Misafir bilimselci Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2009 Cyrano dostum, Artık kullanılan cümleleri bırak, kelimelerden bile kişisellik çıkarıp tartışmayı kısırlaştırmaya çalışıyorsun. Ama devam etmeye niyetin varsa, seni özellikle konu özüne çekmeye gayret göstereceğim. 1- Benim ne cepheleşme ne de belli formdaşların temsilcisi olmaya niyetim yok. Böyle birşey kişiliğime ters. Kim olursa olsun bilimi temsil edenlerle, bilimdışılığı temsil edenler olarak zaten insanlar farklılar. Bunu bu farklılıktan öteye taşımam, taşıyamam. Buna niyetim yok. Bu konuda ucuz polemiğe girmeğe de hiç niyetim yok. "Bilim, doğrular konusunda tek otoritedir. Bilimin dışında hiçbir merci, doğrunun ne olduğu hakkında bir görüş kanıtlayamaz." Demirefe dostumun bu konuda söylediğine tamamen katılıyorum. Böyle bir düşünsel farklılığın da(bilimci, metafizikçi) zaten var olduğunu herkes bilmektedir.. 2- Tartışmanın geldiği boyut, "Din, ahlakı etkileyen bir olgudur." değil, din ahlakının oluşmasına kaynak olan olgu, toplumsal yaşam şeklimidir yoksa ilahların gönderilerimidir? Bu konuda insanlar ne düşünüyor diye sormuyorum. Bu konuda senin fikrini soruyorum. Tartışmanın sağlığı için bu gerekli. Zira ahlaki ögeler içinde din ahlakı(ilahi) ögelerinin gerekliliğini savunan sensin. Gerekli değil de diyebilirsin, bu da bir netlik. Bu soruya şahsınızın net yanıtı şunun için gerekli. Vereceğin yanıta göre o dönemin sosyal yaşam tarzı, üretim ilişkileri irdelenecek ya da irdelenmeyecek. Öyle ya, ahlaki ögelerin bazılarının gökten inmesi gerekliliği savunulacaksa, irdelemeye ne gerek var. Bu konuda net cevabını alamazsam, tartışmaya devam etmeyeceğim. Ve özellikle de rica ediyorum; biliyorum, bilmiyorsun ve bunları çağrıştıran polemiklere de lutfen girme. Forumdaki tartışmaları basit bulduğundan dolayı seyrek giremediğini söylüyorsun. Ben aynı kanıda değilim çok kişiselleştiriyorsun ve bu yüzden bir huzursuzluk oluşuyor. Yerinde olsam, fikir değiştirip, bu fikirlerle, bu konularda akademik yayınlar hazırlardım. Okuyacak birilerini elbet bulursun. Başarılar ve iyi dileklerimle. Alıntı
Misafir CYRANO Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2009 Biraz maydanoz olma durumum olacak, soru bana değil ama, bilimi savunan biri olarak üzerime alınabilirim sanıyorum; bahsi geçen ilkel kabilelerde sömürünün olmadığı nerden çıkıyor? Aslında bu sorununda kaynağı ben değilim. Bilimselci arkadaşımız sana bu kabilelerde neden sömürünün olmadığını ve bu kabileler dışında kalan toplumlarda neden sömürünün olduğunu açıklayabilir. Nereden çıkıyor? Bahsi geçen ilkel kabileler dışında kalan toplumlarda sömürünün olduğunu iddia eden aynı kaynaktan çıkıyor. Yani marksist teoriden. Marksizme göre başlangıçta ilkel komünal bir yaşam süren insan toplulukları, özel mülkiyet ve artık değerin ortaya çıkmasıyla sınıflı toplumlara dönüştü. Üretim araçlarında özel mülkiyet ve buna bağlı olarak artık değerin ortaya çıkmasıyla toplumlar, mülk sahibi ve mülksüzler olmak üzere iki sınıfa ayrıldı. Üretim araçları üzerinde mülk sahibi olan sınıfın, mülksüz sınıfın ürettiği artık değeri gasp etmesiyle sömürü başladı. Ancak bahsi geçen ilkel kabile toplumlarında sömürüye yol açan bu iki unsur hiç oluşmadı. Bu kabile toplumları özel mülkiyetle kolonici avrupalılar topraklarını istila edene kadar hiç tanışmadılar. Böyle birşeyden haberleri yoktu. Kimse onlara söylememişti. Marksizmin sömürünün olmadığı "sınıfsız, sömürüsüz" toplumlar olarak tarif ettiği şekilde ilkel komünal bir yaşam sürüyorlardı (bilim insanları halen Amazon Ormanlı'nın derinlikleri gibi keşfedilmemiş bölgelerde bu şekilde yaşayan toplumlar olduğuna inanıyor) Fakat bu toplumlarda da din vardı. Bilimselci arkadaşımız din kurumunun ortaya çıkışını egemen sınıfların özel mülkiyeti, artık değer gaspını (sömürü) korumak, devam ettirmek, meşrulaştırmak için üretmeleriyle açıklıyor. Bu iddiayı bilimsel genel geçerlilik ve tutarlılık ilkeleriyle değerlendirelim. İlk önce bu iddianın geçerli olabilmesi için din kurumunun yalnızca sınıflı toplumlarda ve onlarla ilişkide etkileşimde olan toplumlarda görülmüş olması gerekir. Oysa biliyoruz ki , kolonici avrupalılarla tanışana kadar özel mülkiyet, artık değer gibi kavramlarla hiç tanışmamış toplumlar da var. Yani komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle ABD'de yayınlanması yasaklanan "şirinler" adlı çizgi dizide ki gibi yaşayan insan toplulukları. Ve onlarda da din kurumu var. bunun cevabını hala bekliyorum... Alıntı
Misafir bilimselci Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2009 Cyrano dostum, Hala konuyu çarpıtma peşindesin. Artık oyununa gelmeyeceğim. Konu başında konuyu istediğin yöne çektin tartışmadığımız hiçbir konu kalmadı sayende. Tüm bilimleri, disiplinleri saydık, şimdi de sıra marksizme geldi. Neyse artık konuyu ve konuşulması gerekeni altını çizerek yazıyorum tartışacaksan sadede gel. Konu: Din olmadan önce de ahlak vardı. Gelinen kısım: 2- Tartışmanın geldiği boyut, "Din, ahlakı etkileyen bir olgudur." değil, din ahlakının oluşmasına kaynak olan olgu, toplumsal yaşam şeklimidir, yoksa ilahların gönderilerimidir? Bu konuda insanlar ne düşünüyor diye sormuyorum. Bu konuda senin fikrini soruyorum. Tartışmanın sağlığı için bu gerekli. Zira ahlaki ögeler içinde din ahlakı(ilahi) ögelerinin gerekliliğini savunan sensin. (Gerekli değil de diyebilirsin, bu da bir netlik.) Bu soruya şahsının net yanıtı şunun için gerekli. Vereceğin yanıta göre o dönemin sosyal yaşam tarzı, üretim/üleşim ilişkileri irdelenecek ya da irdelenmeyecek. Öyle ya, ahlaki ögelerin bazılarının gökten inmesi gerekliliği savunulacaksa, irdelemeye ne gerek var. Alıntı
Misafir demirefe Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2009 Bilimselci arkadaşımız sana bu kabilelerde neden sömürünün olmadığını.... açıklayabilir. Ben şimdi anlamadım. Biz burada bir sorun halletmek, bir çözüm üretmek için mi, yoksa polemik yapmak, birbirimize düşmek için mi yazıyoruz. Şu an anladığım, yanıt şöyle: "Bunu ben değil, bilimselci iddia etti. Ben bu görüşte değilim, onlarda da sömürü vardı." Yanlış anlamış mıyım, yoksa doğru mu anlamışım? Bunu bilimselci söylediyse (ben görmedim, gözümden kaçmış da olabilir) neye dayanarak iddia ettiği, Marks'ın her dediğine ayet gibi inanıp inanmadığı ayrı konu. Bunları kendisiyle konuşur, eğer söylediyse ne demek istedi, anlaşırım ben, o ayrı. Şimdi netleştirelim: Uzatmamak için diğer kabileleri saymadan, örneğin: Kızılderili kabilelerinde sömürü var mıydı, yok muydu? Alıntı
Misafir CYRANO Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 18 Mayıs , 2009 Ben şimdi anlamadım. Biz burada bir sorun halletmek, bir çözüm üretmek için mi, yoksa polemik yapmak, birbirimize düşmek için mi yazıyoruz. Şu an anladığım, yanıt şöyle: "Bunu ben değil, bilimselci iddia etti. Ben bu görüşte değilim, onlarda da sömürü vardı." Yanlış anlamış mıyım, yoksa doğru mu anlamışım? Bunu bilimselci söylediyse (ben görmedim, gözümden kaçmış da olabilir) neye dayanarak iddia ettiği, Marks'ın her dediğine ayet gibi inanıp inanmadığı ayrı konu. Bunları kendisiyle konuşur, eğer söylediyse ne demek istedi, anlaşırım ben, o ayrı. Şimdi netleştirelim: Uzatmamak için diğer kabileleri saymadan, örneğin: Kızılderili kabilelerinde sömürü var mıydı, yok muydu? anlaşılmayacak ne var? Arkadaşımız din kurumunun kökenine ilişkin marksist öğretinin görüşlerini savunuyor. Özel mülkiyeti, artı değer sömürüsünü baki kılmak, korumak için egemen sınıfların icat ettiği bir kurum olduğunu savunuyor dinin. Bu marksizmin dinin kökenine ilişkin görüşüdür. Marksizim üst yapı kurumlarını üretim ilişkileriyle açıklar. Onların yapısı ve varlık sebeplerini üretim ilişkilerine , emek sermaye çelişkisine, sömüren ve sömürülen sınıfların mücadelesine dayandırır. Senin "netleştirme" soruna gelirsek. Ben dinin kökenine ilişkin marksist görüşün yaptığı açıklamanın çelişkisini koyuyorum ortaya. Marksizm dini, sınıflı sömürü toplumlarında , egemen sınıfların özel mülkiyeti ve sömürüyü devam ettirebilmek için ürettiği bir kurum olarak tanımlar. bir yandan da marksizmin sınıfsız sömürüsüz toplumlar olarak tanımladığı kızılderililer ya da diğer ilkel kabilelerde din vardır. Emek sömürüsünü tanımlayan marks'tır (artı değer teorisi). Ve marks'ın emek sömürüsünün olabilmesi için şart koştuğu unsurlar "özel mülkiyet" "artık değer" kızılderili toplumlarında yoktur. Yok kişi marks'ın artı değer teorisini kabul etmiyorsa. O zaman zaten bırakalım kızılderilileri aborjinleri hiçbir toplumda emek sömürüsü yoktur. ve kızılderililer'de emek sömürüsü var mıdır yok mudur diye bir sorununda anlamı yoktur. benim altını çizdiğim bir görüşün kendi iç çelişkisidir. Alıntı
Misafir bilimselci Gönderi tarihi: 19 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 19 Mayıs , 2009 Benim tartışmanın başından beri söylediğim şu: "Bir inançlıya göre elbetteki din ahlakı Ademle, bir peygamberle başlar. Ama bana göre öyle değil. Bana göre ahlak, insanların düşünme yetisi, paylaşma gereksinimi oluştuğundan beri vardır. Üretim ve paylaşım ilişkileri ahlaka kaynaktır." İlk çağlarda olsun orta çağda olsun özel mülkiyet bir şekilde korunması gereken arac olmuştur. İlk çağlarda ki ufak çapta hayvan, toprak, toprak işleme araçları da o dönemlerin özel mülkiyetleri idi. Hatta elinde ateş bulunduran gurup zengin ve imtiyazlı gurup olarak görülüyordu. MÖ VIII. yüzyılda Likürg kanunları ile toprak dağıtımı yapılıyor, islam öncesi Arabistan’da: Kabile yönetimi, örf ve adetler, kölelik hakimiyeti. İslam’a göre: “Yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona varis kılar.” (Araf/128). Sulh yoluyla kazanılan arazi: feyy, savaş yoluyla kazanılan arazi: haraç (ganimet) “Ganimetlerin 1/5’i Allah içindir. O da Peygamber ile onun akrabasına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir” (Enfal/41) Tarihi, aile ve özel mülkiyetin nasıl geliştiğini bilen bir insan özel mülkiyetin taaki ilk çağlardan beri var olduğunu, özelliklerininde o dönemlerin imkanları ile oluşturulduğunu bilecektir. "Özel mülkiyet ve imtiyazlılığı koruma adına dini hükümler oluşturulmuştur fikri sadece Marksizme ait değildir." Böyle bir düşünce, bilgi tarihinin içinde gelişmiştir.. Devlet ve din hükümleri açıkça bilimsel kanıtlarıdır. Marksın özel mülkiyet ve din hakkındaki görüşlerini başka bir platformda tartışırız. Ben yine, konu özellikle çarpıtılmasın diye Cyrano dostumuza soruyorum. Kendi fikri nedir? Dinler ahlakının kaynağı, toplumların sosyal yaşamlarımıdır yoksa göksel bildirilermidir? Alıntı
Misafir demirefe Gönderi tarihi: 19 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 19 Mayıs , 2009 benim altını çizdiğim bir görüşün kendi iç çelişkisidir. Tamam o zaman, anlaşılmıştır. Bu durumda sorun yok ve başka sorum yok. Ben ana konuya bir dönüş yapayım o halde: Sanırım burada "bul karayı al parayı" oyunu oynamayacağızdır. Yani iki birbirine zıt ve bağdaşmaz savunudan birini birileri, diğerini ötekileri üstlenip savunu yapmayacağızdır, değil mi? Şu iki tezden bahsediyorum: 1. İnsanı tanrının yaratmış olduğu ve itaat etsinler diye din göndermiş olduğuna inananlar ahlaklı, inanmayanlar ahlaksız olur. 2. İnsanı tanrının yaratmış olduğu ve itaat etsinler diye din göndermiş olduğuna inanmayanlar ahlaklı, inananlar ahlaksız olur. Böyle bir yazı - tura mantığı kurulabileceğine inanmıyorum. Ama şunu savlayabiliriz: Din ahlaka belli ölçüde kaynaklık edebilir, ama bu "belli ölçü" ne kadardır? Çok zayıf ve önemsiz midir, en temel olanı mıdır? Bu noktada benim savım, dinin ahlakta temel direk olmadığı, hatta tersine kötü bir çok ahlaka da kaynaklık edebileceği. Bunu forumda yeri geldikçe tekrar ettik. Yağmayı, talanı, "berikini" yaşatmamayı, malını kanını helal görmeyi, çok vahim, hiç bir ırkçının yapamayacağı derecede koyu ayrımcılık, inanç ayrımı yapmayı empoze ettiği... Çifte standart yaptığı, normal insanlara mubah görmediği bir davranışı din önderine mubah kılması, din önderinin keyfine, zevkine göre yasa çıkarması... Diğer yandan din ile ilişkisi olmayan (bu noktada açıkça ateist olduğunu deklere etmiş olmasını bir ön koşul olarak görmüyorum) bir çok mazbut hayat yaşamış ve yaşayan insanlar vardır. Dünya çapında bilineni Bernard Shaw'dır. İçki ve sigara kullanmazdı. Güzel bir aktristin "siz zekisiniz ben güzelim, çocuklarımız güzel ve zeki olurlardı" sözüne "ya zekaları size, güzellikleri bana çekerse?" yanıtı vermiş ve Arjantin danslarını beğenmeyip "niye yatakta değil de ayakta?" demiştir. Benim çok sempatim olan bir yazar ve düşünürdür. Türkiye'de Ömer Seyfettin böyledir. Onu da çok severim. Yani tabii içki sigara kullanmak kötü dediğimden değil, bunu mazbut yaşamlarına vurgu için, "bundan bile kaçınmışlardır" anlamında söylüyorum. Sonuçta din güçlü bir ahlak kaynağı değildir, kötü ahlak kaynağı olması da olmayacak bir şey değildir... Alıntı
Misafir CYRANO Gönderi tarihi: 19 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 19 Mayıs , 2009 ilk çağlarda olsun orta çağda olsun özel mülkiyet bir şekilde korunması gereken arac olmuştur. İlk çağlarda ki ufak çapta hayvan, toprak, toprak işleme araçları da o dönemlerin özel mülkiyetleri idi. Hatta elinde ateş bulunduran gurup zengin ve imtiyazlı gurup olarak görülüyordu. hiçbir hayvancılığın, tarımın, ticaretin olmadığı çağlar ne olacak peki ? Ve bu çağlara ait tapınaklar ? Yine tarımla, hayvancılıkla hiç uğraşmayan avcı ve toplayıcı ilkel kabileler ne olacak ? Bırakalım o çağları daha ortaçağda Kızılderililer koloniciler tarafından topraklarından atılana kadar, ne hayvancılıkla (tavuk beslemek bile yok) ne tarımla uğraşırlardı. Toplayıcı ve avcı toplumlardı. Marksizmin "sınıfsız sömürüsüz toplum" olarak tarif ettiği "herkesten yeteneğine göre, herkese emeği kadar" ilkesiyle yaşıyorlardı. Savaşçılıkta yetenekli olanlar savaşçı, izcilikte yetenekli olanlar izci, otacılıkta yetenekli olanlar otacı vs oluyorlardı. Kabile şefinden, baş savaşçısına, şamanına , toplayıcısına kadar herkes aynı çadırlarda , aynı şeyleri yiyerek yaşıyordu. Kolonicilerle tanışana kadar afrika orman kabileleri de aynı şekilde. Koloniciler onları ilkel komünal yaşamdan koparmak için, tarım ve hayvancılığa zorladı. Afrika kabilelerine avlanmayı yasakladı. Kızılderilileri tarım ve hayvancılıkla uğraşacakları, tel örgülerle çevrili kamplara kapattı. Ama hepsinde din kurumu vardı. Şimdi ne iddia ediyorsun arkadaşım? İlkel komünal toplumların hiç olmadığını mı ? Ben sana ilk çağı, ortaçağı , yeniçağı sormuyorum. Özel mülkiyetin, artık değerin olmadığı toplumlarda da din kurumunun varlığını nasıl açıklıyorsun diye soruyorum. Madem ki bu kurum özel mülkiyeti korumak için çıktı ortaya ? Bu kadar basit bir soru. MÖ VIII. yüzyılda Likürg kanunları ile toprak dağıtımı yapılıyor, islam öncesi Arabistan’da: Kabile yönetimi, örf ve adetler, kölelik hakimiyeti. İslam’a göre: “Yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona varis kılar.” (Araf/128). MÖ VIII. yüzyıl ne dostum ? Miladdan önce 7000 yıllarına ait tapınaklar var. Ne ortada özel mülkiyet var, ne artık değer. Miladdan sonra 15. yy da özel mülkiyetin, artık değerin varlığından bile haberdar olmadan yaşayan toplumlar var. Onlarda da din kurumu var. Tarihi, aile ve özel mülkiyetin nasıl geliştiğini bilen bir insan özel mülkiyetin taaki ilk çağlardan beri var olduğunu, özelliklerininde o dönemlerin imkanları ile oluşturulduğunu bilecektir. Ben tarihi biliyorum. Özel mülkiyetin ne zaman oluştuğunuda biliyorum. Peki sen özel mülkiyetin oluşmadığı dönemlere yani "özel mülkiyetin olmadığı ilkel komünal toplumlar" a ait tapınakları biliyor musun ? "Özel mülkiyet ve imtiyazlılığı koruma adına dini hükümler oluşturulmuştur fikri sadece Marksizme ait değildir." Böyle bir düşünce, bilgi tarihinin içinde gelişmiştir.. Devlet ve din hükümleri açıkça bilimsel kanıtlarıdır. Söylem baya değişmiş ve yumuşamış Yani din kurumu özel mülkiyeti korumak ve sömürüyü devam ettirmek için egemen sınıflar tarafından oluşturulmuştur söylemi ile. Özel mülkiyet ve imtiyazlığı korumak için dini hükümler oluşturulmuştur söylemi baya farklı değil mi? Kadınları korumak için hukuk kuralları oluşturulmuştur tarihte. Ama Hukuk kurumu kadınları korumak için ortaya çıkmıştır la farklı anlam içerir bu. Din kurumu yüzlerce dini barındıran neredeyse onbin yıldır varolan bir kurumdur. Senin yaptığın bu kurumun ortaya çıkışını, tarihsel rolünü bir dinin ayetleriyle açıklamaya çalışmak "Din kurumu özel mülkiyeti korumak için ortaya çıktı bakın kuranda şu yazıyor" Marksın özel mülkiyet ve din hakkındaki görüşlerini başka bir platformda tartışırız. Ben yine, konu özellikle çarpıtılmasın diye Cyrano dostumuza soruyorum. Kendi fikri nedir? Dinler ahlakının kaynağı, toplumların sosyal yaşamlarımıdır yoksa göksel bildirilermidir? arkadaşımız tartışmada hem marks'ın din hakkındaki görüşlerini öne sürüyor. Hem de marks'ın din hakkında ki görüşlerini başka bir platformda tartışırız diyor. Neden biz marksın din hakkında ki görüşlerini tartışıyoruz. Sen bu tartışmada bunları kullandığın için. Bundan daha normal ne var. Ama benim anladığım arkadaşımız istiyor ki, iddia ettikleri, öne sürdükleri incelenmesin, onun yerine oturup inançlı-inançsız tartışması yapalım. Dostum senin bu dizinden beklediğin tek tartışma formatı bu diye, herkes bu temelde tartışmak zorunda değil ki. Arkadaşım aynı soruyu sordun ve soruna yanıt verdim sana cevap yazdığım bir önce ki iletim de ? Sıkışılan yerde, inançlı-inançsız tartışması yaratarak geçiştirme çabası ; Onu bir kalemde geçicez dostum bir zahmet. Ona hiç umut bağlama boşuna. Alıntı
Misafir CYRANO Gönderi tarihi: 19 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 19 Mayıs , 2009 Tamam o zaman, anlaşılmıştır. Bu durumda sorun yok ve başka sorum yok. Ben ana konuya bir dönüş yapayım o halde: Sanırım burada "bul karayı al parayı" oyunu oynamayacağızdır. Yani iki birbirine zıt ve bağdaşmaz savunudan birini birileri, diğerini ötekileri üstlenip savunu yapmayacağızdır, değil mi? Şu iki tezden bahsediyorum: 1. İnsanı tanrının yaratmış olduğu ve itaat etsinler diye din göndermiş olduğuna inananlar ahlaklı, inanmayanlar ahlaksız olur. 2. İnsanı tanrının yaratmış olduğu ve itaat etsinler diye din göndermiş olduğuna inanmayanlar ahlaklı, inananlar ahlaksız olur. Böyle bir yazı - tura mantığı kurulabileceğine inanmıyorum. Ama şunu savlayabiliriz: Din ahlaka belli ölçüde kaynaklık edebilir, ama bu "belli ölçü" ne kadardır? Çok zayıf ve önemsiz midir, en temel olanı mıdır? Bu noktada benim savım, dinin ahlakta temel direk olmadığı, hatta tersine kötü bir çok ahlaka da kaynaklık edebileceği. Bunu forumda yeri geldikçe tekrar ettik. Yağmayı, talanı, "berikini" yaşatmamayı, malını kanını helal görmeyi, çok vahim, hiç bir ırkçının yapamayacağı derecede koyu ayrımcılık, inanç ayrımı yapmayı empoze ettiği... Çifte standart yaptığı, normal insanlara mubah görmediği bir davranışı din önderine mubah kılması, din önderinin keyfine, zevkine göre yasa çıkarması... Diğer yandan din ile ilişkisi olmayan (bu noktada açıkça ateist olduğunu deklere etmiş olmasını bir ön koşul olarak görmüyorum) bir çok mazbut hayat yaşamış ve yaşayan insanlar vardır. Dünya çapında bilineni Bernard Shaw'dır. İçki ve sigara kullanmazdı. Güzel bir aktristin "siz zekisiniz ben güzelim, çocuklarımız güzel ve zeki olurlardı" sözüne "ya zekaları size, güzellikleri bana çekerse?" yanıtı vermiş ve Arjantin danslarını beğenmeyip "niye yatakta değil de ayakta?" demiştir. Benim çok sempatim olan bir yazar ve düşünürdür. Türkiye'de Ömer Seyfettin böyledir. Onu da çok severim. Yani tabii içki sigara kullanmak ahlaksızlıktır dediğimden değil, bunu mazbut yaşamlarına vurgu için, "bundan bile kaçınmışlardır" anlamında söylüyorum. Sonuçta din güçlü bir ahlak kaynağı değildir, kötü ahlak kaynağı olması da olmayacak bir şey değildir... Bu konuda ki fikrimi daha önce açıklamıştım. Din kurumu insanlığın gelişimini olumlu veya olumsuz etkilemiştir gibi bir iddia koyamayız ortaya. Topiğin başında bahsettiğim gibi karmaşık ve çözümü zor sosyolojik sorulara basit sığ cevaplar olur. Din kurumu bilinen insanlık tarihi kadar eski bir kurumdur. Peki o olmasaydı bugün daha mı ileri olurduk? Yoksa daha mı geri bunu bilemeyiz. Bilmemizde imkansızdır. Çünkü inceleyebileceğimiz, test edebileceğimiz alternatif bir örnek yoktur. Kelebek Etkisi gibi düşünmek gerekir. İnsanlık bugün bu noktadadır. Ve bu noktaya ulaştığı yolculuğu boyunca din kurumu hep vardır. Önemli de bir kurum olarak varolmuştur. Olumlu mu yoksa olumsuz mu bir rol oynadığını nasıl ölçeceğiz ? Tarihin seyrine ilişkin tahmin yapmak mümkün mü ? Hitler V-2'leri iki ay önce kullanmaya başlasaydı bugün dünya farklı bir yer olabilirdi. Atatürk'ün bindiği bandırma vapuru kaza yapıp batsa, Türkiye tarihi farklı olabilirdi. Onca icat , buluş, bunları gerçekleştiren adamlar gerçekleştirmeden bir şekilde ölseydi, yerine başkasının ne kadar süre sonra aynı şeyi icat edeceğini ve o icatların daha sonra ya da daha önce icat edilmiş olsaydı tarihin ne şekilde cereyan edeceğini bilebilir miyiz ? Daha da geriye gitsek en ufak bir değişiklik tarihi ve insanlığın gelişimini kelebek etkisiyle nasıl değiştirebilireceğine yüzlerce tahmin yürütebiliriz mantıklı olarak. Net olarak şöyle olurdu diyemeyiz. Ancak farklı olabilirdi diyebiliriz. Mesela din kurumu olmasaydı bilimin ortaya çıkacağını kestirebilir miyiz ? Felsefe dinin içerisinde başladı. İlk felsefeciler din adamlarıydı, ilk felsefeler dini öğretiler ışığında doğdu, sonra felsefe dinden ayrı bir disiplin haline geldi. Ondan da bilim koptu. Din ahlaka etki eden düşünsel unsurlardan birisidir. Ama iyi yönde mi etki etmiştir , yoksa kötü yönde mi ? Bununda nasıl bir ölçütü olabilir ki ? Hangi dini ele alırsak alalım, ondan önce de başka bir dinin ahlak üzerinde etkisi vardı. Milad yok ki ortada ? Ya da din olmadan önce şöyle bir ahlak vardı, din ortaya çıktıktan sonra böyle ahlak çıktı ortaya, bu öbüründen daha kötü, ya da daha iyi diyebilir miyiz ? . Böyle bir şansımız var mı ? Anca oturup şu din daha iyidi bu din daha kötü şeklinde abes bir tartışma çıkar ondan başka da bir şey çıkmaz. bir örnek ; İsa'nın öğretileri hristiyanlığın temellerini attı. Hristiyanlık roma tarafından kabul edildi. Romadan Avrupa'ya yayıldı, ümmetçi yaklaşımlarla Avrupa devletleri arasında birlikler doğdu, sürekli birbiriyle savaşan Avrupa devletleri Papalığı merkezi otorite kabul ederek aralarında birlik sağladılar. görece daha huzurlu döneme girdi. Kültür, bilgi, birikim, kaynak alışverişi arttı. Katolikliğin sağladığı "birlik" ve Vatikan'ın merkezlik etme işelvi küçük devletler olarak yaşayan Avrupa'lıları neredeyse bugünkü Avrupa devletlerinin aşağı yukarı sınırlarını belirleyen büyük devletler haline getirdi. Bu büyük devletler birbiriyle ittifak kurdu ve dünyanın geri kalanına karşı akınlar düzenledi, büyük sermaye biriktirdiler, zengin toplumlar oldular, daha eğitimli, daha sağlıklı toplumlar haline geldiler, büyük bilim adamları, filozoflar yetiştirdiler. Katoliklikten bir başka hristiyan ekol koptu rönesansı gerçekleştirdi. Bu akımla beraber onlarca yeni felsefi ve bilimsel ekol çıktı ortaya. modern bilimsel ve felsefi anlayışları oluşturdular. Şimdi İsa'yı çıkar bu süreçten. Tablo nasıl olurdu kestirmek mümkün mü ? İsa olmasaydı yine böyle olur muydu? Bunu bilemeyiz. Daha mı iyi olurdu? bunu bilemeyiz. Daha mı kötü olurdu? Bunu da bilemeyiz. İnsanoğlu olarak doğada diğer tüm canlılar gibi yaşarken bugün ki hale geldik. Bu uzun süreçte hep varolan kurumların rollerini iyi ve kötü olarak nasıl tasnif edebiliriz ? İnsanlık tarihi boyunca varlan bu kurumların birbirlerine olan etkilerini olumlu etkilemiştir, olumsuz etkilemiştir şeklinde nasıl ayırt edebiliriz ? Biri olmasa öbürünün nasıl olacağını kestirebilir miyiz ? Alıntı
Misafir demirefe Gönderi tarihi: 19 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 19 Mayıs , 2009 Evet, o yüzden böyle çok kapsamlı süreçleri tartışmak yerine, daha küçük ölçekte, özelleşmiş kavramları tartışmak daha faydalı olur. Bunda da "cımbızladın" suçlamaları olabiliyor. İşte dengeyi kurup, çok daraltıp çok özelleştirmeden, çok genişletip çok genelleştirmeden tartışmaya çalışıyoruz... Alıntı
Misafir bilimselci Gönderi tarihi: 19 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 19 Mayıs , 2009 Dinlerin ahlaka katkıları(!) şu şekilde olmuştur. Dinler köleciliği destekleyerek köleciliği yaygınlaştırmıştır. Dinler kadın sömürüsünde cariyeleri cinsel meta olarak görmüştür. Dinler kadın sömürüsünde kadını erkeğe tabi olarak 2. sınıf insan olarak görmüştür. Kadının şahitlik ve mirasçı hakkı azaltılmış tam haktan mahrum bırakılmıştır. Kadının onuru çok evlilikle ayaklar altına alınmıştır. Kadının özgürlüğü kısıtlanmış, erkeğin istediği gibi giyinip örtünmüş, erkeğin isteği dışında hareket edemez olmuştur. Karşı dinden olanlar yurtlarından sürülmüş kalanlardan ise haraç alınmıştır. Bazı toplumlar diğerlerinden üstün yaratılmış kanısı vardır. Bazı insanların diğer insanlardan farklı yaratıldığı söylenmiştir. Diğer toplum ahlakı, temsili din ahlakı tarafından hor ve yanlış görülmüştür. Senelerce bilimsel gelişmelere karşı çıkılmış. Kimi bilim adamları yakılmış kimileri zindanlarda çürütülmüştür. Her dince evrensel ahlaka, hukuka karşı çıkılmıştır. Geri kalmış toplumlar din aldatmacası ile sömürülmüşlerdir. Çokça mezheplere bölünmüş aynı toplum içinde dargın ve küskün guruplar oluşturulmuştur. Sadaka ve zekat kültürü oluşturulup, sadaka toplumu yaygınlaştırmışlardır. Vs. vs. Cyrano dostumuz Afrikalıların şu meşhur tarihi sözünü nasıl yorumlar acaba? "Daha önce elimizde verimli topraklarımız, onlarda ise kutsal kitap vardı. Bizi kandırıp elimize kutsal kitabı verdiler. Sonrasında, bizde sadece sadece kutsal kitap, onlarda ise verimli topraklarımız kaldı." Alıntı
Φ FUZULİ Gönderi tarihi: 19 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 19 Mayıs , 2009 Gördüğüm kadarıyla yine başa dönülmüş buraya kadar tatlı tatlı takip ediyordum sık sık başa dönüşler yaşansa da. MUHABBETLE... Alıntı
Misafir demirefe Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 Bilimselci dostum, yaptığın listenin her maddesini tek tek onaylayarak altına imzamı atıyorum. Hepsi benim de sözlerim, benim de savunularımdır. Desteğim hiç şüphesiz ve kesin, yüzde yüz... Alıntı
Misafir bilimselci Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 Bilimselci dostum, yaptığın listenin her maddesini tek tek onaylayarak altına imzamı atıyorum. Hepsi benim de sözlerim, benim de savunularımdır. Desteğim hiç şüphesiz ve kesin, yüzde yüz... Gözüken köy kılavuz istemiyor Demirefe dostum. Polemikle, çarpıtmayla yollar birleşmiyor ama aklın yolunu kullanarak mümkün olabiliyor. Çoğu kez söylemedim ama, "kobay" ve "sömürü olmayan bir düzen istemi" dışında, ben de senin görüşlerine yüzde yüz katılıyorum. Sanıyorum ben konuşuyorum. Bu çelişkilerin de(sende veya bende), gerçekler kaynaklı aklı kullanarak aşılacağına inanıyorum. Başarılar. Alıntı
Misafir demirefe Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 Bu çelişkilerin de(sende veya bende), gerçekler kaynaklı aklı kullanarak aşılacağına inanıyorum. Hiç görüş ayrılığı olmayan ortamlardan kuşkulanırım. Bir bit yeniği mutlaka vardır, bir çıkar paylaşımı, bir seslenmezlik vardır. O yüzden bazı görüş ayrılıkları sağlıklı bir belirti... Öbüründe anlaşamadığımızı biliyorum, zaten bir öneriydi, kabul göreceğini ummadığımı da söylemiştim. Yalnız sömürü konusunda nerde anlaşamamıştık hatırlayamadım? Şu ilkel kabileler konusu mu? Marks'ın bu konuda bir kuramı elbette var ama, o örgütlenmiş, kurumsallaşmış, gelişmiş bir sömürüden bahsetmiştir. Sanmıyorum ki en basit düzeyde bile bir sömürü asla yoktu demiş olsun. En azından kabile büyücüsü hastaları iyi ediyorum deyip sağlık sömürüsü yapıyordur. Ya da kabile şefi kabilenin en gözde kızını araklayıp kimselere yar etmiyormuştur. Hatta eminim gücü elinde tuttuğu için poligami hakkına sahiptir. Poligami zaten kabilede varsa bile onun kotası fazlaymıştır! Alıntı
Misafir bilimselci Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 Marks'ın bu konuda bir kuramı elbette var ama, o örgütlenmiş, kurumsallaşmış, gelişmiş bir sömürüden bahsetmiştir. Sanmıyorum ki en basit düzeyde bile bir sömürü asla yoktu demiş olsun. En azından kabile büyücüsü hastaları iyi ediyorum deyip sağlık sömürüsü yapıyordur. Ya da kabile şefi kabilenin en gözde kızını araklayıp kimselere yar etmiyormuştur. Hatta eminim gücü elinde tuttuğu için poligami hakkına sahiptir. Poligami zaten kabilede varsa bile onun kotası fazlaymıştır! Hayır dostum. İlkel yaşamda sömürünün olmadığını kesinlikle söylemedim. Aksine, ilk çağlarda kültürleşmemiş insanoğlunda "ben"ci güdülerin insani kültüre daha baskın olduğunu sanıyorum. Söylediğin gibi Marks'ın görüşü de, "Varolan toplumların tüm tarihi, sınıf mücadelesinin tarihidir. (Manifesto)" şeklindedir. Ha bu arada yeri gelmişken; Marks'ın her cümlesi benim için ayrı bir şablon değil, bilimselliği önemlidir. Yazının icadından sonraki bulgulardan edinilen bilgilere göre o dönemdeki fertlerin varlık ve sosyal yaşam farklılıklarından bahsedilir. Elbetteki bu basit imtiyaz farklılıkları hemen o dönemde ortya çıkmış değildir. Daha önceki dönemlere MÖ 3000, 5000 yıllarına kadar uzandığını düşünüyorum. Sosyal imtiyaz farklılıkların olduğu yerde sömürü kaçınılmazdır. İlk somut din bulgularına ise MÖ 2000, 3000 yıllarında Sümerlerde rastlanmıştır. Hatırımda kaldığı kadarıyla uzlaşamadığımız konu, günümüzde emeğin, üretenin hakim olduğu bir düzenin gerekliliği idi. Alıntı
Misafir demirefe Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 Hatırımda kaldığı kadarıyla uzlaşamadığımız konu, günümüzde emeğin, üretenin hakim olduğu bir düzenin gerekliliği idi. Ben böyle bir anlaşmazlık hatırlayamadım. Neyse, yanlış anlaşma olmuştur belki. Ben Marksist değilim ama, Marks'a karşı da değilim. Önemli bir düşünür tabii ki. Önemli olduğunu, bir düşünce sistematiği kurduğunu kabul ederim. Tabii ki siyaset felsefesinin kilometre taşlarındandır... Alıntı
Φ harent Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 Dinlerin ahlaka katkıları(!) şu şekilde olmuştur. Dinler köleciliği destekleyerek köleciliği yaygınlaştırmıştır. kole kime denir? Savasta esir alinan, ve calisma gucu karsiliginda hayati bagislanan kimse. Kolecilik yunan kulturunden gelmektedir, ve antik cagda kolelerin, bizim su anda islerimizi karsiladigimiz hayvanlardan hic bir farki yoktu. Bu yuzden dikkatinizi cekerim ne Sokrates ne de Platon yazilarinda birkez bile kolecilikten bahsetmemistir. Kolecilik kelimesini ilk dile getirenler aydinlik cagi filozoflaridir. Ve Hegel'in bu konuda guzel bir calismasi da vardir. Okursaniz eger koleciligin aslinda o kadar da kotu birsey olmadigini, aslinda insanlik faktorlerini ilk tadanlarin kolelerin oldugunu anlarsiniz. Ve "Dinler" derken sanirim sadece "bir" dini kastediyorsunuz. Cunku, antik cag filozoflarinin belli bir dini oldugunu sanmiyorum. Hristiyanlikta calisma dogustan tanrinin insani cezalandirma sekli olduguna inaniliyordu : bilindigi gibi yasak elmayi yiyen Adem ve Havva Dunya'ya gonderildiler. Ve calisma insanlara tanrinin bir cezasi olarak geldigi icin bu isi kolelere yaptirip kendileri daha cok felsefe, bilim, matematik, astronomi gibi beyin dusunduren olaylarla ilgilendiler. Ornek : koleler sahiplerine hizmet ederek kendi iradelerini gelistirdiler. Arzu ve isteklerine hakim oldular. Sonuc olarak ; bilginiz bu konuda yetersiz, dinler koleciligi desteklemedi, dinler insanlari hayvanlardan ayiran tek ozellik olan beyin gucu ile vucut gucu arasinda yanilgiya dustu. Vucut gucunu hayvansallastirip, beyin gucunu tanrisallastirdi ve kole olarak kabul ettigimiz bugunun calisan toplumunu kendi ihtiyaclarini karsilamak icin kullandilar. Dinler kadın sömürüsünde cariyeleri cinsel meta olarak görmüştür.Dinler kadın sömürüsünde kadını erkeğe tabi olarak 2. sınıf insan olarak görmüştür. Kadının şahitlik ve mirasçı hakkı azaltılmış tam haktan mahrum bırakılmıştır. Kadının onuru çok evlilikle ayaklar altına alınmıştır. Kadının özgürlüğü kısıtlanmış, erkeğin istediği gibi giyinip örtünmüş, erkeğin isteği dışında hareket edemez olmuştur. Bakin yine dinler diyorsunuz. Siz sadece tek bir dinle ilgileniyorsunuz. Bu saydiklariniz islamiyette gorulen ozellikler. Islamiyette diyorum ama o da her islam ulkesinde de gorulmuyor. Iran, Sudi Arabistan diyebiliriz. Ama Algeri ve Tunus'da kadinlarin her hakki mevcut. Hristiyanlikta ve Yahudilikte'de kadinlarin evde oturdugunu sanmiyorum, hele boyle bir kapitalist ortamda kadinlarin evde oturup kocalarinin getirdigi parayi beklemeleri biraz zor olur. Sosyolojide aile yapisinin bozulmasindan bahsediyoruz, bunun sebebi ise bireyciligin bu denli buyumesi, ve bunu gordugumuz sosyoloji, felsefe, tarih ve ekonomi derslerinde dine degil kapitalizmin insanlari egoizme itmesine bagliyoruz. Bazı toplumlar diğerlerinden üstün yaratılmış kanısı vardır.Bazı insanların diğer insanlardan farklı yaratıldığı söylenmiştir. Diğer toplum ahlakı, temsili din ahlakı tarafından hor ve yanlış görülmüştür. Bu dediginizin ise dinden daha cok yine kultur konusuna girer ve felsefede buna "enthnocentrisme" denilir. Yani kendi kulturunu baskalarininkinden ustun gormek, hatta onlarin inanclarini, kulturlerini asagilamaya kadar gitmek demektir. Buna en guzel ornekte Nazilerdir. Hatta Levi Strauss'u da okuyun derim. Kendisi insanlarin bu davranislarini universel olarak tanimlayip, insanlarin dogasinda oldugunu yazmistir. Bu yazilarinida dunyanin cesitli yerlerinde insan topluluklarini inceleyip, yazilarini kitap haline getirmis ve inanilmaz resimlerle de desteklemistir. Mesela, antikcagda, yunanlilar kendilerinden olmayanlara " barbar" diyorlardi. Aslinda barbar diye tanimladiklari onlarin yerinden olmayan insanlar icindi. Senelerce bilimsel gelişmelere karşı çıkılmış. Kimi bilim adamları yakılmış kimileri zindanlarda çürütülmüştür. Katiliyorum bu konuda, ama hristiyanlik dininin en guzel yarari sanata olan katkisi oldu. Ancak bilim alaninda orta cag hala karanlik cag olarak anilir. "Daha önce elimizde verimli topraklarımız, onlarda ise kutsal kitap vardı. Bizi kandırıp elimize kutsal kitabı verdiler. Sonrasında, bizde sadece sadece kutsal kitap, onlarda ise verimli topraklarımız kaldı." Cyrano'ya sorulmus ama bende birseyler demek istedim. Sayin Bilimselci, oncelikle Afrika tarihini okudunuz mu? Ben okudum. Ikinci Dunya Savasi sonrasinda ortaya cikan somurge ayaklanmalarindan savasmadan ozgurlugunu alan tek toplum Afrikalilar olmustur ( bir kac ulke haric) bunun nedeni ise din degil, insanlardir, guctur. Afrika'nin basindaki insanlar nedense hep Bati'nin destekledigi insanlar olmustur. Cunku onlari oraya koyan batililar olmustur. Afrika halkinin ucuz is gucunu kullanan batilili buyuk sirketler bu ulkelerin gelismesine de sonuna kadar engel olmustur. Su anda bildigim kadariyla Congo'da gercekten sorunlar var. Yani demek istedigim, Marx'dan bahsetmissiniz yukarda, ama Marx gibi dusunemiyorsunuz. Marx herseyin nedenini iki karsit sinif grubuna baglamistir. Sizde Bilimselci herseyin nedenini dine bagliyorsunuz. Iste hataniz da burada, din sadece pasiftir, dini iyi ya da kotu yapan insanlar olmustur. Alıntı
Φ nikitin Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 anlaşılmayacak ne var? Arkadaşımız din kurumunun kökenine ilişkin marksist öğretinin görüşlerini savunuyor. Özel mülkiyeti, artı değer sömürüsünü baki kılmak, korumak için egemen sınıfların icat ettiği bir kurum olduğunu savunuyor dinin. Bu marksizmin dinin kökenine ilişkin görüşüdür. Marksizim üst yapı kurumlarını üretim ilişkileriyle açıklar. Onların yapısı ve varlık sebeplerini üretim ilişkilerine , emek sermaye çelişkisine, sömüren ve sömürülen sınıfların mücadelesine dayandırır. Senin "netleştirme" soruna gelirsek. Ben dinin kökenine ilişkin marksist görüşün yaptığı açıklamanın çelişkisini koyuyorum ortaya. Marksizm dini, sınıflı sömürü toplumlarında , egemen sınıfların özel mülkiyeti ve sömürüyü devam ettirebilmek için ürettiği bir kurum olarak tanımlar. bir yandan da marksizmin sınıfsız sömürüsüz toplumlar olarak tanımladığı kızılderililer ya da diğer ilkel kabilelerde din vardır. Emek sömürüsünü tanımlayan marks'tır (artı değer teorisi). Ve marks'ın emek sömürüsünün olabilmesi için şart koştuğu unsurlar "özel mülkiyet" "artık değer" kızılderili toplumlarında yoktur. Yok kişi marks'ın artı değer teorisini kabul etmiyorsa. O zaman zaten bırakalım kızılderilileri aborjinleri hiçbir toplumda emek sömürüsü yoktur. ve kızılderililer'de emek sömürüsü var mıdır yok mudur diye bir sorununda anlamı yoktur. benim altını çizdiğim bir görüşün kendi iç çelişkisidir. Tartışmaya burada müdahil olmak isterim ki Marksizmin din hakkındaki görüşleriyle ilgili bir yanlış bilgilenme söz konusu. Sayın Bilimselcinin dinin çıkışı diye ortaya koyduğu görüş marksizmin görüşü değildir. Zira sayın Cyrano bu (yanlış) görüşe haklı olarak karşı çıkmış fakat bunu marksizmin görüşü olarak kabul etmiş ve o da bir yanlışlığa düşmüştür. Zira ilkel komünal toplumda sömürü yoktur ve din kurumu vardır. Bunun aksini iddia eden bir Marksist klasik varsa kitap ve sayfa numarasını alayım. Aksine bakın Marks ve Engels hristiyanlık hakkında ne diyorlar: “İlk Hıristiyanlık tarihinin modern işçi sınıfı hareketiyle dikkate değer benzerlik noktaları vardır. Her ikisine de baskı uygulanmış ve zulmedilmiş, taraftarları hor görülmüş ve birinciler insanlık düşmanı olarak, sonuncular ise devlet düşmanı, dinin, ailenin, toplumsal düzenin düşmanı olarak özel yasalara tâbi tutulmuştur. Ve tüm bu baskılara karşın, hatta bunların teşvik etmesiyle, onlar muzaffer bir şekilde ağır ağır ilerlerler.” (Marx ve Engels, Din Üzerine, “İlkel Hıristiyanlığın Tarihine Katkı”.) Alıntı
Φ nikitin Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 Dinin ortaya çıkışı ile ilgili olarak çeşitli fikirler mevcuttur. Orhan Hançerlioğlu bu konuda bir derleme yapmış zaten. Onu aktarmam yeterli olur umarım. Düşünce Tarihi-"Korkuda Bir Kavram" Bölümü Bir XVIII. yüzyıl düşünürü, Volney (Constantin François, Comte de Chasseboeuf, 1757-1820), gök ölçüsünün hikayesini kendi açısından; şöyle anlatıyor: İlk insanların hiçbir düşünceleri yoktu. Önce kollarını, bacaklarını kullanmasını öğrendiler. Gittikçe; babalarının deneylerinden yararlanarak geliştiler. Yaşama araçlarını sağlama bağladıkça zekaları, ilkel gereksemeler (ihtiyaçlar) zincirinden kurtularak dolayısıyla anlamalara; sonuç çıkarmalara (istidlallere) yöneldi. İnsan zekası, giderek, soyut bilgileri kavramak gücünü de kazandı. Yeryüzünde kendilerinden başka birçok varlıklar kaynaşıyordu, bu varlıkların çoğu karşı gelinmez nitelikte güçlüydüler. Ateş yakıyor, gök gürlemesi ürkütüyor, su boğuyor, yel sürüklüyordu. Uzun yıllar bu etkilerin nedenlerini düşünmeden katlandılar. Bütün bunların neden böyle olduklarını anlamak isteyen ilk insan şaşkına döndü. Sonra, şöyle düşünmeye başladı: 1. Onlar kendisinden güçlü, kendisine üstündüler. Tanrı düşüncesinin temeli budur. Kimileri acı, kimileri tatlı etkiler uyandırmaktadırlar. Acıyla etkileyenlerden korkuyor, onlardan uzaklaşmak istiyordu. Tatlıyla etkileyenlere umut bağlıyor, onlara yaklaşmak istiyordu. İşte korku ve umut, gök ölçüsünün bu ilkeleri, böylece doğdular. Kendisi nasıl bir başkasını itmek isteyince itebiliyorsa onlar da yakmak isteyince yakabiliyorlardı. Şu halde onlarda da kendisininki gibi bir irade, bir zeka olmalıydı. İşte Tanrılık irade, Tanrılık zeka düşüncesi böyle başladı. Kendisine kötülük etmek isteyen bir soydaşının önünde nasıl alçalıyor, ona nasıl yalvarıyorsa, ötekilerinin önünde de alçalabilir, onlara da yalvarabilirdi. İşte ilk yere kapanış, ilk dua. Yoluna engel olan dağa yer değiştirmesi için yalvarırken onu düşüncesinde varlıklaştırdığının, ilk düşünce varlıklarını yaratmaya başladığının farkında bile değildi. Kendisinden güçlü, kendisine üstün olan bu düşünce varlıkları pek çoktular, şu halde evren, sayısız Tanrılarla doluydu (politeisme). Bunların kimisi iyilik ediyordu, kimici kötülük. İyilikle kötülük, iyilikçi ruhlarla kötülükçü Tanrılar böylece doğdular. İşte ilk insanların dini böyle başladı (İlk sistem: Fizik güçlere tapmak). 2. Yeryüzünde ve insan düşüncesinde başlayan bütün bu ilkeler (üstünlük, korku ve umut, üstün irade ve üstün zeka, güçlünün önünde eğiliş, yalvarış, düşünce varlıkları, bu varlıkların çokluğu, iyilikçi ya da kötülükçü varlıklar) insanların tarım gereksemeleri için göğe yöneldiler. Tarım, toplulukla yaşamaya başlayan insanlar için bir zorunluktu. Tarımı başarmak içinse göğün gözetlenmesi gerekiyordu. Toprağın gökle ilgisi belirmeye başlamıştı. Bir yıldız kümesinin görünmesi, en yüksek yerine varması ve batmasıyla bir bitkinin gövermesi, büyümesi ve kuruması arasındaki ilgi, olanca açıklığıyla insanların gözüne çarpıyordu. Şu halde yeryüzünü yıldızlar, bu gök varlıkları, yönetiyorlardı. On beş bin yıl önce Mısır’da yaşayanlar yıldızlara tapmaya başladılar. Bunlar, Nil nehrinin yukarı kıyılarında yaşayan zenci ırktan ilkel topluluklardı (İkinci sistem: Yıldızlara tapmak). 3. İnsan bu yıldızlara birer ad takma gereğini duyunca, bunlara yeryüzü adlarını yakıştırmaya başladı. Tebli Habeş, ırmağın taşması sırasında görünen yıldızlara taşma yıldızları, sapan sürme sırasında görünen yıldızlara öküz ya da boğa yıldızları, aslanların susuzluktan çölleri bırakıp ırmak boylarına geldiği sırada görünen yıldızlara aslan yıldızları, kuzuların ya da oğlakların doğduğu zaman görünen yıldızlara kuzu ya da oğlak yıldızları adını veriyordu. Bu benzetmeler sayısızdı. Artık kuzu, kış mevsiminin kötülük eden ecinnisinden gökleri temizliyor, boğa yeryüzüne bereket tohumları saçıyordu. İnsan dili böylelikle mecazlara alışıyor, gittikçe zenginleşiyordu. Artık insan, göğün boğasından (boğa adını verdiği yıldızlardan) beklediği gücü, yeryüzündeki boğadan da bekler olmuştu. Yerden göğe çıkan mecazlar böylelikle. gene yeryüzüne indiler. Birtakım yanlış kıyaslamalar başladı. Öküz, balık ve daha bir sürü şey kutsallaştı (Üçüncü sistem: Putlara tapmak). 4. Kıyaslamalar insanları maddi anlamlardan manevi anlamlara geçirdiler. İyilik getiren tanrılara bilgi, temizlik, erdem melekleri; kötülük getiren tanrılara da [sayfa 24] bilincsizlik; günah, kabahat zebanileri denilmeye başlandı. Tanrıların özleri birbirlerine uymadığından tapınma ikiye bölündü. İyi tanrılara yapılan sevgi ve sevinç tapınmasıydı, kötü tanrılara yapılan korku ve ıstırap tapınmasıydı (Dördüncü sistem: Karşıt ilkelere tapmak). 5. Yolculuktan dönen Fenike gemicileri, okyanusun öbür ucundaki ölümsüz bahar ülkelerini, kuzey bölgelerinin ölümsüz gecelerini anlata anlata bitiremiyorlardı. İşte cennet ve cehennem düşünceleri bu hikayelerden doğdu. Yüzyıllardan beri öldükten sonra ne olacağını kendi kendine soran insan, bu yerlerde yaşayabilmek düşüncesinden hoşlanıyordu. Böylelikle sevgili ölülerini barındıracak bir yer de bulmuş oluyordu. Sonsuz bahar ülkesi çekiyor, sonsuz karanlık ülkesi korkutuyordu. Şu halde iyiler birinciye, kötüler ikinciye gitmeliydiler. Bundan da tanrı tüzesinin (adaletinin) insanların tüzelerindeki yanlışları düzelttiği düşüncesi doğdu (Beşinci sistem: Mistiklik, büyük yargıca tapmak). 6. İnsanlar giderek üstünde yaşadıkları yeryüzünü tanımaya başladılar. Dünyanın çapı ölçüldü. Bu çap, bir kocaman pergel gibi göklere açılarak göklerin akıllar durdurucu, sonsuz yörüngeleri hesaplandı. Dünyanın evren içindeki küçüklüğü meydana çıktı. Tanrı düşüncesi önce dünyadan, sonra güneşten koparak bütün evrene yayıldı. Evren Tanrı, nedenle sonucu, etkenle edilgeni, güdücü ilkeyle güdülen şeyi kendinde toplayan çok daha büyük, çok daha yaygın bir varlık olmalıydı (Altıncı sistem: Evrene tapmak). 7- Sonraları etkenle edilgeni, nedenle sonucu, güdücüyle güdüleni tek varlıkta birleştirmeyi doğru bulmayarak bunları birbirlerinden ayırdılar. Her türlü kıyaslamaları ancak kendi varlıklarına bakarak yapabildikleri için, evrenin güdücü ilkesine cin, akıl, ruh adını verdiler. Tanrı da, evrenin kocaman gövdesini hareket ettiren, bütün varlıklara dağılmış yaşama ruhu oldu. Her varlık, büyük varlığın bir parçasını taşımaktaydı. Bu parça, ateş ya da tözdü (Yedinci sistem: Evrenin ruhuna tapmak). 8. Matematik ve fizik gelişiyordu ama, insanların büyük çoğunluğu bilgisizdi. Bu yüzdendir ki bilginin getirdiği bilimsel deyişler, çoğunluğun elinde bayağılaşıveriyordu. Böylelikle evrenin herhangi bir makineden başka bir şey olmadığı ileri sürüldü. Bir makine de kendi kendine yapılamayacağına göre, herhalde bunun bir işçisi olmalıydı (Sekizinci sistem: Büyük işçiye tapmak). Volney’e göre, bütün bu basamaklardan eski Mısır’da çıkılmış, sonraları yeryüzünde tekrarlanmış bütün şeyler eskiden Nil kıyılarında da olmuştur. Volney, gök ölçüsünün, doğum yeri olarak Mısır topraklarını görmektedir. Volney’e göre, bütün din sistemleri, eski Mısır’ın güneşe tapmakla başlayan fizik güçlere tapmak sisteminden çıkmıştır. Hintlilerin Chrisna’sı (Krişna), Hıristiyanların Chris-tos’u (Hristos) hep eski Mısırlıların güneşe taktıkları koruyucu anlamındaki chris sözcüğünden gelmedir. Ayrıca, eski Mısırlılar güneşe Yés de diyorlardı! ki Latinceleşmiş Yés-su ya da Jesus adının kaynağı budur. Eski Yunanlılar bu adı Tanrı Baküs’e de vermişlerdi. Bilindiği gibi, Tanrı Baküs de, Meryem’den babasız olarak doğan İsa’ya örnek olarak Minerva’dan babasız olarak doğmuştu. Bir yanda sonsuzdan gelip sonsuza giden sonsuz bir uzay, öteki yanda düşünen yepyeni bir varlık insan... Bir XX. yüzyıl düşünürü, Felicien Challaye, din duygusunu bu sonlu varlıkla sonsuz varlık arasında kurulan bağda bulmaktadır. Felicien Challaye’a göre, sonlu ve kutsal olmayan varlık, sonsuz ve kutsal varlıkla karşılaşınca kendinden geçer. Gök ölçüsü, bu kendinden geçiş halinin sonucudur. Challaye gök ölçüsünün hikayesini, kendi açısından, şöyle anlatmaktadır: İlk insanlar, kendi kişiliklerinin dışındaki yaygın gücü (Mana) kavradıkları anda sonsuzu duymuşlardır. Ben varım, varlığa katılıyorum. Ne yalnız anam babam, büyükanamla büyükbabam, atalarım, ne de bütün insanlık ve bütün hayvanlık beni var edemezdi. Evrenin bütün güçleri bende toplanıyor. Bir güneş, bir samanyolu, bir evcen olmasaydı, ben de var olamazdım. Ben, evrensel hayatın ürünüyüm. Varlığımın derinliğinde varlığı buluyorum. Bu varlık, benim dar kişiliğimi her yandan sarmakta ve onu aşmaktadır. Bu varlık sonsuzdan beri benden önce gelmekteydi, sınırsız akışı boyunca sonsuza kadar benden sonra gidecektir. İşte bu, sonsuz varlık’tır. Sonlu varlığın, kendisinden çıkmış olduğu sonsuz varlığa bağlılık duyması, onun önünde eğilip ona tapması, onu evlatçı bir sevgiyle sevmesi, onda evrensel hayatın bütün yönlerini bulması akla uygundur. Bu akla uygunluk ve sevgi, gök ölçüsünün temelidir. Sonlu varlığın sonsuzluk duygusuna erişmesi şöyle olmuştur: İlk eğilim, karşılandığı zaman sevinç, karşılanmadığı zaman acı veren bir duygudur (haz ve elem). Bu eğilim, zekanın işe karışmasıyla ruhsallaşır, toplumun etkisiyle de sosyalleşir. Bu sevinç ve acı eğilimi, korunma içgüdüsü, insanı yalnız bütün hayatı boyunca gözetmekle kalmaz, ölümle yok oluş düşüncesinden ötürü acı çekmesine de engel olur. İnsan, bu yok oluş düşüncesini sevimsiz, aşağılatıcı bularak reddeder. Korunma içgüdüsü, yok oluş düşüncesinin doğurduğu sonsuzlukla sonluyu bağdaştırmaya çabalar. İnsanın doğal eğilimlerinden bir başkası da, merak eğilimi, bu çabayı destekler. Evreni tanımak, onun köklerine ve derinliklerine inebilmek bu merak eğiliminin karşılanması zorunluğundan doğmuştur. İnsanın üçüncü bir doğal eğilimi olan sevgi (sempati) de ilk iki eğilimin işini tamamlamaktadır. Sevgi, sonlu varlıklardan aşarak sonsuz varlı ğa yönelmiştir (mistisizm). Din, bu üç doğal eğilimin, korunma içgüdüsünün, merakın ve sevginin zekayla ruhsallaşmasından ve toplumla sosyalleşmesinden doğmuştur. Felicien Challaye din düşüncesinin gelişimini de şöyle sıralamaktadır: 1. İnsan, önce, kendi kişiliğinin dışında her yönde belirmiş bulunan yaygın bir güç gördü. Bu güç, hem maddede, hem ruhta beliriyordu. İlkel insanlar bu güce Mana adını taktılar. Mana düşüncesine bütün dinlerde çeşitli semboller halinde rastlanmaktadır. En ileri felsefelerde bile çıkış noktası hep bu ilkel Mana düşüncesidir. 2. Toteme olan inanç bu Mana düşüncesinden çıkmıştır. Totem, Mananın cisimleşmesidir. Bir klanın insanları belli bir hayvan, ya da bitki çeşidini en çok Mana toplayıcı saymışlar ve onu kutsal görmüşlerdir. [sayfa 26] 3. İnsan, kendi canını düşününce Mana’yı kişileştirmiştir. Bundan da ölümden sonra yaşama düşüncesi doğmuş, ölümden sonra yaşama düşüncesi ölülere tapınmaya yol açmıştır. 4. Mana’nın kişileştirilmesi canlıcılığı (animizm) meydana getirmiştir. Canlıcılık, doğada insanın ruhuna benzer ruhlar bulunduğuna inanmaktadır. Önceleri fetişizm adıyla adlandırılan animizmin büyücülüğe yol açması kolaylıkla anlaşılır bir olaydır. 5. İnsan, Mana’da bir düzen ilkesi bulduğu zaman, dine töresel kaygılar girmiş demektir. Erdem, bu düzeni sağlamak için gereklidir. 6. İnsan, Mana’yı kişileştirince artık onu her baktığı yerde görmeye başlamıştır. Bunun sonucu da elbette çoktanrıcılık olacaktı. 7. Soyutlamadaki ve tek olan evrenin açıklanışındaki ilerleme bu çok tanrıları tek tanrıda birleştirmeye yol açmıştır. Bu birleştirme, önce bir hiyerarşiden (tanrıları sıralayarak en büyüğünü bulmaktan) geçerek, evrenin tek ve biricik Tanrısına varmıştır. 8. Budizmde olduğu gibi, din düşüncesinde bir adım daha ilerleme, engin evrenin varlığını anlamak ve açıklamak için tanrı düşüncesinin gerekmediğini, bu anlama ve açıklamanın tanrısız da yapılabileceğini ilerisürer. Kurban, dua, yasalara saygı, erdem, bayram, efsaneler ve kendinden geçiş hali en ilkel totemizmden çok gelişmiş dinlere kadar bütün dinlerin ortak temalarıdır. Mutluluğunu sağlamak için çabalayan insan, epeyce uzun bir tarih süresi sonunda, kendini rahat ettirecek, mutlu kılacak yeni bir ölçü buldu. Bu ölçü, gök ölçüsüdür. Gerçekte bu ölçü önce yerden başladı, sonra göğe çıktı. Bilimsel açıdan ele alınınca hikayesi bir hayli ilgi çekicidir. Bu ölçü, insanın çevresini sarıp onu ürküten gizlilikleri açıklıyor, karanlıkları aydınlatıyor, ona güven veriyor, geleceğine umutla bakmasını sağlıyordu. Hele, insanlığın en büyük korkusu olan ölüm korkusunu karşılaması bu ölçüyü büsbütün vazgeçilmez kılmıştı. Ölçü, karanlıkları olduğu kadar, aydınlıkları da düzenliyor, hemen her alanda yararlı oluyordu. İnsanlar birbirleriyle olan anlaşmazlıklarını bile bu ölçüye vurarak çözmeye başlamışlardı. Toplumlar, bu ölçüye sığınarak birleşmeye çalışıyorlardı. Ölçü, gerçekte, insan yapısını çeşitli açılardan kavraması bakımından, çok güçlü bir ölçüydü. Fransız düşünürü Auguste Comte (1798-1857) bu ölçüye, insanlığın açıklama gereksemesi (ihtiyacı) açısından bakmaktadır. Üç hal kanununun, insanlığın birbiri ardınca geçirdiği üç hale bakış açısı budur: 1. Auguste Comte’a göre insanlık, önce teolojik hal içindeydi. Evren, insan iradesinin tıpkısı iradelerle yönetilmektedir. İnsan düşüncesinin ilk vardığı açıklama budur. Oysa, bu ilk düşünce de üç basamaklıdır, yavaş yavaş gelişmiştir. Birinci basamakta insan, çevresindeki eşyayı tıpkı kendisi gibi canlı, akıllı olarak düşünmüştür (fetişizm). İkinci basamakta insan düşüncesi, çevresindeki olayların görünmez varlıklarca yönetildiği inancına yönelmiştir (çoktanrıcılık-politeizm). Üçüncü basamakta bu görünmez varlıkların tek ve büyük bir iradenin yönetimi altında bulunduğu inancına varılmıştır (tektanrıcılık- monoteizm). [sayfa 27] 2. İnsanlığın bu halini metafizik hal kovalamıştır. İnsanlık bu süre sonunda teolojik halden metafizik hale geçmiştir. Metafizik hal, bir soyutlama (tecrit) halidir. Evreni yöneten artık insana benzeyen bir varlık değil, soyut bir güçtür, soyut bir ilkedir: Oysa bu halde de insan, soyutladığı nitelikleri, soyut iyiliği, soyut güzelliği, soyut tamlığı (mükemmelliği) gerçek varlıklar saymaktadır. 3. İnsanlığın üçüncü halinde, metafizik hal, yerini pozitif hale (olumlu hal, müspet hal) bırakmıştır. Bu hal; ortaçağın sona ermesiyle başlar. Yeniçağ düşüncesi artık olayları başka olaylarla açıklamaktadır. Bilimsel ilerlemeler, bu hale gelinceye kadar nedeni bilinemeyen birçok olayları, bilim yasalarıyla açıklamaya başlamıştır. Başka bir deyişle, önce teolojik açıklama, sonra metafizik açıklama, yerini pozitif açıklamaya bırakmıştır. Başka bir Fransız düşünürü, Henri Bergson (1859-1941) da gök ölçüsü gereksemesinin kaynağını yaşanılan hayatın içinde bulmaktadır. Bergson, Töreyle Dinin İki Kaynağı (Des deux Sources de la Morale et de la Religion) adlı yapıtında bu konuyu inceleyerek şu sonuca varıyor: İnsan, düşünmeden önce yaşamak zorundadır. Toplumsallık eğilimi (içtimailik meyli), insanın yaşama zorunluğunun sonucudur. Toplum nasıl insan içinse, insan da öylece toplum içindir. Toplumunsa birtakım gerekleri vardır, işte bu gerekler, insanı töreye ve dine zorlar. Hayvan toplumlarında örneğin bir arının, toplumunu unutarak sadece kendi isteklerinin peşinden gitmeye başladığını düşünelim. Bilinçsiz içgüdüsü bu haylaz arıyı toplum yükümüne (mükellefiyetine) çağıracaktır. Çünkü, arılar yükümlü olmazlarsa kovan yaşayamaz. İnsan toplumlarında da bu yüküm insanı ödevine iter. Toplumsallık, insan varlığının en büyük parçasıdır. Suçunu sadece kendisi bilen, cezadan yakayı kurtaran bir katilin çektiği vicdan acısı; insanın kendi varlığına, kendi benliğine dönmek isteyişidir. Suçunu açıklarsa vicdan acısından kurtulacaktır, çünkü ödevini yerine getirmiş, benliğinin büyük parçası olan topluma dönmüştür. Toplum alışkanlığından doğan, içgüdülerin zorladığı bu ödevseverlik, insanı töreye ve dine götürür. Bu ödevseverlik, törenin ve dinin birinci kaynağıdır. Bu ödevseverlik iyice deşilirse, insanların korunma içgüdüsüne dayandığı görülür. İnsan, açıkçası, bu görevseverliğiyle kendisini korumakta, yaşama zorunluğuna uymaktadır. Bu kaynak, kişinin, iradesini iten bir kaynaktır. Bu kaynaktan gelen din ve töre, insanı koruyan bir din ve töredir. Din ve törenin ikinci kaynağı, insan heyecanıdır. Toplumsal insan bir taklit, bir benzeme gereksemesi içindedir. İnsan yapısı, örnek almak, benzemek eğilimini taşır. Bu ikinci kaynaktan çıkan din ve töre, model olarak alınan kişiliğin yarattığı heyecanı yaşamak ve taklit etmekle gerçekleşir. Toplum, kişiyi, toplumca beğenilenleri taklide çağırır. Bu kaynak, birinci kaynak gibi, kişinin iradesini iten bir kaynak değil, tersine, çeken, çağıran bir kaynaktır. Bu, heyecandan doğan taklitçilik kaynağı iyice deşilirse, insanların yaratma içgüdüsüne dayandığı görülür. İnsan, açıkçası, bu taklitçiliğiyle, gene yaşama zorunluğunun sonucu olan yaratma gereksemesini karşılamaktadır. Bu kaynaktan gelen din ve töre, insanın yaratma gereksemesini karşılayan bir din ve töredir. [sayfa 28] Bu iki çeşit din ve töre, ayrı nitelikler, ayrı özellikler taşımaktadır. Birinci kaynaktan (alışkanlıktan, korunma içgüdüsünün sonucu olan görevseverlikten gelen) din ve töre statiktir, toplumsaldır, tutucudur, eskiye bağlıdır, kolektiftir. İkinci kaynaktan (heyecandan, yaratma içgüdüsünün sonucu olan taklitçilikten gelen) din ve töre dinamiktir, bireyseldir, eskiyi aşıcıdır, ileriye götürücüdür, kişiseldir. Bergson, yapıtının ikinci bölümünde gök ölçüsünün asıl gerekçesi olan ölüm korkusu üstüne şunları söylemektedir: Hayvanlar öleceklerini bilmezler, öleceğini bilmek insancadır. İnsandan başka bütün canlılar, doğanın (tabiatın) istemiş olduğu gibi, hayat hamlesine uymaktadırlar. İnsanın öleceğini bilmek düşüncesiyse, doğanın verdiği zeka ile elde edildiği halde, doğanın karşısına dikilmekte, insanın hayat hamlesini yavaşlatmaktadır. Öleceğini bilmek düşüncesi umut kırıcı bir düşüncedir. İnsan, öleceği günü de bilseydi, bu düşünce, daha da umut kırıcı olurdu. Ölüm olayı bir anda meydana gelecektir, oysa her an meydana gelmediği görüldüğüne göre sürekli olarak tekrarlanan bu deney, insanda belirsiz bir kuşku yaratmakta, ölüm düşüncesiyle erişilen kesinliğin etkilerini hafifletmektedir. Bu hafifletme olmasaydı insanın hayat hamlesi büsbütün kırılırdı. Ölmek kesinliğinin, yaşamayı düşünmek için yaratılan canlılar dünyasında, insan düşünce ve anlayışıyla belirmesi, doğanın niyetine açıkça karşıdır. Doğa, böylelikle, kendi yoluna konulan engel üstünde sendelemektedir. İşte bu sendeleyiş onu yeniden doğrulamaya, ölümün kaçınılmazlığı düşüncesine karşı yaşamanın ölümden sonra da süreceği düşüncesini koymaya zorluyor. Doğa, düşüncenin yerleştiği zeka alanına bu hayali atmakla, her şeyi yerli yerine koymuş olmaktadır. Bu hayalin ölüm düşüncesinin kötü tepkilerini önleyebilmesi, kendisini uçuruma kaymaktan alıkoyan doğanın dengesini gösterir. O halde bize dinin kaynaklarını belirten hayal ve düşüncelerin özel bir oyunu karşısında bulunuyoruz. Bu açıdan bakılınca din, zekanın ölümü kaçınılmaz olarak düşünmesine karşı doğanın savunucu bir tepkisi olmaktadır. Bu tepki, kişi kadar, toplumla da ilgilidir. Toplum, kişisel emekten yararlanır. Kişinin hamlesi yavaşlamamalıdır ki toplumun hamlesi de yavaşlamasın. Bundan başka uygarlıkta ilerlemiş toplumlar, sırtlarını sürekli yasalara, sürekli kuruluşlara (müesseselere), zamana bile meydan okuyan anıtlara dayarlar. İlkel toplumlarsa sadece kişilerden kuruludur. Onları kuran kişilerin sürekliliğine inanılmazsa etkileri de kalmaz. Şu halde ölülerin de dirilerle birlikte bulunması gerekmektedir. Bunun sonu, atalara tapma olacaktır. O zaman da ölüler, tanrılara yaklaşacaktır. Bunun için de tanrıların hiç olmazsa anılar halinde var olması, bir din bulunması, düşüncenin mitolojiye doğru yönelmesi gerekecektir. Zeka, çıkış noktasında, ölüleri, iyilik ya da kötülük yapabildikleri bir toplumda dirilere karışmış olarak düşünmek zorundadır. Alıntı
Φ nikitin Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 20 Mayıs , 2009 İnsanın hayvandan evrildiği elimizdeki yegane bilimsel teori ise dinin ilk insanlardan bu yana varolmadığını da anlamış oluruz. Bu durumda din mi önceydi ahlak mı önceydi sorusu gereksiz bir sorudur. Alıntı
Misafir bilimselci Gönderi tarihi: 21 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 21 Mayıs , 2009 İlkel toplumlarda dinin pat diye sömürücü zihniyet tarafından tüm detaylarıyla oluşturulduğunu söylemedim. Din olgusunun, binlerce yıl içerisinde, imtiyazcı kesimce oluşturulan, egemen ahlakın kutsallığa ataması sonucu dogmalaştırıp, kesinlik kazandırılarak çıkar amacına yönelik oluşturulduğunu söyledim. Marksizm diyelektik maddeci görüştür. Tüm bilgilerin, düşünsellerin kökeninde madde ve maddesel ilişkiler vardır. Ahlak, töre, din, hukuk, devlet gibi üst yapılar, doğa ve doğayla kaçınılmaz ilişkisi olan insanın davranış, toplumsal disiplin kuralları bütünüdür. Marksist felsefeye göre tüm üst yapılar ve ögeleri, üretim ve üretim ilşikilerinin şekillenmesi kaynaklıdır Yukarda alıntısı yapılan Orhan HANÇERLİOĞLU'nun şu görüşü dikkatli okunduğunda, dinin kişilerin "ben"ci düşüncelerini koruma amaçlı kullandıkları anlaşılıyor. "Toplum alışkanlığından doğan, içgüdülerin zorladığı ödevseverlik, insanı töreye ve dine götürür. Bu ödevseverlik, törenin ve dinin birinci kaynağıdır. Bu ödevseverlik iyice deşilirse, insanların korunma içgüdüsüne dayandığı görülür. İnsan, açıkçası, bu görevseverliğiyle kendisini korumakta, yaşama zorunluğuna uymaktadır. Bu kaynak, kişinin, iradesini iten bir kaynaktır. Bu kaynaktan gelen din ve töre, insanı koruyan bir din ve töredir." Bu noktada, Marksizmin kurucularının din konusunda söyledikleri; Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesine Giriş adlı doktora tezinde; din dışı eleştirinin temelini; “İnsanı yapan din değil, dini yapan insandır” tezinin oluşturduğunu söyler. Ona göre üretim ilişkileri, dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini üretir. Çünkü, mevcut sınıflı toplumlar alt üst olmuş bir dünya oluşturur. Alıntı
Misafir demirefe Gönderi tarihi: 21 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 21 Mayıs , 2009 Zira ilkel komünal toplumda sömürü yoktur Ya millet; bu iddia kime ait, bir türlü anlayamadık. Ortada sahipsiz kaldı iddia. Marks'a aitse biri sayfa numarası versin. Değil, forumda ortaya atılmış bir iddia ise, biri link versin veya alıntı yapsın. Yok eğer biri bu iddiayı sahipleniyorsa, "ben bunu diyorum" diye açıkça söylesin. Lafı evirip çevirmenin gereksiz alıntılara boğmanın alemi ne? Ortada bir laf dolaşıyor, kimse sahip çıkmıyor. Bu ne böyle ya? Kimsenin sahip çıkmadığı, kimin söylediğini bilmediğimizin ötesinde, söylenip söylenmediğini dahi bilmediğimiz bir iddiayı nasıl ele alıp görüş bildireceğiz? Bunca laf içinde aklı başında bir cümle varsa o da bilimselcinin: “İnsanı yapan din değil, dini yapan insandır” Alıntı
Misafir CYRANO Gönderi tarihi: 21 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 21 Mayıs , 2009 Dinlerin ahlaka katkıları(!) şu şekilde olmuştur. Dinler köleciliği destekleyerek köleciliği yaygınlaştırmıştır. Dinler kadın sömürüsünde cariyeleri cinsel meta olarak görmüştür. Dinler kadın sömürüsünde kadını erkeğe tabi olarak 2. sınıf insan olarak görmüştür. Kadının şahitlik ve mirasçı hakkı azaltılmış tam haktan mahrum bırakılmıştır. Kadının onuru çok evlilikle ayaklar altına alınmıştır. Kadının özgürlüğü kısıtlanmış, erkeğin istediği gibi giyinip örtünmüş, erkeğin isteği dışında hareket edemez olmuştur. Karşı dinden olanlar yurtlarından sürülmüş kalanlardan ise haraç alınmıştır. Bazı toplumlar diğerlerinden üstün yaratılmış kanısı vardır. Bazı insanların diğer insanlardan farklı yaratıldığı söylenmiştir. Diğer toplum ahlakı, temsili din ahlakı tarafından hor ve yanlış görülmüştür. Senelerce bilimsel gelişmelere karşı çıkılmış. Kimi bilim adamları yakılmış kimileri zindanlarda çürütülmüştür. Her dince evrensel ahlaka, hukuka karşı çıkılmıştır. Geri kalmış toplumlar din aldatmacası ile sömürülmüşlerdir. Çokça mezheplere bölünmüş aynı toplum içinde dargın ve küskün guruplar oluşturulmuştur. Sadaka ve zekat kültürü oluşturulup, sadaka toplumu yaygınlaştırmışlardır. Vs. vs. Dostum bu saydıkların ahlakla ilgili konular mı ? Bir ikincisi öyle bir sunmuş ki arkadaşımız, sanki bunlar din kurumuyla birlikte icat edilmiş. Arkadaşımızın gönderme yaptığı hristiyanlık ve islamdan önce dünyada kölelik yoktu, bilim adamları özgür ve serbestti, kadınlar erkeklerle eşit haklara sahipti, geri kalmış toplumlara eşit davranılıyordu, çok evlilik yoktu, kadın cinsel meta olarak görülmüyordu vs. Sonra dinler ortaya çıktı ve bunlar oldu. Nikitin arkadaşımızın çok güzel bir tespiti olmuş marksist olduğunu iddia ediyorsun ama marks gibi düşünemiyorsun. Şimdi ben bilimselci arkadaşımızın yürüttüğü mantıkla bilime ilişkin bezner tespitler yapsam derim ki ya insanlığın başına gelen en büyük felaket bilimmiş. Kıtaların keşfi Pusulanın icadı Makineleşme Silah teknolojileri Atomun parçalanması ve atom bombaları Psikolojik propaganda teknikleri Hava araçlarının icadı Şimdi ben bunların yol açtığı binlerce felaket, sömürü, kıyım vs sayarım. Sonra da diyebilirim ki bakın bilim nelere yol açmış suçlu bilimin ortaya çıkışı. Ama benim mantığım bilimselci arkadaşımızdan farklıdır. Evet dostum senin yürüttüğün mantıkla bu mantığın bir farkı var mı? O geri kalmış toplumlar köle haline getirilirken kullanılan araçların hepsi bilimsel icatlar değil mi ? Yüzmilyonlarca insanın aç kalmasının, yedek işsizler ordusunun ikame tehdidiyle çalışanların baskı altında tutulmasının sebebi makineleşme değil mi ? Hiroşima'nın, Nagazaki'nin sebebi atomun parçalanması değil mi ? suçlu bilim mi? Sorumlusu bilim mi ? Alıntı
Misafir CYRANO Gönderi tarihi: 21 Mayıs , 2009 Gönderi tarihi: 21 Mayıs , 2009 Ya millet; bu iddia kime ait, bir türlü anlayamadık. Ortada sahipsiz kaldı iddia. Marks'a aitse biri sayfa numarası versin. Değil, forumda ortaya atılmış bir iddia ise, biri link versin veya alıntı yapsın. Yok eğer biri bu iddiayı sahipleniyorsa, "ben bunu diyorum" diye açıkça söylesin. Lafı evirip çevirmenin gereksiz alıntılara boğmanın alemi ne? Ortada bir laf dolaşıyor, kimse sahip çıkmıyor. Bu ne böyle ya? Kimsenin sahip çıkmadığı, kimin söylediğini bilmediğimizin ötesinde, söylenip söylenmediğini dahi bilmediğimiz bir iddiayı nasıl ele alıp görüş bildireceğiz? Bunca laf içinde aklı başında bir cümle varsa o da bilimselcinin: “İnsanı yapan din değil, dini yapan insandır” Sen anlayamadın diye açıklanmamış mı oluyor ? Sen hariç tartışanlar ne olduğunu, kime ait olduğunu gayet iyi anlamış. Sayfa numarasına gerek yok. Marksın bütün fikirleri , kitapları, teorileri emek sömürüsü temeline dayanır. Dak Kapital sömürünün nasıl gerçekleştiğini anlatan bir kitaptır. Marks, herşeyin merkezine emek sömürüsünü koyar. Alıntı
Önerilen İletiler
Katılın Görüşlerinizi Paylaşın
Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.