sedat sencan tarafından postalanan herşey
-
KANGAL
Tam ortadaki fotoğrafta görüldüğü gibi benim de bir kangalla benzer görüntüm var. İnsan o anda kangalın tüm dostluk duygularını algılıyor. Fotoğraftaki kişi de sevgiyle baktığına göre o da benim gibi hissediyor. En alt fotoğraftaki yavrular da çok sevimli.
-
evrim aldatmacadan ibarettir
'Soğuk tuzak yöntemi' diye bir kavramı ben de ilk kez duyuyorum. Einstein'in evrim ile ilgili bir yorumunu da duymamıştım. Dikkat:ben duymamıştım diyorum. Kaynak gösterilirse ben de onun yorumunu öğrenmiş olurum.
-
Dünya Hayatı Beynimizde Yaşanır
Bilim ile felsefe yaklaşık 16.yüzyıla kadar iç içe idi.Bu tarihten itibaren ayrılma başlamıştır.Elbette bu iş kolay olmamıştır. Bıgün için bilimin henüz (dikkat:henüz) açıklığa kavuşturamadığı konular felsefe alanına giriyor.Zaten Big-Bang,sonsuzluk gibi konularda bu sitede yaptığımız da bu.Ama bu tip konuların bugünden yarına hemen çözüleceği kesin olmadığından bizler bol bol tartışmalarımıza devam edeceğiz.Çok çok ileri tarihlerde ne olur bilemem,ama bugün için durum böyle.
-
Kara dulun ağı
Bilimadamları daha keşfedilmemiş birçok bitki ve hayvan türü olduğunu söylüyor.Böylece daha pekçok özellik öğreneceğiz. İnsanoğlu henüz üzerinde yaşadığımız dünyanın doğal niteliklerini tam olarak çözebilmiş değil.Çok ileriki tarihlerde başka gezegenlerde kimbilir hangi yenilikler bulacak?Yirminci yüzyılın başlarında bazı bilim adamları artık keşfedilecek bilgi kalmadığını söylemiş.O zamanlar daha televizyon bile yokmuş.Ne kadar yanılmışlar.
-
ZARDOZ
Eskiden sinemada bir film izledikten sonra kendimce birtakım notlar alırdım. O zamanlar video oynatıcısı yeni yeni piyasaya çıkıyordu.Ama çok pahalı idi. Dolayısı ile yeni çevrilmiş bir film seyretmenin tek çaresi sinemaya gitmekti. Şimdi yazdığım bu notların hiçbir önemi kalmadı. Gene de bir tanesini paylaşmak istiyorum. ********** ********** ********** ********** Zardoz,yönetmenliğini 1974 yılında John Boorman’ın yaptığı bir filmdir. Başrolünde Sean Connery oynamıştı. Olaylar,dünyamızın geleceğinde yer alıyor.İnsanlar başlıca iki grupta toplanmıştır. İlk grupta yer alan kişiler hem sayıca diğerlerinden azdırlar,hem de üst sınıftandırlar. En önemli özellikleri ise,ölümsüzlüğü keşfetmiş olmalarıdır. Yaşadıkları bölgeyi Vortex olarak adlandırıyorlar. Tahrip edilmesi olanaksız olan bir çeşit cam duvar ile kendilerini tecrit etmişlerdir. ********** ********** ********** ********** İkinci gruptaki insanlar ise kalabalık olup birinci gruptakilere oranla daha ilkeldirler. Bu grup arasından seçilmiş olan bazı kişiler Vortex’tekilerin polisleridir. Zed (Sean Connery) bu polislerden biridir.(Not:Polis kelimesini ben kullandım.Filmdeki ismi başkaydı) Filmde çok büyük boyutta,insan yüzlü maske şeklinde ve her türlü uçuşu yapabilen taş bir cisim görürüz. Daha çok halkın bölgesinde dolaşır,Tanrı olarak kabul edilir.Bu,Zardoz’dur. ********** ********** ********** ********** Tabii ki Zardoz Tanrı değildir.Üst sınıftan Arthur Frayn tarafından kontrol edilmektedir. Bu kişi herkes tarafından sihirbaz olarak kabul edilmiştir. Onun kontrol ettiği Zardoz’un görevi aşağı sınıf halkı denetim altına almak,düzeni sağlamaktır. Gerektiğinde insan öldürecek şekilde silahla donatılmıştır. İnsanlar onun kendiliğinden hareket ettiğine,suçluları cezalandırdığına inanmaktadır. ********** ********** ********** ********** Zed bir gün kütüphaneye gider ve kitap okumaya başlar. Bir ara eline ‘Wizard of Oz’ (Oz’un Büyücüsü) adlı kitabı alır. Bir süre sonra parmaklarıyla w,i,o ve f harflerini kapatır. Parmaklarıyla kapattıktan sonra açıkta kalan harflerden oluşan kelimenin Zardoz olduğunu görür. Zed böylece taş yapının hiçbir tanrısal özelliğinin bulunmadığını ,Arthur Frayn’ın da sahtekar olduğunu anlar. ********** ********** ********** ********** Zed fırsatını bulduğu anda Zardoz’un içine girip Arthur Frayn’ı öldürür. Filmi izledikçe sonradan anlıyoruz ki Zed’i kütüphaneye gitmesi için teşvik eden Arthur Frayn’ın kendisidir. Oluşmasında katkı sahibi olduğu üst sınıf insanların düzeninden memnun olmadığının farkına varmıştır. Zed derhal Vortex’e girer. Arthur Frayn’ın ölümünden sonra artık orada disiplin kalmamıştır. Üst sınıftaki insanlar ölümsüzlüğün kendilerine mutluluk getirmediğini anlamışlardır. ********** ********** ********** ********** Son zamanlarda çekilen bilimkurgu filmlerindeki teknik zenginliği Zardoz’da bulamayız. Öyle ki olaylar ileriki yıllarda mı yoksa orta çağda mı geçiyor,arada bir fark yok gibidir. Seyirciye sanki yapımcılar para harcamaktan kaçınmışlar gibi geliyor. Ancak siyaset ve felsefeye dayalı diyaloglar oldukça yoğun. ********** ********** ********** ********** Yönetmen John Boorman’ın Vortex’teki üst sınıfı perdeye yansıtmasını başarılı bulmuştum. Sonsuz yaşam süresinin getirdiği bunalım gerektiği gibi aktarılıyor. Onların ruhsal sıkıntılarına nasıl bir çözüm bulunacağı seyirciyi meraka sürüklüyor. Bu çözümü Zed getirecektir. Bir ölümlü ile karşılaşmak Vortex’e ait insanlar için aradıkları cevaptır. Şimdi toplumda ortaya çıkan anarşi ve şiddet kişilerde ölüm arzusu yaratmıştır. Herkes kendisinin öldürülmesi için her çareye başvurmakta hatta yalvarmaktadır. ********** ********** ********** ********** Zardoz bilimkurgu sinemasında iz bırakmış bir film değildir. Yukarıda da yazdığım gibi görsel zenginliği yoktur. Ama konusu ve iletmek istediği mesajlar bana ilginç gelmişti. Gelecekteki toplumları bazı konularda uyarmak istiyor gibiydi.
-
Avrupalı
Bir arkadaşım anlatmıştı. Bayiliğini yaptığı bir Alman, iş görüşmesi için Türkiye’ye geliyor. İş görüşmeleri dışında kalan zamanda bu kişiyi gezdiriyor,yediriyor,içiriyor. Tabii bütün hesaplar arkadaşımdan. Alman çok mutlu; gülüyor,eğleniyor. Herşey çok hoşuna gitmiştir. Bütün bu izzet ikram 3 gün sürüyor,Alman ülkesine dönüyor. ********** ********** ********** ********** ********** Bir-iki ay sonra arkadaşım Almanya’ya gidiyor. O adamın işyerinde kendisini görmek istiyor. Karşı karşıya geldiklerinde Alman gayet ciddi ve soğuk bir tavır ile: --Evet,ne istemiştiniz? Diyor.Arkadaşım ilk anda onun kendisini hatırlayamadığını sanmış. Alman,hatırladığını söyledikten sonra gene o buz gibi tavrını sürdürmüş. Arkadaşım bunların ne olduğunu bildiğini,ama bu kadarını tahmin edemediğini söylemişti. ********** ********** ********** ********** ********** Aslında Alman olan kişinin davranışı çok normaldir. Bireysellik olgusu yüzyıllardır toplumlarında mevcuttu. Bugünkü sosyal yapının temeli geçmişte atılmıştır. Gelenekler dünden bugüne taşınan toplumsal olgulardır. Bencillik ise tek tek kişilerde belirgin hale gelen bireysel tutumdur. Ve büyük ölçüde ekonomik ilişkilerden kaynaklanır. ********** ********** ********** ********** ********** Feodaliteden kapitalist düzene geçerken oluşan sosyal felsefeleri kişi üzerineydi. İktisat teorilerinin üretim ve tüketim faaliyetleri de bu temele dayanmıştı. Toplumun zenginleşmesi,bireylerin tek tek zenginleşmesi ile mümkündür. Bu nedenle sermaye devletin değil,kişilerin mülkiyetinde olmalıdır. Batılı toplumların özgürlük anlayışı en çok ekonomi alanını kapsıyordu. ********** ********** ********** ********** ********** Sermaye sahibi kişi piyasadaki talebe göre yatırım yapacaktır. Tüketicilerin tercihleri ise kendi kişisel ihtiyaçlarına göredir. Üretici sayısının dengeye gelmesi kapitalist teorinin önemli şartlarından biridir. Bu sayının en uygun olmasını rekabet sağlar. Rekabet ise,’ben’ olgusunu öne çıkarıyordu. Buna ekonomik bencillik diyebiliriz. Ekonomi,toplumun en önemli yapıtaşıdır.Dolayısı ile sosyal yapıyı da belirler. Üretim ve tüketim ilişkilerindeki bencillik,kişinin davranışlarına damgasını vurmuştu. ********** ********** ********** ********** ********** Herbir fert,sadece kendi tüketimini düşündüğü için ‘ısmarlama’ olayı yoktur. Misafir kabul edip onunla kendi yiyecek ve içeceklerini paylaşmak onun için anormaldir. Yaralı ve hastalara yardım etmek,kendisinin değil,devletin görevidir. Kişi olarak sadece kendisinden sorumludur. Bireysel sorumluluk,olumsuz durumlarda da sözkonusudur. İşleri iyi gitmeyen biri yardım görmeyeceğini bildiği için çalışkan olmak zorundadır. ********** ********** ********** ********** ********** Arkadaşımı tanımazlıktan gelen Alman,böyle bir toplumun üyesidir. Onun soğuk davranışının kendisine garip gelecek bir yönü yoktur. Türkiye’de gördüğü ikram,onun açısından sadece iş ilişkisinin gereğidir. Misafirperverlik ve paylaşım gibi değerler kendi çevresinde hiç rastlamadığı olgulardır.
-
Laboratuvardan giyotine
Antoine-Laurent Lavoisier 1743 yılında Paris’te doğdu.Kimya bilimi onun sayesinde sağlamlık,açıklık ve yöntem kazanıp modern çağa taşınmıştır. Oksijen ve hidrojeni gerçeğe uygun biçimde tanımladı,ikisine de modern isimlerini kazandırdı.Yanma olayını açıklığa kavuşturmuş,element ve bileşik arasındaki farkı açıklamıştı. ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** 1789 ihtilali öncesinde Ferme Generale, Fransız hükümeti adına dolaylı vergi toplayan özel bir kuruluştur.Bu kuruluşta çalışan yüksek görevlilerden birisinin kızı Marie Paulze 1771 yılında henüz 13 yaşındaydı.Lavoisier kendisine aşık oldu.Aynı yıl evlendiler.O yıllarda Fransa’daki yönetim biçimi feodal krallıktır. Ticaret yapan,sanayide üretimi yürüten zengin burjuva kesiminin devlet yönetiminde rolü yoktu.Kanunlar feodal aristokrat sınıfın çıkarlarını gözetecek şekilde düzenlenmişti.Bu sebeple soylu sınıfa mensup olmak son derece önemliydi.İşin ilginç yönü,bu ünvanları parayla satın almak mümkündü. Babası da Lavoisier’e 1772 yılında bir soyluluk ünvanı satın aldı. ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** Madam Lavoisier,evlendikleri günden itibaren kocasının bilimsel çalışmasına katıldı.Her ikisi günde beş saatlerini ve Pazar günlerinin tamamını bilime ayırmışlardı.Lavoisier’in kendisi kimyadan ayrı pek çok alanda da faaliyet halindeydi.Barut imalatının resmi yetkilisi idi.Metrik sistemin bulunup uygulanmasına yardım ediyordu.O zamana kadar bulunan ve üzerinde görüş birliğine varılan element adlarının rehberini hazırladı.Hipnoz,hapishane reformu,böceklerin solunumu,Paris’in su kaynakları ilgilendiği diğer işlerdi. ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** Ferme Generale halk tarafından hiç sevilmezdi.Zenginlerden değil,sadece yoksullardan vergi topladığı ileri sürülüyordu.Lavoisier daha 1768 yılında bu kurumdan hisse satın almıştı.Bu hisselerden sağladığı gelirler,bilimsel çalışmalarına katkı sağlıyordu.O zamanlar için dünyanın en gelişmiş özel laboratuvarına sahipti. ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** Ferme Generale’nin hissedarı olmak,halkın Lavoisier’den nefret etmesine sebep olmuştu.Lavoisier sanki bu nefreti çoğaltmak istercesine bir işe daha girişti. Paris’i çeviren duvarlar artık eskimişti.Geçiş kapıları da çürüdüğü için girenlerden alınan vergi azalmıştı.Yeni bir duvar yaptırdı.Artık birçok geçiş kapısı ve silahlı muhafızlar için devriye yolları vardı.Paris’liler bu duvardan zerre kadar hoşlanmamıştı.Zaten devrim başlayınca,Bastille’den iki gün önce bu duvara saldırdılar. ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** Lavoisier en büyük hatasını elinde olmayarak yaptı.1778 yılında Bilimler Akademisi’nin tam üyeliğine kabul edilmişti.1780 yılında genç bir bilim adamı akademiye kendi icadı olan bir buluşu sundu.Bu buluş ilkel bir kızılötesi dürbündü.Bunun sayesinde bir mum alevinden yükselen titrek ısıyı görmek mümkündü.Lavoisier,bu teklifi geri çevirdi.Zira ısı dalgaları kesin olarak ölçülemezdi.Genç adamın kuramı gerçekten yanlıştı.Ama o bunu hiç unutmadı ve Lavoisier’ hiç bağışlamadı.Bu genç adam,Fransız devriminin önderlerinden biri olacak kişi idi:Jean-Paul Marat ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** Fransız Büyük Devrimi 1789 yılında gerçekleşti.Lavoisier aslında reformcu ve liberal görüşlü biriydi.Etats-generaux toplandığında yedek halk temsilcisi seçildi.Meclis tüzüğünü hazırladı.Paris Komünü’ne de seçilip 1789 Derneği’ne katıldı.Devletteki görevleri artıyordu.Hazinenin yönetiminde çalışmalarda bulunup mali durum ve tarımla ilgili planlar geliştirdi.Ancak Ferme Generale’de hissedar olması ve Paris Duvarı unutulmamıştı.Ülkesine yaptığı hizmetler yanında dünyaca tanınmış bilimadamı olmasına rağmen halkın nefreti sürüyordu. Radikal basın onun aleyhine saldırısını arttırdı.Marat Ulusal Meclis’in etkili liderlerinden biriydi ve Lavoisier’ın asılması gerektiğini her yerde söylüyordu. ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** 1791 yılında Ferme Generale kapatıldı. Lavoisier barut fabrikalarındaki görevinden alındı.Cephanelikteki evinden ve laboratuvarından çıkarıldı.1793 yılında Terör dönemi en yüksek seviyeye ulaşmıştı.Kasım ayında Ferme Generale’nin yöneticileri ile birlikte Lavoisier de tutuklandı.Kayınpederi de tutuklananlar arasındaydı.8 Mayıs 1794 günü 31 Ferme Generale üyesiyle birlikte Devrim Mahkemesi’ne çıkarıldı.Mahkeme heyeti ile juri arasında bir berber,bir arabacı ve bir kuyumcu gibi çeşitli meslekten kişiler vardı. İddianamede sanıkların bulundukları mevkiyi kullanarak kazanç sağladıkları ileri sürüldü.Duruşma sırasında onun bilim adamlığı söz konusu edildi.Yargıçlardan birinin’Devrimin bilim adamlarına ihtiyacı yoktur’dediği söylenir,ancak bu konuda bir belge yoktur.Zaten duruşma boyunca Lavoisier özellikle söz konusu edilmedi.Suçlama yöneticilerin hepsineydi. ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** Sekiz kişi beraat etmişti. Lavoisier ve diğerleri ölüm cezasına çarptırıldı. Mahkeme akşamüstü bitmişti.O zamanlar temyiz,itiraz gibi şeyler sözkonusu değildi ve kararlar hemen uygulanıyordu.Bir at arabasına bindirilip giyotinlerin kurulduğu Devrim Meydanı’na götürüldüler.Hepsinin elleri arkalarında bağlıydı. Kayınpederinin başı kesildikten sonra sıra kendisine gelmişti,yavaşça ayağa kalktı.Onun da başı kesildikten sonra diğerlerinin infazı hızla tamamlandı. Hepsinin cesedi toplu bir mezara atıldı.
-
JOHN LE CARRE
Asıl adı David John Moore Cormwell’dir. 1931 yılında İngiltere’de doğdu.Beş yaşındayken annesi evden kaçtı. Berkshire yakınlarındaki Pangbourne’de St. Andrew hazırlık okulunda eğitimine başladı. Liseyi bitirdikten sonra 1948 yılında İsviçre’ye gitti. Bern Üniversitesi’nde yabancı diller üzerine çalıştı. 18 yaşında İngiltere’ye döndü. Oxford’ta Lincoln Koleji’nden 1956 yılında mezun oldu. Sanskritçe ve eski Almanca’yı iyice öğrenmişti. İki yıl boyunca Eton Koleji’nde ders verdi. Öğretmenlik,Cormwell için çalışma hayatında aradığı meslek değildi. Onu sonraki beş yıl boyunca İngiliz Dışişleri Bakanlığı için çalıştığını görürüz. Önce, Bonn'da ki İngiliz Elçiliğinde hizmet verdi. Daha sonra konsolos olarak siyasal bir görev için Hamburg'a transfer edildi. Bu süre içinde Avusturya ve Almanya’daki gizli servisleri tanıma fırsatını bulmuştu. Dış İşleri memuru iken John Le Carre takma adıyla iki romanını yazmıştı bile. 1963 yılında Almanya’da iken Berlin Duvarı iki Almanya arasında dikildi. Bu olayı değerlendirip 5 hafta içinde Soğuktan Gelen Casus’u yazdı. Beş yıllık devlet görevini bırakarak sadece kitap yazmaya karar verdi. ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** Eserlerinin hemen çoğu casusluk üzerinedir. Mesleğini sürdürürken gerekli bilgileri zaten elde etmişti. Bu bilgileri yazarlık yeteneği ile ustaca yoğurmuştur. Romanlarındaki kurgular ilk başta karmaşık gibi görülür. Ama konusunu ilgilendiren resmi kurumları titizlikle incelerken herşey yerine oturur. Eserlerinin tümünde yazdığı her cümlenin sağlam özelliğini kaybetmediğini görürüz. Uslubu ağırbaşlı ve ciddidir.İlk önce soğuk bir havası varmış gibi algılanır. Ancak satırlar okundukça alışılır,yazarın kendine özgü tarzı kolayca benimsenir. Olayların gelişim süreci içinde okuyucunun merak ve heyecanı da artar. İhanet eden kişileri ve vatanseverlerin psikolojik tahlillerini incelikle ele alır. Bazı devletlerin dış ve iç politikalarını anlattığı olaylar içinde eleştirmekten geri kalmamıştır. ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** Eserleri: *****Call For The Dead (1961) Türkçe yayınlanan kitabın adı:Ölümüne Davet. *****A Murder Of Quality (1962) *****The Spy Who Came In From The Cold (1963) Türkçe yayınlanan kitabın adı:Soğuktan Gelen Casus. *****The Looking Glass War (1965) *****A Small Town In Germany (1968) *****The Naive And Sentimental Lover (1971) *****Tinker,Tailor,Soldier ,Spy (1974) Türkçe yayınlanan kitabın adı:Köstebek. *****The Honourable Schoolboy (1977) Türkçe yayınlanan kitabın adı:Bir Öğrenci Gibi. *****Smiley’s People (1979) Türkçe yayınlanan kitabın adı:İnsancıklar. *****The Little Drummer Girl (1983) Türkçe yayınlanan kitabın adı:Küçük Trampetçi Kız. *****A Perfect Spy (1986) Türkçe yayınlanan kitabın adı:Son Casus. *****The Russian House (1989) Türkçe yayınlanan kitabın adı:Rus Evi. *****The Secret Pilgrim (1991) Türkçe yayınlanan kitabın adı:Yolun Sonu. *****The Unbearable Peace (1991) *****The Night Manager (1993) Türkçe yayınlanan kitabın adı:Gece Müdürü. *****Our Game (1995) Türkçe yayınlanan kitabın adı:Bizim Oyun. *****The Tailor Of Panama (1996) Türkçe yayınlanan kitabın adı:Panama Terzisi. *****Nervous Times (1998) *****Single&Single (1999) Türkçe yayınlanan kitabın adı:Single Ve Oğlu. *****The Constant Gardener (2001) Türkçe yayınlanan kitabın adı:Bahçıvan. *****Absolute Friends (20039 Türkçe yayınlanan kitabın adı:Sıkı Dostlar. *****The Mission Song (2006) ***** ***** ***** ***** ***** ***** ***** Not:1964 yılında yayınlanan The Incongruous Spy: 1- Call For The Dead (1961) 2- A Murder Of Quality (1962) romanlarının serisidir. 1982 yılında yayınlanan The Quest For Karla: 1- Tinker,Tailor,Soldier ,Spy (1974) 2- The Honourable Schoolboy (1977) 3- Smiley’s People (1979) romanlarının serisidir.
-
CANLILARIN SINIFLANDIRILMASI VE CAROLUS LİNNAEUS
1707 yılında İsveç’te doğdu.Babası papazdı. İleriki yıllarda botanik dalında önemli ilkeler ortaya koyacağını bilirmişçesine,daha çocukken bitkilerle ilgilenmeye başlamıştı. Asıl adı Carl Linne idi.Carolus Linnaeus ise Latinceleştirilmiş adıdır. Lund,sonra Uppsala Üniversite’sinde eğitim görerek tıp diplomasını aldı.Botanik dalında çalışmaları Olof Celsius’un teşvikiyle olmuştu. 1732 yılında bitki örtüsünü incelemek için,Uppsala Bilim Akademisi tarafından Laponya’ya gönderildi. Bu geziden sağladığı bilgileri ‘Laponya’nın Bitki Örtüsü’ adıyla yayınladı. Linne daha o yıllarda kendi kendine bir sistem icat etmiş,dünyadaki bitki ve hayvan türlerini kapsayan kataloglar oluşturmuştu. 1735 yılında ‘Doğa Sistemi’(Systema natuare),1737 yılında ‘Bitki Cinsleri’ adlı eserleri ile botanik dünyasında adını duyurdu. Systema natuare geniş kapsamlı bir çalışmadır.Eşey organlar temel alınarak sınıflandırma sistemine yer verilmiştir. 1736 yılında çıktığı gezi ile İngiltere ve Fransa’da çeşitli botanikçilerle tanışıp bilgi alış verişinde bulundu. 1738 yılında ülkesine döndü.Kısa bir süre sonra evlendi. 1741 yılında Uppsala Üniversite’sinin Botanik Kürsü’sünde göreve başladı. ‘İsveç’in Bitki Örtüsü’,’İsveç’in Hayvan Varlığı’ ve ‘Botanik Felsefesi’ gibi yapıtlara imza attı. ***** ***** ***** ***** ***** ***** 1753 yılında ‘Bitki Türleri’(Species plantarum) adlı yapıtı ile büyük bir üne ulaştı. Bu eserinde botaniğe olduğu kadar bütün doğa bilimlerine de önemli katkı sağladı. 8.000 kadar bitki türüne ‘ikili adlandırma’ sistemini uyguladı. Pratikte büyük kolaylıklar sağlayan bu sistem,bütün canlıların iki tane adla adlandırılmasına dayanıyordu: Birincisi canlının cinsini,ikincisi ise türünü belirtiyordu. Hayvanlar dünyasını 6 kategoriye ayırmıştı: 1-Memeliler,2-Sürüngenler,3-Kuşlar,4-Balıklar,5-Böcekler,6-bu beş sınıf dışında kalan herşey için,solucanlar. 1761 yılında kendisine İsveç soyluluk ünvanı verildi.Bundan sonra Carl von Linne adını kullanmaya başladı. ***** ***** ***** ***** ***** ***** Linnaeus,kendisini aşırı derecede üstün gören bir kişiliğe sahipti. Övünmeyi o kadar ileri götürmüştü ki,dünyaya o güne dek kendisinden daha büyük botanikçinin gelmediğini ileri sürmüştü. Bulduğu sınıflandırma sisteminin,bilim dünyasının en büyük başarısı olduğunu sık sık açıklıyordu. Onun bu gibi övünmelerine şüpheyle bakan kişileri affetmez,adlarını zararlı otlara vereceğini söylerdi. Linnaeus’un bir diğer aşırı özelliği ise sekse olan yoğun ilgisiydi. Bazı çiftkabuklular ile dişilerin cinsel organları arasındaki benzerlik onun ilgisini çok çekiyordu. Bir midye türünün belli bölümlerine vulva,labia,pubes,anüs ve himen gibi isimler vermişti. Bitkileri sınıflandırmasını üreme organlarının doğasına göre yapmıştı. Bir de bu bitkilere aşırı seviyede insanlara özgü cilveler yakıştırmıştı. Çiçekler ve çiçek davranışları için yaptığı açıklamalarda ‘rastgele cinsel ilişki’,’kısır metres’ ve gerdek yatağı’ gibi benzetmeler yapardı. Bu durumda elbette birçok kişi kendisini yadırgıyordu. ***** ***** ***** ***** ***** ***** Ancak sınıflandırma sistemi olağanüstü güzeldi. Linnaeus’tan önce bitkilere oldukça uzun ve açıklayıcı adlar veriliyordu.Örneğin fındık domatesi şöyle yazılırdı: Physalis amno ramosissime ramis angulosis glabris foliis dentoserratis. Linnaeus bu uzun ismi Physalis angulata haline getirdi. O günlerde adlandırma konusundaki tutarsızlıklar bitkiler aleminde pekçok karmaşa yaratıyordu. Bir botanik uzmanı,’Rosa sylvestris alba cum rubore folio glabro’ ile, ‘’Rosa sylvestris inodora seu canina’ olarak adlandırılan diğerinin aynı bitki olup olmadığından emin olamıyordu. Linnaeus onu Rosa canina olarak sadeleştirdi ve karışıklığı sonlandırdı. ***** ***** ***** ***** ***** ***** Linnaeus’un sistemi düzenleme açısından son derece uygundur. Bunun yerine ikame edilecek başka bir sistem bugüne dek bulunamamıştır. Önceleri sınıflandırma sistemleri genellikle kişilerin kendilerine kalmış bir şeydi. Örneğin hayvanlarda şu şekilde kategoriler vardı:Vahşi-evcil , karada yaşayan-suda yaşayan , büyük-küçük. Veya Buffon,hayvanları insana faydaları açısından sınıflandırmıştı. Linnaeus canlıların tümünü fiziksel niteliklerine göre sınıflandırma işine kendisini adamıştı. Doğal olarak bu iş yıllarca devam etti. Systema Naturae ‘in(Doğa Sistemi) 1735 yılındaki ilk baskısı 14 sayfaydı. 12.baskısı ise 3 cilt ve 2.300 sayfayı buldu. Böylece 13.000 kadar bitki ve hayvan türü adlandırılmıştı. O zamanlar bilim dünyasında bu konuda daha kapsamlı başka eserler de vardı. Örneğin İngiliz botanik bilgini John Ray yıllar önce yazdığı 3 ciltlik ‘Bitkilerin Tarihi’ kitabında 18.600 adet bitki türü sınıflamıştı. Ama Linnaeus’un tutarlılık,düzen,basitlik ve güncellik gibi özellikleri daha üstündü. ***** ***** ***** ***** ***** ***** Bitki ve hayvanlar dışında minerallerin ve hastalıkların sınıflandırılması ile de uğraştı. Linnaeus botanik bilgini,araştırmacı ve öğretmendi. Ama her insan gibi elbette onun da hataları vardı. O günlerde denizciler ve hayali geniş diğer gezginler,gördüklerini abartılı olarak anlatırlardı. Linnaeus bu öykülere inanır,sisteminde efsanevi hayvanlara ve canavar tipi insanlara da yer verirdi. Örneğin dört ayak üstünde yürüyen ve konuşamayan vahşi insana ‘Homo ferus’ adını vermişti. Gene sisteminde kuyruklu insan anlamında ‘Homo caudatus’ yer alıyordu. Buna rağmen balinalar ile inekler, fareler ve karada yaşayan diğer bazı hayvanlar arasındaki ilgiyi görmüştü. Böylece onların Dörtayaklılar takımına ait olduğunu ilk saptayan kişi olmuştu. Daha sonraki yıllarda bu ilişki Memeliler olarak değiştirildi. 1774 yılında bir felç geçirdi,4 yıl sonra öldü. KAYNAKLAR: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
-
Descartes'ta Bilgi Kuramı
Cogito ergo sum:Düşünüyorum,öyleyse varım. Felsefenin gelmiş geçmiş en önemli cümlelerinden birisidir. Hepimizin de bildiği gibi 1596-1650 yılları arasında yaşamış olan Descartes söylemiştir. Bu cümle ile ne demek istemişti ? Her şeyden önce o günlerde henüz bilim ve felsefe birbirinden ayrılmamıştı. Ama ayrılmanın sancıları da başlamıştı. Skolastik felsefe yıkılmış,bilgi problemi yeniden ele alınmıştı. Uğraş olarak bilimi seçen insanlar gözlerini doğaya çevirdiler. O güne kadar elde edilmiş bilgiler,her ne iseler tek tek ele alındı. Avrupa’nın birçok yerinde bunların hepsi yeniden inceleniyordu. Herbir bilgi deneylerle sınanıyor,tekrar tekrar gözlemleniyordu. *** *** *** *** *** *** *** *** Descartes, bu yoğun günlerde kendisini tam hedefe kilitlemiş olmalı. Elbette sonuca bir günde varmadı. Bir taraftan bilimsel gelişmeleri takip ediyor,bir taraftan kendisi araştırıyordu. Bütün bunların arasında ilişki kurmak ve kuralları belirlemek bir filozofun görevidir. Belki de bu işin düşünsel süreci yıllarca sürdü. Şimdi kendim Descartes’mışım gibi düşüneceğim. *** *** *** *** *** *** *** *** İşe en başından başlıyacağım. Bildiklerimin hepsinden şüphe ediyorum. Duyularımın sağladığı bilgiler şüpheli ve aldatıcıdır. Çevremdeki kişilerin de etkisinde kalmış olmalıyım. Sabit fikirler,toplumun değerleri ,gelenekleri ve bunun gibi herşeyi de ayırıyorum. Herşeyin varlığını yok sayıyorum.Var olup olmadıklarını şimdilik merak etmiyorum. Hatta kendim bile yokmuş gibi davranmalıyım. *** *** *** *** *** *** *** *** Şimdi işe başlıyorum. Etrafımda çeşitli biçim ve renklerde pekçok nesne var. Ben bunları nasıl ve ne şekilde görüyorsam,onlar da öyle mi olmalı? Örneğin şu tek avucuma sığacak kadar hacimli kırmızı bir elma görüyorum. O,gerçekten mevcut mu ? Mevcutsa o boyutta ve o renkte mi? Ben nesneleri duyu organlarım aracılığı ile tanıyorum. Onlara dokunuyorum,kendilerini görüyorum,tadına bakıyorum. Seslerini işitip bazısının kokusunu alıyorum. Böylece onlar hakkında bilgi sahibi oluyorum. Ama bu bilgiler doğru mu? *** *** *** *** *** *** *** *** Nitekim duyularımın beni sık sık yanılttığını bilirim. Bazen halının üzerinde bir kalem görürüm,sonra anlarım ki o,halının deseniymiş. Bunun gibi bir sesi başka bir şeyin sesi sanırım. Demek ki duyulara güven duymamalıyım. Duyularım beni yanılttığına göre belki de onların bana kaynaklık ettiği nesneler de yanıltıcıdır. Belki de gördüğüm veya gördüğümü sandığım herşey bir hayaldir. Belki de onların hepsi benim kuruntumdur. *** *** *** *** *** *** *** *** Eşyalar öyle de insanlar nasıl? Ben herkesi kendim gibi düşünen,gören ve duyan birileri olduğunu kabul etmişim. Ama ya onlar öyle değilse. Sık sık rüya görürüm.Düşlerimde bir şeyler yapar,bir yerlere giderim. Uyandığım zaman bunların hiçbirini de yapmamış olduğumu anlarım. Sakın bütün yaşantım bir rüya olmasın? Etrafımdaki eşyalar ve insanlar gibi kendi varlığım bile şüpheli. O zaman geriye ne kaldı? *** *** *** *** *** *** *** *** İlk anda geriye hiçbir şey kalmamış gibi görünüyor. Ama galiba bir şey var. Bu öyle bir şey ki artık ondan şüphe edemem. Bu şey, benim için kesin diyeceğim bir bilgidir. İlginç olan durum,bu kesin bilgim benim kendi şüphemden oluştu. Şüphe ettiğim zaman boyunca ,kendisinden şüphe edemeyeceğim şey nedir? Elbette bu,şüphe etmekte olmamdır. Peki şüphe etmek nedir? *** *** *** *** *** *** *** *** Hiç tartışmasız söyleyebilirim:Düşünmektir. Yani şüphe etmek düşünmek demektir. O zaman düşünme eyleminden şüphe edemem. Böylece düşüncemin varlığını kesinlikle kabul etmeliyim. Düşündüğüme göre o düşünceyi gerçekleştiren bir şey olmalı. O şey,benim yani bizzat kendimim. Düşündüğüme göre varlığımın olmaması olanak dışıdır. O halde sonuç tartışılmaz şekilde ortadadır: Düşünüyorum,öyleyse varım.
-
Bazı elementlerin nicelik ve nitelikleri
Çevremizde en bol bulunan element oksijendir. Yerkabuğunun hemen hemen %50 sini oluşturur. Bazı elementlere ,örneğin fransiyuma çok ender rastlanır. Bolluk açısından oksijenden sonra gelen elementin hangisi olduğu çoğu kişi için şaşırtıcıdır. Bu,silikondur.Titanyum onuncu sıradadır. Elementlerin dünyamızın yapısındaki miktar olarak çokluğu bizi nasıl etkiler? Herşeyden önce bolluk sıralaması onları tanımamızı gerektirmez. Elbette kimyager ve eczacı gibi meslekten olmayan kişilerden bahsediyorum. Hatta onları kullanıyor olmamız bile adlarını duymamız açısından önemli değildir. En az bildiğimiz elementlerden birçoğu ,daha iyi bildiklerimizden daha boldur. Örneğin dünyamızda bakırdan çok seryum vardır. Lantan miktarı, kobalt ve nitrojenden daha çoktur. Bir şaşırtıcı saptama daha:Hemen herkes kalayı duymuştur. Ama praseodim,samaryum,gadolimyum gibilerden daha azdır. Elementlerin bolluğu ile onların keşfedilme tarihi arasında bir ilgi olmayabilir. Aliminyum miktar açısından dördüncüdür. Çevremizdeki her maddenin onda biri kadardır.Ama keşfedilmesi 19.yy.dır. En ilginç olgu ise element bolluğunun,onların önemi ile ilgisiz oluşudur. Karbon ,miktar olarak 15. sıradadır ve yerkabuğunun sadece %0,05 ini oluşturur. Ancak yaşam için olmazsa olmaz diyebileceğimiz derecede önemlidir. Karbon atomu diğer atomlarla kolayca birleşebilir.Canlıların protein ve DNA yapımında yer alır. Ancak yaşamsal açıdan son derece bağımlı olduğumuz karbonun sayısı yapımızda çok değildir. İnsan vucudundaki her 200 atomdan 126 tanesi hidrojen,51 tanesi oksijendir. Karbon sayısı ise sadece 19 tanedir.Bu 200 atomun geri kalan 3 tanesini nitrojen teşkil eder. İsmini sıraladığım elementlerin dışında kalan diğer elementler yaşamın doğuşu için gerekli değildir. Buna rağmen hayatın devamı açısından son derece önemlidirler. Örneğin hemoglobin üretmek için mutlaka demir lazımdır.Veya kobalt, B12 vitamini için gereklidir. Molibden,manganez,vanadyum gibi elementler enzimlerimizin işlemesini sağlarlar. Ama bu üçünün kendi içimizde varolduğunu kaç kişi farkında? Hidrojen,oksijen ve karbon vucudumuzu oluşturan başlıca elementlerdir. Diğerleri de az miktarlarda olmasına rağmen yaşantımız için vazgeçilmez önemdedirler. Bu elementler yapımızda yer aldıkları gibi onları hayatımız boyunca doğadan sağlarız. Gerekli olmadığı halde birçok element vucudumuza girer. Ancak onları zararsız hale getirecek özelliklerimiz vardır. Genel olarak bakarsak yaşamamız için gereken element miktarının çok olmadığını görürüz. Selenyum çok önemlidir.Ama gereken dozun üstündeki miktar öldürücüdür. Canlı organizmaların,kendilerine gereken maddeleri hangi oranda alacağı evrim ile belirlenmiştir. Aynı şekilde yararsız olan yabancı maddelere karşı direnç te gelişim sürecinde kazanılmıştır. Bu direncin seviyesi, çevrelerindeki element çokluğu ile ilgilidir. Başka bir ifade ile,canlılar gerekli ve gereksiz elementlerle iç içe yaşar. Ama evrimsel birikimleri ile metebolizmaları yaşamsal ayrımı gerçekleştirir. Elementlerin birbirleri ile birleştiklerinde bize garip gelen özellikleri vardır. Hem oksijen hem de hidrojen ateşe karşı duyarlıdır. Oksijenin bizzat kendisi yanıcı değildir,sadece başka maddelerin yanmasını kolaylaştırır. Hidrojen gaz halinde iken son derece yanıcıdır. Ama bir araya geldiklerinde ortaya çıkan özellik tam tersidir. Ayrı ayrı yanma olayını tetikleyen bu iki element uygun oranda birleştiklerinde ateşi söndürür. Sodyum kararsız bir elementtir.Klor ise oldukça toksiktir,yani bünyede zehirlenme etkisi yapar. Su içerisine az miktarda bile saf sodyum atılırsa kuvvetli bir patlama olur. Klor az yoğunlukta kullanılır ise mikroorganizmaları yok eder. Ama yoğunluğun artması bizim için çok tehlikelidir. Nitekim yüzme havuzlarına mikrop öldürücü olarak atılan klor çok seyreltilmiş haldedir. Buna rağmen onun varlığını hissederiz. Ayrı ayrı bize zararlı olan bu iki element bir araya gelince ilginç bir oluşum gerçekleşir: Sodyum klorür.Yani yemeklerimize kattığımız sofra tuzu. Bir element doğal yollardan bünyemize girmiyorsa ona karşı direnç sistemimiz yoktur. Şöyle de ifade edebiliriz: Yaşantımız için doğrudan veya dolaylı ilgisi olmayan maddeler bizim için zararlıdır. Örneğin kurşun insan açısından zehirlidir.Zira onu zararsız hale getirecek savunmamız yoktur. Civa ve plütonyum da böyledir. KAYNAK en.wikipedia.org/wiki/A_Short_History_of_Nearly_Everything
-
Mahallenin delileri
Herkes ona ‘ihtiyar’ diyordu,gerçekten de ihtiyardı. Yaz-kış her gün çarşıya mutlaka gelir,1-2 saat dolaşırdı. Elbette geliş nedeni alış veriş değildi,sadece gezinirdi. Bir şey sorarlarsa kısaca cevaplardı,ben uzun uzun konuştuğunu görmedim. Yıllar boyunca hep aynı kıyafetle görüldü. Geniş pantolon,kalın gömlek,kazak ve alabildiğince bol palto. Kıyafeti en sıcak veya en soğuk havalarda bile hiç değişmedi. Temiz olup olmadığını sormayın. Tanımayanlar onun dilenci olduğuna dair bahse girebilirlerdi. Ama tek kuruş kabul etmezdi.Yaşadığı ev de kendisi gibi eskiymiş. Bir gün gelmedi.Ertesi gün öldüğünü öğrendik. Ama asıl bomba sonra patladı:30 kadar dairesi ve bol parası varmış. Esnaftan birkaç kişi tapu dairesi ile bankaları araştırdı.Doğruymuş. Masajcı haftanın iki günü gelirdi. Masaj,ona bahşiş vermek için esnafın uydurduğu bir kelimeydi. Para vermek isteyen kişi boynunun veya sırtının ağrıdığını söylerdi. O da gelip kabaca ovalardı.Zaten başkaca bir şey yapma olanağı da yoktu. Hem bakışları hem de hareketleri onun zeka seviyesini bir anda belli ediyordu. Gözlerindeki ifadeler ve davranışlarındaki sabitlik, yapısının ilave organları gibiydi. Ağzından çıkan tek kelime ‘yetmez’ idi,aldığı para ne olursa olsun hiç değişmezdi. Kadınasker de haftanın iki-üç günü gelirdi. Yaklaşık 45-50 yaşlarında bir kadındı,nereden bulduysa asker giysileri ile dolaşırdı. Göğsünde taklit madalyalar,elinde kalınca bir sopası vardı. Verilen paraları alırken başını öbür tarafa çevirirdi. Onun bahşişlerini arttırması,sinirlenmesi ile doğru orantılı olmuştur. Ünlü bir siyaset adamının ismini duyunca kızar,ağza alınmayacak küfürler ederdi. Birisi o ismi söyleyince elindeki sopayı sallaya sallaya ona doğru yürürdü. Ettiği küfürler esnafın hoşuna gider bahşiş miktarını arttırırdı. İhtiyarın ölümünden iki sene sonra hem masajcı hem de kadınasker bir daha gelmediler. Sebebini kimse bilemedi.Araştırmaya kalkan da olmadı. Sanırım herkes bunlara benzer tipler görmüştür. Acaba onların gerçekten psikolojik sorunları mı vardı? Yoksa geçimlerini değişik yöntemlerle sağlayan normal insanlar mıydı?
-
Satranç ustalarından birkaçı
Satranç tarihine ismini yazdıran bazı büyük ustaların garip davranışları vardı. Saldırgan sözler,inatçı tutumlar ve kendini aşırı beğenme sıkça görülen özelliklerdi. Hepsinin bize oldukça çarpıcı gelen bellekleri hayli kuvvetliydi. Satranca karşı olağanüstü tutkuları ,tanıyanları hayretten hayrete düşürüyordu. Birçoğu bu işe daha ufak bir çocukken başlamışlardı. François-André Danican Philidor Fransa’nın Dreux şehrinde 1726 yılında doğdu. Philidor kendi kendisine verdiği isimdir. Kendisi 18. yüzyılın en güçlü satranç oyuncusu olduğu gibi meşhur bir müzik kompozitörüdür. Versailles’teki Hanedan Klisesi’nde onun müziği çalınırken henüz 11 yaşındaydı. 1747 yılında İngiltere’ye gitti.Orada Phillip Stamma adında Arap kökenli bir satranç ustası meşhurdu. Stamma’yı ezici bir üstünlükle yendi. Philidor gayrıresmi dünya şampiyonu olmuştur. Oyun stratejisini konu alan ‘Satranç Analizleri’ kitabını 23 yaşındayken yazmıştı. Eserinde piyadelerin önemini mücadele açısından değerlendiriyordu. Philidor aynı anda üç kişi ile oynayabiliyordu. Oyun sırasında hem tahtaya hem de rakiplerine bakmıyordu. Bu tip oyun tarzına ‘Blindfold Chess’ denir. Paul Morphy 1800’lü yıllarda bu sayıyı sekize çıkardı. Aleksandr Aleksandroviç Alekhine 1933 yılında herkesi şaşkınlığa sürükledi. Satranç tahtalarına ve rakiplere bakmadan 32 kişiyle aynı anda oynayabiliyordu. Ancak bu tip gösteri rekorları gittikçe artmaktaydı. Nitekim Miguel Najdorf 1945 yılında Brezilya’da 45 kişiyle oynadı. İnsanları şaşkına çeviren ‘Blindfold Chess’ gösterilerine yeni özellikler eklendi. Harry Nelson Pillsbury bu tip birkaç satranç partisi oynarken şunları da yapıyordu: Aynı anda birisi ile dama oynuyor,bir diğer grupla briç partisi çeviriyordu. Gene aynı anda uzun bir kelime listesini baştan sona ve sondan başa ezberliyordu. Paul Charles Morphy 1837 yılında New Orleans’ta doğdu. Daha 10 yaşındayken tanınmış iki Amerika’lı oyuncuyu yenmişti. 1857’de New York’ta kendisine karşı toplu halde oynayanları mağlup etti. Sonra bütün Amerika’lı oyunculara meydan okudu: Piyon sürme avantajını ve ilk hamle hakkını verdiğini kabul ediyordu. James Thomson piyon yerine atını oynama hakkını istedi. Morphy bunu kabul etti ve Thomson’u 5-3 yendi. 1858 yılında İngiltere’ye gitti. Üst seviyedeki bütün satranççıları yendi. Ama onun niyeti İngiltere şampiyonu Howard Staunton ile oynamaktı. Ancak Staunton uzun süre bu teklifi reddetti. Nihayet her iki oyuncu karşı karşıya geldiler. Morphy,rakibinin yanında danışmanı olduğu halde onu iki kez mağlup etti. Aynı yılın sonunda Paris’te Almanya birincisi Adolf Andersen’i yenip dünya şampiyonu oldu. Boş zamanlarında operaya gidiyordu. Pelerin giyer,monokl takar ve baston taşırdı. Birkaç yıl sonra paranoyak hayaller görmeye başladı. Kendisine işkence edildiğini ileri sürüyor,zehirlenmekten korkuyordu. 1884 yılında şuuru bozulmuş olarak öldü. Wilhelm Steinitz 1836-1900 yılları arasında yaşamış olan Avusturya’lı satranççıdır. 1866 yılında Adolf Andersen’I yenerek gayrıresmi dünya şampiyonu oldu. 1873’te Viyana’da düzenlenen uluslararası turnuvada 16 oyun ile herkesi yendi. Bu bir dünya rekoru idi.Dünya şampiyonluğunu 28 yıl sürdürdü. 1894 yılında Emanuel Lasker’e yenilerek bu ünvanını kaybetti. Ömrünün son yıllarını şizofren olarak geçirdi. İleri derecede unutkanlık gösteriyor,bunalım dolu saatler yaşıyordu. Bir telefonu, alıcısı ve teli olmadan konuşarak kullanabileceğini söylüyordu. Parmak uçlarından elektrik akımı yayıldığını ileri sürmüştü. Son günlerine yakın Tanrı ile haberleştiğini iddia etti. İsterse ilk hamleyi ona vererek oyun oynamayı teklif etti. New York’taki bir senatoryumda öidüğünde zaten bu dünyadan kopmuş durumdaydı. Emanuel Lasker 1868 Berlin doğumludur. Önemli bir satranç ustası olduğu gibi felsefe,matematik,politika ve sosyal konularda da uzmandı. Bunların herbiri hakkında önemli makale ve kitapları vardır. 1894’te Steinitz’yi yenerek kazandığı dünya birinciliğini 1921’de Capablanca’ya yenilene dek korudu. José Raúl Capablanca 1888 yılında Havana’da doğan mucize çocuktu. Satrancı öğrendiğinde henüz dört yaşındaydı. Onbir yaşında iken Küba şampiyonu oldu. Dünya şampiyonluğunu 1921 yılında Lasker’I yenerek elde etti. Ancak bu ünvanını 1927’de Alekhine’ye yenilerek kaybetti. Hayatında hiçbir açılış incelemediğini ve bundan gurur duyduğunu söylüyordu. Alexander Alekhine 1892 Moskova doğumlu olup yaşantısı ilginç olaylarla doludur. Satranca düşkünlüğü aşırı derecedeydi.Öyle ki küçük boyutlu satranç kutusunu hep cebinde taşıyordu. İhtilalden sonra Rusya’dan ayrılıp Fransa’ya yerleşti. 1927’de Capablanca’dan aldığı dünya şampiyonluğunu 1935’te Max Euwe’ye kaptırdı. Ancak iki yıl sonra geri aldı. 2.Dünya savaşı öncesi Nazilerle işbirliği yaptığı söylentisi yayılmıştı. Aşırı derecede içki içerdi.Beş kez evlenmişti. Kendisini çok över,dünya satranç şampiyonu olduğu için ayrıca pasaporta gerek olmadığını söylerdi. 1946 yılında Portekiz’de sefalet içinde öldü.
-
Hipodromdaki insanlar
Her yıl bir iki defa at yarışlarına giderim.Ama bahis oynamak gibi bir alışkanlığım yoktur. Benim açımdan önemli olan,hipodromdaki değişik ortamı görmektir. Orada bulunanların konuştuğu konular hep aynıdır. %95’inin at ve yarıştan bahsettiklerini söyleyebilirim. Denizcilikte olduğu gibi at yarışları için de özel terimler vardır. Konuyla ilgisi olmayanlar galop,padok,apranti,eküri ve bunun gibi bir sürü kelimeyi anlayamaz. Hele müşterek bahis denilen birçok oyun türünün içinden çıkmak, tecrübe kazanmayı gerektirir. Bu tip yerlerde hiç tanımadığınız kişilerle kısa süren sohbetler olur. Sanki kırk yıllık arkadaşınız gibi dertlerinden bahsederler. Birazdan koşacak atlar hakkında yapılan yorumlar çeşit çeşit olup birbirinden oldukça farklıdır. Yarışları izleyen birçok kişinin at konusundaki bilgi birikimi hayret verici seviyededir. Atların herbirinin soyağacı,çimde ve kumdaki performansı,kazandığı yarışlar… Bunun gibi yığınla bilgileri bir çırpıda kesin bir dille anlatabilirler. Ama onların çoğu da yarışlar bitince hep para kaybederler,o da başka. Olayı bir çeşit eğlence kabul edebiliriz. Bu sınırı aşan kişilerin başına neler geldiğini çok kez gözümle gördüm. Bir keresinde arkamdaki sırada oturan biri,yanındakine anlatıyordu. Çalıştığı şirket için o gün yaptığı tahsilattan bir miktarını altılı ganyana yatırmış. Yanındaki bu işin çok saçma olduğunu söyledi. Ama o kişi, altı koşuyu bileceğinden son derece emindi. Yarışların hepsi koşulmadan,dördüncü ayakta kaybetti. Sayısı bir hayli fazla olan bahislerle ilgili değilseniz,yarım saatlik aralar sıkıcıdır. Yarışların herbiri birkaç dakikada bitiverir. Bitiş çizgisine yaklaşıkça hipodromdaki heyecan da artar. Ben o anlarda bir gözümle de seyircilere bakarım. Ateşli olanlar kendilerini hemen belli ederler. Kıpkırmızı olmuş yüzleri,faltaşı gibi açılmış gözleri,havayı döven kolları görmemek olanaksızdır. Ellerinde kamçı, altlarında koşan at varmış gibi hareket edenleri bile gördüm. O yarış bittiğinde bir kısmı hırsla bahis kuponlarını yırtıp atarlar. Kısa süren sohbetlerde ençok dinlediğim konu,altı koşunun beşini bilmek ile ilgiliydi. Veya sadece bir koşu yüzünden kaçan bir sürü para öyküleri. Birinin anlattığına göre,birkaç ay önceki yarışlarda beş koşunun beşini de bilmiş. Son koşu başlamış,yazdığı at finiş çizgisine birkaç metre kala,jokeyi düşmüş. Anlatırken sanki bu olay biraz önce olmuş gibi aynı üzüntüyü duyuyordu. Hipodroma her gidişimde böyle anıları hep dinlerim. Şahit olduğum olaylar da çeşit çeşit. Bir keresinde koşu bitmiş,kesin sonuçların açıklanması bekleniyordu. ‘Protesto’ gibi sözler duydum.İlk önce anlamadım.Protesto neydi? Yarış sırasında yapılan bir faulmuş.Komiserler kurulu inceleme yapıyormuş. Karar beklenirken birçok kişi hararetle tartışıyordu. Tabii ki herkes bu kararın kendi yazdıkları atın birinci gelmesi şeklinde olmasını bekliyordu. Daha karar açıklanmadan iki kişi birbirleriyle kıyasıya ,yumruk yumruğa kavga etmeye başladılar. Öyle ki ,görenler, çıkacak kararın bu kavganın galibine göre olacağını sanırlardı. Sonraki koşuda bir at yere kapaklandı,jokeyi de düştü.Ambulans hemen yetişti. Zavallı at seke seke tribünlerin önüne kadar geldi.Görevliler de peşinde. Hemen bir söylenti yayıldı:Atı götürüp vuracaklar. Herkes görevliler aleyhine tezahürata başladı. Birazdan anons yapılarak atın öldürülmeyeceğine dair garanti verilince millet yatıştı. Yarışların sonucunu bilemeyenler için yorum hep aynıdır: Ya at sahibi ya da jokey atı bilerek birinci getirmemiştir.Yani bir şike yapılmıştır. Ya da o atı yazacakmış,ama bir arkadaşı aklını çelmiş,onun için yazmaktan vazgeçmiş. Bir de tiyo alma var.Güvenilir kaynaklardan edinilen sağlam bilgiler ışığında bahis oynanır. Bu tip bilgiler devlet sırrı gibi saklanır,ancak yakın tanıdıklara söylenir. Ama ben aynı koşuda farklı iki tiyo duyduğum gibi ,yıllarca bir tiyonun bile gerçekleştiğini görmedim. Heyecandan kalp krizi geçirenler,umduklarını bulamayanların taş kesilmiş gibi kalmaları… Son parasını da kaybedince evlerine yürüyerek dönenler,bir gün mutlaka zengin olacağına inananlar… Bütün bunlar hipodromlarda gözlenen olaylardan sadece birkaçıdır.
-
alkolü içecekler
RAKI VE ETKİ ALTINDA KALMAK Herhangi bir sanat eserini beğenip beğenmediğinizi söylerken etki altında kalmış olabilir misiniz? Diyelim ki Van Gogh’ın sizin bilmediğiniz bir tablosunun fotoğrafını çeksem. Bu fotoğrafı size gösterip: ---‘Bu tabloyu ben yaptım.’ desem.Beğenir misiniz? Tabii ki yüksek sesle vereceğiniz cevabı kastetmiyorum. Çünkü hatır için ‘evet’ dersiniz.Aklınızdan geçenleri bilmek istiyorum. İşi tersinden ele alalım. Ben bir şeyler çizip boyasam ve bir fotoğrafını çektikten sonra size göstersem: ---‘Bu tabloyu çok meşhur bir ressam yapmış’ desem.Beğenir misiniz? Veya herkesin bildiği bir ressamla anlaşsam. O ressam benim çizdiğim eften püften bir tablomu gösterip: ---‘İşte şahane bir tablo’ dese.Beğenir misiniz? Bir sanat eseri için vereceğiniz kararda başkalarının etkisi var mı? Diğer taraftan alış-verişinizde satın alacağınız malın seçiminde tutumunuz nedir? Başkalarının tavsiyelerini dinler misiniz? Birisi herhangi bir malın kalitesi için olumsuz konuşunca biz de tereddüt ederiz. Hatta bu mal hakkında olumsuz konuşanlar çoğalırsa o malı satın almayız. Ama kendimiz denememişizdir bile. Veya tam tersi.O mal için olumlu fikirler edinince etki altında kalırız. Genellikle beğeniriz.En önemlisi de reklamlar.Kısacası beğenilerinizde özgür müsünüz? 1970’li yıllardı.O sıralar öğrenciyim.Rakıya ayıracağım para oldukça sınırlı. Mecburen Yeni Rakı içiyorum.Ama Kulüp ve Altınbaş Rakılarını da merak ediyorum. Bir gün tanıdığım büyüklerimden birisi beni yemeğe götürdü.Şimdi rahmetli olan Kenan abi idi. Benim Altınbaş Rakısını hiç içmediğimi biliyordu.Garsona sipariş verirken bir şişe de Altınbaş istedi. Hem sohbet ediyor hem de yiyip içiyoruz.Mezeler nefis. Rakı derseniz,şurup gibi.Bu tadı aldıktan sonra bir daha Yeni Rakıyı nasıl içeceğimi düşünüyorum. Derken yemeğin sonlarına doğru Kenan abi bana Altınbaş Rakısını nasıl bulduğumu sordu. Nefis olduğunu söyledim.Kenan abi gülümsedi.Garsonu çağırdı. Meğerse ikisi anlaşmışlar.Garson boş bir Altınbaş şişesinin içine Yeni Rakı koymuş. Şimdi siz ’Kardeşim,senin de hiç ağzının tadı yokmuş.İnsan aradaki farkı anlamaz mı?’ diyebilirsiniz. Ama dediğim gibi o zamanlar genç ve tecrübesizdim. Ama gene de iddialı olduğumu söyleyemem. Örneğin en iyi kaliteden bir Tekirdağ şişesi içinde Yeni rakı verseler,farkı anlayabilir miyim? Örneği tersine çevirelim. Ben sizi çeşitli mezelerle donatılmış bir masaya davet etsem. En iyi cins yaş üzüm rakı markalarından bir tanesinin içine Yeni Rakı koymuş olsam. Size daha içmeye başlamadan önce içeceğimiz yaş üzüm rakısından bahsetsem. Aradaki farkı anlayabilir misiniz?
-
Ben bu seçimlerde mutlaka oy kullanacağım... (Nedenmi)?
PARTİ DEĞİŞTİRENLER Kendi siyasi görüşüme uygun A partisine oy vermişim. Oy verdiğim A partisine mensup milletvekilleri mecliste görev yapıyor. Derken bir tanesi istifa edip B partisine geçiyor. B partisinin sandalye sayısı artıyor.Benimkisi ise azalıyor. B partisi şimdi sahip olduğu sandalye sayısı kadar oy almamıştı ki. Şimdi, oy verdiğim A partisi sandalye sayısından fazla oy almış durumda kalıyor. Tabii ki birtakım varsayımlar ileri sürmek mümkündür. Oy verdiğim parti ,oluşan yeni bir politik durumla karşı karşıya kalmış olabilir. Parti yetkililerinin verdiği kararı beğenmeyen milletvekili istifa etmiştir. Ama o kişi benim gibi seçmenlerin vekili değil mi? Bizlere mi danışarak partisinden istifa ediyor? Daha da karışık ve garip oluşumlara şahit olabiliriz. Diyelim ki C partisi seçimlerde % 0,5 oy aldı. Dolayısı ile meclise giremiyor. Meclisteki bir partiden 5,diğerinden 15 milletvelili istifa ettiler. Gidip % 0,5 oy alan C partisine kayıt oldular. Şimdi mecliste grup kurmuş haldeler. Kısacası seçimlerde yok sayıda oy almış bir C partisi vardı. Şimdi ise meclis komisyonlarında söz sahibi. Milletvekillerinin partilerinden istifa etmeleri konusu için bir yaptırım gerek miyor mu?
-
Evrim neden rahatsiz eder?
BİLİMSEL BİR TOPLANTI Herkes 30 haziran 1860 tarihini bekliyordu. O gün Oxford’daki İngiliz Bilim Geliştirme Derneği’nin bir toplantısı yapılacaktı. Bu tip etkinliklerde bilimsel konular ele alındığı için görüşmelerde ciddiyet ön plandadır. Bilimle ilgili kişiler fikirlerini ağırbaşlı tavırlarla anlatır,izleyenler sessizce dinlerlerdi. Ama o gün yapılacak toplantının her zamankinden farklı geçeceği tahmin ediliyordu. Zihinlerde böyle bir kanı belirmesinin iki nedeni vardı: Birincisi, Darwin’in evrim kuramı için görüşler ortaya konacaktı. İkincisi,o günlerin iki ünlü bilim adamı arasındaki kişisel çekişme en üst seviyedeydi. Richard Owen hayvan anatomisi alanında uzman bir kişidir. Fosil kemiklerini,eksiklikleri tamamlayarak tam iskelet haline getirmede dünyaca ünlü idi. Thomas Henry Huxley ise kendi alanında bir hayli başarılı olan biyologdu. Bu iki kişi birbirinden hiç hoşlanmıyordu.Meslek hayatları boyunca bu böyle devam etti. Özellikle Zooloji Derneği,Royal Society ve Doğa Tarihi Müzesi mücadele mekanları oldu. Bu kurumların idari yapısı,buralara sunulan bilimsel bilgiler ve sonuçların değerlendirilmeleri… Bunların tümü, ikisi için uzlaşamadıkları konulardan sadece birkaçıdır. En önemlisi ise R.Owen ,Darwin’den ve onun kuramından nefret ediyordu. Huxley ise Darwin’in en ateşli taraftarıydı. Toplantıya katılacak olan bir diğer kişi ise herkesin dikkatini üzerinde toplamıştı. Bu kişi Oxford Piskoposu Samuel Wilberforce idi. Tabii ki evrim kuramının tek kelimesine bile inanmıyordu. İnanmamak bir tarafa elinden gelse bu tip görüşleri insanların zihninden silerdi. Yaygın bir söylentiye göre R.Owen bir gece önce piskoposu evinde ziyaret etmişti. Ona teori ile ilgili geniş açıklamalarda bulunmuştu. Nihayet o gün geldi. Bin kişiden fazla insan salonu olduğu gibi doldurdu.Bir o kadarı içeri girememişti. Darwin toplantıya katılmıyordu. Açılış konuşmasını New York Üniversite’sinden J.W.Draper yaptı. Konu ‘Bay Darwin’in Görüşleri Işığında Avrupa’nın Entelektüel Gelişimi’ idi. Konuşma açılış özelliğinde idi ama tam iki saat sürdü. Büyük bir ihtimalle dinleyicilerin ezici çoğunluğu uyuklamıştır. Nihayet kürsüye Piskopos S. Wilberforce çıktı. O günlerde ses kayıt cihazları olmadığı için bundan sonrası rivayet şeklindedir. Üstelik bu rivayetler konuya taraf olup olmama açısına göre yorumlanarak söylenir. İfade edilen kelimeler harfi harfine olmasa da asıl düşünce olarak bugüne ulaşmıştır. S. Wilberforce evrim teorisinin anlamsızlığından söz ederek konuşmasına başladı. Bir müddet sonra Thomas Henry Huxley’in oturduğu bölüme döndü. Bizzat ona,maymunlarla akrabalığının büyükanne tarafından mı, Yoksa büyükbaba tarafından mı geldiğini sordu. Huxley,şüphesiz Darwin’in insanların maymundan geldiğini iddia etmediğini biliyordu. Söz konusu olan insan ve maymunun ortak bir atadan türeyişi idi. Ama Piskopos S. Wilberforce’ın bu sorusu karşısında biraz sinirlendi. Orada bulunanların bazısı bu sözlerin şaka yollu söylendiğini belirtmiştir. Ama bazıları da bir meydan okuyuş olarak algıladı. Huxley ayağa kalkarak cevabını şöyle verdi: --‘Bilimsel gerçekleri baltalamak için diller döken bir adamın soyundan gelmektense, Alçak gönüllü ve haddini bilen bir maymunun soyundan gelmeyi tercih ederim.’ Huxley’in sözleri kelimesi kelimesine böyle miydi?Bunu tam olarak bilemeyiz. Ama;orasının bilimsel tartışmaların yer aldığı bir mekan olduğunu, Böyle bir yerde cahilce konuşan birinin akrabası olmaktansa, Maymunla akrabalığı yeğleyeceği anlamında konuşmuştu. Bu sözler üzerine ortalık bir anda karıştı. Bağırıp çağıran insanların gürültüsü salonun her yanını kaplayıverdi. İzleyicilerin bir kısmı bu sözlerin S. Wilberforce’ın makamına hakaret olduğunu söylüyordu. İyi bir bilim takipçisi olan Lady Brewster yere düşüp bayıldı. O tarihten 25 yıl önce Darwin’in yolculuk yaptığı geminin kaptanı Robert Fitzroy da oradaydı. Elindeki Kutsal Kitap’ı havada sallayıp ‘Kitap.Kitap’ diye bağırıyordu. Piskopos S. Wilberforce ve yanındakiler salonu terk etti. Bunlardan sonra neler olduğu da çeşitli şekillerde anlatılır. Bazıları bir-iki bilimadamının kürsüye çıkarak konuştuklarını ve toplantının devam ettiğini söylerler.
-
Federico Fellini
Dünyanın en iyi film yönetmenlerinden ilk beş kişisi kimdir? Ben bu soruya cevap verirken F.Fellini’nin adını tereddüt etmeden söyleyebilirim. İtalyan sanatçı 1920 yılında Rimini kasabasında doğdu. Çocukluğunu ve gençliğinin bir kısmını burada yaşadı. Rimini o yıllarda deniz kenarında olan diğerleri gibi tipik bir İtalyan kasabasıydı. 2.Dünya savaşına kadar günler sessiz ve sakin olarak geçiyordu. Ama bu tekdüzeliğe ilave olan özel bir durum vardı:Faşizm Sonraki yıllarda rejim çökerken kasaba da savaşın bombardımanlarından harabeye döndü. Öyle ki birçok filmin çekiminde mekan olarak kullanıldı. Fellini doğduğu yeri hiç unutmadı.Eğitim hayatı başarılı olmamıştı.Liseyi yıllar sonra bitirdi. Çocukluğunda ilgi duyduğu konular,ileriki yıllarda onun sanat yaşamını etkilemiştir. Resim ve sirklere olan aşırı tutkusu sanat görüşünün ilk unsurlarıydı. Gençlik yıllarındaki çalışma hayatı, savaş yıllarının ekonomik durumu gibi zorluklarla doluydu. Bir işten öbür işe geçmek zorunda kaldı.Bu işlerin birbirleri ile ilişkisi de yoktu. Polislik,gazetecilik,çizgi roman ressamlığı yaptıktan sonra birkaç işe daha girip çıktı. Savaştan yenik çıkan ülkelerin çekmek zorunda kaldığı sıkıntılı günlerdi. Sonraları sinema ile ilgili çalışmalara yöneldi.Bir taraftan da skeçler yazıyor,karikatürler çiziyordu. Onu sanat dünyasında tanınan kişi haline getiren ,bir film afişi oldu. Sonra sinema ile ilgili bir şirkette senaryolar yazmaya başladı. 1944 yılında İtalya yenildi ve Mussolini öldürüldü. Fellini Roma’da bir dükkan açıp çizimlerini satışa çıkardı. Bu arada evlendi ve sinema çalışmalarını devam ettirdi. Artık Marcello Mastroianni,Alberto Sordi ve Anita Ekberg gibi sanatçılarla birlikteydi. 1950 yılında ilk filmi ‘Luci Del Varieta’yı başka bir yönetmenle birlikte yönetti. Senaryoyu kendisi yazmıştı. 1952 yılında tek başına ‘Lo Sceicco Bianco’ yu çekti. Fellini kendine özgü tarzını oluşturmaya başlamıştı. Bu filmin başrolünde Alberto Sordi oynamıştır. Senaryoyu Michelangelo Antonioni ile birlikte yazmıştı. Filmin çekimleri sürerken müzik yapımcısı Nino Rota ile tanıştı. Sonraki filmlerinin müziklerini Rota yapmıştır. Filmlerini peşpeşe çekmeye devam etti: La Strada(1954),Il Bidone(1955),Le Notti Di Cabiria(1957) Nihayet 1960 yılında bütün dünyada yankı uyandıran filmini çekti:La Dolce Vita. Başrolleri Marcello Mastroianni ve Anita Ekberg’e vermişti. Filmde genç bir gazetecinin sosyete ile ilişkisi ele alınıyordu. Üst sınıfın sosyal yapısını irdelemiş,kültür alanındaki aydın kişileri eleştirmişti. 4 dalda Oscar’a aday gösterildi,ancak tek ödül alabildi. Fellini artık sinema dünyasındaki yerini bulmuş,kendi tarzını iyice belirlemişti. 1963 yılında çektiği ‘Sekizbuçuk’ filmi ile sinema dünyasını ele aldı. Bir yönetmenin ruhsal yapısı ile çevresi arasındaki ilişkiyi sergiledi. Bu ilişkiyi sinemanın her türlü alanı ile sentezleyerek inceledi. 1969 yapımı ‘Satyricon’,onun için cesur bir deneme oldu. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü oldukça değişik bir görüşle yorumladı. 1972 yılında filme aldığı ‘Roma’ tamamen değişik bir özellik taşır. Bu film ,alışılagelmiş olanlar gibi belli bir konu içermez. Belgesel değildir ama öyle bir özellik gösterir. Roma şehrini hem kentsel hem de sosyal yapısı ile göz önüne sermiştir. Kendine özgü sokak yemeklerindeki alt ve orta sınıf insanlar… Onların kavga ediyor havası veren konuşmaları… Şarkı söyleyen, dram oynayan basit sanatçıları salonlarda izleyen seyirciler… Şakalaşan,kavga eden ve toplumdaki yerlerini olduğundan yüksek görenler.. Kısacası İtalyan halkının tüm sosyal sınıflarını ustaca filme aktarmıştır. Nihayet 1973 yılı ve ‘Amarcord’. 1930’lu yıllarının olaylarını,aslında kendisi olan bir çocuk gözü ile anlatır. Akdeniz insanlarının sıcak ve cana yakın her türlü karakterine yer vermiştir. Faşizme çarpıcı şekilde eleştiri vardır. İlk gençliğinin hayalleri ve anıları kasaba yaşantısındaki olaylar içinde belirginleşir. Düşler dünyasından yaşamın gerçeklerine geçiş somut şekilde ortaya konmuştur. Bu filminde sinema sanatındaki kendi tarzınına ait unsurların tümünü kullanmıştı. Fellini eserlerinde abartı özelliğini sıkça işler. Örneğin iri göğüslü kadın tipleri vazgeçemediği kişilerdir. Detaylardaki abartı unsurları seyirciye itici gelmez. Sinema ile ilgili düşüncelerinde bütünlük üzerinde durur. Ona göre yaptığı her film,zamanın birliğindeki parçalardan birisidir. Bunlar birleştirilince kendisinin fikir ve yaşantısı oluşuyordu. Sinema eleştirmenleri onu Yeni Gerçekçilik Akımı içine dahil eder. Ancak fanteziye sık sık yer vermesi bu görüşle çelişmektedir. Filmlerinde detayları aşırı derecede önemsemiştir. Semboller sık sık başvurduğu sanat unsurlarıdır. Özellikle ‘E la Nave Va’ ‘Ve Gemi Gidiyor’ filmi bu yönüyle dikkati çeker. Sembolleri kullanması çeşitli şekillerdedir. Örneğin faşizmin görüntülerini sosyal kurumları ile olduğu gibi sahneye taşır. Veya palyaço gibi kişisel tiplerde gösterir. Senaryolarının her aşamasını bizzat kendisi titizlikle ele almıştı. 1993 yılında Oscar Onur Ödülü aldı.31 ekim 1993 yılında kalp krizi sonucunda öldü.
-
ZAMANI KAVRAMAK
Zaman ,çok uzak geçmişten gelip çok uzak geleceğe uzanan bir olgudur. Hepimiz onun çok ufak bölümünde yer almış bulunuyoruz. Dolayısı ile zamanı algılama kapasitemiz de ister istemez sınırlı oluyor. Saat,gün,hafta ve yıl gibi ölçüler hep bize göredir. Çoğumuz zaman kavramını kendi ömür süremiz kadarını kavrayabiliyoruz. Bu sınırlar dışında kalan muazzam büyüklüğü anlayabilmek gerçekten zor. Yerkürenin oluşumundan bugüne kadar geçen sürenin 4,5 milyar yıl olduğu tahmin ediliyor. Bu süreyi bir güne,yani 24 saate sığdırdığımızı farzedelim. 00’da başlayan sürecin ilk saatleri jeolojik oluşumun her türlüsü ile içiçedir. Buna paralel olarak atmosfer de gelişimini sürdürür. Sabah saat 4 civarında yaşam başlar. İlk basit ve tekhücreli organizmalar doğmuştur. Takip eden 16 saat boyunca yaşam açısından bir ilerleme görülmez. Saat 20.30’a gelinceye değin yeryüzünde bu mikroskopik canlılardan başkası yoktur. Şimdi ilk deniz bitkileri belirmiştir. 20 dakika sonra ilk denizanaları ortaya çıkar. 21.04’te trilobitler yaşama katılır. 22.00’dan az önce karalarda bitkiler oluşur. Bundan kısa bir süre sonra kara yaratıkları hayat sahnesinde yer alır. 22.24’te büyük karbonifer ormanları yeryüzünü kaplamıştır. Bugün bile kullandığımız kömür,bu ormanların artıklarıdır. Bu arada ilk kanatlı böcekler uçmaktadır. Saat 23.00’a yaklaşırken dinozorların ortaya çıktığını görebiliriz. Onların hakimiyeti 45 dakika sürecektir. Ama gece yarısına 21 dakika kala yok olurlar. Artık memeliler çağı başlamıştır. İnsanların ortaya çıkışı son bir dakika onyedi saniye içindedir. Kayıtlı tarihimizin tümü ise sadece birkaç saniyedir. Unutmayalım ki bu birkaç saniye 5.000 yılı kapsıyor. Bu kısacık süre içinde yer alan kendi yaşamınıza ait bölümü düşünün. Zamanın ne denli uzun bir süreyi kapsadığına dair bir başka örnek verelim. Şimdi,yani 2007 yılında zamanda geriye doğru uçtuğumuzu varsayalım. Bir saniyede bir yıl gideceğiz. Yani bir saniye sonra 2006,ikinci saniyede 2005 yılına ulaşacağız. Yolculuğumuz böylece devam edecek. Yarım saat sonra İsa’nın yaşadığı çağlara varırız. İnsanların yaşam sahnesinde yer aldığı zamanlara gitmemiz 3 haftamızı alır. Kambriyen dönemine ancak 20 yıl sonra gidebiliriz. Bu konuda Carl Sagan’ın yaptığı kozmik takvim çalışmasını unutmamak gerekir. Ünlü astronom,Big-Bang’den bugüne kadar geçen süreyi bir takvim yılına indirger. Buna göre Büyük Patlama 1 ocakta olmuştur. Dünyada ilk yaşam belirtilerinin görülmesi 25 eylüldür. Her türlü jeolojik oluşum ile canlıların evrimi yılın son gününe dek sürer. 31 aralık saat 22.30 da ilk insanlar doğadadır. Yılın bitmesine bir saniye kala,yani saat 23.59.59 da Avrupa,Rönesans çağını yaşar. Nihayet yılın son saniyesi içindeki olaylar ,ortaçağdan günümüze dek süren bölümdür.
-
BİLİMKURGUDA GÖRMEZDEN GELİNENLER
Bilimkurgu konulu film ve romanlarda bazı şeyleri görmezden gelebiliriz. Ancak bilim ve bilimsel mantık değerlendirmeleri ne dereceye kadar ihmal edilmelidir? Elbette bunun bir toleransı olmalıdır. Sanırım bu ölçü, bilimkurgu kavramının içinde vardır. Bilime dayalı hayalgücü olarak tarif ettiğimizde kıstas kendiliğinden oluşur. Yazar ve film yapımcılarının karşılaştıkları zorluklardan birisi uzaydaki mesafelerdir. Bir gezegenden diğerine olan uzaklık yüzlerce ışık yılı kadarsa yolculuk nasıl yapılacaktır? Bugünkü bilgilerimize göre ışık hızından daha hızlı gitmek olanaksızdır. Örneğin İ.Asimov bu sorun için ‘sıçramak’ eylemini kullanır. Uzay gemisi boşluktaki bir noktadan diğerine bir anda gidiverir. Romanlarının bazı bölümlerinde birşeyler açıklar. Ama elbette bunlar günümüz bilimi ile ilgili değildir. Solucan deliği gibi teorik görüşleri kullananlar da var. Bazı yazarlar ise uzay yolculuğunu hiç ele almaz bile.Sadece gemi bir yerden diğerine gider. Zamanda yolculuk olayı da çok tartışma yaratmıştır. En önemli husus,roman kahramanının kendi kendisiyle karşılaşma ihtimalidir. Geçmişten geleceğe veya gelecekten geçmişe giden kişi ,karşısındaki kendisi ile başbaşadır. Birbirleri ile konuşmaları mümkün müdür? Örneğin gelecekteki kişiliği,geçmişteki kişiliğine tavsiyelerde bulunabilir mi? Eğer silahlı iseler birbirlerini vurabilirler mi? İ.Asimov Evrenin Çanları adlı romanında bu konuyu etraflıca ele almıştır. Zaman yolculuğundaki bir diğer açmaz ise yaşanmış olayların yok sayılmasıdır. Yönetmen Robert Zemeckis’in Geleceğe Dönüş filmini izlemişsinizdir. Filmin kahramanı Marty, 1985 yılında yaşayan genç bir delikanlıdır. Bir bilimadamının otomobil içine yerleştirilmiş zaman makinesi ile 1950 yılına gider. Gittiği yer, henüz doğmamış olduğu kendi kasabasıdır. Yaptığı bir kaza ile müstakbel anne ve babasının tanışmasına engel olur. Bundan sonraki tüm çabası,bu tanışmayı yeniden düzenlemektir. Bu arada yanında 1985 yılında çekilmiş bir aile fotoğrafı vardır. Müstakbel anne-babasının tanışması geciktikçe bu fotoğraftaki kişi görüntüleri silinmeye başlar. Yani bu tanışma gerçekleşmezse kendisi de yok olacak ve hiç yaşamamış hale gelecekti. Robert Zemeckis,aynı zamanda senaryo yazarlarından biridir. Şimdi,Marty’in tanışma işini başaramadığını düşünelim. Kendisinin yaşadığı yıllar ne olacaktı? Kardeşleri ile birlikte etkilediği bir çok olay nasıl silinecekti? Örneğin Marty’in okul dönemindeki sınavlarda yazdığı cevap kağıtları kaybolacak mıydı? Kavga ederken birisinin kolunu kesip koparmış ise,o kişi şimdi sağlam mı olacaktı? Bunun gibi binlerce soru sorabiliriz. Şöyle bir şey söylenebilir: Başka bir seçenek olamazdı.Yani Marty bu tanışmayı sağlamıştı. Aksi ihtimalin gerçekleşmesi zaten mantık dışıdır. Ama ben de diyorum ki,aksi ihtimal vardı. Zira, Robert Zemeckis’in bizzat kendisi o görüntüleri silinen fotoğrafa senaryoda yer vermişti. İncelenmesi gereken diğer bir konu ise farklı dünyalardaki farklı canlıların yapısal benzerliğidir. Herşeyden önce dünya dışı yaşam formları biyolojik olarak hep insanlara benzerler. İstisna olan eserler elbette var,burada genel eğilimi yansıtmaya çalışıyorum. Aynı şekilde oralardaki hayvan ve bitkiler de yerküremizdekiler gibidir. Nekadar farklı dizayn edilseler bile hayatsal fonksiyonları bizlerle aynıdır. Oysa uçsuz bucaksız evrende varolacak diğer canlıların bizlerden çok farklı olması daha büyük ihtimaldir. R.Scott’un Yaratık filmi bir hayli ilgi çekmişti. Uzak bir gezegende keşif yapan birkaç kişinin başına gelen olaylarla ilgiliydi. Ekip inceleme yaparken bir bitkiden fırlayan ve ne olduğu anlaşılmayan bir şey birisinin vucuduna giriyor. Bir şey ,o kişinin içinde beslenip büyüyor,sonra onun içinden çıkıyordu. Artık geminin içinde Yaratık dedikleri canavara benzer biri vardı. Benim aklım şu insan içinde beslenme olayına takılmıştı. Beslenme olayı biyolojik bir olgudur. Canlılar başka bir canlıdan enerji ve protein dediğimiz yapısal elemanlar alırlar. Bu işin doğrudan veya dolaylı olması farketmez. Ben,bitkideki enerjiyi ve yapısal elemanları ya doğrudan doğruya bitkiden alırım. Veya o bitkiyi yemiş olan herhangi bir hayvanı yiyerek dolaylı olarak alırım. Burada önemli bir ayrıntı var. Benimle besin olarak tükettiğim canlılar birbirimizle aynı maddeleri taşıyoruz. Ben sadece kendimin üretemediği bazı maddeleri ondan sağlıyorum. Ayrıca tüm bitki ve hayvanların temel yapıtaşları yerküremizin şartlarına uygun olarak oluşmuştur. Besin çevrimi,üzerinde yaşadığımız dünyanın olgusudur. Başka bir gezegendeki bir bitki veya hayvanı oluşturan yapısal elemanlar niye dünyamızdakine benzesin? Oradaki ile bu dünyadaki canlılar arasında uyum olabilir mi? Aslında çok daha belirgin bir konu daha var. Başka bir gezegendeki canlıları hangi kıstasla bitki ve hayvan olarak ayırabiliyoruz? Dünyamızda bile böyle bir tasnif yapmakta zorlandığımız canlılar vardır. Ortam şartlarının benzerliği de ayrı bir konudur. Pekçok film ve romanda rastlamışızdır. Yabancı bir gezegene inen bir dünyalı hiç zorluk çekmeden rahatça hareket eder. Yerçekimi,atmosfer basıncı hatta soluduğu hava bile problem teşkil etmez. Yerkürede ciğerlerimize çektiğimiz oksijen oranı çok önemlidir. Başka gezegen bir tarafa bu dünyada bile en ufak dengesizlik çok tehlikelidir. Birçok eserde dünya dışı sosyal kurumlar ve canlı davranışları titizlikle ele alınmaz. Krallık ve imparatorluk gibi devlet organizasyonları dünyamıza özgüdür. Geçmiş dönemlerin sosyo-ekonomik şartlarına göre oluşmuşlardı. Bugün için tarihe ait kavramlardır. Oysa bu tip örgütlenmelerin dünya dışı gezegenlere karbon kopya gibi uygulandığını görüyoruz. Hatta milyonlarca yıl sonra bile bu kurumları aynen bulabiliriz. Yanısıra lord,kont,dük ve benzeri ünvanları da duyuyoruz. Öyle ki başka bir formasyondaki diğer canlıların ortamında bile bu sosyal kurumlar yer alır. Hatta insandışı canlılardaki gelenek ve görenekler de aynı insanlarınki gibidir. Sonuç olarak bilimkurgu elbette hayal gücüdür.Bazı hataları görmezden gelmeliyiz. Aksi halde sanat olamaz. Ama kelimenin içerdiği gibi gene de bilimle olan ilişkisini koparmamalıdır.
-
İ.NEWTON'UN GARİP HUYLARI
1683 yılında üç bilimadamı Londra’da birlikte yemeğe oturmuşlardı. Birinci kişi Robert Hooke idi.Günümüzde onu hücreyi tanımlayan kişi olmasıyla hatırlarız. İkincisi Sir Christopher Wren olup hem astronom hem de mimardı. Üçüncü kişi ise bilimsel kariyeri yönünden hayli üretken olan Edmond Halley idi. Halley’in bilim dünyasına kazandırdıklarının listesi hayli uzundur. Aynı zamanda çalıştığı işler de ilginçti. Gemi kaptanı,kartograf,geometri profesörü,darphane kontrolörlüğü bunlardan birkaçıydı. Derin deniz dalgıç hücresinin mucidi oldu. Manyetizma,gelgitler,gezegenlerin hareketleri,afyonun etkileri gibi konularda yazılar yazdı. Yerkürenin yaşını ve Güneş’e olan uzaklığını hesaplama yöntemini önerdi. Ama bugün için onu kendi adını taşıyan kuyrukluyıldız ile hatırlarız. Aslında sözkonusu gökcismini kendisi keşfetmiş değildir. 1682 yılında bir kuyrukluyıldız görmüştü. Bunun 1456,1531 ve 1607 yıllarında başkaları tarafından da görülmüş olanla aynı olduğunu anladı. Zaten ölümünden 16 yıl sonrasına kadar da bu kuyrukluyıldızın adı daha konulmamıştı. İşte bu üç kişi yemekteki sohbetlerine devam ederken konu ilginç bir noktaya geldi. Gökcisimlerinin hareketlerinden bahsetmeye başladılar. O günlerde gezegenlerin elips biçiminde yörüngeleri olduğu biliniyordu. Ama nedenini henüz kimse anlamış değildi. Wren,bu konuya çözüm getirecek kişiye ödül vereceğini söyledi. Halley o sıralarda matematik profesörü olan İsaac Newton’a danışmaya karar verdi. Nitekim 1684 yılının ağustos ayında onun evine gitti. Tabii ki söz dönüp dolaşıp astronomiye geldi. Güneş ile herhangi bir gezegen arasındaki ilişki ele alındı. Güneş’in çekim kuvveti,gezegene olan uzaklığının karesi ile ters orantılıydı. Halley, bu durumda gezegenin nasıl bir yörünge izleyeceğini sordu. Newton hemen cevabını verdi:Yörünge elips şeklinde olurdu. Halley,Newton’un bu derhal ve kendinden emin cevabı karşısında şaşırmıştı. Ona nasıl bildiğini sordu.Newton sakin bir şekilde: -‘Nasıl olsun.Hesaplamıştım’ Dedi.Tabii ki Halley ,ondan yaptığı hesabın dökümanını istedi. Newton bütün kağıtlarını karıştırdı.Ama bulamadı. Halley’in şaşkınlıktan gözleri faltaşı gibi açılmıştı. O günlerde herkesin nedenini merak ettiği bir olayı çözmüş olan kişi notlarını kaybetmişti. Halley bir hayli ısrar ederek Newton’un hesapları yeniden yapmasını istedi. O da kabul etti.Hatta çok daha büyük bir iş yaptı. İki sene boyunca yoğun bir çaba harcayarak en önemli eserini ortaya çıkardı: Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri. Newton gerçekten tuhaf bir kişi idi. Yalnız yaşıyordu.Neşeli olduğunu,güldüğünü gören yoktu.Herkese şüpheyle bakıyordu. Dalgınlığı dillere destan olacak şekildeydi. Bazı sabahlar uyanınca eğer aklına bir fikir gelmişse saatlerce yataktan çıkmazdı. Üniversitede kendi laboratuvarında acaip deneyler yapıyordu. Bir keresinde sadece merak ettiği için bir çuvaldızı gözyuvasına sokmuştu. Niyeti gözle kemik arasında kalan bölgeye,yani gözün arkasına dek ulaşmaktı. Mucize eseri bir şey olmadı.Ancak gözüne eziyet etmeye kararlı gibiydi. Nitekim bir gün,görüşünü nasıl etkileyeceğini anlamak için dayanabildiğince Güneş’e baktı. Tabii ki sonra karanlık bir odada günlerce kalmak zorunda kaldı. Ama bunların yanısıra üstün bir aklı vardı. Daha öğrenci iken,o günlerin matematiğini kısıtlayıcı olarak niteliyordu. Tamamen yeni bir biçim olan diferansiyel ve integral hesaplarını buldu. Garip huyları gençliğinde de olduğu için bu hesaplarından 27 yıl kimseye bahsetmedi. Aynı şekilde optik alanında ışığı incelemiş,spektroskopi biliminin temellerini atmıştı. Ancak bulduğu sonuçları 30 yıl açıklamadı. Nedeni,bazı kişilere olan küskünlüğü idi. Özel ilgisinin sadece bir kısmı gerçek bilimle ilgili olmuştu. Hayatı boyunca çalışmaya harcadığı zamanın yarısı simya ve dinsel uğraşlardı. Üstelik bu konuları içtenlikle ele almıştı. Ariusçuluk denilen son derece sapkın bir mezhebin gizli üyesi idi. İsa’nın ne zaman geri geleceğini,kıyametin ne zaman kopacağını inceledi. Bu konularla ilgili matematiksel ipuçları yakalamaya çalışıyordu. Hz.Süleyman’ın Kudüs’teki kayıp tapınağının zemin planını yıllarca inceledi. Orijinal metinleri daha iyi tarayabilmek için kendi kendisine İbranice öğrenmişti. Aynı coşkulu çalışmasını simyada da sürdürdü. 1936 yılında ünlü ekonomist J.M.Keynes, Newton’a ait not dolu bir sandığın sahibi oldu. Açık arttırma ile satın aldığı bu sandığı merakla açtı. Ancak notlarda optik ve gezegen hareketlerine ilişkin bilgiler yoktu. Adi metallerin kıymetli metallere çevrilmesine yönelik çalışmalar vardı. Üstelik bu yazılar kararlı bir arayış yansıtan uslupla yazılmıştı. Zaten bu durum 1970’li yıllarda kanıtlandı. Newton’un saç teli üzerinde analiz yapıldı. Üzerinde doğal seviyenin 40 misli yoğunlukta civa bulundu. Civa, simyacıların en çok incelediği bir elementtir. KAYNAK: en.wikipedia.org/wiki/A_Short_History_of_Nearly_Everything
-
BİLİMDE BENZETMELER
Ortalama bir okuyucu açısından bilimde benzetmeler çok önemlidir. Kapsamlı fen bilgisi olmayan kişiler için matematiksel açıklamalar anlaşılmaz şeylerdir. Birtakım formüller ve bilimsel kavramlarla dolu yazıları okumak vasat bir kişi için olanaksızdır. Bu nedenle birçok yazar konunun anlaşılabilmesi için benzetmelere baş vurur. Örneğin Genel Görecelik Kuramı’ndaki uzay-zaman,bu yolla anlatılır. Gerili halde duran bir yatak çarşafı düşünelim. Üzerine demir bir top koyalım. Bu topun ağırlığı,üzerinde durduğu çarşafı esnetir. Onu biraz çökertir,yani çukurlaştırır. İşte bu durum bir benzetmedir. Böylece uzay-zaman konusunu bu örnek ile karşılaştırma olanağı elde ederiz. Nitekim,Güneş gibi büyük kütleli bir cismin boşluktaki etkisi daha iyi anlaşılır. Demir top çarşafı nasıl çökertiyorsa,Güneş te uzay-zamanı öyle esnetip büker. Demir top çarşafın üzerinde iken bir bilyeyi topa doğru yuvarlayalım. Bilye demir topun çukurlaştırdığı bölgeye yaklaşınca çukura düşer,demir topa yönelir. Kütle çekiminin uzay-zamandaki eğrilmenin bir sonucu olduğu bu örnekle daha iyi anlatılmış olur. Benzetmeler atom konusu anlatılırken de yapılır. Bir milimetreyi bin parçaya bölersek,herbirine bir mikron deriz. Bir tek mikronu bu kez onbin dilime ayıralım. Elde edilecek dilimlerden bir tanesi,bize bir atomun ölçüsünü gösterir. Sayısal ifade ile bir atom,bir milimetrenin on milyonda biridir. Elbette bu parçalara bölmek veya dilimlere ayırmak işi hayalimizde yaptığımız işlemlerdir. Üstelik on milyonda bir ifadesini de zihnimizde canlandırmamız gerekir. Yani bir atomun bir milimetrelik çizgi yanında nasıl gözükeceğini benzetmeyle anlatmalıyız. Bir toplu iğneyi dünyanın en yüksek gökdeleninin dibine bırakın. İğne gökdelenin yanında nasıl görünüyorsa,atom da milimetrenin yanında öyle görünür. Aynı tür benzetmeyi atomun kendisi ile çekirdeği arasında da yapabiliriz. Bir atomun çekirdeği,atomun toplam hacminin milyarda birinin milyonda biridir. Diğer taraftan bu minicik çekirdek,tüm atomun ağırlığının hemen hemen tümünü kapsar. Bir atomu biraz önce bahsettiğim gökdelenin büyüklüğüne dek genişlettiğimizi düşünelim. Bu durumda çekirdek bir aspirin tableti kadardır. Ama bu tek bir tabletin ağırlığı,gökdeleninkinin binlerce mislidir.
-
YALANLAR
Hiç yalan söylemediğinizi ileri sürebilir misiniz? Ufak tefek yalanlardan söz ediyorum. Örneğin arkadaşınız bir şiir yazmış.Size okuyor. Pek beğenmediniz.Ama güzel olduğunu söylüyorsunuz. Amacınız herhangi bir çıkar sağlamak değil. Sadece onu memnun etmek istediğiniz için ufak bir yalan söylemiş oluyorsunuz. Veya evinizdesiniz,TV de çoktandır seyretmeyi düşündüğünüz bir film başlayacak. Tam o sırada samimiyetinizin orta seviyede olduğu bir tanıdığınız geliyor. Eğer samimi olsaydınız,ona açıkça film seyretmek istediğinizi söylerdiniz. Ama bu gelen kişiye söyleyemiyorsunuz,zira onun incineceğini düşünüyorsunuz. Bu yüzden gelmekle ne iyi yaptığını söylüyorsunuz. Bütün bunlar karşı taraftan bir şey beklemediğiniz,tam tersi onu kırmamak için söylenen yalanlar. Ama tam tersi durumda iş değişiyor. Bir kişi,kendisi çıkar elde etmek için karşısındakini kandırıyor. Böylece o kişinin zarar görmesine yol açıyor. Gerçi böyle bir durum yalan mıdır,yoksa dolandırıcılık mıdır? O başka. Karşı tarafa söylenecek bir yalan ille de maddi menfaat için olmayabilir. Yalana hedef olan kişi duygusal yönden de yara alabilir. Pinokyo’yu bilirsiniz.Hani yalan söyledikçe burnu uzayan masal karakteri. Bu masalı yazmış olan kişi günümüzde yaşasa idi ne yapardı? Örneğin politika dünyasından birçok kişiyi dinleseydi. Ya da iş dünyasınındaki bazı iş adamlarını.Örnekleri arttırın. Acaba masalının karakteri olarak gene Pinokyo’yu mu kullanırdı? Ben pek sanmıyorum.Zira amacı için yetersiz kalırdı. Belki de bir ağaç seçerdi. Hem de Amazon bölgesinde yetişen ve yukarıya doğru onlarca metre yükselen bir ağaç.
-
SAYILARI KAVRAMAK
Özellikle astronomi kitaplarında bol sıfırlı rakamlar görürüz. Bu rakamlar boyut,uzaklık,zaman hakkında birtakım sayısal değerler verir. Bütün bunları zihnimizde yeteri kadar canlandırabiliyor muyuz? Bugün için görebildiğimiz galaksi sayısı 140 milyardır. Bu rakamın ne olduğunu algılamak kolay değildir. Bir konu hariç:Para Bunu çok iyi anlarız. Ama 140 milyar galaksinin ne kadar büyük bir sayı olduğunu anlamak o kadar kolay değildir. İsterseniz saymaya başlayın. Yani 1,2,3,4… deyip devam edin ve 140 milyarda saymayı bitirin. Hemen söyleyeyim.Denemeye falan kalkmayın. Zira olanaksız bir eylemdir. Bir insanın doğduğu andan itibaren 1,2,3,4..diye saymaya başladığını varsayın. Bu sayma işlemi hiç durmadan devam etsin. Bir saniyede bir sayı. Sayma işlemi ömrünün sonunda bitsin.Örneğin 90 yıl. Bu süre sonunda vardığı sayı nedir? Cevap:3 milyar. Aslında bu sayı bir hayli abartılıdır. Zira bir saniyede bir sayı söylenemez. Örneğin 1.987.896.769 sayısını söyleyin.Kaç saniye sürer? Bu sebeple 90 yıldaki sayma işlemi ancak 1 milyarı bulur. Gene de 3 milyar kabul edelim. 90 yıl boyunca hiç durmadan sayılsa sadece 3 milyara ulaşılacağı inandırıcı gelmedi mi? Hesap makinenizi alıp hesaba başlayın. 90 yılda 32.850 gün vardır.Bu kadar gün 788.400 saat eder. Bu kadar saat yaklaşık 47 milyon dakikadır.Saniye sayısı ise yaklaşık 3 milyardır. Bütün bunlardan sonra 140 milyar galaksinin ne gibi bir sayı olduğunu düşünün. Tabii evrenin genişliğini de…
-
ÇIKARLAR
Onu yıllardır tanırım.Halen de görüşüyoruz. Kendine ait ufak bir işyeri var,geçinip gidiyor. Yaşantısı boyunca paylaşım için sert kavgalardan kaçındı. Ama kendisinin ve başkalarının çıkarlarını dengede tutmasını da biliyordu. Dünya görüşünde bencilliğin yeri yoktu.Gene öyle düşünüyor. Tabii ki dünyadan elini eteğini çekmiş birisi değil. Yıllar önce,henüz kendi işini kurmadığı günlerde bir şirkette çalışıyordu. Yönetim kadrolarının birinde idi. Daha çok hafta sonlarında bir araya geldiğimizde anlatırdı. Şirkette işler iyi gidiyormuş,şefler ve müdürler arasında uyum varmış. Gerçekten arada sırada onu ziyaret için gittiğimde ben de öyle görmüştüm. Daha doğrusu öyle görünüyordu. O zamanlar anlatmıştı,şimdi sebebini unuttum. Patronları şirketi başkalarına devretti. Yeni patronlar elbette yönetim kadrolarında değişiklik yapacaklardı. Nitekim temsilci ve gözlemciler işe giriştiler.Herkesle görüşmeye başladılar. İşte o zaman onun açısından inanılmaz olaylar başladı. Ben okuduklarım ,duyduklarım ve gördüklerimden menfaat için rekabetin ne olduğunu biliyordum. Özellikle işyerleri ,çalışanlar açısından sanki can pazarı gibi yerlerdir. Hele ülkemizde bu durum daha da belirgindir. Gerçi o da bunları biliyordu. Ama insanın somutlaşan olayları bizzat görmesi başka oluyor. Heyecanla anlatmıştı. O güne dek tanıdığı insanlar, sihirli değnek değmişçesine değişivermişler. Herbir kişi diğerinin ne kadar kabiliyetsiz,yetersiz ve hatta ahlaksız olduğunu söylemeye başlamış. Elbette bu sözleri birbirlerinin önünde sarf etmiyorlarmış. Olanlar onun dünyaya bakış açısı dışında kalan şeylerdi. Herkes,geçmişte yaptığı hataların suçunu başkalarına atma yarışına girmişti. Şirket içindeki davranış ve konuşmaları yeni patronların kulağına gidecek şekilde oluyordu. Derhal istifa edeceğini söyledi.Nitekim dilekçesini ertesi gün verdi. Onu anlıyordum.Üstelik tanıyordum da. Başka ne yapabilirdi ki?Şirkette kalacak olsa bu insanlarla mı çalışacaktı? Hatta onlardan biri onun kaçtığını,oysa mücadele etmesi gerektiğini söylemiş. Bana,başkasını kötüleyerek para kazanmak istemediğini,rekabetten bunu anlamadığını anlatmıştı. Hemen başka bir iş bulup orada çalışmaya başladı. Aradan birkaç ay geçtikten sonra görüşmelerimizden birisinde söylemişti. Onun istifasından üç hafta sonra yeni patronlar herkesi işten çıkarmış.