Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

DEVLETİN KÜÇÜLTÜLMESİ NE DEMEKTİR ?


SeDatsan

Önerilen İletiler

:excl:

 

 

Önde gelen argümanlarından biri de özelleştirmecilik olan küreselleşmeci neoliberal ideolojik akımın yükselişe geçtiği ’70’li yılların ortalarından bu yana, devletin küçültülmesi, uluslararası sermayenin ideolog ve sözcüleri tarafından, giderek dozu artmak üzere gündeme getirilmektedir. Başta işçi sınıfı olmak üzere emeğin tüm katmanlarını, temel ihtiyaçlarını karşılamakta olan üretim ve hizmetler bakımından olduğu kadar, kazanılmış hakları bakımından da “topun ağzına” süren bu önerme, hızla, bir ideolojik tutum olmanın ötesine geçerek, pratik politikanın bir unsuruna dönüşmeye başlamıştır. Artık devletin küçültülmesine ilişkin zaruri ihtiyaç, burjuva politikacıların dilinde ve uygulanmak üzere gündemlerindedir.

 

Sorun, Türkiye benzeri ülkelerin, yuvarlandıkları ve bir türlü içinden çıkamadıkları kriz koşullarında dayatılmış (IMF ve DB gibi mali kuruluşlarıyla uluslararası sermaye, emperyalistler) ve kabul edilmiş (ekonomi ve mali bürokrasisi başta olmak üzere tüm bürokrasisi ve parlamentosuyla yerli tekelci sermaye, işbirlikçileri) borç sarmalı çerçevesinde, yeni borçlarla borç ödeme nafile uğraşı içinde tamamen güncelleşmiştir. 2002 Bütçesi çatılırken, şimdi temel sorun, borç yönetimini gerçekleştirmek (iç ve dış borçları döndürmek) ve eksiği tamamlamaya yönelik olarak yüksek bir faiz dışı fazla oluşturmak yanında, bunu da mümkün kılmak üzere, başlıca personel harcamaları ve yatırımlardan oluşan devlet harcamalarını kısmak şeklinde şekillenmektedir.

 

Ve çözüm; bugüne kadar ülkenin tüm kaynaklarına, “deve yüküyle” el koymuş ve hâlâ da koymakta olan, son derece küçük bir kesimi oluşturan, büyük bir ciddiyetle spekülasyona yönelmiş, tüm “dar boğazlara” rağmen hâlâ “hortumculuk” ve naylon faturalandırma, “karapara” operasyonları gibi “yasadışı” ve “görev zararı”, “borçların dövize endekslenmesi”, bilanço oyunları, vergi kolaylıkları, otomotiv ve beyaz eşyada KDV indirimi gibi “yasal” türlü dalaveralarla devlet olanaklarını “iç eden”, rantiye niteliği belirgin tekelci ve işbirlikçi sermayeye aktarılan kaynaklarla, doğal ki yabancı sermaye ve emperyalist ülkelere aktarılan kaynakların ve –halkın olup bitene razı edilmesi, olmuyorsa ses çıkaramaz kılınması, yine olmuyorsa sesinin kısılması, kısacası emperyalizme kul-köle sermaye düzeninin korunup kollanması da içinde olmak üzere– bu kaynak aktarımı mekanizmasının “küçültülmesi”nde, kuşkusuz bu aktarımdan ve mekanizmasından vazgeçilmesinde aranmamaktadır.

 

Çözüm açısından, tüm bu kaynak aktarımı ve kaynakların sermaye grupları arasında paylaşımı için gerekli rüşvet alış-verişinin olanaksızlaştırılması ve onun gerçekleşme aygıtı da dahil devlet aygıtının genel ve kesin bir ucuzlamasını hedefleyen demokratikleştirilmesi akla bile gelmemektedir.

Kapitalist sistem ve sermaye egemenliği koşullarında, burjuva devlet çerçevesinde ve hele emperyalizme kölece bağımlılık ilişkileri geçerliyse, “devletin küçültülmesi” dendiğinde, devlet harcamalarında tasarruf söz konusu olduğunda, ilk ağızda gündeme getirilen ve getirilmesi doğal olan, sermaye ve temsilcilerinin bugünkü dayatmaları olmaktadır.

 

İşçi ve memur ücret ve maaaşları, ikramiyeleri, kıdem tazminatları vb. kalemlerinde tasarruf; bu tasarrufun, re’sen emeklilik, ücretsiz izin, işten atma ve görevine son verme yoluyla işçi ve memur sayısının azaltılmasıyla göreceliliğin ötesinde mutlak miktarlarıyla sağlanması; tarıma yönelik destekleme alımı türünden sübvansiyonların kaldırılması; devletin, özelleştirmelerle sağlık ve eğitim gibi temel hizmet alanlarından çekilmesi; temel tüketim maddeleri üretimi ve alt yapı da içinde olmak üzere temel hizmetlere yönelik devlet yatırımlarının durması; sadece bunlar da değil, 2002 Bütçesi açısından son olarak gündeme sokulan, devletin köyişleri, karayolları, DSİ gibi temel hizmet birimlerinin büsbütün kapatılması... Bunlar, bugün burjuva “tasarrufçuluğu”nun, emeği ve zorunlu ihtiyaçlarını hedef alan başlıca önlemleri durumundadır.

 

Burjuvazinin geliştirmekte ve uygulamakta olduğu bu tutumda anlaşılmaz bir yön bulunmuyor. Ne denli aldatıcı propagandayla cilalanmaya çalışılırsa çalışılsın –ki, emekçilerin yalnızca haklarına değil, yaşamına, varlığına yönelik önlemler cila tutmamaktadır–, sayılan “tasarrufçu” uygulamaların gerçek içeriği; sanayi, tarım ve hizmet sektöründe emeğiyle geçinenlerin sırtından yerli ve yabancı tekelci sermayeye kaynak aktarılması, ülke ekonomisinin tarihinin en derin batağında, kriz ve borçlar çıkmazında, en pervasız ve hayasız yöntemlerle sermaye birikiminin olanaklarının genişletilmesidir.

Ancak bütün bu uygulamalar ve bizzatihi “devletin küçültülmesi” sorunun burjuvaca gündeme alınması ve tartışılmasının kendisi, aynı sorunun, dolayısıyla bizzat devlet ve iktidar sorununun, emeğin talepleri ve emekçi bakış açısından ele alınması, tartışılması ve tutum belirlenmesi bakımından işçi ve emekçilere çıkarılmış bir çağrı niteliği taşımaktadır.

 

“Devletin küçültülmesi” mi, ucuz devlet mi?

Evet, işçi sınıfı ve bütün emekçilerin çıkarı, durmadan yetkinleştirilmiş dev bir devlet aygıtında değildir. İşçi ve emekçilerin çıkarı, tamamen ucuz devletten yanadır. Üstelik, burjuvazi lafı ne denli dolandırırsa dolandırsın, ucuz devletten yana olmadığı gibi onu gerçekleştirme olanağına sahip de değildir. O, “devletin küçültülmesi” adına ne gerçek bir tasarruf ve ucuzluktan söz etmektedir ne de bu sözü edebilir. Yaptığı yapacağı, emeğin haklarına ve varlığına daha çok saldırmak ve zamanında emeğe verdiği tavizleri geri alarak, daha da ilerisine geçerek, yaşamı tüm emeğiyle geçinenlere bütünüyle zindan etmektir.

Dolayısıyla, “devletin küçültülmesi” adına burjuvazinin, ideologları, sözcüleri ve siyasi temsilci aracılıklarıyla dile getirdiği ve 2002 Bütçesi dolayısıyla pratiğe uygulamaya soyunduğu yaklaşım ve önlemler, iktisadi açıdan karşılanmak ve gereği yapılmak yanında politik açıdan da karşılanmak ve gereği yerine getirilmek zorunluluğu hasıl olmaktadır. “Devletin küçültülmesi” tez ya da talebi, onun gerçekleşme olanağının tartışılmasını, kaçınılmaz olarak politik bir tartışmayı zorunlu kılmaktadır.

 

Artık, işçi ve emekçiler haklarını yalnızca iktisaden savunmakla yetinebilmeyi kabul edebilecekleri sınırın ötesine itilmektedirler. Artık ücret ve maaşlar, kıdem tazminatları, sosyal haklar, destekleme alımları, taban fiyatları, yatırım ve istihdam sorunu salt iktisadi bir tartışma ve kavganın sorunları olmaktan, hükümetten hak talep etme sorunları olmaktan bizzat burjuvazinin kendisi tarafından mutlak olarak çıkarılmaktadır. Bu sorunların tartışılması ve çözümleri, öteden beri salt iktisadi değil ama aynı zamanda politik alanı ve tutumları ilgilendirmektedir.

 

Yakın zamana kadar özellikle sendikal bürokrasi, işçi ve emekçilerin hemen tüm sorunlarını –politik alanı ilgilendirdiğini reddedemediği durumlarda– hükümet ve hükümet üyeleriyle görüşme ve pazarlıkların konusu haline getirmeye yönelerek içeriğini ve elde edilme koşullarının en başında emeğin gücü ve mücadelesinin geldiği gerçeğini bozuşturmaya girişmiş; ama aynı zamanda bu sorunların politik niteliğini üstü örtülü ve çarpıtılmış haliyle de olsa kabul etmiş olmaktan kaçınamamıştır. Bu tutum, özellikle B. Meral eliyle sürdürülmektedir. Ancak, artık sendikal bürokrasi ve benzeri yaklaşıma sahip olanların, emekçilerin sorun ve taleplerini hükümetle pazarlıkların konusu, dolayısıyla sistem-içi sorunlar olarak görüp politik alanı, kendilerinin –ve sözcülüğünü yaptıkları işçi sınıfı ve emekçilerin– hükümetten hak talep etmeyle yetindikleri bir alan olarak, burjuvazi ve politik yosmalarına terkettikleri koşullar, bizzat burjuvazi tarafından kökünden dinamitlenmektedir. Sorunun, koca koca hizmet alanlarının –kuşkusuz tüm işçi ve hizmetlileriyle birlikte– tasfiyesi noktasına vardırılmış ve doğrudan “devletin küçültülmesi” olarak tanımlanmış ortaya konuluşu; artık hükümetle “al gülüm-ver gülüm” öpüşüp koklaşmalarını ve politik alanın burjuvazi ve politik temsilcilerine, düzen parti ve sözcülerine, parlamenter hokkabazlıklara bırakılmasını, geniş işçi ve emekçi yığınların gözünde geçersizleştirmektedir.

 

TÜSİAD ve benzeri sermaye örgütlerinin –kuşkusuz sadece kendi taleplerinin karşılanması bakımından hükümetten yakındıkları için değil ama– bu tehlikeyi görerek, politikacıların yetersizlik ve yeteneksizliklerini, “lider sultası”nın sözde politik alternatifler oluşturulmasının önünü kesiyor olmasını, dolayısıyla partiler ve seçim yasasının değiştirilmesini, hükümet bakımından “güven sorunu”nun ve parlamentonun itibarsızlaşmasının aşılması hesaplarıyla bir erken seçimi dillerine dolamaları, hatta daha ileriye giderek, sorunlarını politik boyutuyla ele alıp tartışmaya ve politika yapmaya mecbur olan ve böyle de yapmaya yönelen işçi ve emekçileri “içeriden” etkilemek üzere Emek Platformu’na katılma isteği göstermeleri, bu nedenle anlaşılmaz değildir. TÜSİAD Başkanı, Radikal’de yayınlanan söyleşisinde (26 Kasım, sf. 12), EP’na katılımını da izah etmek üzere, hükümete ve genel olarak siyasetçilere yönelik eleştirilerinin özünü şu sözlerle ortaya koyuyor: “Ancak bir noktaya geldikten sonra da yanlış olduğunu düşündüklerimizi kamuoyunun önünde söylememizde fayda var. Bu da bir nevi sübap yani. Tansiyonu indiriyoruz.”

 

TÜSİAD, TOBB ve benzeri sermaye örgütlerinin, politika alanına müdahale etme ve bizzat politika yapma, sorunlarını politik yönüyle ele alma ve tutum geliştirme yönelimindeki işçi ve emekçilere yeniden burjuva politikasını dayatma, onları burjuva partileri, parti ve seçim yasaları, erken seçim ve parlamentonun yenilenerek “iyileştirilmesi” ile meşgul etme, sonuç olarak düzen içinde oyalayarak düzeni politik bakımdan sorgulamaktan alıkoyma yönünde doğrudan çaba içine girmeleri; sermaye cephesi ile emek cephesinin giderek gerginleşen karşı karşıya gelişinin, emekçileri sermayenin politik etki ve kontrolü dışına çıkmaya yöneltmesinin dolaysız sonucudur. Devlete ve “küçültülmesi”ne dair başlatılan tartışmaların son derece pratik bir hal almasının, sermayenin topyekûn hayasız saldırılarıyla köşeye sıkıştırılmış işçi ve emekçiler üzerinde burjuva politikasının ve onun politik egemenlik aygıtının denetimi ve bu denetimin geleceği bakımından tahrip edici etkide bulunabilme olasılığının ciddiyeti, sermayenin en rafine örgütlerini duruma canhıraş müdahale etmeye yöneltmiştir. TÜSİAD ve TOBB gibi örgütleriyle sermaye, sanki Emek Platformu tamamen kendisini ve egemenliğini hedef almayı öngörmüyormuş gibi, bu platforma katılma peşine düşmüş, partiler ve seçim yasası değişikliği, erken seçim vb. gibi önerilerle bütünüyle burjuva parlamenter hayallerin yayılmasına, emekçiler bakımından hiçbir inandırıcılığı kalmamış hükümetin değiştirilmesini de kapsayan burjuva politikasının sistem-içi top zıplatmalarına bizzat girişmiştir. Yine sermayenin rafine sözcülerinden birinin kendi oğul ve kızlarını politika yapmaya çağırmasıyla birlikte ele alındığında, sermayenin politika alanındaki iflasının, politik temsilci ve hükümetlerinin aldatıcı yeteneklerinin sonuna geldiğinin, dolayısıyla durumun vehametinin bizzat kendi sözcüleri tarafından da görülmekte olduğunu ve tedbir alınmak üzere çaba içine girildiğini söyleyebiliriz. Ancak sermayenin, temsilcilerini yeterli görmeyerek, politikaya bu doğrudan müdahalesi de; işçi ve emekçiler bakımından, kendilerinin politika yapmak, aynı anlama gelmek üzere devlet işlerinin yürütülmesine, ülkenin yönetilmesine kafa yormak ve katılmak, bu durumda kuşkusuz devletin ne olup ne olmadığının yanında, iktidar olmanın ve kendi iktidarlarının ne anlama geldiğini düşünmek ve buna uygun davranmak zorunda olduklarını bir kez daha hatırlatacak yeni bir etken olmaktadır.

 

İşçi ve emekçilerin analarından emdiği sütü hayatın her alanı ve her adımında burnundan getiren, işten atan, ikramiyelere ve kıdem tazminatına el koyma peşindeki, hortumcu, spekülatör, kâr, faiz ve ranttan başka gözü bir şey görmeyen kapitalistler politikaya bunca ilgi gösteriyorsa işçi ve emekçi neden göstermesin, neden politikayı can düşmanı olduğu her adımda apaçık ortada olan kapitalistlere ve adamlarına bıraksın da, kendisi, kendi ekmeğinin, işinin, özgürlüğünün politikasını yapmaya, kendisinin ve ülkesinin kaderini eline almaya girişmesin? Bu zorunluluk, emek-sermaye cepheleşmesinin giderek sertleşmesi yanında, burjuvazinin politika yapmaya doğrudan heves etmesiyle de giderek daha çok sayıda işçi ve emekçi tarafından benimsenme eğilimindedir.

 

Bugünkü küreselci neoliberal burjuva “tasarrufçuluğu”nun bir unsuru olarak “devletin küçültülmesi” teori ve pratiği, dolaysız olarak emeği hedef almaktadır; bu yaklaşıma göre, emek yine bir taraftır, ancak, haklarına ve doğrudan kendisine saldırılmakla birlikte, edilgen, tam köleleşmeye mahkum edilen ve elinde avucunda olanın en son derecesine kadar gaspedilmeye ve sırtından sermayeye yeni kaynaklar oluşturulmaya çalışılan, ihtiyaçlarıyla, sesi ve soluğuyla dışlanan bir taraf. Oysa, taraf olan, gereğince taraf olmalıdır. Sırtından kaynaklar aktarılarak taraf oluşu teslim edilen emek, toplumsal bir kategori olarak işçi sınıfı ve emekçiler, kendi nesnel çıkarları bakımından, devletin küçültülmesi sorunu karşısında bir tutum almak durumundadırlar. Bu tutum ne olmalıdır? Ya da bir başka söyleyişle, kapitalistler ve sözcülerinin devletçiliği suçlarken her türden devletçiliği sosyalizme eşitleyerek göstermeye çalıştıkları gibi, sosyalizm ya da bilinçli işçi veya nesnel çıkarları itibarıyla işçi ve emekçiler, ağır, hantal, arpalıklar toplamı haline getirilmiş devasa bir devlet aygıtından mı yanadırlar yoksa basit ve ucuz bir devletten yana mı? Hangi tür devlet kimin devletidir? Ucuzluğu ileri sürülerek gerekçelendirilen “küçük” devlet aslında kimindir? Politik bakımdan hangi devlet demokratiktir, işçi ve emekçiler demokrasi mücadelelerini hangi devletle taçlandırmak, nasıl bir devlet iktidarı için mücadele etmek zorundadırlar?

 

Laf kalabalıklığı ve çarpıtmalar ortamında demokrasi sorunuyla birlikte devlet ve iktidar sorununun da, “devletin küçültülmesi” tartışmaları çerçevesinde yerli yerine oturması için uygun bir fırsat doğmuştur. Bu yerli yerine oturuş, gerekli olduğu kadar artık geniş çoğunluk açısından mümkün hale de gelmiştir. Bu, aynı zamanda, emeği dışlayarak tartışma ve uygulamalarının edilgen tarafı olarak kontrol altında tutma çabasında olan neoliberal “devlet küçültücülüğü”nün tersine, sermaye karşısında emeğin, kapitalistler karşısında işçi sınıfının, tüm inisiyatifi ve kendi politikasını yapan olanca pratik katılımıyla devlet ve iktidar sorununu tartışmakla kalmaması ama dışlandığı devlet işlerinin yürütülmesinde gerçek bir taraf olarak sorumluluk üstlenmesinin önünün açılması anlamına da gelecektir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

DEVLETİN KÜÇÜLTÜLMESİ SÖYLEMİYLE, GERÇEKTE AMAÇLANAN NEDİR?

 

DEVLETİN KÜÇÜLMESİ DEMEK NE DEMEKTİR?

 

DEVLET KÜÇÜLÜRSE NE OLUR?

 

DEVLETİN, EKONOMİDEN VE TEMEL HİZMETLERDEN EL ÇEKTİRİLMESİ İLE NİTELİĞİ, ADI VE ŞEKLİ NE OLUR?

 

ASLINDA KÜÇÜLEN NEDİR?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

DEVLETİN KÜÇÜLTÜLMESİ SÖYLEMİYLE, GERÇEKTE AMAÇLANAN NEDİR?

 

DEVLETİN KÜÇÜLMESİ DEMEK NE DEMEKTİR?

 

DEVLET KÜÇÜLÜRSE NE OLUR?

 

DEVLETİN, EKONOMİDEN VE TEMEL HİZMETLERDEN EL ÇEKTİRİLMESİ İLE NİTELİĞİ, ADI VE ŞEKLİ NE OLUR?

 

ASLINDA KÜÇÜLEN NEDİR?

 

 

Aslında böyle güzel ve güncel bir konuyu önümüze getirip bizlerle tartışma ve düşünce paylaşımı olanağı sunan arkadaşımız sayın seDatsan'a teşekkür etmek sanıyorum anlamlı olacaktır...

Yıllardır sürdürülen politikalar, sosyal projeler, toplumsal yapı ve ekonomik oluşumlar tam da burada ve bu amaç uğrana kesişen bir toblonun göstergesi gibi... Üzerinde durulması, düşünülmesi, kafa yorulması ve herşeyi ile sorgulanması gereken bir harika bir konu...

 

Kısaca düşüncelerimi zaman azlığımdan dolayı şöyle anlatabilirim sayın seDatsan

 

Her 100 kişiden 10.5'i işsiz diyenlere... ''Olsun, ekonomi son iki yıldır sürekli büyüyor ya siz ona bakın'' dedirtebilmektir... Eğitimli her 3 gençten 1'i işsizmiş diyenlere de.. ''Olsun, kişi başına gelir yüzde 30 arttı ya sen ona bak'' diye böbürlendirebilmektir... Eğitimi, Okulu, Hastane paralı yapabilmek ve bunları yerli ve yabancı işbirlikçilerine teslim edip sadece onların hukuksal, sosyal ve ekenomik güvenliğini sağlamaktır DEVLET KÜÇÜLMESİ, KÜÇÜLMENİN AMACI...

 

DEVLET KÜÇÜLÜRSE İSE VE ASLINDA KÜÇÜLEN İSE; ''Küçülen devlet değil, sosyal adaleti sağlayan; çoğulcu, eşitlikçi ve katılımcı demokrasinin gereklerini yerine getiren; parlamentosuyla, kamusal kurum ve kuruluşlarıyla ülkenin varlığını tekelci sermayenin güdümünden kurtaran; halkın gönencini, mutluluğunu ve özgürce yaşam koşullarını amaçlayan; saygın, adil, insan onurunun koruyucusu ve bireysel inisyatifi özendirici devlet anlayışı küçülmektedir...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 4 hafta sonra...

Neo liberal iktisat ve iktisatcılar

Yrd.Doç.Dr.Cem DOĞAN

Mustafa Kemal Üniv. İİBF

 

Bilindiği üzere genelleştirmeler içinde yanılgı barındırır. Ancak iktisat ve iktisatçılarla ilgili olarak bazı şeyleri yeniden tartışabilmek için ister istemez genelleştirme yapmak gerekiyor. Yaşamımıza yön veren değerler giderek daha fazla parasallaştıkça iktisadın ve iktisatçıların önemi arttı. Ancak iktisada ve iktisatçılara atfedilen önem arttıkça hem bu önemi atfedenler hem de kendisine önem atfedilen iktisatçılar değersizleşti. İktisat ile iktisatçılar arasında, iktisat, iktisatçılar ve toplum arasında giderek genişleyen bir makas, bir yabancılaşma hali yaşanmaya başlandı. Bu değersizleşme sürecini iktisadın kapsam ve içeriğinden, iktisatçıların tutum ve söyleminden, "mesleğe" yabancı olanların iktisat ve iktisatçılardan beklediklerinden yola çıkarak belirlemek olası.

 

Örneğin merkez ülkelerini "gelişmiş ülkeler", çevre ülkeleri "gelişmekte olan ülkeler" olarak kavramsallaştırıp, söz konusu ülkeler arasındaki ilişkiyi emperyalizm sözcüğü ile değil "küreselleşme" sözcüğü ile açıklamak iktisatçılar arasında yaygın bir tutum haline gelmiştir. Ki bu tutum neo liberal istem ve niyetlere göre şekillendirilmeye çalışılan ekonomik yapının gereksinimlerine denk düşen bir tutumdur. Çünkü emperyalizm sözcüğünü kullandığınız takdirde emperyal bir gücü ve bu gücün emperyalist politikalarını uygulayabileceği bir alanı tarif etmiş olursunuz. Bir başka söylemle bu kavramın öznesi de nesnesi de bellidir. Oysa küreselleşme sözcüğü özneyi de nesneyi de, özne ile nesne arasındaki ilişkiyi de muğlaklaştıran, onları bir ve aynı şeylermiş gibi algılatan bir içeriğe sahiptir. Bu süreçte birçok iktisatçıdan duyduğumuz; dünyanın artık global bir köye dönüştüğü, bu köyün yaşam tarzının karşılıklı bağımlılık olduğu gibi söylemler tam da bulanıklaştırılan, belirsizleştirilen ilişkileri kalıcı kılmaya yönelik söylemlerdir.

Söz konusu iktisatçıların, iktisadın kapsamına yönelik müdahaleleri de doğal olarak bu söyleme uygun bir biçime dönüştürülmüştür. Bu bağlamda iktisat fakültelerinin bir çoğunda anlatılan iktisat nerede ise her şeyi "veri" olarak almaktadır.

 

Her şeyin veri olarak kabul edildiği böylesi bir analiz tek tek bireyleri kapsamakta, bu kapsamın içeriği de tüketicilerin faydalarını, üreticilerin de kazançlarını nasıl en çoklaştırdıklarını açıklayan teorilerle doldurulmaktadır. Böylelikle iktisat salt hazza, zevke hizmet eden bir bilim haline dönüştürülmektedir. İçerik ve kapsam açısından bir başka önemli özellik ise iktisada ve hayata dair her şeyin ölçülebilir, sayılabilir, hesaplanabilir olmasıdır. Bunun için matematiğin, istatistiğin ve ekonometrinin yoğun bir biçimde kullanılması esastır. "Meslekten" olanların bile anlamakta çok zorlandığı teorik çalışmalarla sadece seçkinlerin bildiği ama başkalarının bilemediği ayrı bir dil yaratılarak, iktisadın ve iktisatçının kutsanması için gereken koşullar hazırlanmıştır. Dolayısıyla aslında bu koşullar neo liberal eksende oluşturulmuş entelektüel bir diktatörlüğü tahkim etmeye olanak sağlamıştır. Bu diktatoryal ortamda ise sadece bilenlerin bildiği ve belirlediği, bilmeyenlerin ise onlara tabi olduğu eşitsiz bir ilişki yaratılmıştır. İktisatçılar bilmektedir çünkü ölçmüşlerdir, hesaplamışlardır ve sürekli bir biçimde sayılarla konuşmaktadırlar. Diğerleri ise ölçemezler, hesaplayamazlar ve sayamazlar.

 

KATİLİNE AŞIK KURBANLAR!

Eğitim kurumları ve medya tarafından "şeyleştirilmiş" kitlelerin, iktisat ve iktisatçılara biçtikleri önem ise adeta katiline aşık olan kurban düzeyine gelmiştir. Bilgiyi üretmek ve kullanmak yeteneğinden giderek uzaklaştırılan insanlar yoksulluğu, eşitsizliği kaderin cilvesi, yeteneksizlik, girişimci ruh eksikliği gibi nedenlerle açıklamak zorunda bırakılmışlardır. İnsanal yaşama dair sorunlar hakim iktisadi anlayışın yarattığı sistemden değil bu sistemin işleyişine uyum sağlayamamaktan kaynaklıdır. Sistemin cisimleştiği yapı piyasa mekanizması olunca benimsenmesi gereken düstur "piyasanın ürkütülmemesi" olarak sloganlaştırılmaktadır. Esas itibari ile bu mekanizmasının kendisine içkin krizlerin varlığının baş sorumlusu da onun derinliğini ve kırılganlığını fark edemeyen yığınlar olmaktadır. O halde yapılacak en iyi şey bir köşeye çekilip piyasayı sarsacak etkinliklerden uzak durmaktır. Piyasa ile yığınlar arasındaki uzaklık ise bu iktisatçılardan gelecek "müjdeli" haberlerle aşılacaktır. "Şimdi bunu alma şunu satma zamanı", "en çok getiri şu finans aracında, şimdi buna çaba harcayın", "borsa şu zaman inecek, bu zaman çıkacak" gibi söylemler bu süreçte çok sıkça karşılaşılan iktisadi referanslardır. İnsanlar yaşadıkları "çileli hayatları" ancak bu referanslar sayesinde aşabileceklerinden kitlesel ve örgütlü bir güç oluşturmak için harcayacakları çabanın beyhudeliği ortadadır. Bu yüzden sendikalı olmak, sendika kurmaya çalışmak için zaman harcamak yerine bu iktisatçıların anlattıklarını dinlemeye daha fazla zaman ayırmak daha anlamlıdır. Böylece "homo economicus" bireyler "fakir fukara edebiyatı" yapmak yerine uzman ekonomistlerden aldıkları tüyolar sayesinde içinde bulundukları asimetrik bilgi ortamından kurtulup spekülasyona, döviz bürolarına, mevduatlarına daha fazla faiz sağlayan bankalara yönlendirilmişlerdir.

 

Gelinen noktada hakim iktisat anlayışının ve bu anlayışın meşhur iktisatçılarının önerdiği hiçbir iktisat politikasının ya da en iyi politika politikasızlıktır önermesinin insanların temel sorunlarına kalıcı çözümler üretmediği çok açıktır. Ahmet Çakmak'ın yerinde ifadesi ile insanlık ailesi bu iktisatçılar tarafından önce bir labirentin içine sokularak oralarda dolaştırılmakta ve bu labirentin içinde "körleştirme" operasyonuna tutulmaktadırlar. Bu operasyon ile hem sitemin kendisine yöneltilebilecek tepkiler soğrulmakta hem de sistemin devamı ve güvenliği koruma altına alınmaktadır. Aynı iktisatçılar çok sıkıştıkları anlarda ise "biz tahlil yaparız gerisini siyasetçilere bırakırız" diyerek sorumluluklarından sıyrılmaktadırlar.

 

Krizin öznesinin ve ortaya çıkış koşullarının daha da belirsizleştiği böylesi anlarda ise iktisatçılar, iktisadi gidişata dair tahminlerini tamamen unutmakta ve her krizin ardından yaşanan gelir dağılımın daha fazla bozulması, işsizlik, reel ücretlerde yaşanan gerilemeler ve benzeri sonuçları ise piyasa mekanizmasının doğal bir sonucu olarak kabul edip, açıklamaları ile eşitsizliği kristalize etme yolunu tercih etmektedirler. Krizin mağduriyetini yaşayanlar ise, kendilerine önerilen iktisadi tutumlar nedeni ile yaşadıkları alt üst oluşun üstesinden gelebilmek için piyasanın kendisi ile hesaplaşmak yerine insani varlıklarını ayakta tuttuğunu düşündükleri ırklarına, dinsel inançlarına daha fazla bağlanarak aşmaya çalışmaktadırlar. Oysa böyle davranarak kendilerini nesneler dünyasına daha fazla mahkum ederek insani var oluşlarını daha fazla yoksunlaştırmaktadırlar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 3 hafta sonra...

Kamunun yeniden yapılandırılması süreci, Türkiye'nin dünya kapitalizmine uyumu amacıyla 1979 IMF Stand By düzenlemesi ve 1980 Dünya Bankası "Yapısal Uyum Kredisi" ile başlamıştır. 1980’li yıllarda başlatılan “liberal ekonomiye geçiş” uygulamalarının son ayağını, bugün kamu emekçilerinin gündemini oluşturan “Kamu Yönetimi Reformu” oluşturmaktadır.

 

Uygulanmaya çalışılan bütün düzenlemelerin temelinde, kamunun ve kamu hizmetlerinin ÖZELLEŞTİRİLMESİ, kamusal alanın bütünüyle “piyasa ilişkileri”ne terk edilmesi vardır. Kamuya ait işletmelerin özelleştirilmesiyle başlayan süreç, bugün eğitim, sağlık gibi temel kamu hizmetlerinin “piyasa”ya açılması, dolayısıyla özelleştirilmesi sürecini gündeme getirmiştir.

‘Reform’un amacı, kamu emekçilerin ekonomik-sosyal haklarını tasfiye ederek yerine, sermaye sınıflarının “doğrudan” yönetiminde, yeni bir devlet yapılanması gerçekleştirmektir. Yapılmak istenen değişikliklerin temelinde, son yıllarda sık sık yaşanan krizleri aşmanın çaresi olarak gösterilen “kapitalizmin yeniden yapılanması” ihtiyacı bulunmaktadır.

 

Yeniden yapılanma süreci, sadece teknik-yönetsel gerekliliklerden kaynaklanmamaktadır. Kapitalist sistem için sözü edilen ve kaçınılmaz olarak değerlendirilen dönüşüm, en kısa biçimde ifade etmek gerekirse, sistemin 1970’lerde başlayan ve halen devam eden evrensel krizine karşı oluşturulan bir “manevra” olarak değerlendirilebilir. Kapitalist sistemi içinde bulunduğu krizden kurtarma amacı taşıyan ve kaçınılmaz olduğu savunulan tüm bu tartışmaların siyasal boyutu ise konunun bir başka yönünü oluşturur. Yeni sağ olarak adlandırılan ve kaynaklarını neo-liberalizmden alan “yeniden yapılanma” kavramı bu anlamda sadece dönüşüm sürecini ifade eden bir kavram değil, aynı zamanda siyasal bir yaklaşım, kapitalizme özgü bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim, başta IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) olmak üzere, çeşitli uluslararası emperyalist kuruluşlar, adeta zorunlu bir çerçevede sistemlerin yeniden yapılanmasına dünya çapında geçerlik kazandırmanın araçları konumundadır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

“Devletin küçültülmesi” mi, ucuz devlet mi?

Evet, işçi sınıfı ve bütün emekçilerin çıkarı, durmadan yetkinleştirilmiş dev bir devlet aygıtında değildir. İşçi ve emekçilerin çıkarı, tamamen ucuz devletten yanadır. Üstelik, burjuvazi lafı ne denli dolandırırsa dolandırsın, ucuz devletten yana olmadığı gibi onu gerçekleştirme olanağına sahip de değildir. O, “devletin küçültülmesi” adına ne gerçek bir tasarruf ve ucuzluktan söz etmektedir ne de bu sözü edebilir. Yaptığı yapacağı, emeğin haklarına ve varlığına daha çok saldırmak ve zamanında emeğe verdiği tavizleri geri alarak, daha da ilerisine geçerek, yaşamı tüm emeğiyle geçinenlere bütünüyle zindan etmektir.

Dolayısıyla, “devletin küçültülmesi” adına burjuvazinin, ideologları, sözcüleri ve siyasi temsilci aracılıklarıyla dile getirdiği ve 2002 Bütçesi dolayısıyla pratiğe uygulamaya soyunduğu yaklaşım ve önlemler, iktisadi açıdan karşılanmak ve gereği yapılmak yanında politik açıdan da karşılanmak ve gereği yerine getirilmek zorunluluğu hasıl olmaktadır. “Devletin küçültülmesi” tez ya da talebi, onun gerçekleşme olanağının tartışılmasını, kaçınılmaz olarak politik bir tartışmayı zorunlu kılmaktadır.

 

Artık, işçi ve emekçiler haklarını yalnızca iktisaden savunmakla yetinebilmeyi kabul edebilecekleri sınırın ötesine itilmektedirler. Artık ücret ve maaşlar, kıdem tazminatları, sosyal haklar, destekleme alımları, taban fiyatları, yatırım ve istihdam sorunu salt iktisadi bir tartışma ve kavganın sorunları olmaktan, hükümetten hak talep etme sorunları olmaktan bizzat burjuvazinin kendisi tarafından mutlak olarak çıkarılmaktadır. Bu sorunların tartışılması ve çözümleri, öteden beri salt iktisadi değil ama aynı zamanda politik alanı ve tutumları ilgilendirmektedir.

 

Yakın zamana kadar özellikle sendikal bürokrasi, işçi ve emekçilerin hemen tüm sorunlarını –politik alanı ilgilendirdiğini reddedemediği durumlarda– hükümet ve hükümet üyeleriyle görüşme ve pazarlıkların konusu haline getirmeye yönelerek içeriğini ve elde edilme koşullarının en başında emeğin gücü ve mücadelesinin geldiği gerçeğini bozuşturmaya girişmiş; ama aynı zamanda bu sorunların politik niteliğini üstü örtülü ve çarpıtılmış haliyle de olsa kabul etmiş olmaktan kaçınamamıştır. Bu tutum, özellikle B. Meral eliyle sürdürülmektedir. Ancak, artık sendikal bürokrasi ve benzeri yaklaşıma sahip olanların, emekçilerin sorun ve taleplerini hükümetle pazarlıkların konusu, dolayısıyla sistem-içi sorunlar olarak görüp politik alanı, kendilerinin –ve sözcülüğünü yaptıkları işçi sınıfı ve emekçilerin– hükümetten hak talep etmeyle yetindikleri bir alan olarak, burjuvazi ve politik yosmalarına terkettikleri koşullar, bizzat burjuvazi tarafından kökünden dinamitlenmektedir. Sorunun, koca koca hizmet alanlarının –kuşkusuz tüm işçi ve hizmetlileriyle birlikte– tasfiyesi noktasına vardırılmış ve doğrudan “devletin küçültülmesi” olarak tanımlanmış ortaya konuluşu; artık hükümetle “al gülüm-ver gülüm” öpüşüp koklaşmalarını ve politik alanın burjuvazi ve politik temsilcilerine, düzen parti ve sözcülerine, parlamenter hokkabazlıklara bırakılmasını, geniş işçi ve emekçi yığınların gözünde geçersizleştirmektedir.

 

TÜSİAD ve benzeri sermaye örgütlerinin –kuşkusuz sadece kendi taleplerinin karşılanması bakımından hükümetten yakındıkları için değil ama– bu tehlikeyi görerek, politikacıların yetersizlik ve yeteneksizliklerini, “lider sultası”nın sözde politik alternatifler oluşturulmasının önünü kesiyor olmasını, dolayısıyla partiler ve seçim yasasının değiştirilmesini, hükümet bakımından “güven sorunu”nun ve parlamentonun itibarsızlaşmasının aşılması hesaplarıyla bir erken seçimi dillerine dolamaları, hatta daha ileriye giderek, sorunlarını politik boyutuyla ele alıp tartışmaya ve politika yapmaya mecbur olan ve böyle de yapmaya yönelen işçi ve emekçileri “içeriden” etkilemek üzere Emek Platformu’na katılma isteği göstermeleri, bu nedenle anlaşılmaz değildir. TÜSİAD Başkanı, Radikal’de yayınlanan söyleşisinde (26 Kasım, sf. 12), EP’na katılımını da izah etmek üzere, hükümete ve genel olarak siyasetçilere yönelik eleştirilerinin özünü şu sözlerle ortaya koyuyor: “Ancak bir noktaya geldikten sonra da yanlış olduğunu düşündüklerimizi kamuoyunun önünde söylememizde fayda var. Bu da bir nevi sübap yani. Tansiyonu indiriyoruz.”

 

TÜSİAD, TOBB ve benzeri sermaye örgütlerinin, politika alanına müdahale etme ve bizzat politika yapma, sorunlarını politik yönüyle ele alma ve tutum geliştirme yönelimindeki işçi ve emekçilere yeniden burjuva politikasını dayatma, onları burjuva partileri, parti ve seçim yasaları, erken seçim ve parlamentonun yenilenerek “iyileştirilmesi” ile meşgul etme, sonuç olarak düzen içinde oyalayarak düzeni politik bakımdan sorgulamaktan alıkoyma yönünde doğrudan çaba içine girmeleri; sermaye cephesi ile emek cephesinin giderek gerginleşen karşı karşıya gelişinin, emekçileri sermayenin politik etki ve kontrolü dışına çıkmaya yöneltmesinin dolaysız sonucudur. Devlete ve “küçültülmesi”ne dair başlatılan tartışmaların son derece pratik bir hal almasının, sermayenin topyekûn hayasız saldırılarıyla köşeye sıkıştırılmış işçi ve emekçiler üzerinde burjuva politikasının ve onun politik egemenlik aygıtının denetimi ve bu denetimin geleceği bakımından tahrip edici etkide bulunabilme olasılığının ciddiyeti, sermayenin en rafine örgütlerini duruma canhıraş müdahale etmeye yöneltmiştir.

 

TÜSİAD ve TOBB gibi örgütleriyle sermaye, sanki Emek Platformu tamamen kendisini ve egemenliğini hedef almayı öngörmüyormuş gibi, bu platforma katılma peşine düşmüş, partiler ve seçim yasası değişikliği, erken seçim vb. gibi önerilerle bütünüyle burjuva parlamenter hayallerin yayılmasına, emekçiler bakımından hiçbir inandırıcılığı kalmamış hükümetin değiştirilmesini de kapsayan burjuva politikasının sistem-içi top zıplatmalarına bizzat girişmiştir. Yine sermayenin rafine sözcülerinden birinin kendi oğul ve kızlarını politika yapmaya çağırmasıyla birlikte ele alındığında, sermayenin politika alanındaki iflasının, politik temsilci ve hükümetlerinin aldatıcı yeteneklerinin sonuna geldiğinin, dolayısıyla durumun vehametinin bizzat kendi sözcüleri tarafından da görülmekte olduğunu ve tedbir alınmak üzere çaba içine girildiğini söyleyebiliriz. Ancak sermayenin, temsilcilerini yeterli görmeyerek, politikaya bu doğrudan müdahalesi de; işçi ve emekçiler bakımından, kendilerinin politika yapmak, aynı anlama gelmek üzere devlet işlerinin yürütülmesine, ülkenin yönetilmesine kafa yormak ve katılmak, bu durumda kuşkusuz devletin ne olup ne olmadığının yanında, iktidar olmanın ve kendi iktidarlarının ne anlama geldiğini düşünmek ve buna uygun davranmak zorunda olduklarını bir kez daha hatırlatacak yeni bir etken olmaktadır.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.