Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Hz. MUHAMMED'E İNANMAYAN BİR TOPLUM VEYA KİŞİLER BU AYETLERE GÖRE NASIL ZALİM OLUR.. Örn Japonlar puta tapıyor veya biri ateist diye neden zalim olur.


DİPNOT

Önerilen İletiler

ZERDÜŞTLÜK’ÜN KUTSAL KİTAPLARINDA BULUNAN MÜJDELER

Doğu İran’da yaşamış olan Zerdüşt, esasında bir reformcudur. Onun mesajı, daha önceki dînî

tecrübeye birçok yönden muhaliftir. Zerdüşt, her şeyin yaratıcısı olan, insanlara iyilik yapan tek bir Tanrı’nın, Ahura Mazda’nın (Hürmüz’ün) peygamberidir. (Rousseau, age, s.53.)

Zerdüşt peygamber, daha önceki dini arıtıp temizlemiş, İran çok-tanrıcılığını, tek-tanrıcılığa doğru yöneltmiş ve çok yüksek bir ahlâkın kurallarını koymuştur48. Kitap, peygamberlik, âhiret inancı ve tektanrıcılık görüşleriyle Zerdüştlük, ilâhî bir dinin temel vasıflarını üzerinde taşımaktadır. (Kahraman, age, s.99.)

 

Avesta, Eski İran’ın ve bugün Hindistan’da yaşayan İran asıllı Parsîlerin kutsal kitabıdır ve dili

Pehlevîce, yani eski Farsça’dır. Gathalar da, Zerdüşt’e nisbet edilen ve kutsal sayılan

kitaplardandır. (Tümer-Küçük, age, s. 119-120.)

 

Hz. Ali, Zerdüştlük dininin sapmasını şöyle tahlil ediyor: “Zerdüştlük başlangıçta kitap ve

risalet sahibi, hak bir dindi. Aç gözlü güçlülerin ve zorbalığı destekleyenlerin elleriyle, zamanla

tahrif edilmiştir.” (Şeriati, age, II, 216.) Sâsânîler devrinde Zerdüştlük, düalist bir özellik kazandı (Rousseau, age, s.54.). Başlangıçta Ahura Mazda’nın sıfatları olarak kullanılan bazı kelimeler, sonraları özel isim olarak algılanmış ve ayrı zâtlar olarak görülmüş; böylece başka tanrılar ortaya çıkmış ve Zerdüştlük, bir şirk dini haline gelmiştir. (Şeriati, age, II, 219.)

 

Hz. Peygamber zamanında ve daha sonraları, Zerdüştlük dini mensuplarına ehl-i kitap

muamelesi yapılmıştır. İran’ın fethiyle müslümanlar, Zerdüştî halkla ilişkiye girmişler ve onların

inançlarını öğrenince, Zerdüşt’ün, ilâhî vahye mazhar olmuş bir peygamber olduğu sonucuna

varmışlar ve onlara, ehl-i kitaba davrandıkları gibi davranmışlardır. (Buhârî, Cizye, 1; Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s. 167, (Terc: Vecdi Akyüz), İstanbul, 1997; Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 382; Emin, Ahmed, Fecru’l-İslam, s. 101, Kahire, trs.)

 

Zerdüşt’ün bir peygamber; Avesta’nın da bir kutsal kitap olduğunu düşünen bazı âlimler, bu

kitaplarda da Hz. Peygamber’le ilgili müjde aramışlar ve bir müjde bulmuşlardır:

Hz. Mesih ve diğer peygamberlerin, gelecekte gönderilecek bir elçinin gelişini haber vermeleri

gibi, Zerdüşt de kendisine benzer birisinin geleceğini haber vermiştir. Onun adı, Saoşyant’tır; bu

ad, ‘âlemlere rahmet’ anlamına gelir. Onun temel özelliği, ‘Astuat-erata’ yani ‘bütün halkları tutan

veya biraraya getiren’ bir kişi olmasıdır. O, bütün insanlara rehberlik etmek ve onları ıslah etmek

için gönderilmiştir. (Vidyarthi, age, s.12; Hamidullah, İslâm’ın Doğuşu, s.11.)

Zerdüştî inancında bütün tarih, üç döneme ayrılmaktadır; her dönem dört bin yıldır ve her dönemin sonunda bir Saoşyant zuhûr eder. En son Saoşyant da gelecek ve sonra kıyamet kopacaktır. (Şeriati, age, II, 184.)

 

1. Müjde

Yasht, 13, XXVIII, 129’da, putları kıracak olan Saoşyant (herkese, âlemlere rahmet) adında biri ile, keza Astuat-erata (halkı ayağa kaldıran)’nın geleceği önceden haber verilmiştir.( Hamidullah, Rasûlullah Muhammed, s.52-54; Ulutürk, age, s.83.)

 

2. Müjde

Kâdir-i Mutlak Tanrı, Peygamber Zerdüşt’e Avesta’da şu sözlerle hitap etmektedir:

“Müslüman sahabe arasında en güçlüsü ey Zerdüşt, aslî şeriatine bağlı olanlar ya da dünyayı

restore edecek olan (henüz doğmamış) Saoşyant’tan olanlardır.” (Farvardin Yasht, XIII, 17’den naklen Vidyarthi, age, s.21.)

 

Burada iki açık müjde vardır: Zerdüştlük’ü yenileyen birisinden bahsedilmesi ve bizzat Hz. Muhammed’in adının geçmesi. Hz. Peygamber, bütün dünya dinlerini ıslah etmiş ve dine yeni bir soluk vermiş ve bu din, sahabe aracılığıyla dünyanın birçok bölgesine yayılmıştır. (Vidyarthi, age, s.21)

 

3. Müjde

Avesta’nın bir başka yerinde şöyle denilmektedir: “Adı Muzaffer, Saoşyant ve Astuat-erate olan.

O, bedenli bir varlık olarak, putperestlerden gelecek bir tahribe karşı duracaktır.” (Farvardin Yasht, XXVIII, 129’dan naklen Vidyarthi, age, s.21.)

Bu ifade, Hz.Muhammed’den başka hiçbir peygambere bu kadar uymaz. Onun hayırlı ve muzaffer oluşu, Mekke’nin fethinde belli olmuştur. O, bütün insanlara rahmet olarak gönderilmiştir (Enbiyâ 21/107). O, hem putperestleri, hem de yoldan çıkmış Mazdekleri (Mecûsîleri) ıslah için gönderilmiştir. (Vidyarthi, age, s.21.)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

BUDİZM’İN KUTSAL KİTAPLARINDA BULUNAN MÜJDELER

Buda’nın asıl adı Siddhartha Gotama olup, ‘Buda’ lakabı kendisine sonradan verilmiştir. ‘Buda’, kelimesi, Pali dilinde ve Sanskritçe’de ‘uyanmış, aydınlanmış, aydınlığa kavuşmuş’ anlamlarına gelir. (Eliade, age, s.54; Tümer-Küçük, age, s. 160.)

Buda’ya irfan (vahiy), bir incir ağacının altında gelmiştir.( Kahraman, age, s.111.)

Buda, putlara tapmayı yasak etmiş, putları kırmıştı; fakat ölümünden sonra budistler, onun heykelini yapıp tapmaya başlamışlardır. (Kahraman, age, s.114.)

Bazı âlimler, Kur’ân’da adı geçen Zülkifl’in, Buda olduğunu söylemişlerdir.( Tümer, Günay, “Budizm”, DİA, VI, 358.)

Onlara göre Kifl, Buda’nın doğum yeri olan Kapilavastu’nun Arapçalaşmış şeklidir; Zülkifl, ‘Kapilavastulu’ demektir. (Tümer, “Budizm”, DİA, VI, 358; Kaya, “İlahi Kitaplarda Hz. Muhammed”, s. 234.)

Diğer taraftan, Kur’ân’daki Tîn Sûresi’nde zikredilen incir ağacının, Buda’nın altında Nirvana’ya ulaştığı ağaç (Bodhi) olduğu da söylenmiştir. (Tümer, “Budizm”, DİA, VI, 358; ayrıca bkz: Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 649.)

 

Budizm’in kutsal metnine, Sanskritçe’de Tripitaka; Buda’nın dili olduğu sanılan Pâli dilinde de

Tipitaka (Üç Sepet) adı verilmiştir. (Challeye, age, s.66.)

Hint uzmanı Max Müller’e göre Brahmanizm dini, yani Hinduizm, kutsal kitapların en eskisine sahip bulunmaktadır; Budizm ise, kutsal kitapların en hacimlisine sahiptir. (Challeye, age, s.66.)

 

Budizm’in kutsal kitaplarında, Hz. Peygamber’le ilgili bir müjde vardır. Onun bu kitaplardaki

ismi, ‘Metteya’ veya ‘Maitreya’dır.

 

1. Müjde

Ananda, mukaddes kişiye (Buda’ya) sordu: ‘Sen gittiğin zaman bize kim öğretecek?’ Mukaddes kişi cevapladı: ‘Ben, yeryüzüne gelen ilk buda değilim; son da olmayacağım. Zaman içinde dünyaya başka bir buda gelecek; bu kişi, kutsal, tam anlamıyla aydınlatılmış ve davranışları hikmet dolu bir kişidir. O, meleklerin ve ölümlülerin efendisidir. Size, benim de öğrettiğim ebedî hakikati açıklayacaktır. Dinini, amacını bildirecektir. Benim şimdi ilan ettiğim şekilde, en mükemmel ve en saf dînî hayatı ilan edecektir. Onun şakirtlerinin sayısı, binlerce olacaktır; oysa benimki yüzlercedir.’ Ananda sordu: ‘Onu nasıl tanıyacağız?’ Mukaddes kişi cevapladı:

‘O, Maitreya olarak bilinecek.’”( Seylan kaynaklarından naklen Vidyarthi, age, s.92; Kaya, “İlahi Kitaplarda Hz. Muhammed”, s. 235.)

Gautama Buda, dini tamamlayamadığını, kendi takipçisi olarak gelecek olan Maitreya veya Metteya’nın bu işi tamamlayacağını önceden haber vermiştir. (Vidyarthi, age, s.94; ayrıca bkz: Hamidullah, Rasûlullah Muhammed, s.57; Ulutürk, age, s.84; Tümer, “Budizm”,

DİA, VI, 357.)

 

2. Müjde

Buda, etrafındakilere: “Ben size her şeyi söylemedim, vazifemi yapmadım; benden sonra biri gelecek ve benim dinimi tamamlayacak. Siz ona uyun. Onun adı, Metteya (Maitreya)’dır.” demiştir. Buda, M. Ö. 480’de vefat etmiştir; Hz. Peygamber de M. S. 571’de doğmuştur; Buda’dan bin sene sonra gelecek olan ve adı ‘âlemlere rahmet’ olan kişi, Hz. Peygamber’den başkası değildir (Kahraman, age, s.114.); zira bu kişinin adı, Pâlice’de Metteya; Sanskritçe’de Maitreya’dır (Vidyarthi, age, s.99.); bu iki kelime de, ‘rahmet’ anlamına gelmektedir. Kur’ân’da, Hz. Peygamber’in bütün âlemlere, bütün insanlığa rahmet olarak gönderildiği (Enbiyâ 21/107) bildirilmektedir. Öyleyse Maitreya veya Metteya, Hz. Muhammed (sav)’dir (Vidyarthi, age, s.100.); ama budistler hâlâ bu Metteya’yı beklemektedirler. Tibet ve Moğolistan dağlarına ‘Gel Maitreya gel!’ yazısı kazınmıştır. (Tümer, “Budizm”, DİA, VI, 357.)

Budistler, bazen boyu 21-21 metreyi bulan Maitreya heykelleri inşa etmektedirler (Vidyarthi, age, s.95.); halbuki o beklenen Maitreya gelmiştir; o, Hz. Muhammed (sav)’dir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Eski Ahid, üç ana bölümden oluşur:

a. Tora (Tevrat), b. Neviim(Peygamberler), c. Ketuvim (Kitaplar)

Tora, Hz. Musa’ya indirilmiş olan ve beş bölümden oluşan kutsal kitaptır; bölümleri şunlardır:

a. Tekvin, b. Çıkış, c. Levililer, d. Sayılar, e. Tesniye. (Tümer-Küçük, age, s. 194-195.)

Nevim (Peygamberler) bölümünde, İsrailoğullarına gönderilmiş peygamberler sıralanır. Bu bölüm, yirmi bir alt başlık ihtiva eder. Ketuvim (Kitaplar) bölümü de, Mezmurlar’ı (Zebur’u) da içine alan on üç bölümden oluşur. (Bkz: Tümer-Küçük, age, s. 195-197; Bouquet, A. C., Sacred Books of the World, s. 183-184, Çekoslovakya, 1962.)

 

1. Müjde: “Onlar için kardeşleri arasından, senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona emredeceğim her şeyi onlara söyleyecek. Her kim peygamberleri tarafından, benim adıma söylenen sözleri dinlemezse, ben onlardan intikam alacağım.” (Tesniye, 18/18-19.)

 

Yüce Allah bu sözleri, Hz. Musa’ya hitaben söylemiştir. Hz. Musa, İsrailoğullarından idi.

İsrailoğullarının kardeşleri, İsmailoğullarıdır. ‘Kardeşleri arasından’ ifadesi, bu peygamberin,

İsrailoğullarının kardeşleri olan İsmailoğullarından olacağını, onların arasından çıkacağını ifade

etmektedir. Hz. Muhammed (sav), İsmailoğullarından, yani Araplardandır.

‘Senin gibi bir peygamber’ ifadesi, gelecek olan bu peygamberin, Hz. Musa’ya benzer olduğunu, onun gibi müstakil bir şeriate sahip olacağını ifade etmektedir. Müstakil bir kitap ve şeriat getirme bakımından, dünyevî ve uhrevî olarak muktedir bir peygamber olma bakımından Hz.Musa ile Hz. Muhammed birbirlerine benzerler. (Elmalılı, age, I, 500; Gülen, age, I, 42-43; Ulutürk, age, s.90.)

Hz. Musa’nın, getirdiği kanun ve hükümler, cihad etmesi, koyduğu cezalar, cemaati arasında sözünün dinlenir olması, gibi birçok özelliği Hz.Muhammed’de görmek mümkündür.

Allah’ın, kelamını onun ağzına koyması, o peygamberin ümmî olacağını, sadece kendisine vahyedileni insanlara duyuracağını ifade eder. Hz. Peygamber ümmî idi; okuma-yazması yoktu;

Kur’ân’ı, şifâhî olarak, ezberinden okurdu ve yalnızca kendisine vahyolunanı okurdu. (Necm 53/3-

4) (el-Cisr, age, s.55.)

Hz. Musa’nın, İsmailoğullarından çıkacağını, kendisi gibi müstakil bir şeriat ve kitap sahibi olacağını ve ancak kendisine vahyolunanı okuyan ümmî bir insan olacağını söylediği bu peygamber, Hz. Muhammed (sav)’den başkası değildir. (el-Hindî, age, s.655; Elmalılı, age, I, 500; Gülen, age, I, 43; Ulutürk, age, s.90; Kaya, “İlahi Kitaplarda Hz. Muhammed”, s. 229-230.)

 

Üstteki ayeti Hıristiyanlar da kabul eder.

Çünkü Rasullerin İşleri, Bâb: 3, âyet: 22’de : “Gerçek, Mûsa demiştir: “Rab size kardeşleriniz arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak, her ne söylerse onu dinleyeceksiniz. Ve bütün peygamberler, Semuel (İsmail) ve sıra ile gelenler, hep söylenen bu günleri ilân ettiler” denilmiştir.

Ama Hıristiyanlar bupeygamberin Hz. İsa veya Hz. Yuşa olduğunu sanıyorlar?

 

Gelelim işin gerçeğine :

— “... ve Rabbin... Mûsa gibi bir peygamber daha İsrail’de çıkarmadı.” (Tesniye, Bâb: 34, âyet: 12) denilerek bu peygamberin Hz.İsa veya Hz.Yuşa olamayacağı kanıtlanmıştır.

Ayrıca bu peygamberler, Hz. Musa gibi müstakil bir şeriate sahip olmadıklarından ve kendileri de İsrailoğullarından oldukları için, buradaki tarife uymazlar. (el-Cisr, age, s.54-55.)

 

Tevrat’taki müjdeler bununla da sınırlı değil.

2. Müjde: “Rabb, Sînâ’dan geldi; ve onlara Saîr’den doğdu; Faran (Paran) dağından parladı ve mukaddeslerin on binleri içinden geldi. Onlar için sağında ateşli ferman vardı” (Tesniye, 33/2.)

 

Sînâ Dağı, Hz. Musa’ya Tevrat’ın verildiği yerdir. Saîr, Hz. İsa’ya İncil’in indirildiği Nâsıra civarında bir yerdir. Paran, Arapça okunuşuyla Faran, Mekkenin eski isimlerindendir. Ve ‘‘Paran dağından parladı’’ ifadesiyle Hz. Muhammed’e indirilen vahye işaret edilmektedir. (Harman, Ömer Faruk, “Fâran”, DİA, XII, 166; el-Cisr, age, s.53.)

İçinden gelindiği belirtilen mukaddeslerle, Peygamberimizin her türlü ayıptan uzak bulunan Âline, Ehl-i Beytine ve Ashâbına işaret edilmiştir.

“Sağda ateşli ferman” ifadesiyle de İslâm Dinindeki Cihada işaret edilmiştir.

 

Bu yorumlar sizin olsun siz Paran denilen yer’in Mekke olduğunu kanıtlayın. Eğer kanıtlarsanız inanırız diyebilirsiniz.!!!

Buyrun kanıt : — Tevrat’ta, Hz. İsmail’in ve Hacer vâlidemizin bu bölgede oturduğu anlatılmaktadır: “(İsmail), Paran çölünde oturdu ve anası ona, Mısır diyarından bir kadın aldı.” (Tekvin, 21/21.)

Kur’ân’da da Hz. İbrahim’in, zürriyetinden bir kısmını, Beytü’l-Haram’ın yanında ekinsiz bir vadiye yerleştirdiği (İbrahim 14/37) bu evin temellerinin de İbrahim ve İsmail tarafından yükseltildiği (Bakara 2/127.) belirtilmektedir. Bu vadi Mekke vadisi; bu ev de Kâbe olduğuna göre, Hz. İsmail ile annesinin yerleştiği yer, Mekke’dir. (Harman, “Fâran”, DİA, XII, 166.)

Ayrıca Tarihçi Ciron ve İlahiyatçı Yosepyos derler ki: Faran dağları, Arap beldelerine ve Eyle kentinin doğu tarafına üç günlük mesafededir.

 

Daha bitmedi.

3. Müjde: “Şilo gelinceye kadar, saltanat asası Yahuda’dan, hükümdarlık asası da ayaklarının arasından gitmeyecektir. Ve milletlerin itaati ona olacaktır.” (Tekvin, 49/10.)

Ahd-i Atik’in bütün tercümelerinde bu ‘Şilo’ kelimesi aynen korunmuş, tercüme edilmemiştir.

(Davud, Abdülahad, Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed, s. 64)

 

Bu kelimenin mânâsıyla ilgili üç ihtimal düşünülmüştür:

a) Bu kelime, ‘şiluah’ kelimesinin bozulmuş şeklidir; ‘Yah’ ın Rasûlü’, yani sadece Hz. Muhammed için kullanılan bir sıfat olan ‘Allah’ın Rasûlü’ ifadesine tekabül eder. (Davud, age, s.65.)

B) Bu kelime, ‘saltanat ve şeriat sahibi’, ‘büyük ve kanun koyucu otoritesi olan’ ve ‘milletlere hükmeden’ şahıs anlamlarına gelmektedir. (Davud, age, s.67.)

c) Bu kelime, ‘barış, kalp huzuru, sessizlik ve güven’ anlamlarına gelir; Peygamberimiz’e, çevresindeki insanlar tarafından verilen isim de ‘Muhammedü’l-Emîn’ yani ‘Güvenilir Muhammed’dir. (Davud, age, s.69.)

 

İlginç olan bir şey, bu kelimenin, Tevrat’ın başka hiçbir yerinde geçmemesi ve diğer peygamberler için kullanılmamış olmasıdır. (Davud, age, s.71.)

Kelimenin bütün anlamları, Hz. Muhammed (sav)’e uymaktadır; öyleyse Şilo, Hz. Muhammed’dir. (el-Hindî, age, s.657; Ulutürk, age, s.93.)

 

Şilo, Hz. İsa olamaz mı? diyenler olabilir buyrun cevap :

Hz. Muhammed, Kur’an ve askerî güçle gelmiştir. Şilo’nun yahudi olmayan birisi olması gerekir ki, onun gelmesiyle birlikte saltanat ve hükümdarlık, Yahuda’dan, yani onun soyundan olan yahudilerden gitmiş olsun, onlardan alınmış olsun. Şilo, Hz. İsa olamaz; çünkü o da ana tarafından Yahuda soyundandır, İsrailoğullarındandır ve savaşçı bir özelliğe sahip değildir.

 

Müjdelere devam edelim.

4. Müjde: “İşte kendisine destek olduğum kulum; canımın kendisinden razı olduğu seçme kulum: Rûhumu onun üzerine koydum, milletler için hakkı meydana çıkaracaktır. O bağırmayacak ve sesini yükseltmeyecek ve sesini sokakta işittirmeyecek. Ezilmiş kamışı kırmayacak ve tüten fitili söndürmeyecek, hakkı hakikate erdirecek. Ve dünyada hakkı pekiştirinceye kadar zayıflamayacak ve cesareti kırılmayacak; adalar, onun şeriatini bekleyeceklerdir.” (İşaya, 42/1-4.)

 

Burada kendisinden bahsedilen kişi, Hz. Peygamber’dir. Abdullah b. Amr’a Rasûlullah’ın Tevrat’taki vasıfları sorulduğunda o, bu vasıfları saymıştır; bu vasıflardan biri de şudur: “Bu peygamber, kötü huylu, katı kalpli ve çarşılarda bağırıp çağıran biri değildir.” (Buhârî, Buyû’, 49; Buhârî, Tefsîr, Sûratü’l-Feth, 3.)

 

Bizans Kralı Herakliyus, Ebû Sufyan’a (Ebû Sufyan o zamanlar Müslüman değildi) Hz. Peygamber hakkında birçok soru sormuştur; bu sorulardan biri de şudur: “Onlar artıyorlar mı, azalıyorlar mı?” Ebû Sufyan, “Artıyorlar.” diye cevap verince Herakliyus, “İman böyledir; tamamlanıncaya kadar artar.” (Buhârî, el-Cihâd ve’s-Siyer, 101.) demiştir. Bu iki vakıa, İşaya’dan naklettiğimiz bölümde bahsedilen kişinin, Hz. Peygamber olduğunu göstermektedir.

----------------------------------------------------------

ZEBURDAKİ HZ MUHAMMED'e DAİR MÜJDELER

45. Mezmur’da, bir peygamberin özellikleri sayılır:

a) Üstün bir güzelliğe ve parlak bir yüze sahip olması,

B) Dudaklarından letafet (hikmetli sözler) saçılıyor olması,

c) Zamanın sonuna kadar mübarek olacağı,

d) Kılıç, celâl ve haşmet kuşanmış olması,

e) Kudretli ve güçlü olması,

f) Hakikat, hilim ve adalet sahibi olması,

g) Oklarının sivri olması ve onları kullanmaya her an hazır olması,

h) Kavimlerin onun emri altına girmesi,

ı) İyiliği sevip günaha kızması,

j) Kralların kızlarının ona hizmet etmesi,

k) Ona, komşu ülkelerin padişahlarından hediyeler gelmesi,

l) Ümmetinin zenginlerinin, onun emrine itaat edip mallarını cömertçe harcamaları,

m) İsminin nesilden nesile anılması ve kavimlerin daima ona teşekkürde bulunması. (Mezmurlar, 45/1-17.)

Sizce bu peygamber kimdir?

 

''Hıristiyanlar biz, bu peygamberin Hz. İsa olduğuna inanıyoruz. '' derler.

Cevap : Bu özelliklerin hepsi Hz. Muhammed’de mevcuttur. Burada bildirilen kişi Hz. İsa olamaz. Çünkü savaşçı bir özelliğe sahip değildir. Padişahlar ona hediye göndermemiş aksine (Hıristiyanların inancına göre) çarmıha germişlerdir. Kralların kızları da Hz. İsa’ya hizmet etmemiştir. Ümmetinin zenginleri de cömetçe malını Hz. İsa için harcamamıştır.

 

Hz. Muhammed, çok güzel bir insandı; gösterdiği hikmet ve bilgi incelikleri sonsuz idi; din düşmanlarına karşı savaşmıştı; Arapların en kuvvetli pehlivanlarını yenmesi de gücünün büyüklüğüne delildir; doğruluk ve güvenilirlik vasıflarını, düşmanları bile kabul ederlerdi; atış aletleri kullanması, şeriatinin gereğidir; Araplar ve diğer milletler onun dinine uymuşlardır; Hayber kumandanı Ahtab’ın kızı olan Safiyye, onun cariyesi olmuştur. Hz. Peygamber, bütün güzel huylarla muttasıf, bütün çirkinliklerden uzak idi. Necâşî ve Mukavkıs, ona çeşitli hediyeler göndermişlerdir. Ümmetinden zengin olanlar, meselâ Hz. Osman, onun emrinde mallarını cömertçe infak etmişlerdir. (el-Cisr, age, s.67-71.)

Allah, bütün mü’minlere, peygamberlerine salât ve selâm getirmelerini ve ona saygı göstermelerini emretmektedir. (Ahzâb 33/56.)

Böylece peygamberin ismi, nesilden nesile saygı ve şükranla anılmaktadır. Ayrıca günde beş defa okunan ezanla, Hz.Muhammed’in peygamberliği ilan edilmekte, mübarek ismi anılmaktadır. (el-Cisr, age, s.73.)

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İncil'deki HZ.MUHAMMED'e DAİR MÜJDELER

 

Hz. İsa'nın havarilerle yediği en son yemeğin sonunda, yakalanıp götürülmesinden önce, havarilerle yaptığı son görüşmeler bir tek Yuhanna İncil'inde geçmektedir. Diğer 3 İncil’de (Matta, Markos, Luka) bu olaydan hiç söz edilmez. Hz. İsa'nın vasiyeti sayılabilecek sözler ettiği bu görüşmelerin diğer 3 İncil'de olmaması nasıl açıklanabilir? Acaba bu ifadeler diğer İnciller'den sonradan çıkarıldı mı? Yuhanna İncil'inde geçen ifadeler şöyledir:

1. Müjde: “Ben Baba’dan isteyeceğim ve O size, sizinle daimî kalacak olan başka bir Periqlytos gönderecektir.” (Yuhanna, 14/16.)

“Benim gitmem sizin için hayırlıdır; çünkü ben gitmezsem, Periqlytos size gelmez. Fakat gidersem, onu size gönderirim. Ve o geldiği zaman, günah için, salâh için ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir... Size söyleyecek çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o Periqlytos gelince, size her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden söylemeyecektir; fakat her ne işitirse söyleyecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir.” (Yuhanna, 16/7-13.)

 

Prof. Abdulahad Davud, Paraklit kelimesinin anlamını etimolojik olarak şöyle anlatır: “Paraklit kelimesi ‘Periqlytos' kelimesinin bozulmuş şeklidir. ‘Periqlytos' gerek etimolojik, gerekse lugat anlamı itibariyle ‘şanı yüce, övülmeye layık olan' demektir. Bu hususla ilgili Alexandre'nin "Dictionnaire Grec Français" isimli eseri olup kelimeyi şöyle açıklar: Bu birleşik isim ‘Peri' ön eki ile övmek kökünden türeyen ‘kleotis' kelimesinden mürekkeptir. Bu kelime Arapça'da en meşhur, en çok öven, şanı en yüce olan ‘Ahmed' kelimesinin tam karşılığıdır. Burada halledilmesi gereken tek mesele Hz. İsa tarafından kullanılan bu ismin Arami dilindeki aslını bulmaktır."

 

Kelimenin aslı da, ‘Periqlytos’tur ve ‘en çok övülen, en çok hamdeden’ mânâlarına gelir ve ‘Ahmed’ kelimesinin tam karşılığıdır. (Davud, age, s. 270.)

 

Saff Sûresi’nde Hz. İsa’nın, kendinden sonra gelecek ve adı ‘Ahmed’ olacak bir peygamberi müjdelediği belirtilmektedir. (Bkz: Saff 61/6.)

 

İbn İshak (151/768), Yuhanna İncili’nin 15/26-27. âyetlerini şöyle tercüme etmiştir:

“Baba’nın size göndereceği Münhamanna, Baba’dan çıkan hakikat ruhu geldiği zaman, benim için

şahitlik edecektir. Siz de şahitlik edeceksiniz; çünkü başlangıçtan beri benimle berabersiniz. Bunu

size, yanlışa sapmayasınız diye söylüyorum.” Münhamanna, Süryanice’de Muhammed karşılığındadır. Yunanca’sı Paraklitos’tur. (İbn Hişam, es-Sîratü’n-Nebeviyye, I, 187-188, Riyad, 1413/1992.)

Bu kelime, ‘teselli edici’ olarak çevrilirse hiçbir mânâ ifade etmez. (Davud, age, s.287.)

 

Grekçe’deki ‘Periqlyte’ kelimesi, Ârâmice ‘Mhamada’ yahut ‘Hamida’ kelimesinin karşılığıdır. Bu kelime, Arapça’da ‘Muhammed’ ve ‘Ahmed’ kelimelerine tekabül eder. (Davud, age, s.288.)

 

Periqlytos’un bir özelliği de, kendiliğinden bir şey söylememesi, ne vahyedilmişse onu aktarması ve olacak şeyleri söylemesidir. Bu özellikler, Hz. Muhammed’de mevcuttur. O, Kur’an’ın diliyle şöyle der: “Ben, ancak bana vahyolunana uyarım ve ben, ancak bir uyarıcıyım.” (Ahkâf 46/9)

“O hevasından konuşmaz; konuştukları, ancak ona vahyolunanlardır.” (Necm 53/3-4) âyeti de aynı gerçeği ifade eder. (Davud, age, s.288-289.)

 

Faraklit, Hz. İsa hakkında şahitlik yapacaktır ve Hz. İsa’dan sonra gelecektir. Günahlarından

dolayı bütün insanlığı ilzâm edecektir. (el-Cisr, age, s.57.)

 

Yuhanna İncili’nin haber verdiği bu Paraklit’i, bir insan olarak anlamak gerekir; zira onun, Hz. İsa gibi işitme ve görme yetilerine sahip olduğu ifade edilmiştir. Bugün elimizde bulunan metindeki ‘Ruhu’l-Kudüs’ ibaresi, sonradan, tamamen kasıtlı olarak yapılmış bir ilavedir. (Bucaille, Maurice, Müsbet İlim Yönünden Tevrat, İnciller ve Kur’an, s. 176, (Terc: Mehmet Ali Sönmez), İstanbul,1987.)

 

Yuhanna İncil’inde geçen “Parakletos”un Kutsal Ruh(Cebrail) diye açıklanmaya çalışılmasını eleştiren Prof. Dr. Maurice Bucaille bu anlayışı reddederek “Parakletos”tan kastın Hz. İsa’dan sonra gelecek Hz. İsa gibi bir Peygamber olduğunu söyler: “Burada öne sürülen insanlara bildirme işi hiçbir surette Kutsal Ruh’un işlerinden olan bir ilhamdan ibaret değildir. Aksine kendisini belirleyen Yunanca kelimedeki yayma kavramı sebebiyle, onun açıkça maddi bir niteliği vardır. Şu halde Yunanca “Akouo” ve “Laleo” fiilleri bir takım maddi işleri ifade ederler ve bu fiiller ancak işitme ve konuşma organlarına sahip bir varlıkla ilgili olabilirler. Dolayısıyla bu fiilleri Kutsal Ruh’a uygulamak mümkün değildir... Öyleyse Yuhanna’nın Paraklet’inde, Hz. İsa gibi işitme ve konuşma kabiliyetlerine sahip olan bir insan görmek, mantığın götürdüğü bir sonuç sayılmalıdır.

Kutsal Ruh kelimeleri tamamen kasti olarak sonradan yazılmış bir ilaveden ileri gelmektedir. İlavenin gayesi Hz. İsa’dan sonra bir Peygamber’in geleceğini haber veren bir kelimenin ilk anlamını değiştirmektedir. Çünkü buna inanmak Hz. İsa’nın son Peygamber olmasını isteyen gelişme halindeki Hıristiyan cemaatlerinin öğrettikleriyle çelişki ortaya çıkarıyordu.” [Prof. Dr. Maurice Bucaille, Tevrat, İnciller, Kuranı Kerim ve Bilim, sayfa 127]

 

Hıristiyanlar : ''Ama biz Paraklit’in insan olmadığına inanıyoruz.'' derler.

Cevap : Siz, Paraklit'ten kastın Kutsal Ruh(Cebrail) olduğunu söylemektesiniz, peki İncil'in diğer yerlerinde geçen Kutsal Ruh(Cebrail) neden Paraklit olarak geçmemektedir de, ileride geleceği belirtilen şahıs söz konusu olunca Paraklit ifadesiyle Hz. Cebrail kastedilmektedir?

 

Hıristiyanlarca zındık (Allah'a ve âhirete inanmayan, dinsiz) sayılan, pek çok taraftarı bulunan bir mezhebin lideri, kendisinin, Hz. İsa’nın müjdelediği ‘övülmeye en çok lâyık kimse’ olduğunu söyleyerek, kendisinin ‘Periqlytos’ olduğunu iddia etmiştir. Bu sahte Periqlytos hareketinden, ilk devir hıristiyanlarının, geleceği va’dedilen bu ‘hakikat ruhu’nu, belli bir şahıs ve Allah’ın son peygamberi olarak anladıkları sonucuna varılmıştır. (Davud, age, s.291; ayrıca bkz: el-Hindî, age, s.677; el-Cisr, age, s.60.)

 

Peygamberimizden önce ne Periqlytos isminde bir Yunanlı’ya, ne de Ahmed isminde bir Arap’a rastlanılmıştır; bu, eşsiz bir mûcizedir. (Davud, age, s.289.)

Bütün bunlar, Hz. İsa’nın geleceğini haber verdiği Periqlytos’un, Hz. Muhammed olduğu sonucuna varılmasını zorunlu kılar.

 

Bundan sonrasını da diyalog şeklinde verelim :

Hıristiyan — Pek tatmin olmadım. Çünkü aşağıdaki ayetler sizi yalanlıyor.

İsa gelecek Parakletos’un bir insan olamayacağını işaret eder, şöyle ki:

Yuh.14:16..."o sonsuza dek sizinle birlikte olacak"

Oysa bir insan sonsuza dek yaşamaz öyle değil mi?

 

Mümin — Doğru, insan sonsuza kadar yaşamaz. Ama biraz önce Tevrat’ta da kanıtladığım gibi gönderilecek olan insan bir peygamberdir ve şeriat ile geleceği söylenmektedir. Bu durumda "o sonsuza dek sizinle birlikte olacak" ifadesiyle anlatılmak istenen Peygamberin sonsuza kadar insanlarla kalacağı değil, ona gönderilen şeriatın sonsuza kadar insanlarla kalacağıdır.

 

Hıristiyan — Yuh.14:17..."o gerçeğin ruhu olacaktır" deniliyor.

Ama bir insan ruhtan farklıdır.

 

Mümin — Buradaki ‘‘gerçeğin ruhu’’ ifadesinden kasıt ‘‘hakikatin özü, cevheri, temsilcisi’’ de olabilir. Bu mecaz ifadeler İncillerde birçok yerde bulunur.

Mesela Yuhanna'nın Birinci Mektubu: 1.Yu.4: 6 - Bizse Tanrı'danız; Tanrı'yı tanıyan bizi dinler, Tanrı'dan olmayan dinlemez. Gerçeğin Ruhu ile yalan’ın ruhunu böyle ayırt ederiz.

Burada da görüldüğü üzere ‘‘Gerçeğin Ruhu ile yalan’ın ruhunu böyle ayırt ederiz’’ sözünden kasıt ‘‘Gerçek ile Yalanı böyle ayırırız’’ dır.

 

Hıristiyan — Yuh.14:17..."dünya onu ne görür, ve ne de onu tanır "

Oysa insan görülür ve tanınır. Öyle değil mi?

 

Mümin — Bu ifadedeki ‘‘dünya’nın onu görmemesi’’ ve ‘‘dünya’nın onu tanıması’’ sadece sinin düşündüğünüz anlamlarda değildir, burada mecaz anlam kastedilmiştir. Bu mecaz anlam ‘‘tanımamak’’ ve ‘‘görmemek’’ için değil ‘‘dünya’’ sözcüğü için de kullanılmıştır. Dünya bir canlı değildir, gözü olmadığı gibi birilerini tanıma özelliği de yoktur. Dolayısıyla ‘‘dünya’’ sözcüğünden kasıt ‘‘dünyada yaşayan insanlar’’ dır. Gelelim ‘‘görme’’ ve ‘‘tanıma’’ sözcüklerindeki mecazlara. "dünya onu ne görür, ve ne de onu tanır " ifadesindeki ‘‘ne görür’’ cümlesi ‘‘gördüğü halde görmemezlikten gelme’’ olabileceği gibi; ‘‘ne de onu tanır’’ ifadesi de ‘‘anımsamamak’’ veya ‘‘iddialarını tanımamak, reddetmek’’ anlamlarını da içerebilir. Nitekim bugün Yahudiler de sizler de Hz. Muhammed’in peygamberliğini tanımıyorsunuz. İşte bu karşı delil olarak kullandığınız ayetler bile sizin durumunuzu açıklıyor.

Eğer buradaki mecazları reddederseniz şu ayeti de inkar etmeniz gerekir :

MATTA: Mat.7: 3 Sen neden kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği (direk,cirit, değnek, çıta, sırık) farketmezsin?

Buradaki anlam’da "dünya onu ne görür, ve ne de onu tanır " ifadesiyle aynıdır. Yine mecaz ifadeler yer almaktadır.

 

Hıristiyan — Ama, Yuh.14:17..."ve o içinizde olacaktır" deniyor.

Bir insan başkasının içinde olamaz ki?

 

Mümin — Bu ne sefil mantık? Bir yakınınız ölse ''o, ölmedi içimizde yaşıyor'' demiyor musunuz? O da insan değil mi? Buradaki durum da biraz önceki mecazlara benzemektedir.

Nitekim şu ayetlerde Mesih’in de bir insanın içinde olduğu söyleniyor :

Pavlus'tan KOLOSELİLER'E MEKTUP: Kol.1: 27 ‘‘Mesih içinizdedir. ’’

Pavlus'tan ROMALILAR'A MEKTUP: Rom.8: 10 ‘‘Eğer Mesih içinizdeyse’’

YUHANNA'NIN BİRİNCİ MEKTUBU: 1.Yu.2: 14 - ‘‘Tanrı'nın sözü içinizde yaşıyor’’

Pavlus'tan KORİNTLİLER'E İKİNCİ MEKTUP: 2.Ko.13: 5 - ‘‘İsa Mesih'in içinizde olduğunu bilmiyor musunuz? ’’

YUHANNA: Yu.7: 38 ‘‘Kutsal Yazı'da dendiği gibi, bana iman edenin 'içinden diri su ırmakları akacaktır. ’’

Görüldüğü gibi buradaki anlamların hepsi mecazdır. Bir insanın içinde sözler, kelimeler, ırmaklar, insanlar, Peygamberler olmaz. Olabilmesi sadece mecaz anlamda kullanılması ile mümkündür.

 

Hıristiyan — İsa, Parakletosun özel bir misyonu olduğunu söyler, şöyle ki:

Yuh.14:26..."Babanın benim adımla göndereceği"

Yuh.14:26..."size söylediğim tüm şeyleri hatırlatacak" deniliyor.

 

Mümin — "Babanın benim adımla göndereceği" ifadesinde anlatılmak istenen Allah’ın, İsa peygamberden sonra bir peygamber göndermesi olayıdır. Yani ‘‘benim adımla’’ denilerek peygamberlik vurgulanmaktadır.

 

Hıristiyan — Yuh.16:08..."o günah karşısında tüm dünyanın suçluluğunu gösterecek" deniliyor.

 

Mümin — Hz. Muhammed, günah işleyen kişi, grup ve topluluklara suçlu olduklarını göstermiş. Ve zulmü önlemek için şartlar oluşursa savaşmıştır.

 

Hıristiyan — Yuh.16:14..."O beni yüceltecek. Çünkü benim olandan alıp size bildirecek." deniliyor.

 

Mümin — Peygamberimiz zaten kendinden önceki tüm peygamberlerden övgüyle bahsetmiştir. Ve onları hayırla anmıştır. Onlarla ilgili hikâyeleri ashabına anlatmış ve ibret almalarını istemişti. Zaten günümüzdeki Müslümanların birçoğunun ‘‘İbrahim, İsmail, İshak, İdris, İlyas, Harun, Davut, Eyyub, İsa, Musa, Nuh, Süleyman, Yahya, Yakup, Yunus, Yusuf, Salih, Zekeriya’’ gibi peygamber isimlerini almalarının nedeni Kur’an’ın ve Peygamberimizin onları övmesidir.

 

2. Müjde: “Tövbe edin; çünkü göklerin melekûtu yakındır.” (Matta, 4/17.)

“Şöyle duâ edin: Ey göklerde olan Rabbimiz! İsmin mukaddes olsun, melekûtun gelsin. Gökte olduğu gibi, yerde de senin iraden olsun.” (Matta, 6/9-10.)

 

“İsa havarilerini toplayıp onları, Allah’ın melekûtunu ilan etmek için gönderdi.” (Luka, 9/2.)

 

Hıristiyan — Müjde bunun neresinde?

 

Mümin — İncillerde sıkça geçen, Hz. İsa’nın müjdelediği ‘Melekûtullah’ veya ‘Melekûtu’s-semâvât’, Allah’ın hâkimiyeti veya göklerin hâkimiyeti anlamlarına gelir. (Ulutürk, age, s.106.)

 

Hıristiyan — Göklerin melekûtundan kastedilen, İsa’nın getirdikleriyle zuhûr eden kurtuluş yolu olamaz mı?

 

Mümin — Öyle olsaydı Hz. İsa, ‘Göklerin melekûtu yaklaştı.’ demez, ‘geldi’ derdi. Göklerin melekûtu, Hz. İsa’dan sonra gelen Hz. Muhammed’in getirdiği şeraitle gerçekleşmiştir. Hz. İsa, işte bu yüksek şeraiti müjdeliyordu. Bu müjde, doğru yolun yolcusu, tevhidi öğreten ve hiçbir şeyden yılmayan, yüce ve eşsiz bir peygamber olan son peygamber Hz. Muhammed’in müjdesidir. (el-Hindî, age, s.669-670.)

 

“Allah’ın mülk ve saltanatı, sizden alınacak ve meyvelerini yetiştirecek bir millete verilecektir.” (Matta, 21/43.)

Bu âyette, Hz. Peygamber ve ümmeti müjdelenmektedir.

 

Hz. İsa bu sözüyle, Allah’ın iradesinin yeryüzüne hakim kılınmasını sağlayacak olan Melekûtullah’ın kendi ümmetinden, yani İsrailoğullarından alınıp, başka bir ümmete verileceğini ifade etmiş olmaktadır. Bu ümmet Hz. Muhammed’in ümmeti, bu hakimiyeti sağlayan da İslâm dinidir.

 

İncil’de göklerin melekûtu, bir bağ sahibinin durumuna benzetilmektedir: Bağ sahibi, bağını

bazı kişilere kiralar. Sonra kirayı almak için adamlarını gönderir. Kiracılar, bağ sahibinin

adamlarından bazılarını yuhalarlar; bazılarını döverler; bazılarını taşlarlar; bazılarını da öldürürler.

Sonunda bağ sahibi, saygı gösterirler diye oğlunu gönderir; bağcılar: ‘Aman bu mirasçıdır; onu

öldürüp mirasa konalım.’ diyerek onu öldürürler. Burada Hz. İsa, dinleyenlere soruyor: ‘Bu

durumda bağın sahibi ne yapmalı?’ Dinleyenler, bağ sahibinin bu adamları yok edeceğini, yerlerine

başka kiracılar alacağını söylerler. Hz. İsa da cevaben: ‘Siz kitapta Yapıcıların reddettiği taş, işte

köşenin baş taşı oldu.’ (Matta, 21/42.) sözünü okumadınız mı?

Bu nedenle, Allah’ın melekûtu sizden alınacak ve onun meyvelerini yetiştirecek bir millete verilecektir.’ demiştir. (Bkz: Matta, 21/33-43.)

 

Ferisîler ve başkâhinler, bu meselde kastedilen azgın kiracıların kendileri olduklarını anladılar; ama halktan korktukları için bir şey yapamadılar. Bu meselde bağ sahibi, Allah’ı; azgın kiracılar, yahudileri; yeni kiracılar da Hz. Muhammed’in ümmeti olan Arapları ve diğer Müslümanları temsil etmektedir.

 

İncil’de bir hikâye daha anlatılmaktadır: Bir bağ sahibi, bağında çalışmaları için, birkaç işçiyle bir dinar yevmiyeye anlaşır ve onları bağa gönderir. Bir müddet sonra yine çarşı meydanına uğrar ve orada bekleyenleri de çalışmaları için bağına yollar. Akşam üzeri, çarşıda boş duran birilerini görür. Onlara niçin çalışmadıklarını sorar. Onlar da, ‘Bizi kimse tutmadı.’ derler. Bağ sahibi, onları da bağına gönderir. Gün sonunda kâhyasına, son gelenlere birer dinar vermesini söyler. Sıra, sabah erkenden işe başlayanlara gelince, onlara da birer dinar vermesini söyler. Bu kişiler bağ sahibine,

‘Bir-iki saat çalışanlarla bizi niye eşit tuttun?’ diye sorarlar. O da onlara, kendileriyle bir dinara anlaştığını ve birer dinarlarını da verdiğini; diğerlerine fazladan verdiklerine ise kimsenin karışamayacağını söyler. Böylece sonuncular, birinciler; birinciler de sonuncular olur.

(Bkz: Matta, 20/1-16.)

 

Bu meselde bağ sahibi Allah’ı; bağda çalışan işçiler, peygamberlerin ümmetlerini temsil eder. Akşamüzeri çalışmaya başlayanlar, en son ümmet olan Hz. Muhammed’in ümmetidir. Diğerlerinden daha az çalışmalarına rağmen, hem onlarla eşit yevmiye aldılar, hem de diğer çalışanlardan önce yevmiyelerini aldılar. Bu işçilerin ‘Bizi kimse tutmadı.’ demeleri, onlara asırlar boyu peygamber gönderilmediğini ifade etmektedir. Hz. Peygamber, “Ben ikindi ile gün-batımı arasında gönderildim.”( Buhârî, Fedâilü’l-Kur’an, 17.) buyurmuştur. Yine o, “Biz öne geçen sonuncularız.” (Buhârî, Enbiyâ, 55.) demiştir.

 

Hz. İsa der ki: “Göklerin melekûtu, bir adamın tarlasına ektiği bir hardal tanesine benzer; o tane ki, bütün tohumların en küçüğüdür; fakat büyüyünce, sebzelerden daha büyüktür ve ağaç olur; ta ki göğün kuşları onun dallarına konarlar.” (Matta, 13/31-32; Markos, 4/26-32.)

 

Fetih Sûresi’nde, Hz. Peygamber’in beraberindekilerle ilgili bir meselin İncil’de geçtiği söylenmektedir: “Onların İncil’deki meselleri şöyledir: Onlar, filizini yarıp çıkarmış, gittikçe kuvvetlenerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, çiftçilerin hoşuna gider. Allah, böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle,kâfirleri öfkelendirir.” (Fetih 48/29)

(Bkz: Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân, V, 428-429, (Terc: Heyet), İstanbul, 1996; Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 576.)

 

Bütün bunlardan anlaşılan şudur: Göklerin melekûtundan maksat, İslâm dinidir ve onun uygulamaya geçirilmesidir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İncildeki 3. Müjde: “Fânî olan yiyecek için değil, ebedî hayata bâkî olan yiyecek için çalışın; onu size İnsanoğlu verecektir; çünkü Baba Allah, ona mührünü basmıştır.” Ve İsa’ya dediler: “Allah’ın işlerini işlemek için biz ne yapalım?” İsa cevap verdi: “Allah’ın işi şudur: O’nun gönderdiği adama îmân edesiniz.” (Yuhanna, 6 /27-29.)

“Artık sizinle çok şeyler konuşmayacağım; çünkü bu dünyanın reisi geliyor ve bende onun hiçbir şeyi yoktur.” (Yuhanna, 14/30.)

 

İncil’de, Hz. İsa’nın ağzından tam 83 yerde geçen ‘İnsanoğlu’ ifadesinin tenkidli bir araştırması, Hz. İsa’nın bu ifadeyi kendisi için kullanmadığını, üçüncü bir şahıs için kullandığını göstermektedir.

 

Hz. İsa, onun hakkında ‘gelecek, olacak, gelmesi yakındır, kapıdadır’ gibi istikbal ifade eden sözler söylemiştir. Hz. İsa’nın, özelliklerini sayarak geleceğini söylediği, müjdelediği bu ‘İnsanoğlu’, Hz. Muhammed (sav)’dir.

 

Bu ibâreler, Kur’ân’daki “De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim, insanım.” (Kehf 18/110) şeklinde Peygamberimizin ağzından hikâye edilen onun bir insanoğlu olduğu gerçeği ile örtüşmektedir.

 

Not : Bunlara devam etmek isterdim ama bileklerim ağrıdı. Ben size kitabın ismini vereyim yüzlerce delil bulursunuz : Hüseyin-i Cisrî Risale-i Hamidiye.

 

Uyarı : Demek oluyor ki önceki dinlerin de temelin de yine islam var. Yani İslam şeriati Hz.Adem ile başlamış Hz Muhammed ile son ve evrensel şekline kavuşmuştur. Üstteki deliller diğer dinlerin de Hz.Muhammed'i beklediğini kanıtlar. Kur'an da zaten büyük bir imtihandan söz edilir. Bu imtihanda kazançlı olmak için kim ne yapacağını biliyor. İsteyen inkar eder isteyen kabul eder. TAKLAMAKAN kardeş ben olayı senin gibi basitleştiremedim genelini aktarmaya çalıştım istifade etmeyeceğini bile bile. Bu deliller dairesinde dinlere bakarsanız aslında hiçbirinin tamam olmadığını eksiklerinin olduğunu ve son peygamberi beklediklerini görürüz. Ne kadar o dinlerin kitapları değişse de Allah'ın adilliği ile yine de değişmeyen delillerin olduğu ap açık görünecektir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kölelik ve cariyelik gibi çağdışı bir düşünceyi Kuran yasakla ya mamış. Yasaklamamış.

 

Bunu değiştirecek bir yeni babayigit de gelecek mi.

 

Yoksa o ayetler orada öyle duracak mı.

 

Tabii sonuç olarak da... Zamanı gelince uygulanacak mı.

 

İnsan alınıp satılan pazarlar.

 

Ellerinin altındaki cariyelerle yetinen efendiler.

 

Merakımdan soruyorum. Bu esir pazrlarında BARTER uygulaması varmıydı aceba.

 

Yanı 2 kızıl deve + 1 katır + ve 1 sığırcık kuşu , kaç insan eder.

 

Hayalinizde bir canlandırın lütfen.

 

 

Saygılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kölelik ve cariyelik gibi çağdışı bir düşünceyi Kuran yasaklayamamış. Yasaklamamış.

Bunu değiştirecek bir yeni babayigit de gelecek mi.

Yoksa o ayetler orada öyle duracak mı.

Tabii sonuç olarak da... Zamanı gelince uygulanacak mı.

İnsan alınıp satılan pazarlar.

Ellerinin altındaki cariyelerle yetinen efendiler.

Merakımdan soruyorum. Bu esir pazrlarında BARTER uygulaması varmıydı aceba.

Yanı 2 kızıl deve + 1 katır + ve 1 sığırcık kuşu , kaç insan eder.

Hayalinizde bir canlandırın lütfen.

 

Saygılar.

 

İslam'da Cariyelik : Allah'a kul ve köle olmanın dışında, her insan hür olarak yaratılmıştır. Hürriyet insanın vazgeçilmez bir hakkı, ayrılmaz bir hususiyetidir. Bununla beraber, insanın, insan olma itibariyle haysiyet ve şerefinden gelen bir hürriyet hakkı, hemen hemen tarihin bütün devirlerinde elinden alınmıştır. Çeşitli harp ve baskınlar neticesinde insanlar hürriyetlerinden mahrum edilmiş, bir mal gibi alınıp satılır hale getirilmiştir. Bilhassa Roma hukuku ve Yunan felsefesi köleliği zarurî bir ihtiyaç haline getirmiş, insanları bir eşya gibi pazara dökmüştür.

 

Diğer taraftan her millet, düşmanının kuvvetini azaltmak, nüfusunu eksiltmek ve kendi kuvvetim artırmak için esirlik müessesesini yaşatmayı zaruret halinde görmüştür.

 

İslâmiyetten önce Araplar arasında da kölelik bütün şiddet ve dehşetiyle devam ediyordu. Kabileler arasındaki çarpışmalar ve yağmalamalar aralıksız olarak sürüyordu. Düşman taraftan esir olarak alınan kadın, erkek ve çocuklar kölelileştiriliyordu. Cahiliye Araplannın nazarında kölelik hayvanlıktan aşağı telâkki ediliyordu. Bunun için onları insanlık dışı işlerde çalıştırıyorlar, her türlü zulüm ve işkenceyi reva görüyorlardı. Bazan onları aç susuz bırakarak ölüme terk ediyorlar, bazan de öldürüyorlardı. Kadınları cariye olarak kullanıyorlardı. Öyle ki âdeta cariyelik teşvik edilen birşey haline gelmişti. Sırf bunun için başka kavimlere baskınlar düzenliyorlar, erkekleri öldürerek kadınlarını esir alıyorlardı.

 

İşte İslâmiyet böyle bir zamanda zuhur etti. O devirde insanlığın yarası olan böyle bir meseleyi tamamen ortadan kaldırmak mümkün olmadığı gibi, o zamanki durum zaten buna müsait de değildi. Esaret müessesesinin kaldırılması henüz yeni kurulmakta olan İslâm devleti için birtakım güçlükler getirebilirdi. Şöyle ki:

 

Her hususta olduğu gibi dinimizin cihad anlayışı diğer milletlerin savaş anlayışından farklıdır. Dinimizin cihaddan gayesi, zulmetmek, kan dökmek, kuru kuruya beldeler fethetmek değil, Cenab-ı Hakkın ismini duyurmak, İslama yöneltilen hücumları önlemek, insanlara dünya ve âhiret saadeti temin etmektir. Bu sebeple düşman da olsa savaşa fiilen iştirak etmedikçe, kadınları, çocukları ve ihtiyarları öldürmek Peygamberimiz tarafından yasaklanmıştır. 1 Fakat bunları serbest bırakmanın İslâm devleti için bir tehlike olacağı da ortadadır. Çünkü bir kaç yıl sonra nüfusları yeniden artacağından Müslümanlar için bir tehlike teşkil etmeleri mümkündür. Bu durumda bunların esir alınması artık bir zaruret haline gelmişti.

Diğer taraftan, karşı taraf, Müslümanları esir etmekten geri durmuyordu. Dengenin temin edilmesi için Müslümanların da onlardan esir almaları gerekiyordu. Böylece hem denge temin ediliyor, hem de karşı taraf kuvvetten düşürülüyordu. Ayrıca alınan esirlerle Müslüman esirler takas yapılarak Müslümanlar esaretten kurtarılmış oluyordu. Yine esirler fidye karşılığı serbest bırakılmakla İslâmiyetin yayılması için maddî destek temin ediliyordu.

 

Görüldüğü gibi, köleliği ve cariyeliği ilk defa İslâmiyet icat etmemiştir. Birtakım zaruretler sebebiyle her ne kadar ortadan kaldırmamışsa da, onu tamamen hürriyete yol açabilecek şekilde ıslâh etmiştir.

Tarihin her devrinde insanlık dışı işlerde kullanılan zulüm ve işkencenin her türlüsü reva görülen köleler, ancak İslâmiyet sayesinde rahat bir nefes alabilmişlerdir. Dinimiz kölelik müessesesini vahşi ve iptidaî suretten çıkarıp, insanî bir hayata kavuşturmuştur. Köleye birçok hak verilmiş ve bunlar devletin himayesi altına alınmıştır.

 

Hadis ve fıkıh kitaplarımızda "Itk" yani "köle azadı" başlığı altında bu hakların izah edildiği bir bölüm mevcuttur.

 

Dinimizde, hürriyet nimetinden mahrum kalanlara karşı büyük bir şefkat ve himaye gösterilmiş, hürriyetlerini kaybetmiş insanların tekrar hürriyetlerine kavuşabilmeleri için bazı hükümler getirilmiştir. Meselâ mü'mi-nin bir hata ve kusuru sonunda, günahını affettirebilmek için keffaret ödemesi gerekmektedir. Ramazan orucunu bozan, yanlışlıkla adam öldüren, yeminini bozan kimseler bu hatalarının affı için keffaret öderler. İşte bu keffaretlerin başında köle ve cariye azat etmek ilk sırayı almaktadır. Bu hususta birçok âyet-i kerime mevcuttur.

 

Savaşı müteakip hürriyetini kaybeden köle ve cariyeler her ne kadar farklı statüye tâbi iseler de yine de birer insandırlar. Bunun için dinimizde köle ve cariyeyi hürriyetine kavuşturmak en büyük hayırlar arasında zikredilmiş, bir ibadet hükmünü taşımıştır. Buna teşvik eden birçok hadis-i şerif mevcuttur. Bu hadislerden birisi şu mealdedir:

 

"Bir kimse, erkek veya kadın mü'min bir köle azat ederse, Allah o kölenin her âzası karşılığında bir azasını Cehennemden azat eder."2

 

Köle azadını teşvik eden bir diğer esas da "mukâteb"liktir. Bu da, efendisi tarafından bir kıymet takdir olunarak, kölenin bu parayı kazanıp ödemesi yoluyla azat olmasıdır. Cenab-ı Hak mü'minleri buna teşvik etmiş ve bu hususta şöyle buyurmuştur:

 

"Kölelerinizden mukâtebe olmak isteyenleri de, eğer kendilerinde bir hayır biliyorsanız, hemen kitabete bağlayın ve onlara Allah'ın size verdiği maldan verin, size olan borçlarından düşürün."3

Ayrıca böyle bir kölenin hürriyetine kavuşması için Müslümanların verecekleri en sevaplı sadakaların böyle bir köleye verilen sadaka olduğu belirtilmiştir.

 

Diğer taraftan dinimiz, köle ile efendisi arasında eşit hayat ve geçim şartını da getirmiştir. Köle olan kişinin ailenin bir ferdi olarak görülmesi, efendi ile kölenin aynı sofrada yemek yemesi tavsiye edilmiştir. Dinimize göre; efendi, kölesine yediğinden yedirmeli, giydiğinden giy-dirmelidir. Efendi, kölesine eziyette bulunmamalıdır.4

 

Köleler hakkında bir diğer husus da; efendinin, kölesinin izzet-i nefsini rencide edecek şekilde çağırmasının uygun olmadığıdır. Efendinin, kölesini, "kölem, cariyem" şeklinde değil; "oğlum, kızım" şeklinde çağırması tavsiye edilmiştir."5

 

Yine köle ve cariyeler umumiyetle eğitim ve öğretimden mahrum kimseler olduklarından onların ***** bırakılmayıp, okutulması ve yetiştirilmesi efendinin vazifeleri arasındadır.

 

Görüldüğü gibi, kölesini azat etmeyen kimselerin bu şartlarda köle tutması ve beslemesi ağır bir mes'uliyet getirmektedir. Ahmed Cevdet Paşa, efendinin, mükellef olduğu vazifeleri yerine getirerek köle tutabilmesinin zorluğunu şu veciz cümle ile ifade eder: "Müslümanlıkta köle almak, köle olmaktır."

Evet. İslâmiyetin kölelik meselesini ıslâh ettiği, hukuk sisteminde ona geniş bir yer vererek hakkını müdafaa ettiği düşünülünce, bu hususta ne kadar büyük bir inkılâp gerçekleştirdiği görülmüş olur.

Dünyaya medeniyet dersi veren Batının, asırlardır sömürge ve istilâ belasıyla insanları, bilhassa İslâm âlemini ezip sömürdüğü, hattâ Amerika'nın ve Güney Afrika'nın bugünlerde dahi zencilere ikinci sınıf vatandaş muâmelesi yaptığı gerçeği hatırlanırsa, köleliği hangi milletin devam ettirdiği anlaşılmaz mı? Yarım asırdan fazla olarak Demirperde ülkelerinde Rusya'nın zavallı insanlara reva gördüğü zulüm, canavarlara bile rahmet okutmuştu. İnsanları evlerinden, yurtlarından kovarak Sibirya'nın kamplarında insanlık dışı işkence ve zulümlere boğduğu inkâr edilemez.

 

Bu hususları dikkate alarak kölelik müessesesini İslâmiyetin icat etmediği, bu müesseseyi ıslâh ettiği hususunda yanlış bir telâkkiye kapılmaya gerek yoktur. Bu ifadeler ışığında insanlığa gerçek hürriyet ve hidayeti İslâmın getirdiği bir defa daha görülmüş olur.

 

Cariye ve statüsü

 

Savaş sırasında düşman tarafından esir edilen kız ve kadınlar "cariye" olarak alınır. Hukuk itibariyle ganimet sayıldıklarından İslâm devleti tarafından hizmetçiye ihtiyacı olan gazilere verilirdi. Azat edilmedikleri müddetçe de, ticarî bir eşya gibi alınıp satılırdı. Artık o andan itibaren "cariye" ailenin bir parçası ve bir ferdi olarak kabul edilir, ona göre muamele görürdü. Cariyenin sahibi olan "efendi" onu şahsî hizmetlerinde ve ev işlerinde istihdam edebildiği gibi, isterse, ayrıca bir nikâh kıymaya ihtiyaç duymadan istifade edebilirdi. Bu durum her ne kadar ilk anda garip karşılanacak olsa da, tarihî şartları içinde bu gayet normal ve tabii karşılanırdı. Zâten ayrıca bu hususta Kur'ân'ın verdiği bir ruhsat da mevcuttur. Mü'-minûn Sûresinin 5 ve 6. âyetlerinde bu ruhsat şöyle ifade edilir:

 

"O mü'minler ki, ırzlarını korurlar; ancak hanımlarına ve sahip oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır. Bunlarla olan münasebetlerinden dolayı kınanmazlar."

 

Efendinin, cariyesinden cinsî yönden istifade etmesinin, cariyenin hesabına iki mühim hikmet ve faydası vardır. Birincisi ve en mühimi, esir düşen ve sahipsiz kalan bu kadınların bu vesile ile ihmal edilmeleri önlenmiş olur. Çünkü, aksi takdirde, cariyelerin fuhşa düşmeleri, zinaya girmeleri ihtimali kaçınılmaz olduğu gibi, efendisinin evine de bağlı kalmış olur.

 

Diğer bir faydası, cariyenin efendisinden bir çocuğu olduğu takdirde "çocuğun annesi" mânâsına "ümmü'l-veled" sayılmaktadır. Cariyeden doğan bu çocuk hür kabul edilir. Çocuğun doğumu ile annesi de, efendisinin ölümünden sonra mirasçılarına geçmeyip hürriyetine kavuşmaktadır. Çocuk olmasaydı, efendisi de azat etmeseydi, diğer mallar gibi cariye de miras olarak kalacaktı.

 

Efendinin, cariyesi ile karı-koca olmaları da şart değildir. Efendi, onu sadece bir hizmetçi olarak istihdam edebilmektedir. Ayrıca, cariyenin kocası esirler arasında ise, eşlerin nikâhları devam edeceğinden, efendinin bu cariye ile münasebette bulunması caiz değildir. Hattâ erkek başka birisinin, kadın da bir başkasının yanında köle ise, yine efendi, yanında bulunan bu kadın köleden cinsî yönden faydalanamaz.6

Bu meselelerle birlikte, Kur'ân-ı Kerim, erkek ve kadın kölelerin birbirleriyle evlendirilmesini de teşvik etmiştir. Nur Sûresinde meâlen şöyle buyurulur:

 

"Bir de içinizden bekârları ve kölelerinizle cariyelerinizden sâlih olanları evlendiriniz. Eğer fakir iseler, Allah onları kendi lütfundan zengin eder."7 Böylece kölelerin kendi aralarında bir nevi eşitlik sağlanmış olur.

Her vesile ile kölenin hürriyetine kavuşturulmasını tavsiye eden dinimiz, cariyenin de nikahlanarak ev hanımı yapılmasını teşvik etmiştir. Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz bu hususu şöyle ifade ederler:

"Sizden cariyesi olan biriniz onu en güzel bir şekilde terbiye eder, yetiştirir de sonra azat edip onunla evlenirse, onun için iki sevap vardır."8

 

Bu açıklamalar göz önüne alınırsa, İslâmın köle ve cariyeleri ne kadar himaye ettiği, onların haklarını koruduğu açıkça görülecektir. Cariye sadece "kadınlığından" istifade edilen bir insan olarak da görülmemektedir. O aynı zamanda evin bir ferdi, ailenin bir parçasıdır. Ailenin, hanımından sonra evin en sorumlu kadınıdır.

 

Bir insan sahip olduğu cariyesini azat edip hürriyetine kavuşturabildiği gibi, onu bir başkasına hediye olarak da verebilirdi. İşte Mısır hükümdarı Mukavkıs'ın Peygamber Efendimize (a.s.m.) gönderdiği iki cariye de bu kabildendir. Zaten bu iki cariye Mısır'dan gelirken yolda Müslüman olmuşlardı. Bilindiği gibi Peygamberimiz bu cariyelerden Mâriye'yi kendi nikâhı altına almıştı. Daha sonra Hz. Mâriye'den Hz. İbrahim dünyaya gelmişti. Hz. İbrahim'in doğumundan sonra Peygamberimiz Hz. Mâriye'yi hürriyetine kavuşturdu. Böylece Mâriye, diğer Peygamber hanımlarının gıpta edeceği bir mevkie yükselmişti. Şîrin isimli diğer cariyeyi de Peygamberimiz, şâiri Hassan bin Sabit'e verdi.

 

Bu hadiseyi misal getirerek, bugün gayr-ı müslim ülkelerden "cariye" olarak nikâhsız bir şekilde kadın alınamaz. Çünkü artık tarihî bir hadise olan cariyelik müessesesi günümüzde hiçbir şekilde tatbik edilmemektedir. Diğer taraftan Peygamberimize hediye edilen "cariye", Mukavkıs'ın yanında da cariye idi. Yoksa Mukavkıs kendi milletinden bir kadını Peygamberimize "hediye" olarak göndermiş değildi.

1. Müslim , Cihad: 24; İbni Mâce , Cihad: 30.

2. Müslim , Itk: 21; Bıı/tnn , Itk: 1.

3. Nur Sûresi, 33.

4. Buharı, Itk: 15.

5. a.g.e. 16.

6. Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, 3:402.

7. Nur Sûresi, 32.

8. Buharı ,Itk: 15.

Mehmed Paksu

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İslam'da Kölelik ve cariyelik Genel :

Cariye, özellikle savaş sonucu esir düşmüş ve bir efendiye köle yapılmış kadın demek.

 

Bu nedenle yazıya esir almak, köleleştirmek, cariye yapmak ile ilgili bir girişle başlayalım.

 

***

“Ölümüne girdiği zorlu bir meydan savaşı sonucu değilse esir almak bir peygambere yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah sizin için ahireti istiyor. Allah çok güçlüdür, çok bilgedir.” (Enfal; 8/67)

 

Bu ayet Bedir savaşında ele geçirilen esirlere ne yapılması gerektiği tartışması çıkınca nazil oldu.

 

Rivayete göre Hz. Peygamber’in (s.a.v) yanına içlerinde kendi amcası Abbas ve amca çocuğu Akil b. Ebi Talip’in de bulunduğu yetmiş esir getirildi. Hz. Ebubekir bunların fidye alınıp serbest bırakılmasını teklif ederken, Hz. Ömer öldürülmelerini, Abdullah ibn Revaha da odunu bol bir ateşte yakılmalarını teklif etti. Hz. Peygamber bu teklifler üzerine duygulanarak Ebubekir’i İbrahim ve İsa’ya, Ömer’i Nuh ve Musa’ya benzeten bir konuşma yaptı ve fidye alınarak serbest bırakılmaları yönünde eğilim gösterdi. (Razi, İbn Kesir, Kurtubi).

 

Dikkate edilirse ayette fidye almanın kınanıp, Hz. Ömer’in görüşü doğrultusunda öldürülmeleri gerektiği yolunda bir görüş belirtilmiyor. Sonuçta esirlerin öldürülmemiş olması, Allah tarafından da Hz. Ömer’in teklifi doğrultusunda öldürülmesinin istendiği yorumunu geçersiz kılmaktadır. Bilakis, tartışmaya katılan tarafların hepsi birden eleştiriliyor ve bu tartışmanın kendisi mahkûm ediliyor. Kur’an, esirlere ne yapılacağı konusunda taraf olmuyor. Ömer’in teklifi doğru Ebubekir’inki yanlış demiyor.

 

Kuran’ın burada odaklandığı şeyin, kendilerinden çok şey beklediği Bedir’e çıkan bu bir avuç insanın “saf bir yürek temizliği içinde” olup olmadıkları olduğunu anlıyoruz. Yani asıl ganimet, ele geçirme, fidye, boyunlarını vurma, ateşte yakma vs. bunlar için tartışıp durmalarına içerliyor.

 

Âdeta “Siz bunlar için savaşmadınız, sizin davanız esir, köle, fidye, ganimet, öldürme, yok etme vs. değil” demeye getiriyor ve demek istiyor ki: Ölümü göze alarak, yiğitçe ve mertçe giriştiği bir meydan savaşı sonucu olmadıkça bir peygambere esir almak yakışmaz. Savaşta yenilen taraf esir düşer; bu savaşın evrensel bir kuralıdır. Fakat bundan kişisel menfaat temin etmeye kalkmak, insanları köleleştirme amacı için kullanmak doğru değildir. Zafer sarhoşluğu içinde elinize esir düşen insanları öldürmeyi veya onları para karşılığı serbest bırakmayı düşünebiliyorsunuz. Hâlbuki siz saf hürriyet ve adalet savaşçısı olmalısınız. Böyle şeylere tenezzül etmemeniz gerekirdi. Size yakışan budur…

 

Sonuçta, önceden fidye karşılığı bırakılanların ardından esirlerin her on kişiye okuma yazma öğretme karşılığı serbest bırakıldığını görüyoruz. Bilebildiğim kadarıyla dünya tarihinde bu bir ilktir.

 

***

“Kur’an’ın ruhunu” bu olay vesilesi ile çok iyi kavradığı anlaşılan Hz. Ömer’in sonraki icraatlarının hep bu yönde olduğunu görüyoruz. O Hz. Ömer ki sonraki savaşlarda esir alınıp köle pazarlarında satılmak istenen insanları serbest bırakıp memleketlerine geri göndertmiştir. (bkz. “Kur’an köleliği kaldırdı mı” başlıklı makalemiz).

 

Hele, Bedir’de ortaya çıkan “Kur’an’ın ruhu”nun, Hz. Ömer’den sonra Hz. Ali’de billurlaşan ifadesini şu olayda daha da net görüyoruz;

 

Hz. Ömer’in hilafeti sırasında Suriye’nin fethi sebebiyle sayıları yüz bini bulan erkekli kadınlı esirler ele geçmişti. Bu kadar insana ne yapılacağı sorun olunca Hz. Ömer sahabeleri topladı ve onlara görüşlerini sordu. Yapılan tartışmalar sonucunda hepsi için “idam” kararı çıktı. Fakat bu Hz. Ömer’in içine sinmedi ve kararı kabul etmeyerek, o anda hasta olduğu için toplantıya gelemeyen Hz. Ali’ye haber gönderdi ve görüşünü sordu.

 

Hz. Ali’nin verdiği cevabı lütfen dikkatle okuyun. “Kur’an’ın ruhu ve vicdanı” derken neyi kastettiğimi mükemmel anlatıyor.

 

“Ey Ömer! Bunların hepsi Bizans’ın zulmü altında inleyen sefil ve biçare insanlardır. Artık bunlar bizim halkımızdır. Bunların kolları ve cesetleri kazanıldı, şimdi de yüreklerinin kazanılmasına sıra geldi. Görüşüm şudur: Hepsini kayıtsız şartsız serbest bırak! İslam’ın sevgi, merhamet ve adaleti altında saadetle yaşasınlar. Varsınlar çoluk çocuklarına kavuşsunlar.” (Filibeli Ahmet Hilmi; İslam Tarihi, shf. 287)

 

Hz. Ali, Hz. Ömer’in şahsında gelecek nesillerin Müslümanlarına çok esaslı bir mesaj veriyor ve adeta şunu demeye getiriyor: “Biz bu dini niçin kabul ettik, bu din neden var? Et kokmuş, tuz da kokarsa halimiz nice olur. Neden, niçin savaşıyoruz ey Ömer!”

 

Hz. Ömer bu görüşü büyük bir sevinçle kabul etti. Yüz bin esirin serbest bırakılması için derhal bölge komutanı Ebu Ebeyde b. Cerrah’a emir gönderdi.

 

O devrin savaşlarında eşi ve benzeri görülmeyen bu alicenap hareket, o yüz bin esiri, İslam’ın gönüllü savaşçısı haline getirdi. Böylece İslam, fethettiği o gün için Bizans toprağı olan Suriye’den bir daha çıkmadı…

 

“Fetih” açmak demek; gönüller açmak, yürekler fethetmek… İşgal ise zorla şekillendirmek... Bugün üzerine yan gelip yattığımız İslam dünyası topraklarının ne ile kazanıldığını sanıyorsunuz? Dünya Bizans’ın ve Sasani’nin zulmü altında ezilirken, İslam’ın, o günkü dünya kamuoyunda estirdiği hürriyet ve adalet rüzgarı ile değil mi?

***

Şimdi…

Giriş biraz uzun oldu ama lütfen “kadın köle” demek olan cariye konusunu bu giriş ışığında okuyun.

“Cariye” kelimesi Arapça (CRY) kökünden geliyor. Sözlükte “olmak, geçmek, koşmak, akmak” demek. Yapmak, yürütmek, uygulamak (icra), akıcı, akan, geçerli (câri), kız çocuğu, halayık (câriyeh), su üzerinde akan, gemi (câriyetun), askerin günlük yiyeceği (cerâye), rota, alt yapı, kanal, çığır, akım yeri (mecra), akan, dolanan, elektrik akımı (cereyân) kelimeleri bu kökten…

Şu halde cariye, akan, elden ele dolanan, parayla alınıp satılabilen köle kadın demek.

Kur’an bir eski dünya alışkanlığı olan esir kadınların elden ele dolaşması, alınıp satılması olayına nasıl bakmaktadır?

Evlilik yetmiyormuş gibi, bir de “cariye” adı altında bir takım kadınlara sahip olunabileceğini, hatta bunun bir sınırının da olmadığını mı söylemektedir? Dahası bunu Müslümanlara tavsiye mi etmektedir?

***

Kur’an fekku ragabe (kölelik zincirlerini kırmak, parçalamak) ve tahriru regabe (kölelere özgürlük, hürriyet) diyerek köleliği kaldırma çağrısı yaptı. Aşama aşama kaldırma operasyonlarına girişerek köleliğin olmadığı bir toplum idealini Müslümanların önüne koydu. Bu çağrı o günkü dünyada muazzam bir rüzgar estirdi. Fakat köleci dünya buna direndi. (Bkz. “Kur’an köleliği kaldırdı mı” başlıklı makalemiz).

Hayatın diğer tüm alanlarında olduğu gibi, savaşlardan da en çok zarar gören kadınlar oluyordu. O günkü dünyada savaşta yenilenin, borcunu ödeyemeyenin kendisi köle karısı veya kızı da cariye olurdu. Kadınlar alınıp satılır, elden ele dolaştırıldı. Bir cariye pazarına gidip kurbanlık hayvan seçer gibi kadının dişlerine, etine, boyuna posuna vs. bakıp satın alarak evinize götürebilirdiniz. (Tayland da hala bu uygulama devam ediyor. Zengin batılılar parayla kadın ve çocuk satın alıp evlerine/villalarına götürüyorlar).

Her zaman mağdurun, mazlumun, ezilenin yanında olan ve hatta onların sesi ve soluğu olarak doğan Kur’an’ın böylesi bir uygulamayı onaylaması mümkün müdür?

Kur’an’a baktığımızda kadınların çok kötü olan durumlarını düzeltmeye yönelik ayetlerin geldiğini ve bir dizi reforma giriştiğini görüyoruz. Kadınlarla ilgili bütün ayetleri bu çerçevede anlamak icab eder.

Bu nedenle Kur’an’da “cariye” kavramı geçmez.

Kur’an’da geçen “meleket eymanuhum” kavramını “cariyeler” olarak yorumlayanlar yanılıyorlar. Bu kavramın cariye manasına yorulması hem beyhudedir hem de Kur’an’ın ruhundan habersiz olmak manasına gelir. Şu halde bir çok meal ve tefsirde “cariye” olarak yorumlanan bu kavramı biraz deşelim bakalım ne demekmiş…

MELEKET EYMANUKUM: Harfi harfine “Sağ ellerinizin sahip olduğu” demektir. Bu deyimle iki mananın kastedildiği anlaşılıyor; 1- Veli, şahitler vb. meşru şartları yerine getirerek nikah sahibi olmak 2- Savaş sonucu esir kadınlara sahip olmak. Yani ister hür ister esir böyle “meşru nikah sahibi olmadan” hiç kimseyle evlilik ilişkisine girilemeyeceği anlatılmak isteniyor. Çünkü “Sağ elin sahip olduğu” deyiminden maksat nikah mülkiyeti veya nikah sahibi olmaktır. Zira bu tabir henüz savaş ve esir kadın ele geçirmenin söz konusu olmadığı Mekke dönemi ayetlerinde de geçmektedir (70/30). Bu kavramın maksadı insanları zinadan menetmek ve yeni bir nikah bulunmaksızın veya eğer kadın memluke (esir, köle) ise nikah sahibi olmaksızın onlarla cinsi temasta bulunmaktan men etmektir. Cenabı-ı Hak bunu “sağ elin sahip olduğu” ile ifade etmiştir. Çünkü “sağ elin sahip olduğu” hem nikah ile evlenilen kadınlar hem de mülk olarak sahip olunan kadınlar hakkında söz konusudur (Razi).

Demek ki savaşta esir alınan kadınlar, mübadele (esir değişimi) veya serbest bırakma söz konusu değilse, siyasi olarak esaret altında olurlar fakat onlarla cinsel ilişkiye girilemez. Yani “cariye” yapılamaz. Bunun için her normal kadınla yapıldığı gibi ayrıca nikah kıyılması gerekir. Buna ise “eş” denilir. İslam vicdanı her ne şekilde olursa olsun “nikahsız” ilişkiye cevaz vermez.

***

Bu çerçevede Hz. Peygamber’in iki tane cariyesi olduğu görüşü de doğru değildir. Çünkü bunlardan ilki Reyhane, Medine’deki Yahudi Kurayza kabilesine mensup bir hanımdı. Bu kabile ile yapılan savaş sonunda esir düştü. Hz. Peygamber Reyhane’yi önce serbest bıraktı sonra da evlenme teklif etti. O da kabul edince nikah kı*********** evlendi. (Belazuri,1, 920).

Mariye ise babası İranlı, annesi Yunan Mısırlı Hrıstıyan bir hanımdı. H. 7 yılda Hz. Peygamber’in İslam’a davet mektubuna bir yazı ile karşılık veren Mısır Kralı tarafından gönderilmişti. Hz. Peygamber’in Reyhane’ye yaptığını ona da yaptığı anlaşılıyor. Çünkü Kur’an içlerinde Mariye’nin de olduğu Hz. Peygamber’in hanımlarından ayırdetmeksizin “Ey peygamber eşleri” diye bahseder. Başka bir tabir kullanmaz. Mesela şu ayette adı geçen hanım Mariye idi.

“Ey peygamber! Eşlerini memnun etmek için Allah’ın serbest bıraktığı şeyi niçin kendine yasaklıyorsun? Allah çok bağışlayıcıdır, sevgi ve merhamet kaynağıdır. Allah yeminlerinizi bir çözüme bağlamayı istemektedir.” (Tahrim; 66/1-2).

Eğer Mariye cariye olsaydı, onu kendine haram kılma (tahrim) söz konusu olmazdı. Bu nedenle bir çok müfessirin bunun bir boşama (talak, zıhar) olup olmadığını tartıştığını görüyoruz. (Razi, Kurtubi, İbn Kesir, Zemahşeri). Tahrim, talak, zıhar vs. ise nikah sorumluluğu altındaki “eşler” için geçerlidir. Buradaki eş ise Hafsa, Aişe ve Zeynep ile aynı statüde olan Mariye idi. Dahası Mariye, Hz. Peygamber’in tek erkek evladı olan İbrahim’in annesiydi. Cariye statüsünde olması bu açıdan da mümkün değildir.

***

“ Meleket eymanuhum” kavramına dönelim…

Genellikle “cariyeleri” diye çevrilen bu deyimin geçtiği ayetlerin meali, bu durumda, örneğin şöyle olmak icab eder;

“Kesin olan şu; müminler kurtulacak!

Onlar namazlarında korku ve titreme içinde olanlardır.

Onlar faydasız boş işlerlerle uğraşmayanlardır.

Onlar karşılıksız arındırıcı harcamada bulunanlardır.

Onlar iffetlerini koruyanlardır. Yalnızca eşleri yani meşru şekilde sahip oldukları ile birlikte olanlardır. Çünkü bu ayıplanacak bir şey değildir.

Kim bunun ötesini ararsa, onlar da haddi aşanlardır.

Yine onlar sözü ve emaneti namus bilenlerdir.

Onlar namazlarını asla ihmal etmeyenlerdir.

İşte onlardır varis olacak olanlar.

İşte onlardır ebedi Firdevs’e varis olanlar…” (Mu’minun; 23/1-11)

Ayette geçen “Ezvâcuhum ev ma meleket eymânuhum” ifadesi, “Yalnızca eşleri veya cariyeleri ile birlikte olanlardır.” değil; “Yalnızca eşleri yani meşru şekilde sahip oldukları ile birlikte olanlardır” manasına gelmektedir. Kadın erkek bütün eşleri kapsamaktadır. Çünkü 11 ayetlik yukarıdaki pasajda konu erkek ve kadın bütün müminlerin temel özelliklerinin sıralanmasıdır. Aradaki “ev” bağlacı seçenek bildiren “veya” değil; açıklama getiren “yani” anlamında kullanılıyor. Kur’an’ın kendi kendini tefsir ettiğine dikkat ediniz. “Düşünmek veya/yani şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O’dur” (Furkan; 25/62) ayetinde geçtiği gibi.

Şu ayet ise, esir alınarak köle yapılan ve böylece evlilik dışı nikahsız cinsel ilişki kurulabilen kadın demek olan “cariye” uygulamasına yol olmadığının apaçık delilidir:

“Hür mümin kadınlarla (muhsanât) bir yuva kurmaya güç yetirecek durumda olmayanlarınız, savaşta esir alarak sahip olduğunuz (ma meleket eymânukum) iman etmiş kadınları düşünebilir. Allah imanınız ile ilgili her şeyi biliyor. İman edenler artık birbirinin can yoldaşıdırlar. Şu halde onları namusuyla yaşamaları şartıyla, ailelerinden izin alarak ve mehirlerini vererek nikâhlayın.” (Nisa; 4/25)

Dikkate edin, düpedüz ailesinden izinli, mehirli, normal (meşru) evlilikten bahsediliyor. Rızası olmadan, izin alınmadan, mehir verilmeden, nikah kıymadan, sırf savaşta elime esir düştü diye kadıncağızı cariye yapmak bunu neresinde? Her şeyden önce bu Kur’an’ın ruhuna ve vicdanına ters.

***

Şöyle bir soru soralım, daha iyi anlaşılsın. Bugün bir savaş olsa ve Müslümanların eline erkek ve kadınlardan oluşan yüzlerce, binlerce esir düşse, özellikle kadın olanlarına ne yapmak lazım gelir?

Eskiden (ihya çağları) üretilen cariye fıkhına göre; ganimet olarak askerlerin mülküne birer ikişer verilip cariye yapılırlar. Ancak bu rastgele ve kuralsız bir şekilde de olmaz. Cariyenin önce hamile olduğunun anlaşılması için bir ay bekletilir. Cariyeye sadece efendisi dokunabilir. Efendisinden çocuğu olursa artık başkasına satılamaz ve efendisi ölürse azat edilir. Efendisinden başka birisiyle evlendirilirse cinsel hakları evlendiği adama geçer ve fakat mülkü efendisinde kalmaya devam eder. Hür eşlerdeki dört sınırı cariyelerde gözetilmez. Eğer efendisinden çocuğu olmazsa alınıp satılabilir. Cinsel ilişkide kullanılmaları için askerlere rasgele dağıtılamaz.

Bunlar geçmiş çağlarda (ihya çağlarında) üretilen ve esir kadınların aşama aşama topluma kazındırılmalarını amaçlayan iyileştirilmiş kölelik hukukudur. En azından Roma veya Sasani kölelik uygulamasından daha insaflı olduğu kabul edilmelidir.

Ancak bu uygulama kendi döneminde olumlu işlevler görmüşse de artık bir anlamı kalmamıştır. Kur’an’ın öngördüğünün bu olduğunu söylemek de mümkün değildir. Bu konuda geçmiş çağlar boyunca üretilen fıkıh, girişte değindiğimiz Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin ufkunu yakalamaktan uzaktır. Müslümanlar, tarihin ve insanlığın kendilerinden beklediğini yapmamışlar, ellerindeki Kitap’ın gerisine düşmüşlerdir. Hadi iyi niyeti elden bırakmayalım; o günkü insanlık şartlarını aşmaya güçleri yetmemiştir.

Ancak bugün öyle değil.

Onlardan dahi iyi bir noktadayız ve cesur olmamızı gerektirecek bir çok sebep var.

Bugün yeniden üretilecek (inşa çağı) fıkhında bunun adı “savaş esirleri hukuku”dur. Buna göre bugün bir savaş olsa ve Müslümanların eline erkek ve kadınlardan oluşan yüzlerce esir düşse şunlar yapılır: Güvenliği sağlanmış korunaklı bir yerde bekletilirler. Ganimet olarak görülemezler. Esir alan askerlere dağıtılamaz, hiçbiri köle ve cariye yapılamaz. Evli olanların evlilikleri devam eder. Esir düştü diye ailesinden veya eşinden zorla koparılamaz, hangi dine göre kıyarsa kıymış olsun nikahı feshedilemez. Her türlü kötü muamele, angarya, işkence, tecavüz, cinsel taciz yasak olur. Misafir muamelesi görürler.

Ya esir mübadelesi karşılığında serbest bırakılırlar.

Ya fidye veya tazminat karşılığı salıverilirler.

Ya örneğin, lisan belletme, teknoloji öğretme, meslek kazandırma vs. karşılığı üçer beşer serbest bırakılırlar. İçlerinden kendi istekleri ile evlenmek ve Müslüman toplumda yaşamak isteyen olursa, kendi rızasıyla, ailesinin izni alınarak (hatta çağrılarak) ve mehirleri tastamam verilerek bekarlarla telli duvaklı, davullu zurnalı baş göz edilip serbest bırakılırlar.

Ya da zamanın Ali’si çıkar, hepsini bir meydana toplar, etkili, dokunaklı ve gayet centilmen bir hitapla; insanlığa ne getirmek istediklerini, niçin savaştıklarını, hürriyetin ve adaletin insanlık açısından önemini, İslam’ın sevgi ve merhamet dini olduğunu, kendilerini diğer din ve ideolojilerden ayıran farkın ne olduğunu, neye hizmet için var olduklarını tıpkı Hz. Ömer’e anlattığı gibi anlatır ve kayıtsız şartsız hepsi yurtlarına, yuvalarına gönderilerek serbest bırakılırlar.

Kur’an’ın, girişte anlattığımız Bedir esirleri uygulamasında, daha sonraları da Hz. Ali’nin cevabında ifadesini bulan “ruhunu ve vicdanını” esas alan bir fıkıh çağımızda kanaatimce böyle olmak icap eder.

Geçmişte Bizans’ın ve Sasani’nin köleci düzenlerine ve saray cariyelerine kendini kaptıranlar, ne yazık ki İslam’ın hürriyet ve adalet iklimini çoraklaştırmış, vicdanını kurutmuş, insanlıkta estirdiği o muazzam rüzgarı içten kırmış, üstelik bunun farkına bile varamamışlardır. Zihnini ve ufkunu eski (ihya) çağlarında donduran bir çoğumuz, hala farkında olmadığı için geçmişin cariye hukukunu aşamamaktadırlar. Halbuki her çağın fıkhı o çağda üretilir, o çağı yaşayanlarca üretilir.

Yazanın giriş bölümünü tekrar okuyun; o muazzam rüzgar tekrar oradan esecek, başka yolu yok.

Recep İhsan'dan Alıntıdır.

 

Alıntı yapmama kızanlar varmış. Kızanlar kim? Ateistler. Ateistler için zamanımı boşa harcayacağıma alıntı yaparım daha iyi. *************. Ha ben cevpa verdim ha diğer müslüman kardeşim. Sonuçta siz de ateist ağababalarınızın kitaplarından alıntı yapmıyor musunuz? :D Herşey ortada. Karl Marx'ın Aile'yi kaldırmak isteyen tezini neden düşünmüyorlar da özellikle İslam ile uğraşıyorlar aklınıza havale ediyorum.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İslam'da Cariyelik : Allah'a kul ve köle olmanın dışında, her insan hür olarak yaratılmıştır. Hürriyet insanın vazgeçilmez bir hakkı, ayrılmaz bir hususiyetidir.

 

Kusura bakmayınız.

 

Sizin islam dininden ve kurandan haberiniz yok.

 

günlerdir tartışıyoruz.

 

...ELİNİZİN ALTINDAKİ-SAHİP OLDUĞUNUZ CARİYELERLE YETİNİN... cümlesi kuranda var.

 

Sadece bu söz bile sizin tüm yukarda yazdıklarınızı çürütür.

 

Siz tıkanmış vaziyettesiniz.

 

İslamda kölelik ve cariyelik yok diyebilmek için ,

 

gidip tüm islam tarihini değiştirmeniz gerekir.

 

Cihad denilen TALAN ın bir sonucudur , kölelik ve cariyelik.

 

Size tavsiyem İnsan hakları evrensel bildirgesini bir defa okumanız.

 

Bu kadarcık yazı bile fazla.

 

Saygılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Cariye ya da savaş yolu ile elde edilmiş esirler nasıl bir konuma sahip olmalıdırlar? İslam tarihinde sürekli yanlış algılanan kavramlardan olan "ma meleket eymaneküm" ifadesi aslında hangi anlam ve sorumluluğu karşılar?

 

"ma meleket eymanukum": "Sağ Elinizin Malik oldukları" ya da "Sağ Elinizin altındakiler" olarak bir çok Türkçe mealde çevrilen bu ifade neyi ifade etmektedir? İlk Dönem muhatapları,bu deyimle neyi anlıyorlardı?Bu soruların cevaplanması Kur'an'ın kadın anlayışını ve cariye hukukunu şekillendiren noktalardan biridir.

 

Bu deyimin "Yeminleştikleriniz" ya da "Antlaşma Yaptıklarınız" olarak türkçede ifade edebileceğimiz gerçek anlamı Kur'an'ın bütünlüğünde ve başka konulardaki geçiş yerlerinde belirlenmiştir. "Sağ elin altı" olarak koruyuculuğu ve gözetimi, sorumluluğu ifade eden bu deyim "KAVVAM" Kavramıyla da örtüşmektedir.(4:34) Müslüman erkeklerin ve Müslüman kadınların cinsel,sosyal aile hukuku dairesi içinde birlikte yaşayabilmeleri için "antlaşmalı" olmaları şarttır. Dolayısıyla Arap kültüründe Erkeğin "Kavvam"lığını yani hanımı üzerindeki gözeticiliğini, sorumluluğunu belirtmek için kullanılan "Sağ elin altındakiler"

ifadesi Mümin erkeklerin nikahlı (antlaşmalı) olduğu kadınları ifade eder. Cariyelerden nikahsız faydalanabileceği görüşü ise Kur'an'ın aile anlayışına taban taban zıt bir eğilimdir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Kusura bakmayınız.

Sizin islam dininden ve kurandan haberiniz yok.

günlerdir tartışıyoruz.

...ELİNİZİN ALTINDAKİ-SAHİP OLDUĞUNUZ CARİYELERLE YETİNİN... cümlesi kuranda var.

Sadece bu söz bile sizin tüm yukarda yazdıklarınızı çürütür.

Siz tıkanmış vaziyettesiniz.

İslamda kölelik ve cariyelik yok diyebilmek için ,

gidip tüm islam tarihini değiştirmeniz gerekir.

Cihad denilen TALAN ın bir sonucudur , kölelik ve cariyelik.

Size tavsiyem İnsan hakları evrensel bildirgesini bir defa okumanız.

Bu kadarcık yazı bile fazla.

Saygılar.

 

"ma meleket eymanukum": "Sağ Elinizin Malik oldukları" ya da "Sağ Elinizin altındakiler" olarak bir çok Türkçe mealde çevrilen bu ifade neyi ifade etmektedir? İlk Dönem muhatapları, Kur'an Nesli, bu deyimle neyi anlıyorlardı? Bu soruların cevaplanması Kur'an'ın kadın anlayışını ve cariye hukukunu şekillendiren noktalardan birisidir.

Bu deyimin "Yeminleştikleriniz" ya da "Antlaşma Yaptıklarınız" olarak türkçede ifade edebileceğimiz gerçek anlamı Kur'an'ın bütünlüğünde ve başka konulardaki geçiş yerlerinde belirlenmiştir. "Sağ elin altı" olarak koruyuculuğu ve gözetimi, sorumluluğu ifade eden bu deyim "KAVVAM" Kavramıyla da örtüşmektedir.(4:34) Müslüman erkeklerin ve Müslüman kadınların cinsel,sosyal aile hukuku dairesi içinde birlikte yaşayabilmeleri için "antlaşmalı" olmaları şarttır. Dolayısıyla Arap kültüründe Erkeğin "Kavvam"lığını yani hanımı üzerindeki gözeticiliğini, sorumluluğunu belirtmek için kullanılan "Sağ elin altındakiler"

ifadesi Mümin erkeklerin nikahlı (antlaşmalı) olduğu kadınları ifade eder. Cariyelerden nikahsız faydalanabileceği görüşü ise Kur'an'ın aile anlayışına taban taban zıt bir eğilimdir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bir insan sahip olduğu cariyesini azat edip hürriyetine kavuşturabildiği gibi, onu bir başkasına hediye olarak da verebilirdi. İşte Mısır hükümdarı Mukavkıs'ın Peygamber Efendimize (a.s.m.) gönderdiği iki cariye de bu kabildendir..... ....Bilindiği gibi Peygamberimiz bu cariyelerden Mâriye'yi kendi nikâhı altına almıştı. Daha sonra Hz. Mâriye'den Hz. İbrahim dünyaya gelmişti. Hz. İbrahim'in doğumundan sonra Peygamberimiz Hz. Mâriye'yi hürriyetine kavuşturdu. Böylece Mâriye, diğer Peygamber hanımlarının gıpta edeceği bir mevkie yükselmişti.

Şîrin isimli diğer cariyeyi de Peygamberimiz, şâiri Hassan bin Sabit'e verdi.

 

Ne güzel örnekler bunlar.

 

İnsanı hediye et.

Sana erkek çocuk doğurursa özgürlüğünü ver.

İkinci sınıf hanımlıktan , diğer eşlerin mertebesine yükselt.

Kullanmadığın diğer cariyeyi de şairine- sana methiyeler yazan adama , ver.

 

Bu olayların hepsi var. Dininze göre YASAL.

 

Sorun da bu.

 

Yarın biri Kuranda YASAL olan bir uygulamayı , hayata geçrimeye kalkarsa....

 

Sorun da bu.

 

İslam dinine göre KÖLELİK ve CARİYELİK uygulamasaının YASAL olması.

 

Hikayeleri bir kenara bırakın.

 

Kölelik ve cariyelik , HALA NEDEN YASAL bunu açıklayın.

 

Bırakın hikayeleri... ÖZÜNDE ne diyor.. Soruma cevap verin.

 

 

Saygılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

İnsanı hediye et.

 

İnsanı hediye edilebilecek mal gibi gören bir inanç ve düşünce sistemi iflas etmeye mecburdur.

 

Bugün mesela, hırsız olmak, nasıl utanç verici bir nam ise, birgün gelecek müslüman olmak da, utanç verici bir nam haline gelecek.

 

Zira müslümanım demekle bir insan şunları demiş oluyor:

Bana göre insanlar alınabilir, satılabilir, hediye olarak başkasına verilebilir.

Bana göre, 9 yaşındaki bebelerle evlenilebilir, peygamberimiz evlenmiş, onun izinden gitmek sünnettir.

Bana göre, benim dinimden olmayanların malları yağmalanabilir, çalınabilir, bu ganimettir.

Bana göre, ya herkes benim dinime girmeli, ya da girmiyorsa, bana haraç/cizye vermeli ve böyle çekmeli benim gibi inanmamanın, düşünmemenin cezasını.

Bana göre, kadın ikinci sınıftır, aklı kısadır, saçı uzundur, bu nedenle mirastan yarım pay alır, şahitliği yarımdır.

Bana göre, kadınların tek görevi, erkeğin tarlası olmak, hayatta ve fantazi hayatta erkeği eğlendirmek, erkeğin hayatında figüran ve dekor olmaktır.

Bana göre, benim dinimden olmayanları ******** sevaptır, doğrudan cennete gitmemi sağlar.

...

 

Sorun da bu.

 

Yarın biri Kuranda YASAL olan bir uygulamayı , hayata geçrimeye kalkarsa....

 

Sevgili Taklamakan, hiç şüphen olmasın, "Kuran'da yazıyor, insanlar Allah'tan iyi mi bilecekler, vardır elbet bir hikmeti" deyip, köleliği ve cariyeliği uygulamaya başlayacaklar. Zaten Suudi Arabistan gibi yerlerde bu uygulanmaktadır.

 

Aileleri için ekmek parası kazanmak düşüncesiyle Suudi Arabistan'a gelen Filipinli, Endonezyalı hizmetçiler, Suudi müslümanlar tarafından köle ve cariye olarak kullanılmaktadır. Kendini bilmyerek bu düzene kaptıran Filipinli, Endonezyalı kadınlar, efendileri "azad" etmedikçe o hayattan çıkamamaktadırlar. Efendileri bu kadınları, Kuran'daki köle ve cariye tanımına uygun olarak, ******** çalıştırmakta, üstüne bir de cinsel olarak kullanmaktadırlar.

 

Suudi Arabistan'a hiçbir yabancı tek başına giremez. Bir Suudi'nin kefaleti/himayesi ile girebilir.

Bu himaye öyle basit birşey değildir. Bu himaye Kurandaki "sağ elinizin altında bulundurdukları" tarifine uygun bir koruma/himayedir. Bu nedenle Suudiler Kuran'a dayanarak "sağ ellerinin altında bulunanları" köle ve cariye gibi kullanma hakkını kendilerinde görmektedirler.

 

Saygılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

O zaman Sinop'lu Diyojen'de bir Peygamber...

Fıçı içersinde yaşarken, İskender ona "Dile benden ne dilersen!" demiştir

Ve o da "Gölge etme, başka ihsan istemem!" demiştir...

Diyojen'in tek eksiği, peygamberlik iddiasında bulunmaması...

 

Mesela Mimar Sinan'ı da peygamber ilan etmeliyiz...

Su getirdiği şehirde, susuz bir evde vefat etmiştir...

 

Babamı da peygamber yapmalıyız...

Emekli olurken ayrıldığı şirketin ettiği oyun için başkalarıda uşaklık edince dava açamadığından

Ne çıkış tazminatı aldı, ne de emeklilik ikramiyesi...

 

 

cevabımın üzerine yapılan en talihisz açıklama olduğu için ilk size cevap vermek istedim

ben zaten yazımdada peygamberlikten vazgeçmesi için teklif edilen bir maddiyattan bahsettim.ve bunun kabul edilememesinden...

her insan maddiyat için değerlerinden vazgeçmez. her vazgeçmeyen insana peygamberlik sıfatı vermek dar görüşlülüğün bir ıspatıdır kardeşim.

 

 

ayrıca sinoplu diyojene buyuk iskender "bir dileğin varmı?" diye sormuş oda "gölge etme başka ihsan istemem " demiş.benim bahsettiğim olayla uzaktan yakından ilgisi yok. diyojenin kendisine maddiyat karşılığında davasından vaz geçmesi mi söylenmiş. hayırr.

oysa peygamber efendimize ne denmişti bidaha hatırlayalımmı zira yaşlanıyoruz unutkanlık var.

putperestler Peygamberimizin (s.a.v) amcasına Ebu Talip’e gelip :"Yeğenin eğer başımıza reis olmak istiyorsa onu reis yapalım veya en güzel kız ve kadınlarımızı ona verelim. Ta ki, bu davadan vazgeçsin." dediler.

Pekiii Peygamberimiz (s.a.v) ne cevap vermişti onuda hatırlayalım

"Ey amca! Eğer sağ elime güneşi, sol elime de ayı koysalar 'vallahi ben bu davadan yine vazgeçmem.”

sinoplu diyojenle uzaktan yakından alakası varmıymış

 

yokmuşşş..

 

gelelim mimarımıza

Mimar sinanın da bir Paygamber aşığı olduğunu islama ve ülkemize başta süleymaniye camisi olmak üzere muhteşem eserler kazandırdığınıda hafızalarımızda bi canlandırıverirsek başta neden yazınıza "talihsiz cevap" adını yakıştırdığımı anlayacaksınızdır.

 

 

babanıza çok üzüldüm Allah yardımcınız olsun kardeşim.

ancak üzülmeyiniz. haklı eğer hakkını alamıyorsa Allah en güzel vekildir.elimizin uzanamadığı işleri Allah'a havale etmek en güzeldir.

zira O(c.c.) mazlumun her daim yanındadır endişe etmeyiniz.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sn ****** ,

 

Yeşil renkte yazdığınız yazıları okudum.

 

Bidaha okudum.

 

Döngüsel mantıktan çıkamaz sınız. Aşağıdaki gibi yani.

 

A- Ben peygamberim.

B- Nerden bilelim peygamber oldugunu.

A- Kuranda yazıyor.

B- Kuranı kim söylemiş.

A- Ben söyledim.

 

uzuuuuun ca yazmışsınız.

 

Kısaltması bu.

 

Saygılar

 

 

Sn taklamakan öncelikle ben misafirceylan

tanıştığıma memnun oldum

ancak biraz daha dikkat yeşil yazılar bana ait.

zira sahsıma ait olan birseyden başkasının sorumlu tutulmasını istemem.

 

geçelim konumuza.

 

yeşil renkteki yazılarımda sizin adınıza üzülerek söylüyorum ki asla döngüsel mantık bulamazsınız.

zira sizin kısaltma olarak verdiğiniz paragrafda hala içeriğindeki kısrlığından kurtulamamış maalesef.

acaba bu herşeyin tesadüflerle oluşması gibi kısır bi düşüncenin mensuplarına kazandırdığı genel bi özellikmi.

 

ayrıca uzuuuuunca yazmadım sn taklamakan

açıklayarak yazdım.

zira bilim ve mantık ikilisine açıklama sunmazsanız tatmin olmaz.

öyle değilmi?????

 

ayrıca bahsettiğimiz konuda milyonlarca eser yazılmış. her biri cilt cilt binlerce sayfa.

örneğin

imam gazalinin İHYA-U ULUMİDDİN adlı eseri 4 cilt herbiri 1000 küsür sayfa

saymakla bitiremeyeceğim bir sürü eser daha...

islam mantığını acaba sizin 5 satırınız mı, yoksa dünyaca ünlü islam alimleri binlerce sayfalık eserleriylemi daha açıklayıcı, akla ve mantığa uygun bir sekilde anlatır. bunu vicdan sahibi sirf laf olsun torba dolsun adına yalan yanlış konusmayacak butun forum sakinlerine soruyorum...

 

 

veeee

sözlerimi çok büyük bir islam aliminin satırlarıyla bitiriyorum.

Şu İstikbali İnkilabat içinde En gür Seda , İslam'ın Sedası Olacaktır.

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sn Misafirceylan,

 

İslam dininin Allahına inanmayan bu insalar var ya,

 

Çok şey bilirler , dikkat ediniz.

 

Bakın bir hatalı cümleniz sonucunda....

 

Sayısız peygamber adayı çıktı...

 

Ve mantık da doğru.

 

Uyarmak istedim...

 

Saygılar.

 

 

mantığın ne kadar yanlış olduğunu yukarda açıkladık sn taklamakan.

endise etmeyiniz.

mantığın yanlış olduğunu gösterdiğimize göre sayısız peygamber adayının var olmasının mümkün olmayacağını daha öncesine gidip cümlemdede Allah'ın izniyle hiç bir hatanın olmadığını belirtmek boynumuzun borcudur.

 

 

ha bu arada yüce Rabbim'e yüz bin kere haşa inanmayan insanlar daha bana insanın ilk varoluşunu mantığımı tatmin edecek sekilde açıklayamadıktan sonra ;

temeli sağlam olmayan bir düşünceyi istedikleri kadar savunsunlar istedikleri kadar çok sey bilsinler ne fayda???

 

ayrıca bizim adımıza korkmayın sn taklamakan

İslam'a ve Yüce Allah'ımıza iman edenlerin

bilgileride Allah'ın izniyle, dinimizin kaynakları ve alimleri sayesinde hiçde az değildir.

 

dikkat ediniz.

 

selametle.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Hz. Ali, Zerdüştlük dininin sapmasını şöyle tahlil ediyor: “Zerdüştlük başlangıçta kitap ve

risalet sahibi, hak bir dindi. Aç gözlü güçlülerin ve zorbalığı destekleyenlerin elleriyle, zamanla

tahrif edilmiştir.” (Şeriati, age, II, 216.)

 

Ateizm de başta TEK tanrılı bir dindi.

 

Ama bazı üstün zekalılar , dinlerindeki bu tek TANRI yı çıkardılar.

 

Ateizim bu hale geldi. TAHRİF oldu. :D

 

Bozdular güzelim ateizmi. TANRI sız kaldı.

 

Saygılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sn misafirceylan ,

 

A- Ben peygamberim.

B- Nerden bilelim peygamber oldugunu.

A- Kuranda yazıyor.

B- Kuranı kim söylemiş.

A- Ben söyledim.

 

Ben Kuranın Muhammed tarafından yazıldığına inanırım.

 

Yukarıdaki mantık kuranın mantığıdır. Kuranı yazan kişinin mantığıdır.

 

Ve benim haklı olduğumu gösterir.

 

İstediğiniz kadar uzun yazın. İstediğiniz kadar ciltli kitap adı söyleyin.

 

Şu kadar kısa anlatamaz sınız.

 

Saygılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

islam mantığını acaba sizin 5 satırınız mı, yoksa dünyaca ünlü islam alimleri binlerce sayfalık eserleriylemi daha açıklayıcı, akla ve mantığa uygun bir sekilde anlatır. bunu vicdan sahibi sirf laf olsun torba dolsun adına yalan yanlış konusmayacak butun forum sakinlerine soruyorum...

 

Sizin mantığınıza göre düşünürsek ,

Hırıstıyanlık ve mezhepleri konusunda daha fazla eser yazılmıştır.

Bu fazlalık doğruluğunu gösterir.

Hırıstiyan olmaya çağırıyorum sizi.

 

Desem.. Olur mu.

 

Olmaz. Mantıksız olur.

 

O zaman neye bakılacak.

 

Öze.

 

Siz yukarıdaki 5 satırlık Mavi ve Yeşil yazıları bidaha okuyun.

Özü yakalamaya çalışın.

 

Saygılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sn misafirceylan ,

 

A- Ben peygamberim.

B- Nerden bilelim peygamber oldugunu.

A- Kuranda yazıyor.

B- Kuranı kim söylemiş.

A- Ben söyledim.

Ben Kuranın Muhammed tarafından yazıldığına inanırım.

 

Yukarıdaki mantık kuranın mantığıdır. Kuranı yazan kişinin mantığıdır.

 

Ve benim haklı olduğumu gösterir.

 

İstediğiniz kadar uzun yazın. İstediğiniz kadar ciltli kitap adı söyleyin.

 

Şu kadar kısa anlatamaz sınız.

 

Saygılar.

 

 

siz Kuranın HZ Muhammed s.a.v tarafından yazıldığına inanıp eleştrilerinizi bu yönde belirtirseniz sizin muhattabınız islam dolayısıylada iman etmiş müslümanlar olamaz!!!!!

 

Kuranın mantığı olarak öne sunduğunuz mantık aslında Kuranla hiç ilişkinizin olmadığının kesin bir kanıtıdır sn taklamakan.

 

veee siizn haklı olduğunuzuda göstermez.çünkü kuranın mantığı bu değildir .

Ah ne olur biraz araştırsak.

 

Kuranda bir çok yerde Kuran Allahın sözüdür buyururken hz Muhammedin yazdığınıda nerden çıkarttınız. buna hayalperestliğin son örneği diyebilirmiyiz.

yada

yine kaynakları bile yalanlanma olayıyla karşı karşıyayız galiba.

 

toplulumuzda en büyük yara . okumayan araştırmayan bi milletiz. bununlada kalmayıp bilmeden atıp tutuyoruz.

yapmayın sn taklamakan.

 

 

 

ayrıca tekrar söylüyorum uzuuun yazmadım kelimeler arkasına gizlediğiniz şeyleri açıkladım.zira bilmdi mantıktı deyipde açıklamaya bu kadar kapalı kalmayınız.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sizin mantığınıza göre düşünürsek ,

Hırıstıyanlık ve mezhepleri konusunda daha fazla eser yazılmıştır.

Bu fazlalık doğruluğunu gösterir.

Hırıstiyan olmaya çağırıyorum sizi.

 

Desem.. Olur mu.

 

Olmaz. Mantıksız olur.

 

O zaman neye bakılacak.

 

Öze.

 

Siz yukarıdaki 5 satırlık Mavi ve Yeşil yazıları bidaha okuyun.

Özü yakalamaya çalışın.

 

Saygılar.

 

 

hayır hayır hayır....

çoğunluk doğruluğun elbetteki kanıtı olamaz.

benim demek istediğim islam alimlerinin ciltlerce anlattıkları halde yinede muvaffak olamadıkları islam gibi bir hazineyi sizin 5 satır la açıklamakta ısrar etmeniz.ve dolayısıyla basaramamanız.

 

madem ben işin özüne bakarım diyorsunuz peki en güzeli tercih ettiniz.

buyrun

ben size daha kısa ve özlü ifade edeyim

 

 

la ilahe illAllah Muhammedurrasulullah...(Allah'tan başka ilah yoktur Hz Muhammed Allah'ın elçisidir.)

 

asıl mantık ve öz işte burda saklı

 

hadi bende sizi islama davet ediyorum buyrun.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

.zira bilmdi mantıktı deyipde açıklamaya bu kadar kapalı kalmayınız.

 

 

Peki...

 

Muahmmedin bir gecede AY ı ortadan ıkıye bolmesini ,

bir parmak hareketi ile, yarısını bir tepenin üstüne , diğer yarısında başka bir tepenin üstüne yollamasını.

Daha sonrada bir parmak hareketi ile bunları geri birleştirmesine İNANSAM.

 

bilmdi mantıktı deyipde açıklamaya bu kadar kapalı kalmamış olur muyum.

 

 

Saygılar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Peki...

 

Muahmmedin bir gecede AY ı ortadan ıkıye bolmesini ,

bir parmak hareketi ile, yarısını bir tepenin üstüne , diğer yarısında başka bir tepenin üstüne yollamasını.

Daha sonrada bir parmak hareketi ile bunları geri birleştirmesine İNANSAM.

 

bilmdi mantıktı deyipde açıklamaya bu kadar kapalı kalmamış olur muyum.

 

 

Saygılar

 

 

bahsettiğiniz olay şakkı kamer mucizesidir.

 

Allahu tealanın izniyle peygamberler peygamber olduklarını ıspatlayabilmek için böle mucizevi olaylar gerçekleştirmişlerdir.

şakkı kamer mucizeside bunlardan biridir. olayı siz gayet güzel açıklamışsınız elinize sağlık.ancak eklentiye ihtiyacı var.

 

 

 

 

 

ŞAKKI KAMER MUCİZESİ

 

Kureyşli müşrikler, Resûli Ekrem Efendimizin dâvasını tasdik eden birçok mucizeye şâhid oldukları hâlde, yine de inat ve inkârlarından vazgeçip ona sadâkat ellerini uzatmıyorlardı. Gördükleri her mucizeye bir kulp takarak nazarlarda küçük ve basit bir hâdiseymiş gibi göstermek isteyerek, hem kendilerini, hem de halkı aldatma yoluna gidiyorlardı. Zaman zaman da akıllarınca Resûli Ekrem'i güç durumda bırakmak niyetiyle kendilerince meydana gelmesini mümkün görmedikleri isteklerde bulunuyorlardı. "Eğer, gerçekten Allah tarafından vazifelendirilmiş bir peygamber isen, şunu şunu yap, şunu şunu göster de görelim!" diyorlardı.

 

Bu istelerde bulunurken maksatları îman etmek değildi; bilâkis, Kâinatın Efendisini güç durumda bırakmaktı. Fakat, Cenâbı Hakk, müşriklere karşı Sevgili Resulünü hiçbir zaman güç durumda bırakmıyor ve hiçbir zaman muavenet ve muhafazasını üzerinden eksik etmiyordu!

 

Yine bir gün, ileri gelenlerinden Ebû Cehil, Velid b. Muğire gibilerin de içinde bulunduğu bir grup müşrik, Peygamber Efendimize gelerek, "Eğer sen, gerçekten söylediğin gibi Allah tarafından vazifelendirilmiş bir peygamber isen, bize Ay'ı ikiye ayır; öyle ki, yarısı Ebû Kubeys Dağı, diğer yarısı Kuaykıan Dağı üzerinde görülsün!" dediler.

 

Resûli Ekrem Efendimiz, "Şayet bunu yaparsam îman eder misiniz?" diye sordu.

 

Onlar, "Evet, îman ederiz." dediler.

 

Dâvasında haklı ve doğıru olduğunu göstermek için mucizeyi istemek, peygamberin vazifesidir; istenilen mucizeyi yaratan ise Cenâbı Hakk'tır.

 

Ay'ın bedir hâliydi; yâni en güzel göründüğü 14. gecesiydi.

 

Kâinatın Efendisi, Allah'ın emir ve iradesi dairesinde hareket eden Ay'a şehâdet parmağıyla işaret etti.

 

Bu işareti Nebevî kâfi geldi ve Ay ikiye ayrıldı; öyle ki, yarısı müşriklerin istedikleri gibi Ebû Kubeys Dağı üzerinde, diğer yarısı ise Kuaykıan Dağı üstünde iki parça hâlinde göründü!

 

Resûli Kibriya Efendimiz, orada bulunan halka, "Şâhid olunuz! Şâhid olunuz!"diye seslendi.

 

 

 

maddenin kendi kendini var etmesine inandığınız takdirde açıklamaya ne kadar kapalıysanız

şakk-ı kamer,miraç gibi mucizelere inandığınız takdirde de bi o kadar açıklamaya açık olmuşsunuz demektir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Muahmmedin bir gecede AY ı ortadan ıkıye bolmesini ,

bir parmak hareketi ile, yarısını bir tepenin üstüne , diğer yarısında başka bir tepenin üstüne yollamasını.

Daha sonrada bir parmak hareketi ile bunları geri birleştirmesine İNANSAM.

 

bilmdi mantıktı deyipde açıklamaya bu kadar kapalı kalmamış olur muyum.

 

Sorumun cevabı degıl.

 

Gene uzun uzun yazmıssınız.

 

Ama cevap vermemıssınız.

 

Bu mucize denen masallara inanıyorsanız.

 

Bilimden bahsetmeyin.

 

Ben Muhammedin bir hayvan sırtında , once mekkeden mescıdı aksaya kadar yatay ucusunu , sonra oradan goğün bilmem kaçıncı katına kadar da dikey uçuşunu , Allah la konuşmasını , geri aynı yolu ızleyerek , bu hayvanın sırtında mekkeye dönmesini de kabul etmem. Buna da inanmam

 

Bu masala inananı da bilimsellikten uzak olmakla eş tutarım.

 

Size cevap yazmayı dusunmuyorum. Adımı verip yazarsanız. Cevap vermek zorunda kalıyorum.

******

 

Saygılar

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ŞAKKI KAMER MUCİZESİ

 

Kureyşli müşrikler, Resûli Ekrem Efendimizin dâvasını tasdik eden birçok mucizeye şâhid oldukları hâlde, yine de inat ve inkârlarından vazgeçip ona sadâkat ellerini uzatmıyorlardı. Gördükleri her mucizeye bir kulp takarak nazarlarda küçük ve basit bir hâdiseymiş gibi göstermek isteyerek, hem kendilerini, hem de halkı aldatma yoluna gidiyorlardı. Zaman zaman da akıllarınca Resûli Ekrem'i güç durumda bırakmak niyetiyle kendilerince meydana gelmesini mümkün görmedikleri isteklerde bulunuyorlardı. "Eğer, gerçekten Allah tarafından vazifelendirilmiş bir peygamber isen, şunu şunu yap, şunu şunu göster de görelim!" diyorlardı.

 

Bu istelerde bulunurken maksatları îman etmek değildi; bilâkis, Kâinatın Efendisini güç durumda bırakmaktı. Fakat, Cenâbı Hakk, müşriklere karşı Sevgili Resulünü hiçbir zaman güç durumda bırakmıyor ve hiçbir zaman muavenet ve muhafazasını üzerinden eksik etmiyordu!

 

Yine bir gün, ileri gelenlerinden Ebû Cehil, Velid b. Muğire gibilerin de içinde bulunduğu bir grup müşrik, Peygamber Efendimize gelerek, "Eğer sen, gerçekten söylediğin gibi Allah tarafından vazifelendirilmiş bir peygamber isen, bize Ay'ı ikiye ayır; öyle ki, yarısı Ebû Kubeys Dağı, diğer yarısı Kuaykıan Dağı üzerinde görülsün!" dediler.

 

Resûli Ekrem Efendimiz, "Şayet bunu yaparsam îman eder misiniz?" diye sordu.

 

Onlar, "Evet, îman ederiz." dediler.

 

Dâvasında haklı ve doğıru olduğunu göstermek için mucizeyi istemek, peygamberin vazifesidir; istenilen mucizeyi yaratan ise Cenâbı Hakk'tır.

 

Ay'ın bedir hâliydi; yâni en güzel göründüğü 14. gecesiydi.

 

Kâinatın Efendisi, Allah'ın emir ve iradesi dairesinde hareket eden Ay'a şehâdet parmağıyla işaret etti.

 

Bu işareti Nebevî kâfi geldi ve Ay ikiye ayrıldı; öyle ki, yarısı müşriklerin istedikleri gibi Ebû Kubeys Dağı üzerinde, diğer yarısı ise Kuaykıan Dağı üstünde iki parça hâlinde göründü!

Resûli Kibriya Efendimiz, orada bulunan halka, "Şâhid olunuz! Şâhid olunuz!"diye seslendi.

 

 

maddenin kendi kendini var etmesine inandığınız takdirde açıklamaya ne kadar kapalıysanız

şakk-ı kamer,miraç gibi mucizelere inandığınız takdirde de bi o kadar açıklamaya açık olmuşsunuz demektir.

 

Öncelikle şu "Miraç" konusunu sizden bir dinlemeyi o kadar çok istiyorum ki...

Anlatın bakalım görelim "Miraç"ın ne olduğunu sandığınızı...

 

"Şakk-ı Kamer" olayına gelince...

Hep dediğiniz gibi "Ay" öyle bir yörüngededir ki, biraz yaklaşsa ya da biraz uzaklaşsa

Yeryüzünde o kadar büyük değişiklikler olur ki, inanamazsın.

Mesela azıcık uzaklaşsa, yeryüzündeki suların kapladıkları alan genişler ve bu iklimi bile değiştirir...

Ya da azıcık yaklaşsa, yeryüzündeki sular çekilir ve kapladıkları alan daralır, bu iklimi de değiştirir...

Ve bir sürü getirisi-götürüsü olur...

Bunu da en çok siz benimsiyorsunuz,

Çünkü Ay'ın bu inanılmaz yörüngede oturmuş olması, Tanrı'nın varlığının kanıtıdır size göre...

Fakat buna rağmen çıkıp "Ama Tanrı Ay'ı ikiye böldü, iki parçasını iki dağın tepesinde görülecek şekilde ayırdı." diyebiliyosunuz..

 

Ya hu düşünsenize,

Ay o inanılmaz yörüngesinde ikiye ayrılıyor,

Parçaları yörüngesinden ayrılıp birbirinden uzaklaştırılıyor,

Ama yeryüzünde bir tek doğa olayı olmuyor...

Bu olay, yeryüzünde bir tek değişimi bile tetiklemiyor...

Ne sular çekiliyor, ne de uzaklaşıyor.

 

Oysa basit bir gel-git/med-cezir bile dünya da basit ama birçok değişikliğe neden oluyor

Ama ay'ın ikiye bölünmesi tek bir etki etmiyor.

Ne tuhaf...

 

Ha siz şimdi buna "Tanrı'nın izniyle etki etmedi" diyeceksiniz...

Tabi canım tabi...

Eminim öyledir...

Ne de olsa "Bilim'in bütün kabullerini yerle bir eden"

Ama buna rağmende "Herzaman Bilimsel ve bilimin açıklayabildiği" bir Tanrı'nız var...

Çelişkinin fevkinini fevki...

 

Ve birde şu açıdan düşünün;

1500yıl öncesi ve o döneme yine insanlar gökyüzüne bakacak

Ve gökyüzünü gözlemleyecek kadar akıllılar, deneyim sahibiler.

Mesela Türkler, İranlılar, Bizans, Çinliler, Japonlar, Avrupalı kavimler, Anadoludaki kavimler, Mısırlılar...

Bunlar birgün bir bakıyorlar ki

Nedenini bilmedikleri bir şekilde Ay ikiye ayrılMIYOR...

 

Düşünebiliyor musunuz?

Bir insan dağda herşeyden habersiz bir çoban bile olsa

Ay ikiye yarılsa haberi olur, görür...

Hemde ayın 14'ü gibi bir gecede...

Görmemesi imkansız...

Ancak biz hiçbir toplumda 1500yıl öncesine ait bir "Ay Yarılması" efsanesine rastlamıyoruz.

Bu tuhaf değil mi?

Tufan ile ilgili bilgiler Sümerlerden Kızıderililere kadar hemen birçok kavimde var...

Ama Ay yarılmasından,

Böyle büyük bir olaydan hiçbir kavimin haberi yok.

Ha anladım, bu da "Tanrı'nın hikmeti"...

Oldu canım...

Ay birtek Araplar için yarıldı değil mi?

Öteki kavimler ayın yarıldığını göremediler, çünkü görmelerine izin verilmedi...

 

Yalan ne kadar büyük olursa,

İnandırıcılığı o kadar çok artıyor olmalı...

 

Benim daha akıllı ve mantıklı bir açıklamam var:

"Böyle bir olay hiç olmadı..."

 

Oysa bu olayın anlamı çok başka olmalı...

 

 

 

Bende yarın öğlen, güneşin en dik olduğu anda güneşi ikiye bölüp,

Bir parçasını Spil Dağı uzantısı üzerinde,

Diğer parçasını Yamanlar dağı üzerine getireceğim...

Ve Kafirlerin hiçbirisi bunu göremeyecek...

Ama inanlar başka şehirlerde de olsa göreceklerdir...

Görenlerin hepsi de burada yazacaktır zaten...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.