sedat sencan tarafından postalanan herşey
-
Jean Paul Sartre
Düşüncelerini romanlarında da dile getirmiştir.Bulantı ile Uyanış-Bekleyiş-Tükeniş üçlemesi böyledir.
-
Demokrasi ve Cumhuriyet
Batı Avrupa’da feodal düzen sürerken bazı bölgelerde krallıklar güçlenip otoriteyi ele aldılar.Ekonomik ilişkilerin oluşturduğu sosyal kurumlar ve yönetim tarzı feodal karakterini uzun süre devam ettirmiştir.Zamanla güçlenen burjuva sınıfının egemenliği eline almak için yürüttüğü mücadele toprak sahiplerini temsil eden krallıklara karşı olmuştur.İngiltere’nin coğrafi ve sosyal dokusu biraz değişik özellikler taşıdığı için feodalite,Batı Avrupa’da olduğu gibi sağlam köklere dayanmıyordu.Dolayısı ile krallık,güçlü konumunu daha kolay koruyabiliyordu.Burjuva sınıfının ülke otoritesini temsil eden krallığa karşı olan mücadelesinin Batı Avrupa’ya oranla daha erken başlamasının sebeplerinden en önemlisi bu durumdur.Fransa’da feodalite daha kuvvetli,krallığın bu düzen üzerindeki otoritesi sağlam olduğu için sınıflar arasındaki çatışma daha geç başlamış ve kanlı bir devrimle bitmiştir. * Günümüzdeki demokrasi kavramı ve onu algılama tarzımız ile geçmişteki anlamını karıştırmamak için yirminci yüzyıldan önceki dönemlerdekilere ‘Klasik Demokrasi’ denir.Klasik demokrasi bugünkü niteliklerine doğru gelişim gösterirken,parlamenter sistemin de gelişmesini ele alma zorunluğu vardır.Belki de parlamento kurumunun gelişmesini incelemeyi ön planda tutmalıyız.Zira parlamenter sistemin kapsamı büyüdükçe halkın daha geniş şekilde temsil edilmesi mümkün olmuştu.Uzun bir zaman sürecini göz önünde tutarsak kral ile parlamento arasında karşılıklı yetki ve sorumluluk ilişkisini daha kolay anlayabiliriz. * İngiltere’nin Batı Roma İmparatorluğunun egemenliğinden kurtulması hemen hemen beşinci yüzyılda gerçekleşti.Her türlü ekonomik ve sosyal mücadele 600 yıl kadar sürdükten sonra siyasi birlik ancak onbirinci yüzyılda sağlanabildi.1066 yılında gerçekleşen Norman saldırılarından önce kurulmuş olan krallıklarda danışma meclisleri diyebileceğimiz kurumlar vardı.’Vitan’ adı verilen bu meclislerde kralın danışmanları,kontlar,baronlar ve yüksek rütbeli subaylar biraraya geliyorlardı.Kralların sadece fikir almak için oluşturdukları bu müesseselerin hiçbir yasama yetkisi yoktu. * Normandiya dükü Guillaume İngiltere tahtı üzerinde hak sahibi olduğunu ileri sürerek 1066 yılında Britanya adasına saldırdı.Tarihte Hastings Savaşı adı verilen son bir çarpışmadan sonra ülkenin tümünü eline geçirdi. Guillaume toprakları kendi adamları arasında paylaştırdı.Böylece toprak sahibi olan yeni soylu sınıfın merkezi otoriteye karşı başkaldırması önlenmiş oluyordu.O dönemlerin ekonomik yapısından dolayı devlet feodal özelliktedir,ülkedeki siyasi birliği mutlak monarşi olarak kral sağlamaktadır.Üstelik Guillaume Normandiya’da uyguladığı feodal düzeni şimdi İngiltere’de yerleştirmişti.Artık ülkede zayıf değil sağlam bir feodalite uygulaması vardı.Ancak istila öncesi Vitan’ın etkileri tümüyle ortadan kalkmış değildi.Feodalitenin kendine özgü olan hukuk kurallarına göre vasallar,senyörlerini askeri güç ve mali olarak destekledikleri gibi kurmuş oldukları birtakım örgütlerle de katkıda bulunurlardı.Buna karşılık krallar da uygun dönemlerde vasalları ile toplanır,onlara danışırdı.Ama en önemli olay, vergi konusunda vasalların rıza göstermesidir.İngiltere’de bu olay biraz farklılık göstermiştir. * Magnum Concilium danışma meclisi ,bir diğer latince deyim olan Curia Regis ise kral meclisi anlamına gelirler.1066 yılından önce mevcut olan Vitan’ların etkisi bu meclislerde kendisini göstermişti.Soylu sınıflar ile din adamlarının üst kademelerdeki temsilcilerinin oluşturduğu bu meclisler,kralın fikir danıştığı sosyal kurumlardır.Başlangıçta kurumsal olarak sürekli bir fonksiyonları yoktu.Dolayısı ile toplantıları da belirli zamanları kapsamıyordu.Daha çok yargı alanında faaliyet gösteriyordu.O zamanlar kralın bizzat kendisinin baktığı davalara bakıyorlar veya diğer yargı kararları için bir çeşit yargıtay görevi yürütüyorlardı.Diğer taraftan idari işlerde yaptıkları önerilere uyup uymamak kralın takdirine kalmış bir olaydı. * Feodal düzen iyice yerleştikten sonra toprak sahiplerinin gücü iyice pekişti.Soylu sınıf olarak üretim araçlarının sahibi oldukları için toplumun üstyapısını oluşturan sosyal olgularda daha fazla sözsahibi olmaya başladılar.Onikinci yüzyıla gelindiğinde krallar,kendi kişiliklerinde toplamış oldukları birçok yetkiyi soylu sınıflara mensup kişilerle paylaşmak zorunda kalmışlardı.Olayların gelişim sürecinde yetki paylaşması feodal soyluların lehinine doğru sapmasına devam etti.Nihayet 1215 yılında kral Yurtsuz John imzaladığı Magna Carta Libertatum,yani Büyük Özgürlük Fermanı ile egemenliğinin soylular adına kısıtlanmasını kabul etti. * Magna Carta Libertatum’un imzalanması için mücadele eden feodal beylerin en büyük destekçisi orta sınıf halktı.Artık kral ile soylu sınıfın görev ve yetkileri karşılıklı olarak belirlenmişti.Kral eskisi gibi başına buyruk davranamayacak,yürürlüğe konan yasalara uymak zorunda kalacak ve kişilere tanıdığı hakları koruyacaktı.Batı Avrupa’da feodal ilişkilerin en koyu olduğu bir dönemde İngiltere’de gelinen bu aşama her yönüyle ilginçti.Sözkonusu fermanda kişi dokunulmazlığı ile kişi güvenliği ön planda tutulmuştu.Bir yargı organı tarafından karar verilmemişse kişiler tutuklanamıyordu.Kralın halktan keyfine göre vergi toplaması artık sözkonusu bile değildir.Ayrıca kralın kendisi olsun,veya kendisinin görevlendirdiği kişiler olsun devlet adına görev yapan herkes denetlenebilecekti. * Magnum Concilium’un danışma kurulu olmaktan çıkıp denetleme fonksiyonunu kazanma süreci ileriki yıllarda daha da kapsamlı olacak ve parlamenter sisteme kadar gidecektir. Kaynak: Devrimler Ans./Burjuva devrimleri
-
KUSURSUZLUK
Evrenin kusursuz olması ile neyi kastettiğinizi biraz açıklarsanız sanırım konu tartışmaya daha elverişli hale gelecek.
-
İNSANLIK AYIBI...hayvan kalimlarına hayır diyelim..
Görüntüleri sonuna kadar izleyemedim.Bu işi yapanların insan olduğunu kesinlikle kabul etmiyorum.
-
Sivil Anayasa Hakkında ne düşünüyorsunuz.
Değişsin veya değişmesin en önce düzgün bir Türkçe'ye kavuşturulması gerekiyor.
-
UZLAŞMA MI?
Ekonomik ve ona bağlı olarak gelişen siyasi gerçekler göz önüne alınmadıkça ifade edilen istekler ütopya düzeyinde kalır.
-
HALK DA KENDİNE GELSE
Herşeyden önce dünyayı anlamak için bilinçli olmak gerekir.Bilinç ise köklü bir öğrenim ve eğitimle sağlanır.Bir fakültede olan şu olayla dünya gerçeklerini kavrayacak gelişme sağlanabilinir mi?Fakültenin hocaları binbir rica ile Amerika’dan dünyanın sayılı bir bilim adamını getirmişler.Adam, öğrencilerin öğretim gördüğü bir konuda konuşma yapacak.Aynı saatte bir başka salonda bir bayan magazin yıldızı da toplantı yapıyor.Her iki salondaki öğrenci sayısı şöyle:Bilim adamının salonunda 6 öğrenci.Magazin yıldızının salonunda 700 öğrenci.
-
Birleşmiş Milletler
Bazı ülkeler ekonomik ve askeri yönden diğer ülkelerden daha güçlü olduğu sürece Birleşmiş Milletler dünya üzerinde gerçek bir barış sağlayamaz.Zira güçlü ülkeler bulundukları konumları en azından sürdürmek isteyecekleri için diğer ülkelerin kendilerine rakip duruma gelmelerini istemezler.
-
Yükseklik ve sıcaklık
Güneş’e yaklaştıkça sıcaklığın artmasını düşünmek,ilk bakışta insana mantıklı gelir. 1780’li yıllara gelinceye dek herkes böyle düşünüyordu. O yıllarda balonlarla deney yapıldıkça öyle olmadığı anlaşıldı. Yükseldikçe hava soğuyordu. Gökyüzüne doğru uzanan hayali bir merdivene tırmandığınızı düşünün. Her 1000 metrede bir sıcaklığın 1,6 santigrat derece azaldığını ölçersiniz. Yeryüzündeki hiçbir yükseklik bize Güneş’in sıcaklığını daha yoğun hissettirmez. Bunun sebebi uzaydaki muazzam mesafelerdir. Nitekim, Güneş,150 milyon kilometre ötededir. İstanbul Taksim’deki anıtın önünde duran bir kişiyi ele alalım. Bir adım atarak,örneğin Çin’deki bir orman yangınının sıcaklığını duyabilir mi? Bütün mesele atmosferdeki molekül yoğunluğu ile ilgilidir. Güneş’ten çıkan ışınlar atomlara enerji verirler. Bu enerji ,atomların hareketini arttırır birbirlerine daha fazla çarpmalarına yol açar. Böylece ısı açığa çıkar. Yaz günlerinde sokakta yürürken Güneş’in sıcaklığını çok daha yoğun hissederiz. Buna sebep olan,daha fazla ışın gelmesidir. Yükseğe çıkıldıkça havadaki molekül sayısı azalmaya başlar. Buna paralel olarak aralarındaki çarpışmalar da azalır. KAYNAK A Short History of Nearly Everything
-
Richard Owen
Richard Owen 1804 yılında İngiltere’nin kuzeyindeki Lancaster’de doğdu.1824 yılında tıp eğitimi için Edinburg’a gitti.Anatomiye merakı aşırı derecedeydi. Sık sık yasakları çiğniyor,kadavralardan aldığı parçaları gizlice evine götürüyordu.1826’da İngiltere Kraliyet Cerrahlık Okulu’na girmeye hak kazandı. Görevi,tıp ve anatomik örneklerden oluşan çok geniş,fakat düzensiz olan kolleksiyonları düzenlemekti. 1832 yılında yazdığı Memoir on the Pearly Nautilus adlı yapıtı ,konusu alanında klasikler arasına girmiştir.1833 yılında çalışmalarının ilkini yayınladı. Bu çalışmasında Kraliyet Cerrahlık Okulu Müzesi’nden yararlandı.Yapıtında oradaki karşılaştırmalı anatomi kolleksiyonunun resimli ve açıklamalı katologuna yer verdi.Bu koleksiyon ona ileride yapacağı hem canlı hem de fosil hayvanlara ait araştırmalarında yardımcı olacaktır. Zira kullanacağı karşılaştırmalı anatomi bilgisini kazanmıştı.1836 yılında Kraliyet Cerrahlık Okulu’nun Hunter Kürsüsü’nde profesör,1837 yılında da anatomi ve fizyoloji profesörü oldu.Hekimliği bıraktıktan sonra zamanının tümünü araştırmalara ayırdı. ***** R.Owen,organizasyon yönünden oldukça yetenekliydi.Çalışmalarındaki akılcı yöntemiyle hızla başarıya ulaşıyordu.Fosil kemiklerinin birleştirilip iskelet haline getirme işinde uzmanlaştı.Hemen hemen hiç yanılmayan içgüdüleri ile kısa zamanda üstün nitelikli bir anatomist oldu.Ancak bu yanılmayan içgüdüsü, her zaman doğru sonuçlara ulaşacağının garantisi değildi.Nitekim,ileriki tarihlerde birçok hata yaptığı kanıtlanmıştır.Ama hayvanların anatomisi alanında zamanının en ünlü kişisi olmuştu. Bu sebeple Londra Zooloji Bahçeleri’nde ölen hayvanları satın alma önceliği kendisine tanındı. ***** 1845 yılında Odontography adlı eserini tamamladı. 1846 yılında Lectures on Comparative Anatomy and Physiology of the Vertebrate Animals,(Omurgalıların Fizyolojisi ve Karşılaştırmalı Anatomisi Üzerine Dersler) ile çalışmalarına devam etti.Aynı yıl, A History of British Fossil Mammals and Birds (Britanya’daki Fosil Memelilerin ve Kuşların Tarihi) bir başka eseridir. 1856 yılında British Museum’da doğa bilimleri bölümlerinin yöneticiliğini üstlendi. Özellikle South Kensington’daki Doğa Tarihi Müzesi’nin geliştirilmesi ile ilgileniyordu. A History of British Fossil Reptiles (Britanya’daki Fosil Sürüngenlerin Tarihi) ve On the Anatomy of Vertebrates (Omurgalıların Anatomisi Üzerine)diğer yapıtlarıdır. ***** R.Owen en çok dinozorlar üzerindeki uzmanlığından dolayı hatırlanır.Dinosauria terimini bilim dünyasına o kazandırmıştı.Korkunç kertenkele anlamına gelir.Ancak dinozorlar kesinlikle kertenkele değillerdi.Bugün için onların dinozorlardan otuz milyon yıl önce başka bir soydan geldikleri anlaşılmıştır. R.Owen,dinozorların sürüngen olduklarını elbette biliyordu.Bu sebeple herpeton adını verebilirdi.Ayrıca bir tane değil,iki tane sürüngen takımı olduğunun da farkına varamadı.Nitekim dinozorlar kuş kalçalı Ornithischia takımı ile kertenkele kalçalı Saurishchia takımını kapsar. ***** R.Owen hem tip olarak hem de huy olarak insanlara sevimli gelmezdi.Herkes onun soğuk karakterli ve küstah davranışlı olduğunda hemfikirdi. Amacına ulaşmak için düşünmeksizin herşeyi yapacağından kuşku duyulmuyordu.Ancak anatomi alanındaki tartışma götürmez yeteneği tüm olumsuzluklarını perdeliyordu.Diğer taraftan R.Owen’ın neden olduğu problemler birbirinin peşisıra ortaya çıkıyordu. Thomas Huxley 1857 yılında Churchill’s Medical Directory’in yeni baskısında bir şey fark etti.R.Owen’ın ismini rehberde görmüştü. Londra’daki Madencilik Okulu’nun Karşılaştırmalı Anatomi ve Fizyoloji Profesörü olarak görünüyordu. Oysa o mevkide Thomas Huxley’in kendisi bulunmaktaydı.Araştırınca bu bilginin yayıncılara R.Owen’ın ilettiğini öğrendi. ***** O günlerde Hugh Falconer adlı bir doğabilimci,heryerde şikayet edip duruyordu.Zira kendi keşiflerinden birini R.Owen sahiplenmişti. Bu tip iddialar sürekli ortalıkta dolaşıyordu.Birkaç kişi,kendi örneklerini R.Owen’a incelemesi için verdiklerini,ancak onun kendi çalışmalarını sahiplendiğini söylüyorlardı. En dikkat çekici olay ise bir hekimin başına gelenler oldu.Gideon Mantell uzun yıllar çalışarak çok sayıda fosil biriktirmiş ve kayıtlara geçirmişti. Ancak şanslı bir kişi değildi,işleri hep ters gitti.Zaman içinde karısını,çocuklarını,hekimliğini ve fosil kolleksiyonunu kaybetti. Zavallı adam Londra’ya taşınmıştı ki kısa bir süre sonra bir kaza geçirdi.Bir at arabası kendisine çarpınca,belinden sakatlandı. R.Owen sistemli bir çalışmayla Mantell’in katkılarını kayıtlardan sildi.Onun yıllar önce adlandırdığı türlere yeni isimler verdi ve keşifleri kendisi üstlendi. ***** R.Owen’ın kuşkulu işlerinin sonu gelmiyordu.Royal Society’nin bir komitesi ,ki başkanı da R.Owen’di,ödül verecekti. Belemnit adlı nesli tükenmiş bir yumuşakça için yazılan bildiri birincilik kazanmıştı.Bu bildiriyi yazan R.Owen’di ve kendisine Kraliyet Madalyası verilmesi kararlaştırıldı.Oysa belemnit 4 yıl önce Chaning Pearce adındaki amatör bir doğabilimci tarafından keşfedilmişti.Üstelik bu keşfin bildirisi Jeoloji Derneği’nin bir toplantısında sunulmuştu.İşin ilginç tarafı o toplantıya R.Owen’ın kendisi de katılmıştı.Ama şimdi, Royal Society’e kendi bildirisi gibi sunuyordu.Bir de bu yaratığa kendi adını da veriyordu:Belemnites owenii.Durum ortaya çıkınca Kraliyet Madalyası gene de elinden alınmadı. ***** Bütün bu olayların intikamını Thomas Huxley aldı.Büyük gayretlerle, R.Owen’i Zooloji Derneği ve Royal Society’nin komitelerinden attırdı. İşte R.Owen’ın British Museum’da doğa bilimleri bölümlerinin yöneticiliğine geçmesi böyle oldu.Bu dönemdeki çalışmaları bilimin bulgularını halkın her kesimine sunmak için oldu.Nitekim 1880 yılında hizmete açılan Doğa Tarihi müzesi onun eseridir.1892 yılında öldü. ***** R.Owen,1863 yılında bilinen en eski kuş cinsi olan Archaeopteryx’i müzesine kazandırmıştı. 90 sene sonra,yani 1954 yılında bu kuş için yeni bir araştırma yapıldı.Elde edilen sonuca göre R Owen kuşun iskeletini düzenlerken sırt ve karın bölümlerini birbirine karıştırmıştı.Ayrıca en önemli iki özelliği gözden kaçırdığı anlaşıldı.Bu özellikler çok önemliydi.Zira kuş,düz olan göğüs kemiğinden dolayı havada sadece süzülebilirdi.Ayrıca,kafatasının yapısı sürüngenlerle büyük benzerlik taşıyordu.Aslında onun yaptığı bilimsel hatalar,henüz hayatta iken saptanmıştı. Anatomi konusunda,omurgalı kafatasının değişikliğe uğramış omurlardan oluştuğunu iddia ediyordu.Bu görüş,Thomas Huxley tarafından tamamen çürütülmüştü. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
-
DNA'nın yapısı nasıl çözüldü?
1950 yılından itibaren DNA yapısının kısa süre içinde çözüleceği kuvvetle tahmin ediliyordu. Bilimle uğraşanlara göre bu işi başaracak kişi Linus Pauling’ten başkası olamazdı. Zira Pauling, moleküllerin birbirleriyle ilişkisi ve dizilişleri konusunda dünya çapında uzmandı. Ancak ününe ün katmasını önleyen şey,bilimsel yönden sabit fikirliliği oldu. DNA yapısının üçlü sarmal şeklinde olduğunu kabul etmişti ve bu noktada yoğunlaşmıştı. * Aslında DNA’nın bilim literatürüne girişi 1869 yılında başlar. İsviçre’li J.F.Miescher,mikroskopla yaptığı gözlemlerde,önceden bilmediği bir madde görmüştü. Bu madde hücrenin çekirdeğinde olduğu için ona nüklein adını verdi,ama daha öteye gidemedi. Sonraları bu maddenin kalıtımla olan ilgisi kabul edildi,ama tam anlamıyla fonksiyonu anlaşılmadı. 1900’lü yılların başında Morgan,meşhur sirkesineği deneyleri ile genlerin kalıtımdaki rolünü anladı. Daha sonra O.Avery, DNA’nın kalıtım olayında birinci derede rol oynadığını kesinlikle kanıtladı. Ancak yapısının ne şekilde olduğu 1953 yılına kadar bilinemeyecekti. * Maurice Wilkins,savaş sırasında atom bombasının tasarlanma aşamasında yardımcı olarak görev almıştı. Rosalind Franklin, kömür madenlerini inceleyerek hükümete yardım eden bayan bilimci idi. Francis Crick,savaş yıllarını mıknatıslı mayınlar konusundaki çalışmaları ile tamamladı. Biyokimya dalında resmi öğrenim görmemişti. James Watson ise doktorasını daha 22 yaşında iken almış bir kişiydi. Bir yıl sonra,yani 1951 ‘de Cavendish Laboratuvarı’nda işe başladı. Onun da biyokimya ile ilgili resmi öğrenimi yoktu. * Bir DNA molekülü yaptığı işleri nasıl yapar? Bu sorunun cevabını bulmak için gereken ilk şey,onun şeklini belirlemektir. Cevabını aradıkları konu hem kimya hem de biyoloji ile doğrudan doğruya ilişkili idi. Watson,kimyayı kapsamlı olarak bilmiyordu ama kristalografi ihtisası yapmaktaydı. Crick ise o sıralar X-ışınımı konusunu almış,tezini yazmakla meşguldü. Wilkins ve bayan Franklin bu proje üzerine çalışmakta idiler. Her ikisi de Watson ve Crick’in rakibi konumundaydılar. * Kristalografi,atom ve molekülleri üç boyutlu haliyle dizilişlerini inceler. X-ışını kullanılarak yapılan bu tekniği Pauling geliştirmişti. Ancak DNA yapısını ortaya çıkaracak görüntüleri bu teknikle elde eden kişi bayan Franklin oldu. Üstelik başardığı iş,mineral kristallerindeki atomların dizilişini görüntülemekten daha zordu. Ama elde ettiği sonuçları kimseye açıklamıyor,kendine saklıyordu. * Wilkins ,bayan Franklin’in bu tutumundan oldukça rahatsızdı. Onun bu ketumluğunu çalışmalarındaki ortaklık ilişkisi ile bağdaştıramıyordu. Diğer taraftan Watson ve Crick çalışmalarında daha uyumlu idiler. Ama onların da bayan Franklin’in bulgularına ihtiyaçları vardı,bu yüzden ona bir nevi baskı yapıyorlardı. Gelgelelim bayan Franklin’in bildiklerini paylaşmaya niyeti yoktu,üstelik DNA’nın sarmal olduğuna inanmıyordu. 1950’li yıllarda İngiltere’de kadın akademisyenler hala gelenekleşmiş şekilde hor görülürlerdi. Erkek akademisyenlerin odalarına giremezler,yemeklerini bile ayrı yerlerde yerlerdi. Belki de bayan Franklin yirminci yüzyılın ikinci yarısında bile terk edilmeyen bu geleneği protesto ediyordu. * Ama sonraları durum değişti.1953 yılının ocak ayında Wilkins DNA görüntülerini bayan Franklin’den alabildi. Ve bu görüntüleri Watson’a gösterdi.Tabii o da bu bilgileri hemen Crick ile paylaştı. Wilkins’in DNA görüntülerini bayan Franklin’in rızasını alarak mı Watson’a gösterdiği şüpheli kalmıştır. Artık Watson ile Crick’in DNA molekülünün temel biçimine ve boyutlarına ait önemli klavuzu olmuştu. Çalışmalarını yoğun bir tempo ile sürdürmeye başladılar. DNA’nın adenin,guanin,sitozin ve timin olarak adlandırılan 4 tane kimyasal bileşeni olduğu zaten biliniyordu. Bunlar da belirli çiftler halinde bir aradaydılar.Ama nasıl ve ne şekilde idiler? * Watson ile Crick molekül şekillerine göre kartonlar kestiler. Tıpkı yapboz oyununda olduğu gibi bu karton parçalarının hangisinin hangisine uygun olduğunu araştırdılar. Deneye deneye DNA’nın sarmal oluşturacak şekilde modelini yaptılar. Başlangıçtan o güne dek DNA hakkında bilinen herşey yaptıkları bu modele tıpatıp uygulanabiliyordu. Bu başarılarını bütün dünyaya ilan ettiler. * DNA’ya ait bilinmeyen özelliklerin ortaya çıkarılışı tümüyle Watson ile Crick’e mal edilmişti. Aslında yaptıkları buluş,rakipleri tarafından yapılan çalışmalar sayesinde olmuştu. Bilim dünyasında böyle olaylar sık sık görülür,başarı ödülü tümüyle bir veya iki kişiye verilir. Ancak Nobel Ödülü’nü düzenleyen yetkililer Wilkins’i ihmal etmediler. 1962 yılı Nobel Tıp Ödülü Watson, Crick ve Wilkins arasında paylaştırıldı. Bayan Franklin ortak edilmedi.1958 yılında ölmüştü. Kaynak: A Short History of Nearly Everything
-
Dikkatle yapılan bir deney
Antoine-Laurent Lavoisier 1743 yılında Paris’te doğdu. 8 Mayıs 1794 günü giyotin ile idam edildi. Babası Yüksek Mahkeme’de hukuk danışmanı idi. College Mazarin’de klasik dil,edebiyat,felsefe,matematik,astronomi,kimya ve botanik öğrendi. Aile fertlerinde hukuk alanına eğilim olduğu için o da 1764 yılında bu dalda lisans derecesi aldı. Ama fen bilimlerine olan ilgisi daha fazlaydı.Bu nedenle ilk ilgi odağı jeoloji oldu. Sonra kimyaya yöneldi.Bu konudaki ilk araştırmasını jipsi (alçıtaşı) çözümlemesi ile yaptı. 1766 yılında bir makale yazarak büyük bir kentin en verimli biçimde nasıl aydınlatılacağını inceledi. Bu çalışma kendisine Fransız Bilimler Akademisi’nin altın madalyasını kazandırdı. * Modern kimyanın kurucusu olarak kabul edilir. Laboratuvardaki deneyleri en titiz bir insanı bile tatmin edecek derecede mükemmeldi. Bilimsel çalışmaları dışında çeşitli kamu görevlerinde bulunmuştu. Kimya dalında çok meşhur olmasına rağmen Lavoisier hiçbir element keşfetmemiştir. Ama başkalarının keşfettiği elementleri çok iyi inceliyor ve anlamlandırıyordu. Filojistona ve kirli havaları başından beri önemsemedi. Yanma olayını açıklayan yeni bir kuram geliştirdi. Oksijenin kimyasal süreçlerdeki rolünü açıkladı. Kimyasal tepkimelerde maddenin korunumu ilkesini ortaya koydu. Elementler ile bileşikler arasındaki farkı açıkladı. Kimyaya yeni bir adlandırma sistemi getirdi. * Karısı ile birlikte hassas ölçümler gerektiren deneylerle yıllarca uğraştılar. Paslanan bir nesnenin ağırlık kazandığını saptadılar. Nesne paslanırken havadaki temel parçacıkları kendine çeker. Böylece maddenin dönüşebileceğini,ama ortadan kalkmadığını ilk farkeden kişiler oldular. Örneğin on kilo odun yakılınca odunun maddesi küle ve dumana dönüşür. Ama evrendeki net madde miktarı aynı kalır. * Aslında maddenin korunumu konusunda Lavoisier’i ilginç kılan şey,bu konuya dikkat çekmesidir. Günümüzdeki anlayışa göre kütle ile maddenin her zaman birbiriyle bağlantılı olması gerekmez. İşin temeli atomların korunumudur,ama o çağlarda hiçkimse onların varlığını bilmiyordu. * Lavoisier ve karısı paslanma konusunda yapacakları deneye çok önem verdiler. Bir metal parçasının yavaşça yanmasını,muhtemelen paslanmasını izleyeceklerdi. Çözmeyi düşündükleri soru şuydu:Paslanan metalin ağırlığı artar mı?,azalır mı?veya değişmez mi? Tamamen kapalı bir kutu yaptılar ve evlerindeki salonlardan birine geçtiler. Bu kutunun içine çeşitli maddelerle birlikte bir metal parçası koydular ve sıkıca kapadılar. Amaçlarına çabuk ulaşmak istedikleri için paslanmayı hızlandırmak gayesi ile kutuya ısı verdiler. * Bir müddet sonra kutu ve içindeki maddeler soğudu. Metal parçası şeklini kaybetmiş,paslanmış ve kısmen yanmıştı.O şekliyle dikkatlice tarttılar. Araya zaman koymadan ne kadar hava kaybedildiğini de ölçmüşlerdi. Tartım ve ölçümleri defalarca tekrarladılar.Sonuç hep aynıydı:Paslı metal,öncesinden daha ağırdı. Peki bu fazladan ilave olunan ağırlık nasıl oluşmuştu? Tartı aletindeki toz ve önceki deneylerden kalmış çok ufak metal parçalarından ileri gelmiyordu. Zira bu konuda gereken tedbirleri almışlar ve çok dikkat etmişlerdi. * Hepimizin soluduğu havada çeşitli gazlar vardır. Lavoisier’in hemen anladığı şey,bu gazlardan bir kısmının metale yapışmış olması gereğiydi. Sözkonusu ağırlığa neden olan buydu. Deneyde kullandıkları bütün maddelerin toplam miktarı değişmemişti. Sadece daha önce havada bulunan oksijen şimdi yoktu. Bu oksijen yok mu olmuştu?Hayır.Metale yapışmıştı. Kaynaklar: AnaBritannica David Bodanis:E=mc2:A Biography of the World’s Most Famous Equation
-
Eski bilimkurgu filmler
Yakın zaman önce ve günümüzde çekilen bilimkurgu filmlerinin hem görsel hem de teknik açıdan yüksek seviyede olduğunu söyleyebiliriz.Çoğu subjektif olsa da hepimizin kendine göre kalite kriterleri vardır.Aşağıda kaynağını verdiğim eserden yararlanarak geçmişe kısaca gözatmak istiyorum. ***** Eskiden film yapımcılarının bilim konusunda bilgileri hemen hemen yokmuş.Öğrenmek için çaba göstermedikleri gibi,cahilliklerine aldırmıyorlarmış bile.Böylece çevirdikleri filmlerle gülünç duruma düşüyorlarmış. 1958 yılında çevrilen The Blob,küçük bir kasabayı işgal eden bir yaratığı konu edinmiş.Bu yaratığın nereden geldiği bile belirtilmemiş.Yazarın anlattığına göre Blob bir sinema salonunda makinisti yiyince film de bitiyormuş. ***** 1953 yılında çevrilen The Beast from Twenty Thousand Fathoms (Yirmi Bin Kulaç Derinden Gelen Canavar) adlı filmde korkunç olması tasarlanan bir dinozor ele alınmış.Ama seyirciler bu yaratığı çok komik bulmuşlar.Bu dinozor asırlar boyunca denizin dibinde uyuyormuş,nükleer bir deneme sonucunda uyanmış.1933 yılında çevrilen King Kong filminde olduğu gibi New York sokaklarını birbirine katmış.Bir sahnede filmin karakterlerinden birisi ‘Wall Street civarında bir yerde saklanıyor’ demesi de seyircileri bol bol güldürmüş.Zira bu dinozor devasa boyutlarda bir canavarmış.Ama en ilginç olan şey de filmin adı.Bir kulaç yaklaşık iki metredir.Şu halde hayvan 36.000 metre derinlikte uyuyordu.İşte bu durum yapımcıların cehaletini ortaya seriyor.Zira sadece iki sene önce okyanusun en derin yerinin sadece 11.000 metre olarak Pasifik’teki Mariana Çukuru olduğu saptanmıştı.Hava soluyan bir hayvanın deniz tabanında asırlarca uyuması zaten daha da tuhaftı. ***** 1953 yılında Marslıların Dünya’yı işgal etmesini anlatan The War of the Worlds (Dünyalar Savaşı) çevrilmiş.Yazarın bahsettiği bu filmin ben kitabını okumuştum.H.G.Wells’in bu kitabında anlattığı öykü gerçekten ilginçti.Marslıları dünyadaki silahlarla durdurmak olanaksızdı.Tam ümitler tükenince onları durduran dünyamıza özgü mikroorganizmalar oldu.Zira Marslıların bu mikroskopik canlılara karşı bağışıklık sistemleri yoktu. ***** 1954 yılında çevrilen The Rocket Man (Roket Adam) filminin konusu,yetim bir çocuğa büyülü bir ışın hediye edip onu sadece iyilik yapması için kullanmasını isteyen uzaylının öyküsüymüş.Yazar 1952 yapımı Red Planet Mars filmine gülmekten kendini alamadığını yazıyor.Filmde anlatılanlara göre insanlar gezegenlerarası radyodan Mars gezegeninde hristiyan varlıkların yaşadığını öğrenmişler. ***** 1955 yılında Quatermass Experiment (Quatermass Deneyi) adlı bir film de ilgi çekmiş.Uzaydaki bütün uzaygemilerine kan emici hayvanlar girip içindekileri öldürmüş.Geriye kalan tek astronot Dünya’ya dönebilmiş.Ancak kısa süre sonra kendisini yiyen dev mantara dönüşerek büyük bir katedralin duvarlarını kaplamış. ***** 1956 yapımı Invasion of The Body Snatchers filminde insanların vucutlarını ele geçiren kötü niyetli uzaylılar o yıllardaki seyircileri bir hayli korkutmuş.Hele üç boyutlu olarak çevrilen It Came from Outer Space filminde insanlar,kendileri gibi bir insanla mı yoksa insan kılığında bir canavarla mı konuştuklarını bilemiyorlarmış. ***** Makinelere düşünmeyi öğretme,yani yapay zekanın ürünü olan deli bilgisayarlar da kötü uzaylılar kadar ürkütücü olmuşlar.Bu türün klasiği olan The Forbin Project filminin yapım yılı o kadar eski değil:1969.Filmde anlatılanlara göre Amerika’nın füze sisteminin yönetimini üstlenecek dev boyutlu bir düşünen makine yapılmış.Bu makine yaratıcısı olan Dr.Forbin’i devre dışı bırakarak küresel silahsızlanma ister.Bu isteği kabul edilmeyince nükleer bombalarını fırlatır. ***** Bir de 1977 yapımı Demon Seed (Şeytanın Tohumu) adlı film varmış.Burada da bilgisayar kontrolündeki robot bir kadını hamile bırakıyor.1961 yılında Yuri Gagarin’in uzaya çıkması,Ay ve gezegenlere insansız araçlar gönderilmesi ile başlayan bilgilenme sürecinin filmlere de yansıdığını görüyoruz.1968 yapımı 2001:A Space Odyssey bunun ilk ciddi örneğidir. Kaynak: Adrian Berry : Galileo and the Dolphins-Amazing But True Stories from Science
-
Tümeller
Hristiyan dini henüz yaygınlaşmaya yeni yeni başladığı dönemlerde felsefe ile uzlaşma gereği duyuldu.O dönemlerde yunan felsefesi hakim durumda olduğu için din görüşlerini yayanların bu felsefeyle bağlantı kurmaları normaldi.Aksi halde inançlarını ifade edecekleri düşünceler kolayca yenik düşebilirdi.Bir bakıma güç dengeleri eşitsiz olan rakiplerin mücadelesi gibi olurdu.Hristiyanlığın yaygınlaştığı ilk yüzyıllarda,bu dinin savunucuları arasında düşünürlerin sayısının fazla olması da dikkati çeker.Özellikle İskenderiye Klisesi’ne mensup din uluları bir taraftan tanrının özü konusunda çeşitli görüşler ileri sürüyor,diğer taraftan felsefe sorularına cevap arıyorlardı.Dokuzuncu yüzyılda hristiyanlık ile yeni-platonculuk uzlaşmıştı.Ancak gerçek skolastik felsefe 11.yüzyılda oluştu. * * * * * * * * * * * * * * * * * * * Genel olarak ele alacak olursak,skolastik felsefenin amacının ne olduğunu görmemiz gerekir.Bu amaç onun aynı zamanda temel problemidir.Her problem gibi onun da çözümü istenmiştir.Gaye,dine ait ilkelerin akıl ile uyumlu olmasıdır.Dine ait ilkeler derken,bundan ‘dogma’ ları,daha eski bir dille ‘nas’ ları anlamalıyız.Şöyle bir tanım da yapmak mümkündür:İnanç yani iman ile bilgiyi uzlaştırmak.Böyle bir tanımlama,o dönemlerin düşünsel uygulamalarına açıklık getirmektedir.Zaten skolastik,filkir alanında konulmuş belli temellere ve ilkelere uygun olarak düşünmektir.Bu haliyle de özgür değildir,araştırıcı niteliği yoktur,hele eleştiriye tamamen kapalıdır. * * * * * * * * * * * * * * * * * * * Skolastiğin temel amacı olarak imanla aklı ve dinle felsefeyi uzlaştırmak şeklinde belirlenince kilisenin ileri sürdüğü dogmalar hem felsefe hem de bilgi açısından yorumlandı.Böylelikle bu düşünürlere göre bilimsel bir sistem oluşmuştu.Unutmayalım ki o dönemlerde bilim ve felsefe iç içedir.Din ise zaten tüm yaşamı içine alıyordu.Düşüncelerin adeta kalıp şeklini aldığı bu durumda skolastik düşünürlerin hepsi,üzerinde tartışılması söz konusu olmayan birtakım ilkelerden yola çıkıyorlardı.O ilkeler ki doğru olup olmadıklarını araştırmak bile kimsenin aklına gelemezdi.Üstelik araştırmak ve tartışmak şöyle dursun,onlara iman edilmesi gerekiyordu. * * * * * * * * * * * * * * * * * * * Skolastiğin tam oluşmuş şekliyle temsilcisi olan Anselmus’un felsefe tarihine geçen ünlü sözü,bu konunun özeti gibidir:’Anlayayım diye iman ediyorum.’Diğer taraftan Tanrı’nın varlığını ve hristiyan dinine ait dogmaları savunmak için Platon ve Aristo felsefeleri iyice inceleniyordu.Tabii ki yorumlar, din adamı-filozof kişilerin katı düşünce kalıplarına uygun hale getirilerek yapılıyordu.Gene de düşünürler arasında ufak tefek yorum farkları vardı.Örneğin Aquino’lu Thomas aklın kavrayış gücünü ön planda tutarken,Duns Scotus irade gücünü önemli görüyordu.Ama bu ufak tefek çatlaklar bir süre sonra çok büyüyecekti. * * * * * * * * * * * * * * * * * * * Bizler,şimdi yani bugün için genel fikirlerden ve kavramlardan söz ederiz.Örneğin çevremizde çeşitli ağaçlar görürüz.Bu ağaçları duyu organlarımız ve algılarımız ile yani onların aracılığı ile tanırız.Bir elma ağacını ve bir erik ağacını duyu organlarımız ve algılarımız aracılığı ile tanıdığımız gibi aralarındaki farkı da biliriz.Ama bütün bu bilgilerimizden genel bir fikir,bilmiş olduğumuz bütün fikirleri kapsayan bir kavram ortaya koyarız.Bu kavrama ‘ağaç’ deriz.Bu ağaç kavramı,elma,erik gibi tek tek ağaçları değil onların özünü,yaygın niteliğini veya ilkesini ifade eden genel bir fikirdir.Platon buna idea adını vermişti. * * * * * * * * * * * * * * * * * * * Skolastik felsefenin yaygın olduğu çağlarda idealar,tümeller olarak ele alınıyordu.Tümeller varlıkların özleridir.Her varlıkta bulunan,hepsinin ortak noktasını oluşturan genel kavramlardır.Bütün varolan şeylerin içinde toplandığı sınıflardır veya türlerdir.Platon bu tümellerin varlıklardan önce ve onların dışında mevcut olduğunu düşünmüştü.Onlar ayrı ve nesnel bir varlığa,ayrı bir gerçeğe sahiptiler.Ortaçağdaki hristiyan felsefesinde Platon’un bu görüşlerini kabul eden kişilere ‘gerçekçiler’ bu görüşe ise ‘gerçekçilik’ yani realizm adı verilmiştir.Sözünü ettiğimiz bu gerçekçilik,tümellerin gerçek olduğunu kabul etmek anlamına geliyor.Elbette bu kavramı,o dönemlere ait şekliyle ele alıyoruz.Bugünkü anlamıyla ele alırsak,tümeller maddesel değil düşünceyle ilgili yani manevi bir gerçek taşıdıkları için bu görüşe idealizm diyoruz.Zaten doğru tanım da budur.Maddeden önce düşüncenin,veya kavramın geldiğini kabul etmek felsefi anlamıyla idealist bir düşüncedir.Tam tersi durumu,yani maddenin ve varlığın düşünceden veya soyuttan önce geldiğini ileri sürenlere bugün gerçekçi denir.Ortaçağ ile bugünün kavramlarını birbirine karıştırmamak şartı ile,kısaca ortaçağda tümellerin varlıklardan önce geldiğini ileri sürenlere gerçekçi dendiğini tekrarlayalım. * * * * * * * * * * * * * * * * * * * Aristo,tümellerin nesnelerden ayrı bir gerçeklikleri olmadığını,tam tersine nesnelerin içinde bulunduklarını ileri sürmüştü.Yani Platon’dan farklı düşünüyordu. Aquino’lu Thomas başta olmak üzere bazı düşünürler Aristo’nun fikrini benimsediler.Gene de bu görüşler tümellerin gerçek olduğunu ortadan kaldırmıyordu,olsa olsa kavramı katı bir tanımdan daha yumuşak bir şekle taşıyordu.Ama kısa bir süre sonra ‘gerçekçilik’ görüşüne tam karşıt olarak bir başka görüş oluştu.Buna göre, tümeller nesnelerin dışında varolmadıkları gibi nesnelerin içinde de varolmazlar.Tümellerin hiçbir şekilde varlığı yoktur.Onlar sadece birer isimdirler.Ancak bir ‘ad’ olarak yalnızca bizim düşüncelerimizde yer alırlar.Tümellerin nesnel olmadığını,birer ad olduğunu ileri süren bu görüşe ‘isimcilik’ veya nominalizm denir. * * * * * * * * * * * * * * * * * * * Anselmus tümellerin gerçek olduğunu ileri sürenlerin başında geliyordu.Buna karşılık nominalistlerin en önemli temsilcileri Duns Scotus ve Occam’lı William’dır.Nominalistlerin varlıklara ait özlerin,başka bir deyişle ideaların,mevcudiyetlerinin dışında nesnel olarak varolmadıklarını,sadece isimlerden ibaret olduklarını ileri sürmeleri ne anlama geliyordu?En başta hristiyanlık dininin resmi hale gelmiş olan skolastik felsefe ile çatışan bir düşünceydi.Zira hristiyanlığın dogma şeklinde ifade edilen skolastik ilkeleri,tanrı veya ruh gibi gerçeklerin birer isim olmadıklarını,bunların bağımsız ve nesnel bir varlığı olduğu temeline dayanıyordu.Oysa bu tümellerin sadece birer isim veya ad olduğunu söylemek,üstelik sadece düşüncelerimizde(başka yerde değil) mevcut olduklarını ileri sürmek dinin dogmalarını reddetmek anlamına geliyordu. * * * * * * * * * * * * * * * * * * * Elbette nominalistler dinsiz kişiler değillerdi ve hristiyanlığı yıkmak gibi bir amaçları yoktu.Tam tersine dini daha sağlam temellere oturtmak istiyorlardı.Kalıplaşmış düşünce formlarını kırıp serbest düşünce ile manevi kavramlara ulaşmanın daha uygun olduğunu kanıtlamışlardı.Din alanında ulaştıkları bu zafer,bilim alanındaki düşünürleri o devirde göreceli olarak oldukça rahat bir konuma getirmişti.
-
Çokbilmişlere kurduğum tuzaklar
Eksik olmasınlar,hayatımda çokbilmiş birsürü kişiyle tanıştım. Hani şu ukala denilen insanlar. Tamamen cahil değillerdir,öyle olsa mesele yok. Kendilerine sorarsanız bazı şeyleri iyi bilirler. Birtakım konuları iyi bilenlere bir şey demem. Bildiğini zannedenlerden bahsediyorum. ***** Ben yıllar önce böylelerini dinlemekten bıkıp usanmıştım. Birkaç gün üşenmeden oturup çalışmalar yaptım. Onlar için tuzaklar hazırladım. Örneğin çok iyi bir şairin dizelerini bir kağıda yazdım. Veya iyi bilinen bilimsel buluşları kimin yaptığını not ettim. Reddedilmeyecek kaynakları da ilave ettim. ***** Artık bu kağıtları hep cebimde taşıyordum. Çok geçmeden bunların faydasını gördüm. Bir mekanda oturmuş sohbet ediyoruz. Konu edebiyattan açılmış. Çokbilmiş birisi şiir hakkında birşeyler söylüyor. Ben cebimden çok iyi bilinen şairin dizelerini çıkarıyorum. Okumayı bitirince: --‘Bu şiiri ben yazdım.Nasıl buldun ?’ diye soruyorum. ***** Çokbilmiş kişi biraz acemice olduğunu söylüyor. Anlatım eksik kalmış,şu bu gibi bir şeyler yorumluyor. Sonra işin gerçeğini belirtince ne duruma düştüğünü düşünün. Veya tam tersini yapıyordum. Kendim oturup saçma sapan birşeyler yazıp okuyordum. Sonra da şiiri işte şu şairin yazdığını belirtiyordum. Tabii dizelere övgülerin sonu gelmiyordu. ***** Bilimsel konulardaki tuzaklarım konuların püf noktalarını kapsıyordu. Örneğin birisi Einstein’in görecelik kuramını anlatıyor. Yarım-yamalak bilgisi var,belli oluyor. Araya girip soruyorum: --‘Detayı bırak.Görecelik ne demektir?’ Böylece anlattığı konunun özünü kavrayıp kavrayamadığını anlardım. ***** Fikir tartışmalarında bir kişiyi sınamanın etkili bir yöntemi daha var: Ona anlattığı şeyleri nereden öğrendiğini sorun. Okuyarak mı öğrenmiş?Yoksa başkalarından duydukları ile mi konuşuyor? Okuyarak öğrenmişse hangi kaynaklardan yararlanmış. Bir bilim adamının söylemediği sözleri söylediğini iddia edenleri çok gördüm.
-
Su molekülü
Suyun niteliği anlatılırken tadının ve kokusunun olmadığı söylenir. Ama bir yaz günü içtiğimiz suyun şekerden bile tatlı olduğunu hepimiz biliriz. Her yerde mevcuttur.Bomboş ve taş duvardan yapılmış bir oda içinde dursak bile su vardır. Nerede mi?Kendimizde.Zira bizlerin % 65’ini su oluşturur. Bu oran patateste %80,domateste %95’e çıkar. * Pekçok sıvı madde donduğunda %10 kadar hacim kaybeder. Su da öyledir,ama bir bakıma da öyle değildir. Zira tam donma noktasında ilginç bir fiziksel özellik kazanarak genişler. Donma işlemi bitip katılaştığında eskisinden %10 daha hacimlidir. Buzun bu niteliği çok önemlidir.Zira suyun üzerinde kalmasını sağlar. Sebebi ise sudan daha az yoğun oluşudur. 1 dm3 buz,0,9 dm3 kısmı su yüzeyinin altında kalmak üzere suya batar. Batan kısım nedeniyle 0,9 dm3 su ile yer değiştirir. Yer değiştiren su 1 dm3 buzun tamamı kadar ağırlıktadır. Böylece su,buzu,0,1 dm3 kısmı suyun üstünde kalacak şekilde yüzdürür. Tersi olsaydı,yani buz batsaydı,göller ve denizler diplerinden başlayarak donarlardı. * Bir oksijen atomu ile ona bağlanan iki hidrojen atomu su molekülü oluşturur. Oksijen yanmayı sağlayan elementtir.Hidrojenin bizzat kendisi yanıcı özelliktedir. Yanmaya eğilimli bu iki element uygun oranda birleşince ateş söndürücü hale gelmiş olur. Hidrojen atomları oksijen atomlarına sıkıca bağlanırlar. Ama diğer su molekülleri ile de gevşek bağlar kurarlar. Bir su molekülünü işaretleyip onu gözlemlediğimizi düşünelim. Onun bağlı olduğu molekülü bırakıp diğerine bağlandığını görürdük. Kısa bir süre sonra onu bırakıp bir başkasına bağlanacaktır.Böyle sürüp gider. Bir bardak içindeki suyun sakin bir şekilde duruyor gözükmesi aldatıcıdır. Oysa içindeki herbir molekül bir saniye içinde milyarlarca defa başka molekülle bağlantı kurar. * Moleküllerin birbirleriyle sağlam olmayan bağlantıları aynı zamanda güçlü olmalarını da sağlar. Suyun yüzeyindeki direnç bu nedenle oluşur. Bir su birikintisinin yüzeyindeki moleküller,alt ve yan taraflardaki moleküller ile bağlantılıdır. Ama bunların bağlantıları,üst taraflarındaki hava molekülleri ile oluşturdukları bağlardan daha güçlüdür. Bu bağlılık,bir böceği taşıyabilecek kadar güçlü bir zar yaratır. Eğer yüzme havuzuna karınüstü atlarsak bu zar direnci yüzünden göbeğimiz acır. * Bilimadamları yerküredeki su miktarının 1,3 milyar kilometreküp olduğunu söylüyor. Bu miktar sabittir,eksilmez veya artmaz.Bunun büyük kısmı okyanuslara aittir. Nicelik olarak belirtirsek,yeryüzündeki bütün suların %97’si denizlerde bulunur. Geriye kalan %3 miktarındaki su tatlıdır,onun da çoğu buz katmanları halindedir. KAYNAK A Short History of Nearly Everything
-
çok başarılı bir online fal
Fala ve falcılara inanır mısınız?Aslında bu olgu her çağ ve her toplumda olagelmiştir. En basit anlatımı ile falcılar,gelecekten haber verirler.Onlar illüzyonistlerden farklıdır. İllüzyonistlerin göz boyama ve elçabukluğu gibi hünerleri vardır. Bir de kullandıkları her eşyanın bir takım özellikleri mevcuttur. Kısacası onların her gösterisi bir hiledir ve herkes te bunu kabul eder. Oysa falcılar kapsamlı aletler kullanmazlar. İnsanların avuçlarına bakarlar,kahve kalıntılarını incelerler. İskambil kağıtlarını karıştırmak gibi eylemleri ile örneklerimizi arttırabiliriz. * Ben,şahsen kendim için bir falın çıkıp çıkmadığını görmedim. Zira hiç falıma baktırmadım. Çevremdeki kişilerden de falcılar için bir yorum duymadım. Yani bunlardan birisi falının çıktığını söylese idi hemen sorularımı sorardım. Sen falcıya bir ipucu verdin mi?Beklentilerinin ne olduğunu belli ettin mi? Buna benzer şeyler sorardım. Ama nedense fallarının çıktığını söyleyenler hep tanıdıklarımın tanıdığı oluyor. Bir falcı geleceği nasıl bilebilir? Zamanda ileriye yolculuk mu yapıyor?Veya içlerine mi doğuyor? Eğer böyle ise, onların birtakım özellikleri, milyarlarca insanınkinden oldukça farklı olmalı. En çok merak ettiğim de şudur:Onlar kendi geleceklerini bilebilirler mi? * Ama falcıların şaşılacak derecede bazı gerçekleri bildiklerini hep duyarız. Birisi falcıya gitmiş,hayatlarında ilk kez birbirlerini görüyorlarmış. Ama falcı onun ne iş yaptığını,işinin ne durumda olduğunu filan bilivermiş. Konu biraz yakından incelenince bazı ipuçları ortaya çıkmaya başlar. Bir kişi falcıyla görüşmek için sırasını beklerken,bekleyenler arasında sohbetler olur. İnsanlar bu sohbetlerde ister istemez bazı özelliklerini diğerlerine söylerler. Bu kişiler arasında falcının casusları olamaz mı? * İnsanların istekleri,özlemleri ve beklentileri arasında ortak nokta çoktur. Hepimiz kendi geleceğimizi garanti altına almak isteriz. Sevdiklerimizle birlikte mutlu olmak en büyük arzumuzdur. Yaşamımızda olumsuz olayların yer almamasını dileriz. Sanırım falcılar gelecek ile ilgili açıklamalarında bu gerçekleri sık sık kullanırlar. * Falcı ,karşısına gelen kişinin tipi ve kıyafetine göre onun durumunu genel hatları ile belirleyebilir. Oturuş şekli,ellerinin hareketi,bakışları ve bunun gibi davranışlarının ne anlama geldiğini iyi bilir. Sonra onun durumuna uygun gelecekle ilgili senaryoları üretmek kolaydır. Örneğin kişilerin kılık ve kıyafetleri genellikle onların ekonomik seviyelerini yansıtır. Böylece yakın bir zamanda bir yerlerden para geleceği kolaylıkla söylenebilir. Zaten para hemen hemen herkesin ortak beklentisidir.Bunu ben bile bilirim.
-
Televole kültürü ve zararları
Fakültenin hocaları binbir rica ile Amerika’dan dünyanın sayılı bir bilim adamını getirmişler. Adam, öğrencilerin öğretim gördüğü bir konuda konuşma yapacak. Aynı saatte bir başka salonda bir bayan magazin yıldızı da toplantı yapıyor. Her iki salondaki öğrenci sayısı şöyle: Bilim adamının salonunda 6 öğrenci. Magazin yıldızının salonunda 700 öğrenci.
-
Sıradan vatandaşlar ve borsa
Birçok televizyon yayınlarının gündüz programlarında borsa haberlerine rastlıyorum. Hiç bilmediğim ve anlamadığım,zaten param olmadığı için istesem de ilgilenemeyeceğim bir konudur. İlk zamanlar bu yayınların bolluğunu görünce birçok insanın parasını borsada değerlendirdiğini zannederdim. Benim ve yakın çevremin dışında kalan insanların ekonomik seviyelerinin yüksek olduğunu sanır,şaşırırdım. * Diğer taraftan ülkemizin azgelişmiş olduğunu,kişi başına milli gelirin çok düşük seviyede bulunduğunu biliyordum. Gelir dağılımı bozuktur,sanayi genel anlamıyla üretime yönelik değildir,dış ticaret dengesi negatiftir,bunları da biliyordum. Ama bazı siyasetçiler ve anlı şanlı iktisatçılar makro ekonomik göstergelerin çok iyi durumda olduğunu söylüyorlardı. Her fırsatta bunun kanıtı olarak ta borsayı gösteriyorlardı. * Sonraları ufak bir araştırma yapmıştım. Sıradan vatandaşların öyle borsayla falan ilgilendikleri yoktu.İlgilenmeleri bir yana orada ne olup bittiğini bile bilmiyorlardı. Memurlar,işçiler,küçük esnaf,köylüler ve diğer düşük gelirli kişilerin gözünde uzak bir galaksiden farkı yoktu. Bu durum şimdi de böyle.O halde borsaya toz kondurmayanlar ne demek istiyorlardı? * Herkesin en nadide kristal bir eşya gibi kolladığı,ona yan gözle bile bakmaktan sakındığı bu nazik olgu nasıl bir şeydir? Ürkmemesi için konuşmamıza çok dikkat etmemiz gereken,incinmemesi için bir yavru kuş şevkatı gereken bu kurum nedir? Aman nazar değmesin,sonra halimiz ne olur ? diye üzerinde titrediğimiz bu müessese belli ki çok önemliymiş. Hele şu sıcak para dedikleri olay.Tümüyle yabancı sermaye.Yüksek faizin cazibesi devam etsin ki kaçıp gitmesin. * Milyarlarca dolar geliyor,bir süre sonra büyük kazanç sağlıyor,sonra ana parayı ve kazancı alıp geldiği yere dönüyor. Ülke içinde kaldığı sırada piyasanın nakit sıkıntısını hallediyor,ama ülkeden çıkınca onun kazancı kimin cebinden çıkıyor? Alınıp satılan çeşit çeşit değerli kağıt üzerinden sağlanan milyarlarca lira gelir ,dargelirli bir kişiyi neden ilgilendirsin? Borsada olan böyle olaylarda ifade edilen rakamların miktarı büyüdükçe yapılan övgüler neden artıyor? Paradan para kazanmaya yönelik bir ekonomik düzenin sürdürülmesi için ne gibi şeyleri feda ediyoruz? * Borsa konusu daha sonra daha da belirgin hale geldi Meğerse ülkenin tüm ekonomik yapısı ona bağlıymış. Ama ben hala hemen hemen hiçbir borsa terimini bilmiyorum.Bir takım rakamların ne ifade ettiğini anlamıyorum. İşlem hacmi,blok satış,mali endeks ve buna benzer kelimeler bana çok yabancı. Milyonlarca sıradan vatandaş için de aynı. Ufak birikimlerini borsada biraz daha arttırma gayesinde olanları anlıyorum. Onların bütçelerine bir ferahlık getiriyorsa böyle fırsatları değerlendirmelerine hak veriyorum. Ama koskoca bir ülke ekonomisinin kaderinin buna bağlı bırakılmasını anlamıyorum. Benim gibi milyonlarca insan da anlamıyor.Hep birlikte anlamıyoruz.Bütün olay bu. Sadece anlamıyoruz.O kadar.
-
Marjinal Partilere Oy Vermeyin !
Aslında düşüncelerime az çok uyan bir parti var.Ama yüzde on seçim barajını aşamaz. Oysa böyle bir kısıtlama olmasa 15-20 milletvekili çıkarabilirdi.Mecliste grup bile kurabilirdi. Böylece çeşitli komisyonlarda söz sahibi olabilecekti. Bu yol kapanmış. * Bu durumda oy kullanmayayım mı?Ama bunun da tutmadığım partiye yarayacağını biliyorum. O halde kendi düşüncelerime hiç değilse asgari seviyede uyan bir başka partiye oy vereyim. Listelere bakınca kafam karışıyor. Daha önce apayrı görüşleri savunan isimler listelerin seçilebilecek sıralarındalar. Aslında diğer kişilerin de kim olduğunu bilmiyorum. * Asıl partime oy veremiyorum. Ona biraz yakın partinin adaylarını tanımıyorum. Tüm adayların tepedeki bir-iki isim tarafından belirlendiği besbelli. Buna rağmen oy verince seçtiğim kişilerin başka partiye geçeceklerine de eminim. Herşey apaçık ortada: Benim vereceğim oy bana yaramayacak. Bundan adım gibi eminim.
-
Beynimiz
Bu konuda bana ilginç gelen özellik şu:Beyin kendisinin ne olduğunu,ne işler yaptığını düşünüyor.
-
Güneş sistemi dışında ilk su izi
Sayın ali0_1 Verdiğiniz adrese baktım.Bana da yorumu ağır basan bir haber gibi geldi.Ama şahsen ben bir astronom olmadığım için daha fazla bir şey söyleyemem.Herbiri milyarlarca yıldız barındıran milyarlarca galakside suyun da yaşamın da bulunmaması biraz garip olur.Diğer taraftan yeryüzünde yaşayan bizlerin bilim geçmişimiz de inanılmaz derecede kısa.Bizden sonra gelecek nesiller bu konuları daha iyi inceleyecekler.
-
Atalarımızın sayısı
Daha önce de aklıma gelmiş,ancak pek düşünmemiştim.Aşağıda kaynağını verdiğim kitabı okuyunca konu daha da ilgimi çekti.Bill Bryson’un verdiği örneklerle bazı açıklamalar yapacağım.Çocuk yapmaya yönelik cinsel birleşme eylemi için evlenme fiilini kullanacağım. Sekiz nesil geriye gidersek yaklaşık 1810 yılına ulaşırız.Bu tarihte Abraham Lincoln ve C.Darwin bir yaşındaydılar.Benim şu anda varolabilmem için 250’den fazla insanın evlenmesi gerekmiştir.Bu rakamı şöyle buluyoruz : Annemin ve babamın kendi anne ve babalarının sayısı 4,onların anne ve babalarının sayısı 8 eder. Bu sayılar her nesil geriye gidildikçe ikiye katlanır. Daha geri bir tarihe,örneğin Shakespeare’nin yaşadığı zamanlara,yani 1650 yıllarına gidersek, benim şu anda varolabilmem için 16.384’ten fazla insanın evlenmesi gerekmiştir.Yirmi nesil önce bu sayı 1.048.576,Yirmibeş nesil önce ise 33.554.432’dir.Hele otuz nesil öncesine gidince atalarımın sayısı bir milyarı aşar.Tarihte geriye doğru gidişimizi devam ettirdikçe benim dünyaya gelişimi sağlayan insan sayısı inanılmaz boyutlara ulaşıyor. O kadar fazla değil 64 nesil geride,yani Romalılar zamanında bu sayı 1’in sağında 18 sıfır olan rakamı bulur.Ben şahsen bu rakamın nasıl okunduğunu bilmiyorum, ama gene de yazayım:1.000.000.000.000.000.000. Daha da eski tarihlerde bu sayıyı varın siz hesaplayın.Matematik işleminde bir yanlışlık olduğunu sanmıyorum.Nesillerin hangi döneme denk geldiği yanlış bile olsa hesapların doğru olduğu kesindir.Ama kaçınılmaz olarak aklıma şu geliyor:Dünya üzerinde, varolduğundan bu yana bu sayıda insan olmamıştır.Akla gelebilecek bir açıklama şu olabilir:İnsanlığın eski devirlerinde resmi evlilik olmadığı için anne-baba sayısı yukarıda açıkladığım matematik işlemi gibi değildir.O takdirde sayının azalacağı doğrudur.Ama ne dereceye kadar azalır?Veya bizi tatmin edecek sayı ortaya çıkar mı? Bill Bryson’un yorumunu yazmayayım.Kendi düşünceme göre ise bu konunun cevabı dünya görüşümüze göre değişik olacaktır. Kaynak: Bill Bryson : A Short History of Nearly Everything
-
Uzaylıya yapılan otopsi
Bir uzaylıya yapılan otopsi görüntülerini izlediniz mi?Ben izlemiştim.İzlerken,daha ilk sahnelerden itibaren bu görüntülerdekilerin bir sahtekarlık olduğunu anladım.Bu görüntüleri de kapsayan olaylara ‘Roswell vakası’ deniliyor.Kısaca özetlersem; Roswell kasabası yakınına 1947 yılında kimliği belirsiz bir cismin düştüğü iddia edilmişti.Resmi görevliler olay yerinde bulduğu enkazı alıp götürdüler.Ancak bu enkazın bir uçan daireye ait olduğu söylentisi dünyanın her yanına yayıldı.Bu olay defalarca gündeme getirildi.Nihayet cismin yere çakılmasından sonra öldüğü söylenen bir uzaylıya yapılan otopsiye ait görüntüler ortaya çıktı. ********** ********** ********** ********** Bu otopsiyi görmek istiyorsanız YouTube’ye girin.Search kısmına ‘roswell’ yazın.Roswell alien autopsy videosunu izleyin. Daha fazla bilgi almak istiyorsanız ve ingilizce biliyorsanız internet arama çubuğuna ‘skeptical inquirer’ yazın,çıkan sitede gene ‘roswell’ yazıp ilgili makaleleri bulun. ********** ********** ********** ********** Trey Stokes;The Abyss,Batman Returns,RoboCop II,The Blob gibi filmler için canavar ve uzaylı yaratan bir sanatçıdır.Kendisi böyle bir sahteciliğin nasıl yapılabileceğini çok iyi bilenler arasındadır.Herşeyden önce film, 1940 yıllarında çekilmiş belgeseller gibi olmalıydı.Dekorda kullanılan eşyalar da bu yıllara uygun düşmeliydi.Otopsisi yapılacak olan uzaylı ise,insanların hayalgüçlerinde canlandırdıkları imge ile paralellik göstermelidir.Hemen hemen insana benzemeli,ama tam olarak aynı olmamalıdır.Bu çerçeve içinde insanlara ait olmayan birtakım organlara da sahip bulunmalıydı.Bu model çok iyi şekilde dizayn edilmeliydi.Öyle ki tıp araştırıcısı rolündeki aktörler,yapacakları otopsi sırasında bu organları kolayca keşfetmeliydiler. ********** ********** ********** ********** İşe başlanınca vucut ölçüleri, yapılması tasarlanan uzaylıya benzeyen birisini bulmak ve onun plastikten kalıbını almak gerekir.Sonra yaratığa garip bir görünüm vermek için çalışmalar başlar.Bunun için en uygun yol,dişçilerin diş kalıbı almak için kullandığı ve hızlı şekilde donarak elastik bir yarı katıya dönüşen macunumsu madde hazırlamaktır.Bu madde yaratığın plastik kalıbının üzerine sürülür.Sonra altışar tane el ve ayak parmağı takılır.Bu iş yapılırken el ve ayaklara uzun ve belirgin görülebilsin diye teller konur.Seyircilerin ilk bakacakları yer olduğu için yüze garip bir ifade verilir ve baş yeniden şekillendirilir.Büyük bir ihtimalle böyle oluşan uzaylının hazırlanması artık bitmiştir.Sıra çekim yapmaya gelmiştir. ********** ********** ********** ********** Kameralar çalışmaya başlar.Sözde araştırıcılar gövdeyi kesmeye koyulurlar. Trey Stokes’in tahminine göre bir neşterin kameraya bakmayan tarafına küçük bir tüp iliştirilmiştir.Böylece neşter keserken uzaylının kanı tüpten dışarı sızar,elbette neşter ardında bir iz de bırakılmış olur.Daha sonra, en yakın kasaptan alınıp gereken işlemler uygulanarak yerleştirilmiş olan ciğer veya böbrekler karından çıkarılır. ********** ********** ********** ********** Görüntüler boyunca kadavranın etrafındaki başlıklı adamların;hem kendi mikroplarının saçılmasını,hem de uzaylının mikroplarını engelleyecek arıtıcı maskeler takmadıklarını görüyoruz.Daha ilk bakışta hiç tecrübesi olmayan ve beceriksiz olduğu anlaşılan kişiler organların yapılarını,birbirleriyle ilişkilerini anlamaya veya incelemeye hiç gayret göstermiyorlar.Elleri rastgele ve plansız bir biçimde oradan oraya saldırıyorlar.Vucuttan çıkarılan garip şeyler adeta körlemesine kesilip tasların içine fırlatılıyor. ********** ********** ********** ********** Tecrübeli bir cerrah,filmin son derece beceriksiz çekildiğini ve iyi yönlendirilmemiş amatörlerin işi olduğunu söylemişti.Joseph Bauer olan bu cerrah,konuşmasına şöyle devam etmişti:’Bu uzaylı gerçek olsaydı,film yüzyılın cinayetinin belgeseli olurdu.’Elbette buna ilave olarak barbarca bir kasaplığın ve hem bu deforme yaratık hakkında biraz bilgi edinme fırsatının hem de eşsiz delillerin yok edilmesinin de cinayeti olurdu. Kaynak: Adrian Berry : Galileo and the Dolphins-Amazing But True Stories from Science
-
UFO’LAR
Daniken'in kitabında yayınladığı bazı resimleri rotüşladığı da kanıtlandı. Hele bir kabartmaya bakıp yorum yapmıştı da sonra birisi onun kabartmaya tersinden baktığını söylemişti. Tanrıların Arabaları kitabından sonra birbirine benzer birkaç kitap daha yazdı.Eh...Yazacak tabi.Nasılsa bu işin içinde para var. Sonuçta bilimadamları 'Daniken Duruşması' adlı bir kitapta bu tip görüşleri tek tek çürüttüler.Zaten benzer fikirler başkalarınca daha önceki yıllarda da ileri sürülmüştü.Anlaşılan böyle şeyler 20-25 yıllık peryotlar halinde gündeme geliyor.