
Muallim-i Âli
Φ Üyeler-
İçerik Sayısı
344 -
Katılım
-
Son Ziyaret
İçerik Tipi
Profil
Forumlar
Bloglar
Fotoğraf Galeresi
- Fotoğraflar
- Fotoğraf Yorumları
- Fotoğraf İncelemeleri
- Fotoğraf Albümleri
- Albüm Yorumları
- Albüm İncelemeleri
Etkinlik Takvimi
Güncel Videolar
Muallim-i Âli tarafından postalanan herşey
-
Programlama Dillerinin Geçmişi (Resimli)
Muallim-i Âli şurada bir başlık gönderdi: Webmasterlar Tartışıyor
http://www.levenez.com/lang/history.html -
Hadis el Kitabı: En Sahih Hadisler burada!
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Notamatik başlık Dini Konular - Din - Dinler
En basitinden bir seçme yapalım: Peki Sahihi Buhari adlı külliyattan Cihad adlı kitabın 146. maddesine (Buhari, Cihad 146) bakalım bir, aslında nasılmış bir görelim : Abdullah ibn Umer şöyle haber vermiştir: Peygamber'in gazvelerinden birinde bir kadın öldürülmüş olarak bulundu da Rasûlullah (S.a.v) kadınların ve çocukların öldürülmesini çirkin gördü. (Buhari, Cihad/146) Ebu Davud 113; bu ne..hangi 113..hangi kitabın 113. sü... Güzel seçmeceler size... **** -
İş ve İşçi Arama Siteleri
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Webmasterlar Tartışıyor
www.turizmgazetesi.com/jobstuff.aspx www.elemanilan.com www.ishbul.com/tr2 www.krm.com.tr www.memurum.com www.mulakat.net www.personelonline.com www.tekadres.com www.turkcv.net www.yenibiris.com www.beyinavcisi.net www.cvclub.net/login/LoginUser.aspx www.e-cvbank.com -
İşçi / İş arama sitelerini bu başlık altında toplayalım isterseniz. www.cvyolla.com - Siz iş aramazsınız, firmalar sizi arar. www.secretcv.com www.eleman.net www.isbul.biz/turkey/home/index.asp http://web1.kariyer.net www.insankaynaklari.com/ikdotnet/default.aspx
-
İnançtaki "Madde" çıkmazı...
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Tengeriin boşig başlık Dini Konular - Din - Dinler
Ve sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: "Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir."(İsra, 85) Anket de taraflı bir şekilde hazırladığından adaletli olmamış. Sadece kendi görüşleriniz doğruymuş gibi bir izlenim var ankette. Başkalarının aklıyla başkalarının hayatını yaşamış oluruz, kendi hayatımızı değil. Belki ipucu istersiniz, başka ayetlere de bakmak zorundasınız yoksa bütüne bakmış olmazsınız, dolayısıyla parçaya bakılarak verilen hüküm de "Yarım imam dinden eder" sözünden anlaşılacağı üzere yarım bilgi de kişiyi yanlış düşüncelere sürükleyebilir ve sürüklüyor. Bardakta yarım su dolu olabilir ama kişinin bardağın boş tarafına bakmaması gibi bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla bardağa suyu ya tam doldurmak lazım yada kişiyi yanlış yönlendirmemek lazım. (Hadislerden / Kurân'dan bakılması gereken konular: Ahiret hayatı, Ölüm, Yeniden Yaratılış, İlk ruhun yaratılışı(konuyla bağlantılı olarak Hz. Adem kimin yüzüsuyu hürmetine Allah'tan af diledi sorusunun cevabında gizlidir ilk ruhun yaratılışı) , Cennette sunulan ikramlara vereceğimiz cevaplar (Gaybı Allah bileceğinden gelecek bilgisi de tamamen O'nun ilmindedir.)) Madde'yi Allah'a ortak koşmak nedir peki -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
Okumadığımı kim söylemiş. Evet Türkçeye çeviri yaparken Allah diye (veya Esmaül Hüsna ile) çevirmesi gerekirken Tanrı diye çevirmiş editörün kullandığı dil o editörü ilgilendirir, yoksa Mevlana yada başka Allah dostu Allah'a o âyetleri bile bile, idrak ettiği hâlde Tanrı demez eserin her yerinde! Besbelli ki editörün işi. Allah nasıl isterse öyle yaparız. Ona inanmayanların Tanrı demesi (sorumluluk açısından) o kişileri ilgilendirir bizi değil. Biz Elhamdulillah müslümanız. Rabbimiz kuranda bu isimlerle hitap edin diyorsa öyle hitap ederiz. De ki: "(Rabbinizi) ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O'nundur." (İsra Suresi, 110) Aksini aramak kişinin dinine ne ölçüde sadık olduğunu gösterir. "Biz sadece O'na teslim olmuş kimseleriz." (Ankebut Suresi, 46) ------------ Arapçılık diye tutturmanızın nedeni de kutsal kitap olan kuran-ı kerimi (haşa) Arapların yaptığı bir eser olarak görmenizden kaynaklanıyor ! İşin özeti; kullanıcı hataları kişileri ilgilendirir, garanti kapsamında değildir, ücrete tabiidir. -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
Hakaret olarak algılanacak veya yanlış anlaşılacak kelimeler varsa hepsini üzerime alınıyorum, siz de hakkınızı helal ediniz... Öncelikle belirtmek isterim ki hiç kimseye kastım yoktur. Bilhassa Müslümanım diyenler için bilinçlendirme amaçlı yazılmış bir konudur. Türkçe veya İngilizce veya Fransızca veya Arapça veya herhangi bir dil. Hiç farketmez. Allah kelimesi evrenseldir. Kimin açısından evrenseldir. Tabi ki Allah'a inanan tüm insanlar ve cinler açısından evrenseldir. Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. (Zâriyat Sûresi, 56. âyet) Kişi hangi dili konuşursa konuşsun; O'na hitapta bile birliğin bulunması yani Allah denilmesi O'nun birliğindendir, eşsiz olmasındandır! Oysa Tanrı kelimesi birliği ifade etmez. Çünkü Tanrılar kavramı da vardır. Birlik yoktur.(Gök Tanrısı,..) Allah ve O'nun güzel isimleri(Esmaül Hüsna) yerine Tanrı yada God yada bilmem ne diye hitap edenler ya kasıtlı olarak öyle hitap ediyor ya da tamamen bilgisizlikten... Kuran-ı Kerimde Allah; kendisine nasıl dua etmemizi ve nasıl hitap etmemiz gerektiğini söylemiştir. Bir Müslüman Allah'a nasıl hitap edeceğini yaratıcısından öğrenmeyecekte kimden öğrenecek ? Müslümanlar açısından Arapça kutsal bir dil midir ? Hayır, değildir. Asıl kutsal olan yüce kitabımız Kuran-ı Kerimdir. Kuran'ın kutsal olması ile Arapça dilinin (sözde)kutsal olması nasıl olur da bağdaştırılır... Tanrı kelimesi Türkçe'dir, doğru...Fakat Allah'a söylenmiş bir kelime midir? Kökeni nereye dayanır ? Kelimenin nereden geldiğine bakarsak iyice anlarız sanıyorum. Tanrı kelimesinin kökenine bir bakalım: http://tr.wikipedia.org/wiki/Tengri Allah'a Tanrı diye hitap edenler Allah'a hitap ettiklerini zannediyorlar. Oysa Eski Türkler'in Tanrısına hitap ettiklerinin farkında değiller... Gök Tanrısı veya bilmem ne Tanrısı deniliyor...Ama Gök Allah'ı, Yer Allah'ı deniliyor mu...Aradaki fark hâla görülemeyecek kadar çok mu ? Allah ismi ile Esmaül Hüsna arasındaki farkı öğrenmek isteyen kardeşler aşağıdaki konuya bakabilir : http://www.turkish-media.com/forum/index.p...st&p=689537 Müslüman kişinin Allah'a hitap şeklinin nasıl olacağı âyetlerle sabitlenmiştir. Ötesini aramak Müslüman kişiye caiz olmaz: En güzel isimler Allah'ındır. O'na o güzel isimleriyle dua edin ve O'nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır.(A'râf Sûresi, 180. âyet) Görüleceği üzere esmaül hüsna'dan bahsediyor: De ki: "(Rabbinizi) ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O'nundur." Namazında sesini pek yükseltme, çok da kısma. İkisi ortası bir yol tut. (İsrâ Sûresi, 110. âyet) -
Risale-i Nur Külliyatı - www.erisale.com
Muallim-i Âli şurada bir başlık gönderdi: Webmasterlar Tartışıyor
Sol menüden sağ tıklayarak firefoxtaki gibi yeni sekmede açabilirsiniz. Kelimelerin üzerine gelince anlamı yazıyor. Sitenin kodlandığı programlama dili : Java Şu an test aşamasında. -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
Bazıları cevap bekler. Keşke bilseler cevap çoktan verilmiştir. Umuma mesajlar arasında konu biçiminde sunulmuştur. Ama onlar özel mesaj bekler. -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
"Adalet-i mahza-i Kur'âniye; bir masumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa, heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir." Mahz; "sırf, halis, katıksız, tam" gibi mânâlara geliyor. Buna göre, adalet-i mahza, "tam ve katıksız adalet, mükemmel adalet," demek olur. Adalet-i mahza, "Bir ferdin hakkını, bütün insanlar için de olsa, feda etmeyen adalet." şeklinde tarif edilir. Bu adalette, hiçbir kimsenin en küçük bir hakkının bile çiğnenmemesi esastır. Adaletin diğer şubesi olan adalet-i izafiye ise katıksız, tam değildir. Zira cemaatin menfaati için ferdin hukukunu nazara almaz. Adalet-i izafiyede ehven-i şer esas alınır. Bütün insanların zarara uğraması büyük ve küllî bir şer, bu zararın giderilmesi için bir insanın yahut küçük bir gurubun hakkının çiğnenmesi ise cüz'î bir şerdir. Küllî şerden kurtulmak için cüz'î şerri kabul etmek ise ehven-i şer ile amel etmek demektir ve adalet-i izafiyenin esasıdır. Adalet-i mahzada, bir şahıs kendi rızasıyla hakkından vazgeçmediği müddetçe, bütün insanların faydası için de olsa onun hakkı çiğnenemez. Meselâ, adalet-i mahzaya göre, bir şahsın rızası olmaksızın evi istimlâk edilemez. Bunun uygulanmasında ise bazen çok büyük zorluklar ortaya çıkar. İşte bu gibi zaruret hallerinde, adalet-i izafiye tatbik edilir. Ve o şahsın hukuku, umumun menfaatine feda edilir; rızası olmaksızın evi sökülür, istimlâk edilir. Bir âyet-i kerime : "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz bir tek nefsin (kişinin) yaratılması ve diriltilmesi gibidir." (Lokman Sûresi, 28) Ve Nur Külliyatından bir hikmet dersi: "Adalet-i mahza-i Kur'âniye; bir masumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa, heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir." (Mektûbat) Demek oluyor ki, bir insanı yaratmakla bütün insanları yaratmak nasıl ilâhî kudret için fark etmiyorsa, ilâhî adalet için de bir insanın hukuku bütün insanların hukuku kadar kıymetlidir. Ve o hukuku çiğneyen bir kimse, bütün insanlara zarar vermiş gibi olur. Nur Külliyatında meseleye orijinal bir yaklaşım daha getirilir. Bir müminin güzel sıfatları "masum insanlara", kötü sıfatları da "cani insanlara" benzetilerek adalet-i mahza bu sıfatlar âlemine tatbik edilir. Buna göre bir insanın bir tek sıfatı masum olsa, bütün sıfatları da cani olsa, o tek sıfatın hakkı diğerleri yüzünden zayi edilemez. O mümine düşmanlık beslendiğinde bu masum sıfat çiğnenip gideceğinden bu hâl adalet-i mahzaya uymaz. Konuyu çok önemli bir hükümle noktalayalım: "Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür." (Mektûbat) İlm-i Heyet -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
"Kesb-i şer şerdir; halk-ı şer şer değildir." Hayrı da, şerri de yaratan ancak Allah'tır. Lâkin hayra rızası var, şerre ise yok. Kaldı ki hayır ve şer dediğimiz, yapılan işin, işlenen fiilin Allah'ın emir ve rızasına uygun olup olmamasıyla ilgilidir. Yâni, bunlar fiilin kendisiyle değil, sıfatıyla alâkalıdır. Şöyle ki: Konuşma, görme, işitme, yürüme hepsi birer fiil. Hayır olsun şer olsun bütün bu fiilleri yaratan Allah'tır. İşlenen fiil, İslâm'a uygun ise ‘hayır', aksi halde ‘şer' olur. Zaten Allah'ın birliğine iman eden bir insan, O'nu bütün bu işlerin, bu fiillerin tek yaratıcısı olarak bilir. İnsan bir işi yapmayı sadece arzu eder ve cüz'î iradesini o işi yapmaya sarf eder. Neticeyi yaratan ise Allah'tır. Hakikat böylece bilinmezse ortaya şöyle bir tezat çıkar: Aynı fiil ‘hayır' olunca Allah tarafından yaratılır, aksi halde başkası tarafından. Bir misâl verelim: Görme fiilinin yaratıcısı Allah'tır. Göz fabrikası O'nun, ışık hammaddesi O'nun, görülen bütün eşya da O'nundur. O halde bir insan neye bakarsa baksın görmeyi yaratan Allah'tır. Baktığı helâl ise bu bakış "hayır" olur, haramsa "şer" olur. Hayrı da Allah yaratır, şerri de. Şerrin yaratılması şer değildir; şer olan, onu kesb etmek, yani şerri kazanmak, ona yönelmek ve onu irade etmektir. Rahman ismi gibi, Kahhar ismi de güzeldir; güzel olmayan, kahrı gerektiren isyanları işlemektir. Suç işlemek şerdir, ama suçluyu hapse atmak şer değildir. Dalâlet fırkalarından birisi olan Mutezile Mezhebinde, şerrin yaratılması, şer telâkki edilir. Buna göre, canilere ceza vermeyi şer kabul etmek gerekiyor. Bu imtihan meydanının bir gereği de, "kul, hayır olsun, şer olsun neyi isterse" Allah'ın onu yaratması değil midir? Hidayet yolunu tercih edenlerde Hâdi, yani hidayete erdirici ismi, sapık yollara girenlerde ise Mudıll, yani "dalâlete düşürücü" ismi tecelli eder. Birincilere yolun doğrusu gösterilmiş, ikincilere ise arzu ettikleri yanlış yol açılmış ve geçmelerine izin verilmiştir. Her iki isim de, her iki tecelli de güzeldirler. Güzel olmayan, hidayeti bırakıp dalâleti tercih etmek, onu istemek, ona yönelmektir. Nur Külliyatında bu hakikat açıklanırken enteresan bir misâl verilir: Ateş. Ateşin yaratılması şer değildir; ateşin binlerce faydası bunu ispat eder. Şer olan, ateşe temas etmek, onunla yangın çıkarmaktır. Ateş misâlinin hemen ardından söz şeytana getirilir ve şöyle buyrulur: "Şeytanların icadı, terakkiyat-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûb olmakla, ‘Şeytanın hilkati şerdir' diyemez." (Lem'alar) Bu misâlin en dikkat çekici yönü, şeytanın da ateşten yaratılmış olmasıdır. Demek ki, ateşe dokunmak gibi, şeytanın vesveselerine kapılmak ve ona mağlûp olmak da şerdir. Yoksa şeytanların yaratılması şer değildir. Zira, bütün manevî terakkilerin temelinde, nefis ve şeytanla cihat etmek yatar. İçeriden nefis, dışarıdan şeytan... Bu iki düşmanına rağmen istikamet yolunda giden insan, manen çok terakki eder. Onun ruh ikliminde nice çiçekler açar, nice meyveler yetişir. Demek oluyor ki, nefsin de şeytanın da yaratılmaları güzeldir; güzel olmayan, nefse uymak ve şeytana kanmaktır. İlm-i Heyet -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
İstidrac ne demektir? Kerametten farkı nedir? Seyyid Şerif Cürcanî hazretleri, 'Tarifat' adlı eserinde kerameti şöyle tarif eder: "Peygamberlik davasında bulunmayan bir kimseden zuhur eden harikulâde hâl.” Tarifin devamında, "bu hâl, iman ve salih amel sahibi olmayan birisinde görülürse istidrac olur” diye ekler. İstidracın lügat mânâsı, "derece derece yükseltmek veya indirmek”tir. Istılahta ise, "bir kimseyi, kendi arzusuna göre bir noktaya kadar götürüp, sonunda felâkete atmak,” mânâsına gelir.İnsanın nail olduğu bir nimet, eğer onun hakkında hayırlı ise, bu ilâhî bir ikramdır. Eğer o nimet o şahsın kibrini ve isyanını artırırsa bu, ikram değil istidracdır. Bu konuda, Nur Külliyatında şöyle buyrulur: "Onların fenalıkta muvaffakıyetleri muvakkattır ve istidracdır, bir mekr-i ilâhîdir.” (Sözler) Allah, bazı isyankâr ve zâlim kullarına bu fenalıklarına rağmen, bolca ihsanlarda bulunur. İlk bakışta, bunun onlar için bir nimet olduğu zannedilir. Hâlbuki bu hâl onların kalplerini ilâhî hakikatlerden ve ahiretten iyice uzaklaştırması sebebiyle bir ikram değil, bir istidraçtır, bir mekr-i ilâhidir. Bu hakikati ders veren bir âyet-i kerime: "Kâfirleri fitneye düşürmek (imtihan etmek) için onlardan bir kısmına dünya hayatının ziynetleri olarak tattırdığımız şeylere sakın gözünü dikme. Rabbinin rızkı hem daha hayırlı, hem daha devamlıdır.” (Tâhâ Sûresi , 131) Bu âyet-i kerimeden mü'minin de alacağı çok önemli bir ders vardır: O da, "kendisine yapılan ihsanlarla gurura kapılmaması, bunun bir istidraç da olabileceğini düşünerek nefsinin kibirlenmesine fırsat vermemesidir.” Nur Külliyatında kerametle istidracın farkı anlatılırken şöyle buyrulur: "İstidrac (ise), gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garib fiilleri izhar etmekten ibarettir.” (Mesnevî-i Nuriye) Allah'tan ****** olan bir bilim adamının kendi sahasında yeni keşiflerde bulunması, insanlar için gayb hükmünde olan o gerçekleri meydana çıkarması bir istidraçtır. Nur Müellifi, bu istidraç sahibinin, söz konusu başarıyı kendi nefsine isnat etmekle enaniyet yoluna girdiğini ve gurura kapıldığını kaydeder. Yaptığı keşfin, Allah'ın bir ihsanı ve ikramı olduğunun şuurunda olan bir bilim adamı ise Rabbine şükreder, asla gurura düşmez. İlm-i Heyet -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
Kader cüz'i ihtiyariyi nasıl te'yid ediyor? Kader ilim nevindendir. Ezelden ebede olmuş ve olacak her şey Allah'ın ilmindedir. Kaderin cüz'i ihtiyariyi teyid etmesi iki türlü anlaşılabilir. Birisi, insan kendi iradesini nasıl kullanacaksa Allah onu öylece bilmekte, öylece takdir etmektedir. Kader risalesinde ikinci mebhasta geçen yedi vecihten dördüncüsü bu manayı ders vermektedir. Bu teyidi şöyle de anlamak mümkündür: Allah, ilm-i ezelisiyle taşları cansız, bitkileri yarı canlı, hayvanları canlı, melekleri masum yaratmayı dilediği gibi insanı da cüzi-i irade sahibi yaratmayı dilemiş, o neyi dilerse onu yaratıp insanı böylece bir imtihana tabi tutmayı irade etmiştir. Kaderin ihtiyarı teyid etmesi insana ihtiyar verilmesinin de bir takdir olduğu şeklinde anlaşılabilir. Böyle anlaşıldığı taktirde yedi vecihten üçüncü ile dördüncü farklılık arz etmiş olur. Birinci açıklamamıza göre üçüncü ile dördüncü vecih aynı gibi görünüyor. İlm-i Heyet -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
Yakîn Ne Demektir? İlmelyakîn, Aynelyakîn ve Hakkalyakîn Arasındaki Fark Yakîn, sözlük mânâsıyla "tereddütsüz, şüphesiz ilim." demektir. Daha geniş ve daha güzel bir başka tarif: "Birşeyi vakıa mutabık olarak itikad-ı sahih üzere şüphesiz bilmek." Bu tarifte, yakînin iki önemli mânâsı karşımıza çıkıyor. Birisi, bir şeyi gerçekte nasılsa öyle bilmek. Buna, "vakıa mutabakat" deniliyor. Diğeri itikad-ı sahih, yâni bu inançta zerrece şüphe etmemek. Meselâ, haşrin cismanî değil de sadece ruhanî olduğuna tam olarak inanan bir insan, yakîne erememiştir. Zira bu iman yakînin birinci şartını taşımıyor. Yanlış inanca ise yakîn denilmez. Yakînin üç ana mertebesi vardır: -İlmelyakîn, -Aynelyakîn, -Hakkalyakîn? Bazıları, "ilmelyakîn"i zayıf bir itikat zannederler. Halbuki bu mertebelerin her üçü de kâmil imanı ifade eder. Yakîn kelimesi üçünde de geçtiğine göre, her üç mertebe de "vakıa mutabık", her üç mertebe de "şüpheden uzak."İmanda, vakıa mutabakatı, yâni hakikata uygunluğu, kanaatimizce, şöyle anlamak gerekir: İman hakikatlerine Kur?an-ı Kerim?in bildirdiği gibi inanmak. Meselâ, Allah?a iman hususunda, Allah?ı bütün sıfatlarıyla bilmek. O?nu vacib, ezelî ve ebedî, mekândan ve zamandan münezzeh tanımak vakıa mutabıktır. Bütün mü?minler Allah?a böylece iman ederler. Yakîn imana sahip olanlarda iman, kulun fiil ve hâl âleminde daima tesirini gösterir. Meselâ, melâikeye her mü?min inanır. Melekleri Kur?an-ı Hakim?in bildirdiği gibi bilen bir insanın bu imanı vakıa mutabıktır ve şüpheden de uzaktır. Ama melekleri sözü edildiği zaman hatırlamak başka, her adım atışında, her söz sarf edişinde onları yanı başında bilmek daha başkadır. İşte bu ikincisi yakîn imandır. Bunda da üç ana mertebe ve her mertebede sonsuz dereceler var. İlmelyakîn, bir şeyin, bir hakikatın varlığını iki kere iki dört eder gibi kat?i bilmektir. O hakikatı, gördüğü yahut işittiği, kısacası his âlemine giren bir şeyi bilir gibi kat?i bilmek ise aynelyakîni ifade eder. Yine o şeyi yaşadığı bir hakikatın varlığını bilir gibi bilmek ise hakkalyakîndir. Meselâ, biz hâfızamız olduğunu ilmen ve yakînen biliriz. Ve bundan kesinlikle şüphe etmeyiz. Aynı şekilde, elimizin varlığını görerek, aynelyakîn biliriz. Bunda da kat?iyen şüphemiz olamaz. Bir de, hayatta olduğumuzu bilmemiz vardır ki bunu ne düşünerek, ne görerek değil, bizzat yaşayarak biliriz. Bu biliş ise hakkalyakîndir. Kâtibin varlığına yazının varlığından çok daha kuvvetle inanan her insan, kendi varlığına inanmasının çok üstünde bir iman ile Allah?ı bilecek, O?na iman edecektir. Yâni kendi varlığından şüphe etse bile yaratanından etmeyecektir. Bu noktaya gelen mü?min yakîne ermiştir. Risale-i Nur'dan bir hakikat dersi: "Gördüm, hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamın lezzeti ve saadeti aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemâlin bekasına ve benim Rabbim ve İlâhım olduğuna, tasdik ve imanımda ve iz?anımda vardır." (Lem?alar) Yâni, "Madem ki Allah?ın bekasına inanıyorum, öyle ise benim için artık hiçlik, yokluk, ayrılık düşünülemez. Zira O?nun ilminde bâkiyim. Bu dünya sahifesinden silineceğim diye zerrece müteessir olmam."O, bu ince hakikatı sadece keşfetmekle kalmıyor, bu mânâyı eşyayı görür gibi hissediyor ve ona garkolmanın safasını ruhunda, kalbinde olanca canlılığıyla yaşıyor. İşte Allah?ın bekasına hakkalyakîn iman budur. Bu mânâ, Allah?ın diğer sıfatları için de düşünülebilir, güzel ahlâkın bütün şubeleri için de. Şu nokta gözden ırak tutulmamalı: Allah?ın zatı bilinmez. İman ne kadar kâmil olursa olsun Allah?ın zatını hakkalyakin olarak bilmek mümkün değildir. Yakinin üç mertebesini, tahkiki imanın mertebeleri, yahut imana ulaştıran delillerin kuvvet dereceleri olarak anlamak gerekir. İlm-i Heyet -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
Kader ve cüz’i irade nedir ve nasıl tarif edilebilirler? Kader: Kader, bir iman rüknüdür ve şöyle tarif edilmiştir: “Kader, Hak Teâlâ’nın, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyin, her şeyini ve her hâlini, zamanını ve mekânını, sıfatlarını ve özelliklerini ezelî ilmiyle bilip, ona göre, takdir etmesidir.” Kaza ise, kaderde planlanan bir şeyin yaratılması, varlık sahasına çıkarılmasıdır. Cenab-ı Hak, her şeyi bir kaderle yarattığını bildirir. (Kamer, 49) Her şeyin hazinesi Allah katındadır. Ancak Allah her şeyi belli kaderle, belli bir miktarla gönderir. (Hicr, 21) Bu cihetten bakıldığında, kadere "İlahi program" denilebilir. Kâinatın altı devrede yaratılışından, insanın ana rahminde dokuz ayda teşekkülüne kadar her hâdise kaderi gösterir. Güneş sisteminden atom sistemlerine kadar her hikmetli tanzim, kaderi ilan eder. Elementlerin sayıları ve özellikleri, kaderden haber verir. Bitkilerin ve hayvanların cinslere, türlere ayrılmış olması, her türe farklı kabiliyetler takılması hep kader ile olmuştur. Meleklerin, hayvanların ve cansızların sabit makamlı kılınması, insanların ve cinlerin ise imtihana tâbi tutulması kader ile plânlanmıştır. Cennet ve cehennemin yaratılması, İlâhî ilim ile takdir edilmiştir. O menzillere hangi yollardan gidileceği de yine kader ile tespit edilmiştir. Kur`an-ı Kerim, her şeyin vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldiğinde ve vücuttan gittikten sonra yazıldığını bildirir. (Bkz. Yasin, 12; En`am, 59; Sebe, 21; Kaf, 4) Tohumlar, çekirdekler, meyveler ve insandaki hafıza, bu gerçeği ispat ederler. İnsan, bir cihetle kaderin mahkumudur, bir başka cihetle ise, hür ve serbesttir. Yaratılması, erkek veya dişi olması, saçının rengi, boyu... gibi hususlarda her insan tamamen kaderin mahkumudur. Fakat fiilleri noktasında ise, hür ve serbesttir, dilediğini yapar, dilemediğini yapmaz. İşte, insanın sorumlu olduğu cihet burasıdır. Yoksa hiçbir insan boyundan, renginden hesaba çekilmeyecektir. İnsan, yaratılışı icabı, kadere inanmakla mükelleftir. Çünkü ölçüden, tartıdan anlamaktadır. Yapmaya karar verdiği bir evin odalarını bilerek takdir etmekte, yarını hakkında planlar kurmakta, hedefler tespit etmektedir. Cüz’i İrade:“Bir anda ancak bir şeye yönelebilen, iki şeye birlikte taallûk edemeyen irade. İnsan iradesi” İnsan bir anda ancak bir şey irade edebilir. İki kelimeyi birlikte söyleyemez, iki yöne aynı anda bakamaz, iki manayı birlikte düşünemez. Bu hale “teakubi” denilir. Yani, önce bir iş görülüyor, onu müteakiben bir başka iş görülmeye başlanıyor. İkisi bir anda ve birlikte icra edilemiyor. İnsan, kendi iradesine bırakılan işleri sırayla yaparken, bedenindeki yüz trilyon kadar hücrede sayısız faaliyetler birlikte görülüyorlar. Demek ki, insan bedeni, küllî bir irade ile tanzim ve idare edilmektedir. İnsan, cüz’i iradesini yerinde kullanarak âhiret menzillerinden cenneti tercih edebiliyor. O saadet yurdunun yollarını Cenâb-ı Hak İlâhî iradesiyle çizmiş, (“İman edilecek” “ibadet yapılacak” “zekât verilecek” “haram yenmeyecek” “kumar oynanmayacak” “yalan söylenmeyecek” “istikametten sapılmayacak” gibi.) fakat insanı bu iradeye uymakta zorlamamış. Nitekim Kuran-ı Kerimde “Dinde zorlama yoktur.” buyrulması İlâhî iradenin bu noktadaki en açık ve net bir ifadesidir. Cüz-İ İhtiyarî İhtiyar etme seçme manasına gelir. İnsan iki şeyden birisine meylederek onu yapmayı ihtiyar eder ve diğerinden vazgeçer. Yani, cüz-i ihtiyarinin esası, meyillerdir. İnsanın fiilleri, meyillerinden doğar. İhtiyar ve irade kelimeleri birbiri yerinde kullanılmakla birlikte aralarında az bir fark da vardır. İrade insan ruhuna takılan sıfatlardan biridir. İnsan gözüyle gördüğü, kulağıyla işittiği gibi, bu irade sıfatıyla da bir şeyi seçer ve ihtiyar eder. Yani esas olan iradedir, bu irade ile “ihtiyar etme, seçme” olayı gerçekleşir. İlm-i Heyet -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
Kalplerin mühürlenmesi ne demektir? Kalplerin mühürlenmesi , küfür ve isyana müptela olan kalplerin, imanı kabul edemez hale gelmeleri demektir. Allah Resulü (asm) buyururlar ki: “Her günah ile kalpte bir siyah nokta meydana gelir.” Şirk ise en büyük günah: “Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa Sûresi, 48) Bu hadis-i şeriften ve âyet-i kerimeden anladığımıza göre, kalbi karartan en büyük siyahlık şirk, yani Allah’a ortak koşmaktır. Bir insan, şirki dava eder ve bu hususta müminlerle mücadeleye girişirse, her geçen gün kalbindeki bu siyahlık daha da koyulaşır ve genişlenir. Git gide bütün kalbi sarar. Artık o insanın iman ve tevhidi kabul etmesi âdeta imkânsız hale gelir. Üstadın ifadesiyle, “salâh ve hayrı kabule liyakati kalmaz.” İşte sözü edilen âyet-i kerime, Allah Resûlüne (asm.) cephe alan, onunla mücadele eden müşrikler hakkında nâzil olmuş ve o müşriklerin kalplerinde şirkin tam hâkimiyet kurması ve tevhide yer kalmaması, “kalp mühürlenmesi” şeklinde ifade edilmiştir. İşte kendilerine hidayet kapısı kapananlar, bu noktaya varan bedbaht gruptur. Yoksa günah işleyen, yahut zulüm eden her kişi için hidayet kapısının kapanması söz konusu değildir. Aksi halde, asr-ı saadette, daha önce putlara tapan on binlerce insanın İslâm’a girmelerini nasıl izah edeceğiz?!.. Şirke giren her insanın kalbi mühürlenseydi, hiçbir müşrikin Müslüman olamaması gerekirdi. Demek ki, kalbi mühürlenenler, tevhide dönmeleri imkânsız hâle gelenlerdir. Ve onlar, bu çukura kendi iradelerini yanlış kullanarak, şirki dava ederek, küfürde ısrar ederek düşmüşlerdir. Nur Külliyatında küfür iki kısımda incelenir: Adem-i kabul ve kabul-ü adem. Adem-i kabul için “bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilane bir hükümsüzlüktür,” denilir. Kabul-ü ademde ise küfrü dava etmek ve batıl itikadını ispata çalışmak söz konusudur. Bu ikinci gurup, küfür cephesinde yer alarak iman ehliyle mücadele ederler. İşte kalp mühürlenmesi, büyük çoğunlukla, bu gurup için söz konusudur. İlm-i Heyet -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
Atâ, kaza ve kader münasebetleri CENAB-I HAKK’IN atâ, kaza ve kader namında üç kanunu var. Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar hakikatinin izahı: Atâ, bir şey hakkında verilen kararın iptali ve hükmün kaza edilmekten afvedilmesi, şeklinde tarif edilmektedir. Atâ denilince, O Rahîm-i Kerîm’in ve Gafûru’r-Rahîm’in af ve ihsanı anlaşılır.Atânın kaza kanununu, kazanın da kaderi bozmasını şöyle açıklayabiliriz: Bir padişahın umumî kanunları yanında bir de belli günlerde tatbik ettiği af ve atâ kanunu vardır. Padişah o günlerde, suçlulardan bir kısmını afveder, diğer bir kısmının cezalarını hafifleştirir, bir kısım raiyetinin ise rütbelerini yükseltir ve maaşlarını artırır. İşte, daha önce umumî kanunla takdir edilen ceza, rütbe ve maaşlar bu atâ kanunuyla yürürlükten kaldırılmış olur. Meselâ, bir şakînin işlediği bir suça karşılık on yıl hapis yatması takdir edilmiş olsun. Atâ kanunuyla bu cezanın afvedilmesi hâlinde artık ceza infaz edilmez ve atâ, kaza kanununu bozmuş olur. Cezanın kaza edilmemesiyle de kader kanunu, yâni onun suçuna mukabil takdir edilen on yıllık hapis cezası bozulmuş olmaktadır. İşte, bu misâl gibi, insanların işledikleri günahlara karşılık, kendilerine takdir edilen uhrevî cezalar Cenâb-ı Hakk’ın atâ kanunuyla, yâni O’nun af ve ihsanıyla kaza edilmekten alıkonmakta ve böylece atâ kanunu, kaza kanununu bozmaktadır. Aynı şekilde, kazanın bozulmasıyla kader kanunu da bozulmuş, takdir edilen ceza değişikliğe uğramış olmaktadır. Diğer taraftan, atâ, kaza kanununun şümûlünden ihraçtır, denmektedir. Şöyle ki, bir günah için takdir edilen ceza küllî bir kanun iledir. Yâni, şu suçu işleyene şu ceza verilir, şeklindeki takdir, küllîdir. Söz konusu suçu işleyen bir kimsenin tövbe etmesi hâlinde, günahının affedilmesi ile kaza kanununun şümûlünden bir ihraç durumu hâsıl olmaktadır. Bu ise aynı zamanda, kader kanununun külliyetinden bir ihraç mânâsındadır. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız kaide, kaderin değişip değişmediği sorusunu hatıra getirmektedir. Bu noktada şunu ifâde edelim ki, İlm-i İlâhî’nin değişmesi muhaldir. Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hâdiseler gibi, atâ kanununun tatbikatı da o ilmin şümûlündedir. Bu kader değişmez. Değişiklikler Levh-i Mahv ve isbat’ta olmaktadır. Önce takdir edilen nice cezalar, daha sonra tövbe vesilesiyle ve atâ kanunu ile affedilmekte, Levh-i Mahv ve isbat’tan silinmekte ve kaza edilmemektedir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır: “Allah dilediği şeyi mahveder ve dilediğini isbat eder. Nezdinde kitabın aslı olan Levh-i Mahfûz vardır.” (Ra’d 39) İlm-i Heyet -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
Hikmet Üzerine HİKMET: “İşleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak.” “Eşyanın hakikatından bahseden ilim.”, “Eşyada gizli İlâhî sırlar ve gayeler.” , “Amelle beraber ilim.” , “Faydalı ilim ve salih amel” , “İnsandaki akıl kuvvesinin istikamet üzere ve aşırılıklardan uzak olma mertebesi.” “Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona pekçok hayır verilmiştir.Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (Bakara Sûresi, 269) Hikmet için değişik tarifler getirilmiş, farklı mânâlar verilmiş. Bunlar içerisinde en yaygını “sır, gaye, fayda” mânâsı. “Bu işin hikmeti nedir?” denildiği zaman,”bundan maksat ne, bilemediğimiz ne gibi gizli sırlar taşıyor?” mânâsı akla gelir. O halde, bir iş yapılacak ve ondan bir fayda hâsıl olacaktır ki hikmet tahakkuk etsin. Bu düşünce bizi hikmetin, “amelle beraber ilim” tarifine götürür. İslâm âlimleri, yalnız başına ilmi, hikmet kabul etmezler. İlimle amel edilmesini, bu ilmin fiiliyat sahasına konulmasını ve faydalı neticeler vermesini şart koşarlar. Eşyanın hakikatından ve gayesinden söz ettiği için felsefeye “ilm-i hikmet” deniliyor. Ama bir felsefeci bu çalışmaları sonunda ortaya insanların tatbik edecekleri bir hayat anlayışı, bir ahlâk düzeni koymuyorsa, sadece lâf ile oyalanıyorsa bu hakiki mânâsıyla hikmet değildir. “Hikmet: İlim ve onunla ameldir. Her ikisini cem edemeyene hakim denmez.” (Elmalılı Hamdi Yazır) Hikmetin “Nübüvvet” mânâsı da var. Peygamberlik müessesesi İlâhîdir. O Allah elçileri, kâinat kitabını hem okumuş, hem okutmuşlar ve insanlardan, Allah’ın emriyle, birtakım vazifeler istemişlerdir. Bütün eşyanın hikmetle yaratıldığını, herbirinin bir, hatta binler vazifesi bulunduğunu insanlık âlemine iyice bellettikten sonra, bütün bu mahlûkatın kendisine hizmet ettiği insanın büyük bir vazifesi olması gerektiğini, aksi halde bütün bu hikmetli eşyanın gayesizliğe, başıboşluğa ve hiçliğe hizmet etmiş olacağını kalblere iyice yerleştirmişlerdir. Onun için gerçek hikmet felsefede değil nübüvvettedir. Çünkü nübüvvet mektebinde ilimle amel birlikte okutulur. Ve bu mektepte eşyanın hikmeti, doğrudan doğruya, o eşyanın yaratıcısından öğrenilir. Tahmine, faraziyeye, şahsî ve indî görüşlere gerek kalmaz. Hakîm, Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi. Eşyayı bütün sebep ve neticeleriyle, ve çok yönlü vazifeleriyle o takdir etmiş. O yaratmış. “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ve tesbih etmesin. Ancak, siz onların tesbihlerini fehmedemezsiniz (anlayamazsınız).” (İsra Sûresi, 44) Hâdiseler de böyle... Hastalık, musibet ve mağlûbiyet gibi hâdiselerin ince hikmetlerini kavramak aklımızın takat sınırını aşar. Nur Külliyatında eşyanın üç tane yüzü olduğundan bahsedilir: “Allah’ın esmasına ayine olan yüz”, “âhirete bakan yüz” ve “o mahlûkun kendi varlığına ve hayatına bakan yüz.” Biz hikmet denilince daha çok bu üçüncü madde üzerinde dururuz. Elmaya faydalı, dikene faydasız deriz. Birincideki hikmeti rahatlıkla okuruz, yahut okuduk zannederiz, ama ikincinin yanına yaklaşamayız. Sıhhat meyve, hastalık diken gibi gelir bize... Nefsimizin hoşuna giden her hâdise manevî bir meyve, hoşlanmadıkları ise birer diken. Ama bilemiyoruz, belki de biz o hoşlanmadığımız hâdiselerden daha çok fayda görmekteyiz. Sıhhatli insanın gaflet içinde yaşaması, hastanın ise durmadan Allah’ı zikretmesi ve O’ndan şifa istemesi bunun en güzel misali değil mi!? Kur’an-ı Kerim’de kâfirlere, zâlimlere, nankörlere verilen dünyevî nimetlerin gerçekte onların azabını artırdığı haber verilir. Ne müthiş bir ibret ve hikmet tablosu! Aynı nimet birini şükre götürüyor, diğerini küfre... Birisinin cennetteki derecesini artırıyor, diğerinin cehennemdeki azabını. Demek ki, o nimetin yaratılış hikmeti içinde cennet de saklı, cehennem de. Zannettiğimiz gibi, sadece bedenimize gıda ve enerji olmakla kalmıyor. Eşyayı mahiyetiyle, hakikatıyla ve bütün vazife ve gayeleriyle bilen ancak Allah’dır. O halde mutlak hakîm ancak O. “Kulun hikmetinin Allah’ın hikmetine nisbeti, onun Allah’ı tanımasının, Allah’ın kendi zâtını tanımasına nisbeti gibidir.” (Gazali.) Burada tefekkürün önemi çok daha iyi anlaşılıyor. Her varlığı, Allah’ın bir eseri bilerek ondaki güzellikleri, faydaları, san’at inceliklerini düşünen insan, İlahî marifette dereceler kat’eder. Bu tefekkür onu Rabbine yaklaştırır. Zira, bu iş nefsî değildir; dünyevî ve şeytanî de değildir. Rızaya uygundur; uhrevîdir, rahmanîdir. Burada hikmetin bir diğer tarifiyle karşılaşıyoruz: “Hikmet, ahlâk-ı İlâhiyye ile tahallûktur” yâni İlâhî ahlâk ile ahlâklanmak... Nedir İlâhî ahlâk? En kısa ifadesiyle, Kur’an ahlâkı... Allah’ın razı olduğu ahlâk... Allah, hiçbir şeyi başıboş yaratmamıştır, faydasız hiçbir icraatı yoktur. Ve insan, yaptığı işlerde malâyani dediğimiz, ömür tüketmekten öte bir işe yaramayan faydasız işleri terkettiği ölçüde bu sırra mazhar olur. Şu mahlûkat âlemindeki ince sırlar, sonsuz hikmetler, ancak Allah’ın malûmu. İnsan ise bu hikmetlerden kendi çapında birşeyler yakalamaya çalıştığı ölçüde bu sırra erer. Allah, kendisini tesbih eden bütün mahlûkatını, bilhassa bu vazifeyi en güzel şekilde yerine getiren mü’min kullarını sever. Kendisine şirk koşan, nimetlerini küfranla karşılayanlardan ise razı olmaz. İnsan da O’nun sevdiklerini sevmek ve O’nun buğz ettiklerine buğz etmekle bu sırdan nasiplenir. Misaller çoğaltılabilir. Demek ki, insanın hikmet ehli olması, Rabbinin razı olduğu bir kul olmasına bağlı... O’nu razı etmedikten sonra, O’nun yarattığı varlıkları incelemek ve bunların insanlara faydalarını araştırıp ortaya çıkarmak hikmet ehli olmak için kâfi değil... Kur’an’daki gizli sırları anlayan fakat hayatına tatbik etmeyen bir insan düşünelim. Bu insan âlimdir, ama hakîm değildir. Kâinat kitabını Allah namına okumayan ve ondan bu yönüyle faydalanmayan kimselerin hâli de berikilerden farklı değil... ... Ve Gazali’den farklı bir hikmet tarifi: “Hikmet, varlıkların en yücesini, ilimlerin en faziletlisi ile bilmektir.” Allah, ezelî ve ebedî ilmiyle kendi zâtını, sıfatlarını, fiillerini, şuunatını bilmekte. Bu mânâya göre, mahlûkat olmasa da Allah Hakîmdir... Hem de sonsuz Hakîm. İşte, marifetullah yolunda yürüyen, Allah’ı tanıma vadisinde ilerleyen insanlar, hikmetin bu mânâsından feyiz alırlar, nasiplenirler. Ve “İlâhî ahlâkla ahlâklanma” şerefinin, en ileri mertebelerine ererler. Bu mânâ başta peygamberlerde, sonra peygamber varisi olma şerefine ermiş büyük zâtlarda ve derecelerine göre bütün mü’minlerde hükmünü icra eder. Herkes, imanı, ihlâsı, ilmi, tefekkürü ölçüsünde bu büyük lütuftan nasiblenir. ... Hikmet, her sahada olduğu gibi tebliğde de en büyük esas... Hikmetsiz yapılan, yâni zaman ve zeminini bulmayan; şefkat esasına oturmayan; ilimden medet almayan ve en önemlisi, anlatılanları en ileri seviyesiyle yaşama şartından mahrum bir tebliğ netice vermez. Kur’an-ı Kerim’in, “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle davet et” (Nahl Sûresi, 125) fermanı, İslâm’ın tebliğiyle vazifeli kimselerin hikmet üzere bulunmaları gerektiğini ders verir bize... Bu mânânın kemali Allah Resulü (a.s.m.) Efendimizde, sonra ashab-ı kiramında ve Peygamber varisi olma şerefine mazhar muhterem zevattadır. Prof. Dr. Alaaddin Başar -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
Kadere İmanın İnsanın Psikolojik ve Ruh Yapısına Etkisi Kaderin kelime manası plân, program demektir. Nasıl ki bir ağacın plân ve programı çekirdeğinde yazılmıştır, yani kaderi tayin edilmiştir. Aynı şekilde bir binanın yapılmasından önce plân ve programı yani projesi yapılır, yani kaderi tayin edilir. İşte insanın da kaderi Levh-i mahfuz'da, yani İmam-ı Mübin'de, yani Kader Defteri'nde yazılmıştır, tayin edilmiştir. Burada bilinmesi gereken bir husus, cüz-i irade meselesidir. Cüz-i irade, küçük irade demektir. Bunu meyil (niyet) olarak da ifade etmek mümkündür. Herkes vicdanen bilir ki, hareket ve davranışlarını ayarlama ve yönlendirme meyil ve iradesi kendisinde vardır. İşte bu iradenin kullanma yetkisini (tasarrufunu) Cenab-ı Hakk insana vermiştir. Dolayısıyla bu cüz-i iradeyi kötü yönde kullanmadan dolayı insan mesul olmaktadır. Meselâ, 10 katlı bir apartmanda 1.katta yılanlar, 2.katta fareler, 3.katta çiyanlar, 4. katta Hz.Âdem (A.S.), 10. katta Hz. Muhammed (SAV) var. Asansörün başında bulunan kişi, bu katlardan hangisine gideceğine cüz-i iradesiyle karar verir. Neticesinden de mes'ul olur. İşte bütün peygamberlerin bir bakıma gayret ve faaliyetleri, insanlara bu asansöre doğru basmanın yolunu öğretmektir. İyiliği de, kötülüğü de yaratan Cenab-ı Hakk'tır. Şer'i yaratmak, yani kötülüğü yaratmak kötü değildir. Şer'i, kötülüğü işlemek kötüdür şer'dir. İnsan meyhaneye de, ibadethaneye de gitmeye niyet edebilir. Her ne tarafa gitmek isterse, gitme fiilini yaratan Cenab-ı Hakk'tır. İnsan o niyetinden dolayı mesuliyet alır. Cenab-ı Hakk'ın yarattığı her şey, ya bizzat güzeldir, ya da neticeleri itibariyle güzeldir. Bizim birtakım sebeplere bakarak bazı hadiseler hakkında “iyidir, kötüdür, adaletlidir, adaletsizdir” gibi değerlendirmelerimiz, hadiselerin sebep ve sonucunu bilmediğimizden genelde isabetli değildir. Tâbiri caizse, bizim yaptığımız iki saatlik bir filmin ortasında girip 15-20 dakika seyrettikten sonra o filmdeki kahramanlar hakkında fikir yürütmemiz ve hüküm vermemiz gibidir. Bizim iki saatlik hayat filmimiz haşirde sonuçlanacaktır. Dünyada çekilen bir takım sıkıntı ve meşakkatlerin ahirette cehennem azabından kurtulmaya ve ebedî Cennet'e girmeye, ya da Cennetteki makamın yükselmesine vesile olduğunu gördükten sonra o çekilen sıkıntı ve zahmetlerin haksızlık ve adaletsizlik değil, aksine Cenab-ı Hakk'ın bir lütfu, ihsanı, ikramı ve rahmeti olduğu, bu filmin sonunda anlaşılacaktır. İslâmiyet'te kader anlayışı geleceğe ait meselelerde değildir. Geçmiş hadiselerde ve musibetlerde kullanılır.Yani “Kaderimde öğretmen olmak varsa olurum” deyip evde oturamayız. Çalışırız, öğretmen olmanın sebepleri nelerse onların hepsini yerine getiririz. Sonuçta o arzumuza ulaşamazsak, “Kaderimizde bu yokmuş” deriz. Cenab-ı Hak, bizim fiillerimizi, yaptıklarımızı ve yapacaklarımızı biliyor. Cenab-ı Hakk'ın bizim fiillerimizi bilmiş olması, o fiilleri yapan bizi mesuliyetten kurtarmıyor. Zaten, “Madem Cenab-ı Hakk, ezelden benim ne yapacağımı biliyordu, benim ne kabahatim var?” Cümlesi tahlil edildiği zaman, yapma fiilinin bize ait olduğu gayet açıktır. Dolayısıyla, yapan biz olduğumuza göre başka suçlu aramaya gerek yoktur. Cenab-ı Hakk'ın bilmesi, geçmiş ve gelecek olarak ifade edilmez. Meselâ zaman olarak masanın bir tarafını kâinatın başlangıcı, diğer tarafını kıyametin kopması olarak kabul edelim. Ve masanın üstünü, 1. asır, 2. asır, …ve 22. asır gibi zaman dilimlerine ayıralım. Şimdi elimizde bir ayna farz ediyoruz. Masanın ortasına tuttuğumuz bu aynanın içinde 15-16.asırlar görülmektedir.14. asır ve öncekiler geçmiş, 17. asır ve sonrakiler bu aynaya göre gelecek asırlardır. Bu aynayı yükseğe kaldırdığımız zaman, hem 1.asrı ve hem de 22.asrı içerisine alır. Artık bu durumda, bu asırlarla alâkalı olarak geçmiş ve gelecekten bahsedilmez. Çünkü hepsi bir anda aynanın içerisindedir. İşte Cenab-ı Hakk'ta, böyle ayine misal, manzara-ı âlâ'dan geçmiş ve gelecek, kâinatın yaratılışı ve kıyametin kopması, Cennet ve Cehennem, olmuş ve olacak her şey, bir anda nazarındadır. Geçmiş ve gelecek sadece bize göredir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk bizim ne yaptığımızı ve ne yapacağımızı bir anda bilmektedir. O'nun bilmesi, yapma noktasında bize mecburiyet yükle-memektedir. Bu yüzden insan cüz-i iradesiyle yaptığı fiillerden tamamen mesuldür. Kaderi bir cümle ile özetlemek gerekirse, her şeyin Cenab-ı Hakk'ın bilgisi dahilinde olduğudur. Fiili biz yaptığımız için, O'nun bilmesi, bizi mesuliyetten kurtarmıyor. Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husus var. O da, insan bedeninin belli bir elektrik yükü kapasitesi ile çalıştığıdır. Bu bedene fazla elektrik yüklemiş olmamız, sigortanın atmasına sebep olur. Hadiseleri fazla düşünmek, hiddet ve öfke, bu elektrik potansiyelini yükseltir ve bir süre sonra vücutta kısa devreler meydana gelir, beyindeki düşünme sisteminde bir takım atlamalar görülmeye başlar. Daha da zorlanılırsa, beyin sigortası atar. Artık bundan sonra tamir ve tedavi için akıl hastanelerinin yolu tutulur. Böyle bir neticeyi önlemek, kader meselesinin iyi anlaşılmasıyla mümkündür. Kader meselesinin burada sigorta görevi görebilir. Şimdi sizler burada şöyle diyebilirsiniz: “Madem her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetime razı olayım ki, rahat edeyim. Cenab-ı Hakk, benim rızkımı bir süre burada tayin etmiş. Ben bu rızkımı yemek için bir takım vesilelerle buraya geldim. O halde, ebedi hayatım olan ahiretimin kurtulması için neler yapabilirim?” Yoksa, “Ne yaptım da bu başıma geldi? Şöyle olmasaydı, böyle olmayacaktı” gibi itirazlar, kaderi tenkit olur. Kaderi tenkit eden başını örse vurur, kırar. Kaderi değiştiremez. Bu durumda başımıza geleni rıza ile karşılamak, kusurlarımız ve hatalarımızın affı için Cenab-ı Hakk'tan yardım dilemek olmalıdır. İnsanın ruh ve psikolojik âleminin düzelmesi, Allah'a teslim olup, tevekkül etmekle mümkündür. Yoksa her şeyi omzuna yüklemeye çalışırsa, sigortayı kısa sürede attırır. Sigorta atınca da bunun da kolay kolay tedavisi yoktur. TefekkürDergisi -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
Tesadüf mü Tevafuk mu Kâinat, Allah'ın kudret kalemiyle yazdığı muhteşem bir kitaptır. Bu kitap, baştan sona hikmetlerle doludur. Hiçbir yerinde bir abes, bir fazlalık söz konusu değildir. Kur'an'ın bildirdiği gibi "Çevir gözünü, bir bak! Herhangi bir kusur bulabilir misin? Sonra bir daha, bir daha çevir. Gözün yorgun ve mahrum olarak sana geri dönecektir " (Mülk, 3-4) Bu gerçeğin en güzel bir misali, insan vücududur. İnsan vücudunda, görevi olmayan hiç bir uzuv yoktur. Sadece karaciğer, dört yüzden fazla görevi başarıyla yürütmektedir. Kâinatta meydana gelen olaylar, tamamen Allah'ın kudreti ve tasarrufu iledir. Mesela, biz yağmurun yağdığını görürüz. Gerçekte ise, yağmur yağdırılır. Rüzgarlar rastgele değil, Allah'ın emrine göre eserler. Hiçbir olayda tesadüf yoktur. "Tesadüf, ancak cehlimizi örten bir perdedir." (Sözler, s. 632) Bizim tesadüf olarak gördüklerimiz, hakîkatta Allah'ın tasarrufudur. (Yazır, IV, 2802) Mesela, siz evinizde otururken, birden içinize dışarıya çıkıp dolaşma hissi doğsa ve çıktığınızda sokakta, yıllardır görmediğiniz bir dostunuzla karşılaşsanız, bu bir tesadüf, bir rastlantı değil; tevafuktur, ilâhî bir tasarruftur. Bediüzzaman'ın şu tesbiti son derece dikkat çekicidir: "Çok âdî (sıradan) perdeler içinde mühim işaretler verilir, ehli anlar." (Barla Lahikası, s. 313) Trafik işaretlerinden haberi olmayan birisi, polisin el-kol hareketlerine bir anlam veremez. Yoldaki işaretleri sadece seyreder. Fakat bilen birisi, o hareketlerden ve işaretlerden, sözlü birer ifade gibi mana çıkarır, istifade eder. Üstadımızdan tesadüfle ilgili bir ders: "Mesela, benim avucumda nohut, leblebi, üzüm, buğday gibi maddeler bulunsa, ben onları yere atsam, üzüm üzüme, leblebi leblebiye karşı sıralansa hiç şüphe kalır mı ki, elimden çıktıktan sonra, gaybî bir el müdahale edip sıralamasın. İşte, hurufat ve kelimat (harfler ve kelimeler) o maddelerdir, ağzımız o avuçtur. (Barla Lahikası, s. 65) Bu tarz tevafuklar, her şeyde bir kasıt ve iradenin cilvesi bulunduğunu, tesadüf olmadığını gösterir... "Hiçbir şey daire-i ilim ve kudretinden hariç olmadığı gibi, daire-i irade ve meşietinden dahi hariç değildir." (Kastamonu Lahikası, s. 65) Bediüzzaman bazı tefe'üllerini şöyle anlatır: "Bundan otuz sene evvel (I. Dünya Savaşı sonrası)eski Saîd'in ****** kafasına müthiş tokatlar indi. "Elmevtü hak" (ölüm haktır) kaziyyesini düşündü, kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı, bir halaskar taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif, tereddüdde kaldı. Gavs-ı Azam olan Şeyh Geylani'nin (R.A), Fütûhu'l-Gayb namındaki kitabıyla tefe'ül etti. Tef'eülde şu çıktı: "Sen Dâr u'l-Hikmette iken, kalbini tedavî edecek bir doktor ara ." Acibtir ki, o vakit ben Dâru'l-Hikmeti'l-İslâmiye azası idim. Güya, ehl-i İslâm'ın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir. Sonra, İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat kitabını gördüm. Elime aldım. Halis bir tefe'ül ederek açtım. Acaibtendir ki, bütün Mektubat'ında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" lafzı var. O iki mektub, bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektubların başında "Mirza Bediüzzaman'a mektub" diye yazılı olarak gördüm. "Fesübhanallah, dedim, bu bana hitab ediyor." İmam, o mektublarında tavsiye ettiği gibi, çok mektublarında musırrane şunu tavsiye ediyor: "Tevhid-i kıble et!" Yani, birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma! (...)Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menbaı ve şu seyyaralerin güneşi, Kur'an-ı Hakîm'dir. Hakîkî tevhîd-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de, en mukaddes üstad da odur." (Mektubat, s. 355-356) Görüldüğü gibi Bediüzzaman, Abdulkadir-i Geylanî ve İmam-ı Rabbanî'nin kitaplarıyla yaptığı tefe'ülde, haline uygun bir ders almış, hayatının akışına bir yön vermiştir. Bediüzzaman'ın ilk talebelerinden Sıddık Sabri'nin ayağında Bediüzzaman'da olduğu iki parmak bitişiktir. Bediüzzaman, bu talebesine gönderdiği bir mektubunda şöyle der: “Senin cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesini gördüğüm zaman, bir hiss-i kable'l-vuku (önsezi) ile kalbime geldi: Bu zat, mühim bir vakitte bana çok ehemmiyetli bir kardeşlik edecek. Ve muvaffak oldun, yaptın.” (Kastamonu Lahikası, s. 30) İnanç ve itikad bakımından Allahın ilmini, iradesini ve kudretini reddeden materyalistlerin saplandığı tesadüf kelimesi tamamen inkara ve küfre götürdüğünden üstadımız bu konu üzerinde şiddetle durup ikaz ediyor. Fakat miraç risalesinde olduğu gibi “gözüne ve kulağına tesadüf eden” ve buna mümasil ifadeler aynı manaya gelmez. Buradaki tesadüf, Resulüllah (S.A.V) miraç merdiveniyle alemi gezerken kendi iradesinin dışında kendisinin kontrolü olmadan gözünün gördüğü kulağının işittiği kevni delil ve burhanlar için kullanılmıştır “Ben de kader-i İlahînin sevkiyle pek acib bir yola girmiştim. Ve pek çok belalara ve düşmanlara tesadüf ettim”. “Enes'e ferman etti ki: "Filân, filânı çağır. Hem kime tesadüf etsen davet et." Enes de kime rast geldiyse çağırdı.” ifadelerinde de esadüf bu manada kullanılmıştır. Aşağıda risalelerde geçen tesadüfle alakalı bazı cümleler yer almaktadır: “Tesadüf onun işine karışamaz." (S: 197) "Zelzele gibi vakıalar olan şu hâdisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller." (S: 170) “Hangi tesadüf bu işlere karışabilir?" (S: 673) “Tesadüf ise, cehlimizi örten gizli bir hikmet-i İlahiyenin perdesidir" “Demek tesadüf yok, hâdisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir." (M: 349) “Fakat rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-ı zâhiriyede, ehl-i gafletin nazarında hikmeti ve sebebi bilinmeyen işlerde, tesadüf namını vermişler." (M: 379) “Karışık tesadüf karışamaz." (Ş: 45) “Evet fennî bir nazarla dikkat edilirse anlaşılır ki, o zerrenin hareketi, körükörüne, tesadüf eseri değildir." (İ: 57) “Âlemde tesadüf yoktur." (Ms: 243) “Bu tevafuk kat’iyen tesadüf değil." (B: 255 “Birincisi: Her şeyde -ne kadar cüz’î de olsa- bir kasd ve iradenin cilvesi bulunmasıdır; tesadüf, hakikî olarak olmamasıdır." (K: 65) En cüz’î işlerimiz de tesadüf değil, kasdî tevafuktur." (K: 221) “Gözümüzle bu latif tevafuktaki şirin inayet-i İlahiyenin cüz’î cilvelerini gördük ve anladık ki, kör tesadüf işimize karışmıyor." (K: 222) “Bu kadar kesret ve vüs’atle tesadüf olamaz." (STİ: 5) “Bu işler tesadüfî olamaz." (S: 35) “Demek ki, şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir." (S: 250) Doç. Dr. Şadi Eren -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
Allah’ın ilk olarak yarattığı şey nedir? Cenâb-ı Hak, insanlığın babası Hz. Âdem'i yaratmıştı. Başını kaldırıp bakan Âdem (a.s. ), Arş-ı A'lâda muazzam bir nur ile bir isim yazılı gördü: "Ahmed." Merak edip sordu: "Ya Rabbi, bu nur nedir?" Allah Teâla buyurdu: "Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nûrudur ki, onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed'dir. Eğer, o olmasaydı, seni yaratmazdım!" 1 İmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlar sene sonra gelen o nûrun sahibi de, bütün açıklığıyla ifade buyurmuşlardır. Bir gün Ashabdan Abdullah bin Câbir (r.a.), "Yâ Resûlallah," dedi, "bana, Allah'ın herşeyden evvel yarattığı şey nedir, söyler misin?" Şu cevabı verdiler: "Herşeyden evvel senin Peygamberinin nûrunu, kendi nurundan yarattı. Nur, Allah'ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O zaman ne Levh-i Mahfuz, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ, ne arz, ne güneş, ne ay, ne insan ve ne de cin vardı." 2 Semâyı bütün haşmetiyle aydınlatan nûr, sonra ilk olarak Hz. Âdem'in alnında parladı. Sonra peygamberlerden peygambere geçerek İbrâhim'e (a.s.) kadar geldi. Ondan da oğlu Hz. İsmâil'e intikal etti… 1. Kastalanî, Mevahibü'l-Ledünniye: 1/6. 2. Kastalanî, Mevahibü'l-Ledünniye:1/7 Salih Suruç -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
Sünnet nedir? Sünnetin sözlük anlamı, “yol, gidiş, tabiat, prensip, kanun” demektir. Terim anlamı ise, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) söz ve fiillerinin ve takrirlerinin tümü mânâsına gelir. Takrir, bir konuda sükût etmekle o işi reddetmemek demektir. Hadis-i Şerifler, âyetleri açıklarlar. Âyetlerde kısa ve öz olarak beyan edilen İlâhî maksatları izah ederler. Kuranda yer almayan bir konuda ise hüküm ortaya koyarlar. “Namaz kılın!” emri öz hâlindedir; ayrıntısı ise hadislere bırakılmıştır. Namazların rekat sayıları, kılınma biçimleri âyette ayrıntıları ile verilmiş değildir. O halde, sünnet olmasaydı, “Namaz kılın!” emri nasıl yerine getirilecekti? “Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın.” Hadis-i Şerif. Aynı şekilde, “Zekât verin!” emrinin de tafsilatı ve teferruatı hadis-i şeriflerle sabit olmuştur. Nur Müellifi Bediüzzaman, hadis-i şerifler için “Kuranın birinci tefsiri” ifadesini kullanır. Allah Resulünün (a.s.m.), Kuran âyetleri hakkında yaptığı açıklamalar “ilk tefsir” olduğu gibi, sorulan fıkhî sorulara verdiği cevaplar da ilk fetvalardır. Keza, yaptığı içtihatlar da ilk içtihatlardır. Allah Resulü (a.s.m.) ümmetine her hususta rehber olduğu gibi bu noktada da öncülük etmiştir. “İşittikleri haberi, Peygambere veya yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından hüküm çıkarmaya gücü yetenler, onun ne olduğunu bilirlerdi.” (Nisa Sûresi, 83) Her maksada farklı yoldan gidilir. Zengin olmanın yoluyla, alim olmanın yolu birbirinden ayrıdır. Birincisinde, ekonominin kendine has kurallarına harfiyen uyulacak ve bu sahada muvaffak olmuş kimseler taklit edilecektir. İkincisinde ise, ilim sahasında söz sahibi zatlara talebe olunacaktır. İlâhî hakikatlere ermek de, ancak, bu sahanın yetkili ve vazifelisi olan zatların izinden gitmekle mümkün olabilir. “Hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir.” (Lemalar) Sünnete tâbi olmayı Allah sevgisinin şartı olarak takdim eden bir âyet-i kerime: “De ki, Allahı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan ve esirgeyendir.” ( Al-i İmran Sûresi, 31) Resulûllah Efendimiz (a.s.m.), Allahın sevdiği ve razı olduğu örnek insandır. Ona uymayan kimsenin Allah sevgisi, sözde kalmaya mahkûmdur. Hakikat bu iken, sadece âyetle amel etme vehmine kapılarak sünnetten yüz çevirmek, Allahın sevdiği zata benzemeyi terk etmek demektir. Bir insan, Kuran-ı Kerimi hadislerin ışığında değil de kendi fikriyle yorumlamaya kalkışırsa, ortaya çıkacak yol Allah Resulünün (a.s.m.) değil, o adamın şahsî yolu olacaktır. Bu yolun ise nereye çıkacağı bellidir. Kuranı anlamaktan maksat onu yaşamak ve yaşatmaktır. Bu noktada, en büyük rehber Allahın Resulüdür (a.s.m.). Bu gerçeği bizzat Kuran âyetlerinden okuyalım: “Peygamber size neyi verdiyse onu alın, Ve size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allahtan korkun, çünkü Allahın azabı çetindir.” ( Haşir Sûresi , 7) “O, kendiliğinden konuşmaz. Onun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir.” (Necm Sûresi, 3-4) “Kim Resule itaat ederse, Allaha itaat etmiş olur.” (Nisa Sûresi,80 ) İttiba-ı sünnet denilince, Allah Resulünün (a.s.m.) izinden gitmeyi ve böylece her konuda istikamet üzere olmayı anlıyoruz. Şimdi, kendi nefsimize şu soruyu soralım: Bir mümin, asr-ı saadete kavuşsaydı ne yapacaktı? Elbette ki, Allah Resulünü (asm.) her hususta adım adım takip edecekti. Öyle değil mi? İşte bugün, Onun (asm.) sünnetlerine harfiyen uymak da aynı mânâyı taşır. Nur Külliyatında, sünnetler üç ana guruba ayrılır: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, efali, ahvalidir.” ( Lemalar) Demek oluyor ki, Resulullah Efendimizin (a.s.m.) o mukaddes sünnetleri, “mübarek lisanından dökülen nurlu cümleler” “icra ettiği işler” ve “hâliyle insanlık âlemine sergilediği örnek ahlâk”tan oluşuyor. Bir Müslüman, O Nebiler Nebisini (a.s.m.) taklit etmeğe, farzlardan başlar. Allahın emirleri farz olmakla birlikte, Allah Resulünün (a.s.m.) onları işlemesi cihetiyle, aynı zamanda sünnettirler. Yani, Allahın emirlerine harfiyen uyan ve yasaklarından hassasiyetle kaçınan bir mümin, sünnetin farz kısmını yerine getirmiş olur. Farzları yerine getiren bir mümin, manevî terakkisini nafile ibadetlerle sürdürür. Nafile denilince, farz ve vacip dışında kalan ibadetler anlaşılır. Namazların sünnetleri nafile ibadet gurubuna girdiği gibi, kuşluk namazı, tahiyye-i mescit namazı, gece namazı gibi nice nafile ibadetler de vardır. “Âdât-ı hasene” ise, Allah Resulünün (a.s.m.) yeme, içme, oturma gibi beşerî fiilleridir. Bunların her biri, insanlar için güzel birer örnektir. Bir mümin, adet olarak her gün icra ettiği bu gibi işleri, Allah Resülünün (a.s.m.) yaptığı şekilde yapmaya çalışırsa, ayrı bir feyiz kaynağı daha bulmuş ve dünya işlerinde bile huzuru yakalama imkânına kavuşmuş olur. “Sünnet-i Seniyyeye ittibaı kendine adet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevapdar yapabilir.” ( Lemalar) Ahval grubuna giren sünnetlere gelince, bunlar “takvadan, muhabbetten, güzel ahlâkın bütün şubelerinden, insanî seciyelerin en üstünlerinden ve beşerî karakterlerin en sağlamlarından” örülmüş ve dokunmuş muhteşem bir tablo teşkil ederler. Kalbin Allah sevgisi ve Allah korkusuyla dolu olması da hâl grubuna giren sünnetlerdendir. “İçinizde Allahı en çok seven benim. Ve Ondan en fazla da ben korkarım.” Hadis- Şerif Prof.Dr. Alaaddin Başar -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
Temizlik niçin imandan sayılmıştır? Cenâb-ı Hak, kâinata büyük bir temizlik kanunu koymuş ve bütün mahlûkatın bu kanuna itâat etmelerini emretmiştir. Çevremize şöyle bir göz gezdirdiğimiz zaman, atomlardan güneşlere, zerrelerden yıldızlara kadar bütün varlıklarda, bu temizlik kanununun hükmettiğini görürüz. Kandaki alyuvarlar, vücuda giren zararlı mikrop ve maddeleri yok ederek bu emre uyarken, her zaman içimize alıp verdiğimiz nefes de kanı temizleyerek aynı kanuna tâbi olduğunu gösterir. Göz kapakları, gözleri siler. Sinekler, kanatlarını süpürüp temizlemekle o emri dinledikleri gibi, gökyüzündeki koca bulut ve hava da dinler. Hava, yeryüzüne konan toz topraktan ibaret süprüntülere üfler, temizler. Bulut, ıslak bir sünger gibi zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra kendisi de (âdeta) gökyüzünü kirletmemek için süprüntülerini toplayıp intizam içinde çekilir, gider. Göğün güzel yüzünü ve gözünü silinmiş, süprülmüş parıl parıl parlar halde bırakır. Bütün bunlar, Allah'ın kâinata koyduğu temizlik kanununun ne derece intizam içinde işlediğinin örnekleridir. Kâinattaki bu umumî temizlik hakikatı, Cenâb-ı Hakk'ın KUDDÛS isminin bir cilvesidir. Atomlardan yıldızlara kadar bütün varlıklar, Allah'ın, Kuddûs ismine dayanan kâinattaki bu muazzam temizlik kanununa itâat edip temizliklerine son derece dikkat ederlerken, elbette insanın bu umumî kanundan, İlâhî âdetten uzak kalması düşünülemez. Nitekim Cenâb-ı Hak, kâinata koyduğu temizlik emrine, mahlûkatın en eşrefi ve en mükerremi olan insanı da muhatap kılmış, onu maddî ve mânevî temizlikle mükellef tutmuştur. Canlı - cansız bütün varlıkların boyun eğdiği böyle ulvî bir kanuna, insanın lâkayd kalması, yerler ve gökler Rabbinin emrine karşı gelmesi; elbette büyük bir gaflet ve isyandır. Hem Allah'ın, hem de mahlûkatın hukukuna karşı işlenmiş büyük bir zulümdür. İşte temizlik hakikatı Kuddûs ismi gibi İsm-i A'zamdan sayılan bir isme istinad ettiği içindir ki, hadîs-i şerîfte temizlik îmanın nûrundan ve kemâlinden sayılmıştır. Âyetlerde de maddî ve mânevî temizlikler, Allah'ın sevgisini ve rızasını kazanmağa vesile gösterilmiştir. Mehmet Dikmen -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
Allah niçin kullarını bir yaratmadı? Kimini kör, kimisini topal olarak yarattı? Bu soruya iki şekilde cevap vermek mümkündür: 1- Allah mülk sahibidir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Kimse Ona karışamaz ve Onun îcâdına müdâhale edemez. Senin zerratını yaratan, terkibini düzenleyip insanî hüviyeti bahşeden Allahtır (c.c). Sen bunları sana lûtfeden Allaha daha evvel bir şey vermemişsin ki, Onun karşısında bir hak iddia edebilesin.. Eğer sen, sana verilenler mukâbilinde Allaha bir şey vermiş olsaydın, "Bir göz değil iki göz ver, bir el değil iki el ver!" gibi iddialarda bulunmaya; "Niye iki tane değil de bir ayak verdin?" diye itiraz etmeye belki hakkın olurdu. Halbuki sen Allaha (c.c) bir şey vermemişsin ki -Hâşâ ve Kellâ Ona adaletsizlik isnadında bulunasın. Haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin Ona karşı ne hakkın var ki yerine getirilmedi de haksızlık irtikap edildi!.. Allah-u Teâlâ hazretleri seni yokluktan çıkarıp var etmiş: hem de insan olarak... Dikkat etsen; senden çok daha aşağı yaratılan birçok mahlûkat var ki, pekâlâ onlara bakıp nelere mazhar olduğunu düşünebilirsin. 2- Cenâb-ı Allah, bazen insanın ayağını alır; onun karşılığında ahirette pek çok şey verir. Ayağını almakla o kimseye aczini, zaafını, fakrını hissettirir. Kalbini kendisine çevirtip, o insanın duygularına inkişaf verirse, çok az bir şey almakla, pek çok şeyler vermiş olur. Demek ki zâhiren olmasa bile, hakikatte bu ona, Allahın lûtfunun ifâdesidir. Tıpkı şehit edip cenneti vermesi gibi... Bir insan, muharebede şehit olur. Bu şehâdetle mahkeme-i Kübrâ ve Allahın huzurunda, sıddîklerın, sâlihlerin gıpta edeceği bir makama yükselir. Onu gören başkaları "Keşke Allah bize de harp meydanında şehâdet nasip etseydi" derler. Binâenaleyh, böyle bir insan parça parça da olsa çok şey kaybetmiş sayılmaz. Belki aldığı şey ona nispeten çok daha büyüktür. Çok nâdir olarak, bazı kimseler, bu mevzûda küskünlük, kırgınlık, bedbinlik ve aşağılık duygusu ile inhiraf etseler bile, pek çok kimselerde bu kabil eksiklikler, daha fazla, Allaha teveccühe vesile olmuştur. Bu itibarla haşarât-ı muzırra nevinden bir kısım kimselerin, bu meseledeki kayıplarının serrişte edilmesi yerinde değildir. Bu mevzûda esas olan, ebede namzet insanların ruhlarında o âleme âit iştiyâkı uyarmaktır. "Her işte hikmeti vardır, Abes fiil işlemez Allah. . " Erzurumlu İ. Hakkı Hazretleri M. Fethullah Gülen -
İslami Nitelikli Yazılar
Muallim-i Âli şurada cevap verdi: Muallim-i Âli başlık Dini Konular - Din - Dinler
Tebliğde Uslubumuz Nasıl Olmalı Hz. Peygamber’in (s.a.s) Tebliğinde Göze Çarpan Hususlar Kâinatın Efendisi, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesiyle mü'minler için en mükemmel örnek (Ahzab, 33/21) olduğundan; O'nun İslâm'ı tebliğ usûl ve şekilleri biz mü'minler için de baş vurulacak yegâne kaynaktır. Zira Allah Resûlü (s.a.s.) İslâm'ı tebliğ ederken, "Şeriat-ı Tekviniye" dediğimiz, kâinatın akışı içerisinde cereyan eden genel prensiplere göre davranmış ve daha sonraları karşılaşabilecekleri her türlü durumda ümmeti için bir model ortaya koymuştur. O isteseydi, Rabbisine yalvarır ve istediği dünyalığı elde edebilirdi; isteseydi ve hikmet-i İlâhiyeye uygun düşseydi, belki de bütün müşrikler helâk olur veya İslâm'a girebilirlerdi. Ama bütün bunlar mûcize kabilinden gerçekleşeceği için, O bir örnek, takip edilecek bir model olamazdı. Allah Resûlü'nün (s.a.s.) her konuda örnek olması sebebiyle, tarihin seyri içerisinde O'nun gönül verdiği dâvâ uğrunda "kandan-irinden deryaları geçip gitmeye azimli ve kararlı; varıp hedefine ulaştığında da her şeyi Sahibine verecek kadar olgun ve Yüce Yaratıcı'ya karşı edepli ve saygılı gönül erleri" yetişmiştir. Hz. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) insanları İslâm'ı davet misyonunu ele aldığımızda, onda, daha pek çok ve önemli hususiyetin yanı sıra, şu prensiplerin de birer esas olduğunu söyleyebiliriz: 1. Sabır, 2. Yumuşak Davranma ve Hoşgörü, 3. Tedrîcilik, 4. Neticeleri Allah'tan bilme, 5. İç derinliği, 6. Tevazu, 7. Muhasebe. 1. Sabır Kâinatta en büyük belâ ve musibete hep peygamberler dûçâr olmuşlardır. Fakat bütün bu belâ ve musibetlere karşı en büyük sabrı da yine onlar göstermişlerdir. Hz. Nûh'un, Hz. Lût'un, Hz. Musa'nn, Hz. İsa'nın, Hz. Yahya'nın ve Kâinatın Efendisi'nin (s.a.s.) başına gelenler, az çok bütün mü'minlerin malûmudur. Fakat bütün bu belâ ve musibetler onları dâvâlarını anlatmaktan alıkoyamamış, aksine onlar sabır ve sebatla Allah'ı ve O'nun emirlerini tebliğde berdevam olmuşlardır. İşte peygamberlere ait bu umumî gaye ve vazife Kur'ân'da şöyle dile getirilir: "Onlar öyle seçkin kimselerdir ki, Allah'ın buyruklarını tebliğ ederler, O'nu sayıp, O'ndan çekinir ve O'ndan başka kimseden çekinmezler. Hesaba çeken olarak Allah yeter." (Ahzab, 33/39) Bu hususta Peygamber Efendimiz'e de Cenab-ı Hak, tebliğle alâkalı olarak şöyle buyurur: "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz." (Mâide, 5/67) "Allah Resûlü'nün, bu ulvî vazifeyi yüklendikten sonraki bütün hayatı dini tebliğle geçti. O kapı kapı dolaşıyor ve mesajını kendilerine tebliğde bulunabileceği âşina sima ve gönüller arıyordu. "Karşı cephenin infiâli evvelâ ilgisizlik ve boykot şeklinde oldu. Daha sonra istihza ve alayla devam etti. Son sahada ise işkencenin her çeşidiyle sürüp gitti. Geçeceği yollara dikenler serpiliyor, namaz kılarken başına işkembe konuyor ve kendisine her türlü hakaret reva görülüyordu. Ne var ki, Allah Resûlü bunların hiçbiriyle yılmadı ve usanmadı. Çünkü O'nun dünyaya geliş gayesi buydu. Can alıcı hasımları dahil herkese defaetle uğradı. Ve ilâhî mesajı sundu. Evet, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi din ve iman düşmanlarına bile kim bilir kaç defa gitti, hak ve hakikati anlattı..! O panayırları dolaşıyor, bir kişinin hidâyetine vesile olabilmek için çadır çadır geziyor; gittiği her kapı yüzüne kapanıyor; fakat O bir başka sefer yine aynı kapıya varıyor, aynı şeyleri tekrar ediyordu.. "O, Mekke daha fazla ümit vermeyince Taif'e gitti.. Taif mesîrelik bir yerdir. Rahat ve rehavetin şımarttığı Taifliler, Mekkelilerden daha baskın çıktı. Bütün sefîh ve ayak takımı toplanıp Resûl-i Ekrem'i; evet O, meleklerin dahi yüzüne bakmaya kıyamadığı güneşler güneşini taşlayarak Taif'ten kovdular. Allah Resûlü'nün yanında, evlâdım deyip bağrına bastığı Zeyd b. Hârise vardı. Zeyd, gelen taşlara vücudunu siper ederek, Efendiler Efendisini korumaya çalıştı ama, yine de mübarek vücuduna isabet eden taşlar her yanını kanlar içinde bıraktı. "Bu müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica etmişlerdi ki, birdenbire Cibrîl-i Emin beliriverdi. Ve eğer izin verilirse, çevredeki bir dağı, bu azgın insanların başına geçirebileceğini teklif etti. Allah Resûlü çok rencide olduğu bu dakikalarda bile, böyle bir teklife "hayır” diyordu. Evet O, çok ileride bile olsa, eğer bunlardan bazıları imana uyanacaksa, onlara gelebilecek belâlara karşı "hayır!" diyordu... Ve, sonra ellerini açıp Rabb'ine niyazda bulundu: Allah'ım, güçsüzlüğümü, za'fımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin. Benim de Rabbimsin.. Beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi, yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza, daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahut hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve âhiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım. İlâhî, Sen razı olasıya kadar Senin affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Senin elindedir. "O böyle duâ ederken, yanlarına sessizce biri yaklaşır; bir tabağa koyduğu üzüm salkımını Allah Resûlü'nün önüne uzatır ve "Buyurun, bundan yiyin." ricasında bulunur. İki Cihan Serveri elini tabağa uzatırken, Allah'ın adıyla mânâsına "Bismillâh" der. Üzümü ikram eden Addas ismindeki köle için bu, beklenmedik bir hâdisedir. Hayretle sorar: "Sen kimsin?" Allah Resûlü cevap verir: "Son Peygamber ve son Resûlüm!" Addas üzerine abanır ve öpmeye başlar.. senelerce gökte aradığını şimdi yerde, hem de hiç beklemediği bir anda karşısında bulmuştur.. ve iman eder (İbn Hişam, Sire, 2:60-63; İbn Kesir, el-Bidaye, 3:166; nakl: M. Fethullah Gülen, Sonsuz Nur 1997, 1: 70-73). Günümüzde de İslâm'ı tebliğ ederken karşılaşacağımız zorluklara karşı en birinci sığınağımız yine sabır olmalıdır. Kur'ân-ı Kerim'de seksenden fazla yerde sabır zikredilerek, mü'minlerin ona ittibaları emredilir. "Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namazı vesile kılarak Allah'tan yardım dileyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153) âyeti bunlardan sadece biridir. Bizler birer mü'min olarak sabrı hayatımızda üç kategoride tatbik edebiliriz: a) Belâ ve musibetlere karşı sabır. Bu, insanı sabredenler ve tevekkül edenler arasına katar. Günahlardan kaçınmada sabır. Bununla insana takvaya erer, müttakîlerden olur. c) Allah'a ibadet ve itaatte sabır. Bu sabır da, insanın Allah'ın sevdikleri arasında girmesine sebeptir. (Bediüzzaman, Sözler, 353) a) Belâ ve musibetlere karşı sabretmek, öfkeyi terk etmek, istenmeyen elem verici durumlarla karşılaştığında müşteki olmamaktır. Günahlardan kaçınmada sabır ise, kötülükleri bırakmak, isyandan kaçınmak ve bu hususlarda sebat etmekle olur. Bu da, daimî bir iman ve güçlü bir azmi gerektirir. Çünkü günah, imanı zayıflatır, bulandırır, nurunu ve parlaklığını giderir. c) Allah'a ibadet ve itaatte sabır, ibadette devam edip, ihlâslı olmak ve İslâmî ölçülere uygun hareket etmektir. (A. Zeydan, İslâm Davetçisinin Esasları, 2:69). Fethullah Gülen Hocafendi, bu sabır çeşitlerine şunları da ilâve eder: Dünyanın cazibedar güzelikleri karşısında yol-yön değiştirmeden Kur’ânî çizgiyi koruma adına sabır. Zaman ve vakit isteyen işlerde zamanın çıldırtıcılığına sabır. Emre bağlılıktaki inceliği kavrayarak “ircî” fermânına kadar vuslat iştiyakına karşı sabır. Müslüman, Allah'a itaat edip O'nun rızasını kazanmak için sabreder. Bu çeşit sabır, Allah'ın muhabbet ve rızasına vesiledir. Böyle bir sabırda ihlâs esastır. İhlâs, yapılan işin sadece ve sadece Allah rızas için yapılmasıdır (Bediüzzaman, Lem'alar, 21.Lem'a). İnsan, harama karşı da aynı sabırla mukabele etmelidir. Günaha ilk toslandığında gösterilecek mukavemet ondan gelecek kötü şerareleri kırar, insan da o oku böylece atlatmış olur. Onun içindir ki Efendimiz, Hz. Ali'ye "İlk bakış lehine gerisi aleyhinedir." buyurmuştur. Yani insann gözü günaha kayabilir. Ama o hemen gözünü kapar, yüzünü çevirirse, bu onun için günah olarak yazılmaz. Hatta harama bakmadığı için kendisine sevap bile yazılabilir. Bunun gibi, insan her zaman bir çeşit şekilde günaha düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. O, günaha girmeme konusunda direnç gösterdikçe, takvaya ve takvada daha üst derecelere ulaşır. İmtihan, hayatta Allah'ın kulları için bir sünnetidir. Allah (c.c.), insanların istidat ve kabiliyetlerini ortaya çıkarmak için onları imtihan eder. Böyle bir imtihanla insanlara bahşedilen irade ve tercih kabiliyetinin ne yönde kullanıldığı tebeyün eder. Allah kullarından dilediğini, dilediği zamanda ve dilediği şekilde imtihan eder. Kişi, en yakınlarıyla bile imtihan olabilir. Onun için insan, düşmanlarıyla olduğu gibi dostlarıyla da imtihan olunabileceğini düşünmeli ve Hakk'ın elinde bir imtihan unsuru olarak kullanılan dostlarına karşı mürüvvetli olmalıdır. 2. Yumuşak Davranma ve Hoşgörü Hoşgörü ve hilim (yumuşak huyluluk), Efendimiz'in İslâm'ı tebliğinde en mühim köşe taşlarından birisidir. İnsanlara mülâyemetle yaklaşarak dâvâsını anlatan Peygamber Efendimiz'e, yaptığı işin doğruluk ve mükemmelliğini tebcil mânâsına Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O vakit, Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duada bulun! (Umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven! Çünkü Allah, kendisine tevekkül edenleri sever."" (Âl-i İmran, 3/159) Hilm, Allah Resûlü'ne verilmiş ayrı bir altın anahtar durumundadır. O, bu anahtarla pek çok gönlü açmış ve onlara taht kurmuştur. Eğer O'nun bu hilmi olmasaydı, pek çok hazımsız gönül bir kısım sertliklerle karşılaşacak ve şimdi olduğunun aksine, kimileri İslâm'a cephe alacak, kimileri de belki bir hisle O'ndan uzaklaşacaktı. Ancak Allah Resûlü'nün hilmiyle ki, bütün bunların önü alındı ve koşan koşana herkes gelip İslâmiyet'e dehalet etti. Âyetten de anlaşıldığı üzere hilm, rahmetten gelir. Eğer Allah Resûlü, kaba ve haşin olsaydı -ki, asla değildi- etrafında bulunanların hepsi dağılıp gidecekti. Cenâb-ı Hakk'ın engin rahmetidir ki, O'nu yumuşak huylu kıldı. Yani O'nun mayesini öyle mükemmel ve mâhiyetini de öyle halîm kıldı ki, O'na dokunan eller dahi hiçbir zaman incinmedi ve diken bekledikleri anlarda gül buldular (Gülen 1997, 1:398). Burada merhametle ilgili birkaç hadis-i şerif zikretmeyi faydalı buluyorum. Allah Resûlü (s.a.s.), şöyle buyuruyor: İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez. (Buhâri, "Tevhid", 2; Müslim, "Fezâil," 66) Yerdekilere merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet etsin. (Hâkim, el-Müstedrek, 4:277) Merhamet etmeyene merhamet edilmez. (Buhâri, "Edeb," 18; Müslim, "Fezâil", 65) Hz. Peygamber (s.a.s.), kendisinin dişini kıranlara, başını yaranlara karşı bile hep müsamahalı davranmıştır. Mekke'nin fethinden sonra durumlarının ne olacağını merakla bekleyen Mekkelilere, kendisini yurdundan yuvasından mahzun ve yaşlı gözlerle çıkarmış olmalarına bakmaksızın, "Gidiniz, hepiniz serbestsiniz." buyurmuştur. Ebû Süfyan'ı affetmiş ve Müslüman olması için gönlünü yumuşatmıştır. Ciğerinin parçası olan amcasının katili Vahşi'yi ve Ebû Cehil'in oğlu İkrime'yi de affetmiştir. Daha bunlar gibi nicelerini affederek bağrına basmış, işledikleri daha nice kötülüklerden dolayı onları muaheze etmemiştir. İnsanların kusurlarını yüzlerine vurmamış, yaptıkları hatalardan dolayı onları suçlayarak toplum nazarında hor-hakir görüp küçük düşürmek yerine, doğru ve güzellikleri öncelikle kendi hayatında yaşayarak insanlara örnek olmuştur. Bazen O'nun karşısına çıkıp kaba-saba hareket eden ve hakarette bulunan insanlar olurdu. O, parmağını indirip kaldırsaydı yüz kılıç birden o adamın kellesi üzerinde iner kalkardı. Ancak, bu kaba-saba hareketleri hep mülâyemetle karşılamış ve bütün bu hareketlere hilmle mukabelede bulunmuştur (Gülen, 1997, 1:403). Buhari ve Müslim, Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet ediyorlar: Zü'l-Huveysira adında birisi Resûl-i Ekrem'e (s.a.s.) geldi. Allah Resûlü, o esnada ganimet malları taksiminde bulunuyordu. Efendimiz'e hitaben küstahça şöyle dedi: "Ya Muhammed, adaletli ol!." (Bu söz bizden birisine söylenmiş olsaydı, zannediyorum ciddî bir sarsıntı geçirirdik. Oysa ki biz, hakikaten adaletsizlik de etmiş olabiliriz. Fakat kendisine bu söz söylenen Zât, dünyaya adaleti getirmeye memur edilmiş bir peygamberdi.) O sırada orada bulunan Hz. Ömer, bu saygısızca hitap karşısında birden kükrer ve: "Bırak beni şu münafığın başını alıvereyim, yâ Resûlellah!" der. Allah Resûlü (s.a.s.), Hz. Ömer'i ve onun gibi düşünenleri teskin ettikten sonra bu adama döner ve sadece şunu söyler: "Yazık sana! Eğer ben de âdil olmazsam, başka kim âdil olabilir ki? (Buhari, "Edep", 95; Müslim, "Zekât", 142) Efendimiz'in bu mukabelesi, başka rivâyetlerde şu mânâya da gelebilecek şekildedir ki, bu da, onun nasıl bir muhasebe duygusuna sahip bulunduğunu gösterir: "Ben adalet etmezsem vah bana, ben mahvoldum demektir. Benim adaletsizliğimden dolayı vah sana, çünkü sen, peygamber olarak benim arkamdan geliyorsun!" (Gülen, 1997, 1:405-406) Müsamaha ve hoşgörüyle alâkalı şu düsturlar da yol gösterici mahiyettedir: Aç herkese açabildiğin kadar sîneni, ummanlar gibi olsun! İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alâka duymadığın ve el uzatmadığın bir mahzun gönül..! İyileri iyilikleriyle alkışla; inanmış gönüllere karşı mürüvvetli ol; inançsızlara öyle yumuşak yanaş ki, kinleri, nefretleri eriyip gitsin ve sen, soluklarında daima Mesih ol..! Kötülükleri iyilikle sav; görgüsüzce muamelelere aldırış etme! Herkes, davranışlarıyla kendi karakterini aksettirir. Sen, müsamaha yolunu seç ve töre bilmezlere karşı âlicenap ol..! Sevgiyi sevip düşmanlığa düşman olmak, inançla coşan bir kalbin en mümeyyiz vasfıdır. Herkesten nefret ise, ya gönlü şeytana kaptırmışlık veya bir cinnet eseridir. Sen, insanı sev; insanlığa hayran ol..! (Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 101) 3. Tedricilik Kâinatta cereyan eden genel hâdiselere baktığımız zaman bir tedricilik görürüz. İşte bu tedricilik, İslâm'ın tebliğinde de en önemli noktalardan birisidir. Efendimiz'in (s.a.s) İslâm'ı tedricen ve merhale merhale tebliğ ettiğini ve Kur’ân-ı Kerim'in de tedricen 23 yılda inzâl buyurulduğunu biliyoruz. Hicretle iki döneme bölünen bu 23 yılın, bilindiği gibi ilk devresi Mekke dönemi, ikinci devresi ise Medine dönemi olarak anılır. Mekke döneminde de bazı dönemlerden bahsetmek mümkünse de, bunları, davetin henüz gizli yapıldığı ve açığa çıktığı iki dönem hâlinde ele almak mümkündür. Mekke'deki davet ve şekli konusunda şu âyet hayli mânidardır: "Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle davet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et. Rabbin, elbette, yolundan sapanları en iyi bildiği gibi kimlerin doğru yola geleceğini de pek iyi bilir." (Nahl, 16/125) Mekke döneminde nâzil olan âyetler, genel itibariyle, imanî esasları, ahlâkî prensipleri, davranış kriterlerini ve öğütleri muhtevidir. Medine dönemi ise, bir yandan İslâm hukuk sisteminin vaz’ edilip oturduğu, diğer yandan kul ile Allah arasındaki engellerin bütünüyle ortadan kaldırılmaya çalışıldığı bir dönem olmuştur. (Bûtî, S. Ramazan, Fıkhu's-Sîre s. 95). Kâinatın Efendisi (s.a.s.), bütün bu merhalelerde her döneme uygun bir şekilde tebliğde bulunmuş ve tabir caizse 10 kg. taşıma kapasitesi olan birisine 40 kg yük tahmil ederek o kişinin çatlamasına veya sakatlanmasına sebebiyet vermemiştir. Herkese durumuna göre muamelede bulunmuş ve insanların İslâm'a ısınmasına, kalblerine imanın girmesine zemin hazırlamıştır. Allah Resûlü'nün bu düsturu da Kıyamet'e kadar mü'minlere örnek olacak baş düsturlardandır. 1900'lü yılların başında Japonya'yı ziyaret eden ünlü Seyyah Abdürreşid İbrahim, başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatıyor: "Benim İslâm'ı anlatmamla Müslüman olan bir Japon'a önce namazların sadece farzlarından bahsettim, O da, o şekilde kılmaya başladı. Fakat bir gün benim sünnetleri kıldığımı görünce bana dedi ki, bu kıldığın nedir? Ben de Peygamber Efendimiz'in sünneti olduğunu söyledim. 'Pekiyi, bunları bana daha önce neden söylemedin?' diye sordu. Ben de, 'İlk Müslüman olduğunda bunları sana söyleseydim, o zaman nefsine ağır gelebilirdi' cevabını verdim. 'Haklısın' dedi ve o günden sonra namazların sünnetlerini de eda etmeye başladı (Abdürreşid İbrahim, Japonya'da İslâmiyet, 1:156). 4. Neticeleri Sadece Allah'tan Bilme Efendimiz (s.a.s.), esbap dairesinde yapılması gereken her şeyi yapar ve gerisini Cenab-ı Hakk'a bırakırdı. Cenab-ı Hakk'ın ihsan etmiş olduğu başarılarla böbürlenmez, aksine her iyi neticenin O'ndan geldiğini ve O'nun yardımı olmadan hiçbir şeyin olamayacağını sık sık ifade ederdi. Efendimiz'in (s.a.s.) yolunu takip eden kara sevdalılar da hep başarı ve muvaffakiyeti ondan bilmişler ve kazandıkları zaferlerle, sarhoş olup nâdanlık yapmamışlardır. Mü'min kendi vazifesini yapmalı ve Allah'ın "vazifesi"ne karışmamalıdır. Bu hususla alâkalı dikkatimizi çeken can alıcı bir misal şöyledir: Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin Harezmşah harbe giderken, vezirleri ve komutanları ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın, Cenâb-ı Hak seni galip edecek." Celâleddin Harezmşah, onlara şunu söylemiş: "Ben, Allah'ın emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek O'nun vazifesidir. (Nursî, Lem’alar, 17. Lema) Tabii ki anlayış bu olunca, insanların gurur ve kibire kapılmaları ve her başarıda "ene"lerini devreye sokmaları da söz konusu olmamaktadır. 5. İç Derinliği Hz. Peygamber (s.a.s.), iç derinliği itibariyle de en zirve noktayı tutmuştur. Zira O, zahidlerin en zahidi, âbidlerin en âbidiydi. Allah'tan öyle korkardı ki, âdeta kalbi duracak gibi olurdu. O kadar hassas, o kadar duyarlı idi ki, göz yaşlarının akmadığı ve ürpermediği zaman çok azdı; coşarken âdeta bir derya, dururken de umman gibiydi. İçe doğru derinlik, zühd ve takva ile olur. Bunları hayatında en güzel tatbik eden de Peygamber Efendimiz'dir (s.a.s.). Zühd, dünya ona verilse sevinmeme, bütün dünya elinden gitse üzülmeme hâlidir. Bu hâl, Allah Resûlü'nde doruk noktadadır. Bütün dünya onun olsaydı herhalde bir arpa tanesi bulmuş kadar sevinmezdi. Bütün dünya elinden gitse, bir arpa tanesi kaybetmiş kadar üzülmezdi. O, dünyayı kalben bu şekilde terk etmişti. Ancak bu terk, hiçbir zaman kesben de dünyayı terk etmek değildir. Zira kazanç yollarının en mantıklısını ve en güzelini bize gösteren O'dur. Peygamberimiz (s.a.s.), dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Hz. Ömer (r.a.), bir gün Allah Resûlü'nün huzuruna girdi. Efendimiz, yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına hasır iz yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü'nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Hz. Ömer (r.a.), bu manzara karşısında rikkate geldi ve ağladı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da Ömer (r.a): "Ya Resûlellah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, (kâinat, yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan) Sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun ve o hasır, Senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı." cevabını verir. Bunun üzerine Allah Resûlü, Ömer'e (r.a.) şu karşılıkta bulunur: "İstemez misin ya Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun." (Buharî, "Tefsir", 21) Başka bir rivâyette ise Efendimiz şöyle buyururlar: "Dünya ile benim ne alâkam olabilir? Ben bir yolcu gibiyim, bir ağaç altında gölgelenip, sonra da orayı terkederek yoluna devam eden bir yolcu." (Tirmizî, "Zühd", 44; İbn Mâce, "Zühd", 3) O, dünyaya bir vazifeyle gelmişti. Duygu ve düşüncede insanlara diriliş solukları getirmişti. Vazifesi bittiği zaman da dünyayı terk edecekti. Dünya ile bu kadar alâkasız bir insanın, dünya adına bazı şeylere temayül edeceğine ihtimâl vermek aklın kabul edeceği şeylerden değildir. Evet, O, asla dünyaya meyletmedi ve O, hiçbir zaman inhirafa yelken açmadı... (Gülen 1997, 2:473-474) Evet O, ümmetine tebliğ edeceği hususları öncelikle kendi hayatında yaşayarak temsil ediyor ve her hâliyle ümmetine örnek oluyordu. Aslında, O'nun yaşadığı gibi bir hayat yaşamaya kimse güç yetiremezdi. Ferdî ibadetlerinde, kendine karşı çok disiplinli ve nefsine karşı da çok ciddiydi. Âdeta O'nun bütün hayatı, ibadete göre programlanmış gibiydi.. Tabii ki ibadeti sadece bildiğimiz, namaz, oruç vs. şeklinde sınırlandırmamak lâzım. O, yaptığı her işi ibadet şuuruyla yapıyordu (a.g.e., 2:478) Defalarca, dünya O'na temessül etmiş, kendini kabul ettirmek istemişti de O, her defasında elinin tersiyle onu itmişti. (İbn Hanbel, Müsned, 2:231) İşte asrımızın hizmet erleri de, Efendisini kendisine örnek alarak içe doğru derinleşmeli ve dış fethin yanında iç fethi ihmal etmemelidir. Eğer, insanın nefsi ve arzuları kendi hâline bırakılırsa onun dünyaya bağlılığı ve ilgisi artar. Hatta dünya onun en son emeli ve hayatının gayesi hâline gelir. Hâlbuki, Kur’ân'ın ifadesiyle "Dünya zevki pek azdır, âhiret ise günahlardan sakınanlar için sırf hayırdır ve size kıl kadar olsun haksızlık yapılmaz." (Nisa, 4/71) O hâlde mü'min içe doğru derinleşmeye bakmalı ve âhiret azığı hazırlamada ihmalkâr davranmamalıdır. Davranışlarıyla ruhun emrinde olan talihliler, hep Yaradanın hoşnutluğuna, insanlık ve fazilete doğru gideceklerdir. 6. Tevazu Allah Resûlü'nün mahviyet ve tevazuu da, bir yanda fetanetinin, diğer yanda tebliğinin ayrı bir buudu olarak yıldız gibi parlamaktadır. O, herkes tarafından tanınıp, kabul edildikçe mahviyeti daha da derinleşmiştir. Tevazu ve mahviyet âdeta O'nunla beraber doğmuş gibiydi… Ömrünün sonuna kadar da gelişerek devam etti. Bir gün melek geldi ve sordu: "Kul peygamber mi, melik peygamber mi olmak istersin?" Cibril kulağına fısıldadı: "Rabb'ine karşı mütevazı ol!" Ve, Allah Resûlü cevap verdi: "Bir gün aç yatıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden bir kul peygamber olmak isterim..." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 9:19-20.) O, her zaman kendisini insanlardan bir insan olarak görmüş ve hiçbir zaman kendini onlardan ayrı tutmamıştır. Yine bir gün karşısında titreyen adama baktı ve şöyle buyurdu: "Kardeşim titreme! Ben de senin gibi kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum..." (İbn Mâce, "Et'ime", 30) Evet, birer Müslüman olarak bizler de Efendimiz'i örnek almalıyız. Dünyevî makam ve mevkiler, mal ve mülkler insanı şımartmamalı ve ona kendini unutturmamalıdır. İnsanın üzerine tevdi edilen mükellefiyetin keyfiyeti onu başka bir varlık hâline getirmez. Dolayısıyla da insan, her zaman ve zeminde kendisini insanlardan bir insan olarak kabul etmelidir. Kâinatın Efendisi Mekke'ye muzaffer bir komutan olarak girerken de, oradan çıkmaya zorlandığı andaki tevazu ve mahviyeti devam ediyordu. Başını o kadar eğmişti ki, Arş'a değen o mübarek baş, orada semerin kaşına değecek kadar eğilmişti... Hz. Aişe Validemiz'den rivâyet edilen bir hadis bize şunları anlatır: "Allah Resûlü, evinde herhangi bir insan gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder ve ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu." (Tirmizi, "Şemâil", 78) O, bunları yaptığı sırada, O'nun adı cihanın pek çok yanında anılıyor; herkes O'ndan ve getirdiği dinden bahsediyordu. O, zamanını öyle ayarlamıştı ki, bu kadar mühim sorumlulukları arasında, bu gibi işlere de fırsat bulabiliyordu. O, her güzel hasletin zirvesine taht kurmuştu. Tevazu zillet olmadığı gibi, kibir de vakar değildir. Tevazu ve kibirle alâkalı olarak, Kâinatın Efendisi (s.a.s.), şöyle buyurur: "Allah için bir derece tevazu eden kimseyi Allah Teâlâ da bir derece yükseltir. Tâ ki onu Firdevs Cenneti'nin en yüksek yerine çıkarır. Allah'a karşı bir derece kibir gösteren kimseyi de Allah Teâla alçaltır. Tâ ki onu Cehennem'in en alçak derecesine indirir." (Münziri, et-Tergîb, 4:339) 7. Muhasebe Hayatını sürekli bir muhasebe ve mes'ûliyet duygusu içerisinde yaşayanların en zirve ismi de yine Kâinatın Efendisi'dir. O, kulluğun ne kadar ağır bir yük olduğunu biliyor ve bu bilinçle kendisini her zaman hesap gününe hazırlamanın gayreti içerisinde bulunuyordu. Bu hususla alâkalı olarak da ümmetinin şöyle dikkatini çekiyordu. "Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz." Elbette ki büyük hesap çok çetin olacaktır. O güne kendimizi hazırlamamız lâzımdır. Bu hususla alâkalı olarak Efendimiz'le Hz. Âişe Validemiz arasında geçen bir konuşmayı arz etmek istiyorum. Kâinatın Efendisi (s.a.s.), birgün Hz. Âişe Validemiz'in yanına geldiklerinde onu ağlar bir vaziyette bulunca, "Ya Âişe, seni ağlatan nedir?" diye sorar. Hz. Âişe Validemiz: "Ya Resûlellah, Mahşer Günü'nü düşündüm de, o günün dehşeti beni ağlattı. O günde ehlinizi hatırlar mısınız?" der. Allah Resûlü ise şöyle cevap verir: "Üç yer var ki ya Âişe, kimse kimseyi hatırlamaz. Bunlar, amel defterleri dağıtılırken, ameller tartılırken ve Sırat'tan geçerken." Zira herkes, "acaba amel defterim sağımdan mı verilecek yoksa solumdan mı veya arkamdan mı?" diye merak içerisindedir. Ameller tartılılırken, "acaba sevaplarım mı galip gelecek yoksa günahlarım mı?" diye, Sırat'tan geçip, Cennet'e ve Cemâlullah'a vâsıl olabilecek miyim, yoksa ayağım kayıp Cehennem'in derinliklerine mi düşeceğim?" diye merak içerisinde olacaklardır. İşte bu dehşetli güne hazırlanmayla alâkalı olarak da Efendimiz (s.a.s.), kendi yakınlarının şahsında bütün ümmetinin dikkatlerini şöyle çekmektedir: Ey Abdimenafoğulları! Allah'ın elinde rehin olan nefislerinizi kurtarmaya bakın, zira Ben sizin için bir şey yapamam. Allah Resûlü halkayı biraz daha daraltır ve kendi kabilesine hitaben şöyle devam eder: Ey Haşimoğulları siz de Allah'ın elinde rehin olan nefislerinizi kurtarmaya bakın, zira Ben sizin için de birşey yapamam. Efendimiz (s.a.s.), daireyi biraz daha daraltır ve amcası Abbas, halası Safiyye ve kızı Fâtıma için de aynı şeyleri söyler. Bunlardan anlıyoruz ki, âhirete gitmeden önce âhiret için hazırlık yapmamız lâzım. Zira Cennet ve Cemâlullah, Cennet'te değil dünyada kazanılır. Efendimiz'in mübarek beyanlan içerisinde "Dünya âhiretin tarlasıdır." (Aliyyülkârî, el-Masnû' 1:135; el-Aclûnî, Keşfü'l-hafâ 1:1320) Dünya tarlasına ne ekersek, âhiret harmanında onu hasat edeceğiz. Kulluğun ağır yükü altında inim inim inleyen İki Cihan Serveri, "Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât, sûreleri ihtiyarlattı." buyurmuştur. Hûd Sûresinde O'na: "Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol." (Hûd, 11/112) buyurulur. Bu doğruluk, Cenâb-ı Hakk'ın, Habibi için çizdiği doğruluktu. Ve O'ndan, bu çizginin korunması isteniyordu... Mürselât, Cennet ve Cehennem için insanların zümre zümre ayrıldığını, onların dehşet içinde iki büklüm olduğunu anlatıyordu. Vâkıa, yine bu zümreleri gösterip teşhir ediyordu. Bu sûrelerde anlatılanlar, Allah Resûlü'nü dehşette bırakıyor ve ihtiyarlatıyordu... (Gülen 1997, 2:475) Mes'ûliyet ve hesap duygusu altında âdeta kemikleri çatırdayan Sahâbe-i Güzin efendilerimiz, kılı kırk yararcasına titiz bir hayat yaşadılar ve her şeyleriyle bize örnek oldular. Hz. Ebû Bekir (r.a.) halife seçildikten sonra bile komşularının koyunlarını sağarak geçimini temine devam etmişti. Ancak Hz. Ömer ve diğer önde gelen sahabi efendilerimizin ısrarları üzerine devlet işlerini aksatmamak için cüz'î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmiştir. Vefat ettiği zaman, "Benden sonraki halifeye verilsin." diye bir nameyle küçük bir küp brakmıştı. Küpü açtıklarında içinden küçük küçük paracıklar ve yazılı bir not çıkmıştı. Notta şöyle yazıyordu: "Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah'a karşı haya ettim, zira bu, halkın malıdır." Hz. Ömer, bu durum karşısında ağlamış ve "Bize yaşanmaz bir hayat bıraktın." demişti. Hz. Ömer de bihakkın örnek bir hayat yaşamıştı. Onun hayatı gayr-i müslimler için bile numûne-i imtisal kabul edilmişti. O'ndan asırlar sonra gelen Hindistan'ın kurucusu Mahatma Gandi milletine şöyle sesleniyordu. "Ey halkım, ben size Müslümanların Ömer'i gibi adaletli bir yönetim vaad ediyorum." (Sırma, İ. Süreyya, İslâm Tarihi Ders Notları) Onlar, hayatlarını bu şuur ve idrak içerisinde dolu dolu yaşadılar ve bizlerin yollarını aydnlattılar. Bize düşen de, birer mü'min olarak o aydınlık yoldan yürüyüp ilerlemek ve onların mirasına sahip çıkmaktır. Mehmet Kazar