Zıplanacak içerik

Muallim-i Âli

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Muallim-i Âli tarafından postalanan herşey

  1. Hz. Muhammed mezhebin ta kendisidir güzel kardeşim. Tamam mı güzel kardeşim.Hz. Muhammed Mezhebin ta kendisidir. ya bunu size anlatana kadar dilimde tüy bitti
  2. Takdir ediyorum sarıgöl kardeşim iyi çalışıyorsun Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır
  3. Araştırmamakta ısrar ediyorsunuz Hz. Muhammed tarafından belirtilmediğini nerden biliyorsun ? Aç bak hadis kitaplarına 7 bin küsür hadisi gözden geçir. Sonra belirtilmeyen de.
  4. ******************* Kendinize göre cevap aradığınız için verilen cevapları görmezden geliyorum diyebilirsiniz Gerçekten bilgisizce tartışıyorsunuz. Kuranı hatmekmek ve ezberlemek aynı şeyler değildir. Siz kuranı anlamak için okuyan kişileri görmezden geldiğiniz için genelleme kullanmışsınız. Her dinini yaşayan müslüman kuranı yıl içinde şahsi günlerde okumasa bile kandil geceleri,kadir gecesi vs. gibi özel günlerde okur veya okumaya gayret eder. Hangi camiiye gittiysem birinde bile böyle saçma bir vaaz veren hoca olmadı Ayrıca ne dincisi ; dinin pazarlığını mı yapıyoruz Sözlük diye bir şey var bakmak lazım. Bence de anlamak lazım. Bilip bilmeden tartışmamak lazım. Tek bir ayeti eleştirme gafletine girmeden önce o ayeti destekleyen başka ayet var mı yok mu bir bakmak lazım.
  5. Doğru ya, sizin uydurmalardan derlenmiş bir kitabınız var, onun için çaba harcayıp başka şeyler uydurmanıza gerek yok! Sizin bildiğiniz ancak, sizlerin doğru biliğiniz yanlışlara doğru diye kılıf uydurmak. Tabi insan inancı gereği yaşar bir şey diyemiycem. İnanç meselesine bağışlayın o yazımı. Kimin, neyin gerçekleri? İslamın Gerçekleri. İnanan kişinin islama bakışıyla inanmayan bir kişinin islama bakışı siz de bilirsiniz ki çelişir. Biri için maddi ve manevi kavramı varken diğeri için sadece madde kavramı olabiliyor. Neden Allah kendi katında kendine karşı gelecek olanı yaratmış veya yarattıysa neden imha etmemiş? Bu suâli şeytan hakkında sorduysanız. Ayrı bir konu açma gereksinimi duyuyorum. Çünkü Adem ve Havva'da sizlerin bildiği gibi insandı. Onlar da cennetten kovulana dek Allah'ın katındaydı...Peki onları neden imha etmedi tarzında soruya soruyla karşılık vermek yerine tekrar vurgulamak istiyorum soruyu şeytan için mi sordunuz ? Bu sizin görüşünüz! Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. (Zâriyât Sûresi, 56. âyet) Biz âyeti inkar etmiyoruz. Müslüman olarak ilk bakacağımız kaynak kur'an'dır. Hem yarat, hem de sonradan ayetler gönder aman sakın şeytana uymayın diye, olacak iş mi yani! Bunu nasıl anlatalım size pardon ? Dünya hayatının imtihan olduğunu biz anlatsak da kabul etmeyeceğiniz için anlatmaya gerek duymuyorum ki diğer konularda da imtihan meselesine değinildi.
  6. Evet biz Allah'a tamamen teslim olduk böyle sapkın düşüncelere inanacak değiliz! ve uydurmayla çaba sarfetmek gibi bir şeye asla tenezzül etmeyiz. De ki: “Andolsun, insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine de destek olsalar, yine onun benzerini getiremezler.” (İsra Suresi, 88. âyet) Gerçekler varken senaryolarla vakit kaybedecek değiliz !.. --------------------------------------------------------------------------- Şeytan ile Melekler karıştırılmış Eee tabi bunların varlığı inkar edenlerin ikisini bir tutma gafleti ayrı bir şey olmasa gerek. Bilmek ayrı, öğrenmemek ayrıdır beyler. Melek ile şeytanın varlığını kabul edip de bunları aynı kefeye koyarak karıştırmayalım ? Melekler Allah'a asla karşı gelmezler. Peki Allah kur'an'da bakalım ne diyor : Hani biz meleklere, “Adem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin için birer düşmandırlar. Bu, zalimler için ne kötü bir bedeldir! (Kehf Suresi, 50. âyet) Ayette görüldüğü üzere şeytan meleklerden değil, cinler sınıfından. Yani O da bu ayete muhatablardandır (insanlar ve cinler gibi): Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. (Zâriyât Sûresi, 56. âyet) Şeytanda kulluk için yaratılmıştır. Aynen insanın yaratılış sebebi gibi. Her ne kadar bunu istemeseniz de, kur'an'ı yok saysanızda başka mantıklı açıklama bulamazsınız. Öyle ya Allahın emirlerini bildiren olmalı. Onlar da Peygamberler. Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerin helal ve temiz olanlarından yiyin! Şeytanın izinden yürümeyin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır. (Bakara Suresi, 168. âyet) Yine o vakti hatırla ki biz, meleklere: "Âdem'e secde edin!" demiştik. İblis hariç olmak üzere onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi, Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz beni bırakıp da İblis'i ve soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne kötü bir değişmedir. Etrafına fazla bakmamışsın. Bile bile öyle olanları ve olmakta ısrar edenleri görmüyor musun? Sanırım iyiliğe sevkederse demek istediniz ama bakın ne yazmışsınız Gerçekten böyle yazdıysanız onun yaratılış sebebi yukarıda zikredilen ayette yazıyor. Şeytan hakkında, “Her kim onu dost edinirse mutlaka o kimseyi saptırır ve onu cehennem azabına sürükler” diye yazılmıştır. (Hac Suresi, 4. âyet) Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, bilsin ki o hayasızlığı ve kötülüğü emreder. (Nur Suresi, 21. âyet) Sakın şeytan sizi yoldan çevirmesin. Çünkü o size apaçık bir düşmandır. (Zuhruf Suresi, 62. âyet) ve pek çok âyet...
  7. Azad edilenler ne peki ? Satın alınıp hür bırakılan esirler ne peki ?
  8. Çok araştırmanız gerekiyor çok. En iyisi hiç girmeyin bu bilgi yetersizliği ile mezhep konusuna. Belli ki problemler kökten halledilmedikçe sorunlar asla kökten halledilmeyecek sizin için. Ne kadar çabalasan boşuna bence bu konuda yanlış bir şey öğrenmekten ileri gidemeyebilirsin burada büyük ihtimal. Sorduklarının hepsinin mantıklı açıklaması var ama öğretilen bilgi problemi kökten halledemeyeceği için sürekli şüpheye düşebelirsiniz veya yanlış öğrenerek yanlış kabullenme yapmış olabilirsiniz.
  9. Elmalılı Tefsirinden Bakara Suresi , 67-71. ayetler : 67- Hani bir zamanlar Musa kavmine demişti ki Allah, size bir bakara (sığır) boğazlamanızı emrediyor. Onlar da "ayol sen bizimle eğleniyor, alay mı ediyorsun?" dediler. Musa da: "Böyle cahillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım." dedi. 68- Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, her ne ise onu bize açıklasın." dediler. Musa, "Rabbim buyuruyor ki, o ne pek yaşlı, ne de pek taze, ikisi arası dinç bir sığırdır, haydi emrolunduğunuz işi yapınız." dedi. 69- Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, rengi ne ise onu bize açıklasın." dediler. Musa, "Rabbim buyuruyor ki, o, bakanlara sürur veren, sapsarı bir sığırdır." dedi. 70- Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, o nedir bize iyice açıklasın, çünkü o bize biraz karışık geldi, bununla beraber Allah dilerse onu elbette buluruz." dediler. 71- Musa, "Rabbim buyuruyor ki o, ne çifte koşulup tarla süren, ne de ekin sulayan, ne de salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır". Onlar da: "İşte tam şimdi gerçeği ortaya koydun." dediler. Nihayet onu bulup boğazladılar. Az kaldı yapmayacaklardı. ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 67-BAKARA, "bakar"ın müennesi veya müfredidir. "Bakar" manda cinsine de şâmil olmak üzere sığır cinsinin genel ismidir. Buna göre, "bakare" erkek veya dişi sığır, yani bir inek veya bir öküz, bir düve veya bir tosun veyahut bir manda olabilir. Bunun erkeğine bâkır, bakîr, beykur, bâkur dahi denilir. "Bakr" yarmak anlamına geldiğinden, bu hayvan da çift sürüp toprağı yarmak için kullanıldığından bu ismi almıştır. Ve hani Musa, kavmine hitaben "Allah size bir bakara kurban etmenizi emrediyor." demişti de buna karşı kavmi, ona, Çok tuhaf, sen bizimle alay mı ediyorsun? demişlerdi. Acaba neden böyle demişlerdi? Deniliyor ki, Allah'ın bakara kesmeyi emretmesini akılları almadı. Buna bir sebep bulamadılar, bir ilişki kuramadılar, bunu acayip buldular. Biz bundan şunu anlıyoruz ki, Samirî'nin icat ettiği buzağı olayı da bunun açıkça ipuçlarını verdiği gibi, Musa kavmi, o zamana kadar bakarayı mukaddes bir hayvan görüyor ve öyle kabul ediyorlardı. Bundan dolayı bakaranın kurban edilmesini, edilebilmesini tasavvur bile edemiyorlar, bunu akılları almıyordu. B öyle olması ise bu emrin onlara henüz Mısır'da iken ve Hz. Musa'nın peygamberliğinin ilk zamanlarında verilmiş olmasına işaret eder. Firavun kavmi olan putperest Mısırlıların Apis öküzüne taptıkları ve boğanın, bunların en yüksek mabutlarını temsil ettiği, tarihî rivayetlerden olduğuna göre, sığır kurban etmek, o zaman İsrailoğulları üzerinde şiddetle hakim olan Firavun kavminin taptığı tanrıları boğazlamak demek olacağı için, İsrailoğulları açısından Mısır'da iken, bir ihtilal anlamı taşıyan böyle müthiş b ir emir, elbette kolayca yerine getirilebilecek bir emir ve tasavvuru mümkün bir iş değildi. Mısır'dan çıktıktan sonra bile yine bu buzağı meselesinin dinden sapma ve dalalete alet edilmesinden anlaşılıyor ki, Musa kavmi henüz sığır kesilmesini içine sind i remeyecek bundan memnun olmayacak, bunun Allah tarafından bir hayır vesilesi olduğunu kolaylıkla anlayamayacak bir durumda bulunuyordu. Şu halde bu zihniyeti ıslah etmeye yönelik ve netice itibariyle ölünün yeniden dirilmesine bir misal vererek fitneyi de f edecek olan bu sığır kurban edilmesi emrini duydukları zaman Hz. Musa'ya karşı, "Böyle şey mi olur, sen bizimle eğleniyor musun?" diye durumu tuhaf karşıladılar, ona inanamadılar. Hz. Musa da bunlara "Ben, böyle insanlarla alay eden cahillerden biri ol m aktan Allah'a sığınırım." dedi. Kendisinin yalnızca ilahî emirleri tebliğ ettiğini ve bu tebliğin cahilane bir tebliğ olmadığını anlatmak istedi. 68-Görüldüğü gibi bu emirde genel olarak herhangi bir sığır kesilmesi teklif edilmişti. Aslında derhal o emre uyup rastgele bir sığır kesiverselerdi emir yerine gelmiş ve maksat hasıl olmuş olacaktı. Fakat onlar önceki hayretlerine karşılık tebliğin ciddiyetini farkedince aralarında işi büyüttüler, birbirleriyle müşavere ederek, kendi gönüllerinden nadir b u lunur çok özel bir bakare tasavvur ettiler. Bunun üzerine akılları sıra kurnazca davranıp Hz. Musa'yı imtihan etmek istediler de dediler ki; Rabbine bizim için dua et, bize onun ne olduğunu, mahiyetini beyan etsin. mahiyetten, yani cinsin hakikatind e n sorudur. Demek ki, bunlar herşeyden önce o bakarenin hakikat mi, yoksa mecaz mı olduğunu anlamak istiyorlardı. Buna karşılık gerçek bir bakara olduğu anlaşıldığından onun özellikleri şu suretle beyan buyuruldu: Musa dedi ki; Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: o bir bakaradır ki; ne pek yaşlı, farımış, ne de pek taze, bâkir ikisi ortası, tam güçlü, kuvvetli bir dinç, şimdi emrolunduğunuz şeyi hemen yapınız. 69-Bunun üzerine yine emri yerine getirmeye yanaşmadılar, bizim için Rabbine dua et, o bakaranın rengi nedir, bize onu beyan ediversin dediler. Musa dedi ki; Allah şöyle buyuruyor: o, öyle sarı bir bakaradır ki, rengi artık sarının en parlağı, en halisi, bakanlara sürur ve neşe verecek, gözünü ve gönlünü açacak derecede güzel ve sevimlisi. 70-Bu açıklamaya dahi kanaat getirmediler de dediler ki; bizim için Rabbine dua et, bize onun ne olduğunu açıklasın, zira bu bakara bize müteşabih (üstü kapalı), karışık geldi, onun hangi bakare olduğunu kestiremedik. Biz onun kendine mahsus özelliklerini istedikçe bize onun genel vasıfları açıklanıyor, ve inşaallah biz her halde yola geleceğiz, yahut kesmenin yolunu bulacağız. 71- Musa buna da dedi ki; Allah şöyle buyuruyor: o öyle bir bakaredir ki; boyunduruk altında ezgin değil, ne toprak sürer, ne de ekin sular, belki başıboş, her ayıptan sâlim, hiçbir lekesi, alacası yoktur. Bu cevabı alınca, bunda gönüllerinden geçirdikleri şekil ve sureti bulmuş oldular ve nihayet gerçeği itiraf ederek, işte şimdi tam doğruyu söyledin, dediler. Hikâye olunduğuna göre; dindar ve salih bir ihtiyarın tam bu vasıfları taşıyan bir buzağısı ve bir de çocuğu varmış. İhtiyar bu buzağıyı bir ormana götürmüş ve Allah'a emanet ederek bırakmış. "Ey Rabb'im, bunu çocuğum büyüyünceye kadar sana emanet ediyorum..." demiş. Sonra ihtiyar vefat etmiş. İşte o buzağı da böylece ilâhî himayede büyümüş, bu sırada çocuk da yetişmiş ve bu olay meydana gelmiş. Araya araya o bakareyi bulmuşlar ve derisi dolusunca altın vererek onu satın almışlar. Nihayet onu bulup kestiler, ve halbuki kesmeye yanaşmıyorlardı, nerdeyse kesmeyeceklerdi. Bu işi gözlerinde o kadar büyütmüşlerdi ki, bunun için Hz. Musa'yı, durmadan sordukları sorularla rahatsız ediyorlardı. Hatta bazıları, onların bu işi kırk sene sürüklediklerini rivayet etmişlerdir. Nihayet ilâhî vahyin zoru ile emri yerine getirdiler. İşin başlangıcında alelade bir bakara kesmekle işin içinden çıkabilecek durumda idiler, fakat pek ziyade gözde büyütmeleri ve olmayacak bir iş sanmaları yüzünden bu iş kendilerine çok pahalıya mal oldu. Düşünebilenler için bu bakara kıssasının incelikleri ve acaiplikleri pek çok ibretlerle doludur.
  10. Sığırın rengi konusunda katılmıyorum. Çünkü taptıkları şey ile bağlantılı bir meseleydi bence. Yani bu suâl gereksiz suâllerden olmamalı.
  11. daha iyi baştan savma ve uyduruk bir kaynak bulabilirsin. Ayrıca çelişki ile sünnete iştirak kısmında anlama problemi yaşıyor olabilirsiniz. Hanefi mezhebine göre vücuttan çıkan en ufak bir kan dağılmaya başlayacağı kadar aktıysa abdest bozulur fakat Şafi mezhebine göre vücuttan kan akması abdesti bozmaz ! Neden bu böyle hiç araştırdınız mı ? Hanefi mezhebi kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife ile İmam-ı Şafi'nin yaşam standartlarına(sosyal yaşamları dahil) bir bakın ve Hz. Muhammed'in yukarıda verdiğim misalde neler yaptığına bakın bağlantıyı kurmaya çalışın ve bunun gibi birçok uygulamalar. Bunlara iyice bir bakın ondan sonra çelişkiye vurun işi, öyle sallamakla olmaz. Bir mezhebe göre uygun olan bir fiilin diğer mezhebe göre tam zıddı bir fiili desteklemesi mantıken çelişki diye düşünülebilir fakat burda dikkat edilmesi gereken nokta Hz. Muhammed'in bu birbirine zıt gibi görünen durumları ne zaman nerede nasıl uyguladığıdır.
  12. Güzel yaklaşım tebrikler.
  13. İşte güzel kardeşim Allah peygamberlerden sonra müfessirleri ne için göndermiş umarım biraz olsun faydasını anlamış olursun : Elmalılı Tefsirinden Araf Suresi, 179. âyet :
  14. Düşünceniz ne kadar mantık hatası yaptığınızı gayet iyi derecede ortaya koyuyor. Ayeti tersten anlamayın. Konuya paralel tartışın mümkünse. Ayetteki bir kısmı mıncıklama ile eleştiri yapılmaz. Hem akılla her şey bulunaz mı diye savunursunuz hem düşünsenize hiç peygamber gelmeseydi diye yazıyorsunuz böyle mantık hatası ve çarpıtıcı yorumları yaparak mı eleştirebiliyorsunuz?
  15. Doğuştan suçlu olmak ayrıdır, dışarıdan müdahele(verdiğiniz örnekteki kültürle yetişen gibi nedenler) ile suçlu olmak ayrıdır ve gerçeği sorgulayıp öğrenmemek ise asıl suçtur ki akıl nimetini kullanmamak demektir. Kur'ân'ı gerçek anlamda anlamak için bütününe bakmak gerekir. Tek bir ayeti eleştirmek onu destekleyen ayetleri görmemek Kur'an'ı bütün olarak ele alıp incelemek değildir. Ayrıca şu âyete bakınız : Doğru yolda giden, kendi lehine bir yol bulmuştur. Doğru yoldan sapan da kendi aleyhinde sapmıştır. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Peygamber göndermedikçe de Biz kimseye azap edici değiliz. (İsra Suresi, 15. ayet)
  16. Kardeşim aynı soruları farklı yollarla sorarak aynı şeyleri neden sürekli yazmamızı istiyorsunuz? Şüphesiz biz seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki, aralarında bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın. (Fâtır Sûresi, 24. Ayet) (O gün Allah şöyle diyecektir:) “Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu gününüzün gelip çatacağı hakkında sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” (En'âm Sûresi, 130. âyet) Allah'ın insana verdiği en büyük nimet nedir ? Akıl. En güzel örneklerden birisi , Hz. Musa kendisine Allah tarafından peygamberlik verilmeden evvel Allah'ı nasıl buldu ? - Aklını kullanarak. Mukaddes kitapları eleştirmek yerine açıp bakın. He orda yazılanlara inanmıyorsan öyle bir şey size göre yoktur fakat size göre yok olması o bilgilerin varlığına zarar vermez. Demek ki insan aklını kullanarak Allah'ı bulabilir. Tüm bunlara rağmen hâlâ Allah'ın seçmemizi istediği dinden(islamdan) haberi olmayan (mesela benim aklıma buzullarda yaşayan insanlar geliyor vs. vs.) elbette sorumlu tutulmaz. İnsan isterse öğrenir, öğrenmeye değil de karalamaya niyeti varsa zaten amacı öğrenmek değildir. İstediği hâlde öğrenme imkanı bulamayan, (başkaları tarafından yanlış yönlendiriliyorsa araştırması gerekir, öğrenme imkanı vardır o kişinin) ve bununla birlikte insan gibi yaşayan sorumlu değildir, bunu artık kabullenin. Defalarca aynı soru sorulmaz değil mi farklı farklı konular üzerinden ? Bunu galiba yanlış algılıyorsunuz. Bu islamı yaşayan kişilerden doğan çocuk için söylenmiyor. Doğan her çocuk ; ailesi ister hristiyan olsun, ister yahudi olsun,ister ateist olsun, ister hiç birine uymasın...hepsi için geçerlidir. Bunu anladıysanız olay bitmiştir. Doğan her kulun suçsuz olarak doğacağı belirtiliyor. Neden ? Çünkü her kul islam üzere doğuyor yani Allah'ın seçmemizi istediği din üzere doğuyor. Zorlama olsa idi siz şu an islam dinini zorla yaşıyor olmalıydınız ama seçim yapıyorsunuz mantık dahilinde seçim yaptığınıza göre zorla seçme diye bir şey yok. Nasıl istiyorsan öyle yaşarsın inancını istediğin gibi seçersin. Allah neyi seçmemizi istiyorsa onu seçmek kurallara uymaktır, seçmemek de kuralları çiğnemektir. Seçme hakkına müdahele ederek seçmene mani olmak değildir öyle olsa seçim yapamazdın. Kişi seçme hakkını ilerde yapıyor . Yani düşünce yapısı geliştiği vakit kişi seçim yapıyor. Siz doğar doğmaz şimdiki inancınızı mı seçtiniz? Seçemezsiniz dimi çünkü bebek iken ne kadar sağlıklı düşünebilirsiniz ? Bu da ilah-i adaletin neticesi olarak seçme hakkına imkan verdiğini gösterir. Her kes kendisi seçer ama Allah'ın istediği gibi ama istemediği gibi bu seçme hakkıdır.
  17. 1- Soruda kasıt vardır: Bu sorunun hedefi inançları sarsmak, saf zihinleri bulandırmak, masum ve körpe dimağlara zehir akıtmaktır. Bir akrep kıskacı olan bu demogojik soru ile insanlar zehirlenmek istenmektedir. Şöyle ki: Eğer bu soruya "Evet" diye cevap verilse o zaman "Demek ki sizin Rabbiniz yarattığı şeyden güçsüzdür." denilecek. Eğer, "Hayır" diye cevap verilse, o zaman da "Demek ki sizin Rabbiniz âcizdir." denilecektir. Her iki halde de -hâşâ- Cenâb-ı Hakk’a acizlik isnadı söz konusudur. Bu soruyu ortaya atanlar, var olması muhal olan bir şeriki yaratmayı Cenâb-ı Hakk’ın kudretinden talep etmekle Allah’ın Hâlık (yaratıcı ), vehmettikleri o şerikin de mahlûk (yaratılan ) olduğunu bir ön yargı olarak kabul ettikleri halde, daha sonra o mevhum mahlukun Hak Teâlâ’dan büyük olabileceğine ihtimal vermekle, açıkça demagoji yapmaktadırlar. Bu kimseler Allah’ın kutsi mahiyetinin mahlûk mahiyetine hiçbir cihetle benzemeyeceğini bilememektedir. Eser ustasına hiçbir cihetle benzemeyeceği gibi, Cenab-ı Hak da mahlûkatına hiçbir cihetle benzemez. Bu hakikati bilmemek, büyük bir cehalettir. Bu cehalete düşenler Allah’ın mutlak kadir, mahlûkun ise sonsuz âciz olduğu gerçeğinden gafildirler. 2- Soruda "imkân-ı vehmî" ile "imkân-ı aklî" birbirine karıştırılmaktadır. İmkân-ı aklî: Aklen hem olması, hem de olmaması mümkün olan şeye denir. Meselâ, yeni evlenen bir insanın çocuğu olması da, olmaması da mümkündür. İmkân-ı vehmi: Hariçte vukua gelmesi mümkün olmayan, hakikatsiz ve esassız bir vehimdir. İmkân-ı vehmi hiçbir hükme esas olamaz. Hiçbir delil ve hakikate dayanmadığı için ilim ve mantık imkân-ı vehmi ile meşgul olmaz. İmkân-ı vehmi sadece "olabilir", "belki" gibi temenni, zan ve hayallerden kaynaklanır. "Cenâb-ı Hak kendinden büyük bir mahlûk yaratabilir mi?" sorusunda imkân-ı vehmi ile imkân-ı aklî karıştırılmıştır. Bu soru ancak vehmin mahsulüdür; hiçbir hakikate istinad etmeyen bir hurafe, bir safsatadır; aklen muhaldir. Hiçbir akıl, bir mahlûkun Allahü Azîmüşşân’dan büyük olmasını mümkün göremez. 3- Soru ile demagoji yapılmaktadır. Mantıkta "Gerçek olmayan mukaddemelerle yapılan kıyaslara mugalâta (demagoji ) veya safsata" denilmektedir. Meselâ duvar üzerine çizilmiş bir insan resmi gören mugalatacı (demagog ): “Bu resim konuşur. Çünkü, bu resim insana aittir." "Her insan konuşur. Öyle ise bu insan da konuşur." diye yanlış bir hükme varır. Cenâb-ı Hakk’ın yaratacağı bir mahlûku -hâşâ- Allah’tan büyük tevehhüm etmek, duvardaki resmi insan kabul etmekten daha büyük bir safsatadır. Bu soruda esas olarak şu safhalar vardır: 1 ) Yaratılması vehmedilen varlığın şu anda mevcut olmadığı kabul edilmektedir. 2 ) Mevhum varlığın yaratılması Allah’tan beklenmekte, böylece Allah’ın Hâlık olduğu, o mevhum varlığın ise mahlûk olacağı kabul edilmektedir. 3 ) O mevhum varlığın yaratılması Allah’tan istendiği gibi, onun büyüklüğü, gücü, dirayet ve azameti de Allah’tan istenmektedir. Bu mukaddemelerden Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz büyük, yegâne Hâlık, ezelî ve ebedî ve mutlak Kadir olduğu; o mevhum varlığın ise yaratılmaya muhtaç, âciz, zelil ve miskin olduğu sonucu çıktığı halde, tam tersine o vehmî varlığın Allah’tan büyük olup olmayacağı sorulmaktadır. Bu ise yukarıdaki misâlden çok daha ileri derecede bir safsatadır. 4 ) Soru pek çok çelişkilerle doludur: Soru ile yapılmak istenen kıyas, tenakuzlu kaziyelere (çelişkili hükümlere ) dayandırılmıştır. Dolayısıyla, bu sorunun "iddia olma" özelliği yoktur. Meselâ, "Sonsuzdan daha büyük bir sayı yazılabilir mi?" sorusu böyle tenakuzlu bir kaziyeye dayanır. Bu sebeple hiçbir ilmî kıymeti haiz değildir. Çünkü, sonsuzdan büyük bir sayı olamaz ki, böyle bir soru de sorulabilsin. Eğer sonsuz, erişilmez bir büyüklüğün sembolü ise hiçbir rakam sonsuz ile mukayese edilemez. Sonsuzdan büyük bir rakam telâkki edilse o zaman da sonsuzluk hakikati ortadan kalkar. Bu soru da, çelişkili kıyaslardan olduğu için mantıken ve ilmen hiçbir kıymeti yoktur. Bilindiği gibi bir eserdeki kemâl, onu yapan zatın kemâlinin bir tecellisi, bir göstergesidir. Ve bu eserdeki kemâlin, ustasının kemâlini aşması, ondan fazla olması muhaldir. Bir âlimin, telif ettiği bir kitabına kendi ilminden fazla ilim yerleştirmesi, yahut, bir mimarın kendi maharetini aşan bir eser yapması, güneşin kendi ziyasından fazlasını bir damla suya vermesi muhaldir, safsataların en acibidir. "Cenâb-ı Hak, kendinden büyük bir varlık yaratabilir mi?" sorusu: "Allahü Teâlâ kendi kemâlatından daha fazlasını bir mahlûkuna verebilir mi?" gibi bir saçmalık ifade eder. Soru, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları, fiilleri adedince muhaller taşır. Bunlardan birkaçını kaydedelim: Hak Teâlâ’nm sıfatlarından biri "Kudrettir. Soru, bu sıfat yönünden tahlil edildiğinde şöyle olur: "Kudreti sonsuz olan Cenâb-ı Hak, kendinden daha kudretli birisini yaratabilir mi?" Bu sorunun sahibi, sonsuzluk kavramının cahilidir. Sonsuz kudretten daha büyük bir kudret olamaz ki, böyle bir soru sorulabilsin. Şu sonsuz feza, şu uçsuz bucaksız sistemler, hep O Kadir-i Zülcelâl’in kudretinin tecelligâhıdır. Haşmetli bir dağın âyinedeki tecellisi bir çakıl taşı ağırlığında da olamaz. Hadsiz yıldızlar, uçsuz bucaksız galaksiler hep Cenab-ı Hakk’ın Hâlık isminin tecellileridir. Bu tecellilerin O Kadir-i Mutlak’ı yorması, âciz bırakması düşünülemez. Her an böyle milyarlarca kâinatı yaratsa, bunların tümü o kudret nazarında yine bir zerre kadar da olamaz. Söz konusu soru, Cenâb-ı Hakk’ın irâde sıfatı yönünden tahlil edilirse şu şekle girer: "Mutlak irâde sahibi olan Allahü Teâlâ, kendi hükmünü geri bıraktıracak, kendi irâdesini kayıtlayacak bir ilâh yaratabilir mi?" Halbuki, Cenâb-ı Hakk’ın irâdesi mutlaktır, sonsuzdur. Hiçbir kayıt altına girmez. O’nun irâdesini kayıt altına alacak bir varlığın bulunması muhaldir. Öte yandan, Cenâb-ı Hakk’ın yaratacağı şey, mahlûk olur. Mahlûk ise Hâlık’ın irâdesi altındadır. Bu soru ile Hâlık’ın irâdesi sınırlı, mahlûkun irâdesi ise sınırsız tevehhüm edilmekte, böylece "sınırlı olanın sınırsız olanı sınırlandırması" gibi büyük zıtlığa ve çelişkiye düşülmektedir. Soruyu, Allahü Teâlâ’nın ezeliyeti ve ebediyeti noktasından düşündüğümüzde şu safsata ile karşılaşırız: "Cenâb-ı Hak, kendinden evvel var olup, kendisinden sonra da varlığı devam edecek olan bir mahlûk yaratabilir mi?" Ezel ve Ebed Sultanı olan Allahü Azîmüşşan’ın, bir ismi Evvel, bir ismi de Âhir’dir. Varlığının evveli olmadığı gibi, sonu da yoktur. Ezelden evvel ve ebedden öte bir zaman kavramı olamaz ki, böyle bir hurafeye, bir vehme yer olabilsin. Bu safsataya göre, Cenâb-ı Hak ezelî ve ebedî olduğu halde, hâşâ, fâni ve hadis (sonradan yaratılan ) olacak, yaratacağı o mevhum varlık ise, mahlûk olduğu halde ezelî ve ebedî olacaktır. Cenâb-ı Hakk’ın Hayat, Semi’, Basar gibi diğer sıfatları da aynı mantık ve ölçü içerisinde düşünülebilir. Ne gariptir ki, böyle bir safsata ve bir hezeyan bu asrın cehalet çarşısında müşteri bulmakta, az da olsa bir kısım insanları saptırabilmektedir. 5 ) Soruda hakikatlerin zıtlarına dönüşmesi istenmektedir. Bilindiği gibi, bir hakikatin, zıddına dönüşmesi muhaldir. Yine, bir hakikatin kendi mahiyetini korumakla birlikte kendi zıddı olan bir mahiyete girmesi de muhaldir. Meselâ, güneşin, kendi mahiyetini aynen muhafaza ederek suya dönüşmesi, yahut bir insanın "insanlık" mahiyetini hiç kaybetmeden “arslan” olması muhaldir. Misâller çoğaltılabilir. Mahlûkat için, inkılâb-ı hakâik ( gerçeklerin zıtlarına dönüşmesi ) böyle binlerce muhaller taşıdığı halde, Hâlık Teâlâ hakkında böyle bir şey vehmetmek muhallerin en acibidir. Yukarıdaki soru ile Ulûhiyete ait sonsuz hakikatlerin zıtlarına dönüşmesi tevehhüm edilmektedir. Şöyle ki; soru sahibi bu demogoji ile sonradan yaratılacağından noksan, fâni, âciz, kayıtlı olacak olan o mevhum varlığın hakikatini, zıddı olan sonsuz kudret ve kemâle inkılâb ettirme muhaline düşmektedir. Allahü Teâlâ’nın mutlak kemâli, zıddı olan mutlak noksanlığa, mutlak cemâli mutlak çirkinliğe, mutlak kudreti, mutlak acze inkılâb etmez. O Zât-ı Zülcelâl sonsuz aziz, mahlûkat ise sonsuz zelildir. Allahü Azîmüşşân, sonsuz âlim ve mutlak Hâkim’dir; mahlûkat ise cahil ve mahkûmdur. Allah’ın varlığı vücudu vâcib, Zâtı ezelî ve ebedîdir. Yarattığı ve yaratacağı herşey ise mümkindir, fânidir ve hadistir. Soru sahibinin vehmine göre, Cenâb-ı Hak ezeli olduğu halde, hâşâ hadis olacak (sonradan meydana gelecek ), yaratılması vehmedilen o varlık ise, hadis olduğu halde ezelî olacaktır. Tâ ki, Allahı Teâlâ’dan, hâşâ daha büyük olması tevehhüm edilsin. Allahü Azîmüşşân, sonsuz kadir olduğu halde, âciz olacak, O’nun yaratmasına muhtaç olan o varlık ise sonsuz kadir olacaktır. Misaller çoğaltılabilir. 6 ) Soru sahibi vücut (varlık ) mertebelerinden habersizdir. Bu sorunun cevabı, üç kavramın bilinmesine bağlıdır. Bunlar “vâcib, mümkin ve mümteni” kavramlarıdır. Aklen bu üçünün dışında kalan bir başka şık düşünülemez. Gayet mükemmel bir heykele baktığımızda bu üç hakikati şöyle tesbit edebiliriz: "Heykelin bir ustası olması vâciptir." Zira, san’at san’atkârsız düşünülemez. "Bu heykel yapılmadan önce, ustası için heykeli yapıp yapmamak ise mümkündür." Yâni usta için, o eseri yapıp yapmamak olasıdır. "Heykelin, ustasından daha maharetli, mükemmel, daha güçlü olması ise mümtenidir (imkansızdır ), muhaldir." Aynı hakikati güneş için düşünecek olursak: Güneşin ışık sahibi olması vâcibdir. Yâni, ışıksız güneş düşünülemez. Güneşi irâde sahibi farzetsek, ışığını dilediğine verip, dilemediğine vermemesi de mümkündür. Güneşin âyinedeki tecellisinin, güneşin büyüklüğüne ve ısısına sahip olup, etrafında oniki gezegeni dolaştırması ise mümtenidir yani imkansızdır. Yukarıdaki misâller gibi, vücud mertebelerinde de üç hakikat vardır: Vâcib, mümkin, mümteni. Cenâb-ı Hakk’ın vücudu "vâcib", yaratılmış ve yaratılacak olan herşeyin vücudu "mümkin", Allahü Teâlâ’nın şeriki, misli, benzeri ve nazirinin bulunması ve herhangi bir mahlûkunun kendisinden büyük ve güçlü olması ise "mümteni"dir. Cenâb-ı Hakk’ın vücudu vâcibdir. O’nun vücudu Zât’ ındandır. Var olmak için hiçbir sebebe muhtaç değildir. O’nun varlığı mahlûkatın varlığına hiçbir cihetle benzemez. Hiçbir cihetle dengi, eşi ve benzeri yoktur. Mümkine gelince, mümkin "mütesaviyyüt-tarafeyn" şeklinde tarif edilmiştir. Yâni, mümkinin varlığı ile yokluğu müsavidir (eşittir ), var da olabilir, yok da olabilir. Mümkinin varlığı da, yokluğu da muhal değildir. Yaratılan ve yaratılmaya kabil olan herşey mümkindir. Meselâ, kâtibe göre bir harfin yazılıp yazılmaması müsavidir. Yâni, kâtib, o harfi yazabilir de, yazmayabilir de. Demek ki, "harf için iki taraf sözkonusudur. Olmak ve olmamak. Kâtib bu iki şıktan hangisini tercih ederse o gerçekleşir. Yazmayı tercih ederse harf yokluktan varlık âlemine çıkar, yazmamayı tercih ederse yoklukta kalır. Bütün mümkinat, Cenâb-ı Hakk’ın yanında bu harf gibidir. Kâinat, O’nun yaratmasıyla meydana geldiği gibi, yine O’nun irâdesi, kudreti, terbiye ve takdiri ile varlığını sürdürmektedir. Gerek var olmasında, gerekse devam ve bekasında Allah’a muhtaçtır. Mümkinat âleminde, O Vâcib-ül Vücudu âciz kılacak bir mahlûkun olması düşünülemez. O’nun ezelî irâdesi ve mutlak kudreti karşısında herşey müsavidir. Küçük -büyük farkı yoktur. O kudrete nisbeten bütün galaksilerle bir zerre birbirine müsavidir. Bir çiçek ile baharın, cüz’ ile küllün farkı yoktur. Mümteniye gelince, mümteni, varlığını tasavvur etmek asla kabil olmayan demektir. Mümkinin "olmak", "olmamak" gibi iki ciheti varken, mümteninin tek ciheti vardır; o da olmamaktadır. Yokluk mümteninin daimî vasfıdır. Onun varlığını tasavvur etmek, çelişki ve tezatları doğurur. Meselâ, bir rakam ya çifttir, ya da tektir. Bir rakamın hem çift, hem de tek olması mümtenidir. Bir insanın aynı anda hem ayakta, hem de oturur olması da mümtenidir. Bir rakamın sonsuzdan büyük olması da mümtenidir. Aynen öyle de, Cenâb-ı Hakk’ın ortağı ve benzeri olması da mümtenidir. Mümkinin vâcib’ten büyük olması da mümtenidir. Mahlûkun Hâlık’tan üstün olması da mümtenidir. Soru sahibi bir demogoji ile mümteniyi mümkin göstermeye çalışmaktadır. 7 ) Soru sahibi büyüklük kavramının cahilidir. Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğü mahlûkata nisbeten değildir. Yâni, O, zâtında büyüktür, büyüklüğü mahlûkat ile kıyasa girmez. O’nun Zâtı hiçbir mahlukuna benzemediği gibi, büyüklüğü de mahlûkatın büyüklüğüne benzemez, takdirle bilinmez. Mahlûkatın büyüklüğü nisbîdir, birbirine göredir. Bu hakikati bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Güneşin büyüklüğü kar zerrelerindeki tecellileriyle kıyasa girmez. Zira, bütün o tecelliler parlaklıklarını o güneşten almaktadırlar. Nasıl onunla kıyasa girebilirler? Bu misâl gibi, ilmi, kudreti, azamet ve kibriyâsı sonsuz olan Allahü Teâlâ’ nın büyüklüğü de mahlûkatın büyüklüğü ile hiçbir cihetle kıyasa giremez. Zira bütün mahlûkat hep O’nun sıfatlarının ve isimlerinin tecellileridir. Varlıkları O’nun var etmesiyle, hayatları O’nun hayat vermesiyle, nurları O’nun tenviriyledir. Onların büyüklükleri ancak birbirilerine göredir. O’nun bir mahlûku olan insan aklı ne kadar büyüklük tasavvur ederse etsin ve yine insan hayali büyüklüğü nasıl hayal ederse etsin bunların hepsi mahlûk büyüklüğüdür. Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğü, düşünülen ve hayal edilen bütün bu büyüklüklerden münezzehtir, yücedir. Bilindiği gibi, matematik ilminde bir "sonsuz" kavramı vardır. Bütün rakamlar ona nisbetle kıyasa giremeyecek kadar küçük kalırlar. Onların büyüklükleri birbirilerine göredir. Sonsuz için bir ile bir milyarın farkı yoktur. Bu noktada sonsuza nisbeten büyük-küçük fark etmez. Bütün rakamlar, şuurlu kabul edilse, bunların hepsi sonsuzu kavramakta aynı derecede güçsüz ve noksan kalacakları gibi, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz büyüklüğünü anlamakta da bütün akıllar aynı nisbette âciz kalırlar. O mutlak ve sonsuz büyüklük, bu sınırlı akla sığmaz. Soruda sözü edilen o vehmi varlığın, mahlûk olacağı peşinen kabul edilmektedir. Bir mahlûk ise ne kadar büyük olursa olsun, büyüklüğü mahlûklara göredir ve o daire içinde düşünülür. San’atkârın san’atından büyük olduğu tartışma kabul etmez bir gerçektir. Meselâ, Selimiye Camii’ndeki bütün kemâlât ve güzellik hep mimarının kemâlâtından süzülmüş, ilminden dökülmüştür. O taşları bir şaheser hâline getiren, Mimar Sinan’ın ruhundaki incelik, düşüncesindeki derinlik, hissiyatındaki zerafet ve san’atındaki meharettir. Alkış Sinan’adır, takdir O’na gider. Faraza, Sinan’ın ömrü, ebedî olsaydı, daha nice camiler yapar, eserler vücuda getirirdi. O eserlerin hepsi de O’nun büyüklüğüne delil olurdu. Lâkin, onların büyüklükleri Mimar Sinan’ın büyüklüğüyle mukayeseye giremezdi. Şu kâinat denilen büyük mescid, arşlar, ferşler, sema tabakaları, uçsuz bucaksız galaksiler de hep Allah’ın eseri, icadı ve mahlûkudur. Onlarda tecelli eden bütün güzellikler ve üstünlükler Esmâ-i İlâhiyye’ye aittir. Bütün mevcudat Cenâb-ı Hakk’ın kudretiyle, iradesiyle, hâkimiyetiyle ayakta durmaktadır. Atomlardan galaksilere kadar herşey, her haliyle ve tavriyle, her an O’nun hâkimiyeti ve murakabesi altındadırlar. O’nun hâkimiyeti karşısında herşey mahkûm, O’nun büyüklüğü karşısında her mahlûk zelildir. İşte yukarıdaki soru, büyüklük mefhumunu bilmemek yanında, Hâlikıyet ve mahlûkıyeti de bilmemekten kaynaklanmaktadır. Mehmet Kırkıncı
  18. Bu âyetten yola çıkarak doğuştan suçlu olmayı nerden çıkardınız ? Allah'ı inkar edenlere "(dünyadan) faydalanınız biraz" derken ömrün kısa olması ve "Allah asıl sizi kendisine karşı dikkatli olmanız hakkında uyarmaktadır. Çünkü dönüş Allah?adır.. (Al-i İmran Sûresi, 28. âyet)" "Çünkü dönüş Allah?adır" tarzındaki âyetleri destekliyor olması ve "faydalanınız biraz" derken Allah'ın rahmetinin tüm yaratılanlara uygulandığını gösterir. * * Allah'ın kendisini inkar edenlere dahi faydalanınız biraz" diyerek onları yarattığı nimetlerden mahrum etmemesi rahmetiyle açıklanabilir. Suçlu konumunda olmak suç işlemek gerekir, çizilen sınırların aşılması gerekir. Bilirsiniz ki kırmızı ışıkta durması gerekirken süratle geçen otomobil sahibinin kazaya davetiye çıkararak trafik kazasına sebep olması nasıl ki suç ise ve kaza yapmasa dahi trafik polisinin görmemesini fırsat bilerek kırmızı ışıkta geçmesi yine suçtur. Ayrıca doğuştan hangi dine mensup olarak doğacağımızı Hz. Muhammed(a.s.m) şöyle ifade eder : "Doğan her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra anası-babası onu yahudî, hristiyan veya mecusi yapar" (Buhâri, Cenâîz, 80; Müslim, Kader, 22). "Annesinden doğan her insan fıtrat üzerine tertemiz doğar" (Müslim, Kader, 25).
  19. Kur?ân-ı Kerim Nedir, Târifi Nasıldır? Kur?ân, ? şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, ? ve âyât-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi, ? ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri, ? ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı, ? ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı, ? ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı, ? ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi, ? ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hende-sesi, ? ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası, ? ve Zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı, ? ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, ? ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyası, ? ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi, ? ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi ve hâdîsi, ? ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubûdiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi? bir kitab-ı mukaddestir. ? Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her birindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semâvîdir. İkinci cüz ve tetimme-i târif: ? Kur?ân Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin metrebe-i âzamından geldiği için, On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi, Kur?ân bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah?ın kelâmıdır; ? hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah?ın fermanıdır; ? hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; ? hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir; ? hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir; ? hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir; ? hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır; ? hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. Ve şu sırdandır ki, ?Kelâmullah? ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur?ân?a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur?ân?dan sonra sair enbiyanın kütüp ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimât-ı İlâhiyenin ise, bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz?î bir ünvanla, hususî bir tecelliyle, cüz?î bir isimle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan ilhâmât suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvânâtın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir. Üçüncü cüz: ? Kur?ân, asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüplerini ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmâlen tazammun eden, ? ve cihât-ı sittesi parlak ve evham ve şübehâtın zulümâtından musaffâ, ? ve nokta-i istinadı, bilyakîn, vahy-i semâvî ve kelâm-ı ezelî, ? ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede, saadet-i ebediye, ? içi, bilbedâhe, hâlis hidayet, ? üstü, bizzarure, envâr-ı iman, ? altı, biilmilyakîn, delil ve burhan, ? sağı, bittecrübe, teslim-i kalb ve vicdan, ? solu, biaynilyakîn, teshir-i akıl ve iz?an, ? meyvesi, bihakkılyakîn, rahmet-i Rahmân ve dâr-ı cinân, ? makamı ve revacı, bilhads-i sâdık, makbul-ü melek ve ins ü cân bir kitab-ı semâvîdir. Bediüzzaman Said Nursi - Risale-i Nur Küliyatı - Sözler, s. 339-341 (25. Söz) *************************

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.