Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

İLHAM ÖYKÜLERİ


Shatin

Önerilen İletiler

Çocukluğundan beri sarp kayalıklara tırmanma özlemiyle yanmış tutuşmuştu. Aslında bu işten son derece korkuyordu, ama sonunda korkusunu yendi ve bir dağcı grubbuna katıldı. Kendisi gibi genç kızlardan oluşan bu gruba gerekli eğitim verildikten sonra, dimdik bir kayanın zirvesine ulaşmak için tırmanmaya aşladılar

 

Genç kız, zorlu bir tırmanışın artından bir çıkıntıda soluklamak için durdu. O oradayken, yukarıdaki arkadaşının yanlışlıkla elinden kaçırdığı halat genç kızın yüzüne çarptı ve gözündeki lensi yere düşürdü.

 

Bir kaya oyuğunda, altında yüzlerce metre, üstünde yüzlerce metre, belki bulabilirim ümidiyle lensi aramaya koyuldu. İçini yavaş yavaş kaygı ve tedirginlik kaplamaya başlamıştı. Kendisini hep güvende hissettiği eveinden yüzlerce kilometre uzaktaydı. En küçük ihtiyacında imdadına konaşan anne-babası da yoktu yakınlarda. Bir taraftan bunları düşünerek, bir taraftan da gözlerie dolan yaşları silerek lensi aradı. Ama bulamadı.

 

İçinde birden bir ümit doğdu. lens belkide hala gözündeydi, gözbebeklerinin üstünden kayıp gözünün başka bir yerine gitmiş olabilirdi. Can havliyle zirveye doğru tırmanmaya başladı. Bulanık gördüğünden daha çok el yordamıyla yolunu bulmaya çalışıyordu. tepeye vardığında bir arkadaşı gözüne baktı. ne yazıkkı, lens orada da değildi. Kız, yanındakilerle birlikte yere oturdu ve diğerlerinin gelmesini bekledi

 

Çaresizlik içinde önünde uzanan sıradağlara baktı. O sırada yanıbaşından bir kelebek kanatlarını çırparak geçti. işte o zaman, Allah'ın en büyük şeyler kadar en küçük şeyleri de görebildiğini, yerlerde ve göklerde hiç bir şeyin onun nazarından kaçamayacağını hatırladı.

 

İçinden "Rabbim!" diye düşündü, "Sen bu dev gibi dağları görebildiğin gibi şu mini minnacık kelebeği de görebiliyorsun. dağların üzerindeki her bir taş ve yapraktan haberdarsın. Elbetteki, benim lensimin nerede oluğunuda biliyor ve görüyorsun. lütfen bana yardım et!"

 

Sonunda aşağı inme vakti geldi. tam son kayadan aşağı doğru iniyorlardı ki, aşağıda yeni bir dağcı grubun yukarı doğru tırmanmaya hazırlandığını gördüler. Gruptan bir kişi, onlara doğru seslendi:

 

"Arkadaşlar, aranızdan lens kaybeden oldu mu?"

Bulunan lens onun lensiydi!

Hikayenin asıl ilginç tarafı, lensin nasıl bulunduğuydu. Onlara müjdeyi veren genç, bir karıncanın lensi bir kayanın üzerinden ağır ağır taşıdığını farketmişti. diğer bir deyişle, genç kızın duasını işiten Allah, küçücük bir karıncaya lensi taşıma emri vermiş ve sonrada başka bir insana bumanzarayı göstererek lensin bulunmasını sağlamıştı.

Lensi kaybedip bulan genç kızınbabası bir karikatüristti. Kızı kendisine bu hayret verici hikayeyi anlatınca, baba sırtında lensi taşıyan bir kanıcanın resmini cizdi. resimde karınca şöyle diyordu:

 

"Rabbim, bu şeyi niye taşımamı istediğini bilmiyorum. Yiyebileceğim bişey olmadğı gibi, çok ağır. Ama madem bunu bana emrediyorsun, bu şeyi senin için taşıyacağım."

 

Goca Gözlüm için özel bi sayfa

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • Cevaplar 118
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

DİLENCİ KİM?

 

Saltanatının sınırları geniş diyarlara uzanan bir hükümdardı. Kibrinin ve gururunun ise sınırı yoktu. Elindengelse bütün dünyayı eline geçirmek ve mülküne dahil etmek istiyordu. Sürekli “daha, daha” diyordu. Hiç kimse ondan bir gün olsun “yeterli” veya “Buna da şükür” sözünü duymamıştı. Yeme-içmede, eğlenmede, hakarette, haksızlıkta hep dünden bir adım ileriye gidiyordu. Öyle bencildi ki, iyilik yaparken bile başkalarına ne kadarcömert olduğunu sergilemek isterdi.

İşte bu hükümdar, bir gün sarayının önündeki bahçede yürüyüşe çıkmış gezinirken, yanına başı önünde eğik, elinde dilenci kabı taşıyan bir adam yaklaştı. Muhafızlar, dilencinin hükümdarın yanına sokulmasının engellediler.

 

Hükümdar, adamlarına o ana dek hiç konuşmayan dilenciyi bırakmalarını emretti.

 

“Ne istiyorsun?” diye büyüklenerek sordu hükümdar. Adamın onun yanına dilenmek için geldiği besbelliydi, ama o bu soruyu yine de sordu, çünkü karşısındakinin kendisine yalvarmasını istiyordu. Bu hep böyle olurdu.

 

Fakirler, dilenciler birşeyler ister, o onlara fazlasıyla ihsanda bulunur, adamlar binbir teşekkürle ve minnetle yanından ayrılırken o “Var mı benim gibi cömert?” dercesine sağına soluna bakınır ve etraftaki yağcıların övgü dolu sözlerini kendinden geçerek dinlerdi.

 

Ama bu defa öyle olmadı!

 

Dilenci güldü ve başını kaldırıp hükümdarın gözlerinin içine bakarak şöyle dedi:

 

“Sultan hazretleri yoksa benim arzumu yerine getirebileceklerini mi sanıyorlar?”

 

Böylesine küstahça bir söz karşısında önce ne yapacağını bilemedi hükümdar. İstese oracıkta dilencinin kafasını vurdurabilir ya da onu zindanlarda çürütebilirdi. Ama, bu dilenci kendisine meydan okumaya kalkmıştı ve bu söz ne kadar ağırına giderse gitsin, ona dersini başka bir şekilde vermeliydi. Evet, kararını vermişti: Onu cömertliğiyle ezecekti.

 

“Elbette ki senin arzunu yerine getirebilirim ey dilenci! Ne olduğunu söyle yeter.”

 

“Çok basit,” dedi dilenci ve dilenirken kullandığı kabı uzattı:

 

“Bu kabı birşeyle doldurmanın istiyorum.”

 

Bu kadar basit bir isteği duyunca rahatlayan hükümdar kahkahalarla güldü:

 

“Bundan kolay ne var?”

 

Yanındaki vezirlerden birisine dönüp emretti:

 

“Bu adamın kabını parayla doldurun.”

 

Vezir saraya gitti, dönüşte getirdiği büyükçe bir kese altını dilencinin kabına boşalttı. Normalde kabı doldurup taşması gereken altınlar kaba dökülür dökülmez yok oldu ve dilencinin kabı biraz önceki gibi bomboş kaldı.

 

Hükümdar ve etrafındakiler gördüklerine inanamadılar. Dilencinin hiç de öyle büyücü bir görünümü yoktu, ama yine de ondan ürkmeye başladılar. Hükümdar, adamlarını daha fazla altın getirmeleri için saraya yolladı. Ancak, her gelen kesedeki altınlar aynı akıbete uğradı. Dilencinin kabına boşanır boşanmaz, uçup gittiler. Bu kap sanki kara delik gibi altınları yutuyordu. Önce saraydakiler, sonra da olup biteni duyan şehir ahalisi toplandı etraflarına.

 

Ne kadar altın ve gümüş boşaltırsa boşalsın, hükümdar dilencinin küçük kabını dolduramıyordu. Şanı, şöhreti, tibarı elden gitmek üzereydi. Ama o “Bütün hazinemi gözden çıkarırım da bu dilenci parçasına mağlup olmam” diye homurdanıyordu.

 

Gerçekten de, altınlar, gümüşler, elmaslar, yakutlar... hazinesinde ne varsa dilencinin kabına boşaltıldı. Ama sonuç değişmiyordu: Dilencinin uzattığı kap bomboştu. Saatler geçiyor, insanlar hayret ve şaşkınlıkla hükümdarın hazinesinin avuç avuç kabın içinde eriyişini seyrediyordu.

 

En sonunda, hükümdar dilencinin kapandı ve mağlubiyetini ilan etti: “Sen kazandın, ama gitmeden önce bana tek bir şey söyle. Bu kabın sırrı nedir?” Hırsıyla, kibriyle ün salan koca hükümdar, sıradan bir dilencinin önünde böyle yalvarıyordu.

 

Gerçekte, bir dilenci değildi karşısındaki. Ona ders vermek için gönderile dilenci görünüşündeki bir melekti. Melek “Bu kap” dedi, “insan hırsından yapılmıştır. Ve hiçbir şey onu dolduramaz. Hırsına mağlup olan insan, ister senin gibi sultan olsun ister köylü, kabı hiç dolmayan dilenciye benzer. Dünyanın en güzel sarayları, dünyanın en güzel atları, dünyanın en büyük hazineleri onu doyurmaz. Hatta dünyayı da yutsa tok olmaz. Elindeki kabı, dilenir durur.”

 

 

Murat Çiftkaya - İlham Öyküleri - Zafer Yayınları

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Biraz sonra okuyacağınız gerçek hikâye Kellog Business School'da (Northwestern Üniversitesi)İş İdaresi master öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçer:

Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerin-

e kısa bir

süre baktıktan sonra, "Bu gün Zaman Yönetimi

konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız" dedi.

Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı.Arkadan,kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı.

 

Kavanozun daha başka taş almayacağına

emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Ögrenciler hep bir ağızdan "Doldu" diye cevapladılar.

Profesör "Öyle mi?" dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taslarin arasina yerleşmesini sağladı.

Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha "Bu kavanoz doldu mu?"

diye sordu.Bir öğrenci

"Dolmadı herhâlde" diye cevap verdi.

 

"Dogru" dedi profesör ve gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü.

Gene öğrencilerine döndü ve "Bu kavanoz

doldu mu?" diye sordu.

Tüm sınıftakiler bir ağızdan "Hayır" diye bağırdılar.

"Güzel"dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz

ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek "Bu deneyin amacğ neydi" diye sordu.

Uyanık bir öğrenci hemen "Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımıız mutlaka vardır" diye atladı."Hayır" dedi profesör, "bu deneyin esas anlatmak istediği

"Eger büyük taşlari baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiç bir zaman kavanozun içine koyamazsin"

gerçegidir".

Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti:

"Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız,eşiniz,sevdikleriniz, arkadaşlarınız,eğitiminiz, hayâlleriniz,

sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak,onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi,

belki bir kaçı,belki hepsi.

Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün

ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin.Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz

hiç bir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize,ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz.

 

Bu da iyi bir iş adamı,gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir". Profesör, ders bittiği hâlde konuşmadan oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Çocukluğumdan beri dar mekânlardan sıkılır ve bu tür yerlerden feryat edercesine uzaklaşırdım. İleri yaşlarda bunun bir hastalık olduğunu anlamış, fakat bu illetten bir türlü kurtulamamıştım.

 

Oysa ki o dar mekânlara, şimdi ister istemez g- irecektim. Beni sarıp sarmalamışlar ve uzunca bir tabuta yerleştirmişlerdi. Çevremde dolaşanların seslerini gayet iyi duyuyor ve gözlerim kapalı olmasına rağmen, her nasılsa onları görebiliyordum.

 

- Genç yaşta öldü zavallı, diyorlardı. Halbuki yapacak ne kadar çok işi vardı.

 

Gerçekten de birçok işim yarım kalmıştı. Meselâ oğluma iyi bir işyeri açamamış, araba ile renkli televizyonun taksitlerini henüz bitirememiştim.

Büyük bir firma kurup dostlarımı orada toplamak da artık hayâl olmuştu.

Üstelik kış çok yaklaştığı halde odun kömür işini halledememiş ve çatının akan yerlerini tamir edememiştim. Yarıda kalan işlerimi arka arkaya sıralarken, kulaklarımı çınlatan bir sesle irkildim. Sanki mikrofonla söylenen bu ses, beynimin en ücra köselerinde yankılanıyor ve:

 

- 'Geçti artık, geçti', diyordu. İçimden 'keşke geçmemiş olsaydı' diyordum. Nereden başıma gelmişti o kaza bilmem ki? Halbuki ne kadar da iyi araba kullanırdım. Olup bitenleri hatırlamaya çalışırken, dostlarımın çevremi sardığını ve içinde bulunduğum tabutun kapağını örtmeye çalıştıklarını fark ettim.

 

Onları engellemek için avazım çıktığı kadar bağırmak ve çırpınmak istediğim halde ne kımıldayabiliyor, ne de bir ses çıkartabiliyordum. Biraz sonra koyu bir karanlıkta kalmış ve gözlerimi, tabutun tahtaları arasından sızan ışığa çevirmiştim.

 

Dehşet içinde: - Aman Allah'ım, dedim. Ne olacak şimdi hâlim? Korkudan hiçbir şey düşünemiyordum. Bu arada omuzlara kaldırılmış ve sallana sallana götürülmeye başlanmıştım. Dışarıdaki seslerden yağmur yağdığı belli oluyor ve su damlacıklarının sesi, tabutumun gıcırtısına karışıyordu. Cenâze namazı için câmiye gidiyor olmalıydık.

 

Câmi deyince aklıma gelmişti. Çok yakınımızda olmasına ve her gün beş defa davet edilmeme rağmen, bir türlü vakit bulup gidememiştim. Ama her zaman söylediğim gibi elli yaşına gelince namaza başlayacak ve herkesin şikâyet ettiği kötü alışkanlıklarımı terk edecektim.

 

Evet evet, şu kaza olmasaydı, ileride ne iyi bir insan olacaktım. Daha önceden duyduğum ve nereden geldiğini kestiremediğim ses:

 

- Geçti artık, geçti, diye tekrarladı. 'Bitti artık.'

Biraz sonra namazım kılınmış ve tekrar omuzlara kaldırılmıştım.

 

Mahallemizdeki kahvehanenin önünden geçerken, her gün iskambil oynadığımız arkadaşlarımın neşeli kahkahalarını işitiyor ve 'herhalde ölüm haberimi duymamış olacaklar' diye düşünüyordum.

 

Sesler iyice uzaklaştığında, eğik bir şekilde taşındığımı hissederek mezarlığa çıkan yokuşu tırmandığımızı anladım.

Şiddetle yağan yağmurun tabuttaki çatlaklardan sızarak kefenimi yer yer ıslattığının da farkındaydım. Buna rağmen dışarıda konuşulanlara kulak verdim. Dostlarımın bir kısmı piyasadaki durgunluktan bahsediyor, bir kısmı da milli takımın son oyununu methediyordu. Tabutumu taşıyan diğer biri ise, yanındakinin kulağına fısıldayarak:

 

- 'Rahmetlinin tersliği, öldüğü günden belli, diyordu. Sırılsıklam olduk birader.'

Duyduklarım herhalde yanlış olmalıydı. Yoksa bunlar, uykularımı onlar için feda ettiğim dostlarım değil miydi? Yolculuğum bir müddet sonra bitmiş ve tabutum yere indirilmişti. Kapak tekrar açıldı ve cansız vücudumu yakalayan kollar, beni dibinde su toplanmış olan bir çukura doğru indirdi.

 

Boylu boyunca yattığım yerden etrafıma baktım.

Aman Allah'ım! Bu kabir değil miydi? O ana kadar buraya gireceğimi neden düşünmemiştim? Sessiz feryatlarımı kimseye duyuramıyor ve dostlarımın, üzerimi örtmek için yarıştığını hissediyordum.

 

Tekrar zifiri karanlıkta kalmış ve bütün âcizliğimle dua etmeye başlamıştım.

 

- Yârabbi, diyordum. Bir fırsat daha yok mu, senin istediğin gibi bir kul olayım. Ve kabrimi, cennet bahçelerinden bir bahçeye çevireyim.

Aynı ses, her zamankinden daha şiddetli olarak:

 

- Geçti artık, geçti, diye tekrarladı. 'Her şey bitti artık.'

 

Mezarımı örten tahtaların üzerine atılan toprakların çıkardığı ses gök gürültüsünü andırıyor ve bütün benliğimi sarsıyordu.

 

*** Son bir gayretle yerimden fırlayarak gözlerimi açtım.

Odamdaki rahat yatağımda yatıyor, fakat korkunç bir kâbus görüyordum.

Bitişik dairede oturan doktor arkadaşım beni ayıltmaya çalışarak:

 

Geçti artık, geçti, diye bağırıp duruyordu. 'Geçti bak, hiçbir şeyin kalmadı.'

 

Yattığım yerden yavaşça doğruldum. Terden sırılsıklam olmuş ve sanki yirmi kilo birden vermiştim. Dışarıda sağanak hâlinde yağmur yağıyor, şimşek ve gök gürültüsünden bütün ev sarsılıyordu. Etrafımdakilerin şaşkın bakışları arasında kendimi toparlamaya çalışırken

 

- Yârabbi, sana zerrelerim adedince şükürler olsun, diyordum. İyi bir kul olmak için ya bir fırsat daha vermeseydin?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Hali vakti yerinde bir kadın havaalanında bekliyordu. Uçağının kalkmasına da uzun saatler vardı. Önce hoşuna giden bir kitap, sonra da bir paket çukulatalı bisküvi satın aldı ve bir banka oturdu. Kitabına daldığı bir sırada, fakir görünümlü bir adam yanına oturdu ve aralarında duran çikolatalı bisküvi paketinden atıştırmaya başladı.

 

Kadın bu küstahlığı görmezden gelmeye çalıştı. Onun yerine, bisküvilerini yiyip bir taraftan kitabını okudu, bir taraftan da saati gözledi.

Ancak yanıbaşında oturan bisküvi hırsızı arsızca birer-ikişer bisküvileri midesine indiriyordu. Kadın gittikçe daha rahatsız oldu bu durumdan.”İnsan gibi istese, veririm! Utanmadan bisküvilerimi yiyor, birde yüzüme gülümseyip duruyor. Ne terbiyesiz insanlar var bu dünyada!” diye düşünüyor, yüz hatlarıyla bu düşüncesini ifade ediyordu.

 

Sonunda, her biri birer bisküvi aldı paketten. Geriye tek bir bisküvi kalmıştı. Adam gülümseyerek o bisküviyi aldı ve ikiye böldü. Yarısını kadına uzattı. Kadın hırsla yarım bisküviyi adamın elinden çekip “Şunun yaptığı arsızlığa bak!” diye düşündü. “Tek kelime teşekkür de etmiyor.”

 

Uçağın kalkışa hazır olduğu anonsunu duyunca eşyalarını toplayıp kapıya doğru yöneldi. O utanmaz bisküvi hırsızının yüzüne bile bakmak istemedi. Uçağına bindi ve koltuğuna gömüldü. Neredeyse bitirmek üzere olduğu kitabı almak için çantasını açtı. Bir de ne görsün? Gözlerinin önünde bir paket çikolatalı bisküvi. Elinde olmadan dudaklarından bir hayret nidası yükseldi. Kendi bisküvisi buradaysa bekleme salonunda atıştırdığı bisküviler demek ki yanında oturan adamındı! Adamın, bisküvilerini kendisiyle paylaştığı gibi, sonuncusunu bile bölüştürecek kadar cömertlik gösterdiğini anladı.

 

Özür dilemek hatasını telafi etmek için artık çok geçti. İçini tarifsiz bir üzüntü kapladı. Bir kaç dakika önce adamı suçladığı bütün kötü sıfatların gelip kendi üzerine yapıştığını hissetti. Kaba olan kendisiydi, hırsızlık yapan kendisiydi ve nankörce davranan yine kendisiydi!

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bir kral halkı için geniş bir yol yaptırmaya karar verdi. Yapımı tamamlanan yolu halka açmadan önce, bir yarışma düzenlemeye karar verdi. İsteyenin bu yarışmaya katılabileceğini ilan ettiren kral, yoldan en güzel geçecek kişiyi belirleyeceğini söyledi.

 

Yarışma günü, insanlar akın ettiler. Bazıları en güzel arabalarını, bazıları en güzel elbiselerini getirmişti: Kadınlardan kimileri saçlarını en güzel biçimde yaptırmıştı, kimi de yanlarında en güzel yiyecekleri getirmişti. Gençlerden bazıları spor kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu.

 

Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar kralın yanına döndüklerine hepsi aynı şikayette bulundu: Yolun bir yerinde büyükçe bir taş ve moloz yığını vardı ve bu moloz yığını yolculuğu zorlaştırıyordu.

 

Günün sonunda yalnız bir yolcu da bitiş çizgisine yorgun argın ulaştı. Üstü başı toz toprak içindeydi, ama krala büyük bir saygıyla yönelerek elindeki altın kesesini uzattı:

 

“Yolculuğum sırasında, yolu tıkayan taş ve moloz yığınını kaldırmak için durmuştum. Bu altın kesesini onun altında buldum. Bu altınlar size ait olmalı.”

 

Kral gülümseyerek cevap verdi:

 

“O altınlar sana ait delikanlı.”

 

“Hayır, benim değil. Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı.”

 

“Evet” dedi kral. “Bu altınları sen kazandın, zira yarışmanın galibi sensin. Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü, yoldan en güzel geçen kişi, ardından gelenler için yoldaki engelleri kaldıran kişidir.”

 

Murat Çiftkaya

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bayan Siz Zengin Misiniz?

 

 

Üstlerine küçük gelen yırtık pırtık mantolar giymiş iki çocuk,birbirlerine sokulmuş dış kapının önünde duruyorlardı.

-Kullanılmış kağıt var mı bayan?

Meşguldüm.Yok deyip onları başımdan savmak istiyordum, ama o sırada

gözüm ayakkabılarına ilişti. Karla kaplanmış ince sandaletlerden giymişlerdi.

-İçeri girin, size bir fincan sıcak kakao yapayım dedim.

Birşey demediler. Islak sandaletleri şöminenin önünde izler bıraktı.

Dışarıda soğuğa karşı kendilerini biraz toparlamaları için onlara kakao ile reçelli ekmek verdim. Sonra mutfağa geri döndüm.

Ön odadan hiç ses gelmemesi dikkatimi çekti. İçeri baktım.

Kız, boş kakao fincanını iki elinin arasında tutmuş, içine bakıyordu.

Oğlan,düz bir sesle sordu:

-Bayan siz zengin misiniz?

Kanepelerin eskimiş kılıflarına baktım.

-Zengin olmak mı, hayır tabii ki zengin değilim dedim.

Kız fincanını dikkatle tabağına yerleştirdi.

-Fincanlarınızla tabaklarınız takım da dedi.

Sesinde bildik bir açlık vardı, ama bu karnının açlığı değildi.

Sonra kağıt çuvallarını yüklenip gittiler. Teşekkür etmemişlerdi.

Etmeleri de gerekmiyordu, çünkü daha fazlasını yapmışlardı.

Buz mavisi seramik fincanlar ve tabakları takımdılar.

Mutfağa geri döndüm patateslere baktım, et suyuna karıştırdım.

Patates ve et suyu, başımızı sokacak bir ev, düzenli bir işi olan kocam, mutlu bir yaşamım.

Bunlar da takımdı. Ve galiba gerçekten zengindim.

Sandalyeleri şöminenin önünden kaldırdım, odayı topladım.

Küçük sandaletlerin çamurlu izleri hâlâ şöminenin önündeydi. Onları temizlemedim.

Ne kadar zengin olduğumu unutmamak için, onların orada kalmalarını istedim..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bir küçük oğlancık

 

Bir küçücük oğlancık, bir gün okula başlamış. Pek mi pek akıllıymış. Okulu da

pek büyükmüş. Ama akilli çocuk, sınıfına dışarıdan kestirme bir yol bulmuş.Buna

çok sevinmiş. Artık okulu ona kocaman görünmüyormuş.

 

Bir zaman sonra, bir sabah öğretmen demiş ki;"Bugün resim yapacağız."

"Ne güzel ! " demiş çocuk. Resim yapmasını pek severmiş. Her türlüsünü de

yaparmış. Aslanlar, kaplanlar, tavuklar, inekler, trenler, gemiler ...

Mum boyasını çıkarmış ve çizmeye başlamış.

Ama öğretmen "Durun!" demiş. "Henüz başlamayın."

 

Ve çocuk herkes hazır olana kadar beklemiş.

"Simdi" demiş öğretmen, "Çiçek çizmesini öğreneceğiz."

 

"İyi demiş" çocuk. Çiçek çizmesini çok severmiş ve pek güzellerini yapmaya

başlamış pembe, mavi, turuncu mum boyalarıyla..

 

Ama öğretmen, "durun" demiş, "size nasıl yapacağınızı göstereceğim.

 

" Yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmiş."İste" demiş öğretmen, "Böyle

çizeceksiniz. Simdi başlayabilirsiniz."

Küçük çocuk bir öğretmenin resmine bakmış, bir de kendininkine...Kendininkini

daha bir sevmiş ama bunu söyleyememiş. Kağıdı çevirip öğretmeninki gibi yeşil

saplı kırmızı bir çiçek çizmiş.

 

Bir başka gün küçük oğlancık, sınıfa çıkan kapıyı tek basına açmayı

becerdiğinde, söyle demiş öğretmen."Bu gün çamurdan bir şey yapacağız."

"İyi" demiş çocuk. Çamurla oynamayı pek severmiş. Her şeyi yapabilirmiş onunla.

Yılanlar, kardan adamlar, filler, fareler, arabalar... Başlamış çamuru yoğurup

sıkıştırmaya..

 

Ama öğretmen "Durun, daha başlamayın !" ve beklemiş hazır olmasını herkesin.

"Simdi" demiş öğretmen, "Bir çanak yapacağız."

 

"Güzel" demiş çocuk. Çanak yapmasını da pek severmiş ve başlamış yapmaya boy

boy, şekil şekil çanakları.

 

Ama öğretmen "Durun !" demiş, "Size nasıl yapılacağını göstereceğim." Ve de

göstermiş herkese bir büyük çanağın nasıl yapılacağını.

"İste" demiş öğretmen "Artık başlayabilirsiz."

 

Küçük çocuk bir öğretmenin çanağına bakmış, bir de kendininkine.Kendininkini

daha çok sevmiş, ama bunu söyleyememiş. Toprağını yuvarlayıp yeniden yapmış

öğretmeninki gibi

derin bir çanak. Ve çok geçmeden küçük çocuk öğrenmiş beklemeyi, izlemeyi ve her

şeyi öğretmen gibi yapmayı.

Ve çok geçmeden başlamış kendiliğinden hiçbir şey yapmamaya. Ama birdenbire küçük çocuk ve ailesi taşınıvermiş başka bir eve,

başka bir şehire ve çocuk gitmiş başka bir okula...

 

Bu okul daha da büyükmüş öbüründen. Kestirme yolu da yokmuş dışarıdan. Büyük

basamakları çıkmak ve uzun koridorları geçmek gerekiyormuş sınıfa kadar.

Ve daha ilk gün demiş ki öğretmen: "Simdi resim yapacağız !"

 

"Güzel" demiş çocuk ve beklemiş öğretmenin ne yapacağını söylemesini. Ancak

öğretmen bir şey söylemeden başlamış dolaşmaya.Küçük çocuğun yanına gelince

sormuş:"Resim yapmak istemiyor musun?"

"İstiyorum" demiş çocuk. "Ne yapacağız?"

"Ne istersen" demiş öğretmen. "Her kes ayni resmi yaparsa ve ayni renkleri

kullanırsa, kimin ne yaptığını ve neyin ne olduğunu nasıl anlarım ben?"

 

"Bilmem" demiş çocuk ve başlamış "YESIL SAPLI KIRMIZI ÇIÇEGI" çizmeye...

 

Helen Buckley

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ÇATLAK KOVA

 

Hindistan da bir sucu boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına

taktığı iki büyük kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış.

Sağlam olan kova her seferinde ırmaktaktan patronun evine ulaşan uzun

yolu dolu olarak tamamlarken çatlak kova içine konan suyun sadece eve

yarısını eve ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca hergün böyle

devam etmiş. Sucu her seferinde patronunun eviine sadece 1.5 kova su

götürebilmiş. Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı çatlak

kova görevinin sadece yarısını yerine getiriyor olmaktan dolayı utanç

duyuyormuş.

 

İki yılın sonunda bir gün çatlak kova ırmağın kıyısında sucuya

seslenmiş.

 

“Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum”

 

“Neden?...”diye sormuş sucu “Niye utanç duyuyorsun?...”

 

“Kova cevap vermiş. “Çünkü iki yıldır çatlağımdan su sızdığı için

taşıma görevimin sadece yarısını yerine getirebiliyorum. Benim

kusurumdan dolayı sen bukadar çalışmana rağmen emeklerinin tam

karşılığını alamıyorsun.”

 

Sucu şöyle demiş “Patronun evine dönerken yolun kenarındaki çiçekleri

farketmeni istiyorum.”

 

Gerçektende tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir yanındaki

yabani çiçeçekleri ısıtan güneşi görmüş. Fakat yolun sonunda yine

suyunun

yarısını kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve yine sucudan özür

dilemiş.

 

Sucu kovaya sormuş.

 

“Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu ve diğer kovanın

tarafında hiç çiçek olmadığını farkettinmi?... Bunun sebebi benim senin kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır.

 

Yolun senin tarafına çiçeçek tohumları ektim ve hergün biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki yıldır ben o güzel çiçekleri toplayıp onlarla patronumun sofrasını süsleyebildim. Sen böyle olmasaydın o evinde bu güzellikleri yaşayamayacaktı.”

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Oldum olası kendisine güvenen ve bununla gurur duyan birisiymiş o. Çoğu kişiye göre başarılıymış da. Etrafındakilere başarısının sırrını hep şöyle açıklarmış: "Kontrol! Anahtar kelime bu. Kontrolü hiçbir vakit elden bırakmayacaksın. Aklını kullanacaksın. Adımlarını yere sağlam basacaksın. O zaman başaramayacağın şey kalmaz." Kontrole verdiği bu önem yüzünden arkadaşları arasında "Bay Kontrol" diye çağrılır olmuş.

 

Gerçekten de, Bay Kontrol, hayatının denetimini hep elinde tutmak ister, herşeyin planladığı gibi yürümesini ister, kolay kolay kimselere güvenmezmiş. Birisine bir iş havale ettiğinde dahi, gizliden gizliye o işi takip eder ve sonuç elde edilinceye dek içi rahat etmezmiş.

 

Ama herşeyi kontrol etmek mümkün değilmiş elbette. Geceleri uykunun kollarına bırakamıyor kendisini. Uykuya dalabilmek, yorgun birisinin uyanık kalması kadar zormuş onun için. Bu sorunu uyku haplarıyla halledebiliyormuş bir şekilde, ama ya midesi? Ekşime, gastrit derken ülsere varan rahatsızlığı doktoruna göre tek nedenden kaynaklanıyormuş: yoğun stres. Her reçetenin yanında bir de tavsiye alıyormuş bu yüzden: "Kendinizi biraz rahat bıraksanız! Sakinleşin. İşleri biraz oluruna bırakın." Ama onun cevabı hazırmış: "Doktor bey, yapacak bunca iş varken insan nasıl rahat olabilir? Oluruna bırakırsam, işler nasıl yürüyecek, söyler misiniz lütfen?"

 

Gençlik enerjisi bitmeden kariyerinin zirvesine ulaşmak, toplumda elle gösterilen bir kişi olmak, daha ileride ülkesinin kaderinde söz sahibi olmak... Kendince belirlediği hedeflermiş bunlar. Her adımını bunları hesaplayarak atar, her sözünü bunları düşünerek söylermiş. Kariyerine zarar vermesin, planları bozulmasın diye, evliliği bile erteleyip dururmuş.

 

Peki ya arkadaşları? Bay Kontrol’le bir arada bulunanlar, kendilerini hep diken üstünde hissederlermiş. Ağzını açıp birşey söylemese bile, etrafına yaydığı gerilim yüklü dalgalar herkesi rahatsız edermiş. Planladığının dışında bir aksaklık mı meydana geldi? İşte o zaman, gözü hiçbir şeyi görmez, sorumluları fena halde haşlarmış. Hele hele çalışanları hasta olduğunda, işler aksayacak diye öfkelenirmiş. Soğuk algınlığına yakalananlara "Arkadaşım, kendinize iyi bakacaksınız. Hasta olmayacaksınız" diye nutuk çekermiş.

 

Hayattaki en büyük korkusunu herhalde söylemeye gerek yok: kontrolü kaybetmek. Bunu hayatında iki kez derinden yaşamış. İlki üniversite yıllarında, hiç hesapta yokken bir kıza aşık olduğunda. Ve bir de babasının beklenmedik ölümünde. İlkinde, sınıf birincisi ideal öğrenci gitmiş, yerine etrafına boş boş bakan, ve leylasından başka hiçbir şeyi düşünmeyen bir mecnun gelmiş. Ama çok geçmeden kurtarmış kendisini bu durumdan. Gelecekle ilgili planlarını düşünerek kontrolü tekrar eline almış. Babasının bir trafik kazası sonucunda ani ölümü ise, tam bir darbe olmuş. Kendi hayatıyla ilgili bütün tutkuları, planları, hedefleri ölümün soğuk yüzüne çarpılmış ve paramparça olmuş. Ama o zoru başarmış ve bu parçaları tekrar birleştirip yoluna devam etmiş!

 

İşte efendim, bu Bay Kontrol’ün başına, nadir de olsa çıktığı tatillerden birisinde öyle birşey gelmiş ki, ancak masallarda olur. Temiz havasıyla ünlü, dağların tepesinde bir tatil köyünde kalıyormuş. Bir gece vakti, aklına nereden geldiyse yalnız başına yürüyüşe çıkmaya karar vermiş. Kafasında işiyle ilgili konuları evirip çevirirken, tatil köyünden hayli uzaklaştığını farketmemiş.

 

Tam önemli bir yatırımı yapıp yapmamayı düşünürken, birden hayatı boyunca nefret ettiği o duygu bütün benliğini sarmış: boşluk! Ayağı kaymış ve sarp yamaçtan aşağı yuvarlanmış. Çok güvendiği ayaklarının üzerinde değilmiş artık... Derken, can havliyle kayalıklardan uzanan bir ağaç dalına tutunabilmiş. Bütün gücüyle sarılmış dala.

 

Aşağıya baktığında dehşete düşmüş, çünkü yüzlerce metrelik bir uçurum uzanıyormuş ayaklarının altında. Yukarıya kendi başına çıkması imkânsızmış. O dala sonsuza kadar tutunamayacağı da açıkmış.

 

Bay Kontrol, o patikadan geçen birisi sesini duyup yardımına koşar ümidiyle bağırmaya başlamış:

 

"İmdaaat! İmdaaaaaaat! Yukarıda kimse var mı? İmdaat!"

 

Dakikalarca bağırmışsa da kimse sesini duymamış. İnsanların gezmek için pek kullanmadığı bir yolmuş çünkü orası. Her geçen dakika saatler gibi geliyormuş ona. Kollarındaki derman azalıyor, ne yapacağını bilemiyormuş.

 

Tam ümidini yitirecekken, tutunduğu dalın üstüne yabani bir güvercin konuvermiş ve adamın hayret dolu bakışları altında konuşmaya başlamış:

 

"Zor durumda görünüyorsun!"

 

DALI BIRAK!

 

Bay Kontrol önce ne diyeceğini bilememiş. Rüyada olup olmadığını sormuş kendi kendisine. Ama güvercin konuşmaya devam etmiş:

 

"Buradan kurtulmak ister miydin?"

 

Bunun ilâhî bir mucize olduğunu, bu kuşu kendisine Allah’ın gönderdiğine kanaat getiren Bay Kontrol yüreğinden kopan bir feryatla haykırmış:

 

"Allahım! Bu kuşu Senin konuşturduğunu biliyorum. Lütfen Allahım, lütfen beni kurtar. Beni buradan kurtarırsan, bir daha asla günah işlemeyeceğim. İyi bir insan olacağım. Bundan sonraki hayatımda hep senin emirlerine uyacağım!"

 

"Vaatlerde bulunmayı bırak şimdi" diye sözünü kesmiş güvercin. "Buradan gerçekten kurtulmak istiyor musun, sen onu söyle."

 

"Evet, evet!" olmuş Bay Kontrol’ün cevabı.

 

"Peki" demiş kuş, "Bunun için Rabbinin senden istediği herşeyi yapar mısın?"

 

Teslimiyetin son kertesine gelen Bay Kontrol’ün cevabı yine aynı olmuş:

 

"Evet! Ne isterse! Emretsin yeter!"

 

"O zamaN senden istenen şeyi söylüyorum" demiş haberci güvercin ve devam etmiş:

 

"Dalı bırak!"

 

Duyduklarına inanamamış bizimki:

 

"Nasıl?"

 

"Duydun ya, Rabbin dalı bırakmanı istiyor. Korkma, Ona güven. O seni kurtaracak."

 

Bir süre, ne diyeceğini bilememiş Bay Kontrol. Sonra...

 

Evet, ne cevap vermiş ve ne yapmış dersiniz?

 

Peki, onun yerinde siz olsaydınız, ne yapardınız?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

"Yollari oldukca uzunmus, yokus yukari gidiyorlarmis, gunes yakiciymis, ter icinde kalmislar, susamislar. Bir donemecin ardinda harika bir mermer kapi gormusler; kapi, ortasinda bir cesme bulunan altin doseli bir meydana aciliyormus, cesmeden berrak bir su akiyormus.

 

Yolcu kapidaki bekciye donmus.

-Iyi gunler.

-Iyi gunler, diye yanit vermis bekci.

-Burasi harika bir yer, adi ne?

-Burasi cennet.

-Ne iyi, cennete gelmisiz, cunku cok susadik.

-Iceri girip dilediginiz kadar su icebilirsiniz, demis bekci ve eliyle

cesmeyi gostermis. 'Atimla kopegim de susadilar.

-Kusura bakmayin, demis bekci.

-Buraya hayvanlar giremez.

 

Yolcu cok uzulmus, cok susamismis, ama suyu tek basina icmek istemiyormus.

 

Bekciye tesekkur edip yoluna devam etmis. Epeyce bir sure yamac yukari gittikten sonra eski gorunumlu kucuk bir kapiya varmislar, kapi iki yani agaclikli toprak bir yola aciliyormus.

 

Agaclardan birinin altinda, sapkasini alnina indirmis, uyur gibi yatan bir adam varmis.

 

-Iyi gunler, demis yolcu

-Adam basini sallamis.

-Atim, kopegim ve ben cok susadik.

-Surada taslarin arasinda bir pinar var, diyen adam eliyle orayi isaret

etmis.

-Istediginiz kadar su icebilirsiniz.

-Yolcu, ati ve kopegi pinara gidip susuzluklarini gidermisler.

 

Yolcu bekciye tesekkur etmis.

 

Istediginiz zaman yine gelebilirsiniz, demis bekci.

 

-Buranin adi ne?

-Cennet.

-Cennet mi? Ama mermer kapidaki bekci bana orasinin cennet oldugunu soyledi=

.

-Orasi cennet degil cehennemdi.

 

Yolcunun akli karismis; -Sizin adinizi kullanmalarina niye izin veriyorsunuz?

Yanlis bilgi vermeleri buyuk karisikliga neden olur!'

 

-Hic de degil. Aslinda onlar bize buyuk bir iyilikte bulunuyorlar. En iyi dostlarina sirt cevirenlerin hepsi orada kaliyor cunku.

 

 

***Paulo Coelho'nun, Seytan ve Genc Kadin adli romanindan ***

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

AŞK VE ARKADAŞLIK

 

 

Ask ve arkadaslik bir gun yolda karsilasirlar ask

kendinden emin bir sekilde sorar; ben senden daha candan ve daha

yakinim sen niye varsin ki bu dunyada?

Arkadaşlık cevap verir "sen gittikten sonra

biraktigin gozyaslarini silmek icin...."

 

Butun sevdiklerinize ithafen sunlari goz onunde

bulundurun: Eger bu sabah hastalikli degil de saglikli uyanmis iseniz,

bir hafta sonrasini goremeyecek olan bir milyon insandan daha

sanslisiniz.

Bir harp tehlikesi ile, iskence gormek ihtimali ile sag

kalma korkusu ile karsi karsiya degilseniz, 500 milyon insandan daha

iyisiniz.

Buz dolabinizda yiyeceginiz, uzerinizde elbiseniz ve

basinizi sokup uyuyabileceginiz bir eviniz varsa, dunyadaki insanlarin

cogundan daha zenginsiniz. Bankada ve cuzdaninizda para varsa, dunyanin en

imtiyazli % 8'i arasindasiniz.

Anneniz, babaniz sag ise ve bosanmamislarsa, siz bu dunyada

nadir kisilerden birisiniz. Bu mesaji okuyabiliyorsaniz bu demektir

ki; Birisi sizi dusundu ve bunu gonderdi, ve cunku okuma yazma bilmeyen 2

milyar kisiden biri degilsiniz.

 

Paraya ihtiyacin yokmus gibi calis.

Kimse seni uzmemis gibi sev.

Kimse seni seyretmiyormus gibi danset.

Kimse seni dinlemiyormus gibi sarki soyle.

Cennet dunyada imis gibi yasa.

 

(Demin bi msj gelmiş bana gerçi benden bana gelmiş görünüşe göre :)) bunun nasıl olduğunu bilmiyorum ama hoşuma giden bi yazıydı o yüzden buraya yazdım)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ENDÜLÜS'TE GARİP ŞEYLER

Endülüs fatihi Tarık bin Ziyad, İspanya'ya çıkışında onikibin kişilik ordusuyla Kral Rodrik'in doksanbin kişilik ordusunu yenmişti (92/711 Mayıs). Daha sonra da Endülüs'te fetih hareketlerini sürdürmüştü. Tarık ve ordusu ülkenin başşehri olan Tuleytula üzerine yürüyünce, ahali korkudan kaçıp şehri boşaltmış, böylece orası hıristiyanlardan kolayca alınmıştı. Bu fetihten sonra Tarık, dağın arkasında 'Medinetü'l-Mâide' (Sofra Şehri) denilen yere geçti. Burada Hz. Süleyman a.s.'ın sofrasını ele geçirdi. Bu sofra yeşil zümrütten yapılmış, kenarları ve ayakları inci, mercan, yakut ve benzeri mücevherlerle süslüydü. Üçyüzaltmış ayağı vardı.

 

Kuzey Afrika valisi olan ve baştan beri Tarık'ın fetihlerine destek ve yardımda bulunan Musa b. Nusayr da, Tarık'tan bir yıl sonra onsekizbin askerle, gördüğü lüzum üzerine Endülüs'e girmiş; iki ayrı koldan fetihler sürerken, iki ordunun buluşması ancak bir yıl sonra mümkün olmuştu. Böylece iki büyük komutanın gayretiyle Endülüs fethi iki yılda tamamlanmıştı.

 

Endülüs'ün fethiyle ilgili, bazı garip olaylar da anlatılır. Şöyle ki, Tarık b. Ziyad Cebel-i Tarık Boğazı'nı geçip Endülüs'e girince, esirler arasında yaşlı bir kadın ona şöyle demiş:

 

- Böyle olayları iyi bilen bir kocam vardı. Buralara gelip galip olacak bir komutandan bahsedip dururdu. Bu komutanın sol omuzunda kıllı bir ben olduğunu söylerdi.

 

Tarık elbisesini kaldırınca, söylendiği gibi bir ben görüldü. Tarık ve yanındakiler bunu da bir fetih müjdesi saydılar.

 

Musa b. Nusayr şehirleri zaptederek İspanya içlerinde ilerlerken, birçok kalıntının da yer aldığı geniş bir araziye ulaşır. Orada dikili bir taş üzerinde oyma yazılarla şu yazıyı görür: 'Ey İsmailoğulları (Araplar)! Sizin varacağınız son yer burasıdır. Artık geri dönünüz. Niçin döneceğinizi de bildireyim: Sizler aranızda kavga ve ihtilafa düşeceksiniz.' Musa buradan geri döner.

 

Derler ki, Romalılar Endülüs'e girdikleri zaman bir evle karşılaştılar. Onlardan her kral buraya bir kilit ekliyordu. Gotlar da aynı şeyi yaptılar. Rodrik İspanya kralı olunca, bütün uyarılara rağmen bu kilitleri açtı. İçeride kırmızı sarıklı ve siyah atlı Arapların resmini gördü. Bir de şöyle bir yazı vardı: 'Bu ev açıldığında, bunlar da bu ülkeye girecekler.' İşte o sene Endülüs fethedildi.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sultan Kim

 

Bir zamanlar, uzak diyarlardan birinde bilge bir sultan yaşardı. Her hükümdar gibi onun da etrafı onlarca yağcıyla doluydu. Sarayında hangi odaya girse iltifatların, övgülerin bini bir paraydı:

'Siz gelmiş geçmiş en kudretli sultansınız, efendim!'

'Sultanım! Kimsenin, hiçbir şeyin gücü sizinkiyle boy ölçüşemez.'

'Sizin kudretinizin yetemeyeceği hiçbir şey olamaz,efendim.'

'Siz sultanların sultanısınız ey aziz hükümdar. Kimse size itaatsizlik etmeye cesaret edemez.'

Dediğimiz gibi, sultan aklı başında biriydi ve bu tür aptalca sözleri duymaktan bıkmış usanmıştı.

Bir gün deniz kenarında yürürken, her zamanki gibi kendisine övgüler yağdıran saray ahalisine ve adamlarına bir ders vermek istedi.

'Benim bu dünyadaki en büyük insan olduğumu söylüyorsunuz, öyle mi?' diye sormuş adamlarına.

'Sultanımız!' diye atıldı hepsi bir ağızdan. 'Sizin kadar kudretli, sizin kadar büyük hiç kimse gelmedi bu dünyaya.'

'Yani herşey bana itaat eder, diyorsunuz, öyle mi?' diye devam etti sorularına sultan.

'Kesinlikle efendimiz' diye karşılık verdi saraylılar.

'Dünya sizin önünüzde eğilir ve size ram olur.'

'Demek öyle,' dedi sultan. 'O zaman bana tahtımı getirin ve kıyıya koyun.'

'Derhal sultanımız.'

Ve tahtını hemen getirip kumların üzerine yerleştirdiler.

'Denize yaklaştırın,' diye seslendi sultan. 'Tam şuraya, kumsala koyun.'

Sonra tahtına oturdu ve önündeki denize bakmaya başladı. Biraz sonra adamlarına sordu:

'Bir dalganın gelmekte olduğunu görüyorum. Sizce ona emir versem durur mu?'

Sultanın adamları ne diyeceklerini bilemediler.

'Hayır' demeye de cesaret edemediler. Sonunda, 'Siz emredin dalga size itaat edecektir Sultanım' demek zorunda kaldılar.

'Pekala' dedi Sultan da. 'Ey dalga, sana emrediyorum:

Dur! Deniz, sana da emrediyorum: dalgalanmayı bırak!'

Daha sonra, sessizce bekledi sultan. O arada, küçücük bir dalga geldi, sahile vurdu. Dalga onun ayağını da ıslatmıştı.

'Bu ne cüret?' diye bağırdı ayağa kalkan sultan. 'Ey deniz! Derhal geri dön! Sana önümden çekilmeni emrediyorum. Bana itaat et!'

O daha bunları söylerken, bu defa daha büyük bir dalga gelip ayaklarını ıslattı. Uzaklardan geçen bir gemiden dolayı olsa gerek, dalgalar büyüdükçe büyüdü. Öyle ki, sultanın tahtı suların içinde kaldı. Sadece ayakları değil, elbisesinin etekleri de ıslandı. Bütün bu olup bitenleri hayretle izleyen saraylılar, fısıltıyla sultanlarının aklını kaçırıp kaçırmadığını soruyorlardı birbirlerine.

'Evet, dostlarım' dedi sultan adamlarına dönüp. 'Öyle görünüyor ki, sizin inandığınız kadar kudretli birisi değilim ben. Bakın şu küçücük dalgalara bile sözüm geçmiyor. Nerede kaldı, denizlere, dağlara, dünyaya hükmedebileyim...

'Bu size ders olsun. Bundan böyle tek bir Sultan olduğunu, sadece Onun kudretinin herşeye yeteceğini, denize onun hükmettiğini, bütün denizlerin onun kudret elinde bulunduğunu hatırlarsınız umarım. Sultan da olsam, ben Onun aciz bir kuluyum. Dolayısıyla, bana yönelttiğiniz övgülerin ve iltifatların gerçek adresi ancak O olabilir.'

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kim Fakir?

 

 

Bir gün çok zengin bir adam oğlunu kırsal kesime götürüp ona insanların ne kadar fakir olabileceğini göstermek istemişti.

 

Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir gün bir gece geçirdiler. Şehre dönerken baba oğluna sordu:

 

“Yolculuğumuzu nasıl buldun?”

 

“Çok güzeldi babacığım!” diye cevap verdi oğlu.

 

“İnsanların ne kadar fakir olabileceğini gördün, değil mi?”

 

“Evet.”

 

“Peki ne öğrendin?”

 

“Şunu gördüm” dedi oğlu. “Bizim evde bir köpeğimiz var, onların dört köpeği

 

Bizim evde bahçenin yarısına kadar gelen bir havuzumuz, onların kilometrelerce uzunluğunda dereleri var.

 

Bizim bahçede ithal lambalarımız, onların yıldızları var. Bizim taraçamız ön bahçeye kadar, onlarınki ise ufka kadar uzanıyor.” Ufaklık konuşurken, babası şaşkınlıktan tek kelime bile edemedi.

 

Ve çocuk ekledi:

 

“Ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için,teşekkür ederim babacığım!”

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bu tapınak bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu ve burada geçerli olan incelik,anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.Bir gün tapınağın kapısına - bir yabancı geldi.

Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.

 

Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, kapıda tokmak ya da çan, zil türünden ses çıkaran bir gereç yoktu.Bir süre sonra kapı açıldı,içerdeki "bilgelik arayıcısı" kapıda duran yabancıya baktı.

 

Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı.Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.

 

İçerdeki bir süre kayboldu,sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve kabı yabancıya uzattı. Bu "Yeni bir aracıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz" demekti.

 

Yabancı tapınağın bahçesine döndü,aldığı bir gül yaprağını dolu kabın içindeki suyun üzerine bıraktı.Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.

 

İçerdeki Budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.

 

Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardır.

 

Bu sevgiydi ve sevgiye her zaman yer bulunurdu.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı.

Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurtdışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı.Serap'ı özel bir ilgiyle biz- zat ben tedavi altına aldım.

Ve kısa bir süre sonra da Allah'ın izniyle iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu.

 

Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir'e gitmek istedi.Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim.

 

Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza gecirmesi uzerine 6 saat kadar mahsur kalmış. Dönüşünden kısa 1 sure sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı.Serap bacak kemiklerindeki metasaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahuru sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu.

Evine gittiğim gün,yine güçlükle konuşarak:

-Doktor bey, dedi. Ben size...dargınım.

-"Niçin?"diye sordum.

-dindar...bir...insanmışsınız...niçin...ba-na...da,Allah'ı...ölümü... ahireti... anlat mıyorsunuz?"

Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak:

-"Doktora ulaşmak kolaydır dedim. Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."

 

Konuşmaya mecali olmadığından "ben o isteği duyuyorum" manasında başını salladı.

Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra,ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve son günlerini yaşayan Serap için bu dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü.

 

Anlattığım iman hakikatlarını bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soruyordu.

 

Vefatına bir hafta kala:

-"Doktor Bey, dedi.Ben...ölürken...ne...söyleme-liyim?"

-"Senin durumun çok özel" dedim.

Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O anı farkedince Muhammed (s.a.v) sana yeter."

 

O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı.Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim.

 

Dönüşumde annesi telefon ederek:

-"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor." dedi.

"Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor."

Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum.

-"Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste "Muhammed" diyemezsem?.

 

İşte Serap,böyle bir hanımdı.

Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gun daha ömrü varsa , son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine olacak ki Salı gunune kadar yaşıyacağına dair işaret sezdim.

 

Ertesi gün O'na:

-"Hiç korkma!" dedim."İğneyi vurdurabilirsin. "Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:

 

-Doktorbey...Azrail...bana...nasıl... görü...ne-cek?"

-"Kızım," dedim. "O bir melek değil mi?Hiç merak etme,sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir."

Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim. Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandi. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:

--"Doktor bey, biliyor musunuz , bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!"dedi ve devam etti:

-Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını

attı ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütın ev halkı hayretten donup kaldık.

Ve kelime-i Şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:

 

-"Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş!!!"

 

Onk. Dr. Haluk Nurbaki

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bir adam şöyle dedi: Bize kendini bilişden bahset.

 

Ve o cevap verdi:

Kalbiniz gecelerin ve gündüzlerin sırrını sessizce bilir. Ancak kulaklarınız, kalbinizin bilgisini işitmek için deli olur.

 

Düşüncelerinizde daim-

a bildiğinizi, kelimelerde de bileceksiniz. Rüyalarınızın çıplak bedenine parmaklarınızla dokunabileceksiniz.

 

Ve böyle de olması gerekir.

Ruhunuzun saklı kaynağı yükselmeli ve çağıldayarak denize doğru koşmali; Ve o zaman, sonsuz derinliğinizin hazineleri gözlerinizin önüne serilecektir.

 

Ancak bilinmeyen hazinenizi tartmak için tartı aramayın; Ve bilginizin derinliğini değnekle veya iskandil ipiyle ölçmeye kalkmayın.

 

Çünkü kişi,ölçüsüz ve sınırsız bir deniz gibidir. Tek doğruyu buldum değil, Bir doğruyu buldum deyin.

 

Ruha giden yolu buldum değil, Kendi yolumda yürürken ruhu buldum deyin. Çünkü ruh, her yolda yürür. Ruh ne bir çizgi üzerinde yürür; ne de bir kamis gibi dümdüz büyür. Ruh, sayısız taç yaprakları olan bir lotus çiçeği gibi açılır.

 

HALİL CİBRAN

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

CENNET CEHENNEM

 

 

Yaşı çok genç olmasına rağmen, ölümden sonrasını, cennet ve cehennemi çok merak ediyordu. Bu şiddetli merakın sonucu mudur bilinmez, bir gün rüyasında öldüğünü gördü. Bir melek kendisini alıp öteki dünyaya kanat çarptı.

 

 

“Şimdi,” dedi melek, “hayatın boyunca görmek istediğin yerleri göstereceğim sana.”

Genç, gördükleri karşısında hayretler içinde kaldı.

 

Cehennem denilen yer kocaman bir odaydı ve odanın ortasında büyük bir masa, masanın üstünde de nefis kokular saçan iştah kabartıcı yemekler vardı. Masanın etrafında ise cehennem ehli oturuyordu. Odanın duvarında “Yemekler, sadece kaşıkların ucundan tutarak yenilebilir” şeklinde bir levha asılıydı.

 

Bu nefis kokular saçan yemeklerin sunulduğu bir yer nasıl cehennem olabilirdi ki? Tam bu soruyu kendisine eşlik eden meleğe soracaktı ki, başka birşey dikkatini çekti. Cehennemdeki insanlar, önlerinde duran onca nefis yemeğe rağmen mutsuz ve kederli bir halde sessizce oturuyordu. Daha ilginci ise, hepsi ellerinde kollarından daha uzun kaşıklar tutuyorlar ve bu karşıkları kullanarak yemek yiyemedikleri için açlıktan muzdarip halde oturuyorlardı.

 

Melek, onun soru sormasına fırsat vermeden “Şimdi de sana Cennet’i göstereecğim” dedi ve onu bir öncekiyle tıpatıp aynı bir odaya götürdü. Odada yine aynı enfes yemeklerle dolu bir masa, etrafında ellerinde aynı uzunlukta kaşıklar tutan insanlar oturuyordu. Duvarda aynı kural yazılıydı. Kısacası, görünürde herşey aynıydı. Tek bir farkla: Cennet’teki insanlar, bir taraftan ellerindeki uzun kaşıklarla karşılarında oturanlara yemekleri ikram ederken, bir taraftan da şen şakrak sohbet ediyorlardı. Ve yüzlerinde hem doymanın, hem de mutluluğun ifadesi okunuyordu.

 

Melek, onu yolcularken kulağına şunları fısıldadı:

 

“Görüyorsun ki, Cehennem’deki benciller sadece kendilerini doyurmaya çalıştıkları için hem aç hem mutsuz. Cennet ehli ise cömertlikleri ve ikram duyguları sayesinde hem midelerini, hem de ruhlarını doyurabiliyorlar.”

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

DAHA KÖTÜSÜ HEP VARDIR

 

 

Bir köylü bilgenin yanına geldi ve şikayete başladı: “N’olur bana yardım edin, yoksa çıldıracağım. Tek odalı bir evde yaşıyoruz. Ben, karım, çocuklarım, karımın akrabaları. Herkesin siniri tepesinde. Birbirimize bağırıp duruyoruz. Oda sanki bir cehenneme döndü.”

“Sana söyleyeceğim şeyi yapacağına söz verir misin?” diye sordu bilge ciddi bir sesle.

“Yemin ederim, ne söylerseniz yapacağım.”

 

“Pekala. Kaç hayvanın var?”

 

“Bir inek, bir keçi ve altı tavuk.”

 

“Onların hepsini evinize al. Bir hafta sonra yanıma yine gel.”

 

Bilgenin talebesi çok şaşırmıştı, ama itaat edeceğine söz vermişti bir kere. Böylece, hayvanları da odaya aldı.

 

Bir hafta sonra geldiğinde perişan haldeydi. Acı ve kederle inliyordu. “Mahvolmuş durumdayız. Pislik! Koku! Gürültü! Hepimizin aklını kaçırmasına ramak kaldı!”

 

“Şimdi git ve hayvanları evden çıkar” dedi bilge. Adam eve kadar hiç durmadan koştu. Ertesi gün bilgenin yanına geldiğinde gözleri mutluluktan parlıyordu:

 

“Hayat ne kadar güzel. Hayvanlar dışarıda. Evimiz, öyle sessiz, öyle temiz ve öyle geniş ki. Sanki bir cennet!”

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

VASİYET

 

 

Eski zamanlarda, atları çok seven ve aynı zamanda akıllı bir adam vardı. Bu adam günün birinde öldü. Ardında 19 cins at bıraktı. Adam vasiyetinde, atlarının yarısının oğluna, dörtte birinin sadaka olarak fakirlere, beşte birinin de uşağına verilmesini istiyordu. Köyün yaşlıları işin içinden çıkamadılar.

19 atın yarısını adamın oğluna nasıl vereceklerdi? Oğula 9 at verseler, geriye kalan atı ikiye bölemeyeceklerine göre, bu vasiyeti nasıl yerine getireceklerdi? İki haftadan fazla bir zaman bu işin üzerine düşündüler, ama çıkar bir yol bulamadılar. Sonunda, komşu köyde yaşayan bilgenin yanına gidip ondan yardım istemeye karar verdiler.

 

Bilge, adamlar geldiğinde, atının üzerinde gezintideydi. Onlara nasıl yardım edebileceğini sordu. Onlarda ölen adamın vasiyetini anlattılar: 19 atın yarısını oğluna, dörtte birini fakirlere, beşte birini de uşağa vermeleri gerekiyordu, ama bunu başaramamışlardı. Bilge problemi hemen çözeceğini söyledi. Birlikte köye gittiler. Bilge 19 atı yan yana dizdirdi. Sonra en başa kendi atını getirip sıraya dahil etti. Şimdi atların sayısı 20 olmuştu. Daha sonra, atların yarısı olan 10 atı adamın oğluna verdi, dörtte biri olan beş atı sadaka olarak fakirlere vermek üzere kenara ayırdı. Beşte bir olan dört atı da uşağa verdi. Böylece vasiyet gereği dağıtılması gereken atların sayısı 19’u buluyordu. Geriye kalan yirminci at da zaten kendi atıydı.

 

Bilge, bu bölüştürme işlemini köyün yaşlılarının gıpta ve hayranlık dolu bakışlarının altında yaptıktan sonra, şunları söyleyip oradan uzaklaştı.

 

“Ümit ederim, bu vasiyetle size verilmek istenen mesaşı anlamışsınızdır. Gündelik hayatımızda, karşılaştığımız olaylara Allah’ın adını da katmak, o işi onun adıyla gerçekleştirmemiz gerekir. İlk bakışta, içinden çıkılmaz gibi görünen tüm gündelik problemimiz, Allah’ın adıyla yaklaşıldığında, bu vasiyetin yerine getirilmesi gibi hemencecik çözülür. Karşılaştığımız problemlere Alla’ın adıyla muhatap olduğumuzda, ısının buzu eritip önce suya sonra da buhara dönüştürmesi gibi, problemlerimiz erir, buharlaşır.”

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

CENNET CEHENNEM

 

 

Yaşı çok genç olmasına rağmen, ölümden sonrasını, cennet ve cehennemi çok merak ediyordu. Bu şiddetli merakın sonucu mudur bilinmez, bir gün rüyasında öldüğünü gördü. Bir melek kendisini alıp öteki dünyaya kanat çarptı.

“Şimdi,” dedi melek, “hayatın boyunca görmek istediğin yerleri göstereceğim sana.”

Genç, gördükleri karşısında hayretler içinde kaldı.

Cehennem denilen yer kocaman bir odaydı ve odanın ortasında büyük bir masa, masanın üstünde de nefis kokular saçan iştah kabartıcı yemekler vardı. Masanın etrafında ise cehennem ehli oturuyordu. Odanın duvarında “Yemekler, sadece kaşıkların ucundan tutarak yenilebilir” şeklinde bir levha asılıydı.

Bu nefis kokular saçan yemeklerin sunulduğu bir yer nasıl cehennem olabilirdi ki? Tam bu soruyu kendisine eşlik eden meleğe soracaktı ki, başka birşey dikkatini çekti. Cehennemdeki insanlar, önlerinde duran onca nefis yemeğe rağmen mutsuz ve kederli bir halde sessizce oturuyordu. Daha ilginci ise, hepsi ellerinde kollarından daha uzun kaşıklar tutuyorlar ve bu karşıkları kullanarak yemek yiyemedikleri için açlıktan muzdarip halde oturuyorlardı.

Melek, onun soru sormasına fırsat vermeden “Şimdi de sana Cennet’i göstereecğim” dedi ve onu bir öncekiyle tıpatıp aynı bir odaya götürdü. Odada yine aynı enfes yemeklerle dolu bir masa, etrafında ellerinde aynı uzunlukta kaşıklar tutan insanlar oturuyordu. Duvarda aynı kural yazılıydı. Kısacası, görünürde herşey aynıydı. Tek bir farkla: Cennet’teki insanlar, bir taraftan ellerindeki uzun kaşıklarla karşılarında oturanlara yemekleri ikram ederken, bir taraftan da şen şakrak sohbet ediyorlardı. Ve yüzlerinde hem doymanın, hem de mutluluğun ifadesi okunuyordu.

Melek, onu yolcularken kulağına şunları fısıldadı:

“Görüyorsun ki, Cehennem’deki benciller sadece kendilerini doyurmaya çalıştıkları için hem aç hem mutsuz. Cennet ehli ise cömertlikleri ve ikram duyguları sayesinde hem midelerini, hem de ruhlarını doyurabiliyorlar.”

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Hayat bir Maraton

 

 

Hava kararmaktadır. Maraton yarışı sonuçlanalı bir saati geçmiştir.Stadyum

neredeyse boşalmıştır. Stadyumun temizlikçileri yavaş yavaş etrafı toparlamaya bile başlamıştır. Tam o sırada stadyumun giriş kapısından bir siyahi atlet gözükür. Atletin - gözü bitirme ipini aramaktadır. Koşma ile yürüme arası bir şey, seke seke ilerlemektedir. Sonunda atlet bitirme ipini göğüsler. Böylece John Stephen Akhwari, Mexico'daki 1968 Olimpiyatları'nda tarihe geçer. Ama bu Tanzanyalı atletin tarihe geçmesine asıl neden,yarışı en son bitiren atlet olması değil, ipi göğüsledikten sonraki sözleri

olmuştur.

 

Bu Tanzanyalı atlet yarış sırasında bir kaza geçirmiş ve yaralanmıştır.

 

Tedavisi yapılmıştır, ama bacağı hâlâ kanamaktadır. Stadyumda kalan bir

küçük kalabalık bu atleti alkışlarlar. Bir kısmı takdirle alkışlamaktadır,

bir kısmı da adamın yaralı bacağını görmediklerinden, belki de dalga

geçerek alkışlamaktadır. Bu alkışlamada belki de, "Akşam-ı Şerifler hayrolsun!

Nerelerdeydiniz mirim?" türünden bir sorgulama bile vardır. Maraton koşusunu

yazacak bir-iki gazeteci daha stadyumdan ayrılmamıştır. "Neredeydiniz mirim?" sorusunu bu gazeteciler daha bir usturuplu sorarlar :

-Yarışı kazanma şansınızı kaybetmiştiniz. Neden ille de yarışı bitirmek için bu kadar kendinizi zorladınız?

Bu soruya Tanzanyalı atlet çok şaşırır; ama sonunda cevabını verir :

- Beni ülkem buraya yarışa başlayayım diye değil, yarısı bitireyim diye yolladı..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Hayır

 

Bir zamanlar Afrika’daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan iitbaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.

 

Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:

 

“Bunda da bir hayır var!”

 

Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu.

 

Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki sözünü söyledi:

 

“Bunda da bir hayır var!”

 

Kral acı ve öfkeyle bağırdı:

 

“Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?” Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.

 

Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyünz meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar.

 

Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını farkettiler. Bu inankabile, batıl çları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.

 

Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.

 

“Haklıymışsın!” dedi. “Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü birşeydi.”

 

“Hayır” diye karşılık verdi arkadaşı. “Bunda da bir hayır var.”

 

“Ne diyorsun Allah aşkına?” diye hayretle bağırdı kral. “Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir.”

 

“Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi?” Ve sonrasını düşünsene…

 

 

 

Murat Çiftkaya,

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.