Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 11 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 11 Haziran , 2006 *** *** BAŞLARKEN... Ölüm her gün, her yerde... Ve bize yaklaşmadığı ölçüde çok doğal. Bir yanda insanlar ölüyor, diğer yanda yaşam devam ediyor. Bir coğrafyada kitleler yok olurken, başka bir yerde havai fişekler patlıyor, bayramlar ya da doğum günleri kutlanıyor. Aslına bakarsanız, ölüm dediğiniz, bomba gibi bir şey; her ölümün kendi etki alanı var. Bir yakının ölümü, pek çok kişiyi, yaşamın beklenmedik bir anında yakalıyor ve belki de bütün o yaşamı birdenbire değiştiriyor. Aynı zamanda, her ölümün kendi içinde koskoca bir hikâyesi var. Sizin için hiçbir şey ifade etmeyen insanlar, bir başkası için yaşamın tüm anlamını yüklediği bir varlık olabiliyor. O varlığı birdenbire kaybedince, Cemal Süreya'nın 'Sizin Hiç Babanız Öldü mü?' şiirindeki gibi yalın bir acı saplanıyor, ardından yitirilen kişi olmadan hayatın artık nasıl seyredeceği düşünülmeye başlıyor. Ve 'özleme', onu bir daha göremeyecek olma çaresizliği... Bu yazı dizisinde, son derece sıradan insanların, en önem verdikleri yakınlarını, yani annelerini ya da babalarını kaybettiklerinde neler yaşadığını, acıya nasıl katlandıklarını, uzaktan son derece doğal gelen ölümlerin, yaklaştığında nasıl göründüğünü anlatmaya çalışacağız. Duygularla oynamamaya özen göstereceğiz, yaşanan acıları aktarırken, dönemleri ve o dönemlere damga vuran ruh hallerini de çözmeye uğraşacağız... Zor ve tatsız bir konu. Umarız 'yaşam'ı bir kez daha sorgulamak açısından faydası olur... *** İnternette,Ekşisözlük'te 'Babanın Ölmesi' başlığı altında oldukça dokunaklı yazılar yazılmış. İlk alıntılar olarak onları buraya almakta ve onları okumakla çıkarılacak çok dersler var.! Babanın ölmesi # Yetim kalmak. Bir yanın eksilmesi. Dünyada kapladığınız yerin küçülmesi. Bir mezarlıkta ziyaret edilmesi gereken bir ölü sahibi olduğunuzu herkesin bildiğini sanmak. Yolda yürürken aniden gözlerin dolması, hatta ağlamaya başlamak. Gittikçe yiten giden bir hayali eskisinden de çok sevmek, özlemek ama yanına gitmeye de korkmak... # Babanın ölmesi her erkeğin ölümünün başlangıcını belirleyen, belirten bir işarettir. Her erkeğin ölümü babasının ölümüyle başlar. (Orhan Pamuk) Babası ölmüş bir erkek hayatta her zaman güçlü durmak zorunda olan, herkese destek olmak zorunda olan kişidir. Artık en yalnızdır, etrafta kendisini küçük bir çocuk olarak görecek başka bir erkek kalmadığı için. Bir şeye başlamak bitirmenin yarısıysa babası ölmüş bir erkek yarı yarıya ölmüş demektir. # Bir cenaze törenini baştan sona başka birine aitmişçesine izleyebilmek, tüm kalabalıkların önünde tek damla gözyaşı dökmeden tüm kapakları kapatılmış dev bir baraj gibi dimdik durabilmek ve kimsenin bir barajın suyunu gözlerinizle tuttuğunuzu bilmemesidir. İnsanın kendi içine büküp ağladığı anlar, geride kalan aile fertlerinin size tutunduğunu bilerek adım atmak. Hele insanın kendi babasını yıkarken o pamuk gibi olmuş tenine dokunması.. Delilikle aklı başında olmak arasında yalpaladığınızı hissedersiniz... Sanki bir anda nefes almaya başlayıverecekmiş gibi gelir. Ölmüş olmayı konduramazsınız babanıza. Sanki nefes alıyormuş gibi inip kalkıyor diye görürsünüz göğsünü. Alnını okşarsınız, koluna dokunursunuz. Koltukta uyuklarken uyandırdığınızda yüzündeki o hafif şaşkın ama bayıldığınız ifadesiyle bakınarak uyanıvermesini beklersiniz, delice istersiniz bunu ama o memnundur gittiği yerden ki uyanmaz. Babam dersiniz sadece, babam... Sonra sarmalarlar babanızı kefeninde... O kefen bağlanırken son kez görürsünüz babanızın yüzünü, eski hatıralar siliniverir de bir şey kalmaz diye korkuyla gördüğünüzü en ufak ayrıntısına kadar ezberlersiniz ve siz bütün bunları yaşarken gözden uzak bir okyanusta, dışarıdan metin görünürsünüz... Ağlamamayı başarırsınız ama yüzünüzdeki acıyı gizleyemezsiniz kimseden... Sonra babanızı ellerinizle indirirsiniz rahat edemez diye zeminini ellerinizle düzelttiğiniz bir mezarın içine ve ellerinizle gömersiniz... Kendinizi parçalarcasına, gücünüz yettiğince bağırarak ağlamak geldiği halde o an içinizden, 'babanızın oğlu' olmaklığa sakince taziyeleri kabul edersiniz... O zaman fark edersiniz hayatta sevdiklerinizle sanki onlar hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığınızı özellikle babanızı oturttuğunuz tahtın ölümden çok uzakmış gibi geldiğini. Babam geri gelse onu çok daha mutlu kılarım... Kılardım... Gelmez ki... # Babamın 80'li yıllarda lanet olası bir sarı ışığa güvenerek hayattan jübilesini yapması, benim Edison'a kızgınlığım, zengin şoförün rüşveti... Her ölüm erken ölümdür, evet ama 47 yaş, bu laf için premature bir yaş. Üniversiteye başlama zamanımdır bu aynı zamanda. Babam, ölerek beni hayat üniversitesine yazdırmıştı yedinci doğum günümden birkaç gün sonra. Annem kömürlükten bir kova kömür alıp çıkmıştı o akşam merdivenleri. Ölüm haberini aldığında elindeki kömür küreği yere düşmüştü. Demir sobanın dibindeki kızgın kor tanelerinden biri de yüreğine... O zamanlar doğalgaz yoktu doğal olarak. Kestane pişirdiğimiz sobanın üzerine mandalina kabukları dizerdik, tropikal oda spreyi niyetine... Kapıyı ben açmıştım yeşil üniformalı polis amcaya. Kötü haberlerin kapıdan, iyi haberlerin telefondan geleceğini o zaman öğrenmiştim. "Evet, Orhan beyin evi"ydi burası. "Sen onun arkadaşı mısın yoksa? Babam daha gelmedi ama birazdan gelir amca. Sen geç otur, babamın tam eve dönüş saati çünkü. Anneeee sofraya bi tabak daha koy, misafirimiz var..." O salı akşamı babaannemi iskeleden almaya giderken kösele ayakkabılarını giyiyordu antrede. Saçlarımı okşadı, bacağına sarıldım. Annem yeni ütülemişti pantolonunu, hâlâ ılıktı kumaş. Babamı bir dahaki görüşümde, o soğuk odada üzerinde beyaz bir çarşaf vardı. Annem beni kucağına almıştı da öyle görebilmiştim aslan babamın karizmatik yüzünü. Hızlı yaşayıp genç ölmüştü ve cesedi gerçekten yakışıklıydı. 47 yaş, ölmek için çok erkendi ama o soğuk demir sedyede yatan benim babamdı. Cerrahpaşa'nın rutubetli duvarlarında yankılanan çığlıklar ise, üç çocuğuyla 41 yaşında dul kalmış annemin... *tna *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 11 Haziran , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 11 Haziran , 2006 *** *** İLK ÖYKÜ: Mecit, Rize Çayeli doğumlu. İstanbul'da kıraathane işletiyor, bir de giyim mağazası var. "Allah'a çok şükür, durumum iyi," diyor. Babasını 1979'da, henüz 10 yaşındayken kaybetmiş. O günden bugüne, hep kendi ayaklarının üzerinde durmaya çalışmış. Becermiş de... Yüzünde hep müstehzi bir ifade var. Küçük yaştan itibaren kendi ayaklarının üzerinde durmak zorunda kalan, pek çok güçlüğe tek başına göğüs geren, pek çok şeyi kendi başına öğrenen adamların iddiasını taşıyor. Akıl yürütmeleriyle, en karmaşık sorunları bile çözebileceğine inanıyor. Kim ne derse desin, o hep kendi kararlarıyla hareket ediyor. Gelin görün ki, söz babasından açılınca, yüzündeki o müstehzi ifade, yerini uzakta kalmış bir acıya bırakıyor. Başlıyor anlatmaya: "Babam Rize'de, çay fabrikasında aşçı olarak çalışıyordu. Gece geç vakit giderdi işe. Belinde hep çift silah taşırdı..." İyi de neden? Düşmanları mı vardı? "Babamın hiç düşmanı yoktu, çok sevilen bir adamdı. Eh, malum, Karadeniz'de insanlar silaha düşkün oluyor. Bir de o zaman ortalık karışıktı. Terör her yerdeydi. İşe gece geç vakit gidiyor ya, ne olur ne olmaz diye silah taşıyor. Sene 1979, altıncı ayın 15'i, fabrikada arkadaşlarıyla şakalaşıyorlar, gülüşüyorlar. Arkadaşları babamı yakalamış, sallıyorlar, 'Yapmayın!' diyor, 'Üzerimde silah var.' Arkadaşları dinlemiyor, devam ediyorlar. Babam yere yuvarlanıyor, üzerindeki silah ateş alıyor..." Mecit ufacık çocuk. Annesi, kendinden bir yaş büyük ağabeyi, dört de küçük kardeşi, sabah hep birlikte babasının vurulduğu haberiyle uyanıyorlar. Büyük bir acı yaşıyor Mecit. Ama acının ötesine geçen bir şey var kafasında. Babasının şakalaşırken vurulduğuna inanmak istemiyor. Bir insan bu kadar basit ölemez diye düşünüyor. Dayısı, "Boşu boşuna başka şeyler düşünmeyin, şakalaşırken silah ateş almış," diyor ya, Mecit'i ikna edemiyor. Ufacık yaşında olayın nasıl gerçekleştiğini araştırmaya başlıyor. Ölümün acısını bastıran bir şey bu kuşku. İntikam farz mı? Fabrikada o sırada gece vardiyasında çalışan, olay sırasında orada bulunan işçileri, babasının arkadaşlarını dinliyor. "Araştırdık, soruşturduk, düşündük, babamın gerçekten kaza eseri vurulduğunu anladık. Rahatladık" diyor... Peki ya aksi olsaydı, yani babası kaza eseri değil de, biri tarafından kasten vurulsaydı? "O zaman ne yapacaksın? Büyüdüğün zaman intikamını alacaksın babanın. Yapacak başka bir şey yok," diyor Mecit, "O yaşta çocuk ne düşünür ki, hemen büyüyüp gereğini yapmaktan başka bir şey gelmedi aklıma. Sonra baktık ki, böyle bir şeye gerek yok..." Anlatılanların ayrıntıları bugün gibi aklında. Babasının silahı fabrikadaki havuzun başında yere düşüp ateş alıyor, kurşun göğsünü deliyor. Arkadaşları hemen hastaneye kaldırıyorlar. "Hep beni anmış ölmeden önce, 'Mecit'im, Mecit'im' diye..." 'Kadın dediğin çalışmaz!' İntikam alma işlerini falan bir fasıl kazasız belasız geçtikten sonra, babasızlık gerçeği ufacık çocuk olan Mecit'in üzerine olanca ağırlığıyla bastırmaya başlamış tabii. "Ağlamışımdır... Hep ağlamışımdır. Çok severdim babamı. Öldüğüne inanamıyordum bir türlü. İlk öldüğü zamanlar, mezarına gider gider ağlardım." Babasını kaybettikten sonra yaşamı da hızla değişmeye başlamış Mecit'in, "Babasızlık çok kötü bir şey. Annem bize hem annelik, hem babalık yapmak zorundaydı artık." Annesi o sıra gencecik kadın, evlenmeyi hiç düşünmedi mi peki? "Yok yahu, bizde olmaz öyle bir şey. Olamaz yani. Aklından bile geçmez" diyor Mecit. Annenin bir kadın olarak yaşamı, kocasının öldüğü yerde bitiyor. Dahası var, Karadeniz köylüsünün hafsalası, bir kadının düzenli bir işe girip çalışmasını da almıyor. Çayeli'ne bağlı bir köyde, kadın dediğin çalışır mı hiç? Evinde oturacak, yemek yapacak, temizlik yapacak, çocuklarına bakacak. Çalışmak olmaz... "Babam çok genç yaşta çalışmaya başladığı için emekliliği vardı. Öldükten sonra maaşı anneme bağlandı. Ama yetmiyor tabii. Ben de pazarcılık yapmaya başladım. Ağabeyim biraz sakindi, bu yüzden ben çalışıyordum. İlkokulu bitirdikten sonra okumadım. Ama en ufaklarımız okudu. Babamın vasiyeti vardı, bu en ufakları okutun diye. Kız kardeşim Kuran'ı hatim etti, erkek de liseyi bitirdi, üniversiteye verdik ama sonrasında devam etmedi, bıraktı. Açık öğretime yazdırdım, gene okumadı. En sonunda bir elbise dükkânı açtım ona." 'En çok 12 yaşımda ağladım' Babasını ufak yaşta kaybeden pek çok erkek çocuk, birdenbire kendini 'evin reisi' konumunda buluveriyor işte. Aslında, bir yandan babayı kaybetmenin verdiği acı var, bir yandan da o sorumluluğu üstlenmenin getirdiği bir gurur. Mecit o dönemdeki ruh halini şöyle anlatıyor: "En çok 12 yaşındayken ağladım. Etrafıma bakıyorum, herkesin babası var, benim yok. Onlar okula gidiyor, ben gidemiyorum. Babaları onları alıyor, çarşıya götürüyor, sonra eve dönerken elleri fileli dönüyor... Altı kardeşiz. Annem çalışmaz, bizim Çayeli cemiyetinde öyle bir şey yok. Kadın çalışsın da, eve ekmek getirsin. Öyle şey olmaz. Bütün yük benim üzerime kaldı. Ağabeyimle aynı zamanda askere gitmeyeyim diye yaşımı bile o zamandan ufalttırdım. İlkokulu bitirene kadar hep sabahçı okudum. Okul biterdi, Çayeli'ne pazara giderdim. Çok iş vardı o zaman. Odun da keserdim. Oduncuda da çalışırdım yani. Sonra akşamları yattığımda, başlardım, 'Ah bir babam olsaydı' diye ağlamaya... Sonra, sünnet olurken, bir de apandisit ameliyatı olurken çok istedim babamın yanımda olmasını. Bir de şu günümü bir görseydi..." Aslında, erkekler tam ergenliğe adım atacakken, babalarının otoritesi hep engeldir, arzu edilmeyen bir şeydir. Kendi kimliğini yaratma çabasıyla, karşısındaki otorite ilk rekabetlerini yaşamaya başlar. Ama Mecit'in aklında hiç öyle bir rekabet kalmamış. O babasını hep iyi bir adam olarak anımsıyor. Çalışkan, eşine, çocuklarına, çevresindekilere hep iyi davranan bir baba olarak. "Hepimizi çok severdi. Bize ne alırsa komşuların çocuklarına da aynısından getirirdi. Köyümüzdeki herkes severdi onu..." İstanbul'da tombalacı oldu Mecit 12 yaşını bitirdiğinde, Türkiye'de askeri darbe olmuş, diktatörlük 'olaylar'ı kendi yöntemiyle bastırmıştı. Artık İstanbul onun için 'gidilebilir' bir yerdi. İnşaatlarda çalışma umuduyla İstanbul'a yola koyuldu. "Dayıoğullarım, amcaoğullarım vardı İstanbul'da. Öyle tek başımıza geldik işte..." Tabii son derece naif başlayan bu yolculuk, İstanbul gerçeğiyle tanıştığında işler biraz değişiyordu. "1982'de Şirinevler'de tombalacılık yapmaya başladım," diye anlatıyor Mecit İstanbul'da tutunma macerasını, "Sonra amcam duydu tombalacılık yaptığımı, geldi, buldu beni, dövdü. Ondan sonra aldı inşaatlara götürdü. Bu sefer inşaatlarda çalışmaya başladım, Etiler tarafında. Beşiktaş'ta, şu ileride, Günaydın Kıraathanesi vardı, oraya komi olarak girdim. Komi dediysem, kül tablalarını falan silerdim. Garsonluktu, şuydu, buydu derken, öyle öyle bu seviyeye geldik yani..." Askere gidip geldikten sonra, Beşiktaş'ta belediyeye ait dükkânlardan birini kiralamış, esnaflık yapmaya başlamış Mecit. Daha sonra esnaflığı öğrenip yeni işlere girmiş. Bugün geriye baktığında, onca işin altından babasız bir çocuk olarak kalkmasından dolayı bayağı gurur duyuyor da, bu onun açısından tercih edilir bir durum değil tabii. Babasının ölümünün üzerinden tam 27 sene geçmiş ama Mecit hâlâ, "Babam olsaydı da, 100 milyar borcum olsaydı," diye düşünüyor. Bayramlarda Çayeli'ne gittiği zaman, babasının mezarını ziyaret ediyor, Fatiha okuyor, gözleri doluyor. Kafasında meseleler varsa, koskoca adam olduğuna bakmadan, ağlıyor... *tna *** Alıntı
Φ suheda Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 KOD # Yetim kalmak. Bir yanın eksilmesi. Dünyada kapladığınız yerin küçülmesi. Bir mezarlıkta ziyaret edilmesi gereken bir ölü sahibi olduğunuzu herkesin bildiğini sanmak. Yolda yürürken aniden gözlerin dolması, hatta ağlamaya başlamak. Gittikçe yiten giden bir hayali eskisinden de çok sevmek, özlemek ama yanına gitmeye de korkmak... Okurken kötü hissettim kendimi sanki yüreğim bir mengenede sıkıştı çünkü bende 11 yaşındaydım babamı kaybettiğimde Allah mekanını cennet eylesin babamın ve tüm bu dünyadan göçüp gitmiş nice babaların... Alıntı
Φ berceste Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Çok üzüldüm süheda kardeşim... Allah rahmet eylesin ve mekanı cennet olsun inş... Dualarım da hep yer vereceğim inş... Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 *** *** Annesiz hayat çok zor İnternette,Ekşisözlük, Privatesözlük ve itiraf.com'da 'annenin ölmesi' üzerine yazılanlardan: # Başınız sıkıştığında teklifsiz aranandır anneler. Hüznün diyarında sıkışıp kalmışken gelen telefonla yalnız olmadığını hissettirir sana. Sevgilerin en güzelini ve karşılıksızlığını sunar. İleride onsuz geçirilecek zamanı düşünüp kısa bir panik yaşarsın bazen. Kendi kendine yetmeye çalıştığın zamanlarda bile uzaktan seni izleyen ve ihtiyacın olduğunda hemen yanında beliren annen yerine gölgeyle karşılaşacağını bilmek tarifsiz bir burukluğa bırakır kendini. Yanındayken özlersin. Zaman geçmesin istersin, bazen gözlerini kapatıp çocukluğuna döner ve ağlarsın. Bünyede yakıcı bir tat bırakır. Zordur annesiz kalmak. En zoru da annesizlikle bir anda tanışmak... # Gece olmuştur her şey normal gözükmektedir, anne neşelidir, kızına 'aşkım' diye hitap etmektedir... Ve sonra yan yana uyurlar, ne bir değişiklik vardır, ne anormallik ne de duygusallık ve sabah ezanında uyanılır, anne hemen yanda yatmaktadır fakat bir gariptir yatış şekli, nedendir bilinmez, uyandırılmaya çalışılır fakat uyanmaz, saatler önce içtiği bir kutu hap yavaşça kanına yayılmıştır, kalp durmuştur, sonrası hastane, elektroşok, koma, vücutta geri döndürülemez hasarlar, çok geç kalındığı beyanatı, yapılabilecek hiçbir şey olmadığı gerçeği, sessizce planlanmış ve uygulanmış bir intiharın altı gün sonra alınan sonucu. üstüme karabasan gibi çöken bu gerçekten aklımı söküp alamıyorum, dindirmeye çalıştığım gözyaşları, yanlarında olamadığım dostlar oldu, Tanrı'dan o melek anneye rahmet dilemekten başka elimden hiçbir şey gelmedi... # Hayatta yaşanabilecek en ağır ve acı duygulardan biri. Hiç kimse ölümü kendine ve yakınlarına yakıştıramaz. Ölüm, bize hep uzaklarda olan, televizyonlarda haberlerde duyduğumuz kötü bir şey gibi gelir. O bize uzak olan ölüm artık çok yakınımıza kadar gelmiş ve anneyi almıştır bu dünyadan. Ateş düştüğü yeri yakar lafının ne olduğunu işte o zaman anlar insan. İçin, sanki hiç bitmeyecek gibi acımaya başlar ama kimseler anlamaz senin acını senden başka. Anne toprağa konulur, üzerine bir kürek toprak da sen atarsın. Kış olur, kar yağmaya başlar. Annenin toprağının üzeri bembeyaz karlarla örtülüdür artık. İçin donar ve ağlarsın... # Bugün benim doğum günüm fakat gözlerim ıslak. Hiçbir zaman kutlayamayacağım bir günde doğmuşum. Benim doğumum annemin ölümü. Bir annemin olmasını o kadar çok isterdim ki... Heyecanlarımı, kaygılarımı, sıkıntılarımı, aşklarımı anlatmayı, onunla alışverişe çıkmayı, tartışmayı, sarılıp saatlerce ağlamayı... Tanrı'ya isyan edemiyorum 'Neden?' diye. Görmediğim annemi deli gibi özlüyorum. Sizler o kadar şanslısınız ki, lütfen sahip olduklarınızın değerini bilin... *tna *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 *** *** İKİNCİ ÖYKÜ İlayda henüz yedi yaşındayken annesini yitirdi. Babasıyla hem arkadaş, hem de aralarında tuhaf bir rekabet var. Zaman zaman babasıyla tartıştığında, annesini düşünüp ağladığı oluyor... Kız çocuklarının yaşamında anne figürünün apayrı bir yeri var. Onların çekiştiği, didiştiği, dertleştiği, paylaştığı, sıkı sıkıya tutunduğu bir figür anne... Ve annesi olmadan yola devam etmek zorunda kalan kız çocuklarının hep bir yanı eksik, hep bir boşluk hissi yaşıyorlar. Hele çocuk yaşta annesini kaybedenler, çok daha zor bir hayata yalnız katlanmak zorunda kalıyorlar. Şimdi lise son sınıf öğrencisi olan İlayda henüz ilkokulun başında, sadece yedi yaşındayken annesini göğüs kanserinden yitirmiş. Ölümü ilk idrak ettiği anı şöyle anlatıyor: "Okuldaydım, babam bir arkadaşıyla gelip beni okuldan aldı. Aslında ben annemin hasta olduğunu biliyordum, tesadüf eseri öğrenmiştim. Bir de babam eve birkaç psikolog getirmişti, onların bana karşı konuşmalarından da bir şeylerin ters gittiğini anlıyordum. Fakat kimse bildiğimi düşünmüyordu. Ben de her şeyi anladığımı kimseye anlatmıyordum. Annemin öldüğü gün babam gelip beni okuldan aldı. Annemi kaybettiğimizi ilk söylediğinde pek bir farklılık hissetmemiştim. Zaten beklediğim bir şeydi belki de..." Fakat ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamış. İlk yıllarında tam bir parçalanmışlık var. Babası, eşini yitirmenin yanı sıra, varını yoğunu hastanelere, ilaçlara yatırmış olduğu için, her bakımdan boşluğa düşmüş. Çok iyi para kazandığı bilgisayar şirketini elinden çıkarmak zorunda kalmış. Yani yaşamında pek çok şey altüst olmuş. Eşini kaybetmiş olmak, İlayda'nın babasını epey sarsmış. Hal böyle olunca, İlayda da o yılları hep bölük pörçük yaşamak zorunda kalmış: 'İki seneyi hafızamdan silmişim' "Annemin hastalığı sırasında hiç evde kalmadığımı hatırlıyorum. Halamda kalıyordum. Ara sıra görüşebiliyordum. Son zamanlarında, durumu kötüleştiği için annemle hiç görüşememeye başladım. O evde kalıyordu ama ben gidemiyordum. Annem öldüğünde de, bir süre okula gitmediğimi hatırlıyorum. Ondan sonraki iki sene ise neredeyse tamamen silindi zihnimden. O iki seneyle ilgili hiçbir şey hatırlayamıyorum desem yeri var. Sadece ilkokulun iki yılını Sinop'ta okuduğumu hatırlıyorum. Annemin bütün akrabaları oradaydı. İlk önce bana İstanbul'dan ayrılacağımla ilgili bir şey söylemediler. Bütün eşyalarım evden toplanınca bir yerlere gittiğimi anladım. Annem için okutulacak mevlit bahane edildi, Sinop'a gidildi. Babamın işleri kötüleşmişti, ardından deprem de geldi, İstanbul'da deprem olacağı söyleniyordu, bunlar hep bahane oldu galiba. Bir süre annemin akrabalarıyla yaşadım işte..." Daha sonra babası işlerini yavaş yavaş yoluna koymuş ve İlayda yeniden babasıyla birlikte yaşamaya başlamış. Aslında bu başlı başına zor bir durum. Çocukluğunu ve genç kızlığını annesiz geçirmek, babayla baş başa kalmak, bütün meselelerini onunla konuşmak zorunda olmak. Babası İlayda'yla arkadaş gibi yaşamayı tercih etmiş. Son derece anlayışlı bir 'arkadaş' olmasına rağmen, onu kendi prensipleri doğrultusunda yönlendirmeye çalışması zaman zaman can sıkıcı oluyor. İlayda, babası kimi arkadaşlarından hoşlanmadığında ya da ona belli davranış kalıpları dayatmaya kalktığında bunlardan hoşlanmıyor. Mesela evde bir sürü kitap var ama sırf babası okuması için ısrar ettiğinden, o kitap okumak istemiyor. Tabii bir de evin yükü var. Evin temizliğini birlikte yapıyorlar, köpekleri Casper nöbetleşe dışarı çıkarılıyor, yemek işini ise pratik bir yöntemle halletmişler, genelde yemekler dışarıdan söyleniyor. Aslında İlayda çok bir şey paylaşma şansı olmayan annesini son derece gündelik meselelerde özlüyor: 'Babam da çok acı çekti...' "Keşke şimdi annem yanımızda olsaydı diye zaman zaman düşünüyorum tabii. Özellikle de babamla sorunlar yaşadığım zamanlarda. Annem hayatta olsaydı hayatım daha sakin olabilirdi diye düşünüyorum. Babamdaki değişiklikler de olmazdı. Mesela zaman zaman fazla alkol alıyor. Benim hatırladığım kadarıyla, annem hayattayken böyle bir durum yoktu. Hayatımız daha düzenliydi. Tabii annemin hastalığı onun işlerini bozdu, toparlanması zor oldu. O da epey acı çekti. Aslında babam anlayışlı bir insan ama, bence annem hayatta olsaydı daha anlayışlı olabilirdi. Beni tek başına yetiştirmekten dolayı tüm sorumluluk onun üzerine bindi. Bu yüzden bazen aşırı üzerime geliyor." İlayda babasıyla hem bir tür arkadaşlık, hem de tuhaf bir rekabet geliştirmiş. Babasının kadın arkadaşları olabileceğini biraz zor kabul etmiş mesela. Bir zamanlar halası ve babaannesi onun yeniden evlenmesi için çok ısrar etmişler, İlayda da zaman zaman babasıyla bu ihtimali konuşuyormuş ama babası yeniden evlenmeyi tercih etmiyormuş. Bütün bunlar bir yana, tartıştıklarında, mesela babası suratını astığı zamanlarda, onun herhangi bir kadın arkadaşıyla eğlenmesi İlayda'nın sinirini bozuyormuş. Buna bir çeşit kıskançlık da denebilir. Annesini düşünüp ağladığı durumlar da ancak böyle zamanlarda oluyormuş: "Annem öldüğünde hiç ağlamamıştım. Aslında büyüdükçe ve her şeyi daha iyi anladıkça da ağlamadım hiç. Durup dururken aklıma gelip de ağladığım olmuyor mesela. Belki de çok küçükken kaybettiğim için, durumun ciddiyetini o an fark edemedim, onu bana sürekli hatırlatacak çok bir şey paylaşma şansımız da olmadı. Sadece babamla tartıştığımız zamanlarda, keşke şimdi annem yanımda olsaydı diyorum ve ağlıyorum..." Onun için geçmişin puslu bir döneminde kalmış olan anne figürünün yerinde, belki de olmasını istediği 'mükemmel' bir figür yaratmış kendisine. "Bana çok düşkün olduğunu söylüyor herkes" diyor, "Yanımdan ayırmam, üniversiteye de gitse onunla giderim dermiş hep..." Elbette yitirilmiş ve insanların yaşamında büyük boşluklar yaratmış figürler, hep kafalarda olması istenen yerde konumlanır. İlayda da annesini öyle tasavvur ediyor. Ama yaşamın gerçekliği çok daha somut sorunları beraberinde getiriyor. Mesela İlayda'nın çocukluktan çıkmaya başladığı dönem, kuşku yok ki annesine en çok ihtiyaç duyduğu dönemdi. Babasıyla arkadaş gibi olmasına rağmen, konuşabileceklerinin, danışabileceklerinin bir sınırı vardı elbette. Anneannesiyle ya da akrabaları olan pek çok kadınla birlikte epey vakit geçiriyor olmasına rağmen, hiçbiri annesinin yerini tutmuyor. Kadın cinsine dair pek çok şeyi, babasının bir kadın arkadaşından öğrenmiş mesela. Oysa elbette her şeyi paylaşabileceği bir annesi olmasını istermiş... *tna *** Alıntı
Φ Gece Yağmuru Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Sizin Hiç Babanız Öldü mü ? Benim Bir Kere Öldü... Aldılar, Yıkadılar, Götürdüler..... Cemal Süreyya.... Şairin de dediği gibi ''BABAM'dan ummazdım'' bunu... Her yaşamın kendine özgü hikayesi olduğu gibi her ölümünde mutlak bir hikayesi vardır...Erkek veya Kız çocuk hiç fark etmez, etkileri çok büyüktür...Sol yanınız hep boştur...Cümlede ismi geçince boğazınız düğümlenir...Gözleriniz dolar da ağlamamak için kendinizi varolan gücünüzle sıkarsınız...Ağlamanın güçsüzlüğünüze olan işaretidir diye düşünürsünüz...Sonra kendinizi kimsenin olmadığı bie yere kapar saatlerce ağlarsınız...Kendiniz tüm gücünüzle sıkarsınız yine..Sesinizi kimseler duymasın diye...Ağladığınıza kimseyi şahid tutmak istemezsiniz...Sonra özlemler alır başını gider....Mevsimle akıp gitmeye başladıkça , her anınızda yanınzda olmasını istersiniz...Bir bahar sabahı birlikte kahvaltı yapmayı yada soğuk bir kış günü sobanın başında en güzel hikayeleri onun sesinden dinlemeyi özlersiniz...Bütün bu istediklerinizi soğuk bir mermer taşına ve çatlamış toprağa anlatmanın acısını kim bilebilirki...Her hafta yanına gidip,toprağını sulamak ve bu çiçekler yine solmuşlar diyerek kendi kendinize konuştuğunuza siz bile inanamazsınız... Hayatınızın en güzel anlarında hiç olmayacaktır artık..En güzel fotoğraf karelerinde görmek size nasip değildir artık..Mezuniyetinizde keplerinizi havaya fırlatırken bir mahsun yer çekimi bıçak gibi yüreğinize saplanır...Bu anı paylaşamamak var yaaa....Ölüme eş değerdir.. Akşamları kapıyı açmak istersinizde boynuna sarılıp, bugün seni çok özledim demek varken...Baş ucunuzda bir avuç toprağı koklamak nasıl bir duygudur kimse bilemez... BABALAR günü gelirde bir buruk hazan mevsimi yaşanır yüreğinizin tam ortasında...Elini öpüpde koklamak ne güzel bir duygudur...Ama bundan yoksunsunuzdur artık...Saçlarınızı okşayamaz...Gülen gözlerinize yahut ağlayan yüreğinize ortak olamaz...Suretini gördüğünüz tek an rüyalarınızdır ve bu rüyalardan hiç uynamak istemezsiniz...Gelmeyeceğini bile bile ışıkları kapamaz gece yarılarına kadar beklersiniz...Bir umut ateşi yanarda yürek küllenmez olur artık... BABALAR GÜNÜN KUTLU OLSUN....SEN GELEMSENDE BEN SANA GELEBİLİYORUM YA BUNADA ŞÜKÜR... Sevgili Suheda, Acını yürekten anlıyor ve paylaşıyorum..Mekanları Cennet Olsun... Alıntı
Φ suheda Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Allah razı olsun arkadaşlarım. Bu konuyla ilgili aslında neler yazmak istiyorum ama....Gene her zamanki gibi konudan kaçmak istiyorum neden bilmiyorum. Alıntı
Misafir şevval Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 hafta sonu radikal de bende okudum bu yazıyı ve beni çok uzaklara götürdü ne denebilir ki,söyleyecek çokda bişey yok aslında bu yazılanların dışında söylendiği gibi "her ölüm erken ölümdür" Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Allah razı olsun arkadaşlarım. Bu konuyla ilgili aslında neler yazmak istiyorum ama....Gene her zamanki gibi konudan kaçmak istiyorum neden bilmiyorum. Sevgili süheda; Başta belirtmem gerekirse, acını benimde yürekten paylaştığımı söylemek isterim... Görüyorumki, ister istemez başlık ve konu çok doğal olarak seni olumlu yada olumsuz bir şekilde etkilemiş... Başlığın sunumunda konunun bu yönlere gidebileceği düşünülerek, "Duygularla oynamamaya özen göstereceğiz, yaşanan acıları aktarırken, dönemleri ve o dönemlere damga vuran ruh hallerini de çözmeye uğraşacağız... Zor ve tatsız bir konu. Umarız 'yaşam'ı bir kez daha sorgulamak açısından faydası olur..." Konu bu yönde bir açılımla sunulmak istendi..."'yaşam'ı bir kez daha sorgulamak açısından " Gerçeklerle bir kez daha yüzleşerek yada karşımıza çıkacak bu gerçeklere daha şimdiden hazırlıklı olmak amaçıyla, Yaşamdan örnekler buralara taşınmaya çalışıldı... Daha sağlıklı bir düşünce yapısına,duygularımızı köreltmeden yada yıpratmadan yaşanan yada yaşabileceğimiz acılar ve ruh hallerimiz ele alınmak istendi... Gerçekten Zor ve Tatsız bir konu ama yaşamın bir gerçeği... "Gene her zamanki gibi konudan kaçmak istiyorum neden bilmiyorum." ifaden senin içinde bulunduğun durumu , bütün çıplaklığıyla öne sürüyor... Benide bir şekilde neden buraya taşıdım ki diye kendimi sorgulamama neden oluyor aslında... Fakat bir şekilde bununla yüzleşmemiz gerekiyor düşüncesi ağır basıyor... Bu nedenle bizimle paylaşman yada kendinle yüzleşmen açısından hepimiz adına bir kazanım olabilir diye de düşünüyorum.. Senden, açılarını hatırlatmaya neden olduysam içten olarak özür diliyor... Acını paylaştığımı bir kez daha tekrarlayıp sevgilerimi yolluyorum... Alıntı
Φ Su DaMLaSı Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 KOD Okurken kötü hissettim kendimi sanki yüreğim bir mengenede sıkıştı çünkü bende 11 yaşındaydım babamı kaybettiğimde Allah mekanını cennet eylesin babamın ve tüm bu dünyadan göçüp gitmiş nice babaların... 11 yaşında kaybetmek acıdır. ilkokul biter, ortaokula başlarsın. taziye süresince seni parmakla "işte onun kızı" diye göstermelerini kabullenmek zordur. ortaokula başladığın ilk günlerde her ders hocasına ayrı ayrı "babam vefat etti" demenin acısı boğazınıza lokma lokma takılır, bunu farkeden arkadaşlarınızın tuhaf bakışları ağır gelince göz yaşlarınıza akmaması için yalvarırsınız. sonra size ağlamanın günah olduğundan bahseder bi kaç tükürüklü ağız. yüreğinizi şişirip, susturursunuz gözlerinizi. sanki tüm bu kaybedişlerin acısını bu yeni hedefe yönlendirmek tüm sorunlarınızı haledecekmiş gibi gelir. ağlamaktan nefret edersiniz. sonra ağlayanlardan... yıllar bu yarımlıkla geçerken, bir kavram kararır, yok olur hayatınızda. "babam" dediklerinde dikkat kesilir, baba- evlat ilişkisi nedir, öğrenmeye çalışırsınız içten içe, heyecan içinde. tabi çaktırmadan. gördüğünüz her orta yaş ve üzeri erkekte içinizden bir ukde görürsünüz. "güç"tür baba. ve güçtür babasızlık. (alıntı) tüm yoksunlara dua ile... Alıntı
Φ Gece Yağmuru Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Allah razı olsun arkadaşlarım. Bu konuyla ilgili aslında neler yazmak istiyorum ama....Gene her zamanki gibi konudan kaçmak istiyorum neden bilmiyorum. Kaçmak istemenin nedenlerini biliyorum...Zaman zaman bu duygulara bende çok kapılırım...Ama her zaman şu söz gelir aklıma..'' Allah verdi yine Allah aldı'' Üstelik sen çok küçük bir yaşta yaşamışsın bu acıyı...Rabbim her zaman sabrını veremeyeceği acıyı vermez...Sabrını muhaffak eylesin Rabbim.... Alıntı
Φ adrenalin Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Dün okumuştum bu yazıyı,henüz hiç bir yorum yapılmamışken daha... birşeyler yazmayı düşünmüştüm ama konuyu saptırmamak adına yazmamıştım ama şunu eklemek istiyorum bugün; Eğer anne ve babanızı ilk defa görüyorsanız 8 yaşınızda.. Eğer sırtınızda bir bilek kalınlığında bir odun kırılıyorsa henüz 10 yaşınızda... Eğer 19 yaşınızda babanız tarafından bıçaklandıktan sonra evden kaçıp başka bir şehirde inşaatlarda çalışırken üniversiteyi kazanıp bir başınıza, yine daha başka bir şehirde bir başınıza alıyorsanız soluğu... Eğer yeğeninizin bile sesini telefonda duyduğunuzda boğazınız düğümleniyorsa... Yaş yolun yarısına geldiğinde ve anne ve baba figürü kafanızda tamamen oturduğunda sorguluyorsanız eğer geçmişinizi,yaşadıklarınızı,yaşattıklarını... Galiba diyorum "var iken yok olmaları" daha acı verici.... Alıntı
Φ berceste Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Galiba haklısın Adrenalin... Alıntı
Misafir alaTurka Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 12 Haziran , 2006 "'yaşam'ı bir kez daha sorgulamak açısından " en anlamli basliklardan biri olmus.... duygularini burda paylasan, bu konuya duyarlilik gösteren herkesin yüregine saglik... yüregi yangin yeri olan her insan bir o kadar daha SIKI sarilio sanki hayatin güzelliklerine Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 13 Haziran , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 13 Haziran , 2006 *** *** 'Benim babam öldü... Hiçbir şey diyemedim. Ağlayamadım bile...' İnternette, Ekşisözlük'te 'Babanın ölmesi' başlığı altında yazılanlardan: # Son zamanlarda iyice zayıflamış olan babanın kemikli yüzünü görmeden inanamaz insan. O örtüyü açana kadar sanki ortada bir yanlış anlaşılma varmış gibi hissedersiniz, içinizde kaynağı belli olmayan bir umut... Kimseleri görmeden doğruca babanın odasına gider, umutla üzerindeki örtüyü açarsınız. Buz gibi yüzüne dokunur son kez öpersiniz, gözyaşlarınız örtüye damlar... Kalbe yer edecek bir ağırlık çöker o an. Her şey bittikten sonra, 'Son kez öptüm ben babamı' dersiniz. Babanın öldüğü rüyalara bile tahammül edemezken, şimdi bomboş kalan odasında sessizce ağlar, yastığına sarılıp öldüğü yatakta uyumak istersiniz." # Benim babam öldü. Hiçbir şey diyemedim, ağlayamadım bile... Yıllar geçti, hâlâ ne zaman o aklıma gelse, koca bir yumru da gelir boğazıma yerleşir. Hiç ağlayamadım, hâlâ daha da ağlayamıyorum. Söyleyeceğim bir dolu şey vardı. Kim dinler ki, onun artık dinleyemediklerini?.. Eksik kalmış onca konuşmayı, aramızda kalmış, halledilmem#iş onca konuyu da aldı götürdü gittiği yere. Hiç ölmez sanırdım ben o heybetli adamı. Çok güçlüydü, alev alev yanan bakışlarıyla dağları delerdi; güçlü nefesiyle bir of çekse dünyayı yıkardı... Dağ gibi adamdı, dağları taşırdı sırtında; gün geldi kendini taşıyamaz oldu. Taşı sıksa suyunu çakaran adamı son mekânına taşımak bana düştü. Anlayamadım nasıl olduğunu, nasıl öldüğünü. Yaşasa yaşardı; ama öldü... Evlenmekten, çocuk sahibi olmaktan vazgeçtim; adam olduğumu bile göremedi. Hep kendimi ona karşı var etmiştim ben, artık var olma, adam olma şansım da kalmadı. Kendi doğrularımın peşinde koşarken, yanlışları buldum. Bulduğum yanlışları onun sırtına yükleyip gönderirdim gittiği yere... Ama o gittiği yere benim yanlışlarımı götüremedi; ebelik bende kaldı...Yaşarken onu suçlamak kolaydı. Hem o tüm heybetiyle, yıkılmaz cüssesi, çelik gibi sinirleriyle kolaydaydı; hem de ben kolayca suçlayabilecek kadar toydum. Yabani oluşumdan dolayı hep suçladım onu, başarısız ilişkilerimden, kendi hayatımdan dolayı suçladım. Suçsuz olduğunu ancak öldükten sonra anlayabildim. İyiliğimi istiyordu, kendisi gibi yabani bir insan yetiştirirken. Zamanı gelirse, geldiğinde kendi çocuklarımla da benim benzer sorunlar yaşayabileceğimi çok sonraları fark edebildim. Bunun sıradan bir döngü olduğunu çok geç fark ettim ve artık ona fark ettirecek zamanım kalmamıştı. Ölmeden önce suçlu bulurdum, öldükten sonra şanslı bulmaya başladım onu. Dünyanın dertlerini dünyada bırakıp gitti... Benim artık suçlayabileceğim bir babam kalmadı. Kendimi suçluyorum artık hep... Babamı üzdüğüm gibi üzülmekten korktuğum için, evlilikten ve çocuk fikrinden soğudum. Bir ömür boyu mutlu olabileceğimiz kadınları her seferinde kendimden soğuttum. Ya ilgimle, ya ilgisizliğimle boğdum aşkları... Babamla ilişkimi rayına koyamadım; kimseyle koyamadım. Ondan en iyi öğrendiğim şeyi yaptım hep. Kavgalarda dünyanın en cüretkâr adamı, aşklarda dünyanın en korkak adamı oldum... Ben artık onunla öfke değil, sevgi sözcükleriyle konuşmam gerektiğini fark ettiğimde zamanımız dolmak üzereydi. Ölmeden hemen önce sarılabildim ilk defa babama, "Baba, seni seviyorum..." sözlerini duyduktan iki saat sonra da öldü. Nefesi kalmamıştı pek, benimle konuşamadı. Ben odadan çıkınca anneme, "Beni bu kadar çok sevdiğini bilmiyordum" demiş. Ben babamı hep sevdim; ama hep korkuyla sevdim... Korkuydu bütün hayatımı gurbete çeviren. Kavgalardaki cesaretim gitti ama aşklardaki korkularım kaldı. Çocuklarımın beni sevdiğini ölüm döşeğinde anlamaktan, onları sevdiğimi ölüm döşeğindeyken göstermekten çok korkuyorum... Ben babamı affettim, o beni affetti. Ama hayat aynen kaldı. Affettikten sonra birlikte yaşayacağımız zamanımız kalmadı. Ölmesin, hayatı paylaşalım isterdim; ama öldü. Bir kere öldü, tam öldü... # Baban kollarında ölürken sorarsın kendi kendine, 'Niye o? Niye ben değil?' diye. Umutsuzca gittikçe azalan kalp atışını gösteren dijital ekrana bakarsın ve babanın buz kesmiş ellerini öpersin ısınsın diye. Ağlamak istersin ama bakıyordur sana, ağlayamazsın üzülmesin diye. Dudaklarından yalanlar dökülür art arda. "Babacığım hani narkoz vermişlerdi ya ameliyatta sana, onun gibi bir iğne yaptılar, yavaş yavaş uyuyacaksın birazdan. Uyandığında ben buradayım". Ve baban sonsuza kadar uyur... Hemşireler zaten kapıda sonun gelmesini beklemektedirler. Gözlerini öpersin ellerinle kapatmadan önce, biri tam kapanmaz... 'Gözüm arkada kaldı' gibi değil de, 'Gözüm üzerinizde' der gibidir sanki. Hemşireler sizi odadan çıkarır. İki- üç adım atarsın sonra trafik kazasından kılpayı kurtulduktan sonra olduğu gibi dizlerin titremeye başlar. Nefes alamadığını fark edersin. Hem de uzun zamandır. İlk gördüğün ölümdür bu ve ilk gideceğin cenaze babanın cenazesidir. Allah'ı sorgularsın istemdışı, doktorları, hastalığı boyunca neler yapamamış olabileceğini. Ve en acısı, yediremezsin kendine. Tanrı tekse baban da tekdir çünkü... Avuntular ararsın... En sonunda babanı her akşam baktığın kutup yıldızında görürsün. Kitapları, çayı ve her gün eksik etmediği sinekkaydı tıraşıyla oranın kralıdır artık... *tna *** Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 13 Haziran , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 13 Haziran , 2006 Dün okumuştum bu yazıyı,henüz hiç bir yorum yapılmamışken daha... birşeyler yazmayı düşünmüştüm ama konuyu saptırmamak adına yazmamıştım ama şunu eklemek istiyorum bugün; Eğer anne ve babanızı ilk defa görüyorsanız 8 yaşınızda.. Eğer sırtınızda bir bilek kalınlığında bir odun kırılıyorsa henüz 10 yaşınızda... Eğer 19 yaşınızda babanız tarafından bıçaklandıktan sonra evden kaçıp başka bir şehirde inşaatlarda çalışırken üniversiteyi kazanıp bir başınıza, yine daha başka bir şehirde bir başınıza alıyorsanız soluğu... Eğer yeğeninizin bile sesini telefonda duyduğunuzda boğazınız düğümleniyorsa... Yaş yolun yarısına geldiğinde ve anne ve baba figürü kafanızda tamamen oturduğunda sorguluyorsanız eğer geçmişinizi,yaşadıklarınızı,yaşattıklarını... Galiba diyorum "var iken yok olmaları" daha acı verici.... Yüreğim yerinden koptu sanki adrenelin... Yaşamın bu acı gerceğiyle yaşayan bir dolu insanın bu sevgilerin en yücesinden anne baba sevgisi ve sıcaklığından uzak yaşamı omuzlamaya çalışırken neler yaşayabildikleriyle yüzleşmek çok derinden etkiledi beni... İçimde yaşattığım o küçük acı kırıntılarını hatırlattı bir kez daha ... Hani yaşamın hengamesinde karşılıklı unutulur ya... Gözlerinin içine bakarken yaşanabilecek sevgiler yerini hasret ve özlemlere bırakır ... Kimi kuzendir..kimi yeğen...Kimi eski bir dost...Kimi eski bir sevgili...Kimi platonik kalmış bir aşk... kimi yaşamın acılarını birlikte katık yapıp paylaştığın kader arkadaşı... Özlersin unutursun ,unutulursun...Başka sevgiler alır yerini karşılıklı bu hasret ve özlemlerin... Zaman geçer alışırsın...Bir gün bir şey hatırlatıverir..yüreğin dağılır... Acılar kaplasa da yüreğini yinede güzel anılar, hatıralar alır bu acıların yerini ...Avunursun... Alıntı
Φ suheda Gönderi tarihi: 14 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 14 Haziran , 2006 ÖMER BABA 11 yaşındaydım ben 49 yaşındaydı babam öldüğünde beyin kanamasından öldü,birden bire sokakta arkadaşına giderken düştü,düştü ve öldü bu kadar çabuk yani bir anda,ölüm ne kadar yakın bize ne kadar ince bir çizgi var ölümle hayat arasında hiç farkında değiliz.Allaha inancım tam hayat gibi ölümünde gerçeğini kabul etmişim kader. Onunla birlikte herşey yarım kaldı hayatımda daha dersimiz bitmemişti oysa daha ilk dersteydik sevgi dersinde sırada hayat dersi vardı,zorluklara karşı güçlü olma dersi,olaylar karşısında nasıl davranılması gerekir dersi...Zaman yetmedi tüm bunları bana öğretmesine,gitmesi gerekiyordu ve gitti..Öğrendim tüm bunları ama ben babamdan öğrenmek isterdim ondan öğrendiğim sadece sevgi oldu. Benim babam,kuzenlerimin komşu çocuklarının Ömer babası hala bunca yıl geçmiş olmasına rağmen ondan bahsederken Ömer baba diye bahseder hepsi.Çocukları çok severdi babam hiç kızdığını yada bağırdığını görmedim annem kızınca onun kucağına sığınırdım ne güvenli bir yerdi hayatım boyunca bir daha o güveni hissetmedim hissedemedim.... Babasının kızı derler bana birçok huyum ona benziyormuş öyle diyor annem özellikle cömertliğim ve merhametim ve her gittiğim yere mutlaka elim kolum dolu gitme huyum.Keşke tüm huylarım onun gibi olsaydı mesela hiç sinirlenmesem yada çok sabırlı olabilseydim ama değilim. Çok zordur babasızlık her başım sıkıştığında aklıma onun gelmesi bu yüzden herhalde.. Birde bayram sabahları vardır buz gibi mermer taşlarıyla bayramlaşmak ne kadar zor... Bilmiyorum herkes aynıdır mutlaka tüm çocuklar gibi babasını çok seven bir çocuktum ve hala öyleyim,ben onun hala küçük kızıyım bıraktığı gibi. O kadar çok şey yazılabilir ki bu konuyla ilgili gene içim sıkıldı.. Alıntı
Φ Terapi Gönderi tarihi: 14 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 14 Haziran , 2006 ÖLÜM HAKİKATI Ölüm o kadar kat'i ve zahirdir ki; bu günün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek. Bu hapishane nasılki mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat bir misafirhanedir. Öyle de: Bu zemin yüzü dahi, acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var. ......Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; elbette bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, bir mes'elesidir. ......Ölüm ya i'dam-ı ebedidir; hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir bâki aleme gitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis teskeresidir. Ve kabir ise, ya karanlıklı bir habs-i münferid ve dipsiz bir kuyudur veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nurani bir ziyafetgâh ve bağistana açılan bir kapıdır. Asa-yı Musa - 13 ......"Sizlere müjde!. Mevt; idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in'idam değil, belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir; bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır." Asa-yı Musa - 201 ......Ey bîçâreler! Mezaristana göçtüğünüz zaman, "Eyvah! Malımız harap olup, sa'yimiz heba oldu; şu güzel ve geniş dünyadan gidip; dar bir toprağa girdik." demeyiniz.. feryad edip me'yus olmayınız... Çünki: Sizin herşey'iniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfatını verecek; ve her hayır elinde; ve her hayrı yapabilecek bir Zât-ı Zülcelâl sizi celb edip, yer altında muvakkaten durdurur. Sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti, rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti, ücret almağa gidiyorsunuz. Asa-yı Musa - 202 ......Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun? Ve nereye sevk olunuyorsun? Otuzikinci Söz'ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes'ûdane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmiyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü'yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâl'in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Mübtelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecâzi mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, O'nun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi' gölgesi.. ve bütün Cennet, bütün letâifiyle, bir cilve-i rahmeti.. ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve câzibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Ma'bud-u Lemyezel'in, bir Mahbub-u Lâyezâl'in dâire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet'e çağrılıyorsunuz. Öyle ise, kabir kapısına ağlıyarak değil, gülerek giriniz. Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki: Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz! Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u dâimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nûra giriyorsunuz. Sahib ve Mâlik-i Hakikî'nin tarafına gidiyorsunuz... Ve Sultan-ı Ezelî'nin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz!.. Asa-yı Musa - 203 - 204 * * * ***************************** Dost istersen ALLAH yeter. Evet, o dost ise herşey dosttur. ***************************** Yaran istersen KUR'AN yeter. Evet, ondaki enbiya ve melâike ile hayâlen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder. ***************************** Mal istersen KANAAT yeter. Evet, kanaat eden, iktisat eder; iktisat eden, bereket bulur. ***************************** Düşman istersen NEFİS yeter. Evet, kendini beğenen, belayı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmiyen safayı bulur, rahmete gider. ***************************** Nasihat istersen ÖLÜM yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve ahiretine ciddi çalışır. Mektubat - 282 Benimde bir katkım olsun istedim.. Saygılar Rabbim hepimize yardım etsin önümüzde zor bir yolculuk var.... Hepimizi ve tüm ölmüşlerimizi bağışlasın affetsin...Çünkü aldandık ve aldanıyoruz.... Alıntı
Φ suheda Gönderi tarihi: 14 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 14 Haziran , 2006 Dün okumuştum bu yazıyı,henüz hiç bir yorum yapılmamışken daha... birşeyler yazmayı düşünmüştüm ama konuyu saptırmamak adına yazmamıştım ama şunu eklemek istiyorum bugün; Eğer anne ve babanızı ilk defa görüyorsanız 8 yaşınızda.. Eğer sırtınızda bir bilek kalınlığında bir odun kırılıyorsa henüz 10 yaşınızda... Eğer 19 yaşınızda babanız tarafından bıçaklandıktan sonra evden kaçıp başka bir şehirde inşaatlarda çalışırken üniversiteyi kazanıp bir başınıza, yine daha başka bir şehirde bir başınıza alıyorsanız soluğu... Eğer yeğeninizin bile sesini telefonda duyduğunuzda boğazınız düğümleniyorsa... Yaş yolun yarısına geldiğinde ve anne ve baba figürü kafanızda tamamen oturduğunda sorguluyorsanız eğer geçmişinizi,yaşadıklarınızı,yaşattıklarını... Galiba diyorum "var iken yok olmaları" daha acı verici.... Saçlarım uyuştu sanki okurken Adrenalin evet maalesef bunları yaşamak çok acı hayat bazen çok acımazsız sınavlara tabi tutar bizi önemli olan sabredip azmedip başarmak.Senin yazdıklarında madalyonun diğer tarafı olsa gerek. Var iken yok olmaları......Hiç düşünmedim bunu,tabi nedenleri ve şartları bilmediğimden yorumda yapamıycağım ama genede üzüldüm çok üzüldüm Alıntı
Φ bekir Gönderi tarihi: 14 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 14 Haziran , 2006 Bilmiyorum söze nerden başlanır...Ben kaç yaşındaydım annem öldüğünde.. Annem kaç yaşındaydı öldüğünde... Hangi tarihti... Orta okul sondaydım...Tarihleri hatırlamıyorum...14'ündeydim galiba...Babam, ailenin rızkını temin etmek için sürekli şehir dışında bir şirkette şoförlük yapmak zorunda olan babam...Dördüncü çocuğunu doğurduktan 2 gün sonra bir gece beni sahura kaldırıp yemeği benimle beraber yedikten sonra yatağa yattı. Kız kardeşimi emziriyordu ben de yan tarafına uzandım hafiften... Gözlerim önünde.... Off Allah'ım hani biri demiş ölümden niye korkuyorsunuz ki o varken siz yoksunuz siz varken o yok.. Ben annemiz yüzünde yavaş yavaş ölümü gördüm. Kalp krizi dediler... Babam defne yetişemedi. İstanbuldaydı...Geri gitmek zorunda da..Annem bizim herşeyimizdi...Hatırladığımda gözlerime bir nem çöküyor ama onu hatırladığımda aynı zamanda yüzüme de bir tebessüm yayılmıyor değil...Benim ilçem planet motorsikleti süren ilk kadını onunla gördü...Kim annemden söz etse ne iyi kadındı diyorlar..Hala unutulmadı...34 yaşındaydı öldüğünde... Aradan 12 yıl geçti.. Ölümün nasıl olup da insanları barıştırdığını bir yürek ettiğini ben orda gördüm bugün idrak ediyorum. Öldüğünü gördüğüm halde annemin ambulansa bindirilişini gördüğümde içimde uyanan ümidi şimdi hatırlıyorum. Allah'ım ümitvar olmak bu muydu? Nereye koşuyordum. Bize ne olacaktı. Annemsiz hayat nasıl olacaktı. Arkada kalmış 3 günlük bir çocukla 4 kardeş...Anne sol kaşımın üstüne vurduğun güğümden keşke daha büyük bir iz kalaydı alnımda. Keşke seni daha az üzeydim. Keşke o fakirlikte bisikletinde teksaçmanın da canı cehenneme olaydı...Doğum yapacağı zaman Bekir'i evden götürün ben ondan utanırım demişti de ben elin doktorlarına göstermeye utanmıyor da oğlundan mı utanıyor demiştim. Off ulan bekir, evdeki doğumundan haberin bile olmadı... Dağıldım galiba... Kaç defa düşündüm... Acaba annem yaşıyor olsaydı ne olurdu... Ben ne olurdum şimdi...Hala bekarım...Çocukluğumda yakalandığım verem, saçkıran hastalığını onun çabalarıyla atlatmıştım. 20'sinde tekrar yakalandığım saçkıran hastalığını acaba o olmadığı için mi atlatamadım... Bütün bir ortaokul sonunu köyde nenemgilde geçirdik. Babam bizi bırakmak zorundaydı...Nenem bize ne kadar bakabilirdi. Biz okula gitmeliydik...Hayatı gerekçelendirmek... Yaşarken kıymetini bildiğimiz insan ne az...Annem bizim her şeyimizmiş... Bu yaşa gelmek çok zor oldu... Evimizi yapan kadın evimizin de direğiymiş... Anlatamıyorum... Kelimeler, dil, herşey kifayetsiz kalıyor... Belki bir daha yazmaya çabalarım... belki o zaman anlatabilirim...Şimdi gidip bir yüzümü yıkamalıyım.. Alıntı
Φ Dimension Gönderi tarihi: 14 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 14 Haziran , 2006 ben hayata 1-0 yenik başladım doğduğum gün annemi kaybettim ama hiç sormadım neden öldü diye 8 yaşındayken babam gözümün önünde göz göre göre öldü şu an 17 yaşındayım onları tanımak isterdim. o yüzden eğer aranızda anne yada babası sağ olan varsa gidip onları bikere öpsünler. Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 14 Haziran , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 14 Haziran , 2006 *** *** Kızlarının, hem de uzun zamandır araları açık olan kızlarının nikâhına giderken ölen anne-baba, arkalarında nasıl bir ruh hali bırakmış olabilir? Böyle bir şey nasıl atlatılır?.. 'Hani böyle olayları anlatırken, 'İçimde çok kötü bir his vardı' falan diye başlarlar ya lafa, benim içimde hiç de kötü bir his yoktu" diye başlıyor anlatmaya Oya hanım, "Evde oturmuş tavuk yiyorduk. Annemle babam Swissotel'den yer ayırtmıştı. Arada geldiler mi acaba diye oteli arıyordum. Henüz gelmemişlerdi. Sonra telefon çaldı, arayan yengemdi, dayımın karısı. Acayip gıcık bir ses tonuyla, kelimelerin sonunu uzata uzata, 'Oya, annenler gelirken yolda kaza yapmııış, galiba baban ölmüüüüş, annen de hastanedeymiiiiş' dedi." Hani hiç ağlamaz diye düşündüğünüz insanlar vardır ya, onların ağladığına tanık olacağınız aklınıza bile gelmez, işte Oya hanım da onlardan biri ama ağlayabiliyormuş. Ve anladık ki, geçmiş kaşınınca, çoktan iyileştiği sanılan yaraların, aslında hiç kapanmadığı ortaya çıkıyormuş. Ayrıca hemen belirtelim, bu yazı dizisinde, öykülerine, daha doğrusu yaşadıkları trajedilere yer verdiğimiz insanların yüzlerini ve isimlerini gizlememeyi kararlaştırmıştık. Ne var ki, bugün bir istisna yapmak durumunda kaldık. Yaşananları size anlatmak için, bunları yaşayanın isteğine saygı gösterip ismini, cismini ifşa etmiyoruz. Müstear ismine Oya hanım diyoruz... Olay şu: 1991, Nisan ayında, Türk Hava Yolları grevdedir. Bir gün sonra evlenecek olan Oya hanımın annesi ve babası, nikâh için arabayla Ankara'dan İstanbul'a gelmektedir. İzmit'teki çimento fabrikasının yakınlarında, arkadan gelen bir otobüs araçlarının üzerine çıkar. Lüks araç paramparça olur. Baba olay yerinde, anne hastanede yaşamını yitirir. Ve o nikâh hiç olmaz. Birinci kritik nokta: Bu tür vakalarda 'kötü haber'i genellikle en saçma insanlar, en saçma üsluplarla verir. 'Öldüklerini söyleyemedim' Şimdi en başa dönelim. Oya hanım, ortaokul ve liseyi ailesinden uzakta, İstanbul'da, mutena bir okulda yatılı okumuş, ardından yine İstanbul'da gayet 'iyi' bir üniversitenin, gayet 'iyi' bir bölümünü kazanmıştı. Ne var ki, bu arada, özgür yaşamak ve mevcut aile kurallarına itaat etmemek gibi bir niyeti olmuştu. Bu yüzden, hali vakti son derece yerinde olan babasıyla inatlaşmak zorunda kalmış, onunla bütün maddi ilişkilerini kesmiş, yedi yılı aşkın bir süre de görüşmemişti. Annesiyle de zaman zaman, annesi onu ziyarete geldikçe birlikte olabilmişti. Bu sürede kötü koşullarda yaşamayı göze alıp çalışmıştı ve artık başarılı olduğu bir meslek sahibiydi. Yaşı ilerledikçe, daha makul düşünmeye başlamış, anne-babasıyla ilişkilerini düzeltmek için adımlar atmış, onları memnun edebilmek için, o dönem zaten aynı evi paylaştığı sevgilisiyle evlenmeye karar vermiş, nikâh için gün almıştı. Arkadaşlarıyla birlikte evde oturmuş tavuk yerken ve anne-babasının gelişini beklerken, her şey sanki iyi gidiyordu. Ama öyle değildi. Gelen telefonun ardından, biraz içgüdüsel bir biçimde, derhal o zamanın en iyi özel hastanesine koşturmuşlar ve bir ambulans alarak İzmit'e doğru yola çıkmışlardı. "Yengem annemin hastanede olduğunu söyleyince, durumu kötü olabilir, onu hemen İstanbul'a getirebilelim diye düşünmüştüm. İzmit'e vardık, hastaneye girdik, telaşla soruyoruz, o sırada yerleri süpüren bir hizmetli, 'Ha o öldüüü, gitti o da' dedi. Orada öyle kalakaldım" diye anlatıyor Oya hanım. İki kardeşi daha var. Biri ABD'de yaşıyor, diğeri ise o sırada Burdur'da asker. Onları bir biçimde haberdar etmek zorunda. Ama o tarihte daha cep telefonu diye bir alet yok insanlığın gündeminde ve iletişim hâlâ çok güç sağlanıyor. Yanında İzmit'e gelen arkadaşı, o arada nereden bulduysa, koca bir avuç jetonla çıkageliyor. ABD'deki kız kardeş aranıyor, "Ona öldüklerini söyleyemedim. Zaten çok uzun bir yoldan gelecek, bir de çok perişan olup gelmesin diye, kaza yaptıklarını, hastanede olduklarını söyledim. 'Haber vermeseydim kızardın' falan dedim. O ne kadar inandı bilmiyorum, derhal yola çıktı. Erkek kardeşime ise nasıl olduysa haber verilen komutanı anlatmış durumu, o da yola çıkmış zaten" diye anlatıyor Oya hanım. İkinci kritik nokta: Bazen anne-babayla ilişkileri düzeltmek için çok geç kalınabilir. 'Görmek istemedim' Olayın ilk şokuna rağmen son derece mantıklı adımlar atan Oya hanıma, anne-babasını son bir kez görmek isteyip istemediğini sorarlar. Yanındaki arkadaşı onu uyarır: "Onları hep o son gördüğü halleriyle hatırlayabilirsin." Oya hanım 'son bir kez görmek' istemez. "İyi ki o zaman özel televizyon kanalları bugünkü kadar yaygın değildi. Bir kamera çekse, görüntüleri tekrar tekrar nasıl yayımlarlar, haberi kim bilir nasıl verirlerdi" diye düşünüyor Oya hanım. O anne-babasını son bir kez görmek istemez ama anıları canlanır. İlk aklına gelen, iki ay kadar önce ona telefon açan annesini nasıl terslediğidir. "Telefon açıp, akşam otobüsüne bilet aldığını, ertesi gün bende olacağını söyledi. Sevgilimle birlikte yaşıyordum ama ailemle ilişkimizde bildik kurallara riayet ediyordum. Mesela annem geldiğinde sevgilim evde kalmıyordu. O geleceğini haber verdi diye bir anda her şeyi ayarlamak falan zor geldi, ona çıkıştım, 'Otele mi geliyorsun, niye emrivaki yapıyorsun?' diye. Hemen biletini iptal ettirdi. Ve onu bir daha göremedim. Sonra hep bunun acısını çektim." 'Teşhis'e bir başkası girmiştir. Bu arada bir polis, acısı katlanmasın diye ailesini son bir kez görmekten bile imtina eden Oya hanımla, "Anneniz öyle bir sıkışmıştı ki..." diye başlayan bir sohbet açmak istemektedir. Bir başka polis, "Üzerlerinden hiçbir şey çıkmadı" demiş, sonra, "Durun, durun, şu var" diye, otomobilin yangın söndürücüsünü eline tutuşturmuştur: "Annemin çantasının bile olmadığını söylediler. Halbuki bana telefonda nikâhım için son derece kıymetli bir pırlanta yüzük getirdiğini söylemişti. Babam aynı zamanda bir fuara katılmak için geliyordu İstanbul'a. En az 10 bin dolar nakit parası olması gerekirdi. Ama onlar annemin çantası bile olmadığını söylediler. Her şeyi talan etmişler! O an ne düşünebilirsin ki? Mesela otobüs şoförü tamamen suçlu bulundu. Daha önce de insanların öldüğü kazaları varmış zaten. Bizim orada hemen otobüse tedbir koydurmamız gerekirmiş. Ama hiçbir şey düşünecek halde değildim ki. Getirilen kâğıtları imzaladım, o kadar..." Sonra erkek kardeş gelir. Oya hanımın ailesiyle uzaklaşmasına yol açan özgürlük inadı, bilinçli bir tercih olmasa da, erkek kardeşiyle çok yakınlaşamamasına yol açmıştır. Zaten yurtdışında okuyan erkek kardeşle, ancak bölük-pörçük görüşebilmişlerdir. "Beni hiç tanımıyordu ki aslında. Geldiğinde ağır durumlar yaşadık. Onun da annemle babamı görmesini istemedim. Ve her şeyin arasında bana dönüp, 'Keşke bir erkek kardeşim olsaydı' dedi. O lafı unutamıyorum. Acısını benimle birlikte yaşayamıyordu..." Sonra İstanbul'a dönerler. Eve gelen insanlar, yüzler, sözler, pek çok şey tuhaftır. İşlevsel ziyaretten ziyade, acayip ziyaretler vardır. Oya hanım bir taziye ziyaretçisinin şu sözlerini unutamıyor mesela: "Ay cicim, bu zamanda da herkes ya kanserden, ya da trafikten gidiyor!.." Üçüncü kritik nokta: Taziye ziyaretlerinde münasebetsiz laflar edenlerden kurtuluş yok gibi bir şeydir. Akrabalara bazen katlanılmaz! Sonra ABD'deki kız kardeş gelir. Acı bir kez daha yaşanır. Cenazeler Ankara'ya, evlerine götürülmüştür. Yıkama işlemi yapılacaktır. Oya hanım, ısrarla annesinin cenazesini yıkama işleminde bulunmak isteyen bir arkadaşına içten içe çok sinirlenir: "O zaman kızmıştım, bir çeşit işgüzarlık gibi gelmişti. Seneler sonra, geçen sene yakın bir arkadaşımı kaybettim. İlk kez bir cenazenin yıkanma işleminde bulundum. Yıkadım daha doğrusu. Ve seneler sonra, o kadın iyi ki annemin cenazesi yıkanırken oradaymış diye düşündüm. Tanıdık birinin olması çok iyi..." Oya hanım ailesinden ne kadar kopuk olduğunu Ankara'da daha iyi anlamış. Apartmanlarında onu tanımayan bir sürü insan varmış mesela. Ailede iki kardeşin bir ablası daha olduğunu bile bilmeyenler varmış. Tabii ev insan dolu. Her köşede birileri fısır fısır konuşuyor. Yok efendim nasıl olmuş da, şöyle şöyle olmuş da... Ayrıntıya girenler, yorum yapanlar... Taziye ziyareti için gelenler arasında, dindar bir siyasetçinin tesettürlü eşi de varmış. Oya hanım ailesiyle nereden tanıştıklarını bilmiyor. "Kızım" demiş, "Sana hiç Allah'a sığın, dua oku gibi şeyler söylemeyeceğim. Ben de kardeşimi kaybettim. Bu acı geçmez. Ama dayanılır. Sen de dayanacaksın..." "Sonra, aileye ilişkin çok enteresan gözlemlerim oldu," diyor Oya hanım, "Mesela bir akrabamız arıyor, yarım yamalak tanıyorum, 'Aman falanca teyzene sakın yüz verme' diyor, 'Eşyalar dağıtılacak ya, falanca teyzen çok açgözlüdür, dikkat et, aman eve sokma', bir başkası, 'Annenin şu mantosunu bana ayır' diyor. Şoke oldum. İki yıl evdeki eşyaları hiç ellemedik, kimseye bir şey vermedik. İki yıl sonra ihtiyacı olanlara dağıttık." Dördüncü kritik nokta: Her akraba iyi akraba değildir. Hesaplaşma bitmez Cenaze ayrı bir yük. Acı katlanıyor. "Düşünüyorum da, bizim cenaze ritüellerimiz hiç de insanı rahatlatacak cinsten değil. En basiti, cenazede toplu dua okunuyor ya, hani hep beraber 'Amiiiin' diye yüksek sesle bağırıyor insanlar, imam orada duruma göre mesaj veriyordu mesela, 'Trafik kazalarından koru yarabbim' diye bağırıyor. Bir kere daha sana yüksek sesle olayı yaşatıyor" diye anlatıyor Oya hanım. Cenaze çok zor geçmiş. "Ama eve girmek daha zor oldu" diyor Oya hanım, "Annemin terlikleri orada öylece duruyordu. Buzdolabında yarısı yenmiş bir çilek tabağı. Her tarafta onların yaşamının izleri..." Peki ya sonrası? Kendisiyle nasıl hesaplaşmış? 'Keşke' dediği şeyleri çok düşünmüş mü? "Kafayı yememek için, 'keşke'leri kafandan uzak tutmaya çalışıyorsun. Ama hesaplaşma hiç bitmiyor. 15 sene geçmiş aradan, hâlâ burnumun direği sızlıyor. Önceleri çok rüya görüyordum, çok kötü rüyalar. Yıllar geçtikçe giderek azaldı ama son bulmadı. Sonra, kafayı ölümden sonrasına taktım. 10 seneye yakın onlardan uzak olmama rağmen, çok etkilenmiştim, okumadığım şey kalmadı. Bu sorunun cevabını bulmak için bütün din kitaplarını okudum, bilimsel kitapları inceledim, ölümden sonrası için bir şey bulmaya çalıştım. Açıkçası, hiçbir şey bulamadım. Ölümden sonrası yok. Kuran okumak hiç de rahatlatmıyor insanı..." Beşinci kritik nokta: Dini ritüeller demek ki her zaman işe yaramıyor. Hangi ölüm daha 'iyi'? Şimdi, bu kadar ani, bu kadar berbat bir kazayla hem anneyi, hem babayı kaybetmek nasıl bir şey? Kuşkusuz çok ağır bir travma. Bu travmayı atlattığınız zaman, yaşama bakış açınız artık tamamen değişmiş oluyor. Dert ettiğiniz saçma şeylerle ilgilenmemeye, onları yok saymaya başlıyorsunuz. Yerlerine daha önemli şeyler geçiyor. Oya hanım, kazadan sonra, kardeşleriyle iç içe bir yaşam sürmese de çok sevgi dolu ve yakın bir ilişki kurmuş. Başka kentlerde, hatta başka ülkelerde olsalar da, dünyaya bambaşka baksalar da, sürekli haberleşiyorlar, kendi aralarında özel bir ilişkileri ve dilleri var. Öte yandan hep bir tartışma vardır ya, ölüm ani gelirse mi insan daha çok etkilenir, yoksa önceden kestirildiğinde mi diye... Hakikaten, hangisi tercih edilir? Birisinde keskin bir acı, sizi hiç beklemediğiniz bir anda yakalıyor, sertçe vuruyor, ağır bir şok yaşıyorsunuz, diğerinde ise, ki bunlar genelde kanser vakalarında yaşanıyor, usulca ölüme hazırlanıyorsunuz, kendinizi alıştırmaya çalışıyorsunuz. İkilem işte böyle bir ikilem... Oya hanımın 'Hangisi tercih edilir?' sorusuna yanıtı çok açık: "Ölümün iyisi yok... İster ani olsun, ister yavaş yavaş, ölümün kendisi çok kötü. Bunun hazırlanması falan da olmaz..." *tna *** Alıntı
Φ Terapi Gönderi tarihi: 15 Haziran , 2006 Gönderi tarihi: 15 Haziran , 2006 ben hayata 1-0 yenik başladım doğduğum gün annemi kaybettim ama hiç sormadım neden öldü diye 8 yaşındayken babam gözümün önünde göz göre göre öldü şu an 17 yaşındayım onları tanımak isterdim. o yüzden eğer aranızda anne yada babası sağ olan varsa gidip onları bikere öpsünler. +++1 Alıntı
Φ GeceKuşu Gönderi tarihi: 15 Haziran , 2006 Yazar Gönderi tarihi: 15 Haziran , 2006 *** *** Eczacı Serap hanım, hep bir kızı olsun, annesiyle yaşadığı ilişkinin benzerini onunla yaşasın istermiş. Yakınları içinde en son annesini kaybetmeyi umarken, en önce onu yitirmiş. Ağır ve sancılı bir sürecin sonunda gelen ölüm, Serap hanımın da sağlığını etkilemiş Hep konuşulur ya, yakınlarını aniden kaybetmek mi daha acıdır, önceden öleceğini bilmek mi, diye. Bu saçma bir karşılaştırma. Her insanın yaşamında çok özel yeri olan annenin ya da babanın yitirilmesi, herhangi bir acı tarifine sığdırılamaz. Ailesinin tek çocuğu olan Eczacı Serap hanım, annesini uzun ve acılı bir sürecin sonunda kaybetmiş ve hep çok özel bir ilişki kurduğu o annenin acısı hâlâ dinmemiş. Serap hanım, bugün pek çok insanın yüzleşmek zorunda kaldığı, acı çektiği kanser illeti yüzünden kaybetmiş annesini. O uzun süreci şöyle anlatıyor: "Kanser, hem çeken için zor, ağır bir hastalık, hem etrafındaki insanlar için zor. Anneme önce rahim kanseri teşhisi konuldu, 1986 yılında. Hastalık başlangıç aşamasındaydı, ameliyat oldu. Ameliyatı yapan da bizim çok yakın dostumuz, apartmandan komşumuzdu. Ameliyatın ardından, tahlillere götürdük, bir başka doktor, ilerisi için, koruyucu olsun diye radyoterapi önerdi, fakat bunu anneme söylemek ne mümkün? Kıyametleri koparmış, 'Ben kanser miyim? Niye bana böyle dedi?' falan diye. O kadar hassas bir insan ki, biliyorsunuz, bu hastalık biraz da hastanın moraliyle ilgili, kafasına takarsa kötü olur diye düşündük. Doktordan, 'Bir yanlışlık oldu' demesini istedik. Düşündük ki, radyoterapiye girerse daha beter olacak, kafasına takacak, morali bozulacak, belki de hastalık tekrar nüksedecek. 'Yanlışlık oldu' diyerek hastaneden çıkardık. Hakikaten yedi yıl da hiçbir şey olmadı. Yedi yıl sonra yeniden başladı şikâyetleri ama başka şekilde açığa çıktı. Önce teşhis koyamadılar, kemik erimesi falan dediler, en sonunda anlaşıldı ki, kanser pankreasta yeniden nüksetmiş. Ondan sonra ameliyat oldu, zaten görümcem de dahiliye mütehassısı, hep konuşuyoruz, nedir, ne değildir, diye. Ameliyattan önce biliyorduk, bu bir kanser başlangıcıydı. Ama öyle bir şey ki, insan bildiği halde öyle bir şey çıkmasın diye ümit ediyor. Ameliyattan sonra doktor olan kuzenimle hocanın odasına girdik, kuzenime ameliyatı anlatıyor, ben de orada oturuyorum. 'Öyle bir noktada ki, hiç dokunamadık, hayati damarların geçtiği bir yeri tutmuş' dedi. Yaptıkları ameliyat, mideyi, 12 parmağı rahatlatmak için yapılmış bir ameliyat olmuş ve kanserli bölgeye dokunamadan kapatmışlar..." Çaresiz kalakalmak Belki de insanın en çaresiz kaldığı anlardan biri bu işte. Doktorlar geliyor, en sevdiğiniz insanın, kısa bir süre sonra size bir daha dönmemek üzere veda edeceğini söylüyorlar. Çaresizlikle, onu kaybedecek olmanın verdiği acı birbirine giriyor. Bir telaş başlıyor. Serap hanım, "O anda aklıma gelen ilk şey, 'Annem bunu bilmemeli' oldu" diyor, "O anlamadan bunu geçiştirmemiz lazımdı. Daha doktorun odasındayken, doktor kuzenim ağlamaya başladı. Odadan çıktık, onu ben teselli etmeye giriştim. Yukarıya, annemin yanına çıkamadı. Ben çıktım, hiçbir şey olmamış gibi. Ne yapacaksınız, herhalde böyle anlarda insan kendini otomatiğe bağlıyor, öyle bir şey ki, nasıl davranacağınızı bilemiyorsunuz. Çok ilgi gösterdiğinizde o ilgiden de şüpheleniyor. Gidip gelip öpen olduğunda, 'Aman, bu da beni son zamanlarda neden böyle şapır şupur öpüyor' demeye başladı. Aslında bir yandan kendisi de farkında, ama kondurmak da istemiyor. Ben şöyleyim, ben böyleyim diye hastalığın adını bile anmıyordu ama anlamıştır, çünkü hastalık süratle seyrediyordu. Doktor, 'Bunun süresi iki aydan başlar' dedi, iyi bir bakımla uzayabilir. Aslında 'iyi bir bakım' da değil o, bir noktada, hastayı ayakta tutmak için eziyet gibi bir şey oluyor yani son yaptıkları. Ne yapsınlar onlar da işte, ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Yaşatabildikleri kadar yaşatmak istiyorlar..." Serap hanımın annesi Türkan hanım, ilk ameliyatı olduktan sonra eve çıkmış, ne olursa olsun insanda bir yaşama içgüdüsü var, hep iyi olacağını ümit etmek istiyormuş. Fakat hastalık da hızlı seyrediyormuş. Türkan hanım yemek yiyemiyor, giderek zayıflıyormuş. Serap Hanım, "O sırada bir elbise almıştım, 'Ben de zayıfladım, bunun içine girerim' dedi, 'İyileşip ayağa kalkayım da, bundan bir tane de ben alayım.' Kalktı, elbiseyi denedi..." Elbette işler sadece hastayla sınırlı kalmıyor. Hele ilişkiler çok yakınsa, sevgi eşiği yüksekse, tüm aile olduğu gibi sarsılıyor. Serap hanımın ailesinde de durum böyle yaşanmış: "Babam bu stresler yüzünden spazm geçirdi, hastaneye yatırdık, anjiyo oldu. Tabii bir yandan annemi tekrar hastaneye yatırdık. Teyzem sağ olsun çok yardımcı oldu. Ben tek çocuğum, başka kardeşim yok. Birisinin sürekli yanında olmasını da istiyor ama doğrudan söylemiyor. Hayatı boyunca hep derdini imalarla anlattı. Üç gün teyzem kalıyordu yanında, üç gün ben. Yanına gittiğimde, sanki hiçbir şey yokmuş gibi, dışarıdan havadis veriyordum. Ses çıkarmadan dinliyordu. Ama alınıyormuş gibi de geliyordu, sanki durumunu umursamıyormuşum gibi, halbuki ben onu rahatlatmak için anlatıyordum sıradan şeyleri, yani insan nasıl davranacağını şaşırıyor. Hem ona bir şey belli etmeyeceksiniz, moralini iyi tutmaya çalışacaksınız, hem de fazla rahat olursanız bundan alınırmış gibi oluyor. Hani, 'Ben burada yatıyorum, hiç umurlarında değil' diye düşünürmüş gibi geliyor. Bu sefer o yatıyor, uyuyor, Allah'ım deli olacağım, sürekli düşünüyorum. Odanın içinde vakit geçirmek için bir şeyler yemeye başlıyorum. Zayıftım, bir gün bir arkadaşım geldi hastaneye, 'Ne oldun böyle' dedi, tanıyamadı. O kadar kilo almıştım. Sıkıntıdan... Eve geliyorum, o zaman çocuklar küçük, bir eşim var, işim var. Kızım anneme çok düşkün. O büyüttü onu. Bu sefer evde de normal davranmak zorundasınız. Kimse sizi çok üzgün görmeyecek, ağlarken görmeyecek..." Bu, aslında ölüme uzun süreli bir hazırlanma dönemi gibi. Hazırlanma işi ne kadar uzarsa, insan o kadar yıpranıyor. Ve o kadar acının ardından, kaçınılmaz son geliyor: "Biliyorsunuz ki bir yandan çok kötüleşiyor. En sonunda bir gece çok kötü olmuş, hastaneden, 'Artık eve götürün, zaten burada yapacak bir şey yok' dediler. Evde bekleyecektik artık. Aldık, ambulansla eve getirdik. Bu sefer evde başladı aynı şey, ben yanında oturuyorum, teyzem yatıyor, ben yatıyorum, teyzem oturuyor, hep soruyor, 'Nerede Serap?' diye, insanlar hep gözünün önünde olsun istiyor. Serumlarını takıyorum, bir hafta sonra fark ettim ki, artık iyice dalmaya başladı. Serum gitmiyor. Tamamen komaya giriyor, 'Serumu kapatın' dedi doktor. Tahmin ettim tabii o gün. Yanında oturup beklemeye dayanamadım. Oğlumu da alıp bir odaya kapandım. Babam, teyzem, başka yakınlarımız oturdular, beklediler. Artık her şey olup bittikten sonra, sabah gidip gördüm..." Peki ya sonrası?.. Sonrası zor oluyor tabii... Serap hanıma annesi hep dolaylı yoldan böyle durumlarda metin olması gerektiğini anlatırmış, imalarla. "Annem bize vasiyet ederdi," dermiş, "Ne kadar acı çekerseniz çekin, sakın kendinizi bırakmayın, kimse sizi saçınız başınız bir yerde kendinizi kaybetmiş görmesin." Serap hanımın kulağında hep o sözler varmış. "Kimsenin önünde dağılmayacağız diye zorladık kendimizi" diyor ve ölüm sonrası sessizliği anlatıyor: Sabır bir yerden çatlıyor "Bilmem ki, herkes belki de farklı yaşıyor. Kimisi her şeyi unutuyor, kendi acısını yaşıyor, bunu dışarıya vuruyor... Ben yapamıyorum, ister istemez etrafımdaki insanları düşünüyorum. Hatta biri eleştiriyle karışık, 'Sen hiçbir şeyi belli etmedin, nasıl yapabiliyorsun' dedi. Etrafımdaki insanları düşündüm o anda, babam var, kalp rahatsızlığı var, gözümün içine bakıyor adam, ne yapıyorum diye. Kızım var, anneannesine çok düşkün, onu kaybedince iyice bana sarılmaya başladı, o zaman ilkokul son sınıftaydı. Onun küçüğü oğlan var bir de, hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi görünüyordu, annemin ölümünden kısa süre sonraydı, televizyonda 'Sarı Zeybek'i seyrediyorduk, Atatürk'ün ölümü anlatılıyordu, hepimizin yüzü kötü oldu, bunu fark etti, gidip televizyonun önüne geçti, kollarını açtı, 'Seyretmeyin bunu' dedi. Bütün bunları görünce, 'Aman bana ne, çoluk çocuk ne yaparsa yapsın, ben ağlarım da, sızlarım da, kendimi yerden yere atarım da...' Böyle yapamıyorsunuz, insan içine atıyor. Etraftaki herkesi idare etmeye çalışmak, sürekli kontrollü davranmak, dağıtmamak... Bunlar kolay işler değil tabii. Bir yerden patlıyor. Serap hanım, bu kadar acının ardından ciddi sağlık sorunları yaşamış: "Bir seneye yakın hormon tedavisi görmek zorunda kaldım. Bir yandan, ruhsal yönden de kendimi tedavi etmeye çalıştım. İnsan tabii çok yakın birini kaybedince, hele bu ilk kayıpsa, ruhsal yapısı çok etkileniyor. Her şeyi düşünüp kurcalamaya başlıyorsunuz. Dinsel yönden, ilişkileriniz yönünden, her şeyi sorgulamaya başlıyor insan. Babama karşı da, eşime karşı da eskiden hiç söylemediğim şeyleri söylemeye başladım mesela. Eşim en sonunda, 'Sen eskiden böyle değildin, annen öldükten sonra değiştin' dedi. Eskiden kızıp da içime attığım şeyleri artık söylüyorum. İnsan hep bir sürü fedakârlık yapıyor. Ve bunlar normalleşiyor, unutuluyor, bazı şeyleri boşa yapmış oluyorsunuz hep kendinizden vererek. İnsanın bakış açısını bir ölüm değiştirir mi? Değiştiriyor işte... 'Ölüme bakışım tamamen değişti' "En son annemi kaybetmeyi düşünürken en önce onu kaybettim. Öyle şeylere inanmadığım halde sırf o öyle isterdi diye, onun ölüm yıldönümlerinde evde eşi dostu akrabaları toplayıp dua okuduk. Bana göre insan hayattayken bir şey yapıyorsa kendisi için yapar, okur da, ibadetini de yapar, ne isterse yapar. Öldükten sonra arkasından göndermenin bir anlamı yok. Ama sırf o isterdi diye, yılda bir sefer onu anma töreni gibi bir şeydi bu. Sevdikleriyle birlikte, onun istediği gibi... Sonra, en yakınını kaybettiğinde ölüm üzerine düşünüyor insan. Herhalde düşünce şeklim değişti. Hayatın ölümle bitmediğine inanmaya başladım. Bir şekilde, diyorum, hayat devam ediyor, belki başka bir boyuta geçiyorsunuz ama hayat sürüyor, hayat demeyelim ama o varlık... Bir şekilde o kaybolmamalı diyorsunuz. Mezarlığa gidip durma saplantım yok, zaten onu hep düşünüyorum. Mesela hâlâ bir şey olacağı zaman ondan mesaj alıyorum sanki. Eşimi kaybetmeden önce, rüyamda annemi kütüphanenin önüne boylu boyunca yatmış gördüm. Kötü görünmüyordu ama sanki bana bir şey anlatmak istiyordu. 'Ne anlatmaya çalışıyor acaba?' diye düşünüyordum. Birkaç gün sonra eşim ani bir beyin kanaması geçirdi ve ondan sonra da öldü..." 'Dalıyorum, elim telefona gidiyor' "Annemle aramızda hiç rekabet yoktu. Mesela ben hep bir kızım olsun isterdim, annemle olan ilişkim o kadar iyiydi ki, aynısı benimle kızım arasında yaşansın diye düşünürdüm. Ama aynı değil şimdi. O çok farklıydı. Ben sert çıkışlar yapsam bile annem sakin sakin dinlerdi. Çok sakin ve yumuşak bir insandı. Etrafımıza baktığımızda, karı-koca olarak da hep birbirini yemeler, kavgalar görüyoruz, babamla onun arasındaki ilişki de çok iyiydi. Sonra ben hiç tek çocuk gibi büyümedim. Evimizden akrabalarımız, misafirimiz eksik olmazdı. Annem hayatımda o kadar etkiliydi ki, hâlâ uykumda, daha doğrusu uyanmama yakın, 'Annemle ne zamandır konuşmadım, uyanayım da hemen bir telefon açayım,' diyorum. Yıllar geçse de en yakınlarınızı unutamıyorsunuz. Sanırım 70 yaşına da gelsem unutamayacağım. En çok sıkıntılarım olduğunda, unuturum öldüğünü, hep aklıma gelir, anneme telefon etsem, sonra birden uyanırım, 'Ama annem yok ki!..' Şimdi geriye baktığımda, keşke onunla daha fazla vakit geçirebilseydim dediğim oluyor. Eczacılık çok bağlayıcı bir iş, tamamen zaman sorunu nedeniyle anneme, aslında sevdiklerime vakit ayıramadım. 'Keşke' diye düşündüğümde, hep aklıma bu gelir, keşke daha fazla birlikte olabilseydik..." *tna *** Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.