kazanan şehirdeki Rumlar ise, şenlikler yaptılar ve karaya çıkan Yunan silâhendazlarını büyük gösterilerle karşıladılar.

Harbiye Nazırı Şakir Paşa, günümüzdeki “teslimiyetçiler” gibi, “Bu gibi şayialara (söylentilere) ehemmiyet vermeyin” açıklamasını yapıyor!.

Sabah saatlerinde, 17.Kolordu Kumandanı Ali Nadir Paşa, Harbiye Nezareti’ne (Savunma Bakanlığı’na) telgraf çekti. Komutanın telgrafından anlaşıldığına göre, resmi işgal, İstanbul Hükümeti tarafından komutana bildirilmedi. Yunan İşgal Komutanı ise, son dakikada tebligatta bulundu. Buna rağmen, Hükümetten bilgi verilmediği için, komutan kararsız.

İşgalcilerle “işbirliği” içindeki İstanbul Hükümeti, kendi ordusunun komutanını aldatıyor. Komutan da, basiretsiz ve aldanma eğiliminde.

 

Harbiye Nezareti suskun

Ali Nadir Paşa, telgrafında, “halktan duyduklarına dayanarak”, şöyle diyor:

“Halk arasındaki şayialara (söylentilere) göre, İzmir’in Yunan kıtaları tarafından işgal edileceği, yahut Yunanistan’dan daha evvel İzmir’e getirilmiş bulunan Yunan Kızılhaç ekiplerinin, el altından yerli Rumlar’dan teşkil edip silahlandırdığı kuvvetler tarafından, içeriden işgal altına alınacağı ihtimali vardır.” Komutan, işgal karşısında nasıl hareket edeceğini Bakanlığa sorarak, çok acele emir bekliyor. Fakat, Harbiye Nezareti İzmir’i savunacak olan komutana hiçbir cevap vermiyor!

O sırada, Midilli limanında bekleyen Averof Zırhlısı’nda, Yunan 1. İşgal Tümeni Komutanı Albay Zafiryo, son önlemlerini yazılı emre döküyordu:

“Türk mukavemetine (direnişine) imkan bırakmamak için İzmir’in etrafı süratle abluka (kuşatma) altına alınacaktır. Yabancı unsurların kent içinde kargaşalık çıkarmalarına imkan bırakılmayacaktır. Kent içinde meydana gelecek direnişleri kırmak için, Türk ve Rum mahalleleri birbirlerinden tecrit edilecektir.”

 

Şayialara önem vermeyin

İşgalin planı, sabah saatlerinde Amiral Kaltorp’un başkanlığında yapılan bir toplantıda kararlaştırılmış ve saat 09.00’da, Kolordu Kumandanı Ali Nadir Paşa ile Vali Kambur İzzet’e bir nota ile işgal tebliğ edilmişti.

Kolordu kumandanı, işgal notasını alır almaz, bu kez, telgraf makinesinin başına geçti, Bâbıâlî ve Harbiye Nazırı Şakir Paşa ile konuşmaya çalıştı. Harbiye Nazırı Şakir Paşa, mors alfabesinin başında cevap veriyor:

“İşgal vukuuna dair Bâbıâli’ye verilmiş bir malumat (bilgi) yoktur. Amiralin bu teklifi (işgale, ” teklif “ diyor!), Mütareke şartları hükümleri icabından olmakla, muvafakat edilmesi (uyulması) lüzumu tabiidir.”

“Efendim, bunun bir Yunan işgaline yol açacağı ısrarlı şayiaları vardır.”

“Bu gibi şâyialara (söylentilere) ehemmiyet vermeyiniz!”

 

Esef verici olay yaşanmasın!

Gece yarısına yaklaşırken, İngiliz Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Kaltorp (Calthorpe) ikinci notasını (müzik notası değil, işgal notası!) veriyor ve “esef verici olaylara meydan verilmemesini” (!) istiyor:

“Mondros Mütarekenamesinin 7. maddesi gereğince, İtilaf Devletleri namına, İzmir Yunan askeri birlikleri tarafından işgal olunacaktır. Bu karar Bâbıâli’ye de bildirilmiştir. Çıkarma kuvvetleri yarın (15 Mayıs 1919) saat 08.00’de İzmir’e ulaşacaklardır. Yunan deniz silahlı müfrezeleri, saat 07.00’den itibaren iskeleleri işgal edecektir. Esef verici olaylara meydan vermemek üzere, Osmanlı kıtaları, bulundukları mahallerde kalmalıdır. Bir İngiliz deniz piyade müfrezesi tarafından işgal edilecek olan Telgrafhanede, sansür edilmek kaydıyla, resmi muhaberata müsaade edilecektir. Yunan askeri makamlarının emirlerini bekleyin.”

İzmir’in karşısındaki Midilli adasındaki 1.Yunan Tümeni, sabaha karşı İzmir’e hareket ediyor. İşgal başlıyor!..

İzmir’deki Türk Komutan Ali Nadir Paşa ise, emrindeki birliklere şu talimatı veriyor!:

“İzmir müstahkem mevkii tahkimat bölgesi, bugün öğleden sonra İtilâf Devletleri kıtaları tarafından işgal edilecektir. Toplar ve diğer her türlü harp malzemesi bu kıtalara teslim edilecektir. Bu bölgelerdeki komutanlar, subaylar ve erler, esef verici olayların olmaması için (!) garnizonlarından çıkmayacaklar ve bu bölge dışında ve gerilerinde toplanacaklar, kolorduca verilecek emre göre hareket eyleyeceklerdir. Bu işgal esnasında katiyen karşı konmayacak, işgale gelecek İtilâf müfrezelerine gereken kolaylıklar gösterilecektir.”

Bu emri veren komutan, daha sonra, Yunanlı bir işgal teğmeninden tokat yiyeceğini bilmiyordu!.. Kolordu emri nedeniyle, Türk birlikleri işgalden hemen önce sessizce çekiliyor ve düzenli hiçbir çatışma olmuyor. Ordu “tek kurşun atmadan” İzmir işgalcilere teslim ediliyor!..

Bugün bile pek çok insan, İzmir’i yalnızca Yunanlılar’ın işgal ettiğinin propagandasını yapıyor. Oysa, İzmir’e çıkanların başında İngiliz, Fransız ve İtalyanlar geliyor. Bu ülkeler, Yunanlılar’ı ileri sürerek, onlara “işgal taşeronluğu” yaptırıyor. Kendileri, tıpkı Irak işgalinde olduğu gibi, geriden idare etmeyi tercih ediyor. Görüyoruz ki, neredeyse 100 yıl önceki taktik de aynı. Bugün yaptıkları hiç de sürpriz değil.

 

 

 

 

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Engin Ardıç'ın köşe yazısı

 

Tuncay Özkan, Zonguldak’ta konuşma yapmış, CHP’ye çatmış. Demiş ki: Eğer kendini yenilemezsen, gençleştirmezsen, yeni fikirlere kucak açmazsan, ben yeni bir parti kuracağım, ne zaman yapacağım bunu, kurultaydan hemen sonra, nisan ayında yapacağım, kardeşim aklınızı başınıza toplayın, halkla kucaklaşın...

 

Tuncay Özkan önemli bir adam değil, önemli bir gazeteci hiç değil, öyleyse ben bu yazıyı neden yazıyorum?

 

Elim “mouse”u kavrayamıyor, tuşlara diğer parmaklarla vurmak kolay ama başparmak davul gibi sarılı, maymun parmağı gibi diğerlerinden ayrı duruyor... Gidip gidip yanlış yerlere “tıklıyorum”, beddua tuttu, yazı yazmak bugün eziyet oldu, sinirim bozuldu, ondan mı?

 

Hayır. Tuncay Özkan’ın ancak bir mizah dergisi kapsamında ciddiye alınacak sözleri, önemli bir “örnek” de onun için.

 

Bir “kafa yapısının” örneği.

 

Özkan konuşmasını Zonguldak’ta yapmış, adı var kendi yok DSP’ye de çatmış, eh, “Ecevit’in memleketinde kömür emekçilerini gıdıklayacak”, azıcık oy çalacak falan, onları geçelim.

 

Özkan, gerek CHP’nin gerek DSP’nin “yeni fikirlere kucak açmadıklarını” söylüyor.

 

Gençleştirmeyi falanı da geçelim, bu terane artık sökmez. On yıl kadar önce genç gazeteci arkadaşlar bana gelmişlerdi, “ağabey, Cemiyet seçimlerinde bizi destekle, yönetimi devirelim, artık bu işi gençlere bıraksınlar”... Ben de “programınız nedir, yani, yaş baş bir yana, neden onlara değil de size oy vereyim” diye sordum, apıştılar kaldılar. Programları falan yoktu.

 

Özkan “yeni fikir” istemiş.

 

Fakat kendisinin yeni fikirleri nelerdir, bilen yok! Kendisi de bilmiyor.

 

O çevrelerde hiçkimse de bilmiyor.

 

İşte bu yüzden, tipik bir örnek.

 

“Çiğ Kemalizm”, şanlı ordu, yaşasın bürokrasi, vatan millet Sakarya, sağdan sola soldan sağa salla bayrağı, dağ başını duman almış, uyan uyan Gazi Kemal, Ankara’nın taşına bak, kamutay bugün doğdu, saltanatı boğdu, sevinin çocuklar, övünün büyükler, falan filan. Bütün bu “fikirler” CHP’de “mebzul miktarda” zaten var.

 

“Halkla kucaklaşma” ayağından halkın kılığına sövüp sayma, ohohooo, istemediğin kadar...

 

Özkan, kimsenin seyretmediği bir televizyon kanalıyla seçmeni etkileyeceğini, “memleketi kurtaracağını” sanmıştı, elde ettiği sonucu herkes biliyor.

 

Şimdi de, “ileride verilecek reklamlara mahsuben” Deniz Baykal’dan aldığı paralara nankörlük ediyor, onu da geçelim.

 

“Biz kaç kişiyiz?” diye bir hareket başlattı, kaç kişi olduklarını saymışlar, bir milyon iki yüz bin kişi çıkmış, öyle diyorlar.

 

Yaklaşık otuz milletvekili eder.

 

Özkan da bu kafayla parti değil, ancak çadır kurar.

 

Turşu kurar demedim, onu başkaları yapıyorlar, hem de başarıyla.

 

Özkan’ın Zonguldak’tan bir güneş gibi doğması (Samsun’un kuş uçuşu beş yüz kilometre kadar doğusundadır), bana bir Galatasaray Kongresi’ni hatırlattı.

 

Sınıf arkadaşım ve de çok sevdiğim Turgay Kıran, önce Özhan Canaydın’a atmış tutmuş, adaylığını koymuştu, bir de baktık, Canaydın’ın listesinden yönetime girivermiş!

 

Malum, kongrenin Öztürkçe’si kurultay oluyor...

 

Seni selamlıyorum, yeni fikirli, eğer Baykal yutarsa CHP Genel Sekreteri adayı, değerli meslekdaşım! Uyanık adamsın, meclise başka türlü giremezsin ama bakalım gelecek seçimde CHP meclise girer mi?

 

(Akşam)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Engin Ardıç kim miş?

Tuncay Özkan'dan daha önemli birimiymiş?

Hangi ülke meselesinde oturup gömüldüğü ve tıkır tıkır parasını aldığı gazeteden çıkıp halka kucaklaşmış biri mi?

Kim?

Hangi özel durumla Tuncay Özkan'ı eleştirebiliyor!

*********

 

Tuncay Özkan'ın yanında olmak, onun gözündeki duruluğu ve temizliği görmek benim adıma şeref. Hayatımda gördüğüm en özel insanlardan biri Tuncay Özkan...

 

Bu ülkede birilerinin ona çamur atmasının nedenini iyi biliyoruz biz.

 

İyiki Tuncay Özkan ve onun gibiler var, onun insan üstü yüceliğini yakından gören ve 3 yıldan bu yana şehir şehir onunla gezen elele, omuz omuza müdacele veren biri olarak onunla gurur duyuyorum.

 

Engin Ardıç gibi ardıç kuşları anlamaz bu işlerden... Bize adam gibi adamların hatta gerçek adamların yürekli sözleri gerek...

 

Tuncay Özkan'ın sıradanlığı insanlığından çünkü o kadar bizden ve özden... Allah onu korusun... :wub:

 

Yarın yine dostumuzla aynı masada yemek yiyeceğiz Engin Ardıç paracıklarını saysın... :P

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.