Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

İLHAM ÖYKÜLERİ


Shatin

Önerilen İletiler

KARDAN ADAMIN GÖZYASLARI

 

Bir hastane odasindaydi , Gözerini pencereden alamiyordu. Yagan karla birlikte bembeyaz hayellere dalmist. Disari cikip kartopu oynamak, kardan adam yapmak istedi. Ne havanin soguk olusu ne de sirtinda pijamalarindan baska bir giysinin olmayisi umurunda bile degildi. Sadece, bembeyaz sokaklarda kosmak istiyordu. Kosmak.. Doyasiya, ucarcasina kosmak. Disari cikmak icin yatagindan dogrulmaya calisirken birden unutmus oldugu aci gercegi hatirladi. Gözleri dolu dolu, bir pencerede yagan kara, bir de duvara dayali duran koltuk degneklerine bakti. Bogazina dügümlenen hickiriklarala, Ne olurdu ben de kossaydim, bende oynayabilseydim, ben de cocuklugumu yasasaydim? diye ic gecirerek isyan etti.

Kücük bir cocukken gecirmis oldugu bir kazadan dolayi bu lanet koltuk degneklerine mahkum olmustu. Ameliyatla düzelebilecekti ancak cok para lazimdi. Ailese zaten cok fakirdi. Babasi amelelik yapiyordu.

 

 

Cocuk cok caliskan olmasina ragmen ilkokulu zorla okudu. Okula annesinin sirtinda gidip gelmek cok agirina gidiyordu. Ötretmeninin ve ailesinin bütün israrlarina ragmen orta okula gitmedi. Neye yarayacakti ki yürüyemedikten sonra?.. Babasi yardim istemek icin valilige ve daha üst mercilere tekrar tekrar basvurmus, her defasinda yeni sözler almisti. Bu sözler cocuga yeni umutlara baglamisti. En sonunda vilayetten bir hayirseverin onu amaliyat ettirecegi haberi geldi. Sevincten ucuyordu, on altisindaydi ama ameliyattan sonra cocuklar gibi kosup oynayacakti sokaklarda. KIm ne derse desin on alti yilin özlemini cikaracakti. Sabah saat sekiz otuzda ameliyat olacakti. Saatine bakti bir bucuga geliyordu. Gözlerine uyku girmedi. Heyecandan ici icine sigmiyordu. Birden aklina kar geldi. Ya sabaha kadar kar erirse? diye düsündü. Hem doktor ona ameliyattan ancak iki hafta sonra yürüyebilirsin demisti. O zamana kadar karlar coktan erirdi. Nasil olsa uykusu da yoktu. Vakit bir türlü gecmek bilmiyordu. Güclükle uzanarak koltuk degneklerine ulasti. Ilk defa birinin yardimi olmadan ayaga kalkti. Önce sendeledi, düsecek gibi oldu. Sonra dengesini saglayarak degneklerin yardimiyla yürümeye basladi. Gürültü yapmamaliydi, Nöbetci doktor ve hemsireye görünmeden asansöre ulasti. Alt kata indiginde kapidaki nöbetci uyumustu. Onun uyandirmadan disari ciktigina sevinmis, Bu gece sans benden yana diye gülmüstü.

Bahceye ciktiginda ameliyati unutmustu bile. Hayatinda gördügü ilk kardi bu. Elini kara ilk attiginda kalbi duracak gibi oldu.

Sonra biraz ilerde cocuklarin yapmis oldugu kardan adami gördü. Yanina gitmek istiyordu, fakat degneklerle karda yürümek cok zordu. Daha bir kac adim atmisti ki yere düstü. Canin yanmasina aldiris bile etmeden, sürünerek kardan adamin yanina gitti. Ne kadar da güzeldi. Yasanmamis bir cocuklugun safligi ile kardan adamla konusmaya basladi.

 

Seninle ayniyiz kardan adam dedi. Ikimiz de yürüyemiyoruz. Arkadaslarin sana ayak yapmayi unutmuslar. Benimse ayklarim var ama yürüyemiyorum. Ben yarin ameliyat olacagim biliyor musun? Tekrar yürüyebildigim zaman karlarda doyasiya kosup oynayacagim ve sana söz veriyorum ayaksiz kardan adam yapmayacagim dedi.

 

Ona gecmisinden ve hayallerinden bahsetti.

Bembeyaz gelinlikler icinde ne kadar güzel bir gelin olacagini anlatti, tipki kar gibi..

Yorulmustu

yavas yavas uykusu geliyordu ve

uyudu..

 

 

Sabah doktorlar yataginda bulamadilar cocugu. Öglene dogru onu karbeyaz ölüme sürükleyen bir beyaz hayalin kucaginda buldular.

Hic kimse bilemedi onun umutlarini..

hayallerini..

Ne doktorlar, ne annesi, ne de babasi.

 

Yalnizca erimekte olan kardan adam..

Eriyordu kardan adam, Cocugun

ümütleri, hayalleri gibi ve

Bir baska bahara cocuk, bir baska bahara derken agliyordu.

 

 

 

Kardan adamin gözyaslari ebedi ayaksiz kalacak kardan adamlar icinmi yoksa Cocugun yasanmamis yillari icin midir, bilinmez.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • Cevaplar 118
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

İHTİYAR

 

 

 

Mağaranın karanlığına bakan yüzüne çevirip gözlerini “acaba” der umutsuzca.

 

Mağarasından çıkıp insanların arasına katılmasının üzerinden tam beş sene geçmişti ihtiyarın. İnsanların gözlerindeki aczi fark edişinin ise on... Değişen ne vardı ki görünenden başka? Yalnız saçlarındaki beyazlık fark edilir derecede artmış, ak yüzündeki kırışıklıkların sayısı bir o kadar çoğalmıştı. Ya mağaranın dışındakiler , acaba onlar ne haldeydi, ne yapıyorlardı? Bir an beyninde çakan şimşeklerin düşünce olarak yağmaya başladığını ve gözyaşlarının yüzündeki çizgilerin arasından akıp gittiğini hissetti. “ Ne olur, ne olur bir şans daha” diyebilmişti, tiz ve titrek bir ses tonuyla mağaranın duvarlarına. Duvarlar dile geldi de kükrercesine, haykırdı heybetli sesiyle: “ Tamam son bir şans daha!..”

 

İşte yine yola çıkmıştı, şükranlarını ifade ettikten sonra mağarasına. O kadar alışmıştı ki ona... Daha şimdiden özlemişti bile. Yolda karşısına önce tarladan eve dönen bir çiftçi çıktı. Çiftçiyi gördüğünde aslında insanları ne kadar da çok özlediğini anladı. Gözlerinden çiftçinin de onu sevdiğini fark etti. Çiftçi, elindeki elmanın tekini ihtiyara uzatarak “ Nereden gelip nereye gidersin yabancı?” diyebildi, sırtındaki çuvalı yere bırakarak. “Mağaradan çıktım mağaraya gidiyorum” diyerek karşılık verdi, çiftçinin yüzüne üfleyerek ihtiyar. Önce hakikati ve sevgiyi sordu ihtiyar. Sonra insanlığı, varlığı bir de yokluğu... Çiftçi ihtiyarın gözlerine baktı baktı ve “Ne iş yaa! Çıka çıka karşıma bir deli çıktı.” dedi, ihtiyarın sorusuna cevap olarak. İhtiyar yine o karanlığı gördü insanlığın yüzünde. Ve yazık! Ne yazık hala gözü açık körebe oynuyordu insanlık. İhtiyar, “ Hala kör taklidi yapıyorlar, hala aydınlıkta karanlığı yaşıyorlar, hala mağaradalar” dedi ve ayrıldı çiftçinin yanından ıslak gözlerle. Belki...

 

Yorulmuştu ihtiyar. Mağarasından çıktığından beri yürüyordu dur durak bilmeden. Acıktığını hissetti birden ve çantasından çıkardığı kuru bir lokma ekmekle geçirdi midesinin açlığını. Bir lokma kuru ekmek yetiyordu çünkü. Bir gün muhtaç kaldığında nefsine ağır gelmesin diye alıştırıyordu kendisini buna. Yorgunluğunu üstünden attıktan sonra tekrar yola çıktı, sofrasını bürerek.

 

Yolda yürürken durup önce gökyüzüne baktı. Sonra ağaçlara, anasından memelerini koparırcasına süt emen kuzulara... “ Ne güzel her şey ve ne kadar uyum içinde.”diye düşündü. Bu güzelliği, sevgiyi neden görmezler ki insanlar ve neden bir ders almazlar ? İnsanlar! Her şeyi önce kendinden başlayarak mahveden insanlar... Bu ahengi neden görmezler ya da görmezden gelirler ? Bu sevgiyi neden hissetmezler yüreklerinde ? Acaba gözlerine bilinmeyen bir güç tarafından binlerce perde mi çekilmişti ki bu kadar kördüler ? Neden görmüyorlardı görmeleri gerekenleri ve neden bilmiyorlardı bilmeleri gerekenleri?.. Ah! Ah keşke yırtabilseydi insanların gözlerinin önündeki kara perdeleri ve gösterebilseydi onlara, hayata dair bütün güzellikleri...

 

Gözlerinden süzülen ıslaklığı elinin ayasıyla sildi, karşısına çıkan gence dikti gözlerini ihtiyar. “Belki geçmiş değil de gelecek anlar beni kimbilir ve umutla dönerim mağarama” diye sızlandı yüreği; “bak” dedi, gencin ışıldayan gözlerine bakarak: “Ver elini de dinle beni. Bir kaç sorum var sana.” Ve ellerini tutarak gencin. “Tabiki” dedi genç, “Nasıl olsa aynı –yöne- gidiyoruz.”

 

Ve heyecanla sormaya başladı tek tek zihnindeki soruları. – Kimsenin anla(ya)madığı... -

 

 

 

 

 

 

- Sence hayat nedir ?

 

- Yaşanılan zamandır.

 

- Yaşanılan nedir o zaman?

 

- Yaşadıklarımızdır.

 

- Yaşanılan şeyler nelerdir öyleyse ?

 

- Mutluluklar, güzel şeyler, acılar...

 

- “Mutluluklar, acılar, güzel şeyler...” dedin. Bunlar, herkes tarafından aynı şekilde mi algılanır ?

 

- Hayır elbette! Herkesin bir bakış açısı var, bir “ben”i var.

 

- “Ben” diyorsun, nedir bu ben ?

 

- “Ben”i “ben” yapan parçalarımın oluşturduğu bütündür.

 

- “Parçalarım” dedin, bu parçalardan kast ettiğin nelerdir ?

 

- Doğuştan sahibi olduğum şeyler.

 

- Sahibi olduğunu iddia ettiğin şeylerin senin olduğunu nerden biliyorsun ?

 

- Aklım öyle söylüyor.

 

- Peki acaba aklın doğru mu söylüyor, hiç düşündün mü ?

 

- Tekrar başa dönelim. Az önce güzel şeylerin “ben” merkezli bir bakış açısından belirlendiğinden bahsetmiştin. Söyler misin o zaman sana mutluluk veren şeyler herkese de aynı hazzı verir mi ? Yoksa herkese göre farklı farklı mutluluk kaynakları mı vardır ?

 

- Hayır tabîki. Bazı şeyler müşterektir.

 

- Ama az önce “ben” merkezli bir güzellikten söz ediyordun. O halde bazan insanlara nahoş görünen şeyler başkalarına güzel görünebilir. Yani güzel olan şeyler, onu algılayana değil; algılanan şeye bağlıdır öyle değil mi ?

 

- Evet haklısın ihtiyar.

 

- O halde bazen akıl yetersiz kalıyor.

 

- Ama ben, her zaman aklımın çizdiği yoldan giderim.

 

- Aman sakın ha yanlış anlama beni. Demek istediğim, aklın söylediği şeylerin hepsinin yanlış olduğu değil; soruların cevabının salt akılla bulunamayacağı, onu ancak hislerle süslemekle bulunabileceğidir.

 

- Bir soru daha: Farklı görünmek için farklı olanlar, farklı oldukları için farklı görünenlerden her zaman için farklıdırlar öyle değil mi ?

 

- Elbette ki!

 

- Son soru: Ya INSANLIK ?

 

:clover:

 

- İnsan mı? Hayır, hayır bana insanlardan bahsetme! Onlar her şeyi mahvettiler, bozdular, her şeyi çirkinleştirdiler, sağlam bir şey bırakmadılar ruhlarında. Körelttiler beyinlerini. Söndürdüler yüreklerindeki sevgi ateşini. Onlardan nefret ediyorum. Ve edeceğim de... Eskisi gibi olacakları güne kadar. Hem sen biliyor musun benim nereye gittiğimi ihtiyar? Gidebildiğim yere kadar gideceğim. İçinde noktalı yılanların olmadığı zamanı ve mekanı buluncaya kadar. Yolun başındayım biliyorum. Tüm zorluklara, engellere göğüs germem gerektiğini de... Şimdilik hoşçakal ihtiyar. Kimbilir belki birgün hayallerimde çizdiğim dünyada buluşuruz. ELVEDA!..

 

:clover:

 

İhtiyar, sevincinden hıçkırıklara boğulmuştu. Görevi bitmişti bu dünyada. Yerini dolduracak gençler vardı artık! Güçlü, azimli... En azından hemen yenilgiyi kabullenip mağaraya çekilmezlerdi onlar... Akşama doğru güneş yerini geceye bırakırken ihtiyar mağarasına doğru yol almaya başladı.

 

Mağaraya girdiğinde dışarıda şimşekler çakmaya başladı . İçerde bir nur parladı. Ve o günden sonra ihtiyardan bir daha haber alınamadı.

 

Birgün mağaraya küçük bir çocuk girdi ve sonra elinde ihtiyarın bastonu, sırtında ihtiyarın çantasıyla çıktı. Uzaklaştı, uzaklaştı ve kayboldu gözlerden.

 

 

 

Mutluluk ülkesine.. :clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 ay sonra...

Yaşamdaki 4 mahalle!

 

 

Birinci mahallede 'EVET AMA'lar yaşıyormuş... 'Evet

ama'lar her zaman ne yapılması gerektiğini

bildiklerini düşünürlermiş... Yapma zamanı geldiğinde

ise 'Evet ama' diye yanıtlarlarmış... Yanıtları hep

yanlış olurmuş... Suçu başkasına atmakta da

ustaymışlar...

 

*

 

İkinci mahallede 'YAPACAĞIM'lar yaşarmış... Ne

yapacaklarını bilirlermiş... Kendilerini yapacakları

şeylere adım adım hazırlarlarmış ama yapacakları

sırada, şanslarını kaçırdıklarının farkına

varırlarmış...Bu mahallede insanların dizleri

dövülmekten yara bere içindeymiş... Yaşamı ertelemek

için verdikleri kararı bile ertelerlermiş...

 

*

 

úçüncü mahallede yaşayan 'KEŞKE'cilerin hayatı

algılama güçleri mükemmelmiş... Neyin yapılması

gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama

maalesef her şey olup bittikten sonra, 'Keşke'cilerin

başları hep kanarmış duvara vurmaktan!

 

*

 

Kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu

mahallede ise 'İYİ Kİ YAPTIM'lar otururmuş...

 

'Keşke'ciler bu mahallede yürüyüşe çıkar, etrafa

hayranlıkla bakarmış... 'Yapacağım'lar, 'Keşke'cilerle

birlikte bu yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat

bulamazlarmış...

 

'Evet ama'lar ise mahallenin güzelliğini görmek

yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş

olmadığından, güneşin daha erken saatte doğması

gerektiğinden şikayet ederlermiş...

 

'İyi ki yaptım' mahallesindeki insanların kusuru da

beyinlerinde mazeret üretme merkezlerinin

olmamasıymış... Bu yüzden yaşadıkları ortam her zaman

güzel, düzenli ve huzurluymuş...

 

 

:clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ucan Balonlar

 

Adamin hastaligina care bulamayan doktorlardan biri, kendisine Evliya denilen bir ihtiyarin adresini vermis. Söylenenlere göre en agir hastalar o zatin duasiyla iyilesebiliyormus. Ihtiyar adam verilen adresi çaresizlik içinde cebine atip doktorun yanindan ayrildiginda, sokagin kösesinde simit satan 6-7 yaslarindaki bir çocuga rastladi. Çocuk son derece masum gözlerle kendisine bakiyor ve onu taniyormus gibi gülümsüyordu.

 

Adam o yastaki çocuklarin tamamen günahsiz oldugunu düsünerek yoluna devam ederken, aniden duruverdi. Simitçinin üzerindeki eski t-shortün de bir E harfi yaziliydi. Ve bu E mutlaka evliyanin E si olmaliydi. Aradigi evliyaya bu kadar çabuk ulasmanin heyecaniyla yanina gidip bir simit aldiktan sonra;

 

- Doktorlar benim hasta oldugumu söylediler. Iyilesmem için bana dua eder misin ?

 

Çocuk bu teklif karsisinda sasirmisa benziyordu. Kafasini olur der gibi sallarken;

 

- Bende sk sk hastalaniyorum. Ama dedem, Allah'a inananlarin ölünce yildizlara uçtuklarini ve orada cenneti seyrettiklerini söylüyor. Bu yüzden korkmuyorum hastaliklardan.

 

Adam içinin bir anda ferahladigini hissetti. Onun soguktan moraran yanaklarina bir öpücük kondururken;

 

- Deden çok dogru söylemis. Ama ben yine de yardim istiyorum senden.

 

Çocuk duasinin kiymetini anlamis gibiydi. Karsi kaldirimdan geçmekte olan baloncuyu gösteren;

 

- Size dua edecegim. Ama eger iyilesirseniz, bana 10 tane balon alacaksiniz, tamam mi ?

 

Bu sefer adam basini salladi. Fakat çocuk bu kadar büyük bir hazineyi istemekle haksizlik yaptigina hükmetmisti. Mahcubiyetten kizaran yanaklarini elleriyle örtmeye çalisirken;

 

- Uçan balon almaniza gerek yok. Normalinden 10 tane istemistim. :))

 

Adam elini uzatarak çocukla tokalasti. Anlasma nihayet yapilmis, ayrintilara geçilmisti. Buna göre hastaliktan kurtulmasi halinde 6 ay sonraki Ramazan Bayrami'nda çocukla bulusacak ve her hangi bir sebeple gelemedigi takdirde, önceden hazirlanan balonlarin ona ulasmasini veya postalanmasini saglayacakti.

 

Adam küçük çocugun adini ve adresini bir kagida yazdiktan sonra, basini oksayarak onunla vedalasti.

 

Aradan soguk bir kis geçip Ramazan a ulasildiginda, adamin hastaligindan eser bile kalmamisti. Hayata tekrar dönmenin sevinciyle en güzel balonlardan bir paket hazirladi ve bayramin ilk gününü iple çekerek randevu yerine gitti.

 

Küçüklerin civil civil kaynastigi bayram yerindeki diger simitçiler, çocugu tanimiyordu. Adam onu biraz ilerdeki bakkala sordugunda, dükkan sahibi;

 

- Cigerleri hastaydi yavrucagin, geçen hafta aniden ölüverdi.

 

Adam bir anda beyninden vurulmusa döndü. Ve kosar adimlarla orayi terk ederken, önüne çikan ilk baloncuya bir tomar para uzatip;

 

- Su an uçan balonlardan 10 tane istiyorum. Çabuk ol, gecikmeden ulasmali yerine.

 

Adam saticinin aceleyle uzattigi balonlarin iplerini birbirine dügümledikten sonra, onlari besmeleyle gökyüzüne birakti.

 

Bayram yerindeki herkes gibi baloncuda saskindi;

 

- Ne yaptiginizi anlayamadim, neden biraktiniz onlari öyle ?

 

Adam, nazli nazli yükselmekte olan balonlara bugulu gözlerle takip ederken;

 

- Onlari bekleyen küçücük bir dostum var, diye mirildandi.Hem de evliya gibi bir dost. Balonlari adresine postaladim sadece.

 

:clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

Arkadaşım

 

Bir zamanlar iki arkadaş çölde yolculuk yapıyorlardı. Yolun bir yerinde aralarında tartışma çıktı ve arkadaşlardan birisi diğerinin yüzüne tokat attı. Tokat yiyen arkadaşın canı yanmış, kalbi kırılmıştı; ama hiçbir şey demedi, sadece eğilip kuma şunları yazdı:

 

"Bugün en iyi arkadaşım yüzüme tokat attı."

 

Yürümeye devam ettiler. Suları bitmek üzereydi. Neyse ki, sonunda bir vahaya ulaştılar. Doya doya su içtiler, mataralarını doldurdular. Sonra, suda yıkanmaya karar verdiler. Tokat yemiş olan arkadaş, suyun balçıklı kısmına takıldı. Git gide batıyordu. Ama arkadaşı hemen atılıp onu kurtardı. Suda boğulmanın eşiğinden kurtulan arkadaş, biraz ötedeki bir kayanın yanına gitti ve kayanın üzerine şu yazıyı kazıdı:

 

"Bugün en iyi arkadaşım hayatımı kurtardı."

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...

Tablonun Değeri

 

Bir gün Avrupa'nın ünlü sanat merkezi kentlerinden birin de gezen çocuğun biri bir vitrinde çok hoş bir tablo görür. Tablo bedeli oldukça pahalıdır. Çocuk bu tabloyu bir sonra ki sene abisinin doğum gününe almayı ister ve bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para ile mağazaya gider.

 

Şanslıdır tablo hala satılmamıştır. İçeri girer ve tabloyu bir süre yakından izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve "Abimin doğum günü için bu resmi satın almak istiyorum, tüm paramda bu kadar" der. Ressam bir süre düşündükten sonra. Resmi paketler ve resmi satar. Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar.

 

Mağazada ressamın arkadaşları da vardır ve şaşkın şaşkın sorarlar:

 

"Sen ne yaptın o resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar cüzi bir rakama sattın?"

 

Ressam cevap verir:

 

"Evet ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim, ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirdim?..."

 

:clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Hediye

 

Karla kaplı sokakta sağa sola koşuyor ve rastladığı kişilere, avucunda tuttuğu şeyi gösteriyordu:

 

- Bak, abla ne verdi!..

 

Olayı başından beri görmüştüm. Okuldan çıkan liseli kızlardan birisi yanına yaklaşmış ve yanağına bir öpücük kondurup, küçücük avuçlarına birşeyler bırakmıştı. Beş ya da altı yaşlarındaki yavrucuk, kızın arkasından bir süre baktıktan sonra büyük bir sevinçle yerinden fırlamış ve belki de şimdiye kadar kendisine verilen o tek hediyeyi, başkalarına göstermek istemişti.

 

Sıra bana geldiğinde, gülen gözlerle yaklaşıp aynı şeyleri yaptı :

 

- Bak, abla ne verdi!..

 

O değerli hazinesine duyduğum merakla ellerini araladığımda, ne diyeceğimi bilemedim. Soğuktan moraran avuçlarında, erimeye yüz tutan bir kartopu tutuyordu.Hemde dizlerine kadar kar içindeyken.

 

Çocuk hızla kaybolmakta olan hazinesini birkaç kişiye daha göstermek arzusuyla koşarak yanımdan uzaklaştı.

 

O küçük çocuğun kim olduğunu sorduğumda, ailesinin bir kazada öldüğünü ve dedesiyle birlikte yaşadığını söylediler.

 

Ona, " mahallenin yetimi" diyorlarmış...

 

Dakikalarini saydiginiz bu Yilin..

Dilerimki herzaman , en az hikayedeki kiz kadar mutlu olursunuz..

 

:clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

BANA YESILI ANLATIN"

 

Bir kompozisyon dersinde, "Dogustan kör bir insana, yesil rengi anlatin" demisti ögretmenimiz.

"Kolay" demis, sarilmistik kaleme kagida.

 

"Yesil, cimen rengidir ; maydonoz yesildir" diye.

 

Ögretmen, "yalniz cocuklar" diye eklemisti cok gecmeden :

 

"dogustan gözleri görmeyen bir insana anlatacaksiniz yesili. Agac rengidir, cimen rengidir diyemezsiniz. O, ne agac rengini görmüs, ne de cimen rengini biliyor, unutmayin!" Hemen silgilere sarilmistik. Belli ki yesili anlatmanin en kolay yolunu secmistik hepimiz.

 

Cok ugrasmis, cok tartismis ama biz o zaman on iki yasinda bir sinif cocuk, basaramamistik yesili anlatmayi.

Ders sonunda ögretmenimiz gecmis kürsünün basina ve bu kompozisyonun yillar önce baska bir gruba, baska bir egitmen tarafindan verildigini anlatmisti.

 

O grup icinde yalniz bir cocuk anlatabilmis yesili, gözleri hic görmemis olan birine :

 

"Yesil islaktir" demis, "Yesil güzel kokulu ve serindir."

 

"Dogustan gözleri görmeyeni elinden tutar götürürdüm bir cayira, yere yatirir ve "kokla" derdim. "hisset islakligi".

 

"Iste Yesil"

 

Acik yesil derisiyle yürüyen bir kirkayagi koyardim parmaklari arasina "dokun" derdim, "iste yesil"

Bir demet maydanoz verir, yedirirdim. Maydanozun kokusunu burnuna iyice cekmesini isterdim. "Yesil, bu" derdim."

 

:clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

Başını öne eğdi. Gözlerinin dolduğunu görmemi istemiyordu. Kısık ve boğuk bir sesle:

 

Kahvaltımı duvardaki pahalı tablolara bakarak yapmak istemiyorum, dedi. Yanımda bakıcım değil, annem-babam olsun istiyorum.

 

Sustu. Zaten çok konuşmazdı. Zekiydi, ama bir o kadar da sessiz ve içine kapanık. Zayıf, ama arkadaşlarının alaylarına sabırla katlanacak kadar olgun. Anne-babası zengindi, daha o uyanmadan işe koşup gece geç vakit eve dönecek kadar çok çalışıyorlardı. Onlara sorarsanız, her şey tek çocukları içindi. O gözbebekleriydi.

 

Gündüz gözüyle görmedikleri bir gözbebek! Gözbebekleri sık sık ıslanan bir gözbebek!

 

Veli toplantısı. Annesi, yanında oğlunun özel öğretmeniyle birlikte en ön sırada. Çok dikkatli ve ilgili. Dinliyor, not alıyor. Toplantı sonrasında, bir köşede bu ilgili anneyle konuşuyorum. O, zekî bir çocuk, ama yeterince yoğunlaşamıyor, sanırım daha fazla sevgi ve şefkate ihtiyaç duyuyor, diyorum. Ders çalışmaması, sizi yeterince göremeyişinin bir sonucu. Kimbilir belki de bir çeşit intikam…

 

Genç ve bakımlı kadın geriliyor. Gardını alıyor. Kimbilir kaçıncı kez duyduğum sözler çıkıyor ağzından. Biz ne yapıyorsak, çocuğumuz için yapıyoruz. Özel okula gönderiyoruz, bir dediğini iki etmiyoruz, bilgisayarı var, interneti var, yurtdışında tatil yapıyor…

 

Bir de edasının söyledikleri. Kalksın, otursun şükretsin. Hangi çocuk bu kadar nimeti bulabiliyor bu zamanda. Bu bizim hayat tarzımız. Hiç kusura bakmayın, bu hayat tarzından taviz vermeyiz. Ağzından değil, ama halinden çıkıyor bu sözler.

 

Anlıyorum, diyorum, aslında anlamadığımı söyleyemiyorum. Siz en iyisi bir de psikolog rehber arkadaşla görüşün. Bakalım o ne diyor.

 

Bir de diyemediklerim var. Oğlunuzun doya doya ağlamaya ihtiyacı var, ama yüzünü sizin sinenize yaslayarak. Onun için ne yaptığınız onu hiç mi hiç ilgilendirmiyor. O onunla birlikte ne yaptığınıza bakıyor. Haklı da.

 

Ama, diyemiyorum. Babayı hiç soramıyorum. O nerede? Haftada kaç saat geçiriyor oğlu babasıyla? Hayalci bir soru. Babasını haftada kaç kez görebiliyor? Siz çok zenginsiniz. Ancak oğlunuz fakirliğin en kötüsünü yaşıyor: Duygusal fakirliği.

 

Seneler sonra, şimdi, söylemem gerektiği halde söyleyemeyeceğim bir şey daha geliyor aklıma: Hanımefendi, siz çocuğunuzu yetim ve öksüz bırakıyorsunuz, farkında değil misiniz?

 

Yetimin resmini çizebilseydim kalemimden hüzünlü bir çift göz dökülürdü kâğıda. O zenginlik içinde duygusal fakirliği, anne-babası olduğu halde duygusal yetimliği yaşayan o öğrencinin gözleri. Ağlayan değil, ağlayamayan gözler. Dolu, ağlamaya hazır, ama ağlayacağı bir sine bulamayan bir çift göz...

 

Baba, sadece ekmek parası için yaratılmış değil. O, çocuğuna hem maddeten, hem manen kol-kanat germek için var. Hayat boyu ona yol gösterecek hayat ilkelerini şefkatle öğretmek için var. Aynı odanın içinde soluk alırken bile çocuklarına güç ve dayanak noktası olmak için var.

 

Yetim, şefkatin ve himayenin simgesi babadan mahrum olduğu için yetim. Yetim bu kol-kanattan, bu öğretmenden, bu dayanak noktasından mahrum olduğu için yetim. Korunmasız, zayıf ve ezik. Herkesten fazla şefkate ve ilgiye lâyık. O yüzden, hem Kur’ân, hem Peygamberimiz (asm) yetimlere şefkatle muamele etmemizi emrediyor.

 

Sizce, o öğrencim de “mânen yetim” sayılmaz mı? Sizce de, kim bilir kaç çocuk babası hayatta olsa da mânen yetim değil mi? Kaç çocuk, babası hayatta olsa bile, ondan çok uzaklarda değil mi? “Söylersem, babam sana gösterir” celâllenmesine cesaret edemeyen, baba şefkati ve kuvvetini arkasında hissedemeyen kaç çocuk var?

 

Mânen yetimlerin sayısı belki de kat kat fazla. Şehirlerde kaç çocuk, kreş ve anaokulu köşelerinde sahte ilgi ve şefkatlerle avutuluyor dersiniz? Sabah o uyanmadan evden kaçan, gece o çoktan uyuduktan sonra eve dönen, işine gösterdiği özen ve ilginin onda birini çocuğuna göstermeyen kaç baba, çocuklarını mânen yetim bıraktığının farkında? Ne dersiniz?

goz.jpg

 

Murat ÇİFTKAYA

28.5.2005- Yeni Asya Gazetesi

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

İngiltere de bir gün bir karar açıklanır.

 

Devlet ekranın da çalışan herkesin okuma yazma bilmesi gerektiği kararı verilmiştir.Bu kriterlere uymayan sadece ve sadece 1 kişi bulunur.Oda bir kilise çancısıdır.Çancıya karar iletilir.Çancı okuma yazma öğrenmeyi kabul etmez.

 

İstifa ederek,yıllardır düşündüğü TOBACO SHOP(tütün malzemeleri satan dükkan)u açmaya karar verir.Açar da bu dükkanı.İşler inanılmaz büyür.Zinzir dükkanlar açılır.Ama birgün yaşlı adam oğlunu gizli gizli Amerikan sigarası içerken yakalar.

 

Oğlum neden İngiliz sigarası dururken Amerikan sigarası içiyorsun der?.Çocuk sebepleri anlatır.Adam o an dünyanın en iyi tütün işleme tesislerini kurmaya karar verir.Büyük krediler kullanmak için bankalara müracaat edilir.Birgün adamın malikanesinde toplanır banka müdürleri.Saatler geçer ama imzalar bir türlü atılmaz.

 

Bankacılar neyi bekliyoruz der?..

 

Yaşlı adam oğlumu der.Ama oğlu uçağı kaçırdığı için gelemez..Bankacılardan en kıdemli olanı adama baskı yapar imzlaması için.Adam sonunda isyan eder.

 

Benim okumam yazmam yok der..Okuyamadığım birşeyi nasıl imzalama mı beklersiniz der.Kimse inanmaz adamın okuma yazma bilmediğine.Araştırırlar hemen ve gerçek ortaya çıkar.Koskoca iş adamı okuma yazma bilmemektedir......

 

Banka müdürlerinden biri hemen atılır ve şöyle der..

 

-''Siz okuma yazma bilmeden bu mertebeye geldiniz.Birde okur yazar olsaydınız kimbilir ne olurdunuz?''

 

Yaşlı adam derin bir iç geçirir ve şöyle der..

 

_''Eğer okuma yazma öğrenseydim KİLİSE ÇANCISI olacaktım''

 

:clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

BİR BARDAK SÜTÜN HATIRI

 

Howard, yoksul bir ailenin çocuğuydu ve okul giderlerini karşılamak için kapı kapı dolaşarak eşya satıyordu. O gün hiçbir sey satamamıştı ve karnı da çok açtı. Bundan sonra çalacağı ilk kapıdan yiyecek birşeyler istemeye karar verdi. Kapıyı açan sevimli genç bayanı görünce utandı.

 

Yiyecek bir şeyler yerine "Affedersiniz, bir bardak su rica edebilir miyim?" diyebildi yalnızca. Genç bayan çocuğun aç olabileceğini düşünerek kocaman bir bardak süt getirdi ona. Çocuk sütü yavaş yavaş içine sindirerek içtikten sonra "Çok teşekkür ederim, borcum ne kadar?" diye sordu genç bayana.

 

Genç bayan, "Borcunuz yok" diyerek yüzünde sıcak bir gülümsemeyle devam etti; "Annem, gösterdiğimiz şefkat ve nezaket karşılığı olarak asla bir bedel ödenmesini beklemememizi öğretti bize" dedi. Çocuk "O halde çok teşekkürler, yürekten teşekkür ederim size" dedi.

 

Howard Kelly, evin önünden ayrıldığı zaman kendisini yalnızca bedensel olarak değil, ruhi olarak da güçlü hissediyordu. Yıllar sonra genç bayan çok ender rastlanan bir hastalığa yakalanmıştı. Yöredeki doktorlar çaresiz kalınca, hastalığı ile ilgili araştırmalar yapılması için onu büyük bir kente gönderdiler.

 

Dr. Howard Kelly konsültasyon yapması için çağrıldığı hastanın hangi kasabadan geldiğini duyunca heyecanlandı. Artık genç olmasa da yıllar önce kendisine sevgiyle yaklaşan bayanı ilk gördüğü anda tanımıştı ve onun hayatını kurtarmak için elinden geleni yaptı. Uzun süren tedaviden sonra bayan sağlığına kavuştu. Dr. Kelly kontrol etmesi için önüne getirilen faturaya şöyle bir baktı ve üstüne birşeyler yazarak zarfın içine koydu ve hasta bayanın odasına gönderdi. Kadın elleri titreyerek aldı zarfı eline.

 

Açmaya korkuyordu... Hastane faturasını asla ödeyemeyeceğini ve geri kalan hayatı boyunca bu faturayı ödemek için çalışacağını biliyordu. Sonunda zarfı açtı ve faturaya iliştirilmiş bir not dikkatini çekti.

 

:clover:

 

Kağıtta şunlar yazılıydı: "Hastane giderlerinin tamamı bir bardak süt karşılığı ödenmiştir.

 

:clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

Buruk Bir Aci

 

Yasli adam, bir konfeksiyon magazasinda ait vitrine uzun uzun baktiktan sonra, ilerideki yesillikte oynayan cocuklarin en zayifina dönerek:

 

Kücüüük! ... diye seslendi. Bana biraz yardimci olur musun ?

 

Cocuk , hafta sonlarinda yaptiklari misket oyununu ilk defa kazanmis olmasina ragmen arkadaslarini birakip geldi. 7-8 yaslarindaydi ve üzerindeki elbiseler, tek kelimeyle dökülüyordu. Yasli adam, cocugun saclarini oksadiktan sonra:

Vitrindeki elbiseyi giymeni istemistim, dedi. Bakalim üzerine uyacakmi?

 

Cocuk, bu teklifi ilk önce saka sandi.Ama adam son derece ciddiydi. Onunla birlikte magazaya girerken, ilk önce rüyada olup olmadigini, daha sonra da simdiye kadar yeni bir elbise giyip giymedigini düsndü. Genellikle ailedeki büyük cocuga alinan veya komsular tarafindan verilen giyecekler, elbiselerin ona dar gelmesiyle birlikte ortanca kardese kalir, birkac sene sonrada dizleri asinmis veya delinmis vaziyette kendisine yamanirdi. Ama her zaman hasta dedikleri babasinin ne kadar zor para kazandigini bildiginden, bu ise bir kere bile itiraz etmemisti.

 

Simdi ise, ilk defa yeni bir elbisesi olacakti. Üstelik de bayrama üc gün kala...Cocuk, yasli adamin gösterdigi elbiseleri giydiginde, büyümüs oldugunu ilk defa farketti. Cizgili kadifeden yapilmis pantolon, bacaklarinin ne kadar uzun oldugunu ortaya koyarken, yeni cekti de omuzlarini iyice genis göstermisti. Fakat hepsinin üzerine giydigi kapan bir baskaydi ve artik üsümeyecekti. Cocuk, biraz önce kazandigi misketleri onun cebine biraktiginda, iyice keyiflendi. Irili ufakli misketler, gayet derin olan ceplerin bir kösesinde kalmisti. Demek ki herbir cep, en az elli misket alabilirdi.

 

 

Yasli adam, cocugu saga sola döndürdükten sonra, elbiselerin paketlenmesini istedi. Ve is tamamlandiginda, tezgahtara dönerek: Elbiseleri torunuma aliyorum dedi. Kendisine sürpriz yapacagim icin, onlari bu cocugun üzerinde denedim. Ikisinin de boyu falan ayni da...

 

Cocuk, bir anda beyninden vurulmusa döndü ve ne diyecegini bilemedi. Ama artik büyüdügüne göre, bir sey belli etmemeliydi. Aynaya son bir defa baktiktan sonra, üzerindekileri yavasca cikartarak bir kenara firlattigi eskileri giydi. Adam, elbiselerin torununa uyacagindan emindi. Yaptigi hizmet icin cocuga bir ciklet parasi vermek istediginde, onu yaninda göremedi, Haylaz velet, belli ki bu isten skilmisti.

 

Cocuk, arkadaslarinin yanina döndügünde, bir kenara cekilerek onlari seyretmeye koyuldu. Ve bütün israrlara ragmen oyuna katilmadi. Arkadaslari: Nicin oynamiyorsun? diye sordular. En güzel misketleri sen kazanmistin.

Cocuk, inci gibi yaslar süzülen gözlerini arkadaslarindan kacirmaya calisirken: Misketlerim, bu elbiselere yakismayacak kadar güzeldi, dedi. Bu yüzden onlari bayramlik kabanimin cebine sakladim.

 

:clover:

 

Aslinda her yasta ama farkli sekillerde hep birileri tarafindan kandirilip sonra da bir kenara firlatilmadik mi ?

 

Kimin umrunda bir baskasinin duygulari, hissettikleri veya kandirilmasi, gözyaslari ya da kalp kirikliklari, bütün bir ömür boyu kalan izler?

 

Ne yazik ki hic kimsenin...

 

Keske... Keske.. farkli olabilseydi hersey... biraz daha insanca, biraz daha hassasca, dürüstce ve biraz daha yüreklice...

 

:clover:

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

image0011rl.jpg

 

 

Yaşlı bir bey, sabah erken evinden çıkmış, yolda ilerlerken

bir bisikletlinin kendisine çarpması ile yere yuvarlanmış ve

hafif yaralanmış.

Sokaktan geçenler yaşlı beyi hemen en yakın sağlık birimine

ulaştırmışlar.

Hemşireler, adamcağızın yarasına pansuman yapmışlar, ama

'biraz beklemesini ve röntgen çekerek her hangi bir kırık

veya çatlak olup olmadığını inceleyeceklerini' söylemişler.

Yaşlı bey huzursuzlanmış, acelesi olduğunu ve röntgen

çektirmek için beklemek istemediğini' söylemiş.

Hemşireler merakla acelesinin sebebini sormuş.

Adamcağız da karım huzur evinde kalıyor her sabah onunla kahvaltı etmeye

giderim,geç kalmak istemiyorum'demiş

Karınızın, siz gecikince merak edeceğini düşünüyorsunuz

herhalde'demiş hemşire. Adam üzgün bir ifade ile 'ne yazık ki

karım Alzheimer hastası ve benim kim olduğumu bilmiyor'

demiş. Hemşireler hayretle 'madem sizin kim olduğunuzu

bilmiyor neden hergün onunla kahvaltı yapmak için

koşuşturuyorsunuz' demişler.

Adam

ama ben onun kim olduğunu biliyorum ve onu hic bir zaman bekletmedim'demiş.

Shatin tesekkürler

:clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 ay sonra...

Yedi ve bir yasinda, cok harekteli iki erkek cocugunun annesi olarak, bazen cocuklarin cok özen gösterdigim evimizi dagitacaklarini düsünür, üzülürüm. Bazen gayet masum bir sekilde oyun oynarken en sevdigim lambami düsürür ya da evin düzenini altüst ederler. O tür anlarda, cok akilli bir kadin olan kayinvalidem Ruby`den aldigim ders gelir aklima.

 

Ruby`nin alti cocugu ve on üc torunu vardir. Ve o bir sabir, sevgi ve hosgörü anitidir.

 

Bir Noel`de her zaman oldugu gibi yine bütün cocuklari ve torunlari Ruby`nin yaninda toplanmistik. Ayni haliyi 25 yil kullandiktan sonra, Noel`den tam bir ay önce evini beyaz halilarla kaplatmisti. Evinin yeni görüntüsünden cok mutluydu.

 

Kayinbiraderim Arnie bütün yegenlerinin armaganini henüz dagitmisti kendi kovanlarindan elde ettigi bali. Cocuklarin hepsi cok heyecanlanmisti. Fakat sekiz yasindaki Sheena elinde keyifle gezdirdigi petekteki bali, beyaz halinin ortasindan baslayarak alt kata kadar merdivenler de dahil olmak üzere akitti.

 

Sheena yaptigini farkedince, aglayarak büyükannesinin kollarina atildi ve " Büyükanne, bütün balimi yeni halina döktüm." dedi.

 

Büyükanne Ruby diz cöktü, Sheena`nin aglamaktan sismis gözlerinin icine bakti ve "Üzülme tatlim, amcandan biraz daha bal isteriz. "dedi..

 

Lynn Robertson

 

:clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

KÜÇÜK YILDIZIN SON BALADI

 

Samanyolu, çobanının peşinden giden bir sürü gibi, göğün yamacına tırmanıyordu. Sürüdeki en küçüklerden biri, bu gümüşi döngüden ve dinginlikten öteye geçmeyen yolculuklardan bıkmıştı artık. Huzursuzdu. Sıkıntının tırnakları, bir yerlerini sürekli kanatıyordu. İşte böyle bir gökgününde, sürüden sessizce ayrıldı. Evinden kaçan kısa pantolonlu afacan bir çocuğa benziyordu küçük yıldız. İpinden kopmuş bir uçurtma gibiydi. Hoplaya zıplaya uzaklaştı sürüden. Boşluğu ve birbaşınalığı duyumsadı birdenbire. Arkadaşlarından öğrendiği bir evren türküsünü mırıldanmaya başladı. Bir yandan da ayrıldığı sürünün, bütün bir ömür, evrenin kıyısında yaşamaya nasıl katlandığını merak ediyordu. Şaştı kaldı bu işe. Yıldız aklının hayalsiz olabileceğine inanmak istemiyordu. Sonra unuttu bütün bunları. Geleceği, geçmişi ve herşeyi... Ve şöyle düşündü küçük yıldız:

 

 

Evren yalnızlıktan da küçükmüş

Düşlermiş asıl sonsuz olan

 

Zaman, kar kristalleri gibi ayağına batsa da, yolculuk duygusunun esrikliği gizemli bir tada dönüşüyordu gittikçe. Saklı vadileri keşfetti küçük yıldız, karadeliklerde dolaştı. Ateşarabalarına binip manyetik rüzgarlar denizine indi. Başına belalar açmada gittikçe ustalaşıyordu artık. Kendine yönelmiş bir tehdit gibiydi. Asteroidlerin meteor yağmurlarına uğramış bedenleri delik deşikti. Cüzzamlılara benziyorlardı. “Ölüm” dedi küçük yıldız, “Ölüm beni çirkinleştirmeden yol olma yollarını öğrenmeliyim.” Sonra öteki galaksilerin uğuldayan rüzgarlarına yöneldi. Nebulalar arasından kayarken bir yandan da türküler söylüyordu, yıldız türküleri.

 

 

Evren umutlardan da küçükmüş

Mutsuzluk daha büyükmüş meğer

 

 

Küçük yıldız, sönmüş yıldızlar arasından geçerken, terkettiği sürüyü anımsadı bir ara. Arkadaşlarını, ışıkışığa neşeli dostlarını düşündü. Büyücüleri, bilicileri anımsadı. Dönse ömrü uzayacak, hızla yitirdiği ışığını yenileyebilecekti belki. Ama oraya dönmeyi bir kez bile aklından geçirmedi. Işığının, elmas tozları gibi bedeninden dökülmesine aldırmadı. Çevrenini kendisi yaratmalı, kendisi yok etmeliydi. O hiçbir zaman sönmüş yıldızlar mezarlığına gömülmeyecekti. Gerektiğinde kül olup savuracaktı kendini. Diğer yanda samanyolu küçük yıldızın kaybolduğunu yüzlerce ışık yılı sonra ayrımsadı. Ama binlerce ışık yılında açtığı keçi yolundan çıkıp da onu aramaya yanaşmadı. İmkansızı denemeye kalkmıştı o:

 

 

Evren

Sekizinci renge sarınan

Metaforlarmış meğer

 

Karanlık bölgelerden geçiyordu küçük yıldız, bir ateşböceği kadar kendine yakın, kendine uzaktı. Kendini, evrenin öteki kıyılarına sürükledi sonra. Yıldızların düş kurdurucu olduklarını ama artık düş de kurmaları gerektiğini duyumsadı. Ama bir yandan tükeniyordu küçük yıldız. Hızla, ışık hızıyla tükeniyordu. Karadelikler onu yutabilir, sönmüş gezegenler kendine çekebilirlerdi. Büyükbüyüklerinin masallarındaki gibi tehlikeler ortasında kalabilirdi. Umurunda bile değildi bütün bunlar. Yaşıyordu, ölümlüydü ve firariydi, hepsi bu...

 

 

Evren hiçlik’ten de küçükmüş meğer

Yaşamı ve ölümü ezberleyecek kadarmış

 

Sonra bir ışık yılında, yırtılmış ozon tabakasının altında Dünya’yı gördü. İnsanlar, çamur içindeki larvalara benziyorlardı. Küçük yıldız dehşetle baktı aşağıya. İşte tam o an ayağı bir meteora takıldı ve kaymaya başladı. Düşüyordu. Tutunabileceği bir şey yoktu evrende. Tutunmak da istemiyordu zaten...Işığa ve kendine veda etmenin vakti gelmişti. “Vedanın anlamı ne” diye düşündü sonra. Anlamsızdı. Dünya’ya inme duygusunun bir biçimiydi veda. Bir yandan da kaymaya devam ediyordu. Son çabasını aşağıdaki Dünya kirliliğine düşmemek için harcadı ve kılpayı kurtuldu bundan.

 

 

Evren

Küçük bir okyanusmuş meğer

Kıyısında yelkenliler batan

 

 

Kendini gök uçurumuna bırakırken küçük yıldızın son baladı şu oldu:

 

 

placetodreamfloat.gif

 

yildiz.jpg

 

(Alıntıdır...)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Herkesin içinde olmadığı bir öykü ama.......

 

 

Bir gün Avrupa'nın ünlü sanat merkezi kentlerinden birinde gezen

çocuğun biri bir vitrinde çok hoş bir tablo görür. Tablo bedeli oldukça

pahalıdır. Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin doğum gününe

almayı ister ve bir iş bulup kıt kanaat geçinerek biriktirdiği tüm para

ile mağazaya gider.

 

Şanslıdır, tablo hala satılmamıştır. İçeri girer ve tabloyu bir süre

yakından izledikten sonra resmi yapan sanatçıyı bulur ve "Abimin doğum

günü için bu resmi satın almak istiyorum, tüm paramda bu kadar" der.

Ressam bir süre düşündükten sonra. Resmi paketler ve resmi satar.

 

Çocuk paketini alır ve teşekkür ederek çıkar.

 

Mağazada adamın arkadaşları da vardır ve şaşkın şaşkın sorarlar:

 

"Sen ne yaptın o resmin değeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar cüz'i bir

rakama sattın ?"

 

Adam cevap verir:

 

"Evet, ben bu resme milyonlarını verecek bir sürü insan bulabilirdim,ancak

tüm servetini bu resme verecek kaç kişi bulabilirdim ?..."

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

Kelimelerim var cümle olacak

 

Solgun ay yükselmekte…

 

Alacakaranligin en kirilgan ani. Uzak tepelerin kizil zirvelerinde en ufak bir kipirti bile sezilmiyor. Zaman, o en ic ürpertici anda durmus, bir buz kalibi kadar soguk ve berrak gökte bir hayalet gibi asili duran Ay’i seyretmekte… Zaman durmus…

 

 

 

Yüzyillar gecip gidiyor gögun yeryüzüyle bulustugu yerde asili kalan Ay’in altindan,. Yüzyillar geciyor durmus Zaman’in gözleri önünden. Kimsenin bilmedigi kelimelerle bir siir yazip hic duyulmamis notalarla besteliyor ruhunun sonsuz yalnizligini. Oracikta, sonsuzlugun ana dilinde yazilmis, icinde yankilanan berrak notalarin verdigi huzur hic bitmesin istercesine öylece duruyor Zaman. Kirik bir plak gibi tekrar tekrar caliyor icindeki giderilemez özlemin bestesi…

 

 

 

Korkudan donakalmis gibi hareketsiz, icindeki müzigin seyrettigi manzarayla bütünlenisini izliyor Zaman. Yüzünü, tanrinin gülümsemesine sahit olmuscasina bir ifade kapliyor… "Hafif bir esinti olsaydi simdi" diye geciriyor icinden kum tanelerinin hafifce sürüklenisini gözünün önüne getiriken. Ama hic bir hareket yok cölün yüzeyinde. Antik caglarin tanri krallari gibi saygin ve sessiz bir kipirtisizlik icerisinde kizil kum tepeleri..Tum kainat durmus Ay’i seyrediyor sanki.

 

Yüzyillar geciyor… Caglar degisiyor… Baska bir boyutta hayat hala devam ederken bu soguk maviligin altinda uzayip giden cölde Zaman durup duruyor Ay’in uzak guzelliginden büyulenmis…

 

 

 

Sonra, sonsuzluga uzanan bir yol yapiyor Zaman. Tepelerin kivrimlarini asip hüznün ve özlemin ayak izlerini takip ederek uzayip giden, yalnizligin dönemecini döner dönmez suskunluga, bilginin vahasinda durakladiktan sonra ermislige dogru ilerleyen bir yol. Sonra donup ayak izlerini bir bir siliyor sessizce, ölumcul bir sirri saklarcasina. Ay, o soluk cehresiyle gökyüzüne cizilmis bir hüzüne dönüsüyor, sonsuzluga mihlanmis… Son bir kez donup bakiyor Zaman bu essiz tabloya. Sonra gecip gidiyor zaman, akip gidiyor yavas yavas yükselen solgun Ay’in altindan, kizil kum tepelerinin uzerinden, kum tanelerini sürükleyen hafif esintinin icinden, sadece kendinin bildigi o sonsuzluga giden yolda…

 

Eser Perkins

:clover:

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 ay sonra...

Ön yargılı bir insansanız mutlaka okuyun ;)

 

 

Dr. Ruskin, Amerikan Tıp Birliği Dergisindeki makalesinde,(günümüzdeçok

yaşandığı gibi) gülünç bir yanlış anlamanın insana nasıl tamamen farklı bir

perspektif kazandıracağını anlatmaktadır.Oğrencilerine yaşlanmanın psikolojik belirtilerini öğreten Dr. Paul Ruskin onlara şu olayı okur:

'Hasta ne konuşuyor, ne de söylenenleri anlıyor. Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor. Zaman, yer ya da kişi kavramı yok.

Yalnız, nasıloluyorsa, kendi adı söylendiğinde tepki veriyor.

Son altı aydır onun yanındayım, ne görünüşü için bir çaba sarf ediyor ne de bakım yapılırken yardımci oluyor.

Onu hep başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor.

Dişleri yok, yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor. Gömleği salyalarından dolayı sürekli leke içinde. Yürümüyor.

Uykusu sürekli düzensiz. Gece yarısı uyanıp çığlıklarıyla herkesi uyandırıyor.

Çoğu zaman mutlu ve sevecen, fakat bazen ortada bir sebep yokken sinirleniyor.

Biri gelip onu yatıştırana kadar da feryat figan bağırıyor.'

Bu olayı okuduktan sonra, Ruskin öğrencilerine böyle birinin bakımını üstlenmek isteyip istemediklerini sorar.

Öğrenciler bunu yapamayacaklarını söylerler.

Ruskin, kendisinin bunu büyük bir zevkle yaptığını ve onların da yapması gerektiğini söyleyince öğrenciler şaşırırlar.

Daha sonra Ruskin hastanın fotoğrafını dolaştırmaya başlar.

Fotoğraftaki doktorun altı aylık kızıdır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bilge, dağlarda gezerken bir derenin içinde değerli bir taş buldu. Ertesi gün,aç bir gezginle karşılaştı. Yiyeceğini onunla paylaşmak için torbasını açınca, aç gezgin değerli taşı gördü ve onu kendisine vermesini istedi. Bilge tereddüt etmeden verdi. Gezgin ne kadar talihli olduğunu düşünerek sevinçle ayrıldı yanından. Bu taşın kendisini ömür boyu geçindirecek kadar değerli olduğunu biliyordu.

 

Ancak birkaç gün sonra, taşı bilgeye getirdi ve şöyle dedi: ”kaç gündür düşünüyorum. Bu taşın ne kadar değerli olduğunu biliyorum, ama bana ondan daha değerli bir şey vermen ümidi ile onu sana geri veriyorum: Lütfen, bu taşı bana hiç düşünmeden vermeni sağlayan şey nedir, onu bana öğretir misin?”

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

DOĞUMDAN SONRA HAYAT VAR MI?

 

 

Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri herşeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları, iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada, etraflarında olup biteni farketmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış. Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış:

 

“Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi? Hayat ne güzel şey be kardeşim!”

 

Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya, hayatın kaynağı neymiş? İşte bunu araştırırken, karşılarına anneleriyle onları birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sayesinde, hiçbir zahmet çekmeden, güven içinde beslenip büyütüldüklerini tesbit etmişler.

 

“Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan herşeyi gönderiyor.”

 

Artık aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle “yolun sonu”na yaklaşıyormuş. Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terk edeceklerinin işaretlerini almaya başlamışlar.

Dokuzuncu aya yaklaştıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş:

 

“Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir”

 

Öteki daha sakin ve aklı başındaymış. Üstelik, bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; duyguları daha geniş bir âlemi arzuluyormuş. O cevap vermiş: “Bütün bunlar, bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor.”

 

Ve eklemiş: “Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz.”

 

“Ama ben gitmek istemiyorum” diye haykırmış kardeşi. “Hep burada kalmak istiyorum.”

 

“Elimizden gelen birşey yok. Hem, belki doğumdan sonra hayat vardır.”

 

“Bize hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki?” diye cevaplamış öteki. “Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem, bak bizden önce başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbirisi geri gelmemiş ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Hayır, bu herşeyin sonu olacak.”

 

Bütün bunları söyledikten sonra eklemiş:

 

“Hem, belki de anne diye birşey de yok!”

 

“Olmak zorunda” diye itiraz etmiş kardeşi. “Buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?”

 

“Sen hiç annneni gördün mü?” diye üstelemiş öteki. “O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk.”

 

Böylece, anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş.

 

Sonunda doğum anı gelmiş çatmış. İkizler dün-yalarını terkettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar. Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş.

 

(Anthony de Mello’dan)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

GÖKTEN PARA YAĞSA

 

 

her zaman bir deyiş vardır gökten para yağsa diye

sizce gökten para yağsa ne olur ? bakın ne olur...

 

 

Bir varmış, bir yokmuş; âhirzaman içinde, modern çağların birinde, para hırsı kalblere hükmediyormuş. "Bu zamanda parasız hiçbir şey olmaz" veya "Mutluluğun sırrı paradadır" gibi sözler herkesin dilindeymiş. Arkadaşlar biraraya geldiklerinde hep paradan konuşurlar ve şöyle derlermiş: "Şu gömleği şu kadar paraya aldım, nasıl güzel mi?" "Gözlüğün ne kadar güzel! Kaça aldın?" "Geçenlerde son model bir araba gördüm. Fiyatını duysan şaşar kalırsın!"

 

Anne-babalar evde aynı şeyi yaparlar, yatana kadar hep paradan ve parayla alabilecekleri şeylerden konuşurlarmış: "Ah! Şu kadar param olsa o lüks arabayı alırdım; inan başka birşey istemem!" "Hayır, benim o kadar param olsa tek yapacağım şey dün mücevhercide gördüğüm o elmas gerdanlık takımı almak olurdu." Çocuklar bu para sohbetlerini duyar da başka türlü mü konuşurlar! Onlar da "Baba, bana şu kadar para versene. Arkadaşımda gördüğüm bir oyuncaktan almak istiyorum..." derlermiş.

 

Zenginlerin durumu daha kötüymüş, çünkü onlar çok daha fazla paraya muhtaçmış. Yeni fabrikalar açmak, yeni bir uçak almak veya filan ticareti yapmak için ne kadar paraya gerek olduğunu konuşur dururlarmış. Fakirlik ihtiyaç duyulan paranın miktarıyla ölçülecek olsa, zenginler fakirlerden daha fakirmiş.

 

Kimileri, "Çok param olsa fakirlere dağıtır, açları doyurur, kimsesizlere kucak açardım" diyormuş, ama ellerine para geçtiğinde bu sözleri hep unutuyorlarmış.

 

Aslına bakarsanız, o çağda insanların yüreğinde paradan daha güçlü bir isteği bulmak mümkün değilmiş. Her kıtada, her ülkede, her şehirde...

 

Bir sonbahar sabahı, fakir-zengin, büyük-küçük, kadın-erkek herkesin yüreğinden göğe yükselen bu dilekler kabul edilmiş. Uyanıp da pencerelerinden dışarıya bakan insanlar hayret ve sevinç içinde kalmışlar. Gökten kağıt para yağıyormuş çünkü. Ardı ardına süzülüp yere konuyormuş paralar. Sokaklar, bahçeler ve damlar paralarla kaplanmış. Paralar, sadece bir beldeye veya ülkeye değil, dünyanın her köşesine yağmur gibi yağıyormuş.

 

İnsanlar ilk şaşkınlıklarını üzerlerinden atınca dışarıya fırlamışlar ve yerdeki paralara dokununca bunun rüya değil, gerçek olduğunu anlamışlar. Mutluluktan dansetmeye, birbirlerine sarılmaya ve şarkılar söylemeye başlamışlar. Öyle ki, onları gören, birkaç şişe içki içmiş de sarhoş olmuş zannedermiş.

 

Oysa, para sarhoşluğuymuş yaşadıkları. Yerden avuçladıkları gıcır gıcır paraları havaya atıyorlar ve avazları yettiği kadar "Yağdır Allahım, yağdır! Daha çok yağdır!" diye bağırıyorlarmış. "Zenginiz, hepimiz zengin olduk!"

 

Daha sonra da gönüllerinde ne yatıyorsa onu gerçekleştirmeye koyulmuşlar. Yerlerden topladıkları paralarla, çocuklar marketlere ve oyuncakçı dükkanlarına; kadınlar kuyumculara, alışveriş merkezlerine; erkekler ise araba galerilerine koşmuş. Herkes canı ne istiyorsa onu satın almış. "Cennet bu olmalı" diyorlarmış birbirlerine. O gün dünyanın her yanında tam bir "alışveriş" çılgınlığı yaşanmış...

 

İnsanlar gece evlerine dönüp de yataklarına girdiklerinde "Ya para yağmuru yarın devam etmezse" diye endişelenmişlerse de, yersiz bir endişeymiş bu. Para yağmuru ertesi sabah da devam etmiş. Kimi zaman sağanak, kimi zaman çisir çisir, gökten para yağmaya devam etmiş. Sonraki gün de, daha sonraki gün de... Bir gün yağmasa ertesi gün mutlaka yağıyormuş. Tıpkı yağmurdan önceki gibi koyu gri bulutlar toplanıyor, kimi zaman şimşekler çakıyor, ama yağmur yerine para yağıyormuş yere. Sonbahar yağmur mevsimi olduğundan, insanlar para yağmurunun böyle devam edeceğine ikna olunca, rahatlamışlar.

 

Bu arada, bazı problemler başgöstermiş. İşçiler fabrikaları terketmiş, memurlar devlet dairelerine gitmez, iş adamları da işlerine bakmaz olmuş. Kimsenin "geçim" veya "daha fazla para" derdi kalmadığından, çalışmaya da gerek duymamışlar. Bu durum, kısa süre içinde, alışverişi ve diğer hizmetleri kötü yönde etkilemiş. Ama ülkelerin parlamentoları devreye girip yasalar çıkartmış ve herkesin eskiden yaptığı işi belli bir ölçüde de olsa devam ettirmesi mecburi kılınmış.

 

İnsanlar "Sen çalışmazsan, ben çalışmazsam, hep beraber hayattan nasıl zevk alabiliriz ki?" diyerek haklı bulmuşlar bu yasaları ve mecburiyeti "Herkes çalışınca sistem yürüyecek ve eskiden hayal ettiğimiz şeylere kolayca kavuşabileceğiz. Böylece hepimiz mutlu olacağız."

 

Haftalar, aylar böyle geçmiş. Paranın düzenli olarak yağdığını gören kimileri, "Bak gördün mü? Tabiat kanunları nasıl da değişti! Bulutlar eskiden yağmur yağdırırdı, şimdi para yağdırıyorlar. Demek ki, bu da tabiatın yeni bir kanunu haline geldi" demişler.

 

Ancak, bu sahte cennetin içine bir haber bomba gibi düşmüş. Hemen hemen aynı günlerde, bütün ülkelerin televizyonunda şu haber yayınlanmış: "Sayın seyirciler, bakanlık yetkililerinin verdiği bilgiye göre, ülkemizin ve bütün dünyanın gıda stokları tükenmek üzeredir. Yetkililer, halkımızın bundan sonra temel gıda maddelerini daha idareli tüketmelerini istemektedir."

 

Aslında, yetkililer haftalar öncesinden un, şeker, yağ, kuru bakliyat vs. gibi gıdaların gittikçe azaldığının farkındaymış. Ama, büyük karışıklıklar ve izdihamlar çıkar korkusuyla daha önce açıklayamamışlar. Buzhanelerdeki sebze ve meyve stokları da günler öncesinden bitmiş aslında, ama insanlar yaşadıkları para sarhoşluğundan bunu farkedememiş ve "Meyve yoksa tatlı yeriz" diyerek geçiştirmişler. Ancak, temel gıda maddelerinin tükenme noktasına gelmesiyle kaç haftadır ne meyve ne de sebze yiyemediklerini farketmişler.

 

Aylardır bir damla bile yağmur yağmamasıymış bütün bunların nedeni. Çiftçiler çorak arazilerinde ne buğday, arpa, şeker pancarı veya pirinç yetiştirebiliyorlar; ne de sebze ve meyve üretebiliyorlarmış.

 

"Sebze olmazsa et yeriz" diyecek olanlar da hüsrana uğramış, çünkü kaç aydır otlaklara ve yaylalara bir damla bile yağmur düşmediğinden, dahası her tarafı hayvanların yemesi mümkün olmayan kağıt paralar kapladığından besi hayvanlarının neredeyse tamamı açlıktan çoktan ölmüş. Öte yandan, deniz suyu sürekli buharlaştığı ve buna karşılık hiç yağmur yağmadığı için deniz suyu öylesine tuzlu hale gelmiş ki, balıklar yaşayamaz olmuş.

 

En korkuncu ise, yine yağmursuzluk nedeniyle, dünya üzerindeki tatlı su kaynakları azalmaya başlamış. Bilim adamları, nehirleri ve gölleri besleyen yeraltı kaynaklarının kurumaya yüz tuttuğunu, mevcut tatlı su kaynaklarının ise su yüzeyini kaplayan paralarla kirlendiğini ve kullanılamadığını haber veriyormuş.

 

Dünya yüzünü kaplayan tonlarca kağıt paranın neden olduğu çevre kirliliği de başka bir problemmiş..

 

Ve kağıt paralar yağmaya devam etmiş gökten! Kimi zaman sağanak, kimi zaman tane tane... Ne çare ki, insanlar eskisi gibi sevinememiş. Kucak kucak toplayıp evlerine de taşımamışlar. Aksine, kederlenmişler. Gözlerini göğe çevirip acı acı gülümseyebilmişler sadece. "Keşke artık yağmur yağsa para yerine" diye geçirmişler içlerinden.

 

Yüreklere açlık korkusu çöreklenmiş. Marketler teker teker kapanmış. Çoğu insanın evinde en fazla birkaç gün -o da azar azar yemek şartıyla- yetecek kadar gıda kalmış. "Ne olurdu artık şu saçma sapan kağıtlar yerine birkaç damla yağmur yağsaydı!" demişler birbirlerine.

 

Ama gökten para yağmaya devam etmiş.

 

Evinde biraz daha fazla un, pirinç, şeker gibi gıdalar bulunanlara, tonlarca para teklif edenler çıkmış! Ama onlar da farkındaymış tekliflerinin anlamsızlığının. Paranın "satın alma gücü" tam anlamıyla sıfırlanmış. Daha bir-iki hafta önce odalar dolusu parasıyla övünenler, şimdi başkalarından yarım kilo un dilenir hale gelmiş.

 

Bir ara ümit bağlanan bilim adamları "Bilimin bu konuda elinden gelen birşey yok. Milyonlarca, milyarlarca insanı besleyebilecek yapay gıdalar üretmemiz imkânsız" diyerek çaresizliklerini ilân etmişler.

 

İnsanlar ellerini göğe açıp yalvarıyorlarmış artık. "Allahım! Para istemiyoruz, yağmur istiyoruz, yiyecek istiyoruz, rahmetini istiyoruz. Lütfen!"

 

İçten içe hissettiklerini artık yüksek sesle konuşmaya başlamışlar. "Bütün bunlara para hırsımız neden oldu. İşte, Allah istediğimizden fazla para gönderdi, ama bizi yağmurundan, rahmetinden mahrum etti. Şu halimize bakın" diyen birisine yanındaki "Bunu hakettik. Bir yağmur damlası için ne kadar şükretmemiz gerekiyormuş aslında!" diye cevap veriyormuş. "Para olmadan değil, Onun rahmeti olmadan yaşayamazmışız meğer."

 

Birkaç gün sonra, tüm dünya yüzünde insanlar açlıktan kıvranmaya başlamış. Kimsenin elinde ne un, ne şeker, ne pirinç, ne de başka bir gıda kalmamış. Ne katlardan, ne yatlardan, ne de son model arabalardan konuşuyorlarmış artık. "Şöyle zeytinyağlı bir dolma, yanında da bir ayran. Vallahi başka birşey istemem!" "Bir tabak patates kızartmasını canım nasıl çekiyor bilemezsin!" Ertesi günlerde aynı sözlerin sahipleri kuru bir dilim ekmeğe razı olacak hale gelmişler.

 

Dünyanın her tarafında, çocukları ve yaşlıları önlerine alarak yüksek tepelere çıkmış insanlar. Toplu halde, Allah’tan kendilerini, hırslarını, nankörlüklerini affetmesini istemişler. Ellerini açıp dua etmişler. Paranın değil rahmetin gücüne inanacaklarına, nimetlerin parayla değil Onun merhametiyle geldiğini unutmayacaklarına söz vermişler. Samimi gözyaşları dökmüşler.

 

Tam o sırada, saatlerdir devam eden para yağmuru birden kesilmiş. Herkes, yağmur yağacağını zannederek sevinmiş. Fakat yağmur yağmamış. Başları önlerinde, mahzun ve kederli bir halde evlerine geri dönmüşler.

 

Ama ertesi sabah, nicedir duymaya hasret kaldıkları bir sesle uyanmışlar. Çatılara "pıt pıt" diye düşen yağmur taneleriymiş bu. Herkes "Yağmur!" diye haykırıyormuş. "Yağmur yağıyor. Ne büyük mucize!"

 

Yağmur yağmış, yağmış, yağmış. Anneler, babalar ve çocuklar sevinçle, mutlulukla birbirlerine sarılmışlar. "Teşekkür ederiz Allahım!" diye bağırmışlar. "Bizi rahmetinden mahrum etmediğin için teşekkür ederiz."

 

Dışarıya çıktıklarında kendilerini daha büyük bir sürpriz bekliyormuş. Düne kadar kuru dalları göğe uzanan meyve ağaçları yemyeşil yapraklarla bezeliymiş ve dallarında olgun meyveler asılıymış. Doyuncaya kadar yemişler ve birbirlerine ikram etmişler. Hatta şakalaşmışlar: "Elindeki elma ne kadar büyük ve güzel. Kaç paraya aldın onu bakayım?" Sonra da kahkahalarla gülmüşler ve şöyle demişler:

 

"Dünyanın bütün paraları biraraya gelse, tek bir elmayı satın almaya güç yetiremez."

 

Bu arada, daha önce yığdıkları parayı soracak olursanız, onlar çoktan yağmur suyu olup nehirlere karışıp gitmişler. Arkalarında sadece buruk bir ıslaklık kalmış.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

NEYİ DİNLİYORSUNUZ...

 

Bir gün bir Kızılderili ve beyaz arkadaşı New York şehrinin merkezinde yürüyordu. O sırada öğle tatili vaktiydi ve caddeler insanlarla doluydu. Sürücüler kornalarını çalıyor, taksi şoförleri müşteri bulmak için köşelerde bağrışıyor, sirenler çalıyordu... Kısacası, şehrin gürültüsü kulağı sağır edecek derecede fazlaydı. Birden, Kızılderili durdu ve “Bir cırcır böceğinin sesini duyuyorum” dedi.

 

Arkadaşı “Ne? Çıldırmış olmalısın. Bu gürültüde cırcır böceğini duymanın imkanı yok” diye karşı çıktı.

 

“Eminim” diye ısrar etti Kızılderili. “Bir cırcır böceği duydum.”

 

Kızılderili bir müddet dikkatle dinledi ve caddenin karşı tarafına geçip büyükçe bir çimento fabrikasına doğru yürüdü. Fabrikanın bahçesinde öbek öbek birkaç çalılık vardı. Çalılıklara baktı. Gerçekten de dalların altında küçük bir cırcır böceği vardı.

 

“İnanılmaz!”dedi arkadaşı. “Sende insanüstü kulaklar var galiba.

 

“Hayır” diye cevapladı Kızılderili. “Benim kulaklarım seninkilerden farklı değil. Bütün mesele dinlediğin şeye bağlı.”

 

“Bu mümkün değil!”dedi arkadaşı. “Ben bu gürültüde asla bir cırcır böceğini duyamam.”

 

“Mümkün” karşılığını verdi. “Neyin senin için gerçekten önem taşıdığına bağlı bu. Dur sana göstereyim.”

 

Elini cebine sokup birkaç madeni para çıkardı ve onları yuvarlanacak şekilde kaldırımda yere attı. Kulaklarında hala kalabalık caddelerin gürültüsü yankılanırken, 8-10 metre mesafe içindeki bütün kafaların dönüp kaldırımda çınlayan paranın kendilerine ait olup olmadığına baktığını gördüler..

 

Biz neyi dinliyoruz acaba...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

NEDEN YOKSULLUK VAR

 

imsesiz bir kız çocuğu her zamanki gibi caddenin köşesinde durmuş dileniyordu. Üzerinde yırtık pırtık elbiseler vardı. Yüzü gözü kir ve pasaktan zor seçiliyordu. Görenin yüreğini burkacak kadar sefalet içindeydi.

 

Zengin adam her zamanki gibi o caddeden geçiyordu. Kızı gördü, ama dönüp bir daha bakmadı. Köşedeki gazeteciden gazetesini satın aldı. Sonra da, saray yavrusu evine, mutlu ve sıcak ailesine döndü. Mükellef yemeklerle donatılmış masaya oturduğunda, nedendir bilinmez, o dilenci kızı hatırladı. Onun bu sefaletine göz yumduğu için ruhunda Allah’a karşı bir sitem duygusu uyandı.

 

Bu duyguyla kendi kendisine düşündü:

 

“Nasıl olur da Allah bu kadar küçük bir kızın böylesi bir fakirlik içinde yaşamasına izin verir? Neden o kıza yardım etmek için birşeyler yapmaz?”

 

Tam bu sırada, kalbinin derinliklerinden kopup gelen bir ses ruhunu titretti:

 

“Yaptı! Seni yarattı ve bir kısmını muhtaçlara dağıtman için sana zenginlik verdi!”

 

***

 

Kömür ve Elmasın hammaddesi aynıdır... Karbon

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

VERMEK ÇOĞALMAKTIR

 

Bir zamanlar bir köylü bir medresenin kapısını çaldı. Kapılara bakan talebe gelip kapıyı açtığında köylü ona nefis bir salkım üzüm uzattı.

 

“Bunlar benim bağımın en güzel üzümleri. Size hediye olarak getirdim.”

 

“Teşekkür ederim” dedi talebe. “Onları hemen hocamıza götüreceğim. İkramınızdan çok memnun olacaktır.”

 

“Hayır, hayır” diye atıldı köylü. “Ben bunları sana getirdim.”

 

“Bana mı?” Talebenin yüzü kızardı. Böyle güzel bir hediyeyi hak ettiğini düşünmüyordu.

 

“Evet!” diye ısrar etti köylü. “Çünkü ne zaman bu kapıyı çalsam onu sen açıyorsun. Ne zaman ürünlerim kuraklıktan kırılsa, bana hergün sen yiyecek ekmek veriyorsun. İnşallah bu üzüm salkımı da sana güneş ışığı gibi ılık ve yağmur gibi güzel İlâhî rahmeti getirir. Çünkü, bak, ne güzel yaratılmışlar.”

 

Talebe o sabahı üzüm salkımını tefekkür ederek geçirdi. Üzümler sahiden de harika yaratılmışlardı. O yüzden salkımı hocasına ikram etmeye karar verdi. Çünkü kendilerine ilim ve hikmeti öğreten oydu.

 

Hoca, talebenin bu ikramıyla çok mutlu oldu. Ama sonra hemen medresedeki hasta talebesini hatırladı.

 

“Üzümleri ona hediye edeyim. Kimbilir belki onlarla sevinir ve daha çabuk şifa bulur.”

 

Düşündüğü gibi de yaptı. Ama üzümler hasta talebenin odasında da fazla kalmadı. Hasta talebe şöyle düşünmüştü:

 

“Medresenin aşçısı beni günlerce en iyi yemeklerle besledi. Eminim bu üzümleri o daha çok hak ediyordur.”

 

Aşçı ona öğle yemeğini getirdiğinde, üzüm salkımını ona hediye etti:

 

“Allah’ın yarattığı sebze ve meyve gibi harikalarla en yakın olan sensin ve dolayısıyla da bu İlâhî sanat eseriyle ne yapılacağını en iyi sen bilirsin.”

 

Aşçı üzümlerin güzelliğine hayran olmuştu. Bu üzümlerin güzelliğini ve harikalığını kimse kitaplardan sorumlu talebeden fazla takdir edemezdi. O, tefekkürüyle ve ince düşünüşüyle medresede şöhret kazanmış bir gençti.

 

Üzümleri görür görmez en küçük şeyde bile İlâhî sanat ve nakışların en yüksek derecede yansıyabileceğini derinden kavradı o talebe de. Yüreği bu sanatın ve güzelliğin Sahibine sevgiyle doldu. Tam bu sırada, medreseye ilk geldiğinde kendisine kapıyı açan talebeyi hatırladı. Şefkatiyle, tevazuuyla, sevecenliğiyle, sıcaklığıyla benzer duyguları yaşamasına vesile olmuştu o arkadaşı da.

 

Ve böylece daha akşam olmadan, çiftçinin medreseye getirdiği üzüm salkımı kapıya bakan talebeye geri dönmüştü bile.

 

İşte o zaman bu talebe bu üzümlerin gerçekten de kendi kısmeti olduğunu anladı. Ve birşeyi daha anladı. Cömertlik dostluğun en parlak bir nişanıydı.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.