Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Önerilen İletiler

Gönderi tarihi:

Çünkü şöyle düşünmek geliyor aklımıza.

1- Ya Tanrı evrene göre öncedir. Evren Tanrı’nın eseridir. Materyalist felsefeler hatalıdır.

 

2- Ya da madde öncedir ve ezelidir. Tanrı yoktur. Her şey madde ile açıklanır. Tek Tanrılı dinler hatalıdır.

Gönderi tarihi:
Çünkü şöyle düşünmek geliyor aklımıza.

1- Ya Tanrı evrene göre öncedir. Evren Tanrı’nın eseridir. Materyalist felsefeler hatalıdır.

 

2- Ya da madde öncedir ve ezelidir. Tanrı yoktur. Her şey madde ile açıklanır. Tek Tanrılı dinler hatalıdır.

Lena,zaten butun olay bu.Insanlik olarak su anda bildigimiz kadariyla evrenin bir baslangici var,Big Bang;yani evren ve madde ezeli degil.Bunu baslatan,evreni ve maddeyi baslatan bir neden olmasi lazim diyoruz,bir baska neden de bilmedigimize gore bu nedene Allah demekte hic bir hata yok.

Simdi belki bilirsin degisik teoriler cikmaya basladi,donusumlu evren modeli gibi.Evrenin baslamasi ve sonlanmasi ezelidir diyen var ama onlara da sormak lazim bu donguyu kim kurmus olabilir ki?

Yani uzun lafin kisasi Allah olgusunu silip atamayiz,aslinda bilim zaten Allah olgusunu silip atma amacli calismaz ama metaryelist felsefeler hatalidir da diyemiz.Yani cevrene bak,evrene bak materyalden baska birsey goruyormuyuz,hersey fiziksel,metafiziksel ne gordun simdiye kadar?

Kisacasi buyuk ihtimalle Allah vardir ama dogamizi ancak fizik kanunlari dahilinde aciklayabiliriz,bu bir gercek.En azindan metafiziksel aciklamalarin kanitlari bulunana kadar,onada hic sans vermiyorum ya,neyse.

 

Saygilar...

  • 4 ay sonra...
Gönderi tarihi:

 

Evrimde yeni kanıt ;

Darwin'in evrim kuramına son on günde iki destek birden geldi. Moleküler biyoloji uzmanı Thornton'un çalışmasından önce, balıklarla kara canlıları arasındaki geçişin kanıtı 'Tiktaalik'in (üstte) fosili bulunmuştu.

 

'Akıllı tasarım'cıların 'Basit yapılardan karmaşık yapılar oluşamaz' teorisi çürüdü. Bilim adamları soyu tükenen canlıların genleriyle evrimi ispatladı

 

NEW YORK - Oregon Üniversitesi'nden bilim adamları, sonuçları Science dergisinin önceki günkü sayısında yayımlanan çalışmayla 'evrim'e kuşkuyla bakanlara yepyeni kanıtlar sunuyor. Evrim teorisine karşıt argümanlardan birisi, maddedeki küçük değişikliklerin karmaşık canlı mekanizmalar yaratamayacağına ilişkindi.

Araştırma ekibinin lideri, Oregon Üniversitesi biyoloji doçenti Joseph W. Thornton, "Karmaşık hücre gelişimi, evrim biyologlarının çoktandır tartıştığı bir konu. Biz bu sistemin moleküler düzeyden nasıl evrimleştiğini anlamaya çalıştık. Buna ilişkin bilimsel bir karşı görüş zaten yoktu. Bilim adamları için soru, bu evrimin nasıl gerçekleştiğiydi. Çalışmamız işte bunu ortaya koyuyor" diyor.

 

İki hormon reseptörü ;

Charles Darwin, evrim kuramını ortaya attığı 'Türlerin Kökeni' adlı kitabında, "Eğer çok sayıda, başarılı ve küçük değişikliklerle oluşması mümkün olmayan karmaşık canlının varlığı ortaya çıkarılırsa, kuramım çökecektir" demişti. Thornton, bu çalışmayla ortaya konulan moleküler mekaniğin evrimleşme sürecinin, Darwin'in teorisiyle tamamen uyumlu olduğunu belirtiyor. Yeni moleküler biyoloji teknikleri, bilim adamlarının bir hücre içinde milyonlarca yılda gerçekleşen evrim sürecini yeniden yapılandırmasına olanak veriyor.

Thornton'un deneyi, birisi stres, diğeri de böbrek dolaşımı hormonlarına ait iki hormon reseptörüne odaklanıyor. Hormonlar ve hormon reseptörleri, anahtar ve kilit çiftleri gibi işlev gören protein molekülleri. Hormonlar belirli bir reseptörün içine uyduğunda, bu birleşim, hücre fonksiyonlarına 'aç' ya da 'kapa' sinyali iletiyor.

Hormonların ve reseptörlerin tamamen birbirleri için var olması ve eşleşmeleri, biri olmadan diğeri işlevsiz kalan bu iki farklı molekülün yeni çiftlerinin nasıl olup da evrimleşebildiği sorusunu akla getiriyor.

Araştırmacılar, bu soruya cevap bulmak için soyu tükenmiş canlılardan alınan genlerle oluşturdukları iki hormon reseptörüyle bunların günümüzdeki eşdeğerlerini karşılaştırdı. Bu reseptörleri üreten genleri ve bu genler arasındaki benzerlik ve farklılıkları inceleyen bilim adamları, tüm bu genlerin 450 milyon yıl önceki tek bir ortak genden türediğini keşfetti.

 

Akıllı tasarım zor durumda;

Araştırma ekibi, reseptörlerin atasını laboratuvarda yeniden yarattı ve bu reseptörün günümüzdeki hormonlarla da bağlanabildiğini gördü. Deneyler de, aynı atadan evrimleşen reseptörlerin milyonlarca yıl içinde doğal seçilim mekanizmaları sayesinde farklı farklı işlevler kazanacak şekilde evrimleştiğini ortaya çıkardı.

 

Thornton, deneyin 'akıllı tasarım' düşüncesinin ateşli savunucusu Michael J. Behe'nin 'indirgenemez karmaşıklık' kavramını çürüttüğünü söylüyor. Behe, yaşamın karmaşıklığının ancak bilinçli bir varlık tarafından tasarlanabileceğini, basit yapılardan oluşamayacağını öne sürüyor.

Thornton, "Hormon-reseptör çiftinin anahtar kilit mekanizması 'indirgenemez karmaşıklığa' mükemmel örnek. Ama çalışmamız, bu karmaşık yapının hiç de indirgenemez olmadığını, aksine bu reseptörlerin ortak ve daha basit bir atadan evrimleştiğini gösterdi" diyor. (The New York Times)

 

Bilimsel düşünenlerin bir kez daha gözü aydın...

 

İyi dileklerimle...

Gönderi tarihi:

Canlının Eusthenopteron cinsine ait balıklarla, Ichthyostega cinsine ait amfibiyenler arasında bir geçiş formu olduğu ileri sürülüyor. Bu iddianın en büyük dayanağı da, hepsi de soyu tükenmiş olan söz konusu canlıların yüzgeç yapıları. Yüzgeçlerin içindeki kemik sayısı ve organizasyonu kademeli olarak artıyor.

 

Ancak canlıların New York Times tarafından yayımlanan karşılaştırmalı grafiğine bakarsanız, ortada aslında pek bir kademe olmadığını, her üç yapının da oldukça farklı olduğunu görebilirsiniz. Eusthenopteron'un yüzgecinde 6, Tiktaalik'in yüzgecinde 15, Ichthyostega'nın ayağında ise 41 ayrı kemik olduğu sayılabiliyor. Bu kemiklerin organize olma biçimi de çok farklı.

 

En önemli fark ise, bir balık olan Tiktaalik ile bir kara canlısı olan Ichthyostega arasındaki omurga farkı. Ichthyostega'nın ayaklarındaki kemikler, canlının omurgasına bağlı ve zaten bu sayede ağırlığını taşıyabildiği kabul ediliyor. Ancak Tiktaalik'te kemikler omurgaya bağlı değil ve zaten bu nedenle en fazla sürünmeye yaramış olabileceği varsayılıyor.

 

Peki aralarında büyük fark olan bu yapılar birbirlerine nasıl dönüşmüş olabilir? Darwinizm'in tek etkin mekanizması olan rastlantısal mutasyonlarla; omurgaya bağlı olmayan bir kemikli yüzgecin nasıl olup da omurgaya tutunacağı, kemik sayısının nasıl 6'dan 15'e, sonra da 41'e çıkacağı, ve bu yeni kemiklerin nasıl kaslarla örülüp organize olacağı gibi sorular, her zaman olduğu gibi cevapsız.

 

Kısacası aslında bu fosiller Darwin'in öngördüğü gibi farklı türler arasında "küçük, kademeli değişimler" göstermiyor bize. Üç farklı canlı var ve bunların birbirleriyle ata-torun ilişkisi içinde olduklarını kabul etmek için, baştan Darwinizm'e inanmış olmaktan daha iyi bir neden gözükmüyor. (Bir de tabii New York Times'in ve diğer pek çok medya kuruluşunun bunları arka arkaya yerleştirip resmetmesinin getirdiği "görsel ikna edicilik" var.)

 

Bu ikna edicilikteki sorun şöyle bir örnekle de açıklanabilir: Bir dosya kağıdı üzerinde üç nokta var diyelim: Sayfanın tepesinde, ortasında ve altında. Bunların üçünü birbirine bağlayan bir düz çizgi çekebilirsinz. Ama bu, sizin ortada bir çizgi olması gerektiği yönündeki ön kabulünüzden, zihninizin o şekilde işlemesinden kaynaklanır. Gerçekte sadece noktalar vardır. Ve belki de onları bağlayan hiç bir çizgi yoktur.

 

Tiktaalik de biraz böyle zoraki bağlanmış bir noktaya benziyor. Darwinizm'in bu yeni "ikonu"nun nasıl evrildiğini önümüzdeki dönemde göreceğiz.

 

Bilimsel düşünenler ( Bilimsel düşündüğünü zannedenler ) bir kez daha kendilerini gözden geçirmek zorunda kalacaklar. Başınız sağolsun şimdiden öldü yeni bulgunuz... :P

 

Akıllı Tasarımcı Mustafa Akyol diyor ki;

 

Bugünkü Hürriyet gazetesinde Evrim teorisi moleküler düzeyde ispatlandı başlıklı bir haber yer alıyor. Bu iddialı başlığı atan muhabirin bize aktardığı bilgi ise, Oregon Üniversitesi'nden bir grup bilim adamı tarafından yürütülen ve sonuçları Amerikan bilim dergisi Science'da yayımlanan bir araştırma.

 

Aslında durum hiç de Hürriyet muhabirinin bize sunduğu gibi değil. Fransa sokaklarındaki son öğrenci olaylarını "yeni bir Ekim Devrimi yaklaşıyor" diye algılayıp yorumlayan bağnaz Marksist-Leninist yayınlar gerçeklikten ne kadar uzaksa, bu haber de o kadar uzak.

 

Sadece gerçekten uzak değil, aynı zamanda yüseysel. Başlıktaki "ispatlanma" sözü bunu hemen ele veriyor. "Bilim Felsefesine Giriş" derslerinde bile öğretilir ki, bilimsel teorilerinin "ispatı" olmaz, sadece kendilerini destekleyen kanıtlarla güçlenmiş olurlar. Dolayısıyla başlığı gerçeklik düzeyine çıkarmak için tashih etmek ve "evrim teorisini destekleyen bir kanıt elde edildi" diye düzeltmek gerek.

 

Bu tashihten sonra haberin içeriğine gelelim. Yapılan araştırma ne? Ve gerçekten (Darwinist) evrim teorisini destekliyor ve haberde yazıldığı gibi "evrim teorisine karşı çıkan tezde (Akıllı Tasarım'da) köklü bir hata bulunduğunu" gösteriyor mu?

 

Hürriyet'in haberi çok karışık bir dille yazıldığı — ve yazanın da konuyu muhtemelen tam olarak anlamadığı — için pek yardımcı değil. New York Times konuyla ilgili haberi daha iyi yazılmış ve daha önemli şeyler söylüyor.

 

Yapılan araştırma, aldosteron adlı bir hormonun "reseptörü" ile ilgili. Hormonlar, canlı bedenlerinde bir tür mesaj taşıyıcı olarak işlev gören proteinlerdir. Mesajın yerine varması için, hormonun şeklinde uygun bir "reseptör" molekül gereklidir. Hormon ve reseptör, birbirlerine anahtar-kilit gibi uyar.

 

New York Times'tan öğrendiğimize göre, söz konusu araştırmanın kritik noktası, aldosteron hormonunun reseptörünün, aldesterondan daha önce de var olduğunu göstermek olmuş. Buradan hareketle, daha öncesinde farklı bir görev üstlenen reseptörün, New York Times'ın ifadesiyle "bilinmeyen nedenlerle iki büyük mutasyon geçirerek" iki versiyona ayrıldığı, birisinin aldosterona ötekisi ise cortisol adlı bir başka hormona uygun hale geldiği sonucuna varılmış.

 

Şunu hemen belirtmekte yarar var: Ortada "gösterilmiş" bir süreç yok. Araştırmayı yapan bilim adamları, "bilinmeyen nedenlerle geçirilen iki büyük mutasyonu" varsayıyorlar. Bu mutasyonların nasıl olduğu, organizma üzerinde başka ne gibi etkiler oluşturacağı, bu etkilerin zararlı olup-olmayacağı belli değil.

 

Dahası, araştırmacılar, aslında aldosteron hormonun reseptörünün aldesterondan daha önce var olduğunu sonucuna varırken de, evrim teorisinin bir varsayımı olan moleküler saat yöntemini kullanmışlar. Yani ispatlamak istedikleri varsayımı (kompleks moleküler sistemlerin evrimleşebileceği tezini) savunmak için, bir başka varsayıma dayanmışlar.

 

 

Behe: Önemsiz

 

Hürriyet gazetesi muhabiri ne yazık ki konuyla ilgili sadece Darwinist yorumları aktarmış. Oysa New York Times'da daha objektif bir tutum var ve Akıllı Tasarım teorisyeni Michael J. Behe'nin yorumu da aktarılıyor:

 

Dr. Behe sonuçları "önemsiz" diye yorumladı. Reseptörlerin ara geçiş aşamasındaki mutasyonlarla organizmaya zararlı olup olmayacaklarını merak ettiğini belirtti. Ve iki parçalı hormon-reseptör çiftinin indirgenemez kompleks sayılabilmek için çok basit olduğunu, bir sistemin onun indirgenemez kompleks tanımına uyması için en az üç parçaya sahip olması ve özel bir fonksiyon yürütmesi gerektiğini belirtti.

Dr. Thorn'un gösterdiği, Dr. Behe'ye göre, evrimsel süreçlerin meydana getirebileceği küçük dalgalı değişimler kategorisine giriyor. Behe "eğer bu çalışıyor olsa bile, ki öyle olduğunu göstermiş değiller, bununla bir sorunum olmazdı" diyor, "bu çalışma pek bir şey göstermiyor."

 

 

Behe haklı. Akıllı Tasarım teorisi, bakteri kamçısı gibi 40 kadar karmaşık proteinden oluşan biyokimyasal makinaların kökeni üzerinde duruyor. İki parçalı bir hormon-reseptör sistemiyle ilgili bir tezin, "Akıllı Tasarım'da köklü bir hata bulunduğunu" göstermesi imkansız.

 

Aslında bu bulgunun gösterdiği en önemli şey, Darwinistik evrim teorisinin moleküler düzeyde ne kadar zor durumda olduğu. Yaşamı mümkün kılan kompleks biyokimyasal sistemlerin, 30-40 parçalı "moleküler makinaların" kökenine dair bugüne kadar hiç bir Darwinistik açıklama getirilmediği için, iki parçalı basit bir sistemin kökeni hakkındaki bir öngörü, manşetlere taşınıyor. Hatta bazıları bunu "evrim teorisinin ispatı" sayacak kadar heyecanlanıyor.

 

 

Baştan Verilmiş Bir Karar

 

Tüm bu heyecanın ve ateşli çıkışların temelinde ise, meseleye bilimsel bir objektiflikle değil, bağnaz bir inanmışlıkla bakılması var. Araştırmayı yürüten Joseph W. Thornton'un New York Times'ın haberinde yer alan şu cümleleri bu açıdan dikkat çekici: "

 

Bu sistemin moleküler düzeyde nasıl evrildiğini anlamak istedik. Bu sistemin evrilip evrilmediği konusunda bilimsel bir tartışma yok. Bilim adamları için soru, nasıl evrildiği. Ve çalışmamız da bunu gösterdi.

Thornton'un iddiası gerçeği yansıtmıyor, çünkü bilim adamları arasında gerçekten Darwinist bir evrim yaşanmış olup olmadığı konusunda bir "tartışma" var. Bu evrim senaryosuna kuşkuyla yaklaştıklarını açıklayan 500'ün üzerinde bilim adamının deklerasyonu ortada. Ama yine de Thorn'un sözü önemli, çünkü Darwinizm'in temel önkabulunu ifade ediyor: Darwinist bilim adamları, canlıların rastlantısal bir evrim sürecinin ürünü olduğuna ilk baştan inanıyor, sonra da buna uygun kanıt arama işine girişiyorlar.

 

"Bir kısım medya mensupları" ise, aynı inanca körü körüne sahip oldukları için, Darwinizm'in lehinde gibi gördükleri her gelişmeyi abartarak afişe ediyorlar. Bugünkü Hürriyet'teki "Evrim teorisi moleküler düzeyde ispatlandı" başlığının hikayesi, işte bu...

 

 

Onlarında görüşlerini okumakta yarar var diye düşündüm...

Gönderi tarihi:

Akıllı Tasarımcı Mustafa Akyol diyor ki;

 

 

Sadece gerçekten uzak değil, aynı zamanda yüseysel. Başlıktaki "ispatlanma" sözü bunu hemen ele veriyor. "Bilim Felsefesine Giriş" derslerinde bile öğretilir ki, bilimsel teorilerinin "ispatı" olmaz, sadece kendilerini destekleyen kanıtlarla güçlenmiş olurlar. Dolayısıyla başlığı gerçeklik düzeyine çıkarmak için tashih etmek ve "evrim teorisini destekleyen bir kanıt elde edildi" diye düzeltmek gerek.

 

 

Akıllı tasarımcı Mustafa AKYOL yanlış yazmış...

Temel konularda yanlış yapan, diğer konularda da yanlış yapar...

 

Bilim felsefesinde temel ilkeler şu şekildedir.

 

— Konuyu belirleme,

— Gözlem,

— Varsayım,=sözlük karşılığı teori

— Deney, ölçme.

— Doğrulama,= Sözlük karşılığı ispatlama

  • 3 hafta sonra...
Gönderi tarihi:

"evrim teorisi" daha teori veya varsayım bile değildir.öyle maymunla aynı atadan geldik demekle varsayım yapılmaz.varsayım olması için canlıları ilk oluşturan maddeden bugünce binlerce çeşitteki canlıların nasıl oluştuğunu anlatmanız gerekir.maymunla aynı atanın atası nedir deyince fare benzeri bişey varmış da ondan türemişler falan diyorlar insanlar da buna inanıyor.

bi de bu farenin de ilk atası varmış.bu ilk ata dan memeliler böcekler örümcekgiller kuşlar balıklar sürüngenler falan oluşmuş.herlade bunların beyinsiz olanları da bitki olmuş:)nedense hiç ara-geçiş türü de yok ortalıkta.

Gönderi tarihi:

Kökdendincilerin bilime saldırısı temelsiz...

Akıllı tasarım teorisi, olmayan mükemmelliği abartıyor...

Dini destekleyen yeni akıllı tasarım teorisi,

Dini yaratılış fikrinden biraz daha karmaşık ancak,

Daha önceki oluşturulmuş sonuçları ortaya sürünce...

Bilimle ilgisi olmadığı ortaya çıktı...

 

Bunun üzerine evrime karşı başlattıkları mücadeleyi,

yeni bir kılıf altında sürdürme kararı aldılar...

İşte bu yeni kılıfın adına da AKILLI TASARIM ismi verdiler...

 

Akıllı tasarımcılara göre yaratılışlarda mükemmeliyetlik vardır...

Ama salında hiçte öyle değildir...

Canlıların bu günkü görünümündeki gözlerinde,

mükemmelliyetlik olduğunu söylerler...

 

Böcek, insan, ve diğer tüm biyolojik sistemlerin gözleri için mükemmellik,

göreceli bir kavramdır...

Bu nedenle de gözlük, teleskop ve mikroskop geliştirildi.

Bu akıllı tasarım teorisinin mükemmelliyetçi anlayışıyla örtüşmüyor...

 

Gözlerin evrimsel gelişimi, büyük bir tasarımcının değil,

Bilinçsiz bir işçi hayvanın eseridir...

Gözleri ve yaşamın hiç bir şeyini, dev bir mühendis (!) yaratmadı...

 

Evrim başarılı hataların(olumsuzluklar) bir dizisidir...

Bu hatalar, doğal ayıklanma, kalıtsal farklılıklar,

ve yenilenme yetisine dayanmaktadır...

 

Büyük bir tasarımcının var olup olmadığı, bilimin konusu değil...

Eğer varsa bile(!) bilim eksik yarattığını kanıtlamakta...

 

İyi dileklerimle...

Gönderi tarihi:

Evrim sözde teorisi.Çağdaş put.işin garip tarafı ancak bilime inandıkalrını söyleyenlerce savunuluyor.cansız bir maddeden çeşit çeşit canlılar meydana gelmiş.

Gözlerin evrimsel gelişimi, büyük bir tasarımcının değil,

Bilinçsiz bir işçi hayvanın eseridir...

 

Gözleri görmenin ne demek olduğunu bilmeyen bir hayvan yaratmış.bişey bilmediği bişey değil yaratmak yapamaz bile.

 

Evrim başarılı hataların(olumsuzluklar) bir dizisidir...

 

sayenizde yeni bri olgu öğrenmiş olduk.başarılı hata.demek hayvan göz yaratmaya çalışırken başarlı hata yapınca kulak ortaya çıkıveriyor:)

 

Bu dünya veya evren veya camlılar mükemmel veya kusursuz değildir.ancak belli süreye kadar yaşayacak kadar izin verilmiştir.Ve hepsi de Allah'ın yardımı ve desteğiyle ayakta durmaktadır.

Gönderi tarihi:

Evrim sözde teorisi.Çağdaş put.işin garip tarafı ancak bilime inandıkalrını söyleyenlerce savunuluyor.cansız bir maddeden çeşit çeşit canlılar meydana gelmiş.

Gözleri görmenin ne demek olduğunu bilmeyen bir hayvan yaratmış.bişey bilmediği bişey değil yaratmak yapamaz bile.

sayenizde yeni bri olgu öğrenmiş olduk.başarılı hata.demek hayvan göz yaratmaya çalışırken başarlı hata yapınca kulak ortaya çıkıveriyor:)

 

Bu dünya veya evren veya camlılar mükemmel veya kusursuz değildir.ancak belli süreye kadar yaşayacak kadar izin verilmiştir.Ve hepsi de Allah'ın yardımı ve desteğiyle ayakta durmaktadır.

 

"sayenizde yeni bri olgu öğrenmiş olduk.başarılı hata.demek hayvan göz yaratmaya çalışırken başarlı hata yapınca kulak ortaya çıkıveriyor:)"

 

Anlaşılmamış,

Dikkatli okunmadığı için tabii...

 

Bu hatalar, doğal ayıklanma, kalıtsal farklılıklar,

ve yenilenme yetisine dayanmaktadır...

 

Herhangi bir organın gelişme başarısı ve mükemmel olamama hataları...

Sonradan bu hatalı gelişimler doğal seçilim(seçim)ile ihtiyaca göre biçimlenmesi...

Gönderi tarihi:

bu doğal seçilimi ya da seçimi ihtiyaca göre düzenleyen akıl neydedir ?

 

Su damlası arkadaş,

 

Yine okumamış yada anlamamışsın...

Yukarda anlatmıştım. Doğal seçilim olarak...

Akıllı tasarım dan başka alternatif düşünemiyorsunuz...

Anlamamanız da bu yüzden ileri geliyor...

Doğada var olma mücadelesi veren her madde yada canlı için,

mutasyon ve evrilme zorunluğu, dolayısı ile değişimi...

Organik ve inorganik maddelerin,

var olama özünden kaynaklanmaktadır...

 

Son günlerde ki bulgular da isapatlıyorki...

Tiktaalik balık türlerinin karaya çıkarak,

yaşamlarını sürdürebilme isteklerini ;

Ayağa benzer yüzgeçlerini evirerek, Ayaklı tetrapodları,

daha sonra da ilk sürüngenlerin oluşumu ile devam ettirmişlerdir...

 

İyi dileklerimle...

Gönderi tarihi:

Bilim son yıllarda yaptığı büyük hamlelerle,

evrim kuramının gerçek olduğu yolunda büyük adımlar attıkça,

kökdendinciler de siyasi karşı hamlelerini artırıyorlar…

 

Almanya’nın güneyinde bulunan bir Archaepteryx fosili büyük bir heyecan yarattı.

Çok iyi koruna gelen fosilin bir parmak kemiği,

benzer bir şekilde yırtıcı pençelere sahip olan ilkel bir kuş türünde (veliciraptor) de var.

 

Balıkların karaya çıkışında eksik halka(tiktaalik) bulundu.

Su yüzgeçlerinin evrilmesi konusunda tezler doğrulandı…

 

Ayrıca akıllı tasarımcıların asla kabul edemedikleri,

moleküler düzeyde evrimin geliştiği gösterildi.

 

Sonuçta evrimle ilgili yeni bulgular/bilgiler elde edildikçe,

büyük evrim bilmecesinin de yanıtına yaklaşılmakta…

 

Genetik bilimciler son zamanlarda organizmaların kalıtımlarını,

daha hızlı bir şekilde okumaya başladılar.

Artık şempanze kalıtımı çözüldü.

Böylece bizi şempanzelerden ayırtarak zeki,

Hırslı, yaratıcı vs. özellikler kazandıran %1.2’lik kısım da açıklanmış oldu.

Gönderi tarihi:

bulunan fosiller ve türler arasındaki benzerlikler üzerine varsayımlar yapmak yerine neden bir türü bir labaratuarda hapsedip bu teorinin başlangıcından beri gözlemlemiyorlar?

 

en ufak genetik değişimlerini daha gerçekçi olan bu yöntemle tesbit etmiyorlar...?

 

gördüğüm kadarıyla falcıların kahve telvesinden hikayeler uydurması ile fosiller üzerine yapılan teori(?)ler arasında bilimsellik açısından bi fark yok.

 

insandaki tüm bu yetenekler zamanla oluşmuşsa diğer canlılarda da benzer yetenekler daha üst yada alçak seviyelerde çeşitlilik göstermeliydi. ya da konuşan maymunlar fikir yürüten balıklar olmalıydı. ara türlerde bu gibi benzerlikler olmalıydı. ama insan olana kadar sesi soluğu çıkmıyor hayvanların. bu da enteresan...

Gönderi tarihi:

Biz okuyamayan anlayamayn insanlarız onda bişey anlayamıyoruz onlara göre.

şu dna benzerliği hakkında isteyenler farelerle de çok bezer genlerimiz olduğunu araştırsınlar.gerçi ona da atalarımız biçeşit fareydi diyorlar.

neyse ben şunu sormak istiyorum atamız Tiktaalik mi yoksa fare mi?

Gönderi tarihi:

Biz okuyamayan anlayamayn insanlarız onda bişey anlayamıyoruz onlara göre.

şu dna benzerliği hakkında isteyenler farelerle de çok bezer genlerimiz olduğunu araştırsınlar.gerçi ona da atalarımız biçeşit fareydi diyorlar.

neyse ben şunu sormak istiyorum atamız Tiktaalik mi yoksa fare mi?

 

İnsanlar , anlamadığı bir olay yada düşünce karşısında,

İki tür davranışta bulunur…

 

1-Pek öyle kafa yormadan, inceleyip araştırmadan,

derine ve ileriye gitmeden, onu anlaşılmaz akıl ermez,

saygı değer bir sır sayar…

Bakarsınız;

“Anlamasam da onun doğruluğuna inanıyorum.”

“Saçmada görülse inanıyorum.”

“Doğru olmadığı kanıtlansa bile inanıyorum.”

Hatta kendisine o kadar güvensizdir ki,

“Saçma olduğu iddia edildiğinden dolayı inanıyorum…

Artık, kendine güvensizliğe, anlama, kavrama ümitsizliğine kapılmıştır…

Bu, gizemli (mistik) ve inanışçı bir davranıştır…

Artık yeni gelişmelerden tedirgindir korkuyordur...

Bu, yanlış ve tehlikeli bir davranıştır…

 

2-Olay yada fikri, enine boyuna düşünür…

Anlamaya çalışır, inceler, tartışır, düşünür, sorular sorar,

denemeler ve gözlemler yapar, ancak onu çözemeyeceğini anladıktan sonra durur…

Fakat, sorunun yada problemin peşini bırakmaz…

Çözümlemek için, yeni verilerin oluşumunu bekler…

İşte bilimsel akılcılığın davranış şekli budur…

 

Bundan dolayı bilimsel (akılcı) düşünür,

karanlık, saçma ve dogmalardan hoşlanmaz…

Denemeye ve sağduyuya aykırı bir düşüncenin,

doğru ve insana yararı olduğuna inanmaz…

Bu yolda yapacağı araştırmaların, özgür bir ortamda olmasını ister…

Özgür ortamda çalışması engellenirse, karşı çıkar…

Yasaklamalardan, doğal yada doğa üstü olsun hiçbir otorite önünde eğilmez, korkmaz…

Gönderi tarihi:

sayın bilimselci yine kişilere yöneldiniz oysa burası fikir platformu, sorularımız havada kalıyor.

 

oysa biz pek çok sorunuzu bize saçma abes ve hakaretvari gelse de cevaplamaya çalışıyoruz. bu hem size hem inancımıza olan saygımızdandır. lütfen siz de bu konuda dikkatli olun.

Gönderi tarihi:

ARKADAŞLAR BANA GÖRE DİN VE BİLİM BİRBİRİNDEN AYRILAMAZ.Yakın tarihlerde bulunan birçok olay kuranda yazılıdır ve kuranını birçok bölümü henüz çözülememiştir ve bu ancak bilimin gelişmesi ile anlaşılabilir.Bu da bence insanın tekamülü ile ilgili bir olaydır.Kuran da yazılı olan şeyleri örneklersek;gece ve gündüzün oluşumu,gezegenlerin bir yörüngede döndükleri,yerçekimi kuvveti,yine çok yakında bulunan güneş sistemi dışından ritmik vuruş sesleri duyulduğu bu kuranda TARİK diye geçer bunun anlamı yol olmakla birlikte diğer anlamı vuruş ve kuranda tarik yıldızı diye geçer.ayrıca insanın üç karanlık içinde yaratıldığı ve bunun cenini ses,ışık,ve ısıdan koruduğu ceninin içinde bulunduğu plesanta dıştan içe doğru üç katmandan oluşur ve bunlar cenini yukardaki etkilerden korur.Bebeğin cinsiyetinin erkeğin spermi tarafından belirlendiği bu da yeni bulunmuştur(1940 lı yıllarda).Ayrıca insanı topraktan yaratılması tabiri belkide o günkü insanların anlaması için öyle söylenmiştir.Çünkü yapılan bilimsel araştırmalarda toprak içinde bulunan tüm bileşenlerin insan vücudunda da olduğu saptanmıştır.Ayırca geçen gün bulduğum bir sure de -behar galiba yanlış olmasın-insanoğlunun insan olarak adlandırılmadığı bir dönemin varlığından sözediyordu. Bana göre bilim dahada ilerlediğinde bu dahada iyi anlaşılacaktır.Ayrıca güneş sisteminden başka sistemlerinde varolduğu belirtilmiştir.Ancak bunun yani sistemin dışına çıkılmasının insanlık için pek hayırlı olmayacağı söylenmiştirNitekim bugünde sistem dışına çıkılmasının i yi olup olmayacağı hatta başka gezegenlerde canlı olup olmadığı konusunda araştırma yapmanın iyi olup olmayacağı konusunda şiddetli tartışmalar vardır.Bunu bulmanın belki insanlığın sonu olabileceği konuşulmaktadır. Bu örnekler çoğaltılabilir.Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum allah insana akıl vermiştir VE DEMİŞTİR Kİ İNSAN AKLININ ÜRÜNÜ OLAN HER ŞEY ÜSTÜNDÜR.Sizler de bırakın onun bunun söylediği şeyleri anladığınız dilde alın kuranın mealini ve yanınada bilim kitaplarınızı araştırın okuyun anlayın aklınız yatmıyorsa reddedin karar sizin

Gönderi tarihi:

sayın bilimselci yine kişilere yöneldiniz oysa burası fikir platformu, sorularımız havada kalıyor.

 

oysa biz pek çok sorunuzu bize saçma abes ve hakaretvari gelse de cevaplamaya çalışıyoruz. bu hem size hem inancımıza olan saygımızdandır. lütfen siz de bu konuda dikkatli olun.

 

Sayın Su DaMLaSı,

Kişiliğimden dolayı, kişilere herhangi bir antipatim olamaz...

Zaten bunun ne bilimsellikle nede sağduyu ile ilgisi yok...

 

Yazılarımı okuyorsan eğer, hep genel vurguları kapsıyor...

Kişilere, "yanlış biliyorsun" deyiminden başka bir deyim kullanmadım,

kullanmayacağımda...

Soru ve eleştiri bilimselliğin olmazsa olmaz ilkelerindendir...

 

Eleştirilmekten(karşılıklı saygı çerçevesinde)en ufak bir korkum yok...

Karşımdakini de öyle sanıyorum...

 

İyi dileklerimle...

Gönderi tarihi:

yine ikili diyaloga döndü... buna mani olmak adına bu kişisel son cevabım olacak size. gerisi için burayı meşgul etmenin anlamı da yok zaten.

 

kişileri hedef alan bilimsel genellemelerinizi kasdetmiştim. size soru soruyoruz siz yöntemimizi eleştiriyorsunuz. genel de olsa kişisel olanı baz alıyorsunuz. oysa biz fikirlerle ilgileniyoruz.

 

sorularım hâlâ cevapsız. ama bundan da öte bu duruma çok defa şahit olduğumdan uyarmak istedim. gerisi sizin bileceğiniz iştir tabi ki.

 

dilekleriniz için teşekkür ederim, bilmukabele...

Gönderi tarihi:

sayın bilimselci yine kişilere yöneldiniz oysa burası fikir platformu, sorularımız havada kalıyor.

 

İnsanlar , anlamadığı bir olay yada düşünce karşısında,

İki tür davranışta bulunur…

 

1-Pek öyle kafa yormadan, inceleyip araştırmadan,

derine ve ileriye gitmeden, onu anlaşılmaz akıl ermez,

saygı değer bir sır sayar…

Bakarsınız;

“Anlamasam da onun doğruluğuna inanıyorum.”

“Saçmada görülse inanıyorum.”

“Doğru olmadığı kanıtlansa bile inanıyorum.”

Hatta kendisine o kadar güvensizdir ki,

“Saçma olduğu iddia edildiğinden dolayı inanıyorum…

Artık, kendine güvensizliğe, anlama, kavrama ümitsizliğine kapılmıştır…

Bu, gizemli (mistik) ve inanışçı bir davranıştır…

Artık yeni gelişmelerden tedirgindir korkuyordur...

Bu, yanlış ve tehlikeli bir davranıştır…

 

2-Olay yada fikri, enine boyuna düşünür…

Anlamaya çalışır, inceler, tartışır, düşünür, sorular sorar,

denemeler ve gözlemler yapar, ancak onu çözemeyeceğini anladıktan sonra durur…

Fakat, sorunun yada problemin peşini bırakmaz…

Çözümlemek için, yeni verilerin oluşumunu bekler…

İşte bilimsel akılcılığın davranış şekli budur…

 

Bundan dolayı bilimsel (akılcı) düşünür,

karanlık, saçma ve dogmalardan hoşlanmaz…

Denemeye ve sağduyuya aykırı bir düşüncenin,

doğru ve insana yararı olduğuna inanmaz…

Bu yolda yapacağı araştırmaların, özgür bir ortamda olmasını ister…

Özgür ortamda çalışması engellenirse, karşı çıkar…

Yasaklamalardan, doğal yada doğa üstü olsun hiçbir otorite önünde eğilmez, korkmaz…

 

Burada genel olarak iki dünya görüşü vurgulanmıştır...

Kiminin anlatımı kişileri hedeflemiyorki ?...

Gönderi tarihi:

"Tek Yol Bilim mi?

 

SİZ DE BİLİRSİNİZ, YAPRAKLAR yeşildir, denizler mavidir, portakallar sarı ve yuvarlaktır. Yine bildiğiniz gibi, dünya güneşten yaklaşık l50 milyon kilometre uzaklıktadır. Ayrıca, bir DNA molekülü 3.4 angström kalınlığındadır. İşte bilim bize bu inkâr edilmez gerçeklerden söz eder. Bir atomun partiküllerini sayar, sınıflandırır. Işığın saniyede kaç kilometre yol aldığını hesaplar. Gözlemler yapar. Ölçer, tartar, hesaplar ve bize kâinatı anlatır. Olduğu gibi. Tarafsızca. Anlattıklarının hepsi de gün gibi ortada gerçeklerdir.

 

 

Diyelim ki, ben bir cinayete şahit oldum. Şimdi size gördüklerimi olduğu gibi, tarafsızca anlatıyorum: "On beş santim kadar uzunluktaki bir namlunun dibine yakın bir yerde duran içi barut dolu bir kovana tabancanın tetiği hızla çarptı. Çarpmanın etkisiyle içerideki barutlar alev aldı. Barutların patlamasıyla oluşan basınç sebebiyle kovanın ucundaki kurşun süratle yerinden fırladı ve yirmi metre kadar ileride yürüyen bir adamın göğsüne saplandı." Dilerseniz kurşunun ne kadar hızla yerinden fırladığını, adamın hangi organına rast geldiğini, nasıl bir yara açtığını da bilgilerime dahil edebilirim. Katil kim mi diyorsunuz? Maktulü de mi merak ediyorsunuz? Bakın orası beni ilgilendirmez işte. Dedim ya, ben sadece tarafsız bir gözlemciyim, sadece gördüklerimi anlatırım. Hem sonra siz bir katilden söz ediyorsunuz, bir de maktul var diyorsunuz. Yani size göre orta yerde bir katl, bir cinayet var. Benden söylemesi, galiba siz olaya kendi yargılarınızı karıştırıyorsunuz. Bu kafayla tarafsız bir gözlemci olamazsınız. Ben tarafsızlığımı bozamam. Hem niye itiraz ediyorsunuz ki, anlattıklarımın hepsi de gerçek, değil mi? Üstelik isterseniz, anlattıklarımın hepsini daha da ayrıntılı olarak anlatmaya hazırım.

 

 

Olmuyor değil mi? Doğru, anlattıklarımın hepsi gerçek gibi de, gerçeğin hepsi benim anlattıklarım değil. Anlattıklarım gerçeğin sadece bir kısmı. Size gerçeğin diğer kısmını anlatmıyorum: anlatmamak istiyorum.

 

 

Gerçeğin yarısını anlatmış olmam, anlattıklarımın hepsini gerçek yapar mı? Görünüşte, kimse söylediklerime bakıp yalan konuştuğumu söyleyemez. Ancak gerçeğin diğer yarısını anlatmamanın adı nedir? Gerçeği eksik anlatmak, herşeyi olduğu gibi anlatmamak demektir ki, sanıyorum doğru söylemek diye buna demiyorlar.

 

 

Sadede gelirsek, bilim sadece kâinatı anlatır. Elle tutulan, gözle görülen veya en azından ‘laboratuvar koşullarında varlığı saptanan’ herşey bilimin konusudur. Bilim adamı da bütün dürüstlüğü ile bilimin konusu olan şeylerden söz eder. Gereğinde en ince ayrıntısına kadar; hiçbir şeyi karanlıkta bırakmadan. Meselâ, bir bilim adamının karşısına bir sandalye koysanız, bilim adamının yapacağı şudur: Sandalyeyi ölçer, tartar, şeklini anlamaya çalışır. Parçaların birbirine karşı konumlarına, her bir parçanın ölçeklerine, sandalyenin nasıl bir maddeden yapıldığına varıncaya kadar gördüğü, dokunabildiği, ölçebildiği herşeyi size anlatır. Ve sıra o sandalyenin ustasına geldiğinde, bilim adamının söyleyecekleri biter. Ustası sandalyeyi belli bir planla yapmış olamaz mı? Bu planla belli bir amaç gözetiliyor olamaz mı? Sandalye bu haliyle onun sanatını, ustalığını, maharetini... anlatıyor olamaz mı? Hayır! Bilim adamı sadece sandalyenin kendisiyle ilgilidir. Tarafsız bir gözlemcidir ve gördükleri arasında usta yoktur, ustanın sanatı yoktur, mahareti yoktur.

 

 

Yanlış anlamayın, bilim adamı açık açık sandalyenin ustası yoktur demiyor. Sadece, ustasının olup olmadığı onu ilgilendirmiyor. Ama sandalyenin bir ustası vardır ve bu da sandalyenin kendisi kadar inkâr edilmez bir gerçektir. Bilim adamı ilgilendiği şeyi, sandalyeyi önce ‘gerçek’ olarak tanımlıyor ve ondan sonra bu peşin hükümlülükle incelemeye başlıyor. Ama gerçek ilgilendiği şeyden ibaret değil ki; o gerçeğin yalnızca bir parçası.

 

 

Hadi iyimser olalım. Ola ki gerçeğin hepsini bulmada bir işbölümü yapılmış ve bilime de sandalyenin ustasına kadar olan kısmıyla ilgilenmek düşmüştür. Niye olmasın? Belki de bilime sadece kâinatı tasvir etmek kalıyor, gerisini de başkalarına bırakıyor. O zaman, bir bilim adamı haklı olarak kendisini sadece yaprakların şeklinin ve nasıl çalıştığının ilgilendirdiğini, yaprakları kimin ve niçin düzenlediğinin ise sahası dışında kaldığını söyleyebilir. Sanki ‘nasıl’ ve ‘niçin’ ve ‘kim,’ ayrı sorular; sanki içiçe değiller. Onun için illa da bilimsel sınırlar içinde kalacaksa böyle şeyleri dert edinmeyecek. Ama dert ediniyorsa bilimin dışına çıkmak zorunda. O halde bilimin sınırları içinde mi kalsın, yoksa böylesi şeyleri de mi dert edinsin?

 

 

Niye dert edinmesin ki?

 

 

İşte buraya geldiğinizde, bilimle sıkı bir pazarlığa oturmanız gerekir. Çünkü, bilime göre, bilimden başka meşru bir yol yoktur. Şöyle hafızalarınızı bir yoklarsanız, ta ilkokul sıralarından bu yana kafanıza ‘bilim dışı’ tabirinin fevkalâde ayıp birşey olarak kazındığını farkedersiniz. ‘Bilimsellikten uzak,’ ‘bilime aykırı,’ ‘bilimle çatışan,’ ne varsa hepsi de yüz kızartıcı bir suç gibi gelir bize. Öyle ki, bu yüz kızartıcı suçu işlememeniz için tek yol, söylediğiniz herşeyin, yaptığınız herşeyin ‘bilimsel’ olmasıdır. Eğer ‘bilimsel’ olarak söylenemeyecek birşeyiniz varsa, sakın onu söylemeyin. Bilime aykırı düşen birşey yapacaksanız, vazgeçin. "Bilimsel düşünme yeteneğini kazanmış bir kimse için düşüncenin hareket noktası olduğu gibi, geçerlilik ölçüsü de yine bilimsel metodun kendisidir" (Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi). Bu "Ahmet’e göre tek yol Ahmet gibi düşünmektir" kabilinden bir hükümdür. Eğer bu hükmü kabul ettiyseniz, artık "İlla da Ahmet’e göre mi düşünmek zorundayım?" gibi bir soruyu sorma hakkınızı kaybetmişsinizdir. Çünkü tek yolun Ahmet gibi düşünmek olduğunu kabul etmiştiniz ve Ahmet hiç de yukarıdaki gibi bir soru sormaz. Eğer sorarsanız, ‘tek yol’un dışına çıkmış olursunuz ki, fevkalâde ayıp birşeydir. Ayıp etmemek istiyorsanız, lütfen Ahmet gibi düşünmeye devam edin. Hasılı, eğer olur da bir gün, "Tek yol niye illa da bilimin metodu olsun?" diye sorarsanız, bilesiniz ki bilime hiç de uymayan bir davranış içindesiniz. Kendinizden utanmalısınız!

 

 

George Orwell’in 1984 romanını bilirsiniz. Orada da tıpkı, ‘bilimsel’ metodu andıran bir ‘arıdil’ vardır. "Arı dilin amacı sadece belirli bir dünya görüşüne kendisini adamış insanların zihnî alışkanlıklarına aracılık etmek değil, aynı zamanda bütün diğer düşünce şekillerini imkansız kılmaktır. Bir kere arıdilin kurallarına sıkı sıkıya bağlı kalındığında, sapık düşünceleróyani arıdilin kurallarının izin vermediği düşünce şekilleriózihinleri işgal etmeyecektir."

 

 

İsterseniz yukarıdaki ifadelerde arıdil kelimesi yerine bilim kelimesini koyun. Göreceksiniz, hiç de yabancı gelmeyecek size. Ama hakkını da yemeyelim, ortada birbirine aykırı iki görüş varsa, mutlaka biri diğerine göre sapıktır. ‘Bilimsel metod,’ kendi kendini sınırladığı alanın dışında olan şeyleri inceleme alanı içine alan, onun önyargısız şekilde incelemeye tâbi tutulması gerektiğini söyleyen bir tutuma ‘bilimsel olmayan’ ya da ‘bilim dışı’ metodlar damgasını vurmuştur. Bu davranışın neticesi olarak ‘bilimsel’ metoda göre ‘bilimsel olmayan’ metod sapıktır. İyi ama, ‘bilimsel olmayan’ diye damgalanan bir metoda göre de kendisini ‘bilimsel’ ilan etmiş bir metod sapık olabilir. Ancak nedense, her defasında sapık deme hakkı bilimsel metodundur. Sahi nereden almış bu hakkı? Elcevap: efsanelerden. Hem de en çağdaş ve en gerçek olanlarından.

 

 

Bu efsaneleri anlamak mı istiyorsunuz? Kolay. Şimdi elinize kalkış platformunda ateşlenmeye hazırlanan bir uzay mekiği fotoğrafı alın. Bulamazsanız, hayalinizi şöyle ilk ampulün Edison’un elinde parıldadığı âna götürün. O binbir marifetli kompüterleri aklınıza getirin. Veya bunların hepsini bir tarafa bırakın da, şimdi kendinizi günlerce böbrek ağrılarından kıvranmış bir hasta farzedin. Şu an son derece modern cihazlarla donatılmış bir ameliyathanenin masasında uzanıyorsunuz. Birazdan tüm ağrılarınızın dineceğinden emin, üzerinize yönelmiş cihazları, vücudunuza bağlı kabloları.. büyük bir hayranlıkla ve sonsuz bir güvenle seyrediyorsunuz. Belki de "İyi ki Taş Devrinde doğmamışım. Ne mutlu bana" diyorsunuzdur. Değil mi ya? Bir de bilimin henüz işlemediği o karanlık çağlarda olsaydınız? Ne olurdu haliniz?

 

 

İşte böyledir bilim. Bizi eski çağların karanlıklarından çıkarmış ve bugünün inanılmaz konforuna ulaştırmış. Hele bir de yarınları düşünün... Bugün kulağınıza yanaştırdığınız telefon ahizesinin gerisinde, koltuğuna yaslandığınız arabanızın gerisinde, dokunduğunuz her elektrik düğmesinin mazisinde hep o vardır: bilim. ‘Bilimsel’ düşünce size bahşettiği bunca nimeti hatırlatarak çıkar karşınıza. Yüzyıllar boyu alınteriyle, sabırla, sebatla, zekâ ile yazılmış bir destandır bilim. Madem ki telefona, arabaya, uçağa karşı değilsiniz, onları bahşeden ‘bilimsel’ düşünceye de dil uzatmadan, bir iki nefes soluklanıp biraz düşünün.

 

 

Şimdi aklıma bir soru geldi: Sahi, Hiroşima ve Nagazaki faciaları neden Taş Devrinde olmadı? Kimyevî silahlar neden Ortaçağa yetişmedi dersiniz? Çünkü o zamanlar insanların ne atom bombası, ne de kimyevî silah üretecek seviyede bilgileri yoktu. Demek bilim ilerlemeseydi onca masum insan bir anda öldürülmeyecekti. Yoksa suçlu bilim mi? Elbette ki değil diyeceksiniz. Suçu işleyen insanlar. Atomun yapısı ile ilgili bilgileri isterseniz nükleer santral yapmakta kullanırsınız, isterseniz atom bombası yapmakta. Anladığım kadarıyla bazı şeyleri bilmek başka, onları uygulamayı dökmek başka demeye geliyor bu. Atomun yapısını bilmek başka, atomun yapısıyla ilgili bilgileri insanları öldürmekte kullanmak başkadır. Aynı şekilde atomun yapısını bilmek başkadır, bu bilgiyi nükleer santrallerle insanların yararına kullanmak başkadır, değil mi? O halde nasıl atom bombası atomla ilgili bilgileri bulanları suçlu kılmazsa, nükleer santrallerin insanlara faydası da aynı bilim adamlarının şahsî tercihlerini haklı göstermez. Bu bilim adamlarının kâinatı incelemeleri ve kâinatın işleyişindeki kanunları, prensipleri keşfetmeleri, o prensiplerde gözetilen amaç ve hatta o amacı kavrayan insanın o kâinat içindeki yeri hakkındaki kişisel yorumlarının illâ ki doğru olmasını gerektirmez.

 

 

Meselâ, bugün tıkır tıkır işleyen arabaların temelinde Newton’ın deterministik bir şartlanma ile düşünüp keşfettiği kanunlar vardır. Ama siz kalkıp arabaların insanlara getirdiği yararları sayarak Newton’ın determinizmini savunmaya kalkarsanız, karşılığında sadece bir tebessüm alırsınız. Ama ne çare, o herkesin hayran kaldığı Newton kanunları yıllarca Newton’ın determinizmi ile, ve dolayısıyla yalnızca ‘İlk Muharrik’ olarak tanımlamak zorunda kaldığı bir Yaratıcı anlayışı ile anılagelmiş olabilir. Böylece Newton’ın eksik Yaratıcı anlayışı o kanunların itibarından nasiplenmiş olur. Ve sonunda siz eylemsizlik prensibini bulan Newton’la, Allah’ı eksik ve dolayısıyla yanlış tanıyan Newton’ı ayırt etmede hayli zorlanabilirsiniz.

 

 

Neyse ki, sözün konusu Newton olduğunda bu zorluğu aşmak kolay. Ama düşünün ki insan fizyolojisinin ayrıntılarından bahseden oldukça ciddi bir kitap okuyorsunuz. Her nasılsa son derece yeni ve isabetli bilgilerin verildiği bir konuyu okurken, satır başlarında, satır aralarında ‘evrim’den, ‘evrimsel bazı mekanizmalar’dan, ‘rastlantılar’dan ve ‘tabiatın güçlü eli’nden söz edildiğini görüyorsunuz. Üstelik bu kitabı yazan sıradan biri de değildir. Büyük bir ihtimalle kendi adına önemli buluşlar yapmış, sahasına emek vermiş, birçok önemli gerçeğin açığa çıkmasına vesile olmuş önemli bir bilim adamıdır. Dahası, yalnız değildir. En az onun kadar ciddi, sahasında otorite sahibi, itibarlı çok sayıda bilim adamı da bu konuda ona katılmaktadır.

 

 

Özetle, ‘rastlantı,’ ‘tabiat,’ ‘sebepler,’ ‘kendi kendine olmak...’ Nasıl olur da bunca önemli şeyleri yapmış insanlar, siz ‘sıradan bir öğrenci’nin bile ilk görüşte mantıksızlığını anladığı şeyleri benimseyebiliyorlar. Ama önemli birşeyi unutuyorsunuz: O insanlar sıkı sıkıya ‘bilimsel’ metoda bağlı insanlardır. Yani kâinattaki olayları kâinat cinsinden olmayan fakat kâinattaki plan ve amaç ile kendisini tanıtan kâinat Sahibinden bağımsız olarak incelemek gerektiği konusunda kendilerini şartlandırmış insanlardır onlar. Çok önemli buluşlar yapmalarına gelince, şaşmanız gerekmez. Çünkü kişisel yorumlarını hiç beğenmediğiniz bir arkadaşınız da çok güzel tablolar yapıyor olabilir, çok isabetli hava tahminlerinde bulunabilir. Rastlantılara inanan, sebepleri yaratıcı sanan birileri de laboratuvarlarda aylarca ter dökmüş ve sonunda sizin bilemediğiniz çok önemli gerçekleri keşfetmiş ve de bunları bir kitap haline getirip size takdim etmiş olabilirler. Yani, karşınızda sadece basit bir beraberlik vardır. Sebeplere, tesadüflere bir kişisel şartlanma neticesinde yaratıcıdırlar diye inanan biri, aynı zamanda DNA’nın helezonik yapısını keşfetmiştir. Evrime inanan bir kişi aynı zamanda hücrenin yapısını da araştıran kişidir. Bu kişinin yazdığı kitaptaki evrim tabirleriókâinatın Sahibinin ilmini ve iradesini gösteren özelliklerin bir rastlantı neticesinde oluştuğunu ima eden evrim teorisinde kullanılan tabirleródoğru oldukları için değil, kitabı o kişi böyle bir koşullanma içinde yazdığı için oradadır. Belki siz yazsaydınız, hücrelerin yapısı hakkında aynı bilgileri vermenize rağmen, o evrim fikirleri bu kitapta olmayacaktı. Ama ne yazık ki siz geç kaldınız.

 

 

Çünkü, bilirsiniz, Murphy’nin altın kuralı şudur: "Altını olan kuralı koyar." Anlayacağınız, orta yerde bir gerçekçilik meselesi değil, bir otorite meselesi vardır. DNA ile ilgili bilgileri yorumlama hakkı, o bilgileri ilk defa ortaya çıkaran insanların olmuştur. Siz DNA’nın yapısında bir yanlışlık gösterebilir misiniz? Hayır. Bütün canlı hücrelerinde aynı biyokimya prensiplerinin işlediğin inkar edebilir misiniz? Hayır. O halde evrim teorisi tabirlerini kullanan evrimciler kararı çoktan verdiler: "Evrimci yoruma karşı söyleyecek bir sözünüz olamaz. Evrimcilik o inkar edemediğiniz gerçekleri ortaya çıkaran ‘bilimsel’ düşüncenin eseridir!"

 

 

Newton determinist düşünüyordu ve aynı zamanda fizik bilimine temel olmuş kanunları bulan da o olmuştu. Sonuç: Bir dönemin fiziği determinist oldu. Bir dönemin biyologları da evrim felsefesini hoş bulmuşlardı ve hâlâ daha hoş bulan hatırı sayılır miktarda biyolog var. Sonuç: Biyoloji hâlâ evrimci.

 

 

Ressamlar empresyonistse, tahmin edebileceğiniz gibi, bütün tablolar empresyonist olur. Modacılar da bir mevsim mor renge ağırlık verirlerse, o mevsim elbiselerde mor renkler hakim olur. Yoksa resimler empresyonist olduğu için ressamlar empresyonist oluyor, ve modada mor renk hakim olduğu için modacılar mor renge ağırlık veriyor diyemezsiniz. Moda modacıların yaptığı şeydir, resim de ressamların. Resmin ya da modacının kendi başlarına bir kimlikleri yoktur. Peki ya bilimin? Sahi kimdir şu bilim? Hani, ‘şunları şunları söyleyen,’ ‘şu hükümleri koyan,’ ‘şunları yapan’ bilim. Siz gözleri, elleri, ayakları, kulakları olan böyle birini gördünüz mü?

 

 

Nedense, bilimin kendi başına müşahhas bir kimliği varmış gibi gelir bize. Oysa, "Nasıl felsefe filozofların faaliyeti ise, nasıl sanat sanatçıların faaliyeti ise, bilim de altı üstü kendilerine has düşünceleri, metodları olan bilim adamlarının faaliyetidir." (İlhan Kutluer, Modern Bilimin Arkaplanı). Bilimsel metod da, hani şu bazan laboratuvarda tüpler arasında kaybolmuş, bazan da masa başında kâğıt karalayan birileri olarak gördüğümüz bazı insanların düşünce şeklidir. İsterseniz o insanlar gibi düşünebilirsiniz elbette. Ama istemiyorsanız onlar gibi düşünmeyebilirsiniz. Nasıl her konuda mesleği terzilik olan insanlar gibi düşünmek zorunda değilseniz, her konuda mesleği bilim yapmak olan, kendilerine has yorum ve metodlarıyla incelediği eşyayı yorumlayan insanlar gibi düşünmek ve onların yorumuna katılmak zorunda da değilsiniz.

 

 

Şu güzel heykelin heykeltraşı var mıdır?

 

 

Hiçbir insanómesleği bilim adamlığı olsa daóbu soruya tarafsız bir cevap veremez. Heykeltraş ya vardır, ya da yoktur. Aynı şekilde, "Şu güzel kuşun bir Yapıcısı var mıdır?" sorusu karşısında tarifsiz kalınamaz. O güzel kuş bir eserdir ve mutlaka birinin eseridir. Bu birinin kim olduğunu sözün gelişi bana sorarsanız, alacağınız cevap ‘herşeye kudreti yeten, herşeyi bilen bir Yaratıcı’dır. Aynı soruya ‘bilimsel’ düşünüyorum diye kendini koşullandıran bir bilim adamının vereceği cevap ise ‘Tabiat’tır. Biraz daha açmasını isterseniz, ‘tabiat kanunları, zamanla biriken tesadüfler, mutasyonlar...’ diye uzatabilir listesini. Neyi sorarsanız sorun, böylesi bir bilim adamına göre herşeyi, her an, her yerde yaratan bunlardır. Bütün bu şeyler her yerde hâzır ve nâzırdır. Görüyorsunuz ya, bilim adamı da herşeye gücü yeten, herşeyi bilen, her yerde hâzır ve nâzır olan bir veya birilerini arıyor. Bu noktada yaratıcı bir gücün varlığını kabul eden bir anlayışta dinle birleşiyor. Ama ah, yaratıcı kâinatın bizzat kendisi veya kendisindeki özellikler mi, yoksa kâinatı içindeki özelliklerle birlikte vareden ve dolayısıyla kâinat cinsinden olmayan bir Yaratıcı mıdır diye sorarsanız, yollar ayrılıyor.

 

 

Peki, bilim dinle çatışır mı?

 

 

Kim ayırdı bu yolları? Herhalde atom içi partiküller değil. Uzay mekikleri de değil. Hücre zarlarının da böyle bir iddiası olduğunu sanmıyorum. Ama bütün mesele hücre zarlarını inceleyen, atom içi partikülleri sayabilen, uzay mekikleri yapan insanlardan çıkıyor galiba. İnsan bu. Kimisi şöyle bir yol çizer, kimisi böyle. Atoma, hücreye kalsa herkes de biliyor, onlar, kendilerinin bir Yaratıcısı olduğundan yana. Ki bu haliyle bilim, çatışsa çatışsa, herşeyi tabiat içi kuvvetlerle açıklamaya çalışan insanlarla çatışır.

 

 

Anlaşılan mesele, illa da tabiat içi bir yaratıcı arayanların kendi görüşlerini bilim adına söylemelerinde. Kendi görüşlerini ‘bilimsel görüş’ saymalarında. Tamam, bilimin belki de çok önemli bir kısmı böyle düşünen insanların elinde gelişmiş olabilir. Bize de, ‘ellerine sağlık’ demek düşer. Kâinattaki mevcut kuralları bulup çıkartmada gösterdikleri gayretlerinden dolayıóki bu gayret de kendilerine Yaratıcıları tarafından verilmiş bir özelliktir; farkına varsalar da, varmasalar daóhepsine teşekkür ederiz. Ama bu onlara bilimi, kâinatın Yaratıcısını kabul etmeme şartlanmalarına alet etme yetkisini de vermez. Onlar o yetkiyi kendilerinde görse de, kimseyi onların tarif ettiği ‘bilimsel’ anlamda düşünmeye mecbur etmez.

 

 

Ama, ‘hayatta en hakikî mürşit bilim’ mi diyorsunuz? Doğrusu, ben bilimin böyle birşey dediğini duymadım. Ama bilimi, hayatta en hakikî mürşit gören onca insan tanıyorum... Sakın bu, "Hayatta en hakikî mürşit, bizim gibi düşünmektir" demeye gelmesin! Ki, onlara kalırsa ‘bilimsel düşünce’ kâinatın yaratık olduğunu kabul eden bir düşünceye karşı olmaktır. Demek, "Hayatta en hakikî mürşit bilimdir" derken, parantez içinde, "yani din değildir" demeye getiriyorlar.

 

 

Biliyorsunuz, putlar masum şeylerdir. Onları insanlar yapar ve dikerler. Put kendi kendine put olmaya karar veremez. Bilim de bazıları için put olmuşsa, bilime düşman olmanız gerekmez elbette. Hakkını yememeli. Gerçekten bilim güzel ve alımlıdır. Ama bu alımlılığa kapılıp da adına ‘bilim’ denilen her yorumu kabul etmek zorunda değilsiniz. Bazıları onu put yapıyor diye, onu red zorunda da değilsiniz.

 

 

Bilim adına söylenen bazı şeylere bakarsanız, bilim dinle çatışır. Aslına bakarsanız, kaçınılmaz birşeydir bu çatışma. Çünkü adına bilim denen bazı yorumlar dinle bal gibi çatışır. Kaldı ki, bu yorumlar da kendi başlarına bir dinin amentüsü sayılabilir. Bilimsel düşünmenin de kendine göre ilahları, mabudları, mabedleri ve ibadeti vardır. İşte tabiat; eli her yere uzanan, herşeyi yapan, herşeyi düzenleyen, idare eden birşeydir. Başınız ne zaman sıkışsa, hiç korkmayın, bilimsel akideye göre tabiatı yanıbaşınızda bulursunuz. Dilerseniz, ellerinizi açıp, "Ey güneş, ey toprak, ağaç, su!" deyip "Siz olmasaydınız ben şu güzel elmayı nasıl yerdim, şu çiçeği nasıl koklardım?" diye onlar karşıa şükran duygularınızı ifade edebilirsiniz. Sakın ola ki, bu sıralarda aklınıza onların bir Düzenleyicisinin, Yaratıcısının olduğu gelmeyeÖ Çünkü, "Bilim, her türlü mistik ve doğaüstü görüşün karşısında yer alır. Doğada olup biten olayları doğaüstü kuvvetleri tasarlayarak değil, gene doğal olaylara başvurarak açıklamaya gider" (Cemal Yıldırım, age). Yani olayları, ne olursa olsun, tabiat içinden bir kuvvetin varlığını tasarlayarak açıklamak zorundasınız. Ki bu durumda ‘bilimsel’ akideye göre, "Kainatta öylesine mükemmel bir düzen var ki, bir Yaratıcıya gerek yok" diyebilirsiniz. Tercüme edersek: "İşte size Mükemmel bir Düzen. Kendi kendine olmuş. Neden başka Allah arıyorsunuz?"

 

 

Ne yapalım, herkesin yorumu kendine.... Bize düşen ise, böylesi bir bilim adamının yorumunu, bilimin getirdiği, kâinata dair haberlerden ayırt etmek olmalı. Bilimi, yarattığı kâinat aracılığıyla Allah’ı tanımada bir araç olarak kullanabilmenin yolu, işte bu ayırımdan geçiyor olsa gerek.

 

 

Yam Yam okuyorsun degil mi?

 

"Maymun ile Darwin"

 

 

 

UFACIK TEFECİK BİRŞEYDİ MAYMUN. Ağaçlar arasında o dal senin, bu dal benim zıplayıp dururdu. Kervan geçmez kuş uçar ormanlarda kendi halinde, mutlu, huzurlu bir ömür sürerdi. Şen şakraktı maymuncuk. Vurdumduymazdı. Maymun iştahlılığıyla, kendini beğendirmek isteyen sırnaşıklığı ile, o da hayvanat bahçesinin sevimli üyelerinden biriydi. Ama ne olduysa, o Darwin denen adamdan sonra oldu. Bir üzüldü, bir üzüldü ki maymuncuk; sormayın. Neymiş de insanlara akrabaymış. İnsanlarla aynı atayı paylaşırmış. İşte o gün bu gündür, maymunun başına ne geldiyse, o sözde akrabalıktan geldi. Dillere düştü. Rezil oldu maymun.

 

 

Sözde akrabaları ikiye ayrılmıştı. Kimileri evrimci olmuş ki, kendisini insanlarla akraba çıkaran bunlarmış. Kimileri de evrime karşıymış ki, maymuncuğun da bütün ümidi onlardaymış. Ümit ediyormuş etmesine, ama sonunda hayal kırıklığına uğramış. "Yok efendim, insan nasıl olur da maymunla aynı atayı paylaşabilir?" "Doğru ya," diyecek olmuş maymuncuk. "Maymun nasıl insandan gelmemişse, insan da maymundan gelmemiştir. İnsan insandan, maymun da maymundan gelir." Ama hiç de iyi değilmiş evrime karşı olanların niyeti. Meğer maymun olmak hakaretmiş onlara göre. Yok efendim, asıl, evrimcilerin atasıymış maymun. "Hem zaten o Darwin olacak herifin suratı da bayağı maymuna benziyor." Oysa maymun olmanın aşağılık olmak anlamına gelmediğini sanıyormuş maymuncuk. "Maymunun maymunluğu kendinden gelmedi ya... İnsan da insanlığını kendisi kazanmadı ya." O halde ne insanın insan olduğu için övünmeye hakkı vardı; ne de maymun maymun olduğu için yerinmek zorundaydı.

 

 

Hani dertleri Darwin’le değil de maymunlaydı sanki. Faraza, Darwin insanın atası aslandır deseydi, ya da bütün insanlar bir gülden evrimleşmiş deseydi, "Hah işte, şöyle..." demeye hazırdılar. Hem sonra Darwin maymuna benziyormuş ya da benzemiyormuş, niye ilgilendiriyordu ki onları? "Birinin maymuna benzemesi onu haksız çıkarmaya yeter mi? Ya da maymuna benzemese haklı mı olur?" Yutkunmuş maymuncuk, homurdanmış. "Maymunluğundandır" diye geçiştirmiş insanlar. "Demek ki Darwin haklı, çünkü bana benzemiyor" diyecek olmuş. Susmuş.

 

 

Göz göre göre yanlış vadide at koşturuyorlardı evrime karşı olanlar. Söyleyebilse belki söylerdi maymuncuk: "Bu vadide ne kazanan âbâd olur, ne kaybeden berbad olur." Kaldı ki Darwin bile maymunla bu kadar uğraşmamışa benziyordu. Ne demişti arkadaşı Asa Gray’e yazdığı mektupta? "Nedense ben çevremde, başkalarının gördüğü kadar ve şahsen görmeyi arzuladığım kadar düzen ve hikmet eseri görmüyorum. Bana tabiat acılar içindeymiş gibi geliyor. Hikmetli ve kudretli bir Yaratıcının ikonomları tırtılların canlı vücudu içine sokacak ya da kedilerin farelerle oynamasına izin verecek şekilde yaratacağına kendimi ikna edemiyorum. İkna edemediğim için de bir gözün hikmet ve kudret sahibi bir Yaratıcı tarafından kast ve planla yaratılmış olabileceğine inanmayı gereksiz görüyorum." (22 Mayıs 1860)

 

 

Oysa, bir insan gözünün harikulâde yapısı karşısında Darwin bir defasında, kendi ifadesiyle "titremiş", bir defasında da "başından aşağı kaynar sular dökülmüş"tü. Ama en sonunda Darwin kendisini sakinleştirmenin bir yolunu bulur: tabiî seleksiyon. Ki böylece gözün harikulâde yapısını hikmet ve kudret sahibi bir Yaratıcı yerine kendine "daha hoş" gelen birşeyle açıklamış olur.

 

 

Farkında mıydı acaba insanlar? Darwin’in meselesi gözün nasıl meydana geldiği değildi. O, göz bir Yaratıcı tarafından mı yaratılmış, yoksa tabiî seleksiyonla kendi kendine mi olmuş diye sormuyordu. Bütün derdi, gözü "Yaratıcı tarafından plânlanmış" demeden açıklayabilmekti. Ki, tabiî seleksiyon böyle bir açıklamanın "hoş" yollarından biriydi. Sonra "rastlantı"ların da payı unutulmamalıydı. Hele rastlantılar arkasını bir zamana dayamaya görsün, "binlerce yıl süren rastlantıların birikmesiyle ne olmazlar olur, ne imkansızlıklar aşılır"dı. Mutasyonlar da bu cümledendi. Sonradan da fosiller de devreye girdi mi, gel keyfim gel. Hâsılı, evrim teorisi, tekmili birden canlıları Yaratıcısız açıklamanın "hoş bir yolu" idi, o kadar.

 

 

Merak etti maymuncuk. İnsanlar hiç sormuş muydu acaba: "Öbür türlü açıklamak Darwin’e neden nâhoş gelmişti?" Farelerin kedilere yem oluşuna, büyük balıkların küçük balıkları yutmasına adaletsizlik, hikmetsizlik diyordu Darwin.

 

 

Eğer bunları bir Yaratıcı plânlamışsa, o Yaratıcı adaletsiz, hikmetsiz demekti ona göre. Hikmetsiz, adaletsiz bir Yaratıcıya inanmaktansa, hiç inanmayayım daha iyi diye avutmuştu kendini. Zavallının derdi, yeryüzündeki adaleti ve hikmeti görememekti.

 

 

"Şimdi elinizi vicdanınıza koyup söyleyin," diye başlasaydı maymuncuk. Ve devam etseydi: "Siz tabiî seleksiyonu bir güzel çürütseniz, ya da fosillerin eksiklerini bir bir ortaya dökseniz, hatta biz maymunların siz insanlardan ap ayrı bir tür olduğunu ispatlasanız, hem sonra bir protein molekülünün tesadüfen meydana gelmesinin çook çok az bir ihtimal olduğunu güzelce hesaplasanız, Darwin’in şu derdine derman olmuş olur muydunuz?" O zaman, insanlar kaşlarını çatıp, dudaklarını hafifçe uzattıktan sonra ellerini iki yana açıp, "Darwin olacak herifin derdinden bize ne?" derler miydi? "Peki, ya Darwin’in derdi herkesin derdi ise?" İşte, tabiatta adalet var mı, yok mu diye soranlar hâlâ insanların yanıbaşlarında nefes alıp veriyorlardı. Hatta, kimileri Darwin gibi, "galiba yok!" deyip hemen önlerinde hazır gerekçeler bile buluyorlardı. Evrim gibi...

 

 

"Sizin anlayacağınız," diye tamamlardı herhalde sözünü maymuncuk, "tabiî seleksiyon, fosiller, maymunun insanla akrabalığı, zamanla biriken rastlantılar... hepsi bahane. Bütün bunlar tabiatta adalet göremediği için tabiatı âdil, hikmetli bir Sanatkârın yaratabileceğine ihtimal veremeyenlerin zihnî zorlamalarıdır. Siz istediğiniz kadar maymunların insanın atası olamayacaklarını, fosillerin tam olmadığını söyleye durun, o insanlara kâinatta zulüm ve hikmetsizlik değil de adalet olduğunu göstermiş olmuyorsunuz. Böylece, o insanların bu şekilde düşünmeye zorlayan asıl sebebi ortadan kaldırmış olmuyorsunuz."

 

 

Bundan böyle biline ki, evrim teorisi bütün aksâmıyla hayatı mücadele olarak görmenin bir sonucudur; sebebi değil. Demek bazıları evrimci oldukları için Yaratıcıya inanmıyor değiller. Yaratıcıya inanmak istemedikleri için evrimci olmuşlar. O yüzden, "Tabiî seleksiyon var mı, yok mu?" ya da "İnsanlar maymunla akraba mı, değil mi?"den önce, "Tabiatta olanlar zulüm mü, adalet mi?" diye tartışsaydılar yaÖ

 

 

Neydi sahi şu evrim teorisi? Özetle: Yıllar boyu süren çiftleşmeler sırasında canlıların farklı özelliklerini temsil eden genler yavaş yavaş birbirine karıştı. Bu arada mutasyonların etkisiyle bazı genlerin yapısı değişiyordu. Ki bu mutasyonların bazıları, nadir de olsa, genler üzerinde faydalı değişikliklere yol açıyordu. Meselâ, bir geyik vücudundaki gen her nasılsa rastgele bir geyiği temsil eder hale gelebiliyordu. Ya da bir ağaçkakan gagasını daha da keskin ve güçlü yapabilecek bir gene sahip olabiliyordu. İşte bu geyik ya da ağaçkakan yavrularında, geriye, bir önceki nesle göre daha güçlü bir nesil bırakmış oldular. Derken bu nesil mutasyonlu geni olmayan diğer akranlarına göre, çevre şartlarına daha güçlüce karşı koyabildiği için daha çok çiftleşme şansı buldu ve geriye diğerlerine oranla daha çok yavru bıraktı. Böylece, bir nesilden diğerine, zayıflar elenerek, sadece güçlü ve çevreye en iyi uyanların oluşturduğu bir geyik ya da ağaçkakan topluluğu kaldı. "Delil mi istersiniz? Bakın şu anda herşey óinsan gözü dahiló son derece mükemmel ve çevresiyle güzel bir uyum içinde! Hem sonra fosiller de gösteriyor ki...."

 

 

Oysa ne diyordu evrime karşı olanlar? "Herşey öylesine mükemmel ki, tesadüfen olması imkânsız!" Ya evrim teorisi ne diyor? "Herşey ótabiî seleksiyonla ve mutasyonlar sayesindeó rastgele, kendi başına olmuştur; işte görüyorsunuz hepsi de mükemmel ve harikulade!" Anlaşılan mükemmelliğe karşı kimsenin bir diyeceği yoktu. O halde mükemmelliği öne sürmek niye evrimciliğe karşı alternatif olsundu. Mesele şu: Bu mükemmelliğin gerisinde evrimcilerin sandığı gibi, zayıfların acımasızca elendiği, meydanın sadece ve sadece güçlülere kaldığı, sahipsiz, başıboş bir dünyada olup bitmiş, kanla ve acıyla yoğrulmuş bir tarih mi vardı; yoksa...

 

 

Demek evrimciler herşeyin sahipsiz olduğunu kabullenmekle başlamışlardı işe. Onlara göre, herşey ancak kendi adına hareket ediyordu, sadece kendini düşünürdü. Ne bitkiler hayvanları tanırdı, ne kediler fareleri. Herşey birbirine yabancıydı. Herkes birbirine düşmandı. Aslında ne tırtılların ikonomlara vereceği birşeyleri vardı, ne de fareler kedilere birşeyler borçluydu. Eğer kedi fareyi yiyorsa, onun hakkını gasbediyor demekti. Ki bunun adı zulümdü, hikmetsizlikti kaçınılmaz olarak. Herşeyin kendi başına hareket ettiğini kabullendikten sonra doğrusu itiraz edecek birşey yok gibiydi, ama...

 

 

"Sahi, niye herşey sadece kendini tanısın ki? Neden kendi başına hareket etsin ki?" diye soran olmamış mıydı Darwin’e? Böyle bir soru Darwin’in aklının ucundan hiç geçmedi mi?

 

 

Nereden bilsin maymuncuk! Meğer insanlarda, hayvanlarda olmayan birşey varmış ki, kocaman kocaman dağlar, gökler bile çekinmiş o şeyi üzerlerine almaktan. Enaniyetmiş bu. Benlik duygusu yani. Öyle ağır bir emanetmiş ki bu benlik duygusu, insanı zalimlerin en zalimi, cahillerin en cahili yapabiliyormuş.

 

 

Nasıl mı?

 

 

Enaniyeti sayesinde insan, diğer yaratıklardan farklı olarak, yaptıklarına sahip çıkabiliyormuş. Meselâ, bir arı petek kurup, çiçekten çiçeğe koşup sonunda güzel mi güzel bir bal yaptığında, bala sahip çıkmak bir yana, balı yaptığının bile farkında değilmiş. Sözün gelişi, "Ben bal yapıyorum" diyemezmiş arı; sadece bal yaparmış. Ama insan tam aksine basit bir kulübe yapsa, "Hah işte, bu kulübeyi çalışıp didinip aklımı, bileğimi kullanarak ben plânladım ve ben yaptım" diyebiliyormuş. Yani hem yapıyor, hem de yaptığını biliyormuş. Böyle bir duygunun veriliş maksadı, insanın kendi Yaratıcısını tanıması imiş. Şöyle: Benlik duygusu sayesinde insan, "Ben nasıl şu kulübeyi plânlayıp inşa ediyorsam, bütün şu kâinatı da plânlayan ve yapan Biri olmalı" diye düşünebiliyormuş. Yani benlik duygusu Yaratıcıyı insana anlatan bir ölçü birimi imiş. Bilmek, plânlamak, inşa etmek gibi kabiliyetler, kıyaslama yapıp da Rabbini tanısın diye ona verilmiş. Ama, yine de onun değilmiş.

 

 

Nedense, kimi insanlar bu gerçeği hatırlamamışlar bile. "Ben nasıl bu binayı yapıyorum...." demişler, gerisini getirmemişler. Bilme, yapma, plânlama gibi sayısız kabiliyetlerini kendilerinden sanıp, "Küçük dağları ben yarattım" edasını takınmışlar. Kendilerini kendilerine mâlik ilan etmişler. Kendilerini kendi başlarına buyruk saymışlar.

 

 

Meğer Darwin ta başında onun için "Herşey kendi kendine mâliktir" diye kabullenmiş. Kendisini de kendisine mâlik sayıyormuş zahir. Tabiattaki sözümona zulümler de, mutasyonlar da, tabiî seleksiyon da, fosiller de, "ara form"lar da hep buradan çıkmış

 

 

"Yazık!" diye mırıldanmış maymuncuk. "Keşke birisi çıkıp evrimcilere şöylece konuşsaymış: "Sen,‘herşey kendi nefsine mâliktir’ diyorsun. Oysa, onca sebep arasında en şereflisi ve en geniş iradelisi insan olduğu halde, düşünmek, söylemek, ve yemek gibi en zahir iradeli fiillerinden ancak yüzde biri insanın elindedir ki o yüzde birlik kısmına da ancak görünürde bir sahipliği var. Böyle en zahir fiillerinin yüzde birine bile tasarruftan ve mâlikiyetten böylesine eli bağlanmış olsa, diğer canlılar ve cansızlar kendi kendilerine mâliktir diyen, hayvandan daha ziyade hayvan, cansızlardan daha ziyade cansız ve şuursuz olduğunu ispat eder."

 

 

Dedik ya, ufacık tefecik birşeymiş maymuncuk. Şen şakrakmış. Neşe içinde daldan dala hoplar dururmuş. Memnunmuş kendi halinden. İyi ki insanlara benzemiyormuş. Benzemeye kalksa, hayvandan daha hayvan, cansızlardan daha şuursuz olmak varmış işin içinde..."Hayvan olmak" bile değil...

Gönderi tarihi:

"Tek Yol Bilim mi?

.

.

.

.

Dedik ya, ufacık tefecik birşeymiş maymuncuk. Şen şakrakmış. Neşe içinde daldan dala hoplar dururmuş. Memnunmuş kendi halinden. İyi ki insanlara benzemiyormuş. Benzemeye kalksa, hayvandan daha hayvan, cansızlardan daha şuursuz olmak varmış işin içinde..."Hayvan olmak" bile değil...

 

 

Belikli Yukardaki yazı, Metafizik( Fizik ötesi-Akli ispat ) düşünceli bir insanın iddialarından kopyalanıp yapıştırılmış….

Öne sürdüğü bilgiler baştan aşağı yanlış bilgilerdir.

İddia ettiği şeyler kesinlikle bilimsel düşünce ve ilkeleri ile örtüşMEmektedir.

HAYALCİ VE GERÇEK DIŞIDIR…

Yazar bilimsel düşünceden bi haber olduğu için, iddiaları kesinlikle GERÇEKLERLE UYUŞMUYOR…

Bu gerçek olmayan bilgilerle de hangi insanları inandırıyor malum...

Bilimsel metod bir konuyu bir olguyu incelerken yazarın dediği gibi ön/tüm bilgilerden soyutlanarak konu incelemiyor…

Aksine diyalektik yöntem gereği, kendisinden önceki tüm olgu ve bilgileri göz önünde tutarak o konuyu inceleyip, doğrulayıp, kurallaştırıyor.

Yine yazar şunu da yanlış iddia ediyor…

Sandalye ile ilgilenip, sandalyeyi yapanla ilgilenmiyormuş...

Bilimsel düşünce ön bilgilerden soyutmuş...

Yalan Ve İftira…

Aksine tam tersi…

Akli düşünce ön bilgiden soyuttur, kopuktur, dogmadır.

İnsan çamurdan üflenmiştir bu böyle kabul edilir.

Tartışılamaz…

Bilimsel metod tamamen aksi.

Ön bilgi edinmek onun ilkesi…

Bilginin doğuşundan bu güne kadar...

Olayları ve olguları biri birine bağlar...

Buna, bilimde diyalektik bağ kurma denir.

Sürekli araştırır olgular nasıl başlamıştır diye.

Olguların biribirileri ile ilgisini somut verilerle...

Taaki bilgisini kesinleştirene kadar…

Gönderi tarihi:

Bilimselci senin meslegin nedir?????

 

Yazdıklarım bu konuda uzman olan ve bilim dünyasında saygın kisilerdir?? siz hangi konunun akademisyenisiniz?? Uzmanlık alanınız nedir?????

 

Herşeyi önyargılarla ve sönük yetersiz aklınızla hemende nasıl çarpıtıyorsunuz?? Ortaya deliller ve neticelenmiş uygulamanalr koyun ama uzman iseniz koyun tekrar soruyorum hangi konuda uzmansınız siz yoksa inkar etme ve önyargılı olma konusunda mı?????????

 

Evrim teorisi artık tüm dünyada büyük bir aldatmaca olarak kabul edilirken sis hala "bilimselci" ve "yam yam" gibiler bu konuda ısrar ediyorsunuz. Bu birçok delille çürütülmüş bir teoridir ama siz illa maymundan geldiginizi kabul etmek istiyorsanız edin. Ama samimi olun atalarınız olarak kabul ettiginiz maymunları ormanlarda yanlız bırakmayın???

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.