Φ Radya Gönderi tarihi: 14 Ekim , 2013 Gönderi tarihi: 14 Ekim , 2013 ...nasıl gözleriniz görmeye, kulaklarınız duymaya yarıyorsa, insan yüreği de zamanı algılamaya yarar. Kör bir insan için gök kuşağının renkleri ve sağır bir insan için kuş sesleri nasıl boşunaysa, bütün bir yürekle algılanamayan zaman da öyle boşuna gider, kaybolur. Ama ne yazık ki, düzgün çarpmasını bildiği halde kör ve sağır nice yürekler vardır."Ya kalbim bir gün artık çarpmazsa" diye sordu Momo."O vakit senin için zaman biter, çocuğum" diye cevap verdi Hora Usta.|Michael Ende / Momo s.179| 2 Alıntı
Φ İNTERLOCK Gönderi tarihi: 15 Ekim , 2013 Gönderi tarihi: 15 Ekim , 2013 .. Kişinin beni anlamasının, hem de zorunlukla anlamasının koşulları, -bunları pek iyi bilirim..Benim yalnızca içtenliğime, tutkuma dayanabilmek için, düşünsel konularda katılık kertesinde dürüst olması gerekir kişinin..Dağlarda yaşamaya, alışkın olması gerekir-çağın siyasetinin ve halkların çıkarcılıklarınınsefil gevezeliğini kendi altında görmeğe.. Aldırmaz olmuş olması gerekir, hiç sormaması gerekir, "doğruluk yararlı mıdır? diye, bir kötü kader olup çıkar mı diye.. Bugün kimsenin sorma yürekliliğini göstermediği sorulara sertliğin verdiği yatkınlık; yasaklanmış olana yüreklilik; labirente önceden-belirlenmişlik,Yedi yalnızlıkta edinilmiş bir deneyim. Yeni bir müzik için yeni kulaklar. En uzaklar için yeni gözler.. Şimdiye dek sağır kalınmış doğrular için yeni bir vicdan. Ve yüce üslubun iktisat istemi: gücünü, heyecanlanmalarını derli-toplu tutmak.. Kendi kendine saygı; kendi kendine sevgi; kendi kendisi karşısında koşulsuz bir özgürlük.. İşte! Bunlardır benim okurlarım ancak, benim sahici okurlarım, benim önceden belirlenmiş okurlarım! geri kalan neye yarar ki- geri kalan, insanlıktır yalnızca.. Kişinin, gücüyle, ruhunun yüksekliğiyle, insanlığa tepeden bakması gerekir-hor görüşüyle.. .. Alıntı
Φ irinçköl Gönderi tarihi: 20 Ekim , 2013 Gönderi tarihi: 20 Ekim , 2013 Basit ve Üstün İnsanlarİnsanlar basit ve üstün olarak ikiye ayrılırlar. Basit olanlar, yalnızca insan cinsini üretmeye yararlar.Diğerleri de, yeni şeyler söylemek isteğiyle doğmuş üstün insanlardır. Toplum, muhafazakarlık görevini yerine getirmek için çok kez bu insanları asıyor - kesiyor ya da her türlü hareket imkanından mahrum ediyor. Ama yine aynı toplum, bir nesil sonra bu astığı insanların anıtını dikip, onlara saygı gösterisinde bulunuyor. İlk bölüm şimdinin adamıyken, ikincisi hep geleceğin adamıdır. Birinciler dünyayı korur ve nüfusu çoğaltırlar. İkincilerse onu hareket ettirir ve asıl amaca doğru yürütürler..Dostoyevski - SUÇ VE CEZA 1 Alıntı
Φ tülvent Gönderi tarihi: 22 Ekim , 2013 Yazar Gönderi tarihi: 22 Ekim , 2013 -neden beni hiç aramadın? diye sordu. -seni düşünmekle o kadar mesguldum ki, aramayi unuttum. -beni düşünmeni değil, aramanı isterdim. -seni düşünmezsem, arayamam ki. -beni düşündüğünde de aramıyorsun. -biliyorum, mükemmel bir ikilem bu. Aralik Roman - Gokcen Yilmazturk Alıntı
Φ tülvent Gönderi tarihi: 23 Ekim , 2013 Yazar Gönderi tarihi: 23 Ekim , 2013 Bırakmak gerek, geride olan her şeyi orada bırakmak gerek.. hayat, şimdi, burada. Olmuş olan her şey, olmamış olan her şeye yer açmak için unutulacak. 'Allah'a değil, ama insana olan inancım sarsılıyor ki bu da biraz tehlikeli' O gemi bana gelecek biliyorum. zaferlerimin mermer sütunları arasında şüphe gölgesibi tanımamış bir kalp ile bekliyorum. tanrıların yedi güne ve yedi geceye ihtiyacı var, biliyorum. Başka kadınların çaresizliklerine öfkelenen kadınlar muhakkak kendi çaresizliklerine öfkeleniyordur. Kendi sümüğünün tadını keşfetmiş bir çocuk gibi salyangozum. Kaderin önüne geçecek kadar çabuk davrananlar, kendilerini de geride bırakmaya mecburdurlar. Biri bana sarılırsa ayakta duramam. çünkü... çünkü kalbim ablukada kalır o vakit. düşmana teslim olmak daha kolay. onurun kırılır en fazla, ama beni seven birine teslim olursam... esir düşerim. İhtiyarlara bakıyorum. Krep sipariş etmişler, geliyor. Bir plağın çizilmiş kısmı gibiler, hareketleri kesik,kesik. İkisinin yüzü de eskiden olan bir şeyi hatırlamaya çalışır gibi büzüşmüş, deryalara bakıyorlar. Birlikte değil gibiler bir yandan. Adam kadının, kadın adamın orada olduğunu sanki kısa aralıklarla unutuyor gibi. Bir yandan da o kadar ayrılmaz parçası olmuşlar ki birbirlerinin sanki birbirlerine karınlarından bir telekomünikasyon hattıyla bağlılar. Krepten bahsediyorlar dört cümle. O dört cümle binlerce kez söylenmiş yarım telaffuz edilse de anlaşılıyor. Niye ateşkes yaptıklarını hatırlamaya çalışan iki kadim ülke gibi oturuyorlar. Garson onlara oranla öyle hızlı hareket ediyor ki bir terör eylemi gibi görünüyor.İki portakal suyunu getirişi. Atmosferlerine girip lanet gezegenlerini nihayet yok edecek tek göktaşı şansını da kaybetmişcesine bozuluyorlar. Günün birinde bir erkek kalbinin çölünde bir serap gördüm. Serap yağmur duasına dönüştü zamanla, dua deryaya. Böylece doldurdum kumu balıklarla. Seraptan da duadan da yorulduğum zamanlarda adam döndü bir deniz-mezarlığa. Balıklar çırpınmadan bir anda öldü ve gördüm ki ben, yine aynı adamda yeniden icat edebiliyorum suyu, yeniden serap, yeniden derya, ve yine dolduruyorum balıklarla bir adamın çölünü. Bütün aşklar budur. Aşk kadın yorulunca biter. Kadınlar bir adamı değil, bir mezarlığı terk eder. Sendeki sende kalacak. kimse ile ilgili değildi, kimse ile ilgili olmayacak. Aşk onunla ilgili değildi, olmayacak. Yerine başkası gelecek, aşk hep sende olacak. Gelecek olana yer aç! Ey yelkenini bana açtığını bilmeden bana varmış kahraman! Ben, benim gibiler için kurdum bu ülkeyi. Biliyorum senin de kaçtığını. bir şey aradığını, çünkü dalgalar, bu kıyıya ancak bizim gibileri taşırlar. Düğümlere Üfleyen Kadınlar - Ece Temelkuran Alıntı
Φ tülvent Gönderi tarihi: 2 Kasım , 2013 Yazar Gönderi tarihi: 2 Kasım , 2013 Güzellik, bakmayı bilen gözdedir sevgilim. Artık kendime layık olanı seçebiliyorum sayende. Bir insanıngözlerine bakıp, kalbini görebiliyorum her seferinde. Eskisi gibi değilim. Neden mi senden çok daha öndeyim? Herkesin dünyası kendi gördüğü kadardır sevgilim. Sen önüne bakarken, ben uzakları ezberledim. Sen olup bitenlerle ilgilenirken, ben olmayanın izindeydim. Çivi çiviyi sökermiş, yalnızlığı kanatan hüzünlü şarkılar,yalnızlığa iyi gelirmiş. İşte ben bu şekilde hayata karşı direndim. Keşke bana akıl vereceğine, aklımı alacakkadar beni sevseydin. Ben, bir çocukluk edip büyüdüm işte! Sen büyümüşsün ama doğmamışsın bile. Ben, senin doğrundum sevgili. Ötekiler gelip geçerdi. Sen doğru olanı değil, geçerli olanı seçtin. Terk etmek kazanan olmaya yeter zannettin. Bana, bir veba busesi bırakıp gittin; bak şimdi yerini başkaları aldı. Bu aşkın vebası sende, busesi bende kaldı. Seçtiğin yolda sana mutluluklar diliyorum. Unutmak alışmaktır. Unutursun demiyorum… Ama alışacaksın biliyorum. Kahraman Tazeoğlu - Bukre Alıntı
Φ tülvent Gönderi tarihi: 3 Kasım , 2013 Yazar Gönderi tarihi: 3 Kasım , 2013 “Artık güz mü geliyor?” diye sordu büyükannem, duyulmaz bir sesle. Rüzgâr çabuk kuruyan elma yapraklarını, çürümüş çam ve kil kokan ıslak tozları, bir muştu böceğini ve perdeleri odaya doldurdu. Komşu suratını astı, sakalını kaşıyıp. “Kış erken gelecek,” dedi babama, “usandıracak gene.” Koyu bulutlar toplanıyordu. Küçük saat çaldı. Rüzgâr karanlık bir havayı perdelere doldurdu. Gözlerimi kısıp dışarı bakınca evin büyük bir gemi gibi ağır ağır gittiğini gördüm. Birden küçük bir sağanakla ürperdi hava. Saçaklara sesli, iri damlalar döküldü. Üşür gibi oldum. Yeni alınmış, bomboş, ak defterin ya da çıkmaya hazırlandığım bir yolculuğun o sevimli, kaygan dili geçti içimden. Hemen çekip gitmek, çekip gitmek, çekip gitmek… Kalktım, bir bardak su içtim. (…) Onat Kutlar - İshak’ta yer alan “Çatı” adlı öyküsünden… Alıntı
Φ tülvent Gönderi tarihi: 3 Kasım , 2013 Yazar Gönderi tarihi: 3 Kasım , 2013 “ Yolculuk ilginçtir. yaşamın sürekliliği içinde, başlı başına kesitler oluştururlar.dağlardan, deniz kıyılarından, kentlerden, gecelerden geçilir. insanlardan geçilir. irmaklar görülür. insanlar görülür.kalabalık ya da bomboş istasyonlar belirir.sonra herhangi bir ormanla karşılaşırsın. belki birkaç gün önce geçtiğin bir orman. bir kent.ağaçların kızıl kahverengiliğini, yeşilliğini, çıplaklığını algılamış mıydım, diye sorarsın kendi kendine.yol kıyısında bir başına bir çocuk durur.büyük bir siyah şemsiye tutar elinde. yeşil, yün örgüsü bir başlık giymiştir.elinde gene yeşil, çırtlak yeşil bir plastik torba tutuyordur.yanı başında güttüğü iki koyun durur. çocuk, kendini bürüyen yalnızlığın, boşluğun bilincinde değildir.ve diğer dünyaların. her insanın oluşturduğu bir bütün dünyanın. sonra yol ilerler.dünyalara açılan yeni yaşamlardır yolculuklar.”'' sevgi inandırıcı değildir. düşüncelerin bulduğu, düşüncelerin biçimlendirdiği bir durumdur. düşünüldüğü oranda büyür, derinleşir, büyütülür, derinleştirilir.ne denli düşünülürse, o denli büyür.o denli dayanılmaz boyutlara ulaşır, ulaştırılır. gerçekleştirilemez. soyutlaşır .ve hiçbir zaman bitmez. yaşam gibi ölüm gibi...''''insan sevgiye biri yanımızda olmadığından acı çekene dek dayanır;oysa gerçek yalnızlık dayanılmaz bir hücredir.''"ve bana geceler yetmiyor. günler yetmiyor. insan olmak yetmiyor.sözcükler, diller yetmiyor. bir an balkona çıkıyorum. güneşin berlin yapıları gerisinde nasıl batmaya uğraştığınıgörüyorum. insanlar arabalarını park ediyor. renkli, yeni arabalarını. park ediyorlar ya da hareket ediyorlar.yaşlandıkça insanlarla aramdaki uçurum büyüyor. arabalardaki, uçaklardaki, resmi dairelerdeki, otobüslerdeki,dükkanlardaki, caddelerdeki insanlarla aramdaki uçurum. eşyalarla da öyle.yolculuklara dönüyorum. kentlerden sakladığım resimlere.duramam.artık bundan böyle acıları mutluluk olarak nitelendirmeye karar verdim.yaşamımın en mutlu anlarında da aynı güçle acıyı duymadım mı.ve acıların ötesinde bir beklenti vardı: kendi dünyamın beklentisi.kendi odamda içebileceğim sabah çayının beklentisi..kimse senin kadar güzel, hiç kimse senin kadar canlı gitmedi ölüme.dün uzun süre balkonda oturdum. ağaçların tepeleri görünüyor.bugünlerde yavaş yavaş çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçların.zaman zaman kendimi tüm insanlıktan daha güçlü duyuyorum,ama kendimi aynı anda çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçlar kadar da bırakılmış duyuyorum.özellikle ben'in, ben'i bıraktığı anlarda. ya da ikisi bütünleştiğinde.ve birdenbire, şimdiye dek hiç algılamadığım bir duygu gelip beni buluyor: bırakılmışlığın tadı..duramam.."'' .. ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularınınsizler için hiç bir değeri yok ki. bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. ama hayır, hiç değilse susarakhepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızlahiç bağdaşan yönüm yok. aranızda dolaşmak için giyiniyorum. iyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. aranızda dolaşmakiçin çalışıyorum. istediğimi çalışmama izin verdiğiniz için. içgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için.hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz.yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. evlerinizle. okullarınızla. iş yerlerinizle. özel ya da resmi kuruluşlarınızlaiçimi kemirttiniz. ölmek istedim, dirilttiniz. yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz.aç kalmayı denedim, serum verdiniz. delirdim, kafama elektrik verdiniz. hiç aile olunmayacak bir insanla bir araya geldim, gene aile olduk. ben bütün bunların dışındayım. şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken,hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta,iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.insan çoğu kez her şeyin son bulduğu duygusuna kapılıyor,oysa yaşamın sonsuzluğunu algılayabilmek için bile yeterli değil bir insan ömrü.,," her anı ölüdür.şimdi sen de bir anısın. sen de ölüsün. her zaman benimle birlikte olan, birlikte taşıdığım, yaşadığım sözcüklerime dönmemgerek. sözcüklerim olmadan o gökyüzüne nasıl dayanabilirdim. o caddeye, o geceye, gecelere, uykuyla uyanıklık arasındaöylesine yatıp uyuyamadığım için sinirlendiğim ve her şeyi düşünüp, kalkıp düşündüklerimi sözcüklere çeviremediğimgecelere. ya da uykunun ölümsü derinliğinde var oluşumuzun küçüklüğünü algıladığım gecelere.bu yaşam, beni ancak içimde esen rüzgârları, içimde seven sevgileri, içimde ölen ölümü, içimden taşmak isteyen yaşamı,sözcüklere dönüştürebildiğim zaman ve sözcükler, o rüzgâra, o ölüme, o sevgiye yaklaşabildiği zaman dolduruyor.başka hiçbir şey.şimdi sen bir anısın. tenin herhangi bir yerde sürdürecek yaşamını.hiçbir sevginin ardından gidemem.sevgi inandırıcı değildir. düşüncelerin bulduğu, düşüncelerin biçimlendirdiği bir durumdur.düşünüldüğü oranda büyür, derinleşir, büyütülür derinleştirilir. ne denli düşünülürse, o denli büyür.o denli dayanılmaz boyutlara ulaşır, ulaştırılır. gerçekleştirilemez.soyutlaşır. ve hiç bir zaman bitmez. yaşam gibi.ölüm gibi.""boş bir caddede yürüme olanağı bile yok. her köşe, her cadde öyle dolu, öyle dolu, öyle dolu ve bu doluluk içinde öyle boş, öyle boş, öyle boş ki...""sınırları tanıyan, benimseyen bu sınırlara uyum gösteren hiçbir insan, karşı çıkmanın sonundaki bireysel bağımsızlığaerişemeyecek. hem karşı çıkıp, hem de sınırlarda yaşayan insan, yaşamı boyunca çıkmazından sıyrılamayacak.huzursuzluk duyacak, ve ne yaşamdan hoşnut olacak, ne de rahatlıkla ölebilecek. yaşlandıkça ölüm korkusu büyüyecek.başkalarının yanında kendini güçlü göstermeye yeltense de, yalnız kaldığında, hiç değilse kendi kendineyalan söylediğinin bilincine varacak.bu bilince varsa, o bile bir adım. birçoğu yalanı gerçek gibi algılayacak kadar sıyrılmış kişisel özgürlükten.oysa insan hem yaşamı, bize sunulan bu en yüce olguyu, hem de yaşam sonunda sonsuzluğa varmayı hak etmek zorunda.yaşam, bu gelişmeye tüm kapılarını açan bir olgu. gelişigüzel geçip gidilecek bir varoluş değil insan varoluşu.biçimlendirilecek, değiştirilecek, sınırsızlaştırılacak bir her şey.""o susarken, sigara içerken, bakarken, uyurken, severken, solurken.sanki bunalımı bile rahatlatıcı. o varken ya da yokken. teninin bu denli güzelliği sonsuz durgunluktan kaynaklanıyor vebana bu sonsuz yeryüzünden, yaşamdan ve ölümden daha da sonsuz geliyor.işte bu duygu nedeniyle onunla olmalıyım, onsuz bile olsam. diğer ilişkileri nasılsa ben sahneliyorum""bir yüksekliğin, bir başıma olduğum bir yüksekliğin en ucundayım. inemiyorum. yaşayamıyorum.ölemiyorum""şimdi kent merkezinde yüksek bir yapının ikinci katında oturuyorum.buranın mı, türkiye'nin mi daha karmaşık olduğunu düşünüyorum. hemen hemen aynı karmaşıklık.önümde gene bir zafer anıtı... bir ülkenin zaferi, diğer ülkenin yenilgisi.zaferler de yenilgiler de insan ölüleri üzerinden geçiyor.""yaşamın daha doğrusu yaşamın ortasında, tüm özlemlerimin doyumsuz kaldığını nasıl da algılıyorum.ama artık yorulmaksızın aramak yok. aranan yaşantılar arandı. yaşandı. bir kısmı gömüldü. yeniden toprak oldu.canlılıklarını duyduğum, canlılıklarını birlikte bölüştüğüm birtakım insanlar gitti. onlar adına, onları da özlemek, onlar için özlemek, onlar için de sevmek. insan yaşamının mutlak en önemli olgusu sevilen bir insanı özlemek, istemek...onun yanındayken de özlemek, istemek. oysa yaşam genellikle insanın bir başına kalması. uykuda. uykuyu ararken. derin uykuların ötesinde bile zaman zaman düşünde sezinlemiyor mu insan bir başınalığın çaresizliğini?""bütün yaşama cesaretimi ölülerden alıyorum. anlatılarım da yaşadığım ölülerden.bu kahrolası dünyayı, yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden.dünyanın ihtiyacı olan, her olguyu vermiş, söylemiş, yazmış ölülerden.""tüm duyguların en güzeli duygusuzluk; öyle bir duygusuzluk ki,insanın tüm dünyayı ve insanları kucaklayabileceği duygusuzluğunun duygusu...""her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu.belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi.sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük. belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar, ya da sevgiyi sevgi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar.oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı, ama sen, senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik,sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. birisinin teniyle yanyana olmak, kendi var oluşunu unutmak mı,ya da daha derin algılamak mı? her var oluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu." Yaşamın Ucuna Yolculuk - Tezer Özlü Alıntı
Φ tülvent Gönderi tarihi: 4 Kasım , 2013 Yazar Gönderi tarihi: 4 Kasım , 2013 72 doğumlu Hüseyin Yanç’ın öyküsü: Dersim'in Şığso Köyü'nde doğdu. Dağlarda devrimci oldu. Şam'da PKK'lı... Elazığ'da itirafçı, Silivri'de Ergenekoncu..."Terörist Başı" Abdullah Öcalan'ın hevaliydi, yıllarca çatıştığı, düşmanı Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un "suç ortağı" yaptılar.Dağlarda âşık oldu, sevişti.Çatıştı, ölümü gördü. Pişmanlığı da tanıdı, direnişi de...İnsan sarrafıydı, İstanbul'da çırak çıktı, hep dolandırıldı.Nevşehir cezaevinden tünel kazıp kaçtı.Silivri'den kaçmamaya yemin etti.Bıçak sırtında yaşadı.Hep "ötekilerin" tarafına düştü.Dersim dağlarından, Silivri'nin bulutlarına yükselen gerçek bir yaşamın, Rızgar'ın romanı. Tanıtım Bülteninden Alıntı
Φ Radya Gönderi tarihi: 8 Kasım , 2013 Gönderi tarihi: 8 Kasım , 2013 O birden bire büyük ve güzel ellerini, yaratılış ve hayat mucizesinin kaynağı olan ellerini, uzayın göğsünden uzattı. İki avvucunu yan yana tuttu. Nasıl geçtiğini anlamadığım gizemli bir anda, ateşten bir dağ, deli, kasıp kavuran ve yerinde duramayan bir ateş ortaya çıktı avuçlarında. Ucu, göğün göğsünde gözlerden dökülüyordu. Rengi güneşin kalbi gibiydi. Korku verici bir güzelliği, vahşi bir azameti vardı. Nur görkemindeydi görkemi. Fakat şimşek gibi kaçıyor, parıltısı kayboluyordu. Gizemli bir dertten ya da dayanılmaz bir hazdan kıvranan korkunç bir yanardağdı. Şekli belirgin değildi, fakat sürekli değişmekte olduğunu görüyordum. Yokluğun bedeni titremeye başlamıştı. Korku, bütün kainatı suskunluğa gark etmişti. Birden bire Tanrı'nın sesi, varlığı yokluk sessizliğine gömdü. Ses onu dağlara, ovalara ve denizlere sundu. Korkudan hiçbirinin cevap verecek gücü yoktu. Uzun boylu dağlar kağıttan fener gibi katlanıp küçüldü. Geniş ovalar eteklerini topladılar. Denizler kaçmaya başladılar. Hepsi onu üstlenmekten kaçındı. Ben üstlendim, biz üstlendik! O şaşkınlık içindeydi. Öne çıktım ve melekûtun korkulu bakışları önünde o gazaplı ateş dağını Tanrı'nın elinden aldım. Tanrı, yüzünde sevinç gülleri açar ve dudaklarından güzel tebessümün sevgi balı dökülürken dedi: -Ah, ne kadar da cahil ve zalimsin! Gözüm ve gönlüm, ezelden beri Tanrı'nın dudaklarından dökülen en muhteşem övgüyü andıran bu azarlamadan dolayı şükür ve gözyaşıyla doldu. Öfke ve memnuniyetsizlik meleklerin yüzlerinden okunuyordu. Tanrı onlara "adlar"sordu. Hiçbiri bilemedi. Dediler, senin öğrettiğinden başka bilgimiz yok bizim. Sonra bana sordu. Hepsini bir bir cevapladım. Tanrı onlara seslendi: "Gördünüz! Ben sizin bilmediğinizi bilirim!" Çaresiz acıyla sustular. Sonra Tanrı onlara emretti: "Hepiniz, büyüğünüz, küçüğünüz, uzağınız yakınınız, bunların ayaklarına kapanın." Buyruk Tanrı'nın buyruğuydu. Hepsi secdeye baş koydular; tuğyan eden Şeytan'dan başka. Ali Şeriati - Çöle İniş (Hubut - Kevir) Alıntı
Φ İNTERLOCK Gönderi tarihi: 8 Kasım , 2013 Gönderi tarihi: 8 Kasım , 2013 .. "Tanrı onlara 'adlar' sordu." .. burada ad; sema'dan sürekli akıp-gelen.. acı verici.. terbiye edici.. "evrensel dil" dir.. ve tek dil kullanan.. diğer dillerin kur'ansal anlamlarından bî haber.. ve bu doğrultuda.. te'vil ilminden uzak.. figüratif tefsirler.. böylesi şa'şaa'lı hikâyeler ile.. hitab edenler.. sadece kendine benzeyenleri.. cezb ederler-ki "tuğyan eden Şeytan'" budur! ** Âl-i İmrân 7 Kitap'ı sana indiren O'dur: Onun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir ki; onlar Kitap'ın anasıdır. Diğer ayetlerse müteşâbihlerdir. Şu var ki, kalplerinde bir eğrilik ve bozukluk bulunanlar, fitne aramak, onun teviline öncelik tanımak için Kitap'ın sadece müteşâbih kısmının ardına düşerler. Onun tevilini ise bir Allah bilir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar. Bunlar, "Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır." derler. Gönül ve akıl sahiplerinden başkası gereğince düşünemez. A’râf 53 Onun yalnız tevilini gözetirler. Onun tevili geldiği gün, daha önce onu unutanlar şöyle derler: "İnan olsun, Rabbimizin resulleri gerçeği getirmişler! Acaba bizim için şefaatçılar var mı ki, bize şefaat etsinler; yahut daha önce yaptıklarımızdan başkasını yapalım diye geri gönderilebilir miyiz?" Öz benliklerini hüsrana ittiler. İftiralarına âlet ettikleri, onlardan uzaklaşıp kayboldu. .. Alıntı
Φ İNTERLOCK Gönderi tarihi: 8 Kasım , 2013 Gönderi tarihi: 8 Kasım , 2013 .. bu konuda ve "dil" kelimesi üzerine bi kaç söz söyliyelim: Dil: Gönül, Kalb, Niyet, Lisân, Zebân, Lügât, Calût. Dil ve Gönül benzerliğini kullanacak olursak.. daha önce bloğumdaki.. "gönül şarkıları" bahsinin alt notunda: Feza; Esir; Atmosfer; Ay-Altı Âlem olarak belirtmiş idik.. merhaba.. Alıntı
Φ Radya Gönderi tarihi: 4 Aralık , 2013 Gönderi tarihi: 4 Aralık , 2013 Çoktandır kafamı kurcalayan bir şey var. Niçin insanlar birbirlerine karşı açık yürekli davranmıyorlar? Neden en iyi insan bile karşısındakinden bir şeyler gizliyor, bütün düşündüklerini söylemiyor? Sözlerimizin yabana atılmadığını bildiğimiz zamanlar bile neden içimizden geçenleri olduğu gibi söylemiyoruz? Nedense herkes olduğundan sert görünmek istiyor. Duygularını hemen açığa vurursa altta kalacakmış, küçük düşürülecekmiş gibi bir korkuya kapılıyor.Beyaz Geceler / Fyodor Dostoyevski 1 Alıntı
Φ Radya Gönderi tarihi: 11 Ocak , 2014 Gönderi tarihi: 11 Ocak , 2014 Bahçeden kopardığı bir sap üzümü sofraya koyan insanın basit ve saf mutluluğunu kalbim hissedebiliyorsa, keyfime diyecek yoktur.Çünkü o yalnızca üzümü değil, bütün güzel günleri, onu ektiği o tatlı sabahı, suladığı o tatlı akşamları da sofraya koymuş olur. Üzümün günbegün büyümesi ona haz verdiği için her şeyin tadına bir anda yeniden varır.|Johann Wolfang von Goethe / Genç Werther’in Acıları| Alıntı
Φ Radya Gönderi tarihi: 23 Ağustos , 2014 Gönderi tarihi: 23 Ağustos , 2014 Bu öyküyü anlatırken yakınıyor değilim; çünkü Yaşam'dan kuşku duyanlar yakınır, bense ona kesinlikle bağlıyım ve inanıyorum. Yaşam'ın kadehinden içtiğim her yudumun içine karışmış olan acının değerine inanıyorum. Yüreğime işleyen elemin güzelliğine inanıyorum. Yüreğimi kıskaç gibi sıkan bu çelik parmakların bitip tükenmeyen merhametine inanıyorum.Sözler / Halil CİBRAN 2 Alıntı
Φ Radya Gönderi tarihi: 1 Ekim , 2014 Gönderi tarihi: 1 Ekim , 2014 “Onun dediğine göre, rüzgâr denen şey yalnızca rüzgâr değildi… Okumasını bilmek gerekirdi onu. Bunu bilenler, rüzgârın içinde hayata dair hemen hemen her şeyi bulabilirdi. Çünkü binlerce bitkinin kokusu vardı rüzgârda, binlerce bitkinin şekli, rengi ve fısıltısı vardı. İnsan sesleri vardı sonra çeşit çeşit, hayvan sesleri, tepelerin yüksekliği, denizlerin genişliği, nehirlerin uzunluğu vardı. Rüzgârı okumasını bilenler, canları isterse, hiç görmedikleri bir denizin tuzunu bile tadabilirlerdi sözgelimi. Ya da, yıllar önce ölen bir ihtiyarın, gençliğinde attığı gevrek kahkahaları bile duyabilirlerdi.Bu nedenle, sürekli rüzgârı dinliyordum ben.” —Hasan Ali Toptaş, Ben Bir Gürgen Dalıyım 1 Alıntı
Φ tülvent Gönderi tarihi: 1 Ekim , 2014 Yazar Gönderi tarihi: 1 Ekim , 2014 İki yakın dost, Tezer Özlü ile Ferit Edgü' nün 60' larda başlayan ve Tezer Özlü nün vefatından 40 gün öncesine kadar süren mektuplaşmalarından oluşan leziz kitap: (Tezer Özlü' den Ferit Edgü' ye) ''severek mektup yazılan bir insanın bile olması ne büyük bir olay, söylenen her sözcüğün anlaşılmaktan öte, yaşadığını, dahası sözcüklere bile gerek olmadan yaşandığını bilmek, güç gibi yalınç bir olgu değil, varolmak gibi bir şey.'' "sen trendesin şimdi. ben de oturuyorum burada. saat 12'ye geliyor. gecenin bu saatlerinde insanlar kısıyorlar seslerini. sessizlik bürüyor ortalığı. ben de daha iyi duyuyorum dinlediğim müziği. daha çok yitiriyorum tüm düşüncelerimi. olmayan düşüncelerimi. uyuyabilmem için hiçbir neden yok. sabah 8'de kalkmış olmam, o ilgisiz büro, ev, ben, beni yoramıyor artık. uyanmam için de hiçbir neden yok. bu kelimeleri alt alta, yan yana dizmem için de. bir gece. diğerleri gibi. bir ben. diğer benler gibi. bugün eski ben'lerimden biri olduğumu duydum. karşılıklı gülsek. gülebilir miyiz dersin? gülebilir misin? bu gece okuyacak bir şey bulamıyorum. bugün senin bozgun'u okumaya çalıştım. üç kelime okuyabildim. elim, elimden çıkan kelimeler, benden uzaklaşıyor. bu satırlar ben değil artık. kafamdan geçenleri yazamam. bir şey geçmiyor çünkü. geçenlerde düşümde yüksek bir yapının camının altında, bir parmak kadar dar bir yere abanıp kalmıştım. içeriye girsem, girmeye yeltensem, camdan odaya bir adımımı atsam, düşüp ölecektim. ama o cam kenarına yapışıp, boşluğun üstünde kendimi tutacak gücüm kalmamıştı. nasıl olsa çözülecekti ellerim. ve ben düşecektim boşluğa. yarın bütün gün büroda oturacak olan ben miyim? neden? niçin? hiçbir yerde olmak istemiyorum ki. belki de ben bugün ilk defa her şeyin sonundayım. gene bir yığın günler geçip gidecek ve ben kendime, işte bugün ilk defa her şeyin sonundayım mı diyeceğim? korkuyorum. korkuyorum. korkuyorum." "çok şuurlu bir delilik ve çok büyük bir espri, beckett'i aşan bir absürd içindeyim. durum korkunç. ya o son çevirdiğim bergman'daki kızın durumuna düşeceğim, ya deli bir yazar, ya çok romantik bir aşık ve aşk (neyse işte) ve kumsal, yüzmek, sessizlik. bu çocuk bana lâzım. gel. veya paris - gidiş-dönüş uçak bileti al. veya (unuttum) - roma'da buluşalım. iki taraflı uçak bileti temin et. senin ve benim için. gidiş ve dönüş ve roma'da 1 veya 2 günlük para. biliyorsun, buradan çıkış zor. giriş kolay. sen tek doktorum olabilirsin. burada iki alman var, senin yerini tutuyorlar (hasso pfeiler ve margit rostock) ama onların çok vakitleri yok. mektubu hemen kesebilirim veya çok uzatabilirim. hemen gel. sen olmazsan hiç kimseyi göremeyeceğim. en çok ve en uzun sana inandım. gel ve ben sana emir edene kadar monsieur'den hiç söz etme." " dün robert walser'in jacob von gunten romanını bir oturuşta okudum. bu denli güzel bir edebiyat tadını insan ancak gogol, dostoyevski ve kafka'dan alır bu kitabı - kimse para vermese bile- mutlaka çevireceğim. belki yalnız sen okuyabilesin diye. yeter." "öyle bir aşk yaşamışsındır ki, 'bir daha artk böylesini yaşayamam' dersin. sonra bir gün, bir rastlantı, yeniden aynı heyecan, aynı coşku, aynı yoğunlukta yaşanan anlar... inanamazsın. bir düşteyim sanırsın. kitaplar da benim için öyledir. eski aşklara dönemezsin, ama eski kitaplara dönebilirsin. bu nedenle de yıllar var ki, gene eski aşklarımı okuyorum. dostoyevski'yi, kafka'yı, rimbaud'yu..." ''bu sabah mektubunu okumak, bana hem yaşamı hem de sonundaki ölümü daha dayanılır kıldı.'' "bundan önceki mektubunu pırıl pırıl karlı bir günde aldım ve 'kar yağsa, hep yağmur yağıyor' diye yakınmanı karlarda yürüyerek okudum, aynı gün yüksek dağlar arasındaki glarus vadisine gittik, 32 yıl sonra ilk kez kızak kaydım. bu denli temiz bir beyazı gerede'de görmüş olmalıyım.-21 derecede sessiz, lacivert gökyüzü ve dolunayla bir geceyi ilk kez yaşadım, hep hakkari'yi düşündüm, seni de, filmi de çok düşündüm. tanımadığım ışıklar, tanımadığım gölgeler, tanımadığım puslar gördüm. artık ayrılıkların acısını duymuyorum." "kimseyi dinlemeyi sevmediğim halde, birini dinlemeyi kendimi dinlemeye yeğliyorum" "hemen gel. sen olmazsan hiç kimseyi görmeyeceğim. en çok ve en uzun sana inandım." (Ferit Edgü' den Tezer Özlü' ye) "tezer canım, evet, aylardır yazamadım sana. bağışla. sana yazacak o kadar çok şeyim vardı ve onları yazmak gücünden öylesine yoksundum ki, hiç yazmamayı yeğledim. hatta telefonda bile sesini duymak istemedim. sezer* ve demir* biliyorlar, hastalık haberini aldığım günün akşamı yatağa düştüm. ve iki gün yataktan kalkamadım. daha önce benzeri yaşamamış olsaydım, rastlantı derdim. ama değildi. iki yıl önce paris’teyken, çok eski bir dostum, dışarıda bir öğle yemeği yiyelim, dedi. yemek sırasında, doktorunun bir hastalığından kuşkulandığını, kendisinin de aynı kuşkuyu taşıdığını, bunu ilk kez bana söylediğini, başka kimseye de söylemeyeceğini, karısının özellikle bilmek istemediğini söyledikten sonra, bana sözlü bir vasiyette bulundu. yemek, tahmin edeceğin gibi tatsız bitti. otele döndükten bir iki saat sonra, başım dönmeye, midem bulanmaya başladı. zehirlendim sandım. (eh, zehirlenmenin de türleri var değil mi?) o akşam cristine’lere gidecektik. yataktan kalkıp gidemedim. amélie gitti. gece döndüğünde 39 ateşle yanıyor ve sayıklıyormuşum. niçin anlattım bu tatsız olayı sana? şunun için, yakınlarımın, sevdiklerimin, özellikle hiç beklemediğim anda aldığım kötü haberlere “bedenen” dayanasım yok. senin hastalığını bildirdiklerinde, bir de kendimi suçladım: kitabına verdiğim adın uğursuzluğuna inanır gibi olmuştum. bunları sana bildirmeden yeniden yazışmaya başlayamazdım seninle. (...)" Alıntı
Φ tülvent Gönderi tarihi: 2 Ekim , 2014 Yazar Gönderi tarihi: 2 Ekim , 2014 ''... Doğumum bile bir kökünden kopma idi. On yaşıma kadar, çevremi, özellikle çevremdeki sessizliği kavramaya çalıştım... Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım... Otuz yaşım ile kırk yaşım arasında ne akıllı ne de çılgındım. Dünyayı kavradığını sandım... Kırk yaşındayım. Bugün, gecenin bazı saatlerinde kitlenin anlamsız gürültüsü içinde boğuluyorum... Kendimi öldürmeye çalışıyorum... Özlemlerim kalmadı. Bıraktım. Hepsini kendi ve benim dünyamı anlamaları için bıraktım... Ve bana ölümsüzlerin sonsuz acıları kaldı. Efsane sahibiyle yüzleşiyor. Berlin, 19 Ocak 1982 Büyükanne. Aklaşmış saçlarını toplamış, yüzü ince. Sıska bacakları. Hep mutfakta, midesine bir bıçak dayamış olarak yakaladığım büyükanne, hareketsiz. Ne kendi kıpırdıyor, ne de bıçağı kıpırdatıyor. Ñ Ne yapıyorsun burada? diye soruyor çocuk. Ñ Kendimi öldürmeye çalışıyorum. Anıların tüm görüntülerini vermeyeceğim. Sonsuz gerideler. Bu görüntülerin renkleri soldu. Ama kaybolmadılar. Benim sönüp gitmemi bekliyorlar. Bu kadar hain bu görüntüler. Sen sonsuz yaya kaldırımlarından gitmiş, sonsuz gecelerce sevişmiş, sonsuz zamanlar sindirmiş olabilirsin içine. Böylesine hain bu görüntüler, yok olmuyorlar. Seni söndürüyorlar yavaş yavaş. Yeşil yayla rengi bugün gri yeşile dönüştü. Çok uzakta hafif dağ tepeleriyle çevrili. Kız kardeşim olması gereken bir kızın elini tutuyorum. Doğa ölmüş. Çocuklar ölmüş. Onlarla birlikte her şey. Küçük kentin göl kıyısında son bulduğu yerde büyük otlar bitiyor. Otların arasında dolaşıyor ve büyükanneyi arıyoruz. İnce bacakları olan. Kentten çok uzaklaştık. Herhangi bir çukurda kafasını görüyoruz. Gözlüklerini takmış. Uçları rüzgarda uçuşan başörtüsü var. Onu bu büyük otlar arasındaki çukurda nasıl tanıdığımızı bilemiyorum. Yaz rüzgarı esiyor. Ñ Burada ne yapıyorsun büyükanne, biz seni arıyoruz. Ñ Bu dağların ardında yitip gitmek istiyorum. Yitip gitmek.... Dağların ardında yitip gitmek ne demek büyükanne? Bulduk mu onu Eve getirdik mi? (...) Çocuk ben beşikte yatıyor. Bir beşik çocuğundan daha büyüğüm oysa. Ama beş yaşında da değilim. Beni beşiğe koyan büyüklere kızıyorum. Yoksa iki yaşında mıyım? Konuşabiliyor muyum? Neden bağırmıyorum? Neden beşikte fenalaşmayı, kusmayı bekliyorum? Beni kaldırmaları için neden bağırmıyorum? Yoksa konuşamıyor muyum? Konuşma yaşına henüz gelmedim mi? Peki, beşik çocuğunu, beni saran can sıkıcı atmosferi nasıl kavrayabiliyorum? Şimdi konuşabiliyor muyum? Kırk yaşında konuşabiliyor muyum? (...) Otobüs dağ yamaçlarının virajlarında ilerliyor. Ağaçlar gri. Gri ağaçların gerisindeki göl gri. Gri su durgun duruyor. Sıcaklık da gri. Gölden beyaz, bembeyaz bir ceset çıkartılıyor. Bir gencin ceseti. Bu bir yazın başlangıcı. Ve ben sonraları çocuk olarak elma ağaçlarının üzerinde olacağım... '' Alıntı
Φ tülvent Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2014 Yazar Gönderi tarihi: 15 Kasım , 2014 Doğumum bile bir kökünden kopma idi. On yaşıma kadar, çevremi, özellikle çevremdeki sessizliği kavramaya çalıştım... Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım... Otuz yaşım ile kırk yaşım arasında ne akıllı ne de çılgındım. Dünyayı kavradığını sandım... Kırk yaşındayım. Bugün, gecenin bazı saatlerinde kitlenin anlamsız gürültüsü içinde boğuluyorum... Kendimi öldürmeye çalışıyorum... Özlemlerim kalmadı. Bıraktım. Hepsini kendi ve benim dünyamı anlamaları için bıraktım... Ve bana ölümsüzlerin sonsuz acıları kaldı. Efsane sahibiyle yüzleşiyor. TADIMLIK Berlin, 19 Ocak 1982 Büyükanne. Aklaşmış saçlarını toplamış, yüzü ince. Sıska bacakları. Hep mutfakta, midesine bir bıçak dayamış olarak yakaladığım büyükanne, hareketsiz. Ne kendi kıpırdıyor, ne de bıçağı kıpırdatıyor. Ñ Ne yapıyorsun burada? diye soruyor çocuk. Ñ Kendimi öldürmeye çalışıyorum. Anıların tüm görüntülerini vermeyeceğim. Sonsuz gerideler. Bu görüntülerin renkleri soldu. Ama kaybolmadılar. Benim sönüp gitmemi bekliyorlar. Bu kadar hain bu görüntüler. Sen sonsuz yaya kaldırımlarından gitmiş, sonsuz gecelerce sevişmiş, sonsuz zamanlar sindirmiş olabilirsin içine. Böylesine hain bu görüntüler, yok olmuyorlar. Seni söndürüyorlar yavaş yavaş. Yeşil yayla rengi bugün gri yeşile dönüştü. Çok uzakta hafif dağ tepeleriyle çevrili. Kız kardeşim olması gereken bir kızın elini tutuyorum. Doğa ölmüş. Çocuklar ölmüş. Onlarla birlikte her şey. Küçük kentin göl kıyısında son bulduğu yerde büyük otlar bitiyor. Otların arasında dolaşıyor ve büyükanneyi arıyoruz. İnce bacakları olan. Kentten çok uzaklaştık. Herhangi bir çukurda kafasını görüyoruz. Gözlüklerini takmış. Uçları rüzgarda uçuşan başörtüsü var. Onu bu büyük otlar arasındaki çukurda nasıl tanıdığımızı bilemiyorum. Yaz rüzgarı esiyor. Ñ Burada ne yapıyorsun büyükanne, biz seni arıyoruz. Ñ Bu dağların ardında yitip gitmek istiyorum. Yitip gitmek.... ÑDağların ardında yitip gitmek ne demek büyükanne? Bulduk mu onu Eve getirdik mi? (...) Çocuk ben beşikte yatıyor. Bir beşik çocuğundan daha büyüğüm oysa. Ama beş yaşında da değilim. Beni beşiğe koyan büyüklere kızıyorum. Yoksa iki yaşında mıyım? Konuşabiliyor muyum? Neden bağırmıyorum? Neden beşikte fenalaşmayı, kusmayı bekliyorum? Beni kaldırmaları için neden bağırmıyorum? Yoksa konuşamıyor muyum? Konuşma yaşına henüz gelmedim mi? Peki, beşik çocuğunu, beni saran can sıkıcı atmosferi nasıl kavrayabiliyorum? Şimdi konuşabiliyor muyum? Kırk yaşında konuşabiliyor muyum? (...) Otobüs dağ yamaçlarının virajlarında ilerliyor. Ağaçlar gri. Gri ağaçların gerisindeki göl gri. Gri su durgun duruyor. Sıcaklık da gri. Gölden beyaz, bembeyaz bir ceset çıkartılıyor. Bir gencin ceseti. Bu bir yazın başlangıcı. Ve ben sonraları çocuk olarak elma ağaçlarının üzerinde olacağım... Alıntı
Φ tülvent Gönderi tarihi: 17 Aralık , 2014 Yazar Gönderi tarihi: 17 Aralık , 2014 Satır aralarındaki sızıntıdan kendimi ele veriyorumHalbuki ben sana seni gösteren bir aynaydımDökülseydi sırlarımSende göremeyecektinBen ki kendimi yine sırlardımSen kendine yine aynalar bakmasaydınBuldun mu yüzüne en uygun olanınıVe ağrılarını saklayabildin mi sırsız aynaların sırrınaKulaklarıma sağır sesler peydahladımBeni susarken bölme Az daha doğduğumuz öyküde ayaküstü ölüverecektikAnamızdan emdiğimiz acılar burnumuzdan gelecekti az dahaDipsizliğin de bibi tutarmış sandık sanma oyunlarımızdaMeğer suskunluğumun dibi karaymış,ben kuyu sanmışımBeni susarken bölme Yine o ağrıyla uyandım. İnsanın içi ağrır mı hiç? Ağrıyor işte… Dibe yuvarlanıyorum, Ağır geliyorum kendime…kendime birikiyorum kendimi yabancılaştırarak kendime. Tanıyamıyorum çoğu zaman beni. en sevdiğim çiçek adlarını unutuyorum bazen. Bazen de yürüdüğüm yolu. Geliyor muydum yoksa gidiyor muydum bilmiyorum!? Aramadığın yerlerde olmayı seçiyorum nedense. Karşılaşma İhtimalimizin olmadığı… Olamayacağı… İlk ışıktan sağa dönüyorum hep. Senden değil, seninle karşılaşmaktan korkuyorum. Şekil değiştirmişiz biz. Ben gidenden, sen gelirken değişen ne varsa bilmediğim; karşılaştığımızda bir şamar gibi karşılaşmalardan. Korkmak değil bu. Korkudan korkmak benimkisi… Ve anladım ki ayrılığa değil, ayrı kalmaya yeniliyor İnsan… Çelişkisiz yaşadın son. O yüzden anlayamazsın beni. İçinde hiç “kal”ı olan bir “git’tin olmadı mesela… Bildiğim tek adres, adressizliğimdir benim. Sen hiç bu kadar cesaretli olmadın unutma. Ben yola çıktığımda, geriye dönerken nelere İhtiyacım olacağını hesaplamam. İşte bu yüzden bu ağrı… İçim ağrıyor bak. İnsanın İçi ağrır mı hiç? ağrıyor İşte… hiç bir çocuğun hem ağlayıp hem de ekmek yemesi gibi bir şey bu ayrılık sonraları. Katmerleşen bir acıyı katık etmek boğazında takılıp duran her şeye… Biliyorum “yarın yeni bir gün doğacak” hikâyeleri, İnananını kanatır en çok. O yüzdendir sadaka vaatlere tenezzül etmeyişim. Ucuz umutlar lütfetme adamlığıma… Sen bir tek savaşarak yenilmesini bilirimi Ve ki İmam böylesi bir yenilgiden. Utandırma adamlığımı bu ağrılı geçmişin ağaran …. yüzünün hangi oylumuna tutulsam uçsuz uçurumlara düşüyorum ağlayınca şişen göz kapaklarında hangi tankerleri yüzdürdün bu akşam sığınağımıza kaçan birkaç damla yağmur gözyaşına mı karıştı yoksa fala değilm bu sessizlik ikimize beni susarken bölme satır aralarımdaki sızıntıdan kendimi ele veriyorum hâlbuki ben sana seni gösteren bir aynaydım dökülseydi sırlarım sende göremeyecektin ben ki kendimi yine sırlardım sen kendine yeni aynalar bakmasaydın buldun mu yüzüne en uygun olanını ve ağrılarını saklayabildin mı sırsız aynaların sırrına kulaklarıma sağır sesler peydahladım beni susarken bölme az daha doğduğumuz öyküde ayaküstü ölüverecektik anamızdan emdiğimiz acılar burnumuzdan gelecekti az daha dipsizliğin de dibi tutarmış sandık sanma omuzlarımızda meğer suskunluğumun dibi karaymış ben kuyu sanmışım beni susarken bölme merhemine biraz ağrı sor biraz toros yol ortasında adresim yutuluyor bırakma ellerimi dur’u durdurmayın duramıyorum durak sandığımda köprüleri oysa her şeyi birleştiren köprüler yine ayırdı bizi saçlarına sakladığın rüzgârı biraz savunan açılmayacaktı bu kıyı şeridinden zulamdaki sardunya suskuları beni susarken bölme …. Alıntı
Φ tülvent Gönderi tarihi: 27 Şubat , 2015 Yazar Gönderi tarihi: 27 Şubat , 2015 Mutluluğun Sakıncaları’nda doyumsuz bir tüketim toplumuyla karşı karşıyayız.. Aynı zamanda göz alabildiğine uzanan beton yığınlarının, asfaltların ve reklam panolarının arasına serpiştirilmiş, mantar gibi bitiveren muazzam ve şaşaalı alışveriş merkezlerinin, geniş arabalarla süslü kocaman evlerin diyarındayız. İnsanların gitgide daha da miskinleşip televizyon karşısında pineklediği bir dünya burası.. Peki, bolluk içinde yüzen bu insanlar neden mutlu değiller? Muazzam zenginliğimiz neden bizi tatmin etmek yerine daha da büyük beklentilere yol açıyor? Ebeveynlerimizin kuşağıyla karşılaştırıldığında bile aşırı müsrif gözüken bir yaşam tarzını neden istiyoruz? Gezegenimize verdiği zarar ortadayken, neden “hakkımız” olarak gördüğümüz şeyleri talep etmeyi sürdürüyoruz? Estetikten etiğe, siyasetten tasarıma kadar birçok konuya yakınlığı nedeniyle “Rönesans kadını” olarak tanımlanan ödüllü eleştirmen Elizabeth Farrelly, dünya üzerinde bıraktığımız devasa ayak izlerimizi inceleyerek sayısız hasara yol açan alışkanlıklarımızdan niçin kopamadığımızı, neden küçük ölçekli, insani boyutlarda mekânlar yaratamadığımızı ve doğaya saldırmaktan vazgeçemediğimizi sorguluyor. “Arjantinli şair Jorge Luis Borges şöyle diyor: ‘İnsan yaşadığı yeri yıllar boyunca şehirlerin, krallıkların, dağların, körfezlerin, gemilerin, adaların, balıkların, odaların, aletlerin, yıldızların, atların ve insanların resimleriyle doldurur. Ve ölümünden kısa bir süre önce fark eder ki, sabırla oluşturduğu bu labirentin çizgileri aslında kendi yüzünü resmetmektedir.’ Bu semiz kalelerin, rahatlık kozasına sarınmış bu imparatorlukların içinde hızla köreliyoruz. Yeterince uyarılmadığımız için, bir kafesin içindeki şempanzeler gibi davranmaya başlıyoruz. Mızmız, bezgin ve depresif bir hal alıyoruz. Alışveriş yapıyor, satın alıyor, yiyoruz. Ya da ikame benliklerimizi –yani arabalarımızı, çocuklarımızı ve evlerimizi– besleyip büyütüyoruz. Tüm bunlar, gezegenimizin yakın gelecekte bile altından kalkamayacağı ölçüde, ekolojik ayak izimizi genişletiyor. Çocuklarımızın geleceğini tüketiyoruz. Geleceği yağlarla ve koruyucu maddelerle yeniden yapılandırılmış bir şekilde, önceden ısıtılmış ve suçluluk duygusuyla işlenmiş bir tabakta sunuyoruz onlara.” Alıntı
Φ Radya Gönderi tarihi: 10 Mart , 2015 Gönderi tarihi: 10 Mart , 2015 suskunluğun siyah okyanusundaki cam fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu insan, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten hiçbir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi hatta. yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla. bir aşağı bir yukarı yürürdü insan, düşünceleri de onunla birlikte bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı yürüyüp dururdu. ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler, düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar, yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da hiçliğe katlanamaz. insan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. bekleyip durur insan. hiçbir şey olmaz. insan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür. hiçbir şey olmaz. insan yalnız kalır. yalnız. yalnız. stefan zweig, satranç (schacnovelle) (sf.42) Alıntı
Φ tülvent Gönderi tarihi: 15 Mart , 2015 Yazar Gönderi tarihi: 15 Mart , 2015 "Bana sormuştunuz, “Aşk nedir?” diye hatırlar mısınız? Artık verebilirim cevabımı. Kaybetmekmiş. Belki bu yüzden hep onu kaybetmeye çabaladım. Ona gerçekten aşık olmak istiyordum çünkü...” Nalan Güven / ERKEK SEVERSE Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.