Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

_asi_

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    2.917
  • Katılım

  • Son Ziyaret

  • Lider Olduğu Günler

    2

İletiler gönderen: _asi_

  1. İRAN

     

    800px-Flag_of_Iran.svg.png

     

     

     

    800px-Tehran-2-1600.jpg

    Başkent Tahran

     

     

    DEVLETİN ADI: İran İslam Cumhuriyeti

    BAŞŞEHRİ: Tahran

    YÜZÖLÇÜMÜ: 1.648.000 km2

    NÜFUSU: 59.570.000

    RESMİ DİLİ: Farsça

    DİNİ: İslamiyet (Şii)

    PARA BİRİMİ: Riyal

     

    Asya’nın batısında yer alan bir devlet. Kuzeyinde Sovyetler Birliği ve Hazar Denizi, doğusunda Afganistan ve Pakistan, batısında Türkiye ve Irak, güneyinde Basra ve Umman körfezleri bulunur.

     

    Tarihi

     

    M.Ö. 3000 yıllarından beri İran biliniyordu. Bilinen en eski imparatorluk Elamlıların M.Ö. 1100-600 yıllarında kurdukları imparatorluktur. Elamlıların yerine Medlerin kurmuş oldukları imparatorluğu Persli Keyhüsrev M.Ö. 550 yılında yıkmış ve Anadolu’nun büyük bir bölümü dahil olmak üzere egemenliği altına almıştır.

     

    İskender komutasındaki Yunanlılar M.Ö. 330 yıllarında bütün İran topraklarını ele geçirdiler. Bundan sonra İran topraklarında Parthların ve Sasanilerin egemenliği devam etmiştir.

     

    Sasanilerin çöküşü İslam ordularının İran’ı ele geçirmeleriyle olmuştur. Hazret-i Ömer devrinde İran üzerine birçok seferler düzenlenmiştir. Akın akın İran içlerine giren İslam orduları, azerbaycan, Taberistan, Cürcan, Rey, Kumis, Karvin, Zencan, Hemedan, İsfahan ve Horasan’ı fethettiler. Hazret-i Ömer’in ölümünden sonra İran’da bazı karışıklıklar meydana geldi. Hazret-i Osman bunun üzerine askeri birlik göndererek isyanları bastırdı ve elebaşılarını cezalandırdı. Böylelikle İslam hakimiyeti, İran’da devamlı sağlanmış oldu.

     

    Hicri sesekizinci asrın başında Safiyyüddin Erdebili hazretlerinin soyundan gelenler İran’da Sünni bir tarikat kurdular. Onun adına nisbetle bu tarikata Safeviyye adı verildi. Osmanlı sultanları, İslamiyete hizmet eden bu tarikat mensuplarına pekçok ihsanlarda bulundular. Ancak Hoca Ali’den itibaren bu yolun mensupları arasında Eshab-ı kiram düşmanlığı yayılmaya başladı. Daha sonra tarikatın başına geçen Şeyh İbrahim, aşırı Şii görüşlerini benimsedi. Bundan sonra tarikatin başına Şeyh Haydar geçti. Şeyh Haydar’ın ölümünden sonra oğlu Şah İsmail taç giydi. Şah İsmail, velinimeti olan Akkoyunlular Devletini yıkarak, İran’da Safevi Hanedanını kurdu. Bunun zamanında Şiilik, devletin resmi dini oldu. Bu dönemde sülalenin en büyük meselelerini Osmanlılarla savaşmak teşkil etti. 1514 yılında Çaldıran’da Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’i ağır bir hezimete uğrattı ve Tebrizi fethetti (Bkz. ÇaldıranMuharebesi). Şah İsmail’in ölümünden sonra tahta geçen oğlu Tahmasb zamanında İran bütünüyle Osmanlıların eline geçti.

     

    Safevi Sülalesinin çöküşü Şah İkinciAbbas’ın hükümdar olduğu döneme rastlar. Yıkılışın ilk belirtisi Kandehar’daki Afganlı Mir Veys’in 1709 yılında isyan ederek başarı sağlaması oldu. Bundan sonra Afganlılar sık sık İran üzerine askeri seferler düzenlediler. Fakat hiçbir zaman İran’a tamamen sahip olamadılar. 1729’da Safeviler yeniden yönetimi ele geçirdiler. Fakat bu sefer de Rus Çarı Deli Petro öteden beri gerekli ticaret yollarını açabilmek için İran’a göz dikmiş durumdaydı. Osmanlılar da İran’ın Rusların eline geçmemesi için İran üzerine bir sefer düzenledi. Osmanlılarla Ruslar arasında bir savaş tehlikesi belirdi, ama sanıldığı gibi olmayarak iki devlet anlaşarak, İran’ı aralarında pay ettiler. Bu anlaşma uzun sürmedi. Tahmasb kuzeydoğu İran’da bir ordu toplamaya çalışıyordu. Çar Petro, tahtın Safevi Sülalesine geçmesini uygun karşılayacağını açıklamıştı. Ama bütün bunlar Safevi Sülalesinin tahtı ele geçirmesine yetmedi. Nadir Şah ile birlikte İran üzerinde Afşar soyunun egemenliği başlamaktadır. Ancak bu da uzun sürmedi. Nadir Şah’ın öldürülmesinden sonra bir iktidar boşluğu meydana gelmiş ve bundan sonra üç ayrı rakip taht için ortaya çıkmıştır. Bunlar: Zendler, Afganlılar ve Kaçarlardır. Bunlardan Zendlerin yönetimi 40 seneye varmayacak derecede kısa bir zaman diliminde oldu. Bundan sonra ülke yönetimi 1925 yılına kadar Kaçarların elinde kaldı.

     

    1925-1979 yılları arasındaki dönem ise Pehlevi sülalesinin İran tahtında bulunduğu dönemdir. Pehlevi sülalesinin İran tahtında bulunduğu süre içinde geçen en buhranlı dönem İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır. 1938 yıllarından sonra İran’da Alman tesiri şiddetli bir şekilde kendisini hissettirmeye başlamış, bunun neticesinde İran’da pekçok Nazi-Almanyasının teknisyenlerinin bulunması, başta İngiltere olmak üzere müttefik devletleri tedirgin etmiştir. Bununla başlayan gerginlik, 1952 senesinde İran’ın İngiltere ile diplomatik ilişkilerini kesmesine kadar ilerledi. İran başbakanlarından Musaddık’ın yönetimin başında bulunduğu dönemlerde İran Komünist Partisi olan Tudeh’e büyük tavizler vermesi ve bunları batıya karşı koz olarak kullanmaya çalışması, memlekette huzursuzluklar meydana gelmesine sebep oldu. Bunun üzerine Şah, Musaddık’ı başbakanlıktan azlederek yerine General Zahid’i tayin etti.

     

    1963 yılında Şah “Beyaz Devrim” adı altında ülkede büyük çapta ekonomik ve sosyal reformlar yapmıştır. Her geçen gün artan petrol gelirleri ve özellikle ülke savunması için yapılan büyük harcamalar, İran’ı Ortadoğu’da özellikle askeri bakımdan söz sahibi ülkeler arasına getirmeye başlamıştı. Bu zamanda Fransa’da sürgünde bulunan İranlı Şii lider Humeyni, ülkede Şii inancının hakimiyetinden istifade ederek, çoğunlukta olan Şiileri etrafında topladı. İçten ve dıştan yapılan pekçok mücadeleler neticesinde Humeyni İran’a hakim oldu. Şah ailesi İran’ı terketti ve memleket Şii inancı ile idare edilmeye başlandı. 1979 yılında İran İslam Cumhuriyeti adını alan ülkede binlerce Şii inancında olmayan İranlı, devlet aleyhtarlığı ile suçlanarak sorgusuz sualsiz kurşuna dizildi.

     

    Humeyni idaresindeki İran, Irak ile 22 Eylül 1980’de harbe başlamış ve bu harpte yüzbinlerce İranlı ölmüştür. 20 Ağustos 1988’de Ateşkes ilanı ile savaş durdu. ayetullah Humeyni’nin 1989’da ölmesi üzerine aynı yılın Ağustos ayında yerine cumhurbaşkanı Ali Hameney, Hameney’in yerine de meclis başkanı Haşimi Rafsancani Cumhurbaşkanı seçildi. Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal etmesi üzerine, İran’ın barış şartlarını eksiksiz kabul ettiğini açıkladı. Böylece l980’da başlayan savaş 1990’da barış anlaşması ile neticelendi ve iki ülke arasında diplomatik ilişki yeniden kuruldu.

     

    Fiziki Yapı

     

    İran’ın büyük bir bölümü yüksek ovalar ve geniş çöllerden meydana gelir. Ülkenin yüksek bir ovadan meydana gelen bölümü kuzeyde Elbruz Dağları, güneybatıda ise Zağros Dağları ile sınırlıdır. Bu ovanın merkezi iki büyük çölle kaplıdır. Deşt-i Kebir (Tuz çölü) ve Deşt-i Lut (Kum çölü) tam bir çöldür. Yağışlı mevsimlerde dağlardan gelen seller tuzları getirerek Dest-i Kebir’e bırakırlar, mevsim kuraklaşınca çölün yüzeyinde bir tuz tabakası meydana gelir.

     

    İran topraklarının büyük bir kısmı deniz seviyesinden 1000 m’den daha yüksektir. Kuzeyde 3000 m’yi geçen Kuzey İran Sıradağları bulunur. İran’ın bu bölümünde Hazar Denizini İran’ın iç bölgesindeki yaylalardan ayıran Elbruz Dağları 4000 m yüksekliğe kadar ulaşır. Doğuya doğru bu dağlık alan alçalır ve daralır. Elbruz Sıradağlarının batısında ise içinde, Rezaiye Gölü ve havzasının bulunduğu azerbaycan dağlık bölgesi uzanır. Rezaiye Gölünün hemen doğusunda Tebriz Ovası yer alır. Rezaiye Gölünün en derin yeri 14 m, yüzölçümü ise 5000 km2dir. İran’ın güneyini çevreleyen sıradağlar, Güney İran Dağları adı altında toplanır. İran’da ayrıca birçok volkanik dağlar vardır. Büyük Kevir, yeryüzünün dibi en düz olan en geniş çöllerinden biridir. Kuzistan Ovası, Mezopotamyanın bir uzantısıdır. İran, büyük ırmakları bulunmayan bir ülkedir. Az olan akarsularından Karun, Akçay ve Karaçay başlıcalarıdır.

     

    İklimi

     

    İklim bakımından İran, birbirinden çok farklı bölgelerin bulunduğu bir ülkedir. Hazar Denizine bakan kısımlar çok nemli ve daima yağışlıdır. Bu bölge dışındaki bütün İran toprakları astropikal kurak bölge içindedir.

     

    Hazar Denizinin kuzey kenarlarını çeviren Elbruz Dağlarının kuzeye bakan yamaçları senede ortalama 1000-1500 mm ile bol yağış aldığından zengin ormanlarla kaplıdır. Bu dağların eteklerinde sıralanmış bulunan dar kıyı ovaları çok nemlidir. Güneyde iklim daha ılımandır ama, genelde belirgin bir sıcak söz konusudur. İsfahan yılda ancak 120 mm yağış alır. Yağmurlar genel olarak kış sonunda ve yaz ayları başlarında yağar. Denizden yüksek dağlarla ayrılan iç ovalar yaz süresinde Akdenizde görülen hava basıncı düşüklüklerinden etkilenmezler. Burada iklim yazları çok sıcak, kışları ise çok soğuktur.

     

    Tabii Kaynaklar

     

    Bitki örtüsü ve hayvanlar: İran’ın dağlık yerleri ormanlarla kaplıdır. Hazar Denizi kıyı bölgesinde Karadeniz bitki topluluğunu andıran gür bir orman örtüsü meydana gelmiştir. Bu kısımlarda ve yaylalarda yüksek bozkırlar geniş yer tutar. İç bölgelerin çukur yerlerinde tuzlu bataklıklar ile çöl bozkırları ve kum çölleri uzanır. Vadiler boyunda ve sulanabilen verimli topraklarda çeşitli kültür bitkileri yetiştirilmektedir. Kurak bölgelerde bunlar birer vaha görünüşündedir.

     

    İran ormanlarında bugün az sayıda kaplan, leopar, kurt, ayı ve tilki bulunmaktadır. Çöllerin çevresinde boş topraklarda ceylanlar yaşar. Dağlık bölgelerde yaban keçileri ve çeşitli av kuşlarına rastlanır.

     

    Madenleri: İran maden bakımından zengindir. Kuzey ve batı bölgelerinde kömür, Tahran-Semnan kuzeyi ile Yezd ve Keran arasında demir yatakları, Damgan’da altın, Anarak’ta nikel yatakları vardır. Ayrıca boksit, kurşun, antimon, kobalt, gümüş, kalay, bakır, kükürt ve tuz madenleri bulunmaktadır. Horasan’ın Turhis adlı mavimsi yeşilimsi mücevherleri ünlüdür.

     

    İran’ın en büyük zenginliği petrol yataklarıdır. İran dünya petrolünün % 6’sını sağlamaktadır.

     

    Nüfus ve Sosyal Hayat

     

    İran’ın nüfusu 59.570.000 olup, km2ye 20 kişi düşmektedir. İran nüfusunun % 20’si şehirlerde yaşar. Halkın çoğunluğu Farslardan meydana gelir. Halkın % 60’ını Farslar, % 20’sini Türkler, % 10’unu Araplar, % 8’ini diğerleri ve % 2’sini Kürtler meydana getirir. İran’da 10 milyon civarında azeri Türkü bulunmaktadır. Halkın yarıdan çoğu Şiidir. Geri kalanın çoğunluğu Sünni olup, hakimiyet Şiilerin elindedir. İran’da en yaygın dil Farsçadır. Ama nüfusun yarısından fazlası Türkçe, Arapça, Kürtçe, Beluçi ve Gılaki gibi çeşitli diller ve lehçeler kullanır. Kız ve erkek çocuklar için eğitim mecburi olduğu halde, uzak köylerde bu gerçekleştirilememektedir. Ülkede 10 üniversite bulunmaktadır. Başlıca şehirleri Tahran, Tebriz, Isfahan, Abadan ve Kum’dur.

     

    Siyasi Hayat

     

    İran’da 1979 yılı başlarında, Humeyni’nin düzenlediği hareketle Şehinşahlık düzenine son verilmiş ve bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur. İdarede tamamen Şiilerin hakim olduğu İran’da yönetim; meclis, bakanlar, başbakan ve cumhurbaşkanı ve velayet-i fakih denilen on iki imamın temsilcisi sayılan dini lider tarafından yürütülür. 1989’da yapılan anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanının konumu güçlendirildi.

     

    Ekonomi

     

    İran bir tarım ve hayvancılık ülkesidir. Siyasi gelişmeler ekonominin gerilemesine yolaçmış, milli gelirin düşmesine sebeb olmuştur.

     

    Tarım: Nüfusun büyük bir kısmı tarımla uğraşmaktadır. İran’ın yedide biri ekilebilir ve tarıma elverişlidir. Tarım ürünleri arasında en çok buğday ve arpa elde edilir. Meyve ve sebzenin yanında pirinç, mercimek, nohut, şekerpancarı, soğan, pamuk, kavun, karpuz, dut ve tütün yetiştirilmektedir. Kuzeydeki dar bir kıyı şeridinde sulamaya ihtiyaç duyulmadan tarım yapılabilmekte, güneyde sulama kanalları vasıtasıyla hurma yetiştirilmektedir. Ülkenin güney ve güneydoğusunda sulama işi önemli bir problemdir. Birçok bölgede tarım eski usüllere dayanılarak yapılmaktadır. Bu yüzden tarımda istenilen netice alınamamaktadır.

     

    Hayvancılık: İran ekonomisinde hayvancılık önemli yer tutar. En çok koyun beslenir. Beslenen koyunların yünleri aranan ve çok değerli cinstendir. Genellikle dağların yüksek otlaklı yerlerinde ve yaylasında hayvancılık yapılır. Koyundan sonra en çok sığır beslenir. Hazar Denizinde balıkçılık yapılmaktadır. Buradan mersin balığı ve havyar elde edilir.

     

    Endüstri: Modern sanayi İran’da çok az gelişmiştir. İşletmeye elverişli yataklar bulunmasına rağmen az miktarda kömür, demir filizi, kurşun, nikel, bakır çıkarılmaktadır. Eskiden beri İran’da önemli yer tutmuş olan halıcılık, dokumacılık ve deri işlemeciliği yanında, çeşitli endüstri kolları da gelişmeye başlamıştır. Dokuma, çimento, şeker fabrikaları, dökümcülük ve kimya endüstri kolları bunlardan bazılarıdır. İran’ın en büyük zenginlik ve enerji kaynağı petroldür. Petrol işleme tesisleri, rafineriler İran’ın gelişmekte olan sanayi tesislerinin başlıcalarıdır.

     

    İran’da petrol yabancılar tarafından bulunmuş, onlar tarafından işlenmiş, 1951 yılında millileştirilmiştir. Çeşitli merkezlerde çıkan petrol, dünyanın en büyük petrol rafinerilerinden olan Abadan petrol rafinerisine borularla getirilmektedir.

     

    Ticaret: İran ithalattan çok ihracat yapan bir ülkedir. İhraç ettiği ürünlerin başında petrol gelmektedir. Elde edilen petrolün %80’den fazlasını satmaktadır. Diğer ihraç maddeleri pamuk, halı, meyve, pirinç, yün ve deridir. İthal ettiği mallar arasında şeker, makinalar, dokumalar, çelik, çay, motorlu taşıtlar bulunmaktadır.

     

    Ulaşım: İran’da 12.000 kilometrelik karayolu ve 4.601 kilometrelik bir demir yolu şebekesi bulunmaktadır.

     

    Başlıca limanları Abadan, Hürremşah, Basra Körfezinde bulunmaktadır. Hazar Denizinde ise, Benderşah ve Bender Pehlevi de önemli limanları arasındadır. Tahran ve Abadan’da milletlerarası havaalanları vardır.

     

     

     

    800px-LocationIran.svg.png

  2. IRAK MUTFAK KÜLTÜRÜ

     

    Irak mutfağı göçebe boylarına dayanan çok köklü bir geçmişe sahiptir. Göçebe boyları ekmek ve hurma veya koyun ve deve gibi sadece taşınabilir gıdaları kullanıyorlardı. Mutfakları ayrıca Babiller, Sümerler, Pers ve Yunan gibi eski uygarlıklardan da çok etkilenmiştir. İslamiyet ve Arap kültürüyle eski ve yeni lezzetler karışarak şu anki şekil oluşmuştur. Bağdat’ın İslami bir başkent olmasıyla ülkeye dışarıdan Müslüman gelişi ve yurt dışı ziyaretler Irak yiyeceklerine yeni farklılıklar katmıştır(Akdeniz bitkilerinin kullanılmaya başlanması gibi). Osmanlı ile Irak, Türk mutfağından etkilenerek birçok tarifi kaynaştırmıştır.

     

    Özet

     

    Ana yiyecek ekinleri buğday, arpa, pirinç, sebze ve hurma(dünyadaki en büyük üreticilerindendir) ile sınırlıdır.

    Genellikle sebze olarak patlıcan, bamya, patates, domates, fasulye, barbunya ve mercimek bulunur. Et grubunda ise kuzu ve sığır eti en çok tercih edilen, tavuk ve balık ardından gelen çeşitlerdir.

    Genellikle 3 genel öğün halinde beslenirler ama bazı aileler ikindi sonrası hafif bir yemek adeti edinmişlerdir. Öğle yemeği en önemli öğünleridir ve tüm aile bir arada olur.

    Ekmek olarak genellikle tandır ekmeği kullanırlar.

    Çorbalar nadiren(Ramazan’da sürekli), etli yemekler sık sık hazırlanır ve yanında daima pilav ile servis edilir, çeşit arttıkça menüye sebze yemekleri de girer fakat pilav vazgeçilmezlerdendir.

    İçecek olarak; ayran, meyve suları, çay, kahve ve gazlı içecekler bulunur. Çay en fazla tüketilenidir.

    Şu an savaş dolayısıyla çok geçerli olmasa da halkı konukseverdir ve ısrarcıdır. Evine gelen birisi ikramlardan yiyip içmezse ev sahibi konuğunun kendisine dargın veya kızgın olduğunu düşünür.

    Sofra düzeninde genellikle 20-25 kişilik sofralarda tirit usûlü, 3-4 kaptan ortak veya ortaya koyulan servis kaplarından bireysel tabaklarına istedikleri kadar alarak yerler.

     

    Ekmek: Her evin bir tandırı(Yere çukur kazılarak yapılan özel bir fırın) vardır.(Kuzey Irakta çok ünlü değildir)

     

    Lavaş/Tandır ekmeği: ince ve oldukça gevrek bir çeşit ekmektir. Tandır ekmeği yerde açılan ve etrafı çamurla sıvanmış bir çukurun içinde pişirilir. Yufka gibi oklava ile bir buçuk santim kalınlığında açılır. Üzerine un, susam ve su serpilir. Bu bir nevi bulamaçtır. Bundan sonra ekmek, ocağın üzerine yapıştırılarak pişirilir. Bu da yufka gibi bol miktarda hazırlanıp uzun müddet saklanabilir.

    Sammun denilen küçük ince tek kişilik, saç ekmeği denilen biraz kalın, mada denilen daha ince büyük ve yuvarlak, yufga denilen ince-yuvarlak-geniş sayıca fazla yapılıp kuru olarak saklanan gerektiğinde nemlendirilerek tüketilen ekmekleri de mevcuttur.

     

    Gıda Pazarları: Önceden(70-80’li yıllar) haftalık kurulurdu fakat şu an elektrik kesintilerinin çokluğundan dolayı gıdalar muhafaza edilemiyor dolayısıyla pazarlar günlük kuruluyor.

    Maddi geliri yüksek kesimlerde erkekler, düşük yerlerde ise kadınlar satıcılık yaparlar.

    Pazarlarda genel olarak; salata malzemesi(marul, maydanoz, salatalık, domates, turp, soğan, tere…), bamya, bakla, barbunya, ıspanak, pancar, kavun, karpuz, üzüm, hurma ve ürünleri, incir, portakal, sarımsak, yer elması, kayısı, bakliyatlar(keşkek, pirinç, bulgur, nohut…), çay, kahve, fıstık, baharatlar ve lezzetlendiriciler(safran, susam, sirke…) satılır.

    Çilek, vişne ve kırmızı pul biberi hiç yoktur, kivi ve muz dışarıdan ithal edilir ve çok pahalıdır.

     

    Yağ: Genelde katı yağlar tüketilir. Hür yağ denilen hayvansal olanı daha lezzetli bulunur. Sıvı yağ çok nadir kullanılır, zaten her yerde bulunmaz.

     

    Limon çok fazla bulunmadığından genellikle limon tuzu tüketilir. Kızartmalar çok sevilir ve et yemeklerine düşkünlerdir, çoğunlukla her yemeğin yanında pilav tüketirler. Salata çeşitleri çok azdır. Çorbaya çok düşkün değillerdir, Ramazan’da mercimek ve şehriyeli çorbalar tüketirler. Meyve olarak portakal ve kayısıyı severler hatta kayısıyı yemek olarak ta tüketirler.

     

    Öğünler:

    Kahvaltıda kaymak çok sevilir. Yoğurt, haşlanmış nohut, bal ve incir reçeli de tüketilir. Yumurta ucuz olduğundan en uygun kahvaltı malzemesidir. Menemen arada bir yenilir. Domates yuvarlak dilimler halinde kızartılarak yenilir. Kuru bakla haşlanır ve üzerine yeşil yarpız(kekik gibi bir baharat) serpilerek tüketilir. Peynir ithal olduğundan çok sık yenmez. Çay, süt, süt tozu, sütlü çay içilir.

     

    Öğle yemeğini herkes evinde yer.(Zaten mesai 14:00-15:00 gibi biter) En önemli öğünleridir. 2-3 çeşit yemek bulunur. Salata çok kullanılır. Ayran sürekli, yoğurt nadiren tüketilir. Turşular çoğunlukla bulunur.

     

    Akşam hafif geçer. Kahvaltılıklar, yoğurt-çay, ekmek-çay, kavrulmuş domates veya sütlü çay tüketirler. Yemek ardından mutlaka karpuz, kavun, üzüm ve ayran tüketirler.

     

    Et: Kırmızı et(dana, koyun), tavuk ve balık tüketilir. Tavuk canlı alınır, kendileri kesip pişirmeye hazır hale getirirler. Balık biraz pahalı olduğundan her aile tüketemez, genellikle iri ve yağlı olanları tercih edilir. Bütün olarak temizlenir(kafası da alınır), safran, tuz, karabiber, halka soğan ile fırınlanır.

     

    Mezguf (Segıf) (Meşhur balık pişirme tekniği)

    Şu an eskisi kadar fazla olmasa da işlek caddelerdeki dükkânlarda sürekli yapılır. İsteyen dükkânda, isteyen burada yaptırıp evinde yer.

    Bu dükkânlarda, hamamlardaki kese taşları gibi geniş, içi topraklı taşlar vardır ve içinde odunla ateş yanar. Temizlenmiş ve açılmış balık oklavadan biraz ince sopa üzerinde, tuğlalarla desteklenerek ağır ağır pişirilir. (Balığın yüzeyi ateşe bakacak şekilde dik pişirilir.)

     

    Kırmızı et: Yumuşak kısımları genellikle şiş yapılır(Tikka) ve közde pişirilir. Kemikli tüm etler büyük tencerelerde uzun süre haşlanarak pişirilir, tandır ekmeği bir tepsiye doğranır, üzerine pilav koyulur, bunun üzerine de sulu et koyulur, toplu olarak yenilir. Bu şekilde yemek sunumuna evlerde ise “tirit”, daha fazla kişinin bulunduğu düğün, cenaze gibi merasimlerde ise “hibit” denilir.(İsteğe göre üzerine sarımsaklı yoğurtta koyulur)

    Kıyma bir defa iri olarak çekilir, kullanım öncesi haşlanır.

     

    Biryani: - Pirinç - Şehriye(çok bol miktarda) -Bezelye - Üzüm(çekirdeksiz) - Patates(küp küp doğ.) - Badem(tatlı) -Safran

    • Pirinç safran ve tuz ile haşlanır(genellikle süzme)

    • Şehriye kavrulur, haşlanır.

    • Patates ve üzüm ayrı ayrı kavrulur.

    • Haşlanmış bezelye ve diğer malzemeler karıştırılır, servis edilir.

     

    Dolma: Patlıcan, kabak, domates, patates, soğan, pazı ve taze salatalığın dolmasını yaparlar.

    Salatalık dolmasını kabak dolması gibi yaparlar. İçi için kullanılan et satırdan geçirilerek inceltilir, soğan, krafus(maydanoz benzeri bir bitki), baharatlar, domates, salça, yağ karıştırılır. Pişirme suyu için varsa et suyu koyulur veya kemikli et tencerenin dibine yerleştirilir.

     

    Bamya: Bamyayı çok severler ve genellikle büyük veya orta boylarını tüketirler. Çoğunlukla yapımında soğan değil sarımsak kullanırlar(3 kg tencere için 1 baş). Kırmızı et, domates, salça, tuz, yağ ve baharatlar diğer malzemeleridir. Limon kullanılmaz, tirit şeklinde yenilir, ayrı bir tabakta da pilav sunulur.

     

    Küpe: Özellikle Kuzey Irak’ta çok sevilir. İşkembe(maddiyatı iyi olan olmayana temizletir), bağırsak(içine hortum tutulur, kaynatılır) porsiyonlanır ve içleri dolma harcı ile(farklı olarak üzüm ve sarımsakda konur) yumruk gibi doldurulur, iğne iplikle dikilir, tencerede ağır ateşte kaynatılarak pişirilir. Ayrıca haşlanmış kelle paça ile birlikte servis edilir.

     

    Tepsi: Patlıcan, soğan, domates, patates, tavuk veya kırmızı et ayrı ayrı yuvarlak veya uzunlamasına kesilir ve kızartılır, tepsiye kat kat sıralayarak dizilir, üzerine salça, tuz, baharat, limon tuzu karışımı dökülür ve fırınlanır, 15 dk. Pişirilir, pilavla yenilir.

     

    Barbunyalı pilav: Barbunyanın küçüğü haşlanır, pirinç ayrı bir kapta kavrulur, üzerine barbunya suyu taneleriyle eklenir, demlendirilir ve kahverengi bir pilav elde edilir.(Bağdat veya Arap halkın olduğu bölgelerde yoğurtla yenilir.

     

    Mercimekli pilav: Mercimek haşlanır ve aynı barbunyalı pilav gibi yapılır.

     

    Bakla: Haşlanır, içine ekmek doğranır. Suyunu çekince tepsiye çevrilir, üzerine kızgın yağ ve narinç(limon, greyfurt gibi) dökülür.

     

    Kubat El Ruz(Pirinçli içli köfte): Pirinç lapa yapılır ve kıyma makinesinden geçirilerek hamur haline getirilir. Açılır, şekil verilir, içi konulur(kıyma,soğan, maydanoz, baharat-pişmiş), uzunlamasına şekil verilir, yağda kızartılır, beyaz renkte olur. Sarı olması için hamuruna patates ve safran eklenir. Salata ve turşuyla sunulur.

     

    Kubat El Burgul(Bulgurlu içli köfte): Pirinç yerine bulgur kullanılır, içine kıyma, maydanoz, soğan, üzüm, ceviz ve baharatlar koyulur, kızartılır veya haşlanır. Yanında haşlanmış yumurta ve patates ile servis edilir.

     

    Kubbe Çorbası: Çok az pirinç kavrulur, salça eklenir, kaynar su koyulur, son 15 dk kubbeler(bulgurlu içli köfteler) eklenir ve pişince suyuyla servis edilir. Kuzey Irak’ta salça yerine pancar koyulur ve kubbeler biraz büyük yapılır.

     

    Makhlama: Köri ile soğanlar kavrulur, ıspanak, maydanoz, tuz ve karabiber eklenir. Suyunu çekene kadar pişirilir ve yumurta sayısı kadar oyuk açılarak yumurtalar kırılır. Kısık ateşte pişirilir ve sunulur.(Duruma göre fırında da pişirilebilir)

     

    Termiye: Çekirdeği alınmış hurma yağda kızartılır ve üzerine yumurta kırılır.

     

    Afkhadh al-Dijaj bil-Teen(İncirli tavuk kanadı): Kızgın yağda tavuk kanatları hafif pişirilir ve alınır. Soğan ve sarımsak sotelenir. Domates, et suyu, kuru incir, tuz ve kara biber eklenir, harlı ateşte 5 dk kaynatılır. Karışım tepside tavuk kanatlarının üstüne dökülür ve fırınlanır. Üzerine maydanoz serpilerek yanında pilavla servis edilir.

     

    Samak Mashwi bil-Summaq(Fırınlanmış sumaklı balık dolması): 13. yy Bağdat yemeklerindedir, aslen tandırda yapılır ama kolaylığından dolayı şu an normal fırınlarda yapılmaktadır.

    Bütün balık(som balığı veya alabalık) temizlenir ve açılır(derisi alınmaz). Yağ ve turmerik ile ovulur. Sumak, kekik, köri, sarımsak, ceviz, yağ, tuz ve su karışımı ile doldurulur. Kenarları kürdanla sabitlenir ve fırında pişirilir.

     

    Merket El Mişmiş(Kayısı Yemeği): Taze ve olgun kayısıların çekirdekleri çıkartılır, haşlanır, robottan geçirilir veya ezilir. Ekmek üzerine dökülür ve sıcak olarak yenilir. Genellikle öğlen tercih edilir.

     

    Turşular: Çok tüketildiğinden farklı ve çok çeşitleri vardır. Acur, yer elması, zeytin, şalgam, havuç gibi. Acur turşusu için önce acurların içi açılır ve 10-15 gün tuzlu suya yatırılır. Doğranmış Acem(İranlı) sarımsağı, maydanoz ve safran ile içleri doldurulur. Açık kısımları maydanozla bağlanır, hurma sirkesi ve safranla bidonlarda olgunlaştırılır.

    Ayrıca turşu yapacak kişinin abdestli olması gerektiğine, kirli insanın turşusunun olamayacağına inanırlar.

     

    Kileyce(Külçe-Pasta): Bayram arifesi yapılır. Un, sıvıyağ, az su, maya ve dövülmüş kakula yoğrulur, üzeri örtülerek dinlendirilir. Hamur çay bardağı ağzı kadar açılır ve içine Hindistan cevizi(toz şekerle), susam, ceviz(dövülmüş), hurma(yağda kavrulur, kakula eklenir) harçlarından birisi koyulur. Birden fazla harçla yapıldığında her bir şekle ayrı bir harç koyulur. Tepsiye dizildikten sonra üzerlerine yumurta sürülür. Hurmalı olan; ince yuvarlak açılan hamura hurma dizilir, dürüm haline getirilir ve iki tarafıda açık olacak şekilde verevine kesilir, üzerine çatalla şekil verilerek hem görsellik hem de çabuk pişmesi sağlanır.

     

    Zilable: Halka şeklinde, çıtır ve içi şerbet olan ünlü bir tatlıdır.

     

    Kurat İl Tamir(Susamlı hurma topları): Çekirdeksiz hurma, dövülmüş ceviz, kavrulmuş susam, tahin, tarçın karıştırılır ve hamur haline getirilir. Ceviz büyüklüğünde toplar yapılır ve susam-hindistan cevizine bulanarak sunulur.

    Baklava tarzı tatlılar vardır fakat içine koyulan fıstıklar tüm kullanılır. Eğer dövülmüş toz halindeyse tatlının sıradan, kalitesi düşük olduğu görüşündedirler.

     

    Kastır: Pembemsi bir tozu vardır, sütle karıştırılır, kaynatılarak koyulaşır. Soğutulduğunda donar.

     

    Meyveler: Çok fazla meyve çeşidi bulunmaz ama kavun ve karpuzun oldukça lezzetli türleri vardır. Hatta asma kavunu ham olarak toplanır ve evlere asılır, olgunlaştıkça kış boyu yenir. Ayrıca kavun, karpuzun iri çekirdekleri yıkanır, tuzlanır ve kavrularak tüketilir. Üzüm ve kayısı sevilerek tüketilir. Mevsiminde portakal ve limi denilen ince kabuklu, mayhoş tatlı narinç ve Yusuf efendi diye bilinen mandalin bulunur.

     

    İçecekler:

     

    Ayran: Her öğle ve akşam yemeğinde içilir. Sıcak yaz günlerinde akşam karpuz yerken de tercih edilir.

     

    Kahua mura: Buruk kahvedir. Yas ve ölümlerde, aşiret, bedevi oturumlarında ve meclislerde verilir. Mecliste ikram edilen kahve içilmez yere konur ise sorun halâ var demektir, ev sahibi olay tamamdır/iç lütfen/ hatırın kırılmaz(hangi sorun için geldiysen hallolmuştur) derse konuk içer sorun çözümlenir.

     

    Çay: Her zaman çok koyu ve bol şekerli olarak tüketilir(Hint-Silan çayı). İngiliz yönetiminden kazanılan bir çay alışkanlığı da sütlü çaydır.

     

    Sütlü Çay: Süte çay eklenerek tüketilir veya arzuya göre çaya sütte eklenebilir.

     

    Kahve: Günde sadece bir defa o da misafir geldiğinde içilir. Yemen, Etiyopya, Hindistan, Kolombiya ve Brezilya’dan ithal edilir. İstendiğinde satıcılar öğüterek satarlar.

     

    Numi(Limi) Basra: Kırılır, çekirdeği alınır, demlikte demlenir ve kaynatılır. Baş ağrısı ve mide hazmına iyi geldiği söylenir.

     

    Kola ve diğer gazlı içecekler: İthal edilir ve çok tüketilir.

     

    Portakal Suyu: Portakal sıkılarak taze olarak içilir.

     

    Karbonatlı soda: Kendileri üretirler, çok fazla tüketilmez.

     

    Ayrıca kavun, karpuz, muz, üzüm suyu ve nar suyu da içilir.

  3. DİCLE NEHRİ

     

    Tigris_river_Mosul.jpg

    Dicle Nehri, Musul (Irak)

     

     

    Dicle Nehri Türkiye’de doğup birçok kolları olan ve Irak topraklarına geçip orada Fırat’la birleşerek Şattülarap’ta Basra Körfezi'ne dökülen nehirdir. Nehir ana kaynaklarını Doğu Anadolu dağlarından ve dipten sızma yoluyla Elazığ yakınlarındaki Hazar (Gölcül) gölünden alır. Türkiye’nin önemli akarsularındandır. Doğu Anadolu dağlarından çıkar, Basra Körfezi’ne dökülür. Toplam uzunluğu 1900 km’dir. Türkiye topraklarında kalan bölümün uzunluğu ise 523 km’dir. En önemli kolları Batman ile Garzan, Botan, Habur, Büyük Zap ve Küçük Zap’tır. Debisi ortalama 360 m³/sn dir. Eylül ayı ortalarında 55 m³/sn ile en küçük, şubat sonunda 2263 m³/sn akımı ile büyük değişiklik gösterir. Akarsuda genellikle yaz sonu kuraklığı ve sonbahar başı yağış noksanlığı nedeniyle su azalır. Buna rağmen kış sonu yağışı ile ilkbahar başındaki karların erimesinden oluşan su ile kabarır.

     

    Uzunluğu 1900 km (Bunun Türkiye topraklarında kalan kısmı 523 km) olan Dicle, Güneydoğu Toroslarda Maden Dağları kesiminde, Hazarbaba Dağı'nın güney tarafında, Yıldızhan yanındaki bir kaynaktan çıkar. Eskiden Hazar Gölü'nden beslenirdi. Şimdi gölle bağlantısı kesilmiştir. Kaynaktan çıktıktan sonra Maden ilçesinin önünden geçerek, Maden Çayı adını alır ve güneydoğuya doğru dar ve derin vadilerden geçip Diyarbakır şehrinin bulunduğu lav sahanlığının doğu kesimine paralel akar. Burada nehir vadisinin tabanı 600 m’ye iner. Diyarbakır’ın güneyinde 8 km mesafede doğuya yönelir. Bundan sonra kuzeyden Toros Dağları yamaçlarından inen başlıcaları Anbarçayı, Kuruçay, Pamukçayı ve Hazroçayı, Batman ve Garzan sularını alır. Güneyden ve Mardin eşiğinden inen sel yatakları Göksu ve Savur Çayı Dicle’ye katılır. Raman Dağının güney eteklerinde dar boğazlardan geçerek Botan Suyu ile birleşerek onun doğrultusunda güneye döner.

     

    Dicle Nehri, güneye doğru akarken Cizre ilçesinin içinden Habur Suyu kavşağına kadar 40 km uzunlukta Türkiye-Suriye arasında sınırı meydana getirir. Habur Suyu ile birleştikten sonra Irak topraklarına girer. Dicle, Irak toprağında çöküntü çukurdan akarak, dar boğazları aşar Musul’da Büyük ve Küçük Zap sularıyla birleşir. Mezopotamya ovasına iner, bundan sonra Bağdat yakınlarında Fırat’a 35 km yaklaşır. Burada yine İran’dan gelen Piyale Nehri ile birleşir. Bu birleşmeden sonra tekrar Fırat’a yaklaşır ve Kurna yakınında Basra’nın 64 km yukarısında Fırat’la birleşerek Şatt'ül-Arab ismini alır. Basra Körfezi'ne dökülür.

     

    TigrisRiver.JPG

     

    Dicle Nehrinin suları yaz mevsimi sonlarına doğru azalır. Nisan ayında, nehrin yukarı çığırındaki dağlarda karların erimesinden suları çoğalır, en yüksek seviyesine ulaşır. Dicle, marttan mayısa kadar üç ay içinde, bütün yıl akıttığı suyun hemen yarısını akıtır. Rejimi düzenli değildir. Bu bakımdan bazı yıllar haddinden fazla taşarak birçok zararlara sebeb olur. Bu sebeple zararlarını önlemek maksadıyla Dicle’nin Mezopotamya’da kalan kıyılarına daha M.Ö. 3000 yıllarında setler yapılmıştır. Bu setler suların taşmasını önlediği gibi ekilen arazilerin yazın sulanmasını da sağlamıştır. Fakat setlere rağmen büyük taşmalar önlenememiştir. Yirminci asırda çalışmaları ancak 1939’da başlamış ve Kut Barajı yapılmıştır. 1958’de Samarra ve 1961’de de Dokham Barajı yapılarak suların taşması önlenmiştir. Bugün sadece Samarra ve Amarra arasında bir milyon hektarlık arazi ekilebilir hale sokulmuştur.

     

    Dicle, eski Mezopotamya sınırını meydana getiren ırmaklardan biridir. Uzunluğu Fırat’tan daha kısa olmakla beraber suyu daha çoktur. Dicle, günümüzde de sulama kanallarıyle sulama sağladığı gibi, orta büyüklükteki taşıtlar nehrin ağzından Bağdat’a kadar, daha küçük boy taşıtlarsa Musul’a kadar giderek ulaşıma katkıda bulunmaktadırlar. Bu nehirlerden ulaşım bakımından çok faydalanıldığı tarihî kalıntılardan anlaşılmaktadır. Dicle kıyısında eskiden kurulmuş Ninova, Nemrut, Asur şehirlerinin eski kalıntıları bunun en sağlam belgesidir.

     

    Dicle nehri üzerinde Kralkızı , Batman ve Dicle gibi önemli Hidroelektrik santraller kurulmuştur. Ilısu Barajı'nın temeli 05.08.2006 tarihinde Başbakan Erdoğan tarafından atılmış olup, Türkiye'nin baraj gölü açısından 2., enerji üretimi bakımından 4. büyük barajı olan Ilısu'nun tamamlanmasıyla Dicle nehri üzerinde Cizre Barajı'nın yapımına başlanacaktır.Eski Dice Nehri İçin Tıkla

     

    Dicle isminin etimolojisi:

    Dünyada Diclenin bilinen adı Tigrisdir. Dünya dillerinede Yunancadan geçmiştir. Yunancada kelimelerin sonuna gelen –is eki gelir ve Tigrisden çıkarılınca geriye kök kelime Tigr kalıyor.

     

     

     

    722px-US_soldiers_on_the_tigris_river.jpg

  4. ŞATTÜLARAP

     

    Şatt'ül-Arab , Fırat ve Dicle nehirlerinin Basra Körfezi'nden denize dökülmeden önce birleştikleri yerdir. Uzunlugu 193 km'dir Şatt-ül-Arap su yolunun hangi kısmının hangi devlete ait olduğu sorunu İran-Irak Savaşı'nın sebebi olarak gösterilmiştir. Önemi, petrol tankerlerinin karanın 30 kilometre içine kadar girmesine olanak sağlamasından kaynaklanır.

     

     

     

    Shat_Al-Arab-Basra.jpg

     

     

     

     

    Basra-Shatt-Al-Arab.jpg

     

     

     

     

    800px-Shat_al-arab-22.JPG

     

  5. ZAP SUYU

     

    Zap Suyu, Büyük Zap Suyu, Doğu Anadolu Bölgesi'nden doğup Türkiye sınırları dışında Dicle Nehri'ne ulaşan akarsu. Bazı yeni kaynak ve haritalarda Çığlı Suyu adıyla geçer. Türkiye sınırları içindeki uzunluğu 426 km'dir. Van Doğusu Dağlarından Mengene Dağı (3,412 m) ve İran sınırı yakınındaki Haravil (Yiğit) Dağı (3,468 m) yamaçlarından inen suların birleşmesiyle oluşur. Başkale vadisinde geçerken aldığı bazı derelerle büyür.En büyük beslemesi Karasu(Avareş)Hakkari-Van, Yüksekova(Gever)-Başkale(Elbak), Örmeta(Xirabe)-Kwunin(Yamaç) sırası ile il, ilçe ve köy sınırlarını belirler. Güneydoğudan gelen ve Yüksekova'nın sularını toplayan Nehil Çayını aldan önce Mendéni çayı ile buluşup sonra Hakkari kentinin yakınından geçer. Toroslar'ın oldukça genişlemiş bir kesimini oluşturan Hakkari Dağlarını çok dar ve derin boğazlarla yararak aşar.Çukurca'nın batısında Türkiye sınırları dışına çıkar. Irak topraklarında önce güneydoğu, sonra da güneybatı yönünde akar ve Musul'un 40 km kadar güneyinde Dicle Nehrine kavuşur.

     

    Türkiye sınırları içindeki çığırı 12.695 km²'lik bir alanın sularını toplar. Yağmur, kar ve buzul sularıyla beslendiğinden ilkbaharda ve yaz başlarında kabaran suları kışın azalır. Ortalama debisi 86,5 m³/sn'dir.

     

    Dicle Nehrinin Türkiye sınırları dışındaki kollarından biri de Küçük Zap Suyu olarak anılır. İran'ın batı kesiminden doğan bu akarsu, daha sonra Irak'a geçer ve Kerkük'ün batısında Dicle Irmağına katılır. Küçük Zap Suyunun geçtiği alanlar önemli petrol üretim bölgeleridir.

     

     

     

    800px-Greater_Zab_River_near_Erbil_Iraqi_Kurdistan.jpg

  6. BAĞDAT

     

    800px-Haifa_street%2C_as_seen_from_the_medical_city_hospital_across_the_tigres.jpg

     

     

    Bağdat, Irak'ın başkenti. Britannica Ansiklopedisi 'na göre 2001 nüfusu 4,950,000 iken, 2006 Lancet Raporu 'na göre Irak Savaşı sonrası Bağdat'ın nüfusu 2004'te 6,554,126 'dır. Irak'ın en büyük kenti olan Bağdat aynı zamanda Ortadoğu'da Kahire ve Tahran' dan sonra en büyük üçüncü şehirdir .

     

    Şehrin Coğrafi Yapısı

     

    Mezopotamya çanağının ortasında, Dicle Irmağının iki yakası üzerinde ve Dicle'nin Fırat'a en çok (40 km) yaklaştığı noktada, geniş bir alüvyon ovası üzerinde yer alır. Bağdat'ta yazlar kuru ve çok sıcak, kışlar yumuşak ve serin geçer. Ortalama yağış yılda 130 mm dolayındadır.

     

    İsim

     

    İsiminin İran kökenli olduğu üzerinde bir hilaf olmamamsına rağmen, kesin bir bilgi de mevcut olmamakla beraber; isim Farsça Bag (Tanrı) ve dād (verilen) kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuş olup Tanrı'nın verdiği veya Tanrı hediyesi manâsına gelmekte.(Modern farsçada) Başkaca bir önde gelen iddiaya göre Bağ(bahçe) ve dad (verilen) kelimeleri ile oluşup Verilen bahçe, Tanrı hediyesi Bahçe manasına gelmektedir.

     

    Bu isimler İslam öncesi zamanlara ait olup net değildir. Abbasi Halifesi Ebu Cafer el-Mansur' a kadar politik ve ekonomik olarak büyük bir şehir olamamıştır.

     

    Tarihi

     

    Eski medeniyetlerin Babilonia (Babil) şehri yakınlarında kurulan Bağdat, Yukarı Mezopotamya'da, Dicle Nehri'nin iki yakasında yer almaktadır. Abbasiler zamanında 2,5 milyon nüfusu ile İslâm Devleti'nin başkenti olan şehir, 1058 yılından sonra Selçuklu sultanlarının uğrak yeri olmuştur. Osmanlı döneminde önemli bir vilayet olmuştur.

     

    İlk defa Abbasi Halifesi Ebu Cafer el-Mansur tarafından eski bir Sasani köyünün yerine Darüsselam adıyla kuruldu (M.S. 766). Daha sonra Medinet-üs-Selam adını alan şehir, en son Bağdat adını alarak gelişimini devam ettirdi.Harun Reşid devrinde (M.S. 809) büyük bir kültür merkezi ve Abbasiler'in başkenti oldu. Bundan sonraki dönemlerde de Bağdat kültür ve ticaret merkezi olarak önemini sürdürdü.

     

    İslam dünyasının dinsel önderi konumundaki Abbasiler XI. Yüzyıldan itibaren Bağdat'ı nüfuzlarına alan Büveyhoğulları'nın siyasal baskısı altına girdi. Büyük Selçuklu SultanıTuğrul Bey, Halife Kâim'in çağrısı üzerine 15 Aralık 1055'te Bağdat'a girdi ve Büveyhoğulları'nı halifeliğin merkezinden çıkardı. Bu olayın ardından Büyük Selçukluların İslam dünyasındaki itibarı arttı.

     

    1059'dan 1142'ye dek Büyük Selçuklular, Bağdat'ta şahne adında Türk asıllı komutanlar bulundurdular. Bu komutanlar, Bağdat askerî valisi ve zaptiye nazırı olarak görev yaparlarken, ayrıca Halife'nin şerefini ve hayatını da koruyorlardı.

     

    Bağdat'ın tarihindeki ilk felaket 1258'de Moğol İlhanlı hükümdarı Hülagû Han'nın istilasıyla geldi. Hülagu şehri yakıp yıkarken buradaki halifeyi de öldürttü.

     

    Bağdat çeşitli devletlerin elinde kaldıktan sonra 1534 Kanuni Sultan Süleyman'ın Irakeyn Seferi sonucunda Safevilerden alınarak Osmanlı topraklarına katıldı. 1624'te Safeviler'in geçici işgaline uğrayan kent padişah IV. Murat'ın Bağdat Seferi sonucunda tekrar Türk ordusunca fethedildi.

     

    I. Dünya Savaşı'na kadar Osmanlıların elinde olan Bağdat, 1917'de İngiliz kuvvetlerince işgal edildi ve 1921'de kurulan bağımsız Irak Krallığının başşehri oldu. Bu durum Türkiye tarafından da Lozan Antlaşması ile (1923) resmen kabul edildi.

     

    II. Dünya Savaşı sonrasında petrol gelirlerindeki büyük artış, Bağdat'ın gelişmesinde büyük rol oynadı. Irak sanayiinin çoğu buradadır. Deri eşya, ipek ve pamuklu dokuma, tuğla, çimento, hurma, tütün mamüllerinin yanısıra petrol rafinerileri, demiryolu atölyeleri ve bir de demir çelik fabrikası vardır.

     

    Bağdat'ta eski şark pazarlarından, cam ve selih binalara kadar her çeşit mimari yapı görülebilir. Şehrin eski manzarası değişmekle beraber, pekçok eski bina, kaldırım kahveleri, eski tarz minare ve camiler bugün de durmaktadır. Kazımeyn'deki 19. yüzyıl yapısı altın kubbeli görkemli cami ile yüzü aşkın başka cami ve minare, şehrin mimari güzelliğine ayrı bir hava vermektedir.

     

    Irak'ın başlıca devlet kurumlarının merkezleri yine Bağdat'tadır. 1958'de kurulmuş olan Bağdat Üniversitesinden başka El-Mustansır Üniversitesi, Teknoloji Üniversitesi ve birkaç yüksek okul vardır. Saddam Hüseyin yönetiminin 1990'da Kuveyt'i işgal etmesi üzerine başlayan Körfez Savaşı'nın ardından kurulan ve Amerika Birleşik Devletleri önderliğindeki BM Gücü, 1991 Ocak ayından itibaren Bağdat'ı bombaladı. İki ay süren bombardıman neticesinde şehir harab oldu. Bağdat 2003 yılında ABD tarafından işgal edildi.

     

     

     

    800px-AlRashidHotelBaghdad.jpg

     

  7. BASRA

     

    Basra, Irak'ın güneyinde kent; Irak'ın ikinci büyük şehri ve en önemli limanı. Hamar Gölünün güneydoğu ucunda, Şattül Arap su yolunun batı kıyısında, Basra Körfezi'ne 55, Bağdat'a ise 545 kilometre uzaklıktadır.

     

    Tarih

     

    Eski çağlarda edebiyat, bilim ve ticaret merkezi olan Basra, 638'de ikinci halife Ömer tarafından askeri bir karargâh olarak, bugünkü ez-Zubeyr kentinin 13 km ötesinde kuruldu. Sert iklimine ve karargâh için içme suyu sağlamanın güçlüklerine karşın, Basra Körfezine yakınlığı, ayrıca Fırat ve Dicle nehirlerine kolayca ulaşılan bir yerde bulunması nedeniyle, gerçek bir kent olarak gelişti. Mimari bakımdan önem taşıyan ilk cami 665'te burada inşa edildi.

     

    642'de Nihavend'de Sasanilerle çarpışan Basra birlikleri, 650'de İran'ın batı eyaletlerini ele geçirdi. Kent, 656'da Muhammed'in dul eşi Ayşe ile damadı ve dördüncü halife olan Ali arasındaki Cemel (Deve) Vakası olarak bilinen çarpışmaya sahne oldu. Basra'nın çoğunluğunun Sünni olmasına karşın, kentte yalnızca Ali'nin soyundan gelenlerin halife olabileceğini savunan Şiiler ile her ahil Müslümanın halife olabileceğini ileri süren Hariciler de etkindi. Dönemin toplumsal koşulları, siyasi çekişmelerin daha da artmasına yol açtı. Arap ordusu Basra'da bir soylu sınıfı oluşturmuştu. Kente yerleşmiş olan göçmenler (Hintliler, İranlılar, Afrikalılar, Malaylar) ise yalnızca mevali (köle ya da Arap kabilelerinin yanaşması) konumundaydı. Basra, 7. yüzyıl sonlarından başlayarak karışıklık ve ayaklanmalara sahne oldu. Kısa bir süre, halifeliğini ilan etmiş olan Abdullah bin Zübeyr'e (ö. 692) bağlı güçlerin yönetimi altına giren kent, 701'de Ibnü'l-Eş'as, 719-720'de de el-Muhalleb ayaklanmalarının merkezi oldu. Ayaklanmalar, 750'de Abbasilerin halifeliği ele geçirmesinden sonra da sürdü. 820-835 arasında Çingeneleri andıran Hint kökenli Zottlar, 869-883 arasında da tarım işçisi olarak Afrika'dan Mezopotamya'ya getirilmiş olan Siyah köleler ayaklandılar. Basra, 923'te, Karmatiler tarafından işgal edilip yıkıldıktan sonra önemini yitirdi ve yerini Abbasilerin başkenti Bağdat aldı. 14. yüzyıla gelindiğinde, bakımsızlık ve Moğol saldırıları nedeniyle Basra'nın büyük bölümü yıkılmış durumdaydı. 16. yüzyılda, nehrin birkaç kilometre ötesinde, eski bir yerleşim yeri olan el-Ubullah'ın bulunduğu yerde yeniden kuruldu.

     

    8. ve 9. yüzyılda önemli bir merkez olan Basra, Arap dilbilgisi kurallarını belirleyen ilk kişi olan Halil bin Ahmed ile Sibeveyhi'nin, Beşşarbin Bürd ve Ebu Nuvas gibi ünlü şairlerin, Arapça düzyazının ilk ustaları İbnü'l-Mukaffa, Sehl ibn Harun ve Cahiz'in Ebu Amr İbnü'l-Ala, Ebu Ubeyde ve Esmai gibi bilim adamlarının ve edebiyatçıların yetiştiği kentti. İlk mutasavvıflardan Hasan Basri, Basra'da yaşadı. Mutezile okulu da bu kentte gelişti.

     

    Basra 1538'de Osmanlıların eline geçti ve kurulan Basra Eyaletinin merkezi oldu. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda İngiliz, Felemenk ve Portekizli tüccarlar buraya yerleştiler. Kent 19. yüzyılda Bağdat'a yönelik nehir trafiğinde, yükleme noktası olarak önemli bir yer gelişme gösterdi. Daha önce hiç rıhtımın bulunmadığı Basra'da 1914'te modern bir limanın yapımı başladı. İngilizler I. Dünya Savaşı'nın hemen başında 23 Kasım 1914'te Basra'yı işgal ederek Mezopotamya ile Hindistan arasındaki iletişimin sağlanmasında bir liman olarak kullandılar. Daha sonra kurulan İngiliz manda yönetimi döneminde kentte birçok iyileştirmeler gerçekleştirildi ve limanın önemi arttı. 1930'da liman tesisleri, İngilizlerden Irak mülkiyetine devredildi. II. Dünya Savaşı sırasında Müttefikler, işbirliği yaptıkları Sovyetlere Basra üzerinden malzeme gönderdiler.

     

    Savaş sonrası yıllarda Irak'ın petrol sanayisindeki büyüme Basra'yı önemli bir petrol arıtma ve ihraç merkezine dönüştürdü. İran-Irak Savaşı'ndan (1980-88) önce Basra'dan Basra Körfezindeki el-Fao kentine pompalanan petrol, burada ihracat için tankerlere yüklenirdi. Ama İran-Irak Savaşı'nın ilk aylarında kentteki rafineri tesisleri büyük zarar gördü; İranlıların kente yaklaşık 10 km kadar yaklaştığı 1987'de birçok bina top atışı sonucu yok oldu. Bu arada savaş sırasında şehir sakinlerinin önemli bir bölümü kenti terk etti; savaş öncesi 1.5 milyona yaklaşan Basra nüfusu 650 bin'e kadar düştü.

     

    1991'deki, Körfez Savaşı'ndan hemen sonra kentte başlayan ayaklanma sert biçimde bastırıldı. 2003'teki Irak Savaşı sırasında özellikle şehrin dış mahallelerinde, koalisyon güçleriyle Irak kuvvetleri arasında yaşanan sert çatışmalardan sonra, koalisyon güçlerinin eline geçen ilk yerleşim oldu.

     

    Kent ve ekonomi

     

    Modern Basra kenti, al-Aşar ve el-Makil adlı iki küçük kasaba ile Nehrü'l-Aşar'ın çevresinde kümelenmiş köylerden oluşur. Bu yerleşimlerin çevresinde yaygın hurma bahçeleri bulunur; bunları, akaçlama kanalları Şattü'l-Arap'tan genişliği yaklaşık 5 km'yi bulan küçük girintiler keser.

     

     

     

     

    800px-Basra02.jpg

     

     

     

     

    800px-5mile-market-from-police-station.jpg

     

     

     

     

    800px-5mile-market2.jpg

     

     

     

     

    800px-Shat_al-arab-22.JPG

     

     

     

     

    800px-Tankers_at_the_Iraqi_Al_Basra_Oil_Terminal_in_the_Northern_Arabian_Gulf.jpg

  8. ERBİL

     

    800px-Hawler_Castle.jpg

     

     

    Erbil, Irak sınırları içerisinde bulunan bir şehir. An anda Kürdistan Bölgesel Yönetiminin başkenti. Şehirin nüfusu 1,3 milyon civarında. Nüfüs kürtlerden oluşuyor.

     

    Tarih

     

    Asurlular zamanında Arba-ilu, Arbela; eski İran kaynaklarında Arbira olarak geçen ve gelişmiş bir kent olan Erbil, Aşağı ve Yukarı Zab suları arasında kurulmuştur. Musul, Altınköprü, Bağdad-Basra yollarının kavşak noktasında bulunan şehir, Irak Selçukluları idaresinden sonra 1144 tarihinden itibaren Beytekin hanedanından Küçük Ali'nin ve Erbil Atabeklerinin başkenti olmuştur.

     

    Muzafferüddin Kökböri devrinde (1136-1190) imar edilen Erbil, iki kısımda gelişmiştir. Aşağı Erbil nehir kenarında, geniş bir vadide yayılırken, Yukarı Erbil tepe üzerinde kale içine sıkışıp kalmıştır. Kalenin surları, eski kalıntıları üzerine Kökböri tarafından yeniden yaptırılmıştır.

     

    Kökböri'nin evlâdı olmadığından, vasiyeti üzerine Abbasî halifesine kalan Erbil, Moğol istilâsından sonra uzun müddet karışık ve sıkıntılı dönemler yaşamıştır. 1731'de, Nadir Şah'a karşı uzun süre dayanan kale, şehrin düşmesinden sonra harabe haline gelmiş, 1849'da esaslı bir şekilde tamir edilmiştir. Erbil, Osmanlı döneminde, 19. yy. başlarına kadar Bağdat'a bağlı bir kaza merkezi olarak idare edilmiştir.

     

    Kökböri, devletinin ve saltanatının küçük olmasına rağmen, İslâm dünyasında büyük bir üne kavuşmuştur. Aşağı Erbil'de yüksek minareli bir ulu cami, bir medrese, 4 dârûl-aceze, dul ve yetim yurtları ile ribatlar yaptırarak şehri mimarî eserlerle donatmıştır.

     

    Ulaşım yollarının kavşak noktasında bulunan Erbil, 12-15. yy.larda büyük bir ticaret merkezi durumundaydı. 1309 (Rumi) Musul Salnamesi'ne göre, 4.000 nüfuslu kaza merkezinde, 2 cami, 10 mescid, 6 medrese, 5 sıbyan mektebi, 5 dârûl-aceze, 1 kışla ve 3 hamam bulunuyordu. Bugün Aşağı Erbil harabe halinde olup bir tek minare ayakta kalmıştır. Yukarı Erbil, kale içinde hâlâ 18. yy. hayatı yaşamaktadır. Kale içindeki Kale Camii, Hacı Molla İbrahim Camii, Ömerağa Medresesi ile Şeyh Şerif Tekkesi halen kullanılmaktadır.

  9. KERBELA

     

    Kerbela , Irak'ın bir şehri. Bağdat'ın 100 km güneybatısındadır. Hüseyin bin Ali'nin döneminde El-Kadiriye ve Şat-ül Fırat olarak da bilinirdi. 2003 sayımına göre nüfusu 572,300'dür. El Kerbela eyaletinin başkentidir. Müslümanlığın Şii ve Alevi Mezheplerine göre Mekke, Medine ve Necef'ten sonraki en kutsal şehirdir. Kerbela Savaşı (Kerbela Olayı) burada cereyan etmiştir.

     

    Etimoloji

     

    Kerbela kelimesinin kökeni ile ilgili olarak birçok iddia ortaya atılmıştır. Birçok kimse tarih öncesi Asur lisanında (Akadca) karb (yakın) ve ala (Aramice: Allah) kelimelerinden türediğine inanır. Bununla birlikte aralarında coğrafyacı Yakut el-Hamavi'nin de bulunduğu bir grup Arapça karbalat (yumuşak toprak) kökeninden geldiğine inanmaktadır. Ayrıca Farsça kaar (çalışmak) ve bolo (daha yüksek) kelimelerinden türediğine inananlar da vardır.

     

     

     

    Al-Abbas Camii

     

    800px-Agha-ali-abbas.jpg

     

     

     

     

    Imam Hüseyin

     

    800px-ImamHusaynMosqueKarbalaIraqPre2006.JPG

     

     

     

     

    800px-Kerbela_Hussein_Moschee.jpg

     

     

     

     

    800px-AschuraFestKarbala.jpg

     

  10. MUSUL

     

    Tigris_river_Mosul.jpg

    Dicle Nehri ve Musul

     

     

    Musul ,Irak'ın en büyük şehirlerden birisi. Irak'ın kuzeyinde Dicle Nehri kıyısında bulunan Musul'da Araplar, Kürtler ve Türkmenler yaşamaktadır.

     

    Havlan ya da Mavsil de denilen Musul, El Cezire bölgesinde, Dicle Nehri kıyısında, eski Ninova şehrinin batısında kurulmuştur. Savunmaya uygun coğrafî konumuyla, verimli topraklara sahip olan şehir, antik çağdan sonra Hıristiyanlığın önemli bir merkezi haline gelmiştir. Halife Ömer zamanında İslâm idaresine giren Musul, Emeviler ve Abbasiler döneminde de önemini korumuştur.

     

    1092 yılında Büyük Selçuklu, daha sonra Atabeklerin yurdu olan Musul, I. İmadeddin Zengi (1127­-1146) zamanında mamur bir belde olmuştur. Şehrin eski surları tamir edilerek muhteşem binalar ve bahçelerle süslenmiştir. Bu bölgede yaşadığı söylenen Yunus, Daniel, Circis gibi peygamberler adına türbe ve makamlar inşaa edilerek ziyaretgâh haline getirilmiştir. Çarşı meydanında İmadeddin Zengî'nin tamir ettirdiği Emeviye Camii, Nureddin Zengî'nin yaptırdığı Ulu Camii, Mücahideddin Kaymaz'ın Dicle kenarındaki Mücahidî Külliyesi önemli yapılar arasında yer almıştır.

     

    Bedreddin Lülü zamanında (1233-1251) Musul en parlak dönemini yaşamıştır. Tepede iç kale, düzgün caddeler, çoğunun üzeri kubbe ve tonozlarla örtülü kâgir evler, cami, türbe, saray ve hanlarıyla Musul, seyyahların anlatmakla bitiremediği bir şehir olmuştur. 646 (1288) yılı havadisinde İbn-i Fevtî, Musul'un mamur olduğunu, Bağdad sel taşkınına maruz kaldığından, Musul'un Hatuniye mahallesindeki Türkmen çarşısının dolup taştığını, Bağdadlıların alışverişlerini buradan yaptıklarını kaydeder.

     

    Moğol istilâsında, Bedreddin Lülü'nün sağlığında yağmalanmaktan kurtulan şehir, 1261 yılında saldırıya uğrayıp yok olmuştur. 1871'de Musul'da 18 cami, 300 mescid, 14 medrese, 10 hânkâh, 2 köprü 1 de sur duvarı bulunduğu tesbit edilmiştir. Bu eserler, Atabekler döneminden kalan birkaç yapı dışında, Osmanlı döneminde inşaa edilmiştir. Timur işgali sırasında şehirdeki bayındırlık faaliyeti arttırılarak Nebi Yunus ve Nebi Circis külliyeleri tamir edilmiştir. Akkoyunlular devrinde meydana gelen çekişmelerden zarar gören Musul, Safeviler zamanında da aynı ilgisizlikle başbaşa kalmıştır. Bekir Subaşı hadisesi ile İranlıların eline geçen Musul, 1667 depreminde büyük hasar görmüş, veba salgını başlayınca, halk kit­leler halinde göç etmek mecburiyetinde kalmıştır. Bundan: sonra sık sık çevre eşkiyası ve Sincar bölgesi yezîdîleri tarafından soyulan şehir, Nadir Şah'ın işgali ile iyice perişan olmuştur. Osmanlılarca geri alınan Musul, 1850 yılında mutasarrıflık haline getirilerek Bağdad'a bağlanmışsa da 1877'de tekrar vilayet olmuştur. Zengin petrol yatakları bulunan şehir, I. Dünya Savaşı sırasında İngilizler tarafından işgal edilmiştir. 1857 yılında Musul'da 38 mahalle, 27 cami ve mescid, 18 de medrese bulunuyordu.

     

    Bugün, 1 milyon nüfusu ile Irak'ın en önemli şehirlerinden biri olan Musul, Türk şehri karakterini yitirmemiştir. Hızla gelişen modern şehircilik akımına rağmen, sağlam malzemeli yapı dokusu ile Dicle boyunca tarihi canlılığını korumaktadır. Bölgede bulunan mermer cinsi taş sayesinde bütün yapıların cepheleri sütun ve kemerlerle donatılmıştır.

     

    637 tarihinde Müslümanların eline geçen Musul, uzun yıllar Osmanlı idaresinde kaldı. Mondros Mütarekesinden sonra İngilizler tarafından işgal edildilen Musul, Mütarekeden sonra işgal edildiği için Misak-ı Milli sınırları içerisinde yeralıyordu. İngiltere zengin petrol kaynaklarına olan yakınlığı sebebiyle Musul'u Türklere vermek istemiyordu. Musul Meselesi Lozan'da çözümlenemedi. Musul Sorunu, Lozan Antlaşmasından sonra Türkiye ile İngiltere arasında uzun süre anlaşmazlık konusu olduktan sonra 1926'da çözümlendi ve Musul Irak sınırları içinde kaldı. Bugün de, özerk Kürt bölgesi ile Federal Irak devleti arasında belirsiz bir statüye sahiptir.

     

    Musul, Ortadoğu’nun önemli bir noktasında yer alması sebebiyle çok çeşitli kültür ve medeniyetlerin buluştuğu bir bölge olmuştur. Şehirde önemli tarihi eserler mevcuttur. İnsanlık tarihinin ilk yazılı belgeleri bu bölgede ortaya çıkarılmış, insanların kalabalıktan teşkilâtlı topluma geçişte oluşturdukları bilgiler ilk olarak yine bu bölgede meydana gelmiştir.

     

  11. RAMADİ

     

    Ramadi Irak'ta bir şehir Bağdat'ın 110 kilometre batısında yer alır. El Anbar ilinin başkentidir.Ramadi verimli, nemli ve alüvyal ovalara sahiptir.I.Dünya Savaşı sırasında İngiliz güçleri ile Osmanlı arasında muharebeler yaşanmıştır.

     

     

     

    Ramadi Camisi.

     

    Ar20Ramadi20Mosque.jpg

     

     

     

     

     

    800px-Water_treatment_plant_in_Ramadi.jpg

     

  12. SÜLEYMANİYE

     

    S%C3%BCleymaniye02.jpg

     

     

    Süleymaniye, Güney Kürdistan'da Süleymaniye İline bağlı şehir ve ilin yönetim merkezi.

     

    Süleymaniye, 1784 yılında Babanli ve aynı anda Osmanlı Valisi İbrahim Paşa tarafından babası Süleyman Paşa'nın adı verilerek kurulmuştur. Baban Emirliğinin merkeziydi.

     

    Şehrin nüfusu 2.000.000 civarındadır. Süleymaniye, Kürtlerinin tarih ve edebiyatı açısından önemli bir yerdir. Şehir'de Soranice yoğun olarak konuşulmaktadır. Ayrıca az nüfusa sahip Irak Türkmenleri de şehirde yaşamaktadır. Yine Süryani nüfus da şehirde ikamet etmektedir.

     

     

     

    Sulaymaniyah002.jpg

     

     

     

    View_of_Sulaimaniyah.jpg

     

  13. NİNOVA

     

    Ninova ,Dicle Nehri'nin batı kıyısında bulunan ve bir dönem Asur Devleti'ne başkentliğini yapan bir eskiçağ kentidir. Modern Musul şehrinin hemen yanında bulunmaktadır.

     

    Burada ilk arkeolojik kazılar 1847 yılında Sir Austen Henry Layard tarafından yapılmış ve bu çalışmalar George Smith ve Hormuzd Rassam tarafından devam ettirilmiştir. 20.yy. başında British Museumdan Leonard William King, 1927 yılından itibaren de Campbell Thompson tarafından kazılar sürdürülmüştür. Iraklı arkeologlar ikinci dünya savaşı sonrası kazıları devralsa da 1981 yılından sonraki çalışmalar Kaliforniya Üniversitesi'nden David Stronach tarafından yürütülmüştür.

     

    Milâttan önceki yıllarda Musul bölgesinin de içinde bulunduğu “Mezopotamya” üzerinde çok önemli uygarlıklar kurulduğu bilinmektedir. Bunların en önemlileri “Asur” ve “Babil” uygarlıklarıdır.

     

    Asur Devleti’nin merkezi olan Ninova; Dicle nehrinin karşısında ve doğu yönünde, Musul’un yanıbaşındadır. Ninova şehrini kuran Ninova veya Ninos. Ninova;, Asurluların hükümdarı olup 52 sene hükümran olmuştur. Asur Devleti yaklaşık 1300 yıl varlığını sürdürmüştür.

     

    Kerkük şehrini bina eden Asur Hükümdarı Sartnabal’ın (M.Ö. 800 yılında) bu şehre “Kerhsuluh” adını verdiği tarihî kaynaklarda rivayet edilmektedir.Keldânîcede “Kerh” şehir anlamına gelmektedir. “Suluh” ise Sartnabal’in esas ismidir.

     

    Asurlulardan sonra Babil Devleti’nin bölgeye tamamiyle hâkim olduğu görülmektedir. Fakat Babil’in hâkimiyeti Pers tecavüzleri karşısında uzun sürmemiş ve Musul-Kerkük bölgesi Perslilerin eline geçtikten sonra buraya çok kalabalık şekilde Pers nüfusu iskân ettirilmiştir.

     

    İskender’in işgaline de marûz kalan Musul bölgesi ahâlîsi, Hıristiyanlığın ortaya çıkışından sonra bu dine yöneldi. Hıristiyanlığın nüfuz etmiş olduğu Musul, II. yüzyılın başından itibaren Asurluların dinî merkezi olan Ninova’nın yerini aldı.

     

     

     

    800px-Adad_gate_exterior_entrance_north3.JPG

     

     

     

     

    800px-Nineveh_Adad_gate_exterior_entrance_far2.JPG

     

     

     

     

    800px-Nineveh_Nebi_Yunus_Excavation_Bull-Man_Head.JPG

     

  14. LAGAŞ

     

    Lagaş, Fırat ve Dicle nehirlerinin birleşme yerinin kuzeybatısında Uruk’un doğusunda yer alır. Lagaş hem Sümerlilerin hem de daha sonraları Babillilerin en eski şehirlerinden biridir. Yakınındaki Girsu şehri, Lagaş’ın dini merkeziydi.

     

    Kazılar

     

    Lagaş harabeleri 1877 yılında o tarihte Basra’da Fransız konsolosu olan Ernest de Sarzec tarafından keşfedildi. Sarzec kazılarına 1901 yılnda ölünceye dek devam etti. Başlıca kazılar iki büyük höyükte yapılmıştır. Bunlardan biri Lagaş’ın efendi tanrısı Ningirsu ya da Ninib adına yapılmış olan E-Ninnu tapınağını ortaya çıkarmıştır.

     

    Daha sonraki Fransız arkeoloji kazıları 1929-1931 yıllarına Henri de Genouillac ve 1931-1933 yılları arasında Andre Parrot tarafından yönetilmiştir.

     

    Bölge

     

    Lagaş alçakça, uzun sıralar oluşturan mezar höyükleri bulunan Irak’ta Tell al-Hiba olarak bilinen bir bölgedir. Tarihi bir kanalın kurumuş yatağında, Shatt-el-Haj’ın 5 km doğusunda ve Katar’ın modern şehri Shatra’nın 15 km doğusunda bulunmaktadır. Girsu ise Al-Hiba’nın 25 km kuzeybatısında bulunmaktadır.

     

    Yunan ya da Selçuklular döneminde E-Ninnu tapınağı yıkılmış ve üzerine kale inşa edilmiştir. Bazı briketlerin üzerinde küçük Babil krallığının kralı olan Hada-nadin-akhe hakkında Aramca ve Yunanca yazıtlar bulunmaktadır. Bu kalenin altında Gudea’ya ait pekçok heykel bulunmuştur. Bu eserler Louvre müzesinin Babil kolleksiyonunun nadide parçaları olarak sergilenmektedir. Bu heykellerin kafaları ya da organlarından bir koparılarak inşa edilen kalenin temeline atılmışlardır. Bu tabakadan aynı zamanda yüksek sanatsal mükemmeliğin pekçok örneği çıkarılmıştır. Diğer bir geniş höyükte yapılan kazılar ilk Sümer dönemini çok daha gerilere tarihlememize sebep olan bronz ve taş objeler içeren bina kalıntılarının keşfi ile sonuçlanmıştır. Böylece Babil sanat tarihinin Gudea’nın zamanından yüzlerce yıl daha önceye tarihlenebilmesine olanak sağlayan kanıtlar bulunmuştur.

     

    Görünüşte bu höyük depolarla kaplanmış gibi görünsede bu depolarda sedece tahıl ürünü, incir gibi şeyler değil şehrin ve tapınağın kullanımı ve idaresi ile ilgili olan araçlar, heykeller, silahlar gibi tüm objeler bulunmaktaydı. Şehrin dışındaki küçük bir höyükte, Sarzec tapınağın arşivlerini buldu – yaklaşık 30.000 kil tablete kaydedilmiş çalışma kayıtları, antik Babil tapınağının yönetimi, mülkiyet yapısı, tarım metodları, hayvan sürülerini gütme yöntemleri, ticari ve endüstriyel anlaşmaları ve girişimleri ile ilgili belgeler bulunmaktaydı; antik bir Babil tapınağı için muhteşem bir endüstriyel, ticari, tarımsal kuruluş. Ne yazık ki, bu arşiv çıkarılmadan önce, dehlizler yağmacılar tarafından soyuldu ve çok sayıda tablet antika tüccarlarına satıldı, bu tüccarlar tarafından da tüm Avrupa ve Amerika’ya dağıtıldı.

     

     

    518px-Head_Gudea_Louvre_AO13.jpg

    Lagaş Prensi Gudea (M.Ö. 2120)

     

     

    Tarih

     

    Telloh’da bulunan yazıtlara göre, özellikle MÖ 3. milenyumda Lagaş, Sümerliler için en önemli şehir durumundaydı. Bu dönemde MÖ 24. yüzyılda kral Ur-Nina ve onun selefleri tarafından bağımsız krallık olarak yönetiliyordu. Lagaş kralları Elam ve Kiş kralları ile çatışma içindeydiler. Semitik fetihler ile bağımsızlığını kaybetti. Yöneticileri Akkad kralı Sargon’un ve ondan sonra gelen kralların tebası haline geldiler; fakat Sümer şehri olarak kaldı ve sanatsal gelişimin merkezi olarak diğer tüm şehirlerden daha önemli bir şehir olmayı sürdürdü.

     

    Guti kabilelerinin baskısı altında Sargon İmparatorluğunun yıkılışından sonra, Lagaş Ur-baba ve Gudea yönetiminde yeniden zenginleşti ve uzak ülkeler ile ticari ilişkilere sahip oldu. Şehrin kendi kayıtlarına göre, Gudea zamanında Suriye’deki Amanus ve Lübnan dağlarından sedir, doğu Arabistan’dan diorit taşı, güney Arabistan ve Sina yarımadasından bakır ve altın getirilmekteydi. Onun zamanı sanatsal gelişme çağıydı. Gudea kendini tanrı ilan eden ilk yöneticiydi; ve Gudea’nın nasıl göründüğü ile ilgili bilgiye sahibiz, çünkü Sümer tapınaklarında kendini remeden pekçok heykel yaptırmıştır. Gudea kendisini binlerce yıl sonraki insanlara tanıtacak heykeller yapılmasını istediği için sanatsal gelişmede avantaj sağlamıştır ve bunuda başarmıştır.

     

    Ur-Nina, En-anna-tum, Entemena ve diğerlerinin Semitikk istiladan önce erken dönemdeki bazı çalışmalarıda oldukça ilginçtir, özellikle Akbaba Dikilitaşı ve Lagaş’ın kolları, her iki pençesinde birer aslan tutan kanatları açılmış aslan başlı bir kartal, ile süslenmiş olan gümüş vazo önemlidir.

     

    Gudea’nın zamanında, Lagaş’ın başkenti Girsu idi. Krallık yaklaşık 1.600 km²’lik bir alanı kaplıyordu. 17 büyük şehir, sekiz bölgesel başkent, ve pekçok köyü (40 tanesinin adları bilinmektedir) kapsıyordu.

     

    Bir tahmine göre, Lagaş MÖ. 2075 den MÖ. 2030 a kadar dünyanın en büyük şehriydi.

     

    Gudea’dan sonra, Lagaş önemini kaybetmiştir; en sonunda Selçuklu kalesi inşa edilene kadar burası ile ilgili hiçbir bilgiye ulaşılamamaktadır. Telloh’da bulunan objeler Babillilerden bugüne kalan en değerli sanat hazineleridir.

     

     

    628px-Seal_Lugalanda_Louvre_AO13219.jpg

    Lagaş Kralı Lugalanda'ya ait mühür (M.Ö. 2400)

     

     

    Lagaş’ın ilk hanedanları

     

    Bu hanedanlık Sümerlilerden kalma fazlası eksik ve parçalanmış “Lagaş Kraliyet Kayıtları”nda geçsede, Sümer kral listesinde bulunmamaktadır, (English translation). Nasıl hesaplandığı bilinmesede, tufandan iki yüzyıl sonra, insanlık kendisi için yiyecek yetiştirmekte zorlanıyordu, tamami ile yağmura bağımlı haldeydi; sulama ve tarla sürme yöntemleri böylece tanrılar tarafından bildirildi. Aşağıda Lagaş’ın yöneticilerinin listesi bulunmaktadır.

     

    Enhengal (MÖ 2550)

    Lugal-Sha-Gen-Sur (Lugal-Suggur), yüksek rahip ya da patesi (c. 2510)

    Ur-Nina (Ur-nanshe), kral (c. 2480)

    Akurgal (c. 2450)

    Eannatum, kral (c. 2445) ilk imparatorluğu kurmuştur

    En-anna-tum I (Inannatum I, yüksek rahip (c. 2440)

    Entemena, kral (c. 2400)

    Inannatum II. (c. 2390)

    Enitarzi (c. 2385)

    Lugalanda (2384;2378)

    Urukagina, kral (2378;2371)

     

     

    750px-Relief_Ur-Nanshe_Louvre_AO2344.jpg

    Lagaş Kralı Ur-Nanshe'ye adak olarak yapılan kabartma (M.Ö. 2550–2500)

     

     

    Lagaş’ın ikinci hanedanlığı

     

    Ki-Ku-Id ( 2260)

    Engilsa ( 2250)

    Ur-A ( 2230)

    Lugalushumgal ( 2200)

    Puzur-Mama

    Ur-Utu

    Ur-Mama

    Lu-Baba

    Lugula

    Kaku

    Urbaba (2164-2144).

    Gudea (2144-2124)

    Urningirsu (2124-2119)

    Pirigme (2119-2117)

    Ur-GAR (2117-2113)

    Nammahani (2113-2110)

     

     

    400px-Inlay_Akurgal_Louvre_AO11249.jpg Lagaş Prensi Akurgal (M.Ö. 2500)

  15. BABİL VE ASUR UYGARLIKLARI

     

    Babil ve Asur uygarlıkları, bugünkü Irak’ta, Fırat ve Dicle ırmakları arasındaki bölgede 5.000 yıl önce kurulan en büyük kentlerden Babil ve Asur çevresinde yaratılan uygarlıklardır. Bu kentler, Babil ve Asur ülkelerinin de merkeziydi. Yazı başta olmak üzere burada pek çok buluş gerçekleştirildi. Asur ve Babil’de ortaya çıkan uygarlık, Filistin, Yunanistan ve Roma’ya doğru yayıldı. Babil ve Asur böylece Batı uygarlığının da çıkış yeri oldu.

     

    Uygarlığın yükselişi

     

    Babil ve Asur uygarlıklarına başlıca üç halk katkıda bulundu. Bunların en eskisi, Fırat ile Dicle ırmakları ağızları çevresinde yaşayan Sümerlerdi. Ama Sümerlerin kim oldukları ve Mezopotamya’da ne zaman ortaya çıktıkları bilinmemektedir. Mezopotamya'da ileri bir uygarlık kuran Sümerler, İÖ 3000'de Babil'in güneyini egemenliği altında tutuyorlardı. En ünlü Sümer kentleri Ur, Uruk, Lagaş ve Eridu'ydu. Sümerlerin en önemli buluşlarından biri, sözcükleri işaretlerle gösteren bir yazı sistemi geliştirmiş olmalarıdır. İÖ 2300 yıllarında, Sümerlerin topraklarını Akadlar ele geçirdiler ve Doğu Akdeniz'e kadar uzanan bir imparatorluk kurdular. Sonraları İran'dan gelen Persler Akadları yenilgiye uğratarak, pek çok Babil kentini yağmaladılar. Daha sonra Persler bölgeden çekildiler ve bu kez bölgeye Sümer kenti Ur egemen oldu. Bu egemenliği Dicle Irmağı'nın ötesinden gelen Elam orduları sona erdirdi. Bunun sonucunda, Mezopotamya'da üç kent devleti ortaya çıktı. Bunlar kuruluş sırasına göre İsin, Larsa, ve Babil’di. Bu kent devletleri, adını taşıdıkları kenti ve çevresindeki toprakları denetim altında tutuyorlardı.

     

    Asur İmparatorluğu'nun yükselişi

     

    Asurlar, Sami halklarındandı ve Mezopotamya'nın kuzeyinde yaşıyorlardı. Asur ülkesinin merkezi olan Asur kenti, İÖ 2000'den önce genellikle Babil krallarının denetimindeki güçsüz krallarca yönetiliyordu. Bu tarihten sonra Asur kralları güçlü bir ordu kurdular ve Babil ülkesinin bazı topraklarını da ele geçirdiler. İlk Asur kralları üzerine fazla bilgi yoktur. Hakkında bilgi bulunan ilk kral, İÖ 1280’lerde egemen olan I. Şalmanezer'dir. Onun döneminde Asur İmparatorluğu’nun güçlü bir devlet olduğu anlaşılmaktadır. İÖ 1120 dolaylarında tahta çıkan I. Tiglat-pileser, Asur topraklarını Babil'den Akdeniz'e kadar genişletti ve Fenike denizcilerini vergiye bağladı. Büyük tapınaklar, saraylar ve geniş bahçeler yaptırdı. İÖ 883-859 arasında hüküm süren II. Asurnasirpal, I. Tiglat-pileser’in ölümünden sonra Asurluların yitirmiş olduğu toprakları geri aldı. II. Asurnasirpal’in fetihlerini anlatan belgeler, onun acımasızlığını dile getiren öykülerle doludur. Bir çöküş döneminden sonra Asur tahtına çıkan birkaç kralın en büyüğü Tiglat-pileser III’di. İÖ 745-727 arasında hüküm süren bu kral, Suriye’deki Şam kentini Asur topraklarına kattı. Asur ordusunda bir general olan II Sargon (Şarrukin), İÖ 722’de tahtı güç kullanarak ele geçirdi ve İsrail'i işgal etti. Sargon'un oğlu Sinahheriba ise İÖ 704-681 arasında hüküm sürdü. Yahuda Krallığı'ndaki Kudüs'ü talan etti ve Asur yönetimine karşı gelen Babil kentini yaktırdı. Asurahiddina'nın (Asarhaddon) krallık döneminde (İÖ 680-669) Asurullar, Mısır’ı ele geçirdiler ve imparatorluğu en geniş sınırlarına ulaştırdılar. Ama bundan kısa süre sonra imparatorluk çöküş sürecine girdi. İmparatorluk sınırlarındaki halklar merkezi yönetime karşı başkaldırdılar. İÖ 614'te Medler Asur topraklarını ele geçirdiler ve Babil'e yerleşmiş olan Kaldelilerle ittifak kurarak, Asur başkenti Ninova'yı yerle bir ettiler. Bu korkunç yıkım Ninova’yı tarihten sildi ve günümüze kadar kentin izine bile rastlanmadı. Asur İmparatorluğu da Ninova ile birlikte tarihin derinliklerine gömüldü .asLında şunuda düşünmemiz Lazım asurLuLarın günümü uygarLığına kattığı güzeLLikLer...asurLuLar,mezopotamya'da kurulan diğer devLetLerde oLduğu gibi çivi yazısı kuLLanmışLardır.AnadoLu'dakiiLk yazıLı kaynakLar Asur tüccarLarının bıraktıkLarı KüLtepe'deki tabLetLerdir.asurLu'Lar tarihte biLinen iLk kütüphaneyi ninova'da kurmuşLardır.

     

    HeykeLtıraşLıkta önemLi geLişmeLer gösteren asurLuLarın kabartmaLarı ünLüdür.Nemrut Tapınağındaki arsLan heykeLLEri asur kraLLarının savaş ve av sahneLerini tasvir etmiştir.

     

    Yeni Babil imparatorluğu

     

    Asur İmparatorluğu'nun yıkılışından sonra, Babil yeniden güç kazandı. Kentin yönetici sınıfı Kaldelilerden oluşuyordu. Kaldeliler, Mezopotamya'nın çok eski halkıydı ve Sümer kenti Ur çevresinde yaşıyorlardı. Bir Kaldeli olan II. Nebuchadnezzar (yönetim dönemi İÖ 605-562), Yeni Babil ya da Kalde İmparatorluğu’nu güçlü bir devlet durumuna getirdi. Babil'i, görkemli tapınaklar, saraylar, surlar ve kapılarla donattı. İÖ 586'da Kudüs'ü ve Yahuda Krallığı'nı yağmalayıp, tutsak aldığı Yahudileri Babil'e yerleştirdi. Kalde İmparatorluğu, Fırat Irmağı'ndan Mısır'a, Ermenistan'dan Arabistan'a uzanıyordu. Bu dönemde, sanatlar, ticaret ve sanayi çok gelişmişti. Ne var ki bu parlak dönem çok uzun sürmedi. Nebuchadnezzar’ın ölümünden sonra imparatorluk çöküş sürecine girdi.

     

    Çöküş ve yıkılış

     

    Pers İmparatorluğu'nun kurucusu Büyük Kiros (Kurus), İÖ 539'da Babil ülkesini ele geçirdi. Buna karşın Babil, uzun süre kültürel kimliğini korudu. Büyük İskender, Pers İmparatorluğu'nu ele geçirdiğinde bile Babil hâlâ görkemli bir kentti. Büyük İskender İÖ 323’te bu kentte, Nebuchadnezzar’ın sarayında öldü. İskender'den sonra bölgeye egemen olan Selevkoslar döneminde Babil bir süre daha önemini korudu. Ama Selevkoslar İÖ 311'de Babil kentinin kuzeyinde Seleukeia adında bir başkent kurup Babil'de oturanları buraya yerleştirdiler. Babil de zamanla tarihten silindi. Ama Babil uygarlığının izleri varlığını korudu. Örneğin, çivi yazısı Hıristiyanlık'ın başlangıcına kadar kullanıldı.

     

    Sanat ve mimarlık

     

    Babil ile Asur sanat ve mimarlığında Sümerlerin izleri görülür. Onlar da Sümerler gibi tapınaklarını ve saraylarını pişmiş kil tuğlalarla yaptılar. Kentlerin merkezine yerel tanrılar adına tapınaklar diktiler. Tapınaklar, merdivenler ya da eğimli yollarla çıkılan geniş bir platform üzerinde yükseliyordu. Babilliler, bu tapınaklardan başka, basamaklı piramit biçiminde yükselen tapınaklar inşa ettiler. Ziggurat adı verilen bu yapıların tepesinde, genellikle mavi sırlı çinilerle kaplanmış küçük bir tapınak bulunurdu. Kutsal Kitap'ta öyküsü anlatılan Babil Kulesi'nin de bir ziggurat olduğu sanılmaktadır. Mimari açıdan önemli yerlerden biri, Asur başkenti Ninova’ydı. II. Sargon'un Ninova yakınlarında yaptırdığı görkemli sarayının bine yakın odası olduğu bilinmektedir. Sarayın hemen yanı başında dev bir ziggurat yükseliyordu. Sinahheriba, Ninova'da üç büyük saray yaptırmıştı. Asurlular ve Babilliler yapıları farklı biçimde süslüyorlardı. Babilliler duvarları renkli sırlı tuğlalarla kaplıyorlardı. Asurlular kalın ve yassı kireçtaşı ya da kaymaktaşıyla ördükleri duvarlara savaşları, avcılığı, din ya da saray yaşamını konu alan sahneler oyuyorlardı. Bu kabartma resimlerin çoğunda kral, sakalı ve kıvırcık saçlıdır. Çevresindeki öbür insanlar ise birbirine benzer. Av sahneleri çok canlı biçimde tasvir edilmiştir. Asur tapınaklarının ve saraylarının kapılarını, insan başlı aslan ya da boğa heykelleri koruyordu. Kentler, planlı biçimde kurulmuştu ve geniş caddeleri vardı. Su gereksinimi, büyük su kanallarıyla karşılanıyordu.

     

    Din

     

    Babilliler, birden çok tanrıya tapıyorlar ve bu tanrılara ilişkin kuşaklar boyu anlatılan efsanelere inanıyorlardı. Bu efsanelerin çoğu Sümer kaynaklıydı. Evrenin ve insanların yaratılışını konu alan Sümer efsaneleri arasında Âdem ile Havva öyküsüne benzer bir öykü de vardır. Kral Gılgamış’ın serüvenlerini anlatan Gılgamış Destanı da bu döneme ilişkin efsanelere dayanır. Sümer tanrılarının en büyüğü, Uruk kentinin tanrısı Anu, Babillilerin en büyük tanrısı ise Babil kentinin tanrısı Marduk idi. Marduk’un yeri, göğü ve insanoğlunu yarattığına inanılıyordu. Babil’in baştanrıçası İştar ise bereket tanrıçasıydı. Onun oğlu Tammuz ise bitkilerin tanrısıydı (Türkçe’deki temmuz ayının adının da buradan geldiği sanılır). Asurlular da büyük ölçüde Sümerlerin ve Babillilerin dinleriyle tanrılarını paylaşıyorlardı. Ama, en büyük tanrıları, adını imparatorluğun başkentine verdikleri Asur'du. İştar aynı zamanda Asurluların da baş tanrıçasıydı.

     

    Yazı ve bilim

     

    Çivi yazısı da denen Sümer yazısı en eski yazıdır. Bu yazı kil tabletler üzerine yazılıyor, sonra bu tabletler pişiriliyordu. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan bu tür tabletlerin bazıları 5. 000 yıl öncesine aittir. Çivi yazısında, kavramları belirtmek için köşeli simgeler kullanılırdı. Bulunan tabletlerin üzerindeki yazılar din, matematik, yasalar, bilim ve başka konulara ilişkindir. Asurluların, tarihlerindeki büyük olayları kayda geçiren ilk halk olduğunu söylenebilir. Şiirler ve dini şarkılar da yazan Asurlular, yazdıkları tabletleri büyük kitaplıklarda saklıyorlardı. Asurbanipal'in Ninova'da bulunan "tablet evi"nde, değişik konuları içeren 25 binden fazla çivi yazısı tableti vardı. Kaldeliler, yıldızların ve gezegenlerin hareketlerinden geleceğin bilinebileceğine inanıyorlardı. Bu amaçla gökyüzünü incelerken astronominin de temellerini attılar. Ekvatoru 360 dereceye bölmeyi ve yıldızların haritasını çıkarmayı da ilk kez Kaldeliler başardı. Geliştirdikleri ağırlık ve ölçü sistemini daha sonra Yunanlılar ve Romalılar da kullandı.

  16. BABİL

     

    Babil, Mezopotamya'da, adını aldığı Babil kenti etrafında kurulmuş, Sümer ve Akad topraklarını kapsayan eski bir imparatorluktur. Babil'in merkezi bugünkü Irak'ın El Hilla kasabası üzerinde yer almaktadır. Kuzey Babil Devleti ise, Şırnak ilinin İdil ilçesi güneyinde Babil köyünde kurulmuştur. Babil halkının büyük bir kısmı Sami ırkındandırlar.

     

    Tarihçe

     

    Akadlar ve Sümerler'in toprakları üzerinde kurulmuş Babil, Sümerler'in Uruk kentinde başlangıçta sarayda hizmetçi olan Akad kökenli Sargon'un, M.Ö. 23. yüzyılda sarayda iktidarı ele geçirmesi ile ortaya çıkmıştır.

     

    En ünlü kralları Hammurabi'dir.

     

    Babil'den bahseden en eski tarihi kanıt, M.Ö. 23. y'a ait, Kral Sargon döneminden kalma bir tablettir.

     

    İmparatorluğun kuzey topraklarında yaşayan Akadlar, imparatorluğun son dönemlerine kadar kendi kültürlerini koruyabilmişken, Sami kökenli olmayan Sümerler tarih sahnesinden silinmişlerdir.

     

    Hammurabi dönemi

     

    Hammurabi_bas-relief_in_the_U.S._House_of_Representatives_chamber.jpg

     

    Hammurabi (d. M.Ö. 1810? - ö. M.Ö. 1750) Babilin altıncı kralıydı. Hammurabi, Sümer ve Akkadları fethederek, Babil İmparatorluğu'nun ilk kralı olmuştur. Böylece Babillerin Mezopotamya üzerinde hegemonyasını kurmuştur.

     

    Günümüzün Irak sınırlarında bulunan bölgede, Fırat ırmağının kıyısında kurulu Babil'in o dönemdeki kent devletinin altıncı kralı olan Hammurabi, ülkesini M.Ö. 1792 ila M.Ö. 1750 yılları arasında yönetti. M.Ö. 1770 yılında kurduğu Babil İmparatorluğu Fırat ve Dicle ırmaklarının arasında kuzeyde de Ninova'ya kadar ulaştı.

     

    Komşuları Larsa, Mari, ve Asur ile 30 yıl boyunca savaştı ve İran körfezinden Diyarbakır'a ve Zagros'dan Batı çöllerine kadar uzanan bir imparatorluk yarattı. Hakimiyetindeki toprakları merkezi bir sistemle yönetti. Resmi yazışma düzenini kurdu. Ayrıca ilki İranda kurulan posta teşkilatını ülkesine getirtmiş, polis teşkilatını ve ilk belediye sistemini kendi iktidarında oluşturmuştur. Polis teşkilatı şehrin iç güvenliğini sağlıyordu, eğer bir ayaklanma ya da suç olduğunda derhal müdahale edip suçluları yakalıyorlardı. Yakalanan bu suçlular oluşturulmuş mahkemelerde kendi yazdığı 282 maddelik kanunlara göre cezalandırılıyordu, ama genelde bu cezalar çok ağır olmaktaydı. Belediye reisini Hammurabi kendisi atıyordu. Kurduğu belediye sistemi günümüzdekilere benziyordu, şehrin düzenlenmesi, onarılması ve temizlik işlerine belediye bakıyordu. Kurduğu Posta teşkilatı sayesinde şehri, mahalle mahalle sokak sokak ve ev numaralarına göre ayırtmıştı. Böylece bir posta istenilen doğru adrese bu şekilde ulaşıyordu. Bu sistemin yapılan arkeolojik buluntular sayesinde ilk kez Hammurabi zamanında yapıldığı kesinleşmiştir. Hammurabi bilime ve sanata çok önem vermekteydi özellikle de mimari konulara. Bunun da en büyük ispatı ünlü Babil Kulesi ve Babil Asma Bahçeleridir. İktidarı süresince kendisini tanrılaştırdı ve "kralların tanrısı" olarak ilan etti. Erkeklerin varis olabileceği mutlak monarşi kurdu, ve bu dönemde Babil ülkesinin tanrısı Marduk Sümer-Akkad topluluklarının yüksek tanrılarından biri oldu.

     

    Milkau_Oberer_Teil_der_Stele_mit_dem_Text_von_Hammurapis_Gesetzescode_369-2.jpg

     

    Yürürlükteki yasaları sisteme bağlamasıyla Hammurabi Kanunları Dünya tarihinin yasalarını temsil etti. 282 madde halinde taş sütunlara yazılan bu yazıtlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun çökme dönemine girmesiyle 1901-1902 yıllarında Fransız araştırmacılar tarafından keşfedilmiş ve Louvre müzesine taşınmıştır. Bu kanunlara göre; köleler ve hür insanlar arasındaki farklılıklar belirtilmiş, hür insan olmayanlara kısas kanunu (hırsızlık yaparsa elinin kesilmesi vb.) da başta olmak üzere evlilik gibi konularda günümüzde hala bazı toplumlarda uygulanan kanunlar bu dönemde ortaya çıkmıştır.

     

    İnanç

     

    Babilliler, eski halkların çoğu gibi birden fazla tanrıya taparlar, tanrıları üzerine kuşaklar boyu anlatılan düşsel öykülere inanırlardı. Bunların çoğu Sümer kaynaklıydı.

     

    Evrenin ve insanların yaratılışını konu alan Sümer destanı gılgamış kahramanı Gılgamış, ölümsüzlük otunu bulmak için yola çıkar ve bu arayış sırasında bin bir güçlükle karşılaşır. Serüven dolu yolculuğunun sonunda bulduğu otu, suların dibinden sinsice gelen bir yılan kayığından çalar. Bu öyküde Nuh Tufanı'nı anımsatan bir sel felaketinden söz edilir.

     

    Tanrıları

     

    Sümer tanrılarının en büyüğü, Uruk kentinin tanrısı Anu, Babilliler'in en büyük tanrısı ise Babil kentinin tanrısı Marduk idi. Babil efsanelerinde Marduk ejderha Tiamat ile dövüşüp onu yener. Yeri, göğü ve insanoğlunu yarattığına inanılan Marduk'un yeryüzündeki temsilcisi kraldı. Marduk dışında toprak, su, gökyüzü Güneş ve Ay tanrıları gibi tanrılara tapılırdı. Asurlular da büyük ölçüde Sümerler'in ve Babilliler'in dinleriyle tanrılarını paylaşıyorlardı. Ama, en büyük tanrıları adını imparatorluğun başkentine verdikleri Asur'du. Hem Babilliler hem de Asurlar'ın baş tanrıçası ise Eski Yunanlılar'ın aşk tanrıçası Afrodit'e çok benzeyen Iştar'dı.

     

    Yazı ve bilim

     

    Sümer yazısı bilinen en eski yazıdır. Sümerler kil tabletleri, üstüne yazı yazdıktan sonra pişirirlerdi. Arkeolojik kazılar sırasında, bazıları 5000 yıllık olan binlerce tablet bulunmuştur. İlk yazı karakterlerini resimler oluşturuyordu. Bu resimler yavaş yavaş, Babilliler'in ve Asurlular'ın kullandıkları çiviyazısına dönüştü. Bu yazı biçiminde, kavramları belirtmek için köşeli simgeler kullanılırdı. Bulunan tabletlerin üzerindeki yazılar din, matematik, yasalar, bilim ve başka konularla ilişkindir. Matemetikte, açılar konusunda bir tam dönüşü 60 birime bölmüşlerdir.

  17. BABİL KULESİ

     

    795px-Brueghel-tower-of-babel.jpg

    Babil Kulesi, Pieter Brueghel (1563)

     

     

    Babil Kulesi Tevrat'ta, Kur'an'da ve dünyanın birçok bölgesinde yerel efsanelerde bahsi geçen, tanrıya ulaşmak için inşa edilen kule.

     

    Kökenbilim

     

    Akadca bāb-ilû sözcüğü Tanrı'nın kapısı demektir. Sümerce'de aynı anlama gelen sözcük Kadingirra'dır.

     

    Eski Ahit'te Babil sözcüğü Babel şeklindedir. Bu kelime İbranice Bavel kelimesinden gelir ve Eski Ahit'te "kargaşa, karışıklık" şeklinde açıklanır.

     

    Kuran-ı Kerim'de şehrin ismi Babil olarak geçer. Türkçe'deki ismi Arapça'dan gelmektedir.

     

    Yahudi ve Hristiyan kaynaklarında

     

    Tanah ve Eski Ahit hemen hemen aynı olduğu için her iki dinde Babil bahsi aynıdır. Babil kulesinden Tevrat'ın Yaratılış (Tekvin) kısmında bahsedilir.

     

    Efsaneye göre tanrı kendisine ulaşmaya çalışan insanların kendini beğenmişliğine kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Kulenin yıkılışı Tevrat'ta anlatılmaz ancak Jubilees veya Leptogenesis olarak bilinen Yahudi belgelerinde anlatılır.

     

    Dini bir bakış açısıyla bu öykü sıklıkla insanın kusurluluğunu, tanrının kusursuzluğu ile kıyaslamak ve dünyadaki yüzlerce dilin kökenini açıklamak amacıyla kullanılır.

     

    İslami kaynaklarda

     

    İsmi verilmemekle beraber Kur'an'da Babil Kulesi'ne benzer bir kuleden bahsedilir. Hikaye Tevrat'taki ile benzer olmasına rağmen Babil'de değil, Musa'nın yaşadığı dönemde Mısır'da geçer. Firavun Haman'a, kendisine kilden bir kule inşa etmesini, çıkıp Musa'nın tanrısına bakacağını söyler.

     

    Kur'an'da Babil şehrinden Bakara Suresi, 102. ayette bahsedilir. Harut ve Marut isimli iki melek, insanları imtihan etmek için Allah tarafından babil'e gönderilirler. Burada insanlara sihir öğretirler. Melekler sihrin küfür olduğunu söyledikleri halde insanlar sihir öğrenmekte ısrar ederler ve karı-kocayı ayırmaya yarayan sihirler öğrenirler.

     

    Babilden Yakut el-Hamavi'nin yazmalarında ve Lisan el-Arab'da bahsedilir. Öyküye göre tüm insanlar rüzgarın önüne katılarak bir yerde toplanırlar. Buraya sonradan Babil denir. Babil'de insanlara Allah tarafından değişik lisanlar tahsis edilir ve yeniden rüzgarla geldikleri yerlere dağıtılırlar.

     

    9. yy İslam tarihçilerinden el-Tabari'nin "Peygamberler ve Krallar Tarihi" adlı eserinde daha detaylı bilgi verilir. Öyküye göre Nimrod Babil'de bir kule inşa ettirir. Allah bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72'ye ayırır. 13. yy. İslam tarihçilerinden Ebu el-Fida da aynı öyküden bahseder ve İbrahim'in atası Hud'un kendi dilini (İbranice) muhafaza etmesine izin verildiğini ekler. Zira Hud kulenin inşasına katılmamıştır.

  18. BABİL

     

    BABİL'İN ASMA BAHÇELERİ

     

    Hanging_Gardens_of_Babylon.jpg

    Dünyanın harikalarından Babil'in Asma Bahçeleri'nin temsili bir resmi

     

     

    M.Ö. 450'li yıllarda tarihçi Herodot "Babil, yeryüzünde bilinen bütün diğer şehirlerin ihtişamını aşar." demiştir.

     

    Herodot, şehrin dış duvarlarının 80 kilometre uzunlukta, 25 metre kalınlıkta ve 97 metre yükseklikte olduğunu ve 4 atlı bir arabanın gezinmesine uygun olduğunu belirtmiştir. İç duvarlar, dış duvar kadar kalın değildi. Duvarların içinde som altından yapılmış büyük heykeller bulunan kaleler ve tapınaklar vardı. Şehrin içinde ünlü Babil Kulesi vardı. Bu kule, Tanrı Marduk'a yapılan bir tapınaktı ve cennete ulaşmak için göğe doğru yükseliyordu.

     

    Babil, M.Ö. 605'den itibaren 43 yıl hüküm süren kral Nebuchadnezzar tarafından yapılmıştır. Daha zayıf bir rivayete göre ise M.Ö. 810 yılından itibaren 5 yıl hüküm süren Asur kraliçesi Semiramis tarafından yapılmıştır.

     

    Bahçeler Nebuchadnezzar'ın sıla hasreti çeken karısı Amyitis'i neşelendirmek için yapılmıştı. Amytis, Medes kralının kızıydı ve iki ülkenin müttefik olması amacıyla Nebuchadnezzar ile evlendirilmişti. Onun geldiği ülke yeşil, engebeli ve dağlıktı. Mezopotamya'nın bu dümdüz ve sıcak ortamı onu depresyona itmişti. Kral, karısının sıla hasretini gidermek için onun memleketinin bir benzerini yapmaya karar verdi. Yapay dağlar ve suların akacağı büyük teraslar yaptırdı.

     

     

     

    Ogrody_semiramidy.jpg

     

     

    İÖ 600 dolaylarında Babil kralı Nabukadnezar’ın yaptırdığı bahçelerdir. Söylentiye göre kral bunu kraliçelerinden birini sevindirmek için yapmıştı. Bahçeler, bir piramit oluşturacak biçimde taraçalar halinde yükseliyordu ve her taraçaya dünyanın dört bir yanından getirilmiş ağaç ve çiçekler dikilmişti. Bu bitkiler asıl yapıyı gözden saklıyor ve sadece havada”asılı”gibi duran bahçeler görünüyordu.

     

    Bazılarına göre Asma Bahçeler yerine büyük Babil Surları dünyanın ikinci harikasıdır. Kral Nabukadnezar’ ın Asma Bahçeler ile aynı zamanda yaptırdığı bu surların 100 mt.yüksekliğinde olduğu ileri sürülmüştür. Eski Babil kentini koruyan bu surların yerinde bugün yalnız M.Ö. 600 yılında yapılan bu yapı kat kat taraçalardan oluşuyordu. Bu taraçalarda türlü hayvanlar, minik çağlayanlar, bin bir ağaç ve bitki yer alıyordu. Bir tür yapay cennet olarak tasarlanmıştı. Kral Buhturnasr, çok bereketli bir ülkeden gelen eşi kraliçe Semiramis’in memleketi özlemi çekmesini önlemek için ona böyle bir armağan sunmuştur. Yüksek surlarla çevrilmiş bu bahçenin içindeki kanallarda kayıklar bile yüzebilmekteydi. ca bir yıkıntı vardır.

     

    M.Ö. 450′li yıllarda tarihçi Herodot “Babil, yeryüzünde bilinen bütün diğer şehirlerin ihtişamını aşar.” demiştir. Herodot, şehrin dış duvarlarının 80 kilometre uzunlukta, 25 metre kalınlıkta ve 97 metre yükseklikte olduğunu ve 4 atlı bir arabanın gezinmesine uygun olduğunu belirtmiştir. İç duvarlar, dış duvar kadar kalın değildi. Duvarların içinde som altından yapılmış büyük heykeller bulunan kaleler ve tapınaklar vardı. Şehrin içinde ünlü Babil Kulesi vardı. Bu kule, Tanrı Marduk’a yapılan bir tapınaktı ve cennete ulaşmak için göğe doğru yükseliyordu.

     

    Babil, M.Ö. 605′den itibaren 43 yıl hüküm süren kral Nebuchadnezzar tarafından yapılmıştır. Daha zayıf bir rivayete göre ise M.Ö. 810 yılından itibaren 5 yıl hüküm süren Asur kraliçesi Semiramis tarafından yapılmıştır. Bahçeler Nebuchadnezzar’ın sıla hasreti çeken karısı Amyitis’i neşelendirmek için yapılmıştı.Amytis, Medes kralının kızıydı ve iki ülkenin müttefik olması amacıyla Nebuchadnezzar ile evlendirilmişti. Onun geldiği ülke yeşil, engebeli ve dağlıktı. Mezopotamya’nın bu dümdüz ve sıcak ortamı onu depresyona itmişti. Kral, karısının sıla hasretini gidermek için onun memleketinin bir benzerini yapmaya karar verdi. Yapay dağlar ve suların akacağı büyük teraslar yaptırdı.

     

    Yunanlı coğrafyacı Strabo’nun M.Ö. birinci yüzyıldaki tanımlamasına göre, bahçeler birbiri üzerinde yükselen kübik direklerden oluşuyordu. Bunların içleri çukurdu ve büyük bitkilerin ve ağaçların yetişebilmesi için toprakla doldurulmuştu. Kubbeler, sütunlar ve taraçalar pişmiş tuğla ve asfalttan yapılmıştı. Yüksekteki bahçeleri sulamak için Fırat nehrinden zincir pompalarla su yukarılara çıkarılıyordu. Zincir pompa, biri yukarıda, diğeriyse su kaynağında bulunan iki büyük volana gerili, üzerinde kovalar bulunan bir sistemdi. Nehirden dolan kova yukarıya çıkıyor içindeki suyu havuza boşaltıp tekrar nehre dönüyordu. Bu şekilde üst seviyelere taşınan su, bahçeleri sulayarak teraslardan aşağıya doğru akıyordu.

     

    Yunanlı tarihçi Diodorus’a göre bahçeler yaklaşık 120 metre genişlikte ve 120 metre uzunluğunda ve 25 metre yüksekliğindeydi. İstilalar yüzünden sönmeye başlayan şehir, özellikle Pers Kralı Keyhüsrev’in Babil’i fethetmesinden sonra sönmeye başlamış, M.S. 5 ve 6. yüzyıllarda kumlara gömülmüş ve bir kum dağı haline gelmiştir. Bu şehrin, içindeki tapınakların ve asma bahçelerin kalıntıları ancak 20. yüzyılda yapılan kazılarla meydana çıkarılabilmiştir.

  19. El-Enfal Operasyonu

     

    el-Enfal Operasyonu veya el-Enfal Harekâtı Irak'taki Saddam Hüseyin rejimi tarafından yürütülen ve liderliğini Ali Hasan el-Mecid'in yapmış olduğu, Kürt isyancıları hedef alan bir operasyondur. Operasyon ismini Kur'an'daki Enfal Suresinden almaktadır. Irak'taki Baas rejimi bu kodadı ile gerek peşmerge isyancılara gerekse kırsal Kuzey Irak'ın çoğunluğu Kürt sivillerden oluşan nüfusuna karşı 1986 ve 1989 arasında bir dizi saldırıda bulunmuştur. Operasyon özellikle 1988 yılında doruğuna ulaşmıştır. Enfal Operasyonu kara harekatları, havadan bombalamalar, yerleşkelerin sistematik bir şekilde yıkılması, toplu zorunlu göçler, idam mangaları ve kimyasal silah kullanımı içermiştir ki operasyonun baş ismi el-Mecid buradan hareketle daha sonra "Kimyasal Ali" olarak anılmaya başlanmıştır.

     

    Bağımsız kaynaklar ölü sayısı üzerine 100.000 ile 150.000 üzeri gibi tahminlerde bulunurken, 100.000 kadar kadının dul kaldığı ve daha büyük sayıda çocuğun yetim kaldığı tahmin edilmiştir.Uluslararası Af Örgütü ise sadece 1988 yılında "ortadan kaybolmuş" 17.000'den fazla kişinin ismini toplamıştır.Operasyon doğası ve içerdiği çeşitli özellikler gereği birçok soykırımsal diye nitelendirilirken,Human Rights Watch (Uluslararası İnsan Hakları İzleme Örgütü)'a göre bu nitelemenin sebeplerinden birisi de eli silah tutabilecek yaştaki erkeklerin operasyon boyunca ana hedef teşkil etmesidir.

  20. HALEPÇEYE ZEHİRLİ GAZ SALDIRISI

     

    Halepçe Katliamı olarakta bilinir İran-Irak Savaşı esnasında, Saddam Hüseyin'in, 1986-1988'de Irak'ın kuzeyinde Kürtlere karşı düzenlettiği El-Enfal Harekâtı adlı isyanı bastırma operasyonunun bir parçasıdır.

     

    Saddam Hüseyin'in 23 Şubat - 6 Eylül 1988 tarihleri arasında El-Enfal Harekâtını şiddetlendirdiği dönemde Mart ayının ortasında İran ordusu Zafer-7 Harekâtı adlı genel taarruzu başlattı. Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği'ne bağlı Peşmergeler de İran Ordusu ile işbirliği yaparak Halepçe kasabasına girdi ve isyan başlattı.

     

     

    Saddam Hüseyin İran ordusunun ilerleyişini durdurmak için Irak Ordusunun Kuzey Cephesi Komutanı olan Korgeneral Alî Hasan al-Majîd al-Tikritî'ye (batı medyası tarafından 'Kimyasal Ali' lakabı ile bilinir)'e zehirli gaz bombaları kullanmayı emretti.

     

    16 Mart 1988'de zehirli gaz bombalarını taşıyan sekiz MiG-23 uçağı tarafından Halepçe kasabasına bombardıman düzenlendi. Halepçe sakinleri , İran askerleri ve Peşmergelerle birlikte 5.000'den fazla insanın öldüğü, 7.000'den fazla insanın da yaralandığı tahmin ediliyor. Ancak Irak Savaşı'ndan sonra bölgeye giren yabancılar tarafından bu rakamın daha da büyük olduğu tespit edildi.

     

    19 Ağustos 1988'de Irak ve İran, ateşkes anlaşmasını imzaladılar. Irak ordusu ateşkesten 5 gün sonra Halepçe'yi geri aldı ve bu işgal esnasında 200 sakinin öldürüldüğü söylenmektedir.

     

    Süleymaniye Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Fuat Baban, 7 Aralık 2002 tarihli 'The Sydney Morning Herald' gazetesinde yayımlanan 'Experiment in Evil' başlıklı makalesinde, Halepçe'de özürlü doğum oranının Hiroşima ve Nagasaki'nin 4-5 katı olduğunu iddia etti. Amerika ise bu iddiayı suistimal ederek Zayıflatılmış Uranyum mermilerini kullanmasını meşrulaştırmaya çalıştı.

     

    Mart 2007'de Halepçe'yi ziyaret eden bir Japon heyeti Hiroşima'ya yapılan atom bombası saldırısı'ndan hasar gören Aogiri (İmparatoriçe Pavlonyası)nin fidesini hediye etti.

  21. İRAN-IRAK SAVAŞI

     

    İran-Irak Savaşı, İran'da Tahmilî Savaş veya Kutsal Savunma ,Irak'ta Saddām'ın Kadisiyesi ve Arap Dünyasında Birinci Körfez Savaşı olarak anılan 1980-1988 yılları arasında Irak ve İran arasında yapılmış ve perde arkasında olan bir savaştır. Yaklaşık bir milyon kişinin ölümüne, 150 milyar Amerikan Doları maddi hasara, her iki ülkede de ağır yıkımlara yol açmıştır. Irak'ın zaferleri ile başlayan savaş, İran'ın direnmesiyle yıpratma savaşına dönüşmüş ve galibi olmadan sonuçlanmıştır.

     

    Savaş öncesinde Irak-İran ilişkileri

     

    Soğuk Savaş boyunca Irak-İran ilişkileri iyi olmadı. 1969 Nisan ayında, Amerika Birleşik Devletleri’nin de desteğini alan İran Şahı, önemli bir su yolu olan ve 1937 yılı Irak-İran sınır antlaşması ile Irak’a bırakılan Şatt-ül-Arap’ı geri almak istedi. Bu amaçla, güç gösterisi olarak gemilerini bölgeye gönderdi. 1970 yılında kesilen diplomatik ilişkiler, 1973 yılında tekrar kuruldu ve 1975’te bir antlaşma imzalandı. Buna göre iki ülke arasındaki sınır, su yolunun en derin noktasından geçecekti. Ayrıca İran, Irak’taki Kürtleri merkezî hükümete karşı desteklemeyeceğini taahhüt ediyordu. Fakat 1971 yılındaki silahlı çatışmalar sırasında İran’ın ele geçirdiği Körfez adalarından çekilmemesi, iki ülke arasındaki ilişkilerin olumlu yönde gelişmesine engel oldu.

     

    İran’da Humeyni iktidarı

     

    Adalar sorunu yüzünden zaten gergin olan Irak-İran ilişkileri, İran’da Şiiliğin savunucusu olan Humeyni iktidarının başa gelmesi ile iyice bozulmaya başladı. Bağdat’taki Saddam Hüseyin hükümeti, İran’daki Şii hükümetin, Irak’taki Şii çoğunluğu Sünni iktidara karşı kışkırtmasından endişe ediyordu. Bu arada Irak, İran’daki Arap bölgesi Huzistan’ı elegeçirmek fikrini savunmaya başlamıştı.

     

    Savaşın başlaması ve ilk aşamalar

     

    1980 yılının ortalarında, ordudaki yüksek rütbeli subayların tasfiye edilmesi ve rehineler olayıyla ABD’nin düşmanlığını çekmesi dolayısıyla, İran'ın güçsüz durumda olduğu izlenimi uyanmıştı. İran’ın iki ülke arasında anlaşmazlık konusu olan bölgeden askerlerini çekmeyi reddetmesi üzerine 22 Eylül 1980’de Irak ordusu sınırı geçti. Irak 16 Eylül’de, Şatt-ül-Arap antlaşmasını feshettiğini açıklamıştı.

     

    Savaşın ilk günleri, baskın avantajını koruyan Irak’ın üstünlüğü ile geçti. Fakat, zamanla İran’ın direnişinin artması ile savaş karşılıklı yıpratma sürecine girdi.

     

    Savaş

     

    İran’ın ilk tepkisi, sadece ilerleyen Irak birliklerini değil, aynı zamanda Irak’ın Basra limanını da bombalamak oldu. Aynı günlerde Tahran ve Bağdat karşılıklı bombalandı. Eylül ayının sonunda Irak ordusu Abadan ve Hürremşehr kentlerini abluka altına almıştı, ama kış gelmeden bitirmek istediği savaşta istediği sonuca gidemiyordu. 1980 kışı boyunca yapılan barış girişimleri başarısız oldu ve 1981 Nisan ayından itibaren savaş yeniden alevlendi.

     

    Tarih, yıpratma savaşlarında ekonomik gücünü ve insan kaynağını en uzun süre kullanabilen tarafın avantajlı olduğunu göstermiştir. İran bu uzun savaşta kendisini, stratejisini hızlı bir zafer üzerine kuran Irak’a göre daha rahat hissediyordu. Bunu bilen Irak, İran’ın ekonomik gücünü zayıflatma amacıyla saldırıya başladı.

     

    İki ülkenin de ekonomik gücü büyük ölçüde, en büyük ihraç ürünleri olan petrole dayanıyordu. Irak, boru hatlarından petrol ihraç edebilirken İran, ihracatını büyük ölçüde Basra Körfezi’nden yapıyordu. Yani, Basra Körfezi'ndeki petrol ticaretinin kesintisiz sürmesi Irak’ın değil, İran’ın işine geliyordu. Bu sebeple Irak, petrol taşıyan İran gemilerine saldırılar düzenlemeye başladı. Benzer şekilde İran da, Irak petrol tesislerine saldırıya başladı.

     

    Körfez petrol ticaretinin zarar görmesi, Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa aktif olarak katılmasına sebep oldu. ABD ve müttefikleri (Avrupa ve Japonya) büyük ölçüde Körfez petrolüne muhtaçtı ve petrol yolunun saldırıya açık olması Batı dünyası için tehlikeliydi. Körfez petrol yolunu açık tutmak için Amerika Birleşik Devletleri bölgeye bir filo gönderdi ve ABD bayrağı çekmiş Kuveyt tankerlerini korumaya başladı.

     

    Sekiz yıl süren savaş 1988 Ağustos ayında yapılan ateşkes ile sonlandı. Ancak Birleşmiş Milletler gözetiminde yapılan barış görüşmelerinden sonuç alınamadı. İran, görüşmeler için ön koşul olarak topraklarındaki tüm Irak askerlerinin çekilmesini isterken, Irak Şatt-ül-Arap suyolu üzerinde ortak denetim kurulmasında ısrar etti. İki ülke arasındaki barış, ancak Irak’ın Kuveyt’i 1990 Ağustos ayında işgali ve ABD ile savaşa tutuşma korkusuyla İran’dan aldığı toprakları geri vermesiyle gerçekleşti.

     

    Amerika’nın tutumu

     

    Amerika Birleşik Devletleri, İran’daki müttefiki Şah'ı devirip iktidara gelen İslami rejimden hiçbir zaman hoşnut olmamıştı. Bu sebeple, 1967 yılında diplomatik ilişkilerini kestiği Irak ile tekrar yakınlaşmaya çalıştı. Çeşitli kanallardan Irak’a silah yardımı yaptı ve büyük miktarda borç para sağladı. Irak’ın biyolojik ve kimyasal silahlar üretmesine yardımcı oldu.

     

    Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere 1986 Mart’ında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Irak’ın İran’a karşı kitle imha silahları (kimyasal ve biyolojik silahlar) kullanmasını eleştiren kararlar almasını, karşı oy kullanarak engelledi.

     

    Savaşın Sonuçları

     

    Irak-İran Savaşı, yaklaşık bir milyon insanın hayatına mal oldu. Savaşan taraflar ufak kazançlar için ekonomik kaynaklarını tüketti. Savaşın sonucunda Irak-İran sınırı değişmedi. Savaşın etkileri yıllar boyunca hissedildi.

    İki ülkenin birbirlerinin petrol tesislerine saldırılar düzenlemesi sonucu petrol üretimi düştü, petrol fiyatları arttı.

    Savaş boyunca Irak, kendisini destekleyen devletlerden borç alarak silah satın almıştı. Bu borçları ödemekte zorlanması, 1990 yılında Kuveyt’e saldırarak oradaki petrol kuyularını ele geçirmeye çalışmasına yol açtı. Bu tavrı da Irak'ı uluslararası ilişkilerde yalnızlığa sürükledi ve desteksiz bıraktı.

     

     

×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.