Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Önerilen İletiler

Canlıların temel birimleri olan hücrelerin yapay yolla değiştirilmesini konu edinen genetik mühendisliği, son kırk-elli yıl içinde kamuoyununu hem beğenisini, hem de korkusunu üzerine topladı ve yaptığı atakla da, moral değer tartışmalarında birinci sıraya çıkmış bulunmaktadır. Genetik mühendisliği; hücrelerin “harf ve sözcüklerin” kalıtsal olarak sağlayıp genetik kodlara çevirerek, günlük biyokimyasal işlemlerde kullandığı “Yaşam Dili” ile doğrudan ilgilenmektedir. Söz konusu harfler ve sözcükler; amino asitler, nükleik asitler, proteinler vs birimlerdir. Bazı genetik birimleri belirleyip bunları bir hücreden çıkarabilmek ya da başka bir tür hücreye yerleştirebilmek için yapılan çalışmalar, kısa sürede pratik uygulamalarını da ortaya sermiştir. Örneğin; insan insülininin ticari üretimi, insülin üreten insan geninin saptanması, yalıtılması, kopyalanması ve bir mikro organizmaya yerleştirilmesi aşamalarından geçerek sağlanmıştır. Mikro organizma, gen ürünü olarak insülin vermeye başlayınca, sayıları milyonlarca şeker hastası, insanınkinden biraz farklı olan hayvan insülinine bağımlılıktan kurtulmuş oldu.

Başka bir olay bakterinin işlevinin genetik olarak değiştirilmesidir. Bu mikro organizmanın kötü bir huyu vardır: Patates yapraklarında buz kristallerinin oluşumu için çekirdek güder ve ürünün donmasına yol açar. Bilim adamları, kötü huylu geni kesip attılar ve artık “buz-eksi” olarak adlandırılan değiştirilmiş bakteriyi büyüttüler. Şimdi bu bakteriyi patates ekim alanlarına serperek, buz yapıcı akrabalarını kovuyorlar.

Genetik mühendisliğinin belki de en tartışmalı kullanım alanı, gen terapisi adı verilen ve canlı insanları doğrudan etkileme amacıyla insan hücrelerinde değişiklik yapma çabasıdır. Günümüzde genetik mühendisliği ilgili etik sorunlar bazı alt başlıklar altında toplanabilir.

1-Günümüzde ve gelecekteki halk sağlığı ve çevre korunması riskleri hakkındaki kaygılar.

a…Denetimsizce geliştirilmiş organizmaların tarımda kullanılışı nelere yol açacaktır?

b…Biyolojik savaş silahları hangi felaketlere neden olacaktır?

2-Genetik mühendisliğinin özelleşmesi ve ticarileşmesi.

a…Yaşam biçimlerinin sahipliği

b…Üniversitelerin özerkliği

c…Hukuk sorunları

3-İnsanlarda kullanılan gen tedavisi sorunları

 

1-Halk Sağlığı ve gelecekle ilgili kaygılar:

1974 26 Temmuzunda ABDde seçkin moleküler biyoloji bilginlerinden oluşan bir komitenin, bilim dergilerinden Scienceda bir mektubu yayımlandı. Bu yazıda, yapay olarak rekombinant (yeniden düzenlenmiş) DNA moleküllerinin biyolojik bakımdan tehlikeli olabileceğini, toplumsal ve etik konular en azından daha çok açığa çıkmadıkça rekombinant DNA araştırmalarının ertelenmesini istiyorlardı. Ertesi yıl toplanan bir konferansta bu erteleme kaldırıldı ve Ulusal Sağlık Enstitüsünün koyduğu kurallar altında araştırmalar dikkatle yürütülmeye başlandı. Kurallar içinde fiziksel kısıtlama, kaza ile yayılmayı önlemek için en yüksek dereceden güvenlik önlemleri alınmasını ve biyolojik kısıtlama da ancak özel laboratuar koşullarında yaşayabilecek mikroplarla çalışabilmeyi getirmişti.

Genetik olarak üstün güce sahip mikro organizmaların bir kaza sonucu olaydan habersiz kitlelere yayılmasının, halkta yaratacağı sağlık felaketi ve panik korkusu nedeni olmuştur. Ancak zamanla korku yatışmış, sert güvenlik önlemleri biraz gevşemiştir. Tarımdaki genetik mühendisliği uygulamaları ticari bakımdan çok önemlidir. “Buz-eksi” bakterisinin tarlalarda denenmesine karşı çıkanlar, bu uygulamanın büyük oranda ekolojik bozulmalara yol açacağını öne sürmektedirler. Hatta, bakterinin, mantarlardaki gibi, önlenmesi güç salgınlara yol açacağı bile düşünülmektedir.

Biyolojik savaş silahı olarak rekombinant DNA çalışmaları da başka korku nedeni olmuştur. Bu araştırmaların başından beri, hastalık yapan organizmaların serbestçe üretilmesi ya da iyi huylu bir mikroba kötü genler bağlanması olanağı her zaman gündemde olmuştur. Örneğin; her yerde bulunabilen “Escherichia Coli” gibi bir bakteriye “Botulinus” zehirinin geni sokulursa ne olacaktır? Böyle bir karabasanda kurtulmak kolay değildir.

1984te ABD ordusu, ısıtmalı garajlar, askeri yatakhaneler, aerosol deneme binaları gibi bir dizi küçük proje için bütçeden fon kaydırma isteğinde bulunmuştu. Bu; fonların gerekli yerlerde kullanılması için her zaman yapılan ve Senatonun ilgili alt komite başkanlığınca onaylanarak yürürlüğe giren bir işlemdi. Çok sonra anlaşıldı ki, aerosol deneme binaları adıyla bildirilen yerler, gerçekte P-4 laboratuvarlarıdır. Bunlar, o tarihte savunma bütçesinde en tartışmalı konulardan biri olan ve biyolojik savaş araştırmalarıyla ilgili olduğu kuşku götürmeyen en tehlikeli rekombinant DNA deneylerini yapabilecek kapasitedeki kuruluşlardır.

laboratuarları savunanlar, benzeri çalışmaların SSCBde de yapıldığını öne sürerek, kendilerinin savunma amaçlı çalıştıklarını bildirmişlerdi. Bu mazerete karşı çıkan bilginler ise; öncelikle konvansiyonel silahlarını, savunma ya da saldırı amaçlı diye sınıflandırmanın anlamsız olduğunu vurgulamışlar ve 1972 yılındaki uluslar arası bir uzlaşmayla kimyasal ve biyolojik silahların üretim, depolama ve kullanımının yasaklandığını anımsatmışlardı. Bir başka ülke; saldırı amaçlı biyolojik silahlar üretmişse, çeşitli korunma sistemlerine etkilerini sınamak için bu silahların üretilmesi gerekmez mi?

 

2-Özelleşme ve ticarileşme:

Rekombinant DNA araştırmalarının özelleştirilmesi ve genetik mühendisliğinin ticarileşmesi çerçevesinde de birçok sorun bulunmaktadır. Ticarileşme sürecinde ortaya çıkan, bir yaşamın patentini alma olgusu ilginç tartışmalar başlatmıştır. Patenti alınan ilk mikro organizma (DNA rekombinasyonu yapılmadan alışılmış yöntemlerle gerçekleştirilen) “Pseudomonas aeruginosa” adlı petrol yiyen bakteridir. Biyokimyacı Amanda Chakrabarty, gelişigüzel başkalaşımları uyarıp, değişime uğrayanlar arasından istenen özellikleri taşıyanları ayıklayarak bu bakteriyi geliştirmişti.

Tek hücreli de olsa yaşayan ve çoğalan bir varlığın patentinin alınması gibi, çoğu gelecekte neler olacağı kaygıları ile beslenen çeşitli düşünceler, belli başlı iki grupta toplanmıştır. Yaşam biçimlerine patent verilmesinde kamu için önem taşıyan bir olgunun özel mülkiyet içinde yer alması sorununda birinci yaklaşım, canlı edinme hakkı için bir kısıtlama getirmektedir. Bir kediniz ya da köpeğiniz ya da atınız olabilir. Hatta koyun ya da sığır sürüleriniz olması da kabul edilebilir. Ancak; bir “tür”ün tümüne sahip olmak bambaşka bir şeydir; kimseye ait olmayan ya da bir başka deyişle herkesin ortak olduğu bir alana tecavüz olmaktadır.

İkinci yaklaşım ise araştırma sonucundan yararlanma hakkı üzerinedir. Genetik mühendisliği araştırmaları halkın vergileriyle desteklenmiş ve yürütülmüştür. Kamu; ayırdığı fonlarla araştırmaları desteklemiş, araştırıcıları eğitmiş, donanımları sağlamıştır. Böylesi yaşamsal sonuçları olan araştırmaların ürünleri de kamu malı sayılmalıdır.

Özel ve kişisel yarar ile kamu çıkarı çatışmasının ilginç bir örneği, hemen hepsi az gelişmiş ülkelerden olmak üzere yılda iki milyon insanın ölümüne yol açan sıtma hastalığı için bir aşı geliştirilmesinde görülür. Birleşmiş Milletlere bağlı Dünya Sağlık Örgütü (WHO), eski aşının daha etkin duruma getirilmesi için New York Üniversitesinde yürütülen bir araştırmayı desteklemişti. Aşının endüstri ölçeğinde üretimi için de biyoteknoloji firmalarından Genetech ile görüşmelere başlamıştı. Görüşmelerde Genetech, üniversiteye bir kez telif ücreti verdikten sonra, aşının ticari olarak tüm işletme hakkına tek başına sahip olmakta direnince işler sarpa sardı. Belki aşıyı firmadan pahalıya almak zorunda kalacak yoksul ülkelerden gelebilecek şikayetlerden, belki de araştırmayı fonlarıyla destekleyecek ülkelerden kaynaklanacak hoşnutsuzluklardan çekindiği için, WHO görüşmelerden çekildi. Aşının geliştirilmesi de bir süre sürüncemede kaldı. Bu arada dünyada sıtmadan binlerce kişi öldü!...

Biyoteknoloji, akademi-endüstri ilişkilerinde ortaya çıkan tartışmalarda çoktandır yerini almışa benziyor. Üniversite yönetimlerinin çoğu, endüstri ile sözleşmeler yaparak araştırma giderleri için fonlar sağlamaya sıcak bakarlar. Bunda haksız da sayılmazlar. Çünkü hükümetlerin bütçelerde araştırmalara ayırdıkları paylar giderek küçülmektedir. Ancak, bazı akademisyenler sözleşmelerle kurulan bağlantıların kalıplaşmasından ve dolayısıyla endüstriye bağlı kalma tehlikesinden tedirgin olmaktadırlar. Üniversitedeki açıklık ilkesiyle, araştırmayı parasal olarak destekleyen özel sektörün sahiplik hakkının uyuşamayacağı düşünülmektedir. Bu bağımlılığın bir başka etkisi de, endüstrinin ilgilenmediği konulardaki çalışmaların öncelik haklarının uzun vadede yitirilmesidir.

Özelleştirme ile ilgili iki ironik olay, bu sürecin etkilerini sergilemekte yardımcı olabilir. Üçüncü dünya ülkelerinden bazıları bir alacak isteği ile Birleşmiş Milletlere başvurmuşlardır. Ülkelerinde doğal olarak yetişen bazı bitkilerin genetik kaynaklarının, gelişmiş ülkelerdeki firmalarca çalındığını ve kendilerine çok pahalı tohumlar olarak satıldığını öne sürmektedirler. Örneğin; Libya ve Afganistandan alınan tahıl genleri, bu ülkelere geri verilmemiş. İşin ilginç yanı, söz konusu tahıllar artık onlarda da kalmamış.

ABDde bir lösemi hastasının karaciğerinden alınan hücreler, içlerinde kanserle savaşımda kullanılan interferonun da bulunduğu birçok biyo etkin kimyasal maddenin üretimini sağlayacak hücreler dizisini oluşturmakta kullanılmış. İki araştırmacı, bu dizinin patentini alınca, hastanın avukatı patentli hücreler dizisinin kazancından pay almak için mahkemeye başvurmuş!...

 

3-İnsanda gen tedavisi:

Bugün iki-üç bin hastalığın genetik bozukluklardan kaynaklandığı bilinmektedir. Bunlar arasında “Orak Hücre” hastalığı, “Glukoz-6-Fosfat dehidrogenaz” hastalığı gibi çok yaygın olanlar yanında “Fenil Ketonüri” ve “Sistik Fibroz” gibi daha seyrek rastlananlar da vardır. Öbürlerine çok ender rastlanır. Bunlardan üçü, gen sağaltımı çalışmalarında ilk sırayı almışlardır. “Lesch-Nyan” hastalığı küçük çocuklarda görülür. Türlü semptomları arasında kendi kendini sakatlama davranışına da yol açar. Diğer ikisi, bağışıklık sistemi bozukluklarından “Purin nükleosit fosforilaz” (PNP) ve “Adenosin deaminaz” (ADA)dır.

Bunların üçü de öldürücüdür ve ne yazık ki alışılmış tıp yöntemleriyle etkin sağaltımları yoktur. Genetik araştırmaları ile hastalığa yol açan gene karşılık olan normal gen kopyalanabilmiştir. Dolayısıyla hasta hücrelere eklemekte kullanılabilir. Bu süreç şöyle yürütülür: Normal geni, hasta hücreye yerleştirmenin yöntemi bilinmektedir. Hastanın kemik iliği çıkarılır. İlikten laboratuarda kültürü üretilir. Kültür, genetik yapısına sağlıklı insan geni kopyalamaya uygun olan yani değişim yapabilecek bir virüsle karıştırıldıktan sonra hastanın elverişli dokularına yerleştirilir. Virüsün çoğalma yeteneği durdurulmuştur ama, insan hücrelerine yayılma yetisi vardır. Böylece hasta çocuğun bozuk hücreleri normal gen taşıyan virüsler tarafından ele geçirilir, kötü genin etkisi önlenmiş olur.

Gen tedavisine karşı çıkan çevreler, bir kişinin genlerini kasıtlı olarak değiştirmeyi, yaşamın normal açıdan yasaklanmış bölgelerini haksızca ve pervasızca kurcalama saymaktadırlar. Özellikle din adamlarının başını çektiği gruplar, bu alanda çalışan bilginleri “Tanrı rolü oynama” ile suçlamaktadırlar. 1980 yılında ABD Katolik Konferansı, Amerika Sinagog Konseyi ve ABD Ulusal Kiliseler Konseyi genel sekreterleri, başkan ve senatoya bu alandaki araştırmalara son verilmesini isteyen bir muhtıra vermişlerdir. Sonuçlarının ahlaksal açıdan karşı çıkılamayacak kadar olumlu olduğu görülen bu tedavi uğraşısına karşı çıkış, genetik araştırmalarında yeni sorunlar ve yeni çözüm arayışlarının doğmasına neden olmuştur.

Bilimin kutsal araziye girmesini engelleme çabalarından biri, genetik işlemleri belli türden hücrelerle kısıtlama teklifidir. Evrim basamaklarının üst düzeylerine çıkmış canlılarda, çekirdeği bir başka çekirdekle kaynaşarak yeni bir birey oluşturabilen, yani üreme hücrelere “Gamet” ya da “Tohum hücresi” adı verilir. Sperma ve yumurta oluşturan bu türden başka, üremeyle doğrudan ilgili olmayanlara “Somatik hücre” denir. Somatik hücrelerde yapılacak genetik değişiklikler, eninde sonunda o bireyle birlikte ölecek ve çocuklarına geçmeyecektir. Tohum hücrelerindeki değişimler ise, kalıtsal olarak gelecek kuşakları doğrudan belirleyecektir. Kalıtsal nitelikleri değiştirerek ruhsal ve bedensel olarak yetkin insanlar yetiştirme hayali, geçen yüzyılın sonunda doğmuştur. Yunanca “sağlıklı doğum” sözcüğünden türetilmiş olan “eugenie” (öjeni) adıyla bilinen yaklaşım, 1920den sonra özellikle Batı ülkelerinde önem kazanmıştır.

ABDde çeşitli eyaletlerde akıl hastaları, özürlüler, yozlaşmışlar ve suça eğilimliler olarak gruplandırılmış kişilerin kısırlaştırılmaları sık sık gündeme getirilmişti. Almanyada ise; 1905te “Alman Irk Sağlığı Derneği”, 1927de “Kalıtım ve Öjeni Enstitüsü” kurulmuş, Nazilerin iktidara geldiği 1933te “Doğuştan Hasta Kuşakları Önleme Yasası” çıkarılmıştı. Bu yasa ile 350.000 akıl hastası, 30.000 çingene ve yüzlerce karaderili kısırlaştırılmıştı. İkinci Dünya sAvaşının ardından öjeni kuramının uygulamalarının yol açtığı soykırımın moral değerlerle bağdaşmazlığı göz önüne serilince, ırkçı yaklaşım eski saygınlığını yitirdi. Ancak genetik mühendisliğinin hangi amaçlarla kullanılacağı kuşkusu süregelmektedir.

Genetik mühendisliği; kanser, şizfreni, hemofili, Down sendromu, orak hücre gibi kalıtsal hastalıkların tedavisi ile olumlu davranış biçimi niteliği kazanır ve moral kabuller alabilir. Bir yandan da yine bireyi ve toplumu koruma gerekçelerine dayanarak insanların zihinsel ve fiziksel özelliklerini egemen ideolojilerin gösterdiği hedefler doğrultusunda değiştirebilir. Bu ikilem içinde bazı kavramlar da yeniden ele alınmak durumundadır.

-Sağlık, hastalık, normallik nedir?

-İyi olanla kötü olanı kim ayıracaktır?

-İnsanın kendi bedeni ve karakteri üzerinde seçme hakkı var mıdır?

-Suç olan neye göre saptanır?

-İnsan onuru ile toplum beğenisinin çatıştığı durumlar, genetik işlemlere nasıl yansıyacaktır?

Bunlar ve benzerleri, doğa bilimleri uygulamaları ile etik değerlendirmeler arasındaki henüz apaçık çözümleri gerçekleşmiş güncel sorunları oluşturmaktadır. Bilimsel araştırmaların çeşitlenmesiyle yeni sorunların türeyeceği de kaçınılmaz bir gerçektir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...
Misafir Değil Öyle
Bu ikilem içinde bazı kavramlar da yeniden ele alınmak durumundadır.

-Sağlık, hastalık, normallik nedir?

-İyi olanla kötü olanı kim ayıracaktır?

-İnsanın kendi bedeni ve karakteri üzerinde seçme hakkı var mıdır?

-Suç olan neye göre saptanır?

-İnsan onuru ile toplum beğenisinin çatıştığı durumlar, genetik işlemlere nasıl yansıyacaktır?

Bunlar ve benzerleri, doğa bilimleri uygulamaları ile etik değerlendirmeler arasındaki henüz apaçık çözümleri gerçekleşmiş güncel sorunları oluşturmaktadır. Bilimsel araştırmaların çeşitlenmesiyle yeni sorunların türeyeceği de kaçınılmaz bir gerçektir.

-Sağlık, insanın özgür iradesiyle (karar yeterliliğine ulaşamamışsa ebeveyn veya hukuk iradesiyle) karar verdiği, bedensel ve ruhsal iyilik halidir. Hastalık ise, insanın özgür iradesiyle (karar yeterliliğine ulaşamamışsa ebeveyn veya hukuk iradesiyle) kendisi üzerindeki müdaheleyi kabul ettiği, bedensel ve ruhsal iyi olmama halidir. Normallik diye bir şey yoktur, her durum bir diğerine göre anormaldir.

-İyi, diğerlerinin haklarına tecavüz etmeyen, kötü ise edendir.

-İnsanın kendi bedeni ve karakteri üzerinde seçme hakkı vardır.

-Suç, diğerlerinin haklarına tecavüz etmektir.

-İnsan onuru ile toplum beğenisinin çatıştığı durumlar, genetik işlemlere etik kurullarca alınmış kararlara göre yansıyacaktır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 yıl sonra...

İnsanlar 'seri üretimle' doğacak

 

Bilim insanları, insan kök hücresinden geliştirilen yumurtaların, 2012 sonlarında sperm hücreleriyle döllenerek, kök hücreye dayanan ilk embriyoların üretilebileceğini belirtti.

 

 

120413embryostemcell.hlarge.jpg

 

 

Tüp bebek tedavisinde çığır açabilecek gelişmenin yaşanması halinde, bebek sahibi olmak isteyen çiftler yumurtalarını bağışlamak zorunda kalmayacak. Öte yandan, kök hücrelerden elde edilecek yumurtaların embriyolara nakledilmesiyle insanların çoğalması sınırsız bir döngü haline gelebilir.

 

Tıp dünyasında Şubat yayımlanan bir araştırmada, üremeye dayanan kök hücrelerini, cinsiyet değiştirme ameliyatı geçirdikleri için bağışlayan Japon kadınlar konu edilmişti. ABD’nin Massachusetts Genel Hastanesi’ndeki araştırmacılar, laboratuarda yaptıkları deneylerde, yumurtalığa ait bu kök hücreleri, olgunlaşmamış yumurta hücrelerine dönüştürmeyi başarmıştı.

 

Araştırmacılar daha sonra farelere nakledilen bu yumurtalardan, olgun yumurtalık yapısı elde etmeyi başardı. Cinsiyet değiştiren kadınlardan alınan kök hücreleri olgun yumurtalara çeviren ABD’li araştırmacılar, şimdi İskoçya’nın Edinburgh Üniversitesi’ndeki meslektaşlarıyla çalışarak, bu yumurtalara sperm enjekte etmek istiyor.

 

KISIRLIK ORTADAN KALKABİLİR

 

Sperm enjekte edilmesinin ardından, biilim insanları, yasal sürecin izin verdiği iki haftalık müddet boyunca yumurtanın embriyoya dönüşüp dönüşmediğini kontrol edecek. Alınan sonuca göre embriyolar ya dondurulacak ya da “ölmelerine izin verilecek.” Eğer kök hücrelerden insan yumurtaları elde edilebilirse (oosit), bir gün bu yumurtalar kısırlığın ortadan kaldırılması adına en büyük gelişmelerden birine işaret edebilir.

Kök hücrelerinden elde edilen oositler, menapoz geçiren kadınların yeniden doğurganlık kazanmasını veya kısır kadınların hamile kalmasını sağlayacak. Detayları Independent gazetesinde yer alan yöntem, bazıları tarafından “gençlik iksiri” olarak bile adlandırılıyor. Bunun sebebi, şüphesiz kadınların yaşlarına bakmaksızın kök hücrelerinden yapılma oositler sayesinde her zaman doğurgan kalabilecek olmaları.

 

KORKUTUCU SENARYOLAR

 

Kök hücrelerine dayanan embriyo üretiminin son aşamasına gelebilmesi için, biyologlar İngiltere’nin İnsan Döllenmesi ve Embriyoloji İdaresi’den izin almak zorunda. Eğer izin çıkarsa, bilim insanları 2012’in sonlarına doğru ilk kök hücre bazlı embriyonun elde edilebileceğini belirtiyor.

Kök hücreler, her türlü hücreye göre farklılaşabildikleri için yürütülen araştırmanın başarılı olması adına büyük umut vaat ediyor. Ancak, bu araştırmanın kök hücleri sonu gelmeyen bir hücresel materyal kaynağına çevirme olasılığı da bulunuyor.

Kök hücrelere dayanan araştırma, her kadının çocuk sahibi olmasını sağlayabilir. Ancak bu araştırmanın akıllara getirdiği korkutucu senaryolar da mevcut: Kök hücrelerden elde edilen yumurtalar, daha fazla kök hücre içerecek embriyolara dönüşecek. Böylece, hasat edilmiş, kendi kendine yeten kök hücre fabrikaları şeklinde insanlar ortaya çıkacak. İngiliz yetkililerin vereceği karar, insanlığın geleceği adına oldukça önemli bir karar olabilir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.