Ahmet AY tarafından postalanan herşey
-
SEHIT ANNELERIM-BARIS ANNELERIM
Ben işin ne'liği boyutunda değilim. Ortada akan bir kan var ve bu akan kan annelerin yüreğini yakıyor. Bu kan nasıl duracaksa, hangi girişimlerle kan duracaksa ona evet diyoruz. 46 bin insanın öldüğü bir artamdan söz ediyoruz. Evet savaş değil ama savaştan beter kan aktı. Bu kan durmalı, başka yolu yok.
-
SEHIT ANNELERIM-BARIS ANNELERIM
sayın Kaplan Her ne şekilde olursa olsun kardeşlik ve barış için atılan adımlar kabulumuzdur. Zira annelerimiz ağlıyor ve artık hiç kimede tahammül kalmadı... Bilmem anlatabiliyor muyum?
-
SEHIT ANNELERIM-BARIS ANNELERIM
SEHIT ANNELERIM-BARIS ANNELERIM ANNELER BULUSMASI Ancak annemden bilebilirim anneligi, Annelerin evlatlarina olan sonsuz sevgisinden söz etmiyorum, Annelerin çocuklari için gecelerini gündüzlerine katarak büyütmelerinden de söz etmiyorum, Annelerin evlatlarinin aci çekmemesi için onlarin dert, izdirap ve kederlerinin kendilerine gelmesini istemelerinden de söz etmiyorum, Annelerin hiçbir yaratilmista bulunmayan bütün bu fedakârliklarindan sonra büyütüp daha yeterince kucaklayip kokusuna doymadan öldürenlere, öldürenlerin annelerine inanilmaz merhametli duygularindan söz ediyorum; Türk ve Kürt annelerinden… Baris ve Sehit annelerinden… Dün uzun süredir baslatilan, üzerinde titizlikle çalisilan, bilinçli yürütülen ve bu ülkenin tarihindeki en degerli, en kardesane ve en hayirli olaylarindan biri (belki de birincisi) gerçeklesti. 30 yila yakin süreden beri akan kan 50 bine yakin öldürülen can Milyonlarca yarali yürek acisi yasanmisti… Ama, Diyarbakir’in 07 Agustos 2009 sicaginda kavrulurken*, yürekleri bütün ates ve yanginlari bastiran anneler Diyarbakir’da bütün dünyayi kucaklarcasina kucaklastilar; - Senin oglun da vurulmus yangin yüreklim!” deyivermis Fatma anne Zozan anneye, - “Çavémin bireje kure tejî hatkustin” (Gözüm çiksin senindemi oglun vurulmus) diye cevap vermis Zozan anne Fatma anneye... Anne yüregi bu, fark eder mi hiç? Anne her dilde, her dinde anne!.. Sariliverdiler birbirlerine bacilar gibi... Annelik nasilmis dost düsman görsün diye, Sarildilar birbirlerine; “ancak biz bize benzeriz baskasi degil” dercesine, 07 Ocak 2009 haberlerini izlerken evladini Güngören’deki bombalama eyleminde kaybeden Sadiye SENTÜRK anne(m): - "Oglumu vuranlar da kardeslerimiz" - "O çocuklarin da annelerinin yüregi benim yüregim gibi yaniyordur, gidip onlari ziyaret edecegim", demisti. Iste o gün yanimda bulunan arkadaslara: - Bunu mutlaka baris için firsata dönüstürmemiz gerek ama nasil?.. Neyse uzatmayayim, Sonunda “erler”le saglanan bu huzur ve mutluluk tablosu "Artik gözyasi olmasin, artik annelerin yüregi yanmasin içindi… ne de güzel gizlemislerdi bir provokasyon olmasin diye! Allah katki sunan herkese ecrini verecektir elbet… Gece gündüz çalisip bugünleri bize yasatan “erler”e bin selam, Diyar diyar dolasip huzuru saglamak için çabalayanlara bin selam, Bize ne güzel meltemler estirdiniz!.. Bin yasayin Bir aci görmeyin Yeter ki Hiçbir anne aglamasin Ne Dayika Kurdan Ne de Türk anneleri… “Artik yeter!” dedik hep Yine tekrarliyoruz: Ebedi kardeslik ve baristir bundan sonrasi Ve Yunus’la yaris… “Êdi Bese!” Ahmet AY [email protected] Not: Bu aksam Diyarbakir'da çok uzun yillardir görülmeyen rahmet yagmurlari yagdi. Bu ayri bir mutluluktu...
-
TÜRKİYE GÜCÜNÜ FARK ETTİ
TÜRKİYE GÜCÜNÜ FARK ETTİ Kimileri ülkenin içinden geçtiği sürecin ciddiyetini bilmezse de bu süreç son elli yılın en önemli kararlarının, değişim ve dönüşümün gerçekleştiği dönemdir. Yaşanmakta olan kargaşa (ya da adına kriz diyebileceğiniz durum) eminim ki büyük ülke olma yolunda Türkiye’nin önünü açacak niteliktedir. Bir yandan içerde ETÖ, darbe andıçları, askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasına olanak tanıyan yasal düzenleme ve beraberinde gelişen gergin ortam, Kürt Açılımı ile PKK’nin ateşkesi bırakma ihtimali ve sebepleri, HSYK toplantılarında ERGENEKON kokusu; dışarıda ise İsrail-Filistin-Suriye arasında arabuluculuk ki- “One minute”den sonra kabul edilmesi ciddi bir kazanım- NABBUCO projesi, Küresel Mali Kriz… bütün bunlarla sağlıklı, sonuç getirici bir şekilde uğraşmak için zaman, donanımlı ekip ve her şeyden önemlisi güven (özgüven ve kurumsal güven) gerekmektedir... Alın size HSYK’nın tutumu… Geçmişte “Militan demokrasinin militan yargıçlarını” MOĞOLTAY anlatmıştı. O yıllarda nelerden bahsettiğini halk pek anlamamıştı belki, ama artık gün gibi aşikârdır ki Türkiye’nin geleceğini değil kendi menfaatlerini düşünen bir kafa konuşmuştu. ETÖ davası savcılarını görevden alıp davayı sekteye uğratmakmış mesele. O da olmazsa onları kuşatacak adımlar atılmalı. ETÖ savcılarını şikayet etme mercii olan mahkemelere hukuka değil kendi anlayışlarına hizmet edecek hukukçular atamak istiyorlar. Bunun adı da hukuk olacak, demokratik yönetim olacak. PEH!.. Ama eminim ki Adalet Bakanı sağduyu ve kararlılıkla bu oyunu bozacaktır. Yoksa bir daha bu ülkede kimse usulsüzlüklere, yolsuzluklara, alçaklıklara, çetelere, darbecilere… dur deme fırsatı bulmayacaktır. Hükümetin tutumu takdire şayandır. Eğer son hamlede yanlışa düşmezlerse… Ülke yönetmek -hele hele bu ülke tarihi geçmişi, konumu son derece önem arz eden bir ülke ise- çok meşakkatli olsa gerek. Bunun için erdemli, fedakâr, çalışkan, kültürel ve siyasi donanımı yeterli ekip ve tabii ki öncelikle “yürek” lazım. Yürekten kastımız kimi zaman bu ülkede de yaşandığı gibi birilerinin “höt“ demesiyle kararsızlığa düşmeden doğru adımlarla yola devam etme cesaretidir ve bu cesaret gereklidir. “Derin refleksleri” olan ülkelerde toplumu yönetime katma öyle sanıldığı gibi kolay değildir. Çünkü toplum derin ilişkileri bilmediği için “başına buyruk” davranabilir. Bu da “âli” menfaatlere uygun düşmeyecektir. Böylesi ülkelerde köklü değişimler gerçekleştirmeye niyet edildiğinde kıyametlerin nasıl koptuğunu defalarca yaşadık. Ve maalesef süreç her zaman statükocuların yararına işlemişti… Bunun sebebi de bu ülkede geçmişte siyaset yapanların başta erdem olmak üzere pek çok yetersizlikleriydi ve bunun sonucu olarak da halkı değil statükocuları önemsemeleridir. Aslında daha pek çok yetersizlik eklemek mümkün ancak “barutu biten savaşçı” misali olur ki buna gerek duymuyoruz. Erdem yoksa geçin diğerlerini… Bütün bu olumsuz gidişatın siyasetçilerin yürekli olmamalarından kaynaklandığını söylemekte bir sakınca görmüyoruz. Zira kimi hükümet başkanları toplumun yararına ve fakat ülkenin derinliklerindeki güçlerin beğenmediği bir projeden söz ettiklerinde “derinlerden” gelen homurtular üzerine nasıl da çark ettiklerini bilmiyor değiliz. Onun için “yürek” mutlaka lazım diyoruz. Aslında ülkenin modernleşme projesi cumhursuz bir cumhuriyet oluşturmaya doğru yol alınca birileri hep en “avantajlı” konumda oldular. Şimdi ise durum değişip bütün dini, etnik ve coğrafi farklılıklar zenginlik kabul edilir duruma gelmeye doğru -hızlı olmasa da- ilerleme yoluna girdi. Yani bütün unsurların eşit, adil, hakkaniyete uygun seviyeye gelmesi söz konusu olunca ”avantajlılar” isyan eder oldular. Yoksa ortada gezen andıçlar boşuna mı hazırlanıyor? Darbe, hatta öldürme planları Başbakanın adı Tayip olduğu için mi yapılıyor? Elbette ki Tayip ERDOĞAN ve ekibini -beğenirsiniz beğenmezsiniz- hayat anlayışlarından, dünyaya bakışlarından, insanlık adına gayretlerinden ve inançlarından dolayı istenmeyen ve gerekirse bertaraf edilmeleri gerektiğine inanırlar. Hele buna İsrail’in de Türkiye’yi barış görüşmelerinde önemli bir aktör kabul etmesi “vatan ve millet için” gözü dönmüşleri çıldırtacak gelişmelerdendir. Onların istedikleri Türkiye irtifa kaybedip yerlerde sürünsün. 70 sente muhtaç olsun ama onların kontrolünde olsun… Neden? Çünkü Ülke çiftlikleriydi İstedikleri gibi kullandılar Onlarca yıl bu ülkede başkaları da yaşıyor diye düşünmediler. Şimdi Vatandaşlıksa herkes Özgürlükse herkese Paylaşmaysa herkesle Dayanışmaysa herkesle Mücadele ise “erkes”le… Türkiye artık içine kapanmış, itibarı yerlerde, al gülüm-ver gülüm ülkesi değildir ve bu böyle bilinmelidir. Anlamak istemedikleri şey bütün eksiklikleri ve hatalarıyla beraber bu yola baş koyacak kadar yürekli, kararlı, neyin nasıl yapılacağını bilen ve hiçbir bedelden kaçmayanların iş başında oluşlarıdır… Tabi bu meşakkatli yol beraber yürünmesi gereken yoldur. Hem yol hatalarında uyarı görevini yerine getirmek için ve hem de güç birliğinin bu değişim ve dönüşüm sürecinde olmazsa olmaz oluşundan dolayı yolculukta beraber gidilmelidir. Çünkü ülkem insanı artık; “görevim askerlik yapmak, vergi vermek ve oy kullanmaktır” acziyetinden kurtulmalıdır. Yaşamakta olduğumuz süreçte halkın tutumunu olumlu bulmakla beraber bu gidişatta toplumun (siyasal bilinçle ilgili sebeplerden dolayı) üzerine düşen görevi tam olarak yerine getirdiği kanaatinde değilim. 4–5 yılda bir oy verip ‘bundan sonrası hükümetin işi’ deyip kenara çekilmek demokratik kültür ve demokratik katılımın henüz bizde yerleşmediğini göstermektedir. Oysa Türkiye gibi ülkelerde sivil inisiyatifin güçlenip rol alması hayati meseledir. Öyle durumlarla karşılaşıyoruz ki toplumsal baskı yoksa kimilerine kanunları uygularken de sıkıntı doğmaktadır. Halk tez elden demokratik, yasaların öngördüğü hukuki haklarını kullanmak suretiyle -silkelenerek değil- silkeleyerek kendine getirmeli bu elit zümreyi… “Bu ülkenin asıl ve asil sahibi biziz, olup bitenler direkt ve endirekt bizi ilgilendirmektedir dolayısıyla sivil ve siyasi iradenin yaptıkları benim taleplerimdir” demelidir. Eğer bir karşı duruş gelişir ise o zaman sivil organizasyonlara (STK, Vakıf, dernek…) katkı sunarak manipülasyonları, ayak oyunlarını bertaraf etmelidirler. Kim ne derse desin yol doğru, yöntemle ilgili bazı sıkıntılar olursa da “kral kızı hatası” gibi der geçeriz. Vesselam… Not: Bana yeniden Kürt açılımı ile ilgili yazmamı isteyen dostlara xelifan.com’a KÜRT SORUNU VE KALICI ÇÖZÜMLER I-II-III yazı dizisini yeniden okumalarını tavsiye ediyorum. Biz ne demiştik? *****************
-
TÜRKİYENİN YASAKLARI -I-
Anlaşılan daha çok tartışmamız gerekecek, olsun hiç olmazsa tartışalım...
-
BAYKAL'IN PİŞMANLIĞI
ÖZGÜRLÜKLER ÜLKESİ TÜRKİYE* (BAYKAL'IN NEDAMETİ!) Kurtulduk dostlar! Hepiniz, hepimiz kurtulduk! Artık o kötü günler geride kaldı, müjdemi isterim. Bu yazıyı okuyun ama isterseniz inanmayın! Ben de duyunca inanmamıştım, inanamamıştım. Okuyacaklarınıza inanmak kolay mı? Sen ki bu ülkenin en köklü partisinin başındasın, Sen ki -son yarım asırdır- bu ülkenin katı, dogma, militarist, hantal, -hukuk değil- kanun devleti, yasaklar ülkesi olmasını tercih eden bir anlayışı temsil ediyorsun. Sen ki özgürlükten ürken, ürkerken ülkeyi dünyaya, gelişmelere, özgürlüklere kapalı hale getirmeye can atansın. Sen ki ‘laiklik' deyip demokrasi, hak-hukuk, sosyal devlet, adalet... tanımaz zihniyete sahipsin. Sen ki halkın refahı, mutluluğu, kardeşliği ile fazla ilgilenmeyen; tam tersine sindirilmiş, geri bırakılmış, tırsmış bir halk olsun diye çabalayan. Sen ki din-iman denince; "irtica, şeriat, İran, karanlık kafalar, devrim kanunları, savcılar! diye bağıran; hatta zımnen ‘ey silahlı güçler' nerdesiniz!" diye kıyameti koparan... Yıllardır savunduğun ilkelere bir günde ters düş... hem de benim "Xelifan Yazıları"mı okuyarak... bu ne büyük bahtiyarlık yüce Mevlam! olur şey değil... Görüyorsunuz işte ülke, millet, memleket söz konusu olunca oluyormuş... Şimdi sıkı durun, koltuklarınıza yaslanın ve bu "müthiş yazıyı" okuyun... Başımdan geçen bir olayı! sizlerle paylaşmanın keyfiyle diyorum ki; bu yazıyı kaçıran çok üzülecek!.. Akşam üstü iş yerime beni ziyarete gelen bir grup misafir (adresi nerden bulmuşlarsa) tanışma faslından hemen sonra; "Ankara'ya gitmemiz gerektiğini, bunun memleketin huzur ve selameti için çok gerekli olduğunu, uçak biletimin alındığını" söyleyip alelacele yola çıkmamızı rica ettiler: "Sayın Genel Başkanımız (...) sizi görmek istiyorlar. Günlerdir yazılarınızı okuyor, bizlere de okutuyor. Sizleri tanımak ve Türkiye'nin önünü açmak için itiraflarda bulunacak, bizi kırmayın n'olur gelin" dediler. Ben "ne alaka yani, hem ben kim oluyorum ki sayın Genel Başkanınız bana itiraflarda bulunsun?" diye cevap verdimse de adamlar nasıl yalvarıyorlar, nasıl anlatamam: "Türkiye'nin menfaatleri için, Türk-Kürt kardeşliği için, halkımızın inanan-inanmayan kesimlerinin özgürlük ve refahı için gelin gidelim" dediler en içten yalvarmalarla... Doğrusu biraz gevşemedim değil, ama muhataplarımın daha bir inandırıcı olmaları gerekiyordu. ‘‘Sayın Genel Başkan nasıl böyle değişti? Kendilerine ‘malum' olduysa 20-30 kişinin okuduğu yazılarımdan dolayı nasıl olur da 50-60 yıl savunduğu düşüncelerinden inancından, dünya görüşünden, sosyal ve siyasal anlayışından caydı..'' soruları daha da olduğu yerde duruyor... Aralarından biri "sayın Genel Başkanımız günlerdir ‘bu halk için bir şeyler yapmadan (Allah gecinden versin) ölürsem gözlerim açık, kalbim kapalı gideceğim' diye diye kendini kahrediyor, lütfen gelin gidelim" dediler. Gitmeye pek niyetli değildim ama son sözleri yelkenlerimin suya inmesine yetti bile: "Beyefendi düşünsenize" diye başladı söze "siteniz meşhur olacak, herkes sitenize girip bu haberi okuyacak" diye ekledi... ama bir son sözü vardı ki, o söz ayaklarımı yerden kesti ve dünyayı atmosfer ötesinden seyretmeye başladım: " şans sana güldü, sen de meşhur olacaksın, gazeteler, TV'ler seni transfer etmek için ayağına milyon dolarları serecekler" dedi ve şansa inanmadığım halde olay beynimde bitti... bu sözlerden sonra bir süre söylenen hiçbir sözü duymadım. Dolayısıyla bu arada söylenenler/konuşulanlar için boş tırnak açma mecburiyetim oldu. Misafirler "....................." demiş olmalı ki diğer biri "bir sigara alır mısınız?" dedi. (bilmem uydu mu?) "Allah'ım bu bir rüyadır" diyorum, "şimdi uyanacağım ve ‘tüh!'leyip hayıflanacağım" diye geçiriyorum içimden. Kendimi sürekli çimdikliyorum, yok, rüya değil. Çimdikleye çimdikleye vücudumun mor üzüm bağına dönüştüğünü tahmin ediyordum. Kendime gelir gelmez ilk söz olarak "biraz düşünmeliyim" diyecektim ama ‘ya cayarlarsa' endişesiyle "tamam, kabul geliyorum" dedim; "OLEEEY!" deyip "çak" yaptılar. (benim ise "OLEY!" dememe daha var...) Öyle ki sevinçten birbirlerine sarılıp ağlamaklı oldular. Onlar 'cepten' Sayın Genel Başkanlarına müjdeyi verdiler. Ben de telefonla alelacele hanımı arayıp; ‘-sayın genel başkan istedi demedim tabi- Ankara'ya gitmem gerek, bugün-yarın gelmeyebilirim' dedim. Hanım da ne zamandır bana; "bütün arkadaşların müdür olmuş, git Ankara'ya seni de bir firmaya genel müdür falan yapsınlar" deyip duruyordu. Bunun için gideceğimi tahmin etmiş olmalı ki telefondaki hsesine bakılırsa bayağı bir sevinmişti.) Evet, hanım sevinedursun telefondan sonra atladık özel bir uçağa (hani biletler alınmıştı? Neyse)... Şöhret olma hayalleri, alacağım milyon dolarlarla Nişantaşı'nda, Boğaz'da alacağım ev(ler)i, şöhretler dünyasındaki fiyakamı vs. düşündüğümden olsa gerek, göz açıp kapatacak kadar kısa bir vakitte vardık Ankara'ya. (ne çabuk geçti bir saat? Daha ne hayallerim, projelerim vardı; bu paralarla neler alacaktım, neler yapacaktım, değil mi yani... neyse hayallerim ülkemin insanlarına feda olsun, yeni hayatımla ilgili hayal ve projelerime sonra da devam edebilirim) Uçaktan iner inmez doğru genel merkeze götürdüler. Sayın Genel Başkanı 35 yıldır TV'lerde ve kısa mesafede görmüşümdür ama sanki bu o sayın genel başkan değil!.. Nuranî, vakur, ama onyılların pişmanlığını ele veren yüz hatları... nasıl anlatayım, hani insanda -tüm hatalarını, yanlışlarını, günahlarını iki günde silmenin vermiş olduğu- mutlu, hoş bir yorgunluk oluyor ya, işte ayyynen öyle. Sayın Genel Başkan beni görür görmez bir sarıldı, bir sarıldı!.. Nasıl ama o candan yürekten "kardeşim! evet biz kardeşiz... hem de asırlardır. Nasıl böyle ayrı-gayrı olduk, nasıl..? ama artık yeter!" deyişi... sonra ağlamaklı bir sesle: "Buyurduğunuz gibi" diye söze başladı... bana hitaben "buyurduğunuz gibi" diyor, ‘aman Allah'ım! nelere kadirsin'? dedim kendi kendime... evet "buyurduğunuz gibi biz ebediyen kardeşiz, bizler inananı-inanmayanı, Türk'ü-Kürd'ü, siyahı-beyazı ile kardeşiz... ‘Ya Adem'de ya din de'... Bu kardeşliğin gereği olarak hepimiz için ‘adalet, hakkaniyet, eşitlik, özgürlük; herkes için daha fazla demokrasi vs.' istiyoruz" diye konuya girdi. Ben yazıyorum ama bazen alacağım milyon dolarları ve hayatımda yapacağım değişiklikleri düşündükçe konuşmadan kesitleri kaçırırım diye nerden bulduğumu hatırlayamadığım ses kayıt cihazımın record'unu tuşluyorum... şimdi daha rahat bir şekilde hem dinliyor ve hem de hülyalara dalıyorum. O konuşuyor ben kendimden geçiyorum, o konuştukça ben mayışıyorum... o konuşuyor ben İstanbul'da -henüz olmayan- boğaz manzaralı evimde! sanki Münir Nurettin'i, sanki Şivan PERWER'i, sanki Celal GÜZELSES'İ, Sezen'i, Flamenko'yu dinliyor gibi kendimden geçmiyorum. Sayın Deniz BAYKAL (aaa! kaçtı... halbuki adını yazının sonunda yazacaktım ama geçti; söz bir kere ağızdan çıktı, geri alınmaz ki) evet sayın BAYKAL beni şaşırtmaya devam ediyor! Düşünsenize Türkiye bir buçuk asırdır tartıştığı; tartıştıkça içinden çıkılamaz hale getirdiği kronik sorunlarını artık geride bırakacak ve "muasır medeniyetin ötesine" doğru uçuşa geçecek. Sayın BAYKAL'ı dinledikçe "kim tutar bu ülkeyi artık" diyorum kendi kendime... Gerçekten "bu ülke şahlandı, bu ülke coştu ve bu ülke Airbus gibi uçuşa geçti" diye geçiriyorum içimden. Toplumun hiçbir kesimi artık birbirini gereksiz, anlamsız itham etmeyecek ve kardeşlik esas alınacak!.. Sayın BAYKAL "artık boş yasaklarla, gereksiz ithamlarla, halkın dini duygularını rencide etmekle ve KÜRT-TÜRK kardeşliğini zedeleyerek bir yere varılmayacağını herkes bizden öğrenmeli" diyor ve devam ediyor: "Radyoları, televizyonları, gazeteleri, dergileri; yetmezse dernekleri, vakıfları, bütün STK'ları, partileri, kanaat önderlerini ziyaret edip açık açık anlatacağım", diyor... Bunları dinlerken hem ülkemiz adına seviniyorum ve hem de ne yalan söyleyeyim kendi adıma seviniyorum. Çünkü ben "meşhur" oluyorum... tıpkı Can DÜNDAR, Ahmet HAKAN, Cem ÖZDEMİR hele hele Emin ÇÖLAŞAN gibi! herkes tarafından tanınacağım. Gazeteler beni transfer etmek için nereye gitsem peşimdeler. Ağzımın suyu şerbet olup akıyor. Düşünün yıllardır çalışıyorum evim yok, araba parasını da yedim... şimdi ise milyon dolarlık teklifler alacağım. Aylık bilmem kaç bin dolar maaş, ikramiye, seyahatler... Gel keyfim gel!.. Röportajın ikinci kısmında ise içmeden sarhoş gibiyim. Ben sormuyorum, hem neyi soracağım ki, her konuda en detaylı açıklamaları yapıyor üstad. Bir ara kendileri bana "Kürt Sorununa bakışımızı merak etmiyor musun"? dedi. Ben, "merak etmez olur muyum? sizi dinliyorum efendim" dedim, üstad aldı sazı: "Biz asırlarca kardeştik, hiçbir sorun yaşamadık. Kardeşlerimizin dili, kültürü yaşatılmalı, geliştirilmeli, Kürtçe eğitim veren okullar açılmalı, anadilde eğitim özgürlüğü için derhal yarın sabah yasal ve anayasal düzenlemeler yapılmalı. Biz de bunun için hazırlıklara başlayıp en kısa sürede teklifimizi Yüce Meclise sunacağız. Büyük ATATÜRK'ün hayali olan muasır medeniyetin üstüne çıkacağız", derken gözlerindeki parıltıyı görmemeniz büyük bir şanssızlık... dünyanın en mesut ve mutlu insanıyım inanın. Tam bu sırada AB'ye bizi almamak için gerekli-gereksiz binbir pürüz çıkaran bayan MERKEL ile bay SARKOZİ'nin hal-i pür melalleri geldi gözlerimin önüne: SARKOZİ tutmuş Bayan MERKEL'in ellerinden, televizyonlarda ülkemizin başbakanına binbir pişmanlıkla mesaj gönderiyorlar: "Biz her zaman Türkiye'nin yanında olduk ve bundan sonra da yanında olmaya devam edeceğiz. Türkiye AB'ye onur kazandırmakla kalmaz; aynı zamanda onur da kazandırır (aynı şey ama olsun), liderimiz olmakla kalmaz, liderimiz de olur (SARKO saçmalıyosun diycem ama varsın söylesin, ne zararı var diye vazgeçtim. Adam bizim gibi heyecanlanamaz mı? Gerçi adamcağız daha bir şey demedi, der ise diyorum) Bayan MERKEL'i hayal ediyorum; alır mikrofonu mahcup ve titrek bir sesle: "İsterseniz Türkiye'nin liderliğinde yeni bir birlik de oluşturabiliriz, yeter ki Türkiye kabul etsin " demez mi!? Haydaaa! Şimdi de lider olduk... "Ya BAYKAL cayarsa", diye düşünmüyor değilim. Ama hayır hayır, o gözlerindeki parıltı, o masum itiraflar, o "ülkemin mü'min ve müslüman insanları" deyişi, o "sevgili vefakâr ve fedakâr kürt kardeşlerimiz" demeler boşuna söylenecek sözler değildi... hele hele konuşmasının bir yerinde "bize oy veren, kadın kollarımızda yer alan başı kapalı bacılarımız var. Şimdiye kadar onların durumlarını hiç düşünmemiştim: Onlar da siyasi, miyasi, dinci! saiklerle örtünmüyorlar ki... kaldı ki o amaçla başlarını örterlerse ne olacak ki?.. öyle inanıyor, öyle örtünsün, yeter ki şiddet içermesin ve zaten örtünme ile şiddet... ne alaka yani" deyişi benim için Kitaro'yu, İpek Yolu'nu dinlemekten daha müthişti. Üstelik bana "git bunları köyünüzün sitesinde yaz, bütün basın seni ve sitenizi referans göstersin. Ve bunları sadece kendi adıma, partim adına da söylemiyorum... siz anlayın ne demek istediğimi ona göre... bundan böyle ülkemiz YASAKLARIN YASAK OLDUĞU bir ülke olacağını bizatihi senin aziz halkımıza müjdelemeni rica ediyorum" derken gözlerinin mutluluktan nasıl parladığını anlatamam. (O konuşurken bazen yumruğumu havaya kaldırıp "OLEY, OLEY, OLEY" diye bağırmak istiyorum ama yeri değil deyip kendimi bir kez daha frenliyorum. Böyle giderse frenleri tutamayacağım galiba) Evet, kelimenin tam anlamıyla cennetlik bir insanın haliydi... ne yalan söyleyeyim o gördüğüm nurani yüze başbakan bile sahip değil... Tam ‘da başka söyleyecekleriniz var mı diye soracaktım ki "evet daha söyleyeceklerim var" dedi mübarek: Mesela "bu Cuma günü Diyarbakır'da Ulu Camii'nde cuma namazını beraber kılalım. Ben hutbenin Kürtçe okunmasını isteyeceğim. Namazdan sonra Şevket Bey'in ‘akademi' vazifesi gören çayhanesinde dünya basınına o harika çayı ikram edip senin onlara yapacağın açıklamaları ben de detaylı anlatacağım" dedi... Kendimde değildim, "fena fi ülkem" olmuştum. Sevinçten çığlık atmak istiyorum ama kendimi frenliyorum (bu fren bu coşkuya, bu hıza daha ne kadar dayanır, merak ediyorum) Bu şiir gibi sözleri dinlerken bir ara dalmışım derin derin; Akdeniz'in yalancı cennetini Karadeniz'in eşsiz doğasıyla birleştiriyorum, Ege bereketini buluşturuyorum Marmara'nın kalkınmışlığına... Orta Anadolu'yu her bölgeye yayıyorum. Bütün bu bölgelerimizi Doğu ve Güney Doğu'nun vefası ve asaletiyle yoğuruyorum... Hey! Artık kim tutar ki Türkiye'yi ?.. diyor ki sayın BAYKAL: "Gelin silahlı-silahsız bütün savaşlar dursun, kardeş olalım, paylaşalım, ayrı-gayrı olmasın". Aman Allah'ım! Birden gözlerimin önüne Çin Seddi geldi! Biz en kısa sürede orayı silahsız bir şekilde "feth" edeceğiz, bu güce hiçbir ülke dayanamaz. "Bekle beni Viyana, ey Roma geliyoruz... Endülüs'te bitmez rakslara gidiyoruz, gelmek isteyen bana takılsın!" diye çığlık atmak istiyorum... dedim ya fren işi, hala tutuyor... Bir düşünün Allah aşkına! 50 milyonu genç olmak üzere 70 milyonluk Türkiye Cumhuriyeti sorunlarına barışçı, kalıcı, eşitliğe, hakkaniyete ve adalete uygun anlayışla çözüyor... İşte lider ülke işte taraftar (pek uymadı ama bu güzellikler hatırına idare edin) Bir de (zamansız, gereksiz ve de münasebetsiz) sormaz mıyım: Sayın Başkan hangi takımı tutuyorsunuz diye: "Elbetteki CİM BOM" dedi ve fren koptu; OLEY! demiş yumruğumu sallamışım; Bir feryat ki komşular yataklarından fırlamış olmamlılar! "Ahmeeeeeeeeeeeeeeeet! Ne yaptın? Aaaaaaaaaaaaaaaaaaah!" fırladım lambayı yaktım, hanımın gözüne isabet eden yumruktan geriye kalan; sıfır sıfır elde yok BAY-KAL... (benden tavsiye; bu soğuk kış gününde siz siz olun üstünüz açık yatmayın) Yeniden buluşuncaya dek Sevin, sevilin... *Yazıyı ERGENEKON operasyonları öncesi x... adlı siteye yazdığım için ETÖ ile ilgili birşey konuşmadık, başka sefere...
-
TÜRKİYE'NİN KORKULARI -I-
TÜRKİYE'NİN KORKULARI TüRKiYE HANGi üLKE (GiBi) OLACAK? Oldum olası bu memlekette Türkiye'yi bir yerlere benzetme hikayelerini dinler dururuz. Bundan keyif mi alıyoruz ne bilmiyorum ama 70 yıldır hep böyle... Bir türlü kendimize benzememize fırsat verilmedi. Bilirsiniz zayıflar güçlülere, kaybedenler kazananlara benzemeye çalışırlar. Biz niye benzeyelim ki bir yerlere?... Bir de işin içinde bir yerlere "negatif" benzetme ile korkutma amacı var ise o zaman ‘acaba niye, niçin' dememiz lazım... (acaba kendimiz olmayalım diye mi bize böyle benzetme anaforu yaşatılıyor ha! ne dersiniz?) Gelin sizlerle şöyle 50 yıl gerilere -akıl almaz olayları hatırlamak için -gidip gelelim...(ancak bu yolculukta bol miktarda ironi, trajikomik hadise ve saç-baş yolmayı gerektiren durumlar var) Evet sahi biz niye hep bir yerlere benzeyelim? - Siz de niye?.. diyorsanız; Alın size bir demet benzetme saçmalıkları... (1950-1960'lı yıllardan başlayalım) Halkın büyük desteği ile iktidara gelmiş (doğru ve yanlışlarıyla) DP var... Sen misin bu "laf anlamaz, karnını kaşıyan, gerici, yobaz halkın! oylarıyla" iktidara gelen?! Hem de yapılan seçimlerde yine sen... "seni ben bile kurtaramam" diyen Milli Şef İ. İNÖNÜ... ve sonra düğme hazır basılmayı bekliyor. "BAS" dediler, bakın neler oldu: - Gericiler geliyor!.. •- İnkilap kanunları elden gidiyor!.. •- Bakın "Said Nursi denilen molla her geçen gün taraftarlarını arttırıyor". (Ne tehlike ama!) Ne oldu kardeş? Hayrola, kim geliyor dediniz? •- Menemen, Kubilay, Derviş... Anlamadım... •- Ya ne anlamaz adamlarsınız.. Kusura bakmayın biraz öyleyiz ama siz yine de lütuf buyurun söyleyin. Ne oldu?.. - Görmüyor musunuz her yerde ezanlar yine Arapça okunmaya başladı, camilere gidenlerin sayısı eskisi gibi artmaya başladı, hatta hatta duyduklarımız doğruysa mevlitler bile okunuyormuş... (yok canım! Bu kadarı da fazla ama!.. bu devirde mevlit mi okunurmuş!?) E! - Ne e si, işte size gericilik!.. ... - Bir de ne oldu diyorsunuz... Tamam kızmayın ama bunlarla bu ülkeye gericilik mi gelir? •- Daha ne olsun? Ne olmasını bekliyorsunuz? (Doğru "bu yıl oruç ramazan ayına denk geldi", "Cuma namazını cemaatle kıldılar" diyen kafaya göre daha ne olsun ki?) Demek bunlar olunca 50 milyonluk nüfusuyla koskoca Türkiye Cumhuriyeti Suudi Arabistan olacak ha!.. Şarkının bu bölümü (o dönem TV'ler olmadığı için) gazetelerde koro halinde söyleniyordu. (haklarını yemeyelim, çok uyumlu bir koroydu) Başta CHP zihniyetinde olan "kaymak tabaka" ve halktan kopuk yaşayan elit kesim bu şarkıyı barda, sazda, pavyonda, karada, havada, denizde; hatta TBMM'de yıllarca (sıkılmadan) söyleyip durdular. Peki sonuç ne oldu dersiniz? Yaygaralar, fırtınalar, kızıl kıyametler koptu... Milleti kamplara bölmeler başladı, ilerici-gerici tasnifine gidildi, neredeyse evlere (X) işareti konulacaktı. E bu işe "kıt'a dur!" diyecek birileri vardı® elbet. Analar ne GÜRSEL'ler, ne AYDEMİR'ler, ne TÜRKEŞ'ler doğurmuş, boşuna mı? Yıl: 1960 27 Mayıs; (ben doğmadan 1 yıl 4 ay 19 gün önce) Türk Milleti Adına! Yönetimi Arabistan olmaktan kurtarıp! Uganda saflarına çektik. Olsun, Suudi olmadı ya... Ey büyük Rabbim! Halimizi en iyi bilensin... Darbe boşuna yapılmaz! "Cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanları içeri tıkan güç", gereğini yapacak mahkeme de kuracaktı elbet... Öyle de oldu... Beddiüzzaman Said-i Kurdi (Nursi) pir-i fani... ama gelin görün ki "rahat ölecek" bir fırsat dahi bulamıyor (sanki rahat ölmek çok da umurundaymış)... Vefat edince de o zat-ı mübarek bu sefer defnedilecek mezar bulamıyor, hala kabri bir muamma... Son durum: Cumhurbaşkanı Celal BAYAR yaş haddinden dolayı ipten döndü. Ancak bir başbakan (Adnan MENDERES) ve iki bakan (Fatin Rüştü ZORLU ile Hasan POLATKAN) darağacında can verdiler. Vatan-millet için gerekiyormuş! Aman Allah'ım!.. (Benazir BUTTO'da farklı bir şekilde siyaset dışı bırakıldı) Şu faciaya bakar mısınız!?!? Evet Adnan MENDERES ve şeriatçılık/gericilik!.. akıl alır gibi değil... Bu acı hadisenin şimdiki sonu ne oldu?.. Adnan MENDERES ve iki bakana iade-i itibar... yani "af edersiniz yanlışlık oldu pardon, itham ettiğimiz gibi değilmişsiniz." Ne zaman? Asılmalarından yaklaşık 30 yıl sonra; "PARDON..." dedik... Evet 1-2 yıl sonra ortalık toz dumandan biraz kurtulur gibi olacaktı ve hepimiz; "bir musibet bin nasihatten yeğdir" dedik.. hay demez olaydık. Sadece, evet sadece 9 (yazıyla dokuz) yıl sonra: Demokrasi nakavt; kanlar içinde, ...kimi şapkasına kaçırmış... (pardon şapkasını alıp kaçmış), kimi "oh olsun" demiş... bu kez kimi Marxist-Leninist solcular, nurcular tehlike. Yine başta daha biyiklar yeni terlemiş gençlik yıllarının coşkusuyla düşünen Deniz GEZMİŞ ve arkadaşları darağacına; yüzlerce Risal-i Nur okuyucusu ve binlerce solcu genç hapishanelere... Bir ülke evlatlarını bu kadar basit sebeplerden dolayı harcar mı? (bana kalsa hiçbir sebepten olayı harcanmamalı) Oldu olan. Bundan sonra ibret olsun, olsun ama kime? Seçimlerden sadece evet evet sadece 7 (yazıyla yedi yazmalıyım) yıl sonra: - Komünizm geleceeeek! - Hayır hayır şeriat geleceeeek! - Yok yok komünizm geleceeeek! - Hayır hayır -İran'da devrim oldu ya, işte o yüzden- şeriat gelecek... •- Türkiye İran (gibi) Suudi olacaaak!.. (pek anlamadım ama) •- ..? •- Hayır ille de olacak... Yapma etme kardeşim, Türkiye niye S. Arabistan olsun ki? - Yok yok siz bilmezsiniz, Türkiye adım adım Arabistan'laşıyor... Hangi adımlar bunlar? Bu adımları ve izlerini niye göremiyoruz?.. - Görmüyor musunuz İmam Hatip'liler çoğalmakta, Kur'an kurslarına gidenlerin sayısı artmakta (kim bilir belki gizli gizli mevlitler de okunmakta!)... Sonra... Sonrası malum; "az kalsın ihtilal olacak, ya şeriat ya komünizm gelecekti!" Komünizm ya da şeriat gelince de demokrasi rafa kalkacak, anayasa değiştirilecekti! Buna uyanık olunmalıydı. Netekim iç tehditlere karşı müteyakkız "bazı paşalarımız" durumu çok iyi fark ettiler. Komünistler ve gericiler gelmesin, Türkiye Suudi veya Sovyetler olmasın diye kendileri hiç istemedikleri halde! "ihtilal yapmak zorunda" kaldılar! Evet böylece darbeciler 12 eylül 1980 yılının serin bir cuma sabahında yönetime el koydular. (cinayetler aynı gün ve saatte bıçak gibi kesildi, örgütlerden "çıt" yok) "11 eylülde akan kan ne oldu da birden durdu" sorusu yıllardır cevap bekliyor? E mecbur(iyett)en anayasayı buzdolabına koyup dondurdular, tabi ki demokrasi de tirtir titreyrek paaaaaat! diye yüzümüze çarptı. E tabi bütün bu çirkin, ayıplanacak duruma düşmemiz, yani 4. sınıf bir ülke olmayı göze almamız anayasayı, demokrasiyi kurtarmak için!.. (artık nasıl olacaksa) Sonuç: Türkiye'yi Sovyetler Birliği, Suudi Arabistan olmaktan! kurtardık, ama "cunta"nistan olmaya feda ederek... onlarca gencimiz darağacına gönderildi, binlercesi hapishanelere gönderildi. Yurt dışına gidebilen canını kurtardı ama vatandaşlığını kaybederek... bölünecektik ya!... cezaevlerinde -başta Diyarbakır cezaevi olmak üzere- can kaybının haddi hesabı yok... İşkence zulüm... Onbinlerce gözaltı ve fişleme... nefes alınamayacak bir ortam oluştu. (PKK'yi da ortaya çıkaran bu ortamın şartlarıydı). Geride kalan kan, gözyaşı, binbir sönmüş ocak... Ve tabiki belini doğrultamayan demokrasi... Yani Suudi ve İran olmadık... Demokrasi ve insan haklarına saygılı ülke olduk mu? (O yıllar için) hiç olmadık... 1980'li yılların ortaları; rahmetli Turgut ÖZAL'ın Türkiye'ye kazandırdığı yeni süreç; demokratikleşme, sivilleşme dönemi: - Yetişin dostlar! Hayrola ne oldu? - Şey, terör, yok yok irtica, yani... Sıkıyönetim zaten devam ediyor... - Evet ama Türkiye İran oluyor! Ya Türkiye nasıl İran olsun? Daha İran bile İran olamadı ki. - Hayır hayır siz bilmezsiniz, Türkiye İran oluyor. - Eyvah! Kurtarın! Türkiye İran'laşıyor! Bağırma, bir dakika önce meseleyi anlayalım bir... - İstanbul Fatih Çarşamba... ... Iıı! - Çarşaflı kadınlar, cübbeli, sakallı erkekler... E ee... - E si şekil a) da görüldüğü üzere İran gibi oluyoruz. Türkiye Çarşamba'dan mı ibaret? diyeceksiniz ama kime?... sizi dinleyecek birileri yok ki... Çünkü sesin geldiği yöne bakıyorsunuz ses plak, kaset, cd... sesi. Dolayısıyla bağırsanız da, çağırsanız da duyan olmayacak. Bereket sıkıyönetim vardı da operasyonel bir durum gerçekleşmedi diyecektik ki... •- Türkiye Cezayir olacaaak! Anlamadık ne(resi) ?!? - Cezayir, Cezayir, Cezayiiir! Her zaman kaset/film başa alınıyor ve hep beraber dinliyor izliyoruz. Rahmetli ÖZAL bu sesi kesmek için çok uğraştı ama ömrü yetmedi. İran tutmayınca Cezayir, Afganistan bölümüne geçildi... - Eyvaaah! (dönüp bakıyoruz aynı ses) N'oldu kardeş? - Cezayir'leşiyoruuuz! Nasıl yani? - Cezayir'de kıtır kıtır adam kesiyorlaaar! Tamam kestirenlere, kesenlere, bu hale getirenlere, bakıp seyredenlere -en başta dış güçlere ve BM'ye yazıklar olsun da konumuzla (pardon ülkemizle) alakası ne? •- Ne demek ne alaka? Bakın Refah Partisi güçlenip geliyor... Haaa! Pardon pardon unutmuştum... Öyle ya "Refah Gelecek Zulüm Bitecek"... doğru söylüyorsunuz, Refah gelecek... •- Yaaa! Gördün mü? Sen de tehlikeyi fark ettin... Efendim himmet buyurup gözümüze -af edersiniz- kafamıza soktunuz ya!.. •- Öyle uyanık olmalıyız... haydi hep beraber: - Türkiye Cezayir olacaaaaaaaaaak! - Adam doğruyorlaaaaaaaaaaaaaar! - Türkiye laiktir laik kalacak... •- Asker buraya tanklar Sincan'a Ondan sonrasını merak edenleriniz için yukarıda "S. Arabistan'laşıyoruz" sarkısı sonrası olup bitenleri küçük değişikliklerle "kopyala yapıştır" yapıyorum. (sebep: şarkı ve sonuç ilişkisi) Sonrası malum; az kalsın ihtilal olacak, şeriat gelecekti! Şeriat gelince de demokrasi rafa kalkacak, anayasa değiştirilecekti! Buna uyanık olunmalıydı. Çok "çevik bir" liklerimiz içinde iç tehditlere karşı müteyakkız "BİR paşamız" durumu çok iyi fark etti(ler). Gericiler gelmesin diye kendileri "ihtilal yapmak zorunda" kaldılar üzülerek! Evet böylece darbeciler 28 şubat 1997 yılının buz gibi bir cuma gecesinde yönetime el koyamayınca ülke yönetimine ‘tank' koydular. Kış mevsiminde anayasayı buzdolabına koyma gereği duymadılar, ama demokrasi tirtir titreyrek paaaaaat! diye yüzümüzün diğer tarafına çarptı. E tabi laikliği kurtarmak için bazı şeylerden (demokrasi, insan hakları vs) fedakarlık edip vazgeçmek lazım!.. Dediler, vazgeçtik! (olan biteni bu uslupla anlattığım için sizlerden çok özür diliyorum, ama inanın Türkiye'nin bu meselesi aynen böyle komik, ti'ye alınacak mesele. Bu uslubu pek sevmem ama zaman zaman bu gibi konuları yazarken böyle idare edeceğiz. Çok özür dileyerek...) Bakın uzattık, az kalsın laiklik elden gidecekti! Evet Türkiye laik(miş) laik kalacak, şarkısını muhteşem koro eşliğinde söylerken, Tam zamanı, ortam çok müsait. Hem Türkiye'de, hem de Afganistan'da şartlar uygun; Türkiye'de AK Parti yani "muhafazakar demokrat" iktidar var. Ne de olsa eski İslamcılar (şimdi değiller mi acaba?) başta. Bunların iktidar olduğu yerde biz laikçi, elit ve "beyaz" Türklere ekmek yok. O halde kıyameti koparalım. Nasıl? Şarkımızı çalalım... şef YÖK Başkanı Kemal GÜRÜZ, orkestrayı da zaten "alimler alimi! Hocaların Hocaları!" rektörlerden oluşturduk.. 1, 2, 3... hep beraber: "Türkiye Afganistan olmasın" "Ordu Göreve" (tam da ilim ve bilim öncülerinin ağzına ‘cuk' diye oturan slogan!) "Türkiye Afganistan Olmayacak" "İrticaya Hayır" "Türkiye Afganistan Olmasın" Doğru ya, biz de ne zamandan beridir sabah akşam yatıyoruz-kalkıyoruz "Afganistan olalım diyoruz!" demekle olmuyor meret... olamıyoruz işte!.. Millet olarak çalışıyoruz çabalıyoruz bir türlü Afganistan olamıyoruz!.. (bağışlayın ama inanın tam Levent KIRCA'lık olay. Rahmetli Kemal SUNAL çok iyi oynardı bunu ama demek ki senaryoyu veren olmamış) Evet yıllarca bizleri bir yerlere benzeterek korkuttular. 80 yıl aynı şarkı; Türkiye geri gitmeyecek, Kubilay'ı, Menemen'i unutmadık... Türkiye Suudi olacak şeriat gelecek... Türkiye İran olacak mollalar gelecek... Türkiye Cezayir olacak gericiler gelecek... Türkiye Afganistan olacak irtica gelecek... Türkiye Malezya olacak laiklik bitecek... Şarkının güfetsi/sözleri böyle Nakarat olarak da; Türkiye Suudi, İran, Cezayir, Afganistan, Malezya olmayacak. Türkiye laiktir laik kalacak... Bestesi mi? Onu da bana söyletmeyin... "Wa Disa Bu Şev Xewamın Naye" ya da "Zırav Zırav Zırave" diye stranlarımız var, beğenmediyseniz "Manda Yuva Yapmış Söğüt Dalına/ Yavrusunu Sinek Gaptı Gördüngü?" türküsünü hatırlayalım... hay Allah! Bu uyduruk hikâyelerine bir tane beste/makam da uydursunlar... Komediyi görüyorsunuz değil mi? Yüreiğnizde sevgi eksik olmasın
-
TÜRK KÜRT DESTANI
Kelime oyunu dediğiniz tek bir tane doğru olmayan ifade var mı? Siz bana bunu söyleyin... Biz siz ayırımı yapmadan söylüyorum. Yıllarca bizlere bu fırsatı vermediler ki nerede yanlış yaptığımızı görelim. Ve artık alınganlıklara düşmeden "ille de kardeşlik" diye avaz avaz bağıralım. Taki seslerimiz yurdun her köşesinde yankı bulabilsin. Öyleki hiç kimse bundan böyle hesaplarını bizim üzerimizden görmesin.
-
TÜRKİYENİN YASAKLARI -I-
"Kadın kendi başına karar verirken YASSSAKlarınıza da saygı duymalıdır." Lütfettiniz üstad. Mayolu giriş yerleri için; Benim açımdan bir sorun yok, ama başörtüsü ile mayoyu özdeşleştiriken/aynileştirirken çok yoruldunuz mu? Merakımı bağışlayın... Kaldıki mayolu nereye girilmiyorki...
-
TÜRKİYENİN YASAKLARI -I-
Müslümanlıkla, dinle değil bir birey tercihi olarak düşünseniz mesele çözülür. Bu tercihte kişi ve kişilik haklarına zarar vermedikçe kısıtlamak -yasaklamak değil- makul olamaz. Bırakalımda kadınların sorunu olan bir konuyu kendileri istedikleri gibi çözsünler. Yine ERKEK çe çözümlere bayılıyoruz.
-
TÜRKİYENİN YASAKLARI -I-
Uygar ülkelerde "bazıları şöyle düşünüyor, bazıları böyle söylüyor" diye ilke ve yasak konmaz, insanlık ailesinin özgür bireylerinin tercihlerine saygı duyulur. Somut bir hak ihlali olmadığı sürece de hakları kısıtlanamz.
-
TÜRK KÜRT DESTANI
Bu ne buyurganlık? Bu ne terbiye etmek? Biraz empati yapsanız olmaz mı? Kardeşlikten öte yol yok ve de olmasın...
-
TÜRKİYENİN YASAKLARI -I-
Sadece evhamlarınızı dile getiriyorsunuz. Hiç mi iyi tarafından bakamıyorsunuz?
-
TÜRKİYENİN YASAKLARI -I-
Sorunu dini olarak görebilirsiniz, ancak bir insan hakkı olarak düşünmek çok mu zor? Her ne olursa olsun bu bir tercihtir ve asla kimseye, hiçbir şeye zararı olmayan bir tercihtir. Böyle kabul etmek neden mümkün olmasın?
-
TÜRKİYENİN YASAKLARI -I-
Cami diyorsunuz da, Brüksel'de muazzam bir camii kendim gördüm. Hristiyan ülkede her önünüze gelen yere cami açılmaz açtırmazlar. Ya biz kiliselere çok mu katlanabiliyoruz? Kaldığım şehirdeki ona yakın kiliseden sadece bir tanesi faal. Cemaati de koruma altına alınmakta... Zira nesli tükenmek üzere. Şu kısmete bakın baş örtüsünü savunan biri hristiyanlardan yana... İşte özgürlük herkes ve herkesim için istenince böyle oluyor demekki...
-
TÜRKİYENİN YASAKLARI -I-
İşte farkımız bu... Siyasi partinin adının hristiyan olmasını sorun olarak görmüyoruz. Mahinur ÖZDEMİR bu tercihi yaparken (bildiğim için söylüyorum) müslüman-hristiyan ayırımına bakmadan siyasi bir tercihte bulunmuştur. Ve müslümanların çoğunlukla yaşadığı ülkenin meclisinden içeri almadığı müslümanlar arasında yaygın olan kıyafeti hristiyanlar alkışlarla meclislerine almışlardır. Kaldı ki ondan ne alıp ne verecekler? Şeffaf siyasetin merkezi olan ülkede ne olabilir ki? Zaten bizi bu hale düşüren de paranoyalarımız değil mi?
-
TÜRKİYENİN YASAKLARI -I-
Laik ve çadaş bir yönetim vatandaşının kıyafetinin dini olup olmadığına bakmaz, bakmamalıdır. Baş örtüsü bir tercihtir, insani bir haktır. Bugün Belçika Parlamentosunda bir türk ve başörtülü olan Bayan Özdemir alkışlanan tek parlamenterdi. Bilmem demokratik ülkelerde bu konuda tek anlayıa sahip uygulama var mı? zannetmiyorum.
-
TÜRKİYENİN YASAKLARI -I-
İşte tam da anlaşmazlık bundan kaynaklanıyor. "potansiyel" faraziyeler itham edici, yorumlayıcı ve yargılayıcıdır. Maalesef yaptığınız da budur. İnsanların özgürlüğü bütün marjinal, radikal ve bozgunculukları zararsızlaştırıcı bir güce sahiptir. Eşitlik ise herkes ve herkesim için. Başkalarının haklarını ihlal ederisek yarın bize de reva görüleni kınamamız etik ve dürüstçe değildir. Vesselam.
-
TÜRKİYENİN YASAKLARI -I-
Devletin laik olması ile ilgili bir sıkıntımız yoktur. Bunu yanilaiklik anlayışını kendi hobi ve fobileri için kullanmalara karşıyım. Başı kapalı bir bayan neden kamusal hizmetlerde herkese eşit mesafede duruyor olmasın. O zaman sakallı veya başı kapalı biri başı açık bir bayan yargıç veya başka bir kamu hizmeti veren görevliden (bence gereksiz ama) eşit olamayacağını neden beklemesin? Var mı ciddi bir gerekçesi?
-
TÜRKİYENİN YASAKLARI -I-
o zaman bir yanlışlık da kendime yaptığım için size olan özrümü geri çekiyorum. Zira başkalarının haklarını ihlal etmediği sürece her inanç ve düşünce sahibi düşünce ve inancını özgürce yaşantısına yansıtabilmeli.
-
TÜRKİYENİN YASAKLARI -I-
Yanlışlıkla size cevap olmuş, "kamusal alanda yasak getiren (dünyahepimizin) arkadaşa cevaptı. Özür diliyorum"
-
TÜRKİYENİN YASAKLARI -I-
Şu an İran'da din adına yönetimi elinde bulunduranlarla ne kadar da benzeşiyorsunuz. Demekki gücü elllerine geçirenler kendilerini merkeze koyup YASSSAK koyma haklılıklarını! kullanmalıdırlar öyle mi?. Wah lımıné...
-
Mollalar İran'i yönetmekde neden zorlaniyor? Dinse din imansa iman!
Anlamamız o ki halklar din-iman da olsa belli bir yere kadar oyalanır. Artık dünya hızla değişmekte ve insanlar yaratılıştan gelen haklarına sahip olmak isterler. Kendi adına kimsenin karar vermesini istemezler. Bu kararları alanlar ister molla olsun, ister liberalller olsun, ister Türkiye halkına "cahil, göbeğini kaşıyanlar" diyenler olsun... "Halkımız hem göbeğimi kaşırım ve hem de haklarımı kendim kazanmakve kullanmak isterim" diyor. Bunun önüne de ge çi le meeeez.
-
TÜRKİYENİN YASAKLARI -I-
""Efendiler" kafalarına göre bazen kılık-kıyafet ve başörtüsü, bazen alevilere mezhebini, zamanı gelince kürtlere etnik kimlik ve kültürünü kimi zaman da demokrasi ve insan haklarını savunanları mahkum ederler. Bu ülke hepimizin. Herkes ve herkesim kendi insani haklarına sahip olacak, memleketim kardeşlik, huzur ve esenlik türkülerini söyleyip dinleyecek. Elbetteki bu meşakkatli bir süreçtir. Ama bu vazgeçilmezimizdir.
-
TÜRKİYENİN YASAKLARI -I-
TÜRKİYE'NiN YASAKLARI -I- Henüz ikinci haftada yazılarıma "büyük ve kalın" harflerle başlamayı tercih etmezdim. Ama 21. yüzyılda hala başörtüsü üzerine yapılan yorumları dinleyince-izleyince ben de "dolmuşa bindim". Ve maalesef klavyeme nazik davranmayı ihmal etme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış bulunuyorum. Şimdi izninizle YÖK Başkanının atanmasından sonraki ilk ve en çarpıcı (aslında en ürkütücü demeliydim) yorumlardan başlayarak kısa alıntılarla başlayalım. Diyor ki bir zat-ı muhterem: "... bu sebeple yeni YÖK Başkanının atanması ülkemizi gerecek bir gelişmedir... gerilim tekrar tırmanacak..." Neden? Ne oldu ki? Siz sayın gerilimzadeleri böyle hırçınlaştıracak ne oldu acaba? "Daha ne olsun Allah aşkına! Baksanıza memlekette 'türban' serbest olacak. Kızlar üniversitelere (başörtüsü değil) türban ile girecekler... daha ne olsun.!?" Öyle ya daha ne olsun ki!? "üniversitelerde türban serbest olacak"... olacak mı, olmayacak mı o da belli değil ya... Peki daha birkaç yıl öncesine kadar (başı açık-başı kapalı) bu kızlarımız aynı okullarda okuyup, aynı sıralarda oturmuyorlar mıydı? O yıllarda kıyamet mi koptu da biz duymadık? Başörtüsünden (bütün aleyhindeki kampanyalara rağmen) -bir kaç ultra laikçi ve özgürlüğü sadece kendi düşünceleri için isteyen bir avuç köşe yazarı dışında- halkımız asla rahatsızlık duymamaktadır. (Ha bu arada kızlarımızın, kadınlarımızın başlarını örttükleri örtünün şekli nasıl olursa olsun o başörtüsüdür, bağlama şekli değişse de başörtüsüne türban denmesini kabul etmiyorum. Başörtüsü-türban ayırımı iyi niyetli bir ayırım değildir. Çünkü pek çok üniversitede başı açık kızlarımızın başörtülü anneleri çocuklarının diploma törenlerine bile alınmadılar) Kendilerini ülkenin "asıl" sahipleri gibi gören "beyazlar" başörtüsüne karşı çıkmayı göze alamadıkları için "içimizden" olan başörtüsünü türbanlayıp "dışımıza" çıkarmaya çalışıyorlar. Doğrusu kızlarımızın başörtülerini o şekilde bağlamalarının dini bir zorunluluğu bulunmamaktadır. Kızlar/hanımlar örtülerini bu şekilde bağlamakla kendilerini daha dindar, daha rahat, daha güzel ve/veya daha "modern" görüyorlarsa bundan başka anlamlar çıkarmanın iyi niyetle bağdaşmadığını da ifade etmeliyim. "Efendim bu şekilde bağlayınca-örtünce dini/geleneksel başörtüsü değil, simge oluyor" imiş... Simge olsa ne olur demeyelim. Ama "zat-ı şahanelerine; başlarını/başörtülerini ‘türban' gibi bağlamayan öğrencilere sanki çok mu katlanıyorlar?" diye sual edelim. 9. Cumhurbaşkanı sayın Süleyman DEMİREL'e "efendim üniversiteye giden kızlarımız başlarını annelerimiz gibi örtseler üniversitelere devam edebilirler mi?" diye sorulduğunda cevabı "buna izin verilmeyeceği" yönündeydi. Niçin? E "türban" yasak... Kim(ler) yasakladı, hangi makul gerekçe(ler)le yasaklandı, kimlere danışıldı da yasaklandı, hangi maddeyle yasak.. belli değil. Peki anayasa ve yasalarda var mı böyle bir yasak? Anayasa ve yasalarımız üniversitelerde başörtüsünü yasaklayan bir hüküm içermemektedir. AHİM kararının ise yasaklama gerektirecek bir karar olma niteliği taşımadığını söylememe gerek bile yok. Yeni Şafak Gazetesine bir mülakat veren Yargıtay Onursal Başkanı sayın Sami SELÇUK böyle bir yasağın meşru olmadığını net bir şekilde ifade ediyor: Sami Selçuk, "Hiçbir mahkemenin karar gerekçesi, özgürlükleri bağlayıcı nitelikte olmaz. Başörtüsü yasağı meşru değil. YÖK de, üniversiteler de yanlış yapıyor. Hukukçuların bu konuda neden sesi çıkmıyor, anlamıyorum" dedi.[1] Evet gerçekten de hukukçuların bu konudaki sessizliklerini anlamakta güçlük çekiyoruz. Bu konuda pek çok yazı kaleme alan gazeteci-yazar Fehmi KORU en son yazdığı yazısında şu tespite bulunuyor: "Üniversitelerde uygulanan yasak hukukî değildir, siyasi gerekçesi de çoktan ortadan kalkmıştır. Yüksek öğretime dayanak teşkil eden yasa YÖK'ün internet sitesinde öylece duruyor. Baktığınızda göreceksiniz, (baktım, gerçekten de olduğu gibi öylece masum masum duruyor. A AY) YÖK Yasası'nın ek 17. maddesi ‘Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir' diyor. 25 Ekim 1990 tarihinde kabul edilen bu madde halen yürürlükte. Üniversitelerde kıyafet yasağını mümkün kılan Anayasa Mahkemesi kararı üzerine Meclis tarafından çıkarılmıştı bu yeni madde."[2] Durum bu iken sormamız gerek; Peki o halde yasak nerede..? Bir tehdit oluştur, kendince "çare" bul ve ceremesini bu halkın öz evlatları çeksin... kardeşleri kutuplara; başı kapalılar-başı açıklar olarak ayır... sonra alın size nur topu gibi gerginlik plaseleri... Yok öyle şey! Bu bölücülüğün dik alasıdır. Artık 70 milyonuyla bu halk eskisi gibi "oturmak yasak, kalkmak yasak..." naralarına papuç bırakacak "zavallı, göbeğini kaşıyan" halk değildir. Yasalar da anayasalar da halkın huzuru, mutluluğu ve esenliği içindir. Sadece bir zümrenin huzuru için değil... "Ülkenin huzuru için bu yasak gerekli imiş!" Sebep neymiş? "Efendim yoksa ülkemiz geri gidecek ve irtica gelecek" imiş... İritcanın ne'liği ile ilgili bir şey söylemeyi zaid buluyorum. Ama lütfen bu irtica nerede, ne zaman gelecek? Kimler getirecek, niçin getirecekler irticayı? "Siz bilmezsiniz bu şekilde irtica gelecek..." YÖK ya... İrtica paranoyasıyla bu aziz halkı korkutacağınıza o çok bildiğiniz! ve doğru dürüst adam edemediğiniz konulara çare bulsanız a! Ne'lere mi? Demokrasinin her on yılda bir tank paletlerinin altında pert (kullanılamaz, hurdaya çıkacak kadar hasarlı) olmasına, ekonominin yamalı bohça gibi delik deşik oluşuna, bütün komşularla düşman oluşa... çare bulsaydınız ya... Yat kalk irticaya çare olarak yeni bir presleme tedbiri düşün, uygula ve bununla halkın huzurunu sağla! Demokrasimiz bütün kurum ve kurallarıyla işlerse, laiklik bütün inançlara eşit davranıp bu inançlara saygılı olursa ve vatandaşın yaşama, eğitim, sağlık, barınma, adalet, emniyet vb. temel ihtiyaçları giderilirse bu ülkede kimsenin irticaya çare aramasına gerek kalır mı? Şunu çok iyi bilin ki bizler başı açığı-kapalısıyla, inananı-inanmayanıyla, Kürt'üyle, Türk'üyle, Arap veya bir başka halkla en azında Adem'den kardeş olduğumuza inanıyoruz. Bu inancımızı -ne yaparsanız yapın bozamazsınız... Bazen sağcı-solcu; işi bitince, alevi-sünni, o da tutmayınca başı kapalı-başı açık. Bu da yetmiyor Türk-Kürt ayrımı ve çatışması... Allah'a -varsa inancınız- yeter Allah aşkına! Yoksa; Kalmış ise kutsallarınızın aşkına yeter! Evet, édi bes(e)... Çünkü; Biz kardeşiz ve kardeşliğimizin adalet ve hakkaniyet ölçülerinde olmasının gerekliliğine inanıyoruz. Kimse kendini öz, geri kalanları da üvey kardeş göremez, görmemeli. Bu ülkenin gelişmesi, ilerlemesi, kalkınması; daha adil, daha müreffeh, daha özgür bir ülke olması gibi konularda teste tabi olmayız, zira bizi test etmek hiç kimsenin haddine düşmez. Bizler cumhuriyeti de, demokratik kazanımlarımızı da, bütün inançlara saygılı olmayı da çok kolay elde etmedik ve öyle sanıldığı (veya temenni edildiği) gibi bunları bırakacak da değiliz. Artık bu ülkede ayrı gayrı olmaktan, böyle muamelelere tabi tutulmaktan bıktık usandık. ‘Biz' ve ‘onlar' yada ‘onlar' ve ‘biz' olmaktan son derece rahatsızlık duyuyoruz. Kardeşliğimizin temellerinin çok sağlam olduğunun bilinciyle diyoruz ki: Bizler 70 milyonu bulan nüfusuyla bu ülkenin insanları olarak inancı, düşüncesi, ırkı ne olursa olsun -yeter ki insanın onur, erdem ve özgürlüğüne saygılı olmayı kabul etsin kardeşiz ve kardeşçe geçiniriz. Yoksa hep beraber kaybederiz. Çünkü kaderimiz bir... Türkiye'nin kavgasız, eşit, adil, özgür, eğitimli, bilinçli ve kardeşçe yaşanılan bir ülke olması her zaman temennimiz olmalı... Başka yol bilen varsa beri gelsin. Haftaya başka bir konuda buluşuncaya değin; Sağlık ve esenlikler... ________________ [1]1Sami SELÇUK; Xelifan .com Başörtüsü Yasağı Meşru Değil (30 eylül 2007 tarihli Y. Şafak Gaz.'sinden alıntı ) 2 Fehmi KORU, Yeni Şafak Gazetesi; 13 Aralık 2007