Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Kurandaki Bilgilerin Kaynağı


Misafir yersoy

Önerilen İletiler

Kuranın bir bilgi kaynağı olup olmadığı ve bilimsel yanı diğer forumlarda oldukça tartışıldı sanırım. Kuranın bir bilgi kaynağı olması konusunda da (her ne kadar itiraz etsem de, öyle olduğunu kabul etmiştim) sanırım herkes hemfikir...

 

Peki Kuranda geçen (doğru yada yanlış) bilgileirn kaynağı acaba Muhammed'e gökten mi inmişti? Yani görünmez güçler tarafından mı yollandı? Yoksa, acaba bu bilgilerin neredeyse tümünü, 1400 yıl öncesine kadar birkmiş olan bilgilerden elde edebiliyor muyuz? Diğer bir değişle, acaba bu bilgiler bir derleme mi?

 

Konuya iki örnek vererek başlamak istiyorum...

 

Bunlardan birincisi yine forumlarda daha önce tartışma konusu yaratan dağların jeolojik pozisyonu ile ilgili. Diğeri de Nuh Tufanı ile ilgili...

 

1. Dağların konumları

 

Kuranda der ki:

 

Hicr 19. Yeri uzatıp yaydık, orada sabit dağlar yerleştirdik, yine orada miktarı ve ölçüsü belirli olan şeyler bitirdik.

 

Lokman 10. O, gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı, sizi sarsmasın diye yere de ulu dağlar koydu ve orada her çeşit canlıyı yaydı. Biz gökyüzünden su indirip, orada her faydalı nebattan çift çift bitirdik.

 

Fussilet 10. O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti.

 

Neml 88. Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.

 

Şimdi bu ayetlerde hemen bir çelişki göze batmakta... Dağlar sabit mi? yoksa değil mi? Biz çelişkiden kurtulmak için en çok kullanılan sıfatı alalım (Gerçi her iki yorumun da uçları o kadar açık ki). Yani bütün şekliyle okunduğunda sanki dağların yere çakılan kazık misali sarsıntıyı önleyici özellikleri olduğu sanılmakta.

 

Geçende TengeriinBoşig'in bir iletisinde geçen İslamdan önce Türklere ait bir söz vardı:

 

İslamdan önceki Türklerde şöyle bir söz vardır (Kaynak= Bahaeddin Ögel: Çince bilip eski Çince kaynakları okuyabilen tek Türk Bilim adamıdır, ilerde ikincisi olmayı ümit ediyorum. :) )

"Tengri, tag birle yerig basurdı - Tanrı, dağ ile yeri bastırdı (ve daha sağlam yaptı)."

"Yer basrukı tag, Budun basrukı beg - Yerin baskısı dağdır (yeri sağlam yapan), budunun baskısı beydir."

 

Dağın yeri tutması (kazık gibi çakılmış olması) ile ilgili size bir şey çağrıştırdı mı acaba?

Yani Peygamberlerin bildirdikleri, aslında o dönemlere ait

Gerçek olduğu düşünülen ve yine Maddeye dayalı verilerdir...

(Övünmek değil amacım ve yaptığım kesinlikle öyle bir şey değil ama bir dinin bilimsel eleştirisi emin olun ki ancak böyle olur.)

 

 

Bu durum açıkça göstermektedir ki, Kuranda dağlar ve konumları hakkındaki bir çok bilgi belk de eski Türklerden kalma sözlere dayanmaktadır. Muhammed de bunu duymuş olmalı, ki bu çok zor bir şey değil...

 

 

2. Nuh Tufanı

 

Nuh Tufanı ile ilgili bir şeyler araştırırken bakın karşıma nasıl bir site ve nasıl söylemler çıktı:

 

Sitede dinazor fosillerini bulma sebebimiz Nuh Tufanına bağlanmakta

 

ALINTI: (http://www.answersingenesis.org/translations/turkish_dinosaurs.asp)

 

 

Neden dinozor fosillerini buluyoruz?

 

Yaratılış kitabının altıncı bölümünde, bütün canlı varlıkların (insan ve hayvanlar) «ne denli bozulduğunu» okuyoruz (Yaratılış [Tekvin] 6:12). Büyük olasılıkla insanlar ve hayvanlar birbirlerini öldürüyorlardı. Belki dinozorlar da diğer hayvanları ve insanları öldürüyorlardı. Ne de olsa Kutsal Kitap dünyanın «bozulduğunu ve kötü olduğunu» açıklıyor.

 

Bu kötülük yüzünden, Tanrı Nuh adında bir Tanrı adamını, dünyayı bir tufanla (büyük sel baskınıyla) yok edeceği konusunda uyardı (Yaratılış [Tekvin] 6:13). Bu nedenle Tanrı, Nuh’a büyük bir gemi yapması için buyruk verdi. Bu gemi aracılığıyla karada yaşayan bütün hayvan türleri (dinozorlar da içinde olmak üzere) ve Nuh’un ailesi tüm dünyayı yok edecek olan tufandan sağ kurtulacaklardı (Yaratılış [Tekvin] 6:14–20).

 

Tanrı, Nuh’un gemisine karada yaşayan istisnasız her hayvan türünden—çoğundan ikişer ama bazılarından yedişer tane—gönderdi (Yaratılış [Tekvin] 7:2–3; 7:8–9). Bu nedenle dinozorlar da o gemide bulunmuş olmalı. Bu kocaman gemide çok büyük hayvanlar için özel büyük odalar bulunmasına karşın, Tanrı belki genç yetişkinleri gemiye yollamıştır. Büyümeleri için yeterince yer vardı.

 

Peki öyleyse, gemiye binmeyen diğer hayvanlara ne oldu? Çok basit, boğuldular. Kaynayıp azgınlaşarak yeryüzünü kaplayan sular yüzünden oluşan tonlarca çamur birçok hayvanı toprağa gömdü (Yaratılış [Tekvin] 7:11–12,19). Bu ansızın oluşan gömülme nedeniyle, çok sayıda hayvan fosil olarak yer altında korundu. Bu durumda bu çamurun oluşturduğu kaya katmanları arasına gömülmüş milyarlarca ölü varlığın kanıtı dünyanın her tarafında bulunabilmeli. Durum gerçekten de beklendiği gibidir.

 

Bu arada, Nuh’un zamanında gerçekleşen bu tufan büyük olasılıkla 4500 yıl önce olmuştur. Yaratılışçılar dünyanın her yanında ortaya çıkarılan birçok fosil katmanının bu olay sonucunda oluştuğuna inanır . (Öteki fosil katmanları da büyük tufandan sonra yerine oturmaya başlayan yeryüzünde oluşan diğer sel baskınlarından ötürü oluşmuşlardır). Bu yüzden, bu büyük tufanın sonucunda oluşan dinozor fosilleri büyük olasılıkla ileri sürüldüğü gibi milyonlarca değil, sadece yaklaşık 4500 yıl öncesine dayanır.

 

Şimdi ben burada dinazorların yaşları ve Nuh Tufanı'nın oluş zaman hakkındaki çelişkiye girmeyeceğim. Jeolojik olarak bunun İMKANSIZ olduğu zaten bellidir. Nitekim, yalanlanılan jeolojinin yine kendilerini haklı çıkarmaları için kullanılması ne kadar da tuaf değil mi? Madem jeolojinin kuralları geçersiz, elde ettiği yaşlar yanlış, çalışma prensipleri uyduruk; sen ne diye jeolojiyi kullanırsın kendini ispatlamak adına?

 

Burada çelişkili durumlardan birisi de tufanın evrensel oluğ olmadığıdır. Bu kaynağa göre, eğer tufan evrensel olmasaydı, dünyanın her tarafında dinazor fosilleri bulamazdık. Daha doğrusu şöyle söyleyeyim: Dinazorların evrensel yok oluşları bu olaya bağlanıyorsa, bu olay evrenseldir...

 

Şimdi başka bir kaynağa bakalım:

 

ALINTI: -http://www.kuranmucizeleri.com/gecmis_06.html-

Mümin 27. Böylelikle Biz ona: 'Gözetimimiz altında ve vahyimizle gemi yap. Nitekim Bizim emrimiz gelip de tandır kızışınca, onun içine her ikişer çift ile, içlerinden aleyhlerine söz geçmiş onlar dışında olan aileni de alıp koy; zulmedenler konusunda Bana muhatap olma, çünkü onlar boğulacaklardır' diye vahyettik.

 

Açıklama: Hz. Nuh'un gemisine binmiş olanlar dışında -Hz. Nuh'un, yakındaki bir dağa sığınarak kurtulacağını sanan "oğlu" da dahil olmak üzere- tüm kavim suda boğulmuştur. Tufan sonucunda sular çekilince gemi, Kuran'da bildirildiğine göre, Cudi'ye -yani yüksekçe bir yere- oturmuştur

 

Hud 44. Denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut.' Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cudi üstünde durdu ve zalimler topluluğuna da: 'Uzak olsunlar' denildi.

 

Açıklama: Allah'ın indirdiği ve tahrif edilmemiş tek kutsal kitap olan Kuran'da, Tufan olayı, Tevrat'ta ve çeşitli kültürlerde geçen Tufan anlatımlarından çok daha farklı bir biçimde aktarılmaktadır. Tahrif edilmiş olan Tevrat'ta bu tufanın evrensel olduğu ve tüm dünyayı kapladığı söylenir. Oysa Kuran'da Tufan'ın evrensel olduğu şeklinde bir ifade yoktur. Aksine ilgili ayetlerden Tufan'ın yöresel olduğu ve tüm dünyanın değil, sadece Hz. Nuh'u yalanlayan kavmin cezalandırıldığı anlaşılmaktadır. Helak olanlar Hz. Nuh'un tebliğini reddeden ve isyanda direten kavimdir.

Görüldüğü gibi Kuran'da tüm dünyanın değil, sadece Nuh kavminin helak edildiği bildirilmektedir. Tahrif edilmiş Tevrat ve İncil'deki izahların düzeltilmiş gerçek hallerinin aktarılması da Kuran'ın bütünüyle Allah Katından gönderilen bir Kitap olduğunu kanıtlamaktadır. Tufan'ın gerçekleştiği düşünülen arkeolojik bölgede yapılan kazılar da, Tufan'ın tüm dünyayı kaplayan evrensel bir olay değil, Mezopotamya'nın bir bölümünü etkisi altına almış olan çok geniş bir afet olduğunu göstermektedir.

 

Görüldüğü gibi yine bir çok çelişkiyi barındıran İslami kaynaklardan, en azından Nuh Tufanı'nın arkeolojik olarak ispatlandığını ve bunun yaklaşık 4500 sene önce meydana geldiğini filan öğrenmekteyiz. Kısaca Nuh Tufanı adıyla bilinen hikaye ya da söylence 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde bile yaygın olarak anılmaktadır, çünkü gerçek bir doğa olayının tarihsel kaydını içerir ve ayrıca bu hikaye ahlaki bir önem taşımaktadır (hem Kuranda hem de önceki kutsal kitaplarda).

 

Nuh Tufanı söylencesinin biraz daha tarihine bakalım isterseniz...

 

Tıpkı Kuran için olduğu gibi, diğer kutsal kitaplar için de bunların doğruyu söylediğine dair veriler araştırılmıştır. Kuzey Avrupa’da buzul dönemi kalıntıları kutsal kitaplardaki tufanın izleri olarak yorumlandı.

 

Eski Antlaşmadaki Tufan söylencesi iki kaynağın bileşimidir. Yehovacılar’a göre kırk gün, din adamları okuluna göre ise 150 gün süren bir tufan sözkonusudur. Nuhun gemisinin Ağrı dağının tepesine koyuluşu yalnızca Yehovacıların anlatısında yer alır.

 

Söylencenin izi Asurbanipal’in Ninova kitaplığında ele geçen Gılgamış destanındaki Babil anlatısına kadar sürdürülebilir. Ve bu anlatımın, Sümerlerin çok daha erken tarihli, büyük olasılıkla İÖ 3400 yılından öncelere giden bir öyküsünden kaynaklandığı sanılıyor. Babil anlatısında Utnapiştim adında bir adama, Sümer anlatısında ise Ksisutrus adındaki bir adama, tanrı (deniz tanrısı), insanlığın işlediği günahlar yüzünden yakında patlayacak bir tufanı haber verir. Adam bir gemi yapıp ailesi ve hayvanlarıyla tufandan kurtulur. Suyun gökten boşanmak yanında yerin altından doğduğu anlatılmaktadır.

 

Avusturyalı yerbilimci Eduard Suess (1904) konuyu incelemiş ve şu doğalcı açıklamayı yapmış: “Tufan, bir yersarsıntısı ile Basra Körfezini havaya savuran şiddetli bir kasırganın üst üste gelmesinin sonucuydu. İlkten gelen öncü sarsıntılar adamın ailesini ve hayvanlarını kurtarabilecek kadar büyük bir gemi yapma fikrini geliştirdi. Sonra ana yer sarsıntısı geldiğinde hazırlıklı bulundu ve dev bir tsunamiye kapılıp kuzeye doğru sürüklendi. Günümüz Irak ovalarını geçerek kuzeydeki dağlara takıldı”. Ağrı dağına sürüklenmiş olması şüpheyle karşılanabilir… Suess, yerden su fışkırması olayının “büyük nehirlerin birikinti ovalarında yersarsıntısıyla eş zamanlı” görülen bir olay olduğuna dikkat çekti.

 

Böyle bir afetin varlığı kutsal kitaplardaki metinlere geçmiş. Ama tümüne karşı doğalcı açıklamalar getirilebilir (Suess’inki tam doğru olmasa bile).

 

Felaketin ardından yaşamda kalmayı başaran Sümerlerin ve Babillerin olaylara ilişkin düşüncelerini kim bilebilir? Afetin, onların gözünde de ahlaki bir ileti içerdiği varsayılabilir.

(David Oldroyd un Yerküre isimli kitabından)

 

 

Görüldüğü gibi bu şekilde ele alındığında, Kurandaki bir çok metnin aslında, yazıldığı döneme kadar birikmiş olan bilgi birikimlerinden kaynaklandığı aşikardır diye düşünüyorum... Gerçi, Nuh Tufanı zaten diğer kutsal kitaplarda da vardır, ve buna kimse itiraqz etmeyecektir; ancak ince bir nokta: Bu tür söylenceler, eğer bir şeyleri ispatlamak için kullanılacaksa, elbette zaman geçtikçe revize edilebilmekte ve daha inanılır ve mantıkı hale getirilmesi zorunludur. Kuran'ınyaptığı da budur. Ancak ne kadar başarılı bilemem. Çünkü çelişkili ayetlerden bu kadarını anlayabilmekteyiz...

 

Saygılarımla

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

  • Cevaplar 100
  • Tarih
  • Son Cevap

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

Bu Başlıkta En Çok Gönderenler

1. Dağların konumları

 

Kuranda der ki:

 

Hicr 19. Yeri uzatıp yaydık, orada sabit dağlar yerleştirdik, yine orada miktarı ve ölçüsü belirli olan şeyler bitirdik.

 

Lokman 10. O, gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı, sizi sarsmasın diye yere de ulu dağlar koydu ve orada her çeşit canlıyı yaydı. Biz gökyüzünden su indirip, orada her faydalı nebattan çift çift bitirdik.

 

Fussilet 10. O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti.

 

Neml 88. Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.

 

Şimdi bu ayetlerde hemen bir çelişki göze batmakta... Dağlar sabit mi? yoksa değil mi? Biz çelişkiden kurtulmak için en çok kullanılan sıfatı alalım (Gerçi her iki yorumun da uçları o kadar açık ki). Yani bütün şekliyle okunduğunda sanki dağların yere çakılan kazık misali sarsıntıyı önleyici özellikleri olduğu sanılmakta.

 

Sayin Yersoy, sandiginiz anlam dogru zannederim. Muhammed Kuranda daglarin, deprem olmasin, insanlar sallanmasin diye, Allah tarafindan yaratildigini yazar. Eger sunlara bakarsaniz, bu anlamda hic suphe yok:

 

Onları sarsmasın diye yere de sabit dağlar yerleştirdik ve (varacakları yere) yol bulabilsinler diye ondan geçitler yollar meydana getirdik.” (21/31)

 

Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağlar; yolunuzu bulmanız için de nehirler, yollar ve nice işaretler meydana getirirdi. İnsanlar yıldızlarla da yollarını bulurlar.” (16/15-16)

 

“Allah gökleri görebileceğiniz direkler olmaksızın yarattı. Yeryüzüne de, sizi sarsmasın diye sabit dağlar yerleştirdi ve orada her türlü canlıyı yaydı. Gökten de yağmur indirip orada her türden güzel ve faydalı bitki bitirdik.” (31/10)

 

Eger Allah'in Kuranda ki bilimsel gercek sozlerine ragmen, niye deprem oluyor derseniz, buna cevap biraz zor? "Allah cezami gonderiyor", "Allah, yarattigi daglarda imalat hatasi mi yapmistir?" yoksa "Muhammed anlamadigi konulara girip, uydurmalarinda yakalanmismidir? " Bunlarin hangi secimin dogru oldugunu yapmak veya daha diger secimleri dogurmak kisisel tercihlere bagli gozukuyor.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bu konunun sessiz kalmasına şaşırdım doğrusu...

Bence çok önemli bir konu ve sanırım kendimi daha rahat ifade edebilirim...

 

Bence "Kur!an-n nasıl bir bilgi kaynağı" olup olmadığını sorgulamadan önce,

"Bilginin kaynağı nedir?"i sorgulamak lazım...

 

Tek bir tümce ile söylersem:

Bilgiyi ancak varolandan elde edebiliriz...

 

Yani Varolmayanın bilgisinin varolması da mümkün değildir.

Ancak var olanın bilgisine de her ne olursa olsun mutlaka ulaşabilecek olmanın bir yolu vardır.

Bir şey var ise, onu keşfedebilmek ve bilgisine ulaşabilmek mümkündür.

 

Dinlerden anladığımızı sandığımız "Soyut ve Maddeden Ayrı olan İlah"(lar)ın var olduğu bilgisine ulaşmak mümkün değildir.

Çünkü onların varlığını deneyimleyemeyiz.

Kaldı ki deneyimleyebiliyor olsa idik, deneyimlenebilen bir "Soyut bir İlah"ın Mükemmel olamayacağı da açıktır öyle değil mi?

 

Sorun şu:

Var olduğunu hiç bir şekilde bilemeyeceğimiz, deneyimleyemeyeceğimiz bir şeyin bilgisi de olur mu?

 

*** *** ***

 

Buradan devamla:

Dinler Tarihi bize gösteriyor ki ilk insan(lar)dan bu yana insanoğlunun tek bir uğraşı olmuştur

Ya da insan tek bir şey ile uğraşabilmeye mahkum olmuştur:

Varlığın kendisi...

 

Öğrenebildiğimiz her bilginin kaynağı yine varlığın kendisidir.

 

İster dağların çivi gibi çakılmış olduğu bilgisi olsun,

İster su akıntılarının birbirine karışmaması olsun,

İster göğün katları vesairesi olsun...

 

Hiç bir bilgiyi, başka bir kaynaktan edinemiyoruz.

 

Ve mutlaka ve mutlaka, elimizdeki bilgiyi elde etmeye yarayan araçların edinebileceği bilgilerden fazlasını elde edemiyoruz.

Röntgen cihazı icat olmasa idi bugün kızıl ötesi ışınların farkına pek varamazdık öyle değil mi?

Uzaya çıkılmasaydı, dünya'nın yuvarlaklığından tam olarak emin olamazdık belki de ya da saplantılı dinsellere kabul ettiremeyebilirdik.

Suyun kaynağına gitmeden, suyun bir kaynaktan geldiğini ispat edemezdik.

 

Kur'an elbette ki bir "Bilgi Kitabı"dır ancak "Bilim Kitabı" değildir.

Biliyorsunuz ki bir verinin bilimsel olabilmesi için bir çok açıdan deneyimlenebilmiş olması

Ve her açıdan gerçekliğinin ispatlanmış olması gerekir.

Kuran-ın verdiği bilgiler elbette ki "Varlığın Kendisine" (ki benim kabulüme göre ben buna "Tanrı" diyorum) aittir.

Kaynağı elbette ki Varlık/Tanrı'dır...

 

Konu ile alakalı söyleyeceklerim şimdilik bu kadardır...

 

Saygılarımla...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

“Onları sarsmasın diye yere de sabit dağlar yerleştirdik ve (varacakları yere) yol bulabilsinler diye ondan geçitler yollar meydana getirdik.” (21/31)

 

“Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağlar; yolunuzu bulmanız için de nehirler, yollar ve nice işaretler meydana getirirdi. İnsanlar yıldızlarla da yollarını bulurlar.” (16/15-16)

 

“Allah gökleri görebileceğiniz direkler olmaksızın yarattı. Yeryüzüne de, sizi sarsmasın diye sabit dağlar yerleştirdi ve orada her türlü canlıyı yaydı. Gökten de yağmur indirip orada her türden güzel ve faydalı bitki bitirdik.” (31/10)

sanırım ilgili linkte dağların stabilitesi ile ilgili bilgi var biraz...

yerbilimleri-insan ve din

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bu konunun sessiz kalmasına şaşırdım doğrusu...

 

Sorun şu:

Var olduğunu hiç bir şekilde bilemeyeceğimiz, deneyimleyemeyeceğimiz bir şeyin bilgisi de olur mu?

sayın tengeriin boşig

bilmek ve iman etmek ne demek ..nasıl tanımlıyorsunuz..

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

sayın tengeriin boşig

bilmek ve iman etmek ne demek ..nasıl tanımlıyorsunuz..

 

Sayın 4Mevsim...

Pek bellidir ki her şeyin görünen ve de görünmeyen

Yani zahiri ve batıni anlamları olduğunu düşünüyorum.

 

Sizin için "İman" kelimesi ne demektir bilmiyorum ama

Ben görmediğim hiç bir şeye iman etmiyorum...

 

Hani Hz. Ali demiş ya:

"Görmediğim bir şeye ibadet etmem..."

 

Benim bir şeye iman etmem için var olduğunu ispatlayabilmem gerekir.

Kalbim ile tasdik edebilmem için var olduğunu hissedebilmem gerekir.

Yoksa verilen telkinlerle hissetmek ve şahitlik yapmak hipnozdan başka bir şey değildir.

İnanılacak şeyin bilinç altına yerleştirilmesidir.

 

Kısaca bir İlah'ın olduğuna şartlanmış değilim.

Sadece var olana inanıyorum, o kadar...

 

Ben her dokunduğumda,

Her nefes aldığımda,

Her kokladığımda,

Her tattığımda,

Her duyduğumda

Ve düşündüğümde...

Vücudumun her deviniminde,

Yaşamımın her anında Tanrı'yı hissedebiliyorum...

 

Ya siz?

 

Ben size varlığını ispatlayabilirim.

Her bilginin kaynağının O olduğunu da ispatlayabilirim...

Sizin sunacağınız her bilginin kaynağınında O olduğunu ispatlaybilirim...

 

Peki siz ispatlayabilir misiniz?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ispatlayabilirseniz bilmiş olursunuz iman etmiş olmazsınız...

 

hz ali öyle bir söz söylemiş mi gerçekten...ben onun küçük yaşta islama girdiğini biliyordum...

O söze dair araştırma yapabilirsiniz tabi...

 

Bakın, aslında bu söylediğiniz çelişkidir...

Şöyle ki:

Hem yeri geldikçe söyleniyor değil mi?

Hz. Muhammed günlerce, aylarca düşünerek en sonunda Tanrı'yı buldu diye?

Bu hep örnek verilir...

Daha sonra Hz. İbrahim için...

Aya, güneşe, yıldıza taptığı ama en sonunda Tek Tanrı'yı bulduğu hikaye edilir...

Yani belirli bir sorgulama neticesinde...

Keza Hz. Musa'da aynıdır değil mi?

Çölde tek başına kalmış, Medyen'den geçmiş ve sonra en sonunda Tanrı'yı bulmuştur yıllar sonra...

Değil mi?

Daha sonrası için örnek verelim:

İbn-i Sina bile uzun zaman Varlık hakkında düşünmüş ve ondan sonra Tanrı'nın ne olduğuna karar verip iman etmiştir.

Farabi deseniz öyledir...

Diğerleri de farklı değildir...

 

Yani diyeceğim şudur ki:

Bir körü körüne iman etmek var,

Bir de gerçeğe aydıktan sonra bilerek iman etmek var...

 

Bu yüzden farklı düşünüyor olduğumuzu en baştan ifade etmiştim...

 

Bilmediğim, hissetmediğim bir şeye iman etmemi, inanmamı bekleyemezsiniz sanırım.

Öyle olcaktıysa Sayın BrainSlapper'in Uçan Spagetti Canavarı'da bir tercihtir, Zeus'ta bir tercihtir, Enki'de bir tercihtir...

Onlara da iman etmek için hiç bir engel yoktur değil mi?

 

Saygılarımla...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ben her dokunduğumda,

Her nefes aldığımda,

Her kokladığımda,

Her tattığımda,

Her duyduğumda

Ve düşündüğümde...

Vücudumun her deviniminde,

Yaşamımın her anında Tanrı'yı hissedebiliyorum...

 

Ya siz?

 

çok güzel yorumlamışsın... basitliğin ötesinde derin bir his ile...

Tanrıyı senin gibi hissedemiyorum daha doğrusu... güzel bir bahar melteminin hissi ile aç, zavallı çocuğu gördüğümde hissetklerim bir olamıyor.

Aynı kaynağa ait olmaları düşüncesi bile böyle bir tanrı varlığından daha çok uzaklaştırıyor beni. Biraz hayata bakışla da ilgisi var sanırım.

Yine inanç bilgiye dayanıyor sonunda... sadece dinsel inanca kısıtlamassak bu durumu... inanmak için bir sebebe önce onu bilmek gerektiği sonucu da ortaya çıkıyor sanırım?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sayın boşig, hissettiğiniz şeye neye dayanarak tanrı adını veriyorsunuz? Bu ad belli bir tanımı kapsıyor ve belli tanımları dışlıyor mu? Neye tanrı denebilir, neye denemez? Bunun için bir ölçütünüz var mı?

 

Bir de bu hissin ardından ne hissedersiniz? Bunun size getirdiği yükümlülükler var mıdır? Varsa nelerdir?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sayın boşig, hissettiğiniz şeye neye dayanarak tanrı adını veriyorsunuz?

 

Bu konu da ben de konunun biraz olgunlaşmasını bekledim. Demirefe sağolsun girmiş konuya...

 

Maddenin varlığına inanan bir insan, maddeyi yaratanın (!) yine madde olduğunu söyleyen ve devinime inanan bir kimse neden tanrı kelimesini maddeye yüklemek ister? Yani ne gerek var ki? (bunu daha önce de tengeriin'e sormuştum; şimdi ortaya açalım istedim...)

 

İbn-i Sina bile uzun zaman Varlık hakkında düşünmüş ve ondan sonra Tanrı'nın ne olduğuna karar verip iman etmiştir.

 

Yoksa bu mu bekleniyor?

 

Hadi Tanrıdan yola çıkıp maddeye ulaşıldı... Peki insanlar maddeden ve onun özelliklerinden yola çıkıp nasıl Tanrı'ya ulaşır?

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sayın boşig, hissettiğiniz şeye neye dayanarak tanrı adını veriyorsunuz? Bu ad belli bir tanımı kapsıyor ve belli tanımları dışlıyor mu? Neye tanrı denebilir, neye denemez? Bunun için bir ölçütünüz var mı?

 

Bir de bu hissin ardından ne hissedersiniz? Bunun size getirdiği yükümlülükler var mıdır? Varsa nelerdir?

Bu konu da ben de konunun biraz olgunlaşmasını bekledim. Demirefe sağolsun girmiş konuya...

 

Maddenin varlığına inanan bir insan, maddeyi yaratanın (!) yine madde olduğunu söyleyen ve devinime inanan bir kimse neden tanrı kelimesini maddeye yüklemek ister? Yani ne gerek var ki? (bunu daha önce de tengeriin'e sormuştum; şimdi ortaya açalım istedim...)

 

Yoksa bu mu bekleniyor?

 

Hadi Tanrıdan yola çıkıp maddeye ulaşıldı... Peki insanlar maddeden ve onun özelliklerinden yola çıkıp nasıl Tanrı'ya ulaşır?

Sayın DemirEfe ve Sayın Yersoy...

 

Varlığın ya da siz buna Enerji deyin, Madde deyin...

Ne derseniz deyin, işte onun devinimi mükemmel...

İnsan eli değse bile, ki insan eli genel olarak hep bozmaya meyilli olarak değiyor, mutlaka bir yolunu buluyor kendisini var etmek için...

Jurassic Park'ta matematikçinin bir sözü vardı:

"Yaşam Bir Yolunu Bulur..."

 

Ve hep var...

Yokluk gibi bir alternatifi de yok aslında...

İşte asıl aşılamaz mükemmelliği bu...

 

Daha sonra devinimini formülize edebiliyoruz değil mi?

Bütün olarak ele aldığımızda bu deviniminde her adımı mutlaka bir nedene

Ve kaçınılmaz olarak bir sonuca götürüyor...

Kısaca sanki iradesi varmış gibi bir hareketliliği var Varlığın...

 

Doğanın ürünü olan insan beynine bakın mesela...

O Zeka ve Bilinç neler ortaya koyuyor değil mi?

Yine bir söz vardı:

"Şempanzeler ile İnsan genlerindeki %3lük fark Mozartı ve Einstein'i yaratabiliyor..."

 

Yani Doğa insan beynini buna evirebildiğine göre,

Kendisi, kendi bütünlüğünde daha büyük ve topyekün bir zekaya sahip olmalı...

Çünkü insan zekasının ortaya koyduğundan daha mükemmel şeyler ortaya koyuyor...

İnsan zekasının ürettiklerinden daha uyumlu şeyler var edebiliyor...

 

Siz "Ben DemirEfe'yim" "Ben Yersoy'um" derken, bir de kafanızı gösterip

"Ahanda bu da benim aklım" demiyorsunuz değil mi?

Sizden Soyut ve Ayrı, sizi var eden bir şeymiş gibi ortaya koymuyorsunuz onu.

O "Sizin bizzat kendiliğiniz..."

Doğanızın bir diğer yüzü...

Onunla bir bütün...

Ayrı değil...

 

Farabi bu yüzden söyledi:

"İnsan küçük bir kainat, Kainat büyük bir insandır..." diye...

 

Nasıl mı olur?

"Düşünce" dediğimiz şeyi soyut olarak tanımlıyoruz öyle değil mi?

Hani Soyut Tanrı'ya inanan kimseler hep sorar ya:

"E o zaman bana aklını göster! hani gösterebiliyor musun? Gösteremediğin halde onun varlığına inanıyorsun ama?!"

Aslında "Akıl" dediğimiz şey, tamamen Maddenin deviniminin bir ürünü, yansıması...

Ya da daha doğru bir tanımla Maddenin bütünlüğünün bir parçası ya da özelliği...

Beynimizin nöronlarının ve sinapslarının, madde ile olan ilişkilerinin ve kendi maddi niteliklerinin bir parçası değil midir?

Bilinç ve Akılı açıklamak için Nöronları ve Sinapsları, beynin maddesel yapısını bilmek zorunda değil miyiz?

Ve bu bağların işleyişine "Düşünce-Mukayese" demiyor muyuz?

Bunu forumda onlarca kere tartıştık ve açıkladım...

 

İşte Varlığı bütün olarak ele aldığımızda aynı işleyişin onda da var olduğunu düşünüyorum.

Ha ama o zaman Nöronların ve Sinapsların yerini daha başka devinimler alıyor:

Doğa'nın Yasaları ve Kanunları, doğanın Aklını oluşturuyor...

 

Kesinleşmiş yasaları aşamıyoruz:

Belli bir ortam deneyi, aynı ortamda hep aynı sonucu veriyor.

Ortamdaki değişkenlerden birisine etki ettiğimizde sonuç değişiyor ama yasayı değiştiremiyoruz...

Sonucu değiştirmek için yaptığımız etki bile belirli yasalara bağımlı.

Hiç bir şeyi, doğanın öngördüğü yasaların dışına çıkarak yapamıyoruz.

O yasaları aştığımızı düşünsek bile (ki böyle bir düşünce yoktur) o ortaya koyduğumuz şey,

Yine doğanın belirlediği yasalar dahilindedir...

Bu kaçınılmazdır...

Fazlasını yapmamızın imkanı yok...

 

Kısaca siz doğadaki mükemmelliği nasıl ele alacağımızı biliyorsunuzdur

Nedensellik/Determinizm açısından, öyle değil mi Sayın DemirEfe?

 

İşte ben bu mükemmelliği Soyut bir İlah'a atfetmek yerine,

O mükemmelin bizzat kendisine atfediyorum...

 

Ancak insanlar belki de binlerce yıllık alışkanlık yüzünden "Tanrı" deyince

Mutlaka ve mutlaka Maddeden ayrı Soyut bir Tanrı'nın kastedildiğini anlamaya şartlanmışlar...

Ama bu binlerce yıllık birikimin aslında "Tanrı" olarak kastedilen şeyin Mükemmel Olamayacağını kabul etmek demek olduğunu çıkarımsayamamışlar...

Ta ki "Ene'l Hakk" düşüncesi farkedilene kadar...

 

Ve Dinler ile uğraşan herkes şunu söyler:

"İlk insanlar doğa varlıklarını -İlah- olarak addederlerdi..."

Ve bunu söyleyebilen insan, dinlerin Soyut bir Tanrı'yı tanımladıklarına inanırlar...

Hem de kaynağını Mısır myth'lerinden almasına rağmen...

Açıkçası ben İbrani peygamberlerin bile aslında Soyut bir Tanrı tanımladıklarını sanmıyorum...

Soyut Tanrı inancı, zayıf ve güçsüz bilinçlerin bir yanılsamasıdır...

Onları dizginlemek için ortaya çıktı belki de zamanla...

Ya da dönemine göre, kimi insan toplulukları "Tüm Varlık" bilgisini kavrayamadıkları için ortaya atıldı ister istemez...

 

Bir tarafta Maddi varlığın bizzat içersinde yaşayıp, diğer taraftanda o maddi varlıktan ayrı bir İlahın var olduğunu iddia etmek, Tanrı'nın mükemmel olamayacağını kabul etmektir...

Bunu çok kere açıkladım, mantığını söyledim...

Tekrar etmek istemiyorum...

 

"Neye Tanrı denilebilir?" sorusuna geleyim:

Tek tek varlıklar, bütün varlığın devinimi karşısında önemli değildirler,

Tek başlarına işe yaramazlar...

Varlığı bütün olarak ele aldığımızda, başka bir alternatifi de olmadığına göre,

"Tanrı" adını en çok Varlığın Bütünü hakediyor sanırım...

Ve en çok bunu kavrayabilen zihinler "Ene'l Hakk" diyebiliyor...

 

Bu hissin getirdiği yükümlülükler açısından ben iki tanesini temel kabul ederim:

 

1-

Yaşam bu varlığın bir parçasıdır...

Bu yüzden öncelikle yaşam ve yaşama hakkı ile barışık olunmalıdır...

Her canlının yaşamına saygı duyulmalıdır...

 

2-

Doğa Canlı ve Cansız varlıklar ile birlikte bir bütünlük arzeder

Ve bu bütünlüğe saygı duyulmalıdır.

Cansızdır diye ve zekamız var diye doğanın ortaya koyduğu şeylere, özellikle yaşamı olumsuz etkileyecek şekilde zarar verilmemelidir...

 

Aklı yok diye hayvanlar beslenme ihtiyacının dışında avlanmamalı...

Canlılığı yok diye maddelere, doğallığa ve bunun sonucu olarak yaşama zarar verecek şekilde etki edilmemelidir.

Peribacalarını yıkmak istesek, bu ahlaki midir?

 

Ayrıca Sayın Yersoy'un deyişine gelmek isterim...

Yine "Varlık" sorgulanırken "Yaratılış"ı şart koşmakta bir şartlanmışlıktır bana göre.

Ya herşey bir oluş içersindeyse?

Ki gerçekten de öyle...

Hiç bir şey yoktan var edilemiyor...

Hiç bir şey vardan yok edilemiyor...

 

Yaratılış, bence sadece Canlılığın ortaya çıkması ile ilgili "Oluş"u ifade ediyor...

Bu açıdan Evrim'in gerçek olup olmaması hiç bir şeyi değiştirmiyor.

 

Açıklığa kavuşturmamı istediğiniz şeyler varsa,

Sorularınızı alayım...

 

Saygılarımla...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Bütün olarak ele aldığımızda bu deviniminde her adımı mutlaka bir nedene ve kaçınılmaz olarak bir sonuca götürüyor...

Kısaca sanki iradesi varmış gibi bir hareketliliği var Varlığın...

 

Sayın Boşig,

Ben buna katılmıyorum. İki kavram birbiri içine girmiş gibi görünüyor.

Neden sonuç ilişkilerinin temeli çok basit: neden sonuç. Bardağı bırakırsanız düşer ve kırılır; boşluğa (yoklkuğa) uçucu bir gaz bıraksanız dağılır (örneği çok daha karmaşık da ele alabilirsiniz)... İrade bunun neresinde diye sormadan edemeyeceğim. Bir şeye karar verme/vermeme gibi bir durum söz konusu değil. Bence bu iki ifade apayrı duran uç üyeler. Neden/sonuç ilişkileri kendi iç dinamikleri çerçevesinde zaten değerlendirilebilir. Başka bir ek düzen/düzenleyiciye ihtiyaç yok gibi duruyor...

 

Doğanın ürünü olan insan beynine bakın mesela... O Zeka ve Bilinç neler ortaya koyuyor değil mi?

...

Yani Doğa insan beynini buna evirebildiğine göre, Kendisi, kendi bütünlüğünde daha büyük ve topyekün bir zekaya sahip olmalı... Çünkü insan zekasının ortaya koyduğundan daha mükemmel şeyler ortaya koyuyor... İnsan zekasının ürettiklerinden daha uyumlu şeyler var edebiliyor...

 

Anladığım kadarıyla buraya gelene kadar beynin ve bilincin nasıl oluştuğu ile ilgili bir şeyleri ortaya koymak gerekiyor ki bunlar da neden/sonuç ilişkisi içinde açıklanabilir. İletinizde belirginleştirdiğim cümlenizi anlayamıyorum. Akıl ve zeka benzetmesi burada neden nasıl ve niçin yapılmakta?

 

Kırmızıyla işaretlediğim cümleniz ise, soyut tanrıların varlığını ispatlamaya çalışan görüşlerin çıkış noktası ile çakışmakta. Burada da anlamadığım, madde insan zekasını yaratıyorsa (ortaya çıkıyorsa) neden onu daha mükemmel yaratmak zorundaymış gibi gösteriliyor? İnsan zekasının olmadığını düşünün. Dinazorlar zamanına gidelim. O zaman da bu sav geçerli olacak mıydı? "Doğa daha karmaşığını yapıyor, dinazorların anlayamayacağı kadar karışığını hem de" mi diyecektik? İnsan beynini bu konuda referans almak bizi yanlışa götürür, objektif olamayız.

 

İnsan beyni de doğanın bir sonucu (doğanın bir organizmadaki resmi ve sorgulanması) ise, doğadan daha fazlasını beklemek niye? Daha fazlasını yapacak şekilde donatmış olsaydı doğa bizi, sorun kalmayacak mıydı?

 

Siz "Ben DemirEfe'yim" "Ben Yersoy'um" derken, bir de kafanızı gösterip "Ahanda bu da benim aklım" demiyorsunuz değil mi? Sizden Soyut ve Ayrı, sizi var eden bir şeymiş gibi ortaya koymuyorsunuz onu. O "Sizin bizzat kendiliğiniz..." Doğanızın bir diğer yüzü... Onunla bir bütün... Ayrı değil...

 

Bunu zaten ayırmak mümkün değildir, ayıranlar buna ruh der. İşte bu Yersoy (ruhun maddi giysisi), işte bu da Yersoyun ruhu (aklı, bilinci, kendisi) ...

 

Yani kısaca:

 

"Düşünce" dediğimiz şeyi soyut olarak tanımlıyoruz öyle değil mi? ........ tamamen Maddenin deviniminin bir ürünü, yansıması...

 

İşte Varlığı bütün olarak ele aldığımızda aynı işleyişin onda da var olduğunu düşünüyorum.

Ha ama o zaman Nöronların ve Sinapsların yerini daha başka devinimler alıyor:

Doğa'nın Yasaları ve Kanunları, doğanın Aklını oluşturuyor...

 

Bunlar aslında ayrı şeyler mi? Daha doğrusu, akıl ve mantık da doğanın yasalarının bir ürünü değil mi? Öyleyse daha büyük bir akıl/mantık aramaktaki mantık nedir hala çözmüş değilim...

......................

 

İşte ben bu mükemmelliği Soyut bir İlah'a atfetmek yerine, O mükemmelin bizzat kendisine atfediyorum...

 

Bunu yaparak iyi yapıyorsunuz da,

 

Ancak insanlar belki de binlerce yıllık alışkanlık yüzünden "Tanrı"

 

arayışından vazgeçemiyorlar değil mi? Maddenin ne olduğunu ve devinimlerini kavradıkları halde Tanrı (yaratan/düzenleyen/büyük mantık/vs) kelimesinden vaz geçemiyorlar...

 

 

......................

 

 

Açıkçası ben İbrani peygamberlerin bile aslında Soyut bir Tanrı tanımladıklarını sanmıyorum...

Soyut Tanrı inancı, zayıf ve güçsüz bilinçlerin bir yanılsamasıdır...

 

Peki somut tanrıyı tanımlama derdi ne bunu da anlamış değilim hala...

 

"Neye Tanrı denilebilir?" sorusuna geleyim:

Tek tek varlıklar, bütün varlığın devinimi karşısında önemli değildirler,

Tek başlarına işe yaramazlar...

 

Sayın boşig, jeolojide iki kural vardır. (1) Geçmişteki olaylar günümüzde de benzer şekilde işler; (2) küçük olaylar büyük olayların taklidi niteliğindedir (cümleyi tam olarak hatırlayamasam da mantığı bu)...

 

İkinci kurala dikkatinizi çekerim. Size şunu söylüyor: küçücük bir maddede bile büyük olayları yakalayabilirsiniz. Bunu somutlaştırmaya gerek var mı bilmiyorum... Sanırım yeterince net.

 

Varlığı bütün olarak ele aldığımızda, başka bir alternatifi de olmadığına göre,

 

Varlığı ister tek başına ele alın ister parçalara bölün sonuç değişmez Sayın TengeriinBoşig...

 

"Tanrı" adını en çok Varlığın Bütünü hakediyor sanırım...

 

Bence, (1) hala haketmiyor; (2) eğer o hak ediyorsa, bütün olarak varlığın yanı sıra yarım olarak varlık da hakediyor; (3) Bunun kıstasını nasıl vereceğiz?

 

Bu hissin getirdiği yükümlülükler açısından ben iki tanesini temel kabul ederim:

1- Yaşam bu varlığın bir parçasıdır... Bu yüzden öncelikle yaşam ve yaşama hakkı ile barışık olunmalıdır... Her canlının yaşamına saygı duyulmalıdır...

 

2- Doğa Canlı ve Cansız varlıklar ile birlikte bir bütünlük arzeder Ve bu bütünlüğe saygı duyulmalıdır.

Cansızdır diye ve zekamız var diye doğanın ortaya koyduğu şeylere, özellikle yaşamı olumsuz etkileyecek şekilde zarar verilmemelidir...

 

Bunları savunmak için "enel hak" demek şart değildir diye düşünüyorum...

 

 

Yaratılış, bence sadece Canlılığın ortaya çıkması ile ilgili "Oluş"u ifade ediyor...

Bu açıdan Evrim'in gerçek olup olmaması hiç bir şeyi değiştirmiyor.

 

Şimdi iyice kafam karıştı Sayın Boşig,

 

1. Yaratılmak yoktan var edilmeyi ifade eder.

2. Buna göre "Canlılar yoktan var edilmiştir" demiş olursunuz (şunu belirteyim: yoktan var edilen bilincin ortaya çıkması)

3. Maddenin devinimine inanıyor ve bunu savunuyorsanız, ve diğer taraftan bilinci bunun sonucu olarak görüyorsanız yaratılış nereden çıktı?

 

Belki başlığın konusu bu değildi ama çok güzel ve verimli bir tartışmanın oluştuğuna eminim..

 

Saygılarımla...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Benim başka sorum yok. Sayın boşig'in ne dediğini çok iyi anladım. Aslında daha önceden de biliyordum. Son sorduğum soruların tek amacı vardı: Düşüncelerini genelgeçer ve herkesin yaygın olarak kullandığı terimlerle ne derece bağdaştırıyor ve özdeşleştiriyor diye merak etmiştim. Aldığım yanıt şu: Evet bazen bir ölçüde, bazen büyük ölçüde bu kavramları kullanıyor ve kendi görüşleri ile özdeşleştiriyor, ama farklı yorumlamaktan, nüans koymaktan ve bazı kavramları oldukça farklı yönlere götürmekten de geri durmuyor.

 

Doğru bir tavır mı? En azından karşı çıkamayacağım bir tavır. Bilinen kavramlara savaş açıp zihinlerden kazımak gerekmeyebilir yani, üstelik bunun kestirme bir yolu yok. Pol Pot gibi nerede (Budism) inancını bırakmayan varsa götürüp esir kamplarına kapatalım ve kim dua etmeye kalkarsa kafasına naylon torbayı geçirelim (bu inanılmaz görünüyor ama gerçekten yapılmıştır) diyecek halimiz yok. Bunun yerine bilinen kavramları evirebiliriz. Hep söylerim, süreçlere inanırım diye, ki bu da bir süreç.

 

Size karşı değilim sayın Tengeriin boşig...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Ben aslına bakarsanız bir bağdaştırma kaygısı gütmüyorum...

 

İki kavramın iç içe girmiş olduğu konusuna gelirsem Sayın Yersoy:

"Varlığa illa ki Tanrı demek zorunda mıyım?"

Belki değilim...

Yani illa ki isimlere takılmamak gerekir aslında.

Şu bir gerçektir ki ilk insan(lar)dan bugüne kadar insanlar karşısında güçsüz kaldığı ve anlamlandıramadığı şeyleri,

Yani doğanın devinimini, doğanın kendisini "Tanrı" olarak benimsemiştir.

Ona saygı duymuştur...

Hiç bir zaman bilginin kaynağı da farklı bir şey olmamıştır zaten...

O yüzden Tarihsel süreç içersinde bu iki kavram, zaten kaçınılmaz olarak iç içedir...

Yani sadece İbrani İnanç Kültünü baz alarak yargılamamak lazım...

O yüzden benim de "Tanrı" dememin ya da demememin bir şeyi değiştireceğini sanmıyorum ama

Her zaman dediğim gibi bu bir vicdan meselesidir ve dinler hakkındaki görüşlerim bellidir.

Varlığa "Tanrı" adını vermek ve bu öğretiyi benimsemek kişiye ait vicdani bir sorundur

Ve bu kabulü benimsemek beni huzurlu yapıyor...

 

Varlık elbette ki kendi iç dinamikleri ile ele alınıyor ama hala sizde de şu var,

Yargılarken bile bir "Tanrı" ve "Varlık" ayrımına koşullanmışsınız sanki...

"Başka bir ek düzen/düzenleyiciye ihtiyaç yok gibi duruyor..." demişsiniz...

Ben zaten ek bir düzenleyicinin olmadığını söylüyorum...

 

Akıl ve Zeka sadece bir benzetmedir...

Dinozorlar zamanına gitmeye gerek yok ki?

Söylediğim açıktır aslında; göremediğimiz, soyut olarak tanımladığımız "Akıl" ve "Bilinç" aslında maddi bir takım süreçlerin bir başka yönüdür...

Dinozorların da küçük ya da büyük beyinleri vardı. Bizimkisi gibi mukayese yetenekleri olmasa bile her canlı mutlaka ve mutlaka her etkiye tepki verir öyle değil mi?

Bir ayıyı doğal ortamından alırsanız, ebeveynleri ona avlanmayı öğretemeyecektir, koşullu şartlanmaları meydana gelemeyecektir ve bu sefer yaşamında farklı tepkiler ortaya koyacaktır...

Yani mutlaka ve mutlaka bir devinim var...

Beynin işleyişide bu etki ve tepkinin başka bir versiyonudur sadece...

Yani illa ki o örneğe takılmayın...

İşte Doğa'da da bu var tam anlamı ile...

"Maddenin insan zekasını yaratması"ndan ziyade asıl anlatmak istediğim, Varlık bir bütün olarak yasaları ile bilinçliymiş gibi hareket ediyor...

Neden-Sonuç...

 

"Bunlar aslında ayrı şeyler mi? Daha doğrusu, akıl ve mantık da doğanın yasalarının bir ürünü değil mi? Öyleyse daha büyük bir akıl/mantık aramaktaki mantık nedir hala çözmüş değilim..." demişsiniz:

Ben daha büyük bir akıl ve mantık aramıyorum, sadece var olduğunun farkına varıyorum...

Ha belki çok göreceli bir kavrayış bu ama bende öyle bir izlenim uyandırıyor...

 

Ayrıca söylediğiniz anlamda bir İlah arayışı zararlı olabilir, bilemiyorum... Ancak Varlık'a "Tanrı" demenin ne gibi bir zararı vardır ki?

Ya da dememek ne kaybettirir diye de sorabiliriz...

 

Sayın Yersoy demişsiniz ki:

"Size şunu söylüyor: küçücük bir maddede bile büyük olayları yakalayabilirsiniz. Bunu somutlaştırmaya gerek var mı bilmiyorum..."

Bu Tasavvufun Öğretilerinden birisidir, bilmem farkında mısınız?

Varlığın neliğini, en küçük devinimlerde bile görebiliriz...

Tanrı'yı özde görebilmek diye özetleyebilirim...

 

Diğer söylediklerimi söylemek için "Ene'l Hakk" demek tabii ki şart değil...

Benim benimsediğim sadece bir öğretidir ve bu öğretininde kabullerinden birisi budur...

Ha birde şu var, ben bu öğretiyi sanırım biraz kendime özgü hale getirmeye çalışıyorum...

Bunu itiraf edebilirim...

 

Demişsiniz ki:

"1. Yaratılmak yoktan var edilmeyi ifade eder.

2. Buna göre "Canlılar yoktan var edilmiştir" demiş olursunuz (şunu belirteyim: yoktan var edilen bilincin ortaya çıkması)

3. Maddenin devinimine inanıyor ve bunu savunuyorsanız, ve diğer taraftan bilinci bunun sonucu olarak görüyorsanız yaratılış nereden çıktı?"

 

Ben yoktan var olmaya inanmıyorum, Varlığın öncesiz ve sonrasız hep var olduğunu düşünüyorum.

Başı ve sonu yok bence...

Sadece "var"...

 

Yoktan var oluş ise bence İnsan bilinci için geçerli...

Ya da duygular içinde diyebiliriz...

Dört temel yapı taşının çeşitli şekillerde kombinasyonlar ile bağlanıp ortaya bilinçi ve duyguları hatta içgüdüleri ortaya çıkarması yoktan var etmek gibi geliyor bana...

Ama tabii ki kaçınılmaz bir sonuç olarak...

 

Sayın Sarıgöl'e gelirsek eğer:

Siz bir maddesiniz, bilinciniz maddenin bir yönüdür...

Ve siz ağlıyor ve gülüyorsunuz...

İlla ki Bilinçli olması için dna'nın ağlaması gerekmiyor...

Aslına bakarsanız "Virüs"leri ve yapılarını incelerseniz, bence belki de insandan daha zeki ve yetenekliler...

 

Sayın DemirEfe'ye gelirsek eğer:

Açıkçası kemikleşmiş her türlü kavramın karşısındayım diyebilirim...

Nedensellik'e ne kadar bağlı olsamda, değişkenlerin de varlığını biliyorum.

Tabii ki değişkenlerinde nedenselliğin bir parçası olduğunu sizde biliyorsunuz, anlatmıştınız da...

Bilinen kavramları evirmek değil ama belki başka bir anlamda da kullanılabilir olduklarını göze batırmak...

 

Şu an için vaktim kısıtlı ve bu kadar ifade edebiliyorum...

Ama konu gerçekten verimli olacak gibime geliyor...

 

Saygılarımla...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Şu bir gerçektir ki ilk insan(lar)dan bugüne kadar insanlar karşısında güçsüz kaldığı ve anlamlandıramadığı şeyleri,

Yani doğanın devinimini, doğanın kendisini "Tanrı" olarak benimsemiştir.

.............

O yüzden Tarihsel süreç içersinde bu iki kavram, zaten kaçınılmaz olarak iç içedir...

 

Peki ayrılma ne zaman ve neden çıktı?

Konunun kendisine de tekrar dönüp birleştirelim isterseniz.

 

İlk insanlık için saptamanız doğru. Karşısında güçsüz kaldığı şeylere tapınma ve korunma... Maddeyi tanrılaştırma.

(Aslında ben burdaki anlam kargaşasına da karşıyım, çünkü maddeden sizin anladığınız gibi anlayarak bu sonuca ulaşmamışlar).

 

İnsan öğrendikçe tanrıların biçimi değişti. İnsan bilgilendikçe tanrıları evrildi. Bilginin kaynağı da, tanrının kendisi de madde iken, ne oldu da bir anda soyut tanrılar meydana geldi?

 

Ben bunu bir düşünce evrimi olarak görmekteyim. Bilginin elde edilmesiyle tanrı kavramı insandan uzaklaştı ve görünmez oldu. Soyutlaştı... Çünkü ne kadar öğrenirse öğrensin hep bir soru işareti kaldı: peki bunu kim yarattı?...

 

Sizin düşüncenize gelirsek, "Tanrı neden tekrar maddeye büründü?"

 

Sonuç olarak "varlık" ve "tanrı" kavramları tarihin akışı içinde yine birbiri içine girmekte...

 

Madem ki

 

"Varlığa illa ki Tanrı demek zorunda mıyım?" Belki değilim... Yani illa ki isimlere takılmamak gerekir aslında.

 

diyorsunuz, neden bu kavramların büyük buluşmasını izliyorsunuz?

 

Bana göre tanrı kavramı (bildiğimiz şekliyle tanımlanmış tanrı kavramı) bir kez soyut hale geldikten sonra, artık somutlaşamaz...

 

Varlık elbette ki kendi iç dinamikleri ile ele alınıyor ama hala sizde de şu var, Yargılarken bile bir "Tanrı" ve "Varlık" ayrımına koşullanmışsınız sanki...

 

diyorsunuz ya, neden koşullandığımı sanırım şimdi anlatabildim... :)

 

Bir de bilgi kaynağı diyoruz. Tekrar gelelim Kuran'a. Bilgi maddenin kendisinde saklı. Kuran'daki bilgi de öyle. Peki bu bilgi gökten mi indi? Maddeden mi çıktı? Eğer maddeden çıktıysa, ki konuştuklarımız bunu gösteriyor, Muhammed bunu nasıl ve neden görmezden geldi?

 

Saygılar...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Nedensellik'e ne kadar bağlı olsamda, değişkenlerin de varlığını biliyorum.

Değişkenliği çektiğiniz anda nedenselliğin hiç bir anlamı kalmaz. Determinizm anlatımında statüko çok kullanılan bir deyimse de, "dinamik bir statüko" (nasıl oluyor demeyin) vardır. Güçlü bir dinamizm içeren görünür bir durağanlık. En güzel örnek yerkabuğunun durağan görünümlü dinamizmidir. Hani şu yeri sabitleyen kazık gibi dağlar konusunda olan konu...

 

Son bir ekleme yapmak isterim ki, daha önce de belirttim ama, soyuta atama, belirsizlikte bırakma ve kutsallığa izafe etme, bir de metaforlarla açıklamalar getirme yöntemleri, tasavvufun dinden aldığı ve daha ileri götürdüğü yöntemlerdir. Bu yüzden bu tür "karma" felsefe yöntemlerine sıcak bakmıyorum, uzak da dururum böyle şeylerden.

 

Tasavvufu da şamanizmden başlayarak tüm dinlerin başvurduğu bir kabuktan öze, zahirden batına yolculuk girişimi olarak ele alıyorum. İslam tasavvufuna özgü ele almıyorum. Bu çabalar yeni bir yorum değildir ve aslında oyalayıcıdır. Bu işin ucu panteizme ve nihilizme kadar gider. Karşı değilim dedim ama, neyine karşı olmadığımı veya olduğumu tanımlamak bile zor. O yüzden karşı değilim dedim. Şimdi gider panteizme dayanırsa bir şey diyemem, olabilir. Nihilizme giderse çekince koyarım ama karşı sürülecek argüman bulmak güçtür. Mevlana gibi Yunus gibi ahlak öğretilerine giderse de nesine itiraz edelim şimdi, kötü mü diyelim?

 

Dar alandaki kısa paslaşmaları taca atma bile değil, stad dışına, hatta gökyüzüne sonsuza giden şutlara çevirme gibi bir şey...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

ALINTI(Tengeriin boşig @ Dec 14 2007, 02:19 AM)

İslamdan önceki Türklerde şöyle bir söz vardır (Kaynak= Bahaeddin Ögel: Çince bilip eski Çince kaynakları okuyabilen tek Türk Bilim adamıdır, ilerde ikincisi olmayı ümit ediyorum. )

"Tengri, tag birle yerig basurdı - Tanrı, dağ ile yeri bastırdı (ve daha sağlam yaptı)."

"Yer basrukı tag, Budun basrukı beg - Yerin baskısı dağdır (yeri sağlam yapan), budunun baskısı beydir."

 

Dağın yeri tutması (kazık gibi çakılmış olması) ile ilgili size bir şey çağrıştırdı mı acaba?

Yani Peygamberlerin bildirdikleri, aslında o dönemlere ait

Gerçek olduğu düşünülen ve yine Maddeye dayalı verilerdir...

(Övünmek değil amacım ve yaptığım kesinlikle öyle bir şey değil ama bir dinin bilimsel eleştirisi emin olun ki ancak böyle olur.)

 

 

 

Bu durum açıkça göstermektedir ki, Kuranda dağlar ve konumları hakkındaki bir çok bilgi belk de eski Türklerden kalma sözlere dayanmaktadır. Muhammed de bunu duymuş olmalı, ki bu çok zor bir şey değil...

 

 

 

TÜRKLERE GÖRE "DÜNYA DAĞI"

 

"Türklere göre Dünya dağı":

 

X. ve XI. yüzyıllarda, büyük devlet kuran Türkler, oldukça realist bir düşünce içine girmişlerdi. Böyle gerçekçi, bir düzene girmelerinde, şüphesiz ki İslamiyetin de büyük tesirleri olmuştu. Buna rağmen, Türk atasözlerinde ve şiirlerinde eski inançların izleri de görülmüyor değildi. Şu eski Türk atasözü konumuz bakımından büyük önem taşımaktadır.

 

"Yer basrukı tag, budun basrukı beg", yani "Yerin baskısı dağ, budunun baskısı ise, bey veya hükûmdardır". Bu eski atasözünü, başka bir şekilde de türkçeye aktarabiliriz: "Yeri tutan dağ, milleti tutan ise beğdir". Bu atasözüne göre, "Eğer dağlar olması idi, yer, yer olamayacaktı. Belki de dağılıp gidecekti. Tıpkı hükûmdarların toplumları tuttuğu gibi". Tabiî olarak bunu yapan da Tanrı idi. Bu konuda başka bir atasözü de şöyle diyor: "Tengri, tag birle yerig basurdı". Yani "Tanrı, dağ ile yeri bastırıp daha sağlam yaptı".

 

Türk mitolojisi. Alıntı.

 

 

Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler... (Neml Suresi, 88)

 

Yer kabuğu ve üst mantodan oluşan 100 km kalınlığındaki Dünya yüzeyi "tabaka" adı verilen parçalardan oluşmuştur. Dünya yüzeyini oluşturan altı büyük tabaka ve sayısız küçük tabaka vardır. "Tabaka tektoniği" adı verilen teoriye göre bu tabakalar kıtaları ve okyanus tabanını da beraberinde taşıyarak Dünya üzerinde hareket ederler... Kıtasal hareketin yılda 1 ile 5 cm civarında olduğu hesaplanmıştır. Tabakalar bu şekilde hareket ettikçe Dünya coğrafyasında değişiklikler meydana gelir. Örneğin, Atlantik Okyanusu her sene biraz daha genişlemektedir.

 

Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Allah dağların hareketini ayette "sürüklenme" olarak bildirmiştir. Nitekim bilim adamlarının bugün bu hareket için kullandıkları İngilizce terim de "continental drift" yani "kıtasal sürüklenme"dir.

 

 

 

 

 

Denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut.' Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cudi üstünde durdu ve zalimler topluluğuna da: 'Uzak olsunlar' denildi. (Hud Suresi, 44)

 

Allah'ın indirdiği ve tahrif edilmemiş tek kutsal kitap olan Kuran'da, Tufan olayı, Tevrat'ta ve çeşitli kültürlerde geçen Tufan anlatımlarından çok daha farklı bir biçimde aktarılmaktadır. Tahrif edilmiş olan Tevrat'ta bu tufanın evrensel olduğu ve tüm dünyayı kapladığı söylenir. Oysa Kuran'da Tufan'ın evrensel olduğu şeklinde bir ifade yoktur. Aksine ilgili ayetlerden Tufan'ın yöresel olduğu ve tüm dünyanın değil, sadece Hz. Nuh'u yalanlayan kavmin cezalandırıldığı anlaşılmaktadır. Helak olanlar Hz. Nuh'un tebliğini reddeden ve isyanda direten kavimdir. Bu konudaki ayetler şöyledir:

 

Andolsun, Biz Nuh'u kavmine gönderdik. (Onlara) 'Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıp korkutucuyum. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acıklı bir günün azabından korkarım' dedi. (Hud Suresi, 25-26)

 

Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi. (A'raf Suresi, 64)

 

Görüldüğü gibi Kuran'da tüm dünyanın değil, sadece Nuh kavminin helak edildiği bildirilmektedir. Tahrif edilmiş Tevrat ve İncil'deki izahların düzeltilmiş gerçek hallerinin aktarılması da Kuran'ın bütünüyle Allah Katından gönderilen bir Kitap olduğunu kanıtlamaktadır.

 

Tufan'ın Arkeolojik Delilleri.

 

Mezopotamya Ovası'nı etkisi altına alan Tufan'ı araştırmak için yapılmış birçok kazı vardır. Bölgede yapılan kazılarda başlıca dört şehirde, büyük bir tufan sonucu gerçekleşmiş olabilecek sel felaketinin izlerine rastlanmıştır. Bu şehirler Mezopotamya Ovası'nın önemli şehirleri Ur, Uruk, Kiş ve Şuruppak'tır. Bu şehirlerde yapılan kazılar, bunların tümünün MÖ 3000'li yıllar civarında bir sele maruz kaldıklarını göstermektedir.

 

Ur şehrinde yapılan kazılarda ortaya çıkartılan arkeolojik bulgular, buradaki medeniyetin çok büyük bir sel felaketi sonunda kesintiye uğradığını, daha sonra zaman içinde tekrar yeni uygarlıkların meydana çıkmaya başladığını göstermektedir. Leonard Woolley, British Museum ve Pennsylvania Üniversitesi tarafından ortaklaşa yürütülen bir kazı çalışmasına da başkanlık etmiştir. Sir Woolley'in kazıları Bağdat ile Basra Körfezi arasındaki çölün ortalarında gerçekleşti. Reader's Digest dergisinde Woolley'in kazıları şöyle anlatılmaktadır:

Woolley, tek bir zaman diliminde oluşmuş böylesine büyük bir kil kütlesinin sadece çok büyük bir sel felaketinin sonucu olabileceğini belirterek; Sümer Ur'u ile Al-Ubaid'in boyalı çanak çömlek kullanan halkı tarafından kurulan kenti ayıran sel tabakasını, efsanevi Tufan'ın kalıntıları olarak tanımladı. ( Max Mallowan, Noah's Flood Reconsidered, Iraq)

 

 

Olay bu isteyen istediği gibi (google) araştırıp kendi inandığı gibi foruma asar fakat 20, 21. yüzyılda meydana çıkan (bilimsel veriler) 6. yüzyılda nasıl biliniyordu doğrusu hayret değilmi.

 

 

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Olay bu isteyen istediği gibi (google) araştırıp kendi inandığı gibi foruma asar fakat 20, 21. yüzyılda meydana çıkan (bilimsel veriler) 6. yüzyılda nasıl biliniyordu doğrusu hayret değilmi.

 

Sayın Sarıgöl, bu başlığın ilk iletisini okumamış olsan gerek, aynı şeyleri tekrarlamışsın. Bizim de zaten tartışmaya çalıştığımız şey, Kuran'da verilen bu bilgiler acaba daha önceki bilgi birikimlerinin bir derlemesi mi?

 

Bu arada dağların hareketleri ile ilgili tek bir ayete değinmişsin. İlk iki iletiyi okursan birden fazla ayette dağların konumuna değinilmektedir. Ayetlerin çoğunda da dağların yere sabit yerleştirildiğinden ve böylece sarsıntıyı önlediğinden bahsedilir. Sence burada bir çelişki sözkonusu değil mi?

 

Saygılarımla...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sayın Sarıgöl, bu başlığın ilk iletisini okumamış olsan gerek, aynı şeyleri tekrarlamışsın. Bizim de zaten tartışmaya çalıştığımız şey, Kuran'da verilen bu bilgiler acaba daha önceki bilgi birikimlerinin bir derlemesi mi?

 

Bu arada dağların hareketleri ile ilgili tek bir ayete değinmişsin. İlk iki iletiyi okursan birden fazla ayette dağların konumuna değinilmektedir. Ayetlerin çoğunda da dağların yere sabit yerleştirildiğinden ve böylece sarsıntıyı önlediğinden bahsedilir. Sence burada bir çelişki sözkonusu değil mi?

 

Saygılarımla...

Sayın 'yersoy', KUR'AN da verilen "DAĞLAR" la ilgili Ayetler çok ve hepsinin'de cevabı var üstelik"Tabaka tektoniği" diye verilen bir teori var (bilimsel) oradan size kısa bir alıntı yazdım. Şimdi size yazacaklarımdanda tatmin olmazsanız aksini yazarsınız (bilimsel) olarak yoksa sorun aramamak gerekir.

Dünyaca ünlü deniz altı jeologlarından biri olan Profesör Siaveda ise, dağların yeryüzüne kökler şeklinde saplı olduklarından bahsederken, şöyle bir yorumda bulunmuştur:

 

Kıtalardaki dağlar ve okyanuslardaki dağlar arasındaki temel fark materyalindedir... Fakat her ikisinde de dağları destekleyen kökler vardır. Kıtalardaki dağlarda, hafif ve yoğunluğu az madde yerin içine doğru kök olarak uzanır. Okyanuslardaki dağlarda da, dağı kök gibi destekleyen hafif madde vardır… Köklerin fonksiyonu, Arşimed kanununa göre dağları desteklemek içindir.

Ayrıca Amerikan Bilim Akademisi eski Başkanı Frank Press'in, dünya çapında pek çok üniversitede ders kitabı olarak okutulan Earth (Dünya) adlı kitabında, dağların kazık şeklinde oldukları ve yeryüzüne derinlemesine gömülü oldukları ifade edilmektedir.

G. B. Airy, 1855'te yerkabuğunun su üstünde yüzen, keresteden yapılmış sallara benzetilebileceğini söylemiştir. Kalın kereste parçaları ince parçalara kıyasla su yüzeyinin daha üstünde yüzerler. Benzer olarak yerkabuğunun kalın kısımları da bir sıvı veya daha yoğun olan alt tabakalar üzerinde yüzecektir. Airy, dağların, düzlüklerde olmayan daha az yoğun kayalardan derin köklere sahip olduğunu savunuyordu. Airy, çalışmalarını yayınladıktan dört yıl sonra, J. H. Pratt alternatif bir hipotez sundu... Bu hipotezle dağlar altındaki kaya kolonlarının, düzlükler altındaki kaya kolonlarına göre daha uzun olmalarından ötürü, daha az yoğun olmaları gerekiyordu. Airy ve Pratt'in hipotezlerinin her ikisi de yüzeydeki düzensizliklerin, yerkabuğunun belirgin kısımlarındaki (dağlar ve düzlükler) kayaların yoğunluklarındaki farklarla dengelendiğini belirtmişlerdir. Bu denge durumu, "izostasi" olarak tarif edilmektedir.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Sayın Sarıgöl, bu başlığın ilk iletisini okumamış olsan gerek, aynı şeyleri tekrarlamışsın. Bizim de zaten tartışmaya çalıştığımız şey, Kuran'da verilen bu bilgiler acaba daha önceki bilgi birikimlerinin bir derlemesi mi?

 

Bu arada dağların hareketleri ile ilgili tek bir ayete değinmişsin. İlk iki iletiyi okursan birden fazla ayette dağların konumuna değinilmektedir. Ayetlerin çoğunda da dağların yere sabit yerleştirildiğinden ve böylece sarsıntıyı önlediğinden bahsedilir. Sence burada bir çelişki sözkonusu değil mi?

 

Saygılarımla...

Sayın 'yersoy', KUR'AN da verilen "DAĞLAR" la ilgili Ayetler çok ve hepsinin'de cevabı var üstelik"Tabaka tektoniği" diye verilen bir teori var (bilimsel) oradan size kısa bir alıntı yazdım. Şimdi size yazacaklarımdanda tatmin olmazsanız aksini yazarsınız (bilimsel) olarak yoksa sorun aramamak gerekir.

Dünyaca ünlü deniz altı jeologlarından biri olan Profesör Siaveda ise, dağların yeryüzüne kökler şeklinde saplı olduklarından bahsederken, şöyle bir yorumda bulunmuştur:

 

Kıtalardaki dağlar ve okyanuslardaki dağlar arasındaki temel fark materyalindedir... Fakat her ikisinde de dağları destekleyen kökler vardır. Kıtalardaki dağlarda, hafif ve yoğunluğu az madde yerin içine doğru kök olarak uzanır. Okyanuslardaki dağlarda da, dağı kök gibi destekleyen hafif madde vardır… Köklerin fonksiyonu, Arşimed kanununa göre dağları desteklemek içindir.

Ayrıca Amerikan Bilim Akademisi eski Başkanı Frank Press'in, dünya çapında pek çok üniversitede ders kitabı olarak okutulan Earth (Dünya) adlı kitabında, dağların kazık şeklinde oldukları ve yeryüzüne derinlemesine gömülü oldukları ifade edilmektedir.

G. B. Airy, 1855'te yerkabuğunun su üstünde yüzen, keresteden yapılmış sallara benzetilebileceğini söylemiştir. Kalın kereste parçaları ince parçalara kıyasla su yüzeyinin daha üstünde yüzerler. Benzer olarak yerkabuğunun kalın kısımları da bir sıvı veya daha yoğun olan alt tabakalar üzerinde yüzecektir. Airy, dağların, düzlüklerde olmayan daha az yoğun kayalardan derin köklere sahip olduğunu savunuyordu. Airy, çalışmalarını yayınladıktan dört yıl sonra, J. H. Pratt alternatif bir hipotez sundu... Bu hipotezle dağlar altındaki kaya kolonlarının, düzlükler altındaki kaya kolonlarına göre daha uzun olmalarından ötürü, daha az yoğun olmaları gerekiyordu. Airy ve Pratt'in hipotezlerinin her ikisi de yüzeydeki düzensizliklerin, yerkabuğunun belirgin kısımlarındaki (dağlar ve düzlükler) kayaların yoğunluklarındaki farklarla dengelendiğini belirtmişlerdir. Bu denge durumu, "izostasi" olarak tarif edilmektedir.

Bugün biliyoruz ki, yeryüzünün kayalık olan dış katmanı, derin faylarla kırılmıştır ve erimiş magma üzerinde yüzen plakalar halinde parçalanmıştır. Dünya'nın kendi ekseni çevresindeki dönüş hızının çok yüksek olmasından ötürü, yüzen plakalar eğer dağların sabitleştirici etkisi olmasaydı, hareket halinde olacaklardı. Böyle bir durumda yeryüzü üzerinde toprak birikmeyebilir, toprakta hiç su depolanmayabilir, hiçbir bitki filizlenmeyebilir, hiçbir yol, ev inşa edilemeyebilirdi; kısacası Dünya üzerinde hayat mümkün olmayabilirdi. Ancak Allah'ın rahmetiyle dağlar tıpkı çiviler gibi görev yaparak, yeryüzündeki hareketliliği büyük ölçüde engellerler.

 

Görüldüğü gibi, modern jeolojik ve sismik araştırmalar sonucunda keşfedilen dağların çok hayati bir işlevi, yüzyıllar önce indirilmiş olan Kuran-ı Kerim'de Allah'ın yaratmasındaki üstün hikmete bir örnek olarak verilmiştir.

 

Şimdi eğer 21. yüzyılda en azından benim bilmediğim başka jeolojik bulgular varsa yazarsınız yoksa...

 

Saygılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Şimdi eğer 21. yüzyılda en azından benim bilmediğim başka jeolojik bulgular varsa yazarsınız yoksa...

 

Sayın Sarıgöl, dağların oluşumu ve levha (plaka) tektoniği hakkında kapsamlıca bilgiyi "Yerbilimleri-İnsan-Din" forumunda verdim. Bir zahmet okuyunuz lütfen. Alıntı olarak koyduğunuz yazılar "Kuran Mucizeleri" ve benzeri sitelerden. Bu sitelerde jeoloji biliminin bulguları işine gelindiğinde kullanılmakta, işine gelindiğinde çarpıtılmakta işine gelindiğinde ise red edilmektedir. Size sadece şunu soracağım: Jeolojinin bulguları kendi içinde tutarlı ve bütündür. Neden bu insanlar işine geleni kullanıyor işine geleni yalanlıyor? Red edeceksen tümünü, kendine taraf olacaksa da yine tümünü kullanman gerekir. Yanlış mıyım?

 

Dağların kökleri tabii ki vardır. Ancak bunun sarsıntıyı önlemek ile bir alakası yoktur. Bunu bu forumlarda 50. kez dile getiriyorum ama anlamamak için elinizden geleni yapıyorsunuz. Dağlar, özellikle levhaların sınırlarında oluşurlar. Alıntı yaptığınız sitelerdeki enine jeolojik kesitleri şöyle bir inceleyin. Burada şunu göreceksiniz:

Kendine mal edilen bilgi: dağların kökleri olduğudur. Bu doğru, ancak her zaman için geçerli değil. Size çok yeni bilgiler de verebilirim...

Görmezden gelinen bilgi: Dağların oluşum yerleri lehaların aktif sınırlarındadır. Bu bölgeler depremlerin olduğu yerlerdir. Çünkü dağların oluşması için levha hareketi gerekir ki bu da deprem demektir.

 

Bugün biliyoruz ki, yeryüzünün kayalık olan dış katmanı, derin faylarla kırılmıştır ve erimiş magma üzerinde yüzen plakalar halinde parçalanmıştır. Dünya'nın kendi ekseni çevresindeki dönüş hızının çok yüksek olmasından ötürü, yüzen plakalar eğer dağların sabitleştirici etkisi olmasaydı, hareket halinde olacaklardı.

 

Yapmayın Sarıgöl, bugün böyle bir şey bilmiyoruz, bildiğimizi sanıyoruz. Eksik ve yanlış bilgi kadar tehlikelisi yoktur!

Levhalar magma üzerinde yüzmez. Bunu da ilgili forumda okuyun lütfen. Levhaların hareketlerinin dünyanın dönüşü ile ve dağların sabitleştirici etkisiyle alakası yoktur. Ne kadar çelişkili konuşuyorsunuz! Dağ dediğin oluşuklar levalar üzerinde hareket eder sayın Sarıgöl. Lütfen söylediklerime kulak verin artık...

 

Şimdi bu yeni bilgiler ile yeniden gözden geçirin lütfen fikirlerinizi...

 

Saygılarımla...

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Görmezden gelinen bilgi: Dağların oluşum yerleri lehaların aktif sınırlarındadır. Bu bölgeler depremlerin olduğu yerlerdir. Çünkü dağların oluşması için levha hareketi gerekir ki bu da deprem demektir.

 

Dağlar, yeryüzü kabuğunu oluşturan çok büyük tabakaların hareketleri ve çarpışmaları sonucunda meydana gelir. Hareket eden iki tabaka çarpıştığı zaman daha dayanıklı olanı ötekinin altına girer. Üstte kalan tabaka kıvrılarak yükselir ve dağları meydana getirir. Altta kalan tabaka ise yeraltında ilerleyerek aşağıya doğru derin bir uzantı meydana getirir. Yani dağların yeryüzünde gördüğümüz kütleleri kadar, yeraltına doğru ilerleyen derin uzantıları da vardır. Yani dağlar manto denen tabakaya derinlemesine saplanmaktadır.

yüzey şekillerinin jeolojik zaman boyutu içinde evrimi levha hareketleri çerçevesinde gerçekleşir. yer kabuğu ve hemen altındaki manto katmanının birleşmesinden oluşan taş küre (litosfer), yavaş bir hareketle yer değiştiren 12 ayrı 'levha' halinde, değişken bir yap-boz tablosu oluşturur. yarı akışkan astenosfer tabakası üzerinde yüzer durumda bulunan bu levhaların hareketi için gereken enerjiyi, astenosfer tabakasındaki konveksiyon akımları sağlar. levhalar birbirleriyle sürekli temas halinde olduklarından, hareketlerinin yön ve şiddetini, yerin derinliklerinden gelen itici gücün özellikleri olduğu kadar levhaların birbiri ile olan ilişkileri de belirler. böylece, kısa dönemde belirli bir düzen içinde süren levha hareketlerinin, zaman ölçeği büyütüldüğünde kaotik ve önceden belirlenemez bir biçimde gerçekleştiği gözlenir.

levhaların hareketlerinde yer kabuğunun bütün bu özellikleri rol oynar.

 

Manto, [Litosfer] ile [Çekirdek] arasında yer alan sıcak ve plastik bir kattır. Kalınlığı 2860 kilometreye yakındır. [ultra bazik kayaç ultrabazik] veya [ultramafik kayaç Ultramafik kayaçlardan oluşur] oluşur. Ağırdır; yoğunluğu 3,5 - 6 gr/cm3 arasında bulunur. Üç kısma ayrılır:

 

Üst manto veya (atmosfer),

Orta manto

Alt manto.

Litosferin altından 700 km derinliğe kadar uzanan kuşağa üst manto veya astenosfer denilir. Bu kuşağın yoğunluğu 3.3-4.3 gr/cm3 arasında değişmekte olup, bileşiminde ultrabazik ve ultramafik ([Olivin olivinli] veya (piroksin piroksinli), yani fazla miktarda [alkali] madde ve [mineral] içeren [magma] veya ergimiş malzeme bulunur, üst mantonun alt kısmında P dalga hızı yoğunluk artışından dolayı 10.7-11 km/sn'yi bulur. Yerkabuğu parçaları veya plakalar, üst mantonun üzerinde yüzerler. Çünkü bu seviyelerde mantonun bir kısmı ergiyebilir. Bunun için de, belli bir sıcaklıkta mantonun bir miktar su içermesi yeterlidir. Bu durum gerçekleşince, kısmen eriyen astenosfer hemen hiçbir direnç göstermeden biçim değiştirir.

 

700-2900 km derinlikleri arasında uzanan kısmında ise alt manto başlar; bu kuşakta [demir] ve [magnezyum] [silikat silikatları] egemen durumdadır. Bundan dolayı alt mantonun alt kısmında yoğunluk 5.5'e kadar çıkmakta ve P dalga hızı ise 13.6 km/sn'ye ulaşır.

 

Orta manto kısmı Üst ve Alt manto arasında bir geçiş zonu oluşturur. Manto yerkürenin toplam hacminin %80 den fazlasını meydana getirir ve [yerkabugu] hareketleri (deniz dibi yayılması, [kıtaların kayması], [epirojenez], [orojenez], derin [deprem depremler]) ile volkanizma için gerekli enerjiyle iç kuvvetlerin kaynağım teşkil eder.

 

Şimdi bana buradan "DAĞLARIN" depremi azaltma etkisi olmadığını bilimsel olarak kanıtlayabilirmisin yoksa zaten Dünya bir sanatımı icra ediyor kendiliğinden denilmeli...

 

Saygılar.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Dünya'nın kendi ekseni çevresindeki dönüş hızının çok yüksek olmasından ötürü, yüzen plakalar eğer dağların sabitleştirici etkisi olmasaydı, hareket halinde olacaklardı... dağlar tıpkı çiviler gibi görev yaparak, yeryüzündeki hareketliliği büyük ölçüde engellerler.

Dünya'nın kendi ekseni çevresindeki dönüş hızı yüksek değildir. 24 saatte sadece bir tur. Bu son derece düşük bir dönüş hızıdır. Kaldı ki yüksek de olsa levha tektoniğine hiç bir etkisi olmazdı. Tabii aniden fren yapıp durmadıkça. Zaten böyle bir fren yapma durumu olsa, şimdiki çok düşük hız bile korkunç bir felakete yol açardı.

 

Bu bakımdan dünyanın dönüşü ile levha tektoniği ve dağlar arasında en küçük bir ilişki bile yoktur.

Yoruma sekme
Diğer sitelerde paylaş

Katılın Görüşlerinizi Paylaşın

Şu anda misafir olarak gönderiyorsunuz. Eğer ÜYE iseniz, ileti gönderebilmek için HEMEN GİRİŞ YAPIN.
Eğer üye değilseniz hemen KAYIT OLUN.
Not: İletiniz gönderilmeden önce bir Moderatör kontrolünden geçirilecektir.

Misafir
Maalesef göndermek istediğiniz içerik izin vermediğimiz terimler içeriyor. Aşağıda belirginleştirdiğimiz terimleri lütfen tekrar düzenleyerek gönderiniz.
Bu başlığa cevap yaz

×   Zengin metin olarak yapıştırıldı..   Onun yerine sade metin olarak yapıştır

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Önceki içeriğiniz geri getirildi..   Editörü temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.