sedat sencan tarafından postalanan herşey
-
UNUTKANLIK
Ben zaman zaman bazı şeyleri unuturum. Bu yüzden çok güç durumlarda kaldığım olmuştur. Yolda birisi ile karşılaşıp sohbete başlamışız. Gelgelelim,ismini unutmuşum. Kulağım onun söylediklerinde,beynim ise adını hatırlama çabasında. Hani,’benim adım ne?’ diye sorsa,rezil olacağım. Bilim adamları,beynin bir görevinin de unutmak olduğunu söylüyorlar. Unutmak sayesinde yeni bilgiler öğrenebiliyoruz. Beyin,aynı zamanda şaşmaz bir yöntemle gereksiz bilgileri eliyor. Zaten başka türlü olsaydı,eski yıllardaki resmi dairelerin evrak depolarına benzerdik. Oralarda her şey vardı,ama aradığınızı bulmak olanaksızdı. Bir de çok iyi bildiğim isimleri unuttuğum olur. Diyelim ki bir arkadaşımla tarihten bahsediyoruz. Konu ile ilgili çok tanınan bir kişinin ismi bir türlü aklıma gelmez. Yerimde tepinir dururum. Ama beynimin sanki inadı tutmuştur. Uzmanlar böyle durumlarda,düşüncelerinizi başka noktaya çevirmenizi söylerler. Gerçekten,bir süre sonra unuttuğunuz şey birdenbire ortaya çıkar. Çocukluğumuzda öğrendiğimiz pekçok bilgi aklımızdan hiç çıkmaz. Genç beyinlerimizde depoladığımız bilgiler çeşit çeşittir. Örneğin ben 1960 yıllarının Beşiktaş futbol takımının kadrosunu şimdi bile eksiksiz sayabilirim. Bazı kişilerde çok ilginç unutkanlıklar gördüm. Bu gibilerle tanıdık ile arkadaşlık arası bir ilişkim vardı. Hepimizin bildiği durum işte. Çok samimi değilsiniz, ama karşılaşınca konuşursunuz. Bunlardan bazıları,diyelim ki zenginleşti,veya yüksek bir mevkiye terfi etti. Onlarla bir ortamda karşılaşınca sanki hiç tanışmamışız gibi beni unuttuklarını gördüm.
-
YAPIMIZDAKİ MOLEKÜLLER
Ben herhangi bir konuyu incelerken sadece bilim adamlarının söylediklerine bakarım. Benim için bilimadamı,uluslararası literatürde kabul gören kişidir. Aynı şekilde bilim de öyle.Gene uluslararası literatürde onaylanıp onaylanmadığını öğrenirim. İnsanoğlunun bilimsel tarihi çok kısadır. Bu bölümde yazdığım Carl Sagan ve Kozmik Takvim bahsinde değinmiştim. Evrensel tarih bir takvim yılına indirgenmişti. Başlangıcından bugüne dek yer alan çağdaş bilim son 1-2 saniye içinde yer alıyordu. Bu süre içinde bile gen haritası tamamlanmış,kök hücre uygulaması başlamış,kopyalama gerçekleşmiştir. Diğer bilimlerdeki gelişmeleri de takip ediyoruz. Kendi yaşam süremde bile birbiri ardına gelen aşamalar başdöndürücü. Benden sonra kaydedilecek ilerlemeleri hayal bile edemiyorum. Bir canlıdan kopya geliştiren insanoğlu kimbilir başka neler yapacak? Şunun şurasında DNA bulunalı kaç yıl oldu?
-
YAPIMIZDAKİ MOLEKÜLLER
Bu sorular bana mı yoksa C.Sagan'a mı soruluyor? Eğer bana soruluyorsa elbette bir yorum yapabilirim. Ama ben sadece C.Sagan'ın yorumunu aktardım.
-
YAPIMIZDAKİ MOLEKÜLLER
İnsanlar ve tüm canlılar,tıpkı diğer maddeler gibi birer molekül topluluğudur. Bill Bryson şöyle bir örnek verir: Elimize bir cımbız alalım ve herhangi bir kişiyi oluşturan atomları teker teker ayırmaya başlayalım. Bu iş bitince ortada bir atom yığını oluşacaktır. Bu yığını oluşturan atomlar, o kişiyi oluşturdukları zaman olduğu gibi şimdi de cansızdırlar. Şimdi de C.Sagan ile birlikte düşünelim. Bitki olsun,hayvan olsun bütün canlı maddeler karbon bileşiklerinden oluşmuştur. Diğer bir ifade ile;karbon,hayat için gerekli olan karmaşık moleküller meydana getirir. Her canlı gibi biz insanlar için önemli olan diğer molekül ‘su’dur. Su,organik kimya çalışmalarını mümkün kılar. Şahsen ben su,kalsiyum ve organik moleküller karışımıyım. Siz de aynı moleküller karışımından meydana geliyorsunuz. Yaşamın temelini oluşturan sadece atom ve moleküller değildir. Bunların bir araya diziliş şekli önemlidir. Ama dikkat çekici olan şey, bu maddelerin etrafımızda da yer alışı. Örneğin karbonu yaktığımız kömürün içinde kolayca buluruz. Kalsiyum ise okulda kullandığımız tebeşir olarak vucudumuzda vardır. Proteinlerimizdeki nitrojen,soluduğumuz havanın içindedir. Kanımızdaki demir,herhangi bir nalburdaki çiviyi oluşturan maddenin aynısıdır. Gene de yaşam, elbette bütün bu molekül karışımının düzenli sıralanması da değildir. Bir kimya labratuarından alacağımız molekül yapı taşlarını bir araya getirin. Hepsini gerektiği şekilde sıralayın. Canlı bir varlık oluşmaz. Zira canlılık, madde karışımından öte birşeydir. Zaten bilim de bunu inceliyor.
-
ŞANS
Şanslarının olmadığını söyleyen çok kişi görmüşsünüzdür. Belki siz de böyle düşünüyorsunuz. Aslında ben de çok kere şanssız olmamdan yakınmışımdır. Ama ‘şans’ kavramı yerine ‘ihtimal’ kavramını kullanınca içim rahatladı. Tavla oynadığımı düşünün.Rakibimi kıstırmışım. 6-6 atarsa kurtulacak,üstelik oyunu da alacak. Ve 6-6 atıyor. Eskiden ‘ne şanslı adam’ derdim. Şimdi ise ‘ 6-6 atma ihtimali 1/36 idi.Bu 36 ihtimalden birisi gerçekleşti’ diyorum. Maçlarda da aynı sözü kullanırız. A takımının bir futbolcusu B takımının kalesine topu şutluyor.Top direkten dönüyor. A takımı şanslarının olmadığını,B takımı şanslı olduklarını düşünecektir. Burada da top ya gol olacak, ya da direğe çarpacaktı. Yani 2 ihtimalden birisi gerçekleşmiştir. Umut ettiğiniz bir olay gerçekleşmezse şansınıza küsmeyin. Gerçekleşme ihtimali zaten azdı,diye düşünün. Şair Eşref bir olaydan sonra bakın ne demiş: Kör kader saikımız oldukça Atlı girsek hana harlı çıkarız Bizde oldukça bu baht-ı nasaz Hızr’ı görsek te zararlı çıkarız. --- saik:götüren har:eşek baht-nasaz:uygunsuz talih Hızr:Hızır Peygamber
-
OLUMLU OLMAK
Hayatımda çok korktuğum bazı olaylar vardır. Bunlardan birisi de yanlış anlaşılmak. Herhangi bir konuda düşüncemi söylerken dikkatli olurum. Yaptığım hareketler de öyledir. Hep olumlu izlenim bırakmak isterim. Kendi çıkarım söz konusu olduğunda geri planda kalmayı seçerim. Hele iş birden çok kişiyi ilgilendiriyorsa titizliğim artar. Toplumun çıkarı benim için ön plandadır. Benim olmadığım bir ortamda şahsım için söylenen sözleri önemserim. Olumsuz izlenim bırakmaktan ödüm kopar. Ama bazı kişiler bu gibi şeylere pek aldırmazlar. Onlar kendi bildiklerini okurlar. Böyle olunca da arkalarından iyi sözler söylenmez. Şair Eşref bir dörtlüğünde içini dökmüş. Belli ki bahsettiği kişi toplum tarafından da sevilmiyormuş. ********** Beyt-i atiyi reva eylese herkes nakarat Vali Paşa bu gece dar-ı bekaaya gitti. Hiç iş görmedi eyyam-ı hayatında habis Millete,memlekete öldü de hizmet etti. ---- beyt-i ati:aşağıdaki beyit. dar-ı bekaa:ahiret eyyam-ı hayat:yaşantı habis:kötü
-
VAHŞİ DUYGULARIMIZ SÜRÜYOR MU ?
Bazı tarihi filmlerde gladyatörlerin dövüştükleri sahneler vardır. Ben o sahnelerde görüntülenen seyircilere dikkat ederim. Herkes kendinden geçercesine arenayı seyretmektedir. Bazen kendimi filmden sıyırır,bir anda o seyircilerin arasına girerim. Yani onlarla birlikteymişim gibi düşünürüm. Gene öyle yapacağım. Şimdi gösterinin yapıldığı gerçek mekan ve zamandayım. Arenada birbirleri ile dövüşen gladyatörlerin mücadelesi sürüyor. Sallanan kılıçlar,savrulan mızraklar,birbirinin açığını kollayan insanlar. Bunların çoğu köle veya suçlu kişilerdir. Bir süre sonra ortalığa kanlar saçılır,bazıları yere düşer,bazısının gücü tükenir. Etrafımdaki kalabalık seyirci topluluğu sosyal bir orgazm içindedir. Arenadaki kan arttıkça onların zevk göstergesi de yükselmektedir. Vahşi duygularının ibresi doruk noktasına yaklaşmaktadır. Şimdi tatmin olmaları için ölüm görmeleri gerekiyor. Ve arenada yaralı birisinin başında bekleyen ayaktaki gladyatör şeref tribününe bakıyor. Soylu kişi ayağa kalkıyor,seyircilerden gelecek tepkiyi bekliyor. Herkes en yabani hayvanı kıskandıran ses ve davranışları ile ölüm istiyor. Hemen oradan kaçıyorum. Bu kez kendimi zamanımızın bir spor salonunda buluyorum. Ortadaki ringde birbirlerine yumruk atan iki boksör var. Amaç öldürmek değil,çoğu kişi bu dövüşe spor diyor. Ama boksörlerin birbirlerinin suratlarında patlayan yumrukları ile seyirciler coşuyor. Daha etkili vurmaları için bağırıyorlar.Oturdukları yerde havaya yumruk sallıyorlar. Ringdekiler attıkları ve aldıkları darbelerle gittikçe yoruluyorlar. Seyircilerden memnunsuzluk ifadeleri yükselmekte. Henüz istedikleri şiddette yumruklaşmayı ve boksörlerden birinin perişanlığını göremediler. Derken gong sesi ile kısa bir mola. Oradan da kaçıyorum. Şimdi İspanya’da bir arenadayım. Birtakım kişilerin kılıç ve mızrak sapladıkları zavallı bir boğa kanlar içinde koşuşuyor. O haldeki hayvana bir mızrak daha saplanıyor.Zavallının gücü tükenmektedir. Seyirciler, sanki bir kutsal ayinin trans noktasında imişler gibi kıvranmaktadırlar. Bir an kanlar içindeki zavallı yaratığın mı yoksa seyircilerin mi hayvan olduğunu düşünüyorum. Ve allı pullu elbiseler içindeki matador son bir hamle ile boğayı öldürüyor. Bütün tribünlerdekiler tatmin edilmiş bir halde avaz avaz bağırıp alkışlıyor. Hiçbir savunma olanağı olmayan boğa son nefesini vermiştir. Seyircilerin binlerce yıl boyunca genlerine sinmiş vahşet duyguları artık doyuma ulaşmıştır. Tekrar seyrettiğim filme dönüyorum. Birkaç sahne geçmiş. Önemli değil.Zaten izlemekten vazgeçmiştim.
-
ÇALINAN ZAMAN
Bu olay bir arkadaşımın başından geçmiştir. Yıllar önce bir imalat şirketinde işe başlıyor. Meslek hayatındaki genç ve idealist çağları. Şirketin başında tek bir patron var.Arkadaşımın görevi mali işler ve muhasebe. İmalatta çalışan 30 kadar işçi var.Ayrıca üretilen malları gezerek pazarlayan 10 tane satış elemanı. Birkaç gün sonra aybaşı,yani maaş verilme günü. Patron ,arkadaşıma çift bordro sistemi uyguladıklarını söylüyor. Çift bordro. Arkadaşım pek anlamıyor. Kendisi üniversite mezunu,o güne dek büyük şirketlerde çalışmış. Ama bu çift bordronun ne anlama geldiğini bilmiyor. Patron izah ediyor. Maaşların ödeneceği zaman iki tane bordro hazırlanıyor. 30 kişi için bir bordro,10 kişi için diğer bir bordro. Her ikisi de bildiğimiz bordrolar. Brüt maaşı,vergi ve sigorta kesintilerini içeriyor. Herkes maaşını alırken isterse bordroyu inceleyebilir. O zamanlar çalışana bordronun bir suretinin verilme usulu yoktu. Maaş ödemeleri bitince 30 kişilik bordro çöpe atılacak. 10 kişilik bordro ise muhasebe kayıtlarına geçecek. Arkadaşım bunu öğrenince şoke oluyor. Zira 30 kişi kayıt dışı çalıştırılıyor. Ve bunlar sigorta primlerinin ödendiğini sanıyorlar. Patron,bu 30 kişinin en fazla 2 yıl çalıştıklarını söylüyor. Zaten yıllardır bu iş böyle gidiyormuş. Ben arkadaşıma sormuştum: Peki bu 30 kişiden birinin SSk hastahanesine gitmesi gerekirse ne oluyordu? Cevap basitmiş zamanlar bir kişi işe girdikten itibaren bir ay süre içinde SSK’ya bildiriliyordu. Sevk evrakına işe yeni girdi diye yazarsın olur biter. Zaman zaman bu işi konuşuruz. O patron vergi kaçırıyordu.Vergi kaçakçısı idi. SSK primleri kaçırıyordu.Prim kaçakçısı idi. Sahtekardı.Bir anlamda dolandırıcı idi. Ama kişileri çalışıyor göstermemekle emekliliklerini de geciktiriyordu. Yani zaman çalıyordu. İşte bu eylemine uygun bir sıfatı bulamadık.
-
BATI GEÇİDİ
Yaşantımızda sık sık iki tane istenmeyen seçenekle karşılaşabiliriz. Mutlaka karar vermek zorunda da kalabiliriz. Şartlar bizi zorlamaktadır.Hatta vakit yoktur. Ya o,ya da bu dedikleri şey. Veya kırk katır mı ? Kırk satır mı ? Bu durumda yapılacak iş,en az zararlı olanı tercih etmektir. Bu tercih zamana ve mekana göre nitelik değiştirebilir. Dünya görüşleri, toplumların sosyo-ekonomik yapısıyla da ilişkilidir. İstenmeyen seçeneklerin yorumu zaman geçtikçe değişik şekilde yapılır. 1967 yılında çevrilmiş bir film vardır:Batı Geçidi(The Way West) Western tarzı bir filmdi. Kirk Douglas,Robert Mitchum ve Richard Widmark başrollerdeydiler. Film ,1843 yılında batıya göçeden bir göçmen grubunu anlatır. Her yaştan oluşmuş aileler arabaları ve hayvanları ile yola koyulurlar. Bebeklerden ihtiyarlara kadar kafiledeki insanların liderliğini bir senatör yapmaktadır. Ancak geçecekleri bölgelerin büyük çoğunluğunda kızılderililer vardır. O dönemlerde henüz çatışma yoktur. Bir gece ,verilen mola sırasında gençlerden biri kafileden biraz uzaklaşır. Dikkatsizlik sonucu çocuk yaştaki bir kızılderiliyi öldürür. Bu kişi kabile şeflerinden birisinin çocuğudur. Genç delikanlı telaşla mola verilen yere döner,olayı kimseye söylemez. Ama olayı gören genç bir kız vardır. Gün ışıdıktan sonra kafile yola çıkacakken kızılderililerden temsilciler gelir. Çocuğun ölüsünü gösterirler. Buna sebeb olan kişinin ölümle cezalandırılmasını isterler. Temsilcilerin bir işareti ile çevredeki dağlardan yüzlerce kızılderili kendilerini gösterir. Hepsi savaş kıyafetleri ve silahları ile hazır durumdadır. Senatör durumu hemen anlar. Girişilecek bir çatışmada sağ kalmalarının olanağı yoktur. Şansları hemen hemen sıfırdır. Yapılacak tek şey, katilin idam edilmesidir. Birazdan cinayeti delikanlının işlediği ortaya çıkar. Kafiledeki bazı kişilerin ,özellikle delikanlının annesi ve babasının itirazları olur. Ancak senatörün kararı kesindir. Herkesin ölümüne sebeb olmaktansa delikanlıyı astırır. Kafile, bir ağaç dalında sallanan cesetten uzaklaşırken yüzlerce kızılderili de bölgelerine döner. Senatör iki şıktan en az zararlı olanı seçmişti.
-
BÜYÜK PATLAMAYI DÜŞÜNMEK
Aşağıda yazdığım konu bu bölümde birkaç kere işlenip tartışılmış. Örneğin ‘Madde Nereye Kadar Parçalanır?’ ve ‘Yeniden Big Benggg’ yazıları. Hem de bu ay.Daha önceki aylarda da gördüm. Ben bu konunun az değinilmiş bölümünü ele almak istiyorum. Boşluk ve uzay konusu. Ayrıca konunun ister istemez felsefeye kayacağını sanıyorum. Ama biraz da böyle olması gerekmiyor mu?Neticede bir teoriden bahsediyoruz. Big Bang teorisini ileri süren bilimadamlarının bu olayı tasavvur edişlerini merak ederim. Birçok matematiksel formüller ve bilimsel açıklamalar yaptılar. Ama böyle bir teoriyi herşeyden önce beyinlerinde canlandırmaları gerekiyordu. İleri sürülen tezleri çeşitli kaynaklardan okuyoruz. Sıradan insanlar olarak bizler bu olayı algılamakta zorluk çekiyoruz. İlk başlangıcı oluşturan maddenin boyutu hayallerimizi aşan şekilde ufaktı. Bu ufaklık ne kadardır? Bir protonu ele alalım. Bildiğimiz toplu iğnenin sivri ucu kadar yerdeki proton sayısı 500 milyar tanedir. Şimdi bunlardan bir tanesini elimize aldığımızı düşünelim. Bu protonu kendi büyüklüğünün milyarda birine kadar küçültelim. İşte Big Bang’i başlatan maddenin boyutu bu kadardır. İşin ilginç tarafı,uzay dediğimiz yer de bu kadardı. Sözkonusu boyut daha da küçük olabilir,ama önemli değil. Şimdi aklımıza gelen nedir? Bugün için evrende var olan herşey,ne ise olduğu gibi bu ufacık yere sığmış olmalı. Tabii ki ortada bırakın maddeyi,atomun bile olmaması gerekir. Onlar,mevcut potansiyellik içinde mevcut olmalı. Değinmek istediğim konu,bu ilk maddenin yapısı ile ilgili değil. Onu bilim adamları açıklıyorlar.Bir hayli teknik mesele. Teoriyi gözümüzde canlandırmaya devam edelim. Sözünü ettiğimiz o ufacık boyuta ‘tekillik’deniyor. İlk soru:Bu tekillik nerede duruyor? Boşluğun herhangi bir noktasında mı? Ama boşluk diye bir yer olmaması gerekir,zira tekilliğin uzayı da içerdiğini kabul etmiştik. Yani bu tekilliğin çevresinde hiçbir çevre yoktur. Başka bir ifade ile kendisinin de içinde yer aldığı uzaydan başka uzay mevcut değildir. Sadece kendisi vardır,kendisinden başka bir şey yoktur. Uzay mevcut olmadığına göre diğer bir boşluk mu vardı? Ama bu çelişki değil mi? Zira Big Bang teorisine göre herşey,ama herşey bu tekillikten ibaretti. Gerçekten tasavvur edilmesi bir hayli çetin. Yani kelimelerin ne anlattığını anlıyoruz,ama gözümüzün önüne getirmekte zorlanıyoruz. En azından ben kendi adıma zorlanıyorum.
-
DİLİMİZDE SADELEŞTİRME
Dilimize arapçadan ve farsçadan girmiş pekçok kelime vardır. Günlük konuşmalarımızda bunları sık sık kullanırız. Bu tip kelimelerin çok sık kullanıldığı alan,resmi kurumlar olmuştur. Örneğin Osmanlı dönemindeki yazışmalar. Bir de edebiyatta yer almışlardı. Lisede iken okuduğunuz divan edebiyatını anımsayın. Ben öyle şiirler gördüm ki,türkçe kelime sayısı bir ikiyi geçmezdi. Ancak,divan edebiyatının sanat seviyesi çok yüksektir. Ama bu durum üst seviyedeki insanlar için söz konusu idi. Halk,dilimizi hep sade olarak konuşmuştur. Cumhuriyetten sonra resmi yazışma dilinde,arapça ve farsça kelimeler uzun süre etkili oldu. Hele hukuk dilinde.Savcı ve hakimlerin kullandığı hukuk terimlerini anlamak olanaksızdı. Ecr-müsemma kelimesini ,uzman olmayan birisinin bilmesi olası mıdır? Son yıllarda bu iş düzeliyor.Ama halen kullandığımız kelimeler de var. Örneğin zilyet veya tağyir sözcüklerinin anlamını kaçımız biliyor? Kökü türkçe olmayan,ama günlük yaşantımızda kullandığımız bir yığın kelime var. Ama bunlar vazgeçilemeyecek ölçüde benimsenmiştir. Pek çoğumuz ‘okey’ diyoruz. Geçmiş yıllarda dilimizi sadeleştirmek için çaba gösterenler oldu. Topluma sundukları bazı kelimeler benimsendi: Yanıt,kanıt,gizem gibi. Ama benimsenmeyen kelimeler de vardı: Betik,algan,yağı gibi. Bazen sadeleştirmeyi önerenler ipin ucunu kaçırdılar. Önerdiklerinden biri şu idi: Gök konuksal avrat kişi. Hostes demekmiş.
-
DUYARSIZ MI OLDUK ?
26 mart 2007 günü bir bankanın önündeki bankamatik sırasındaydım. Kuyrukta 15-20 kişi vardık.Ayrıca bankaya girip çıkan ve oradan geçen onlarca insan. Büyük kentlerin gündüz vakti süregelen uğultusuna herkesin kulakları alışmıştır. Bu sebeble ortalık sakinmiş gibi algılanır. O sırada bir ses yükseldi. İhtiyar bir kadın,az önce çektiği emekli maaşının çalındığını söyleyip çaresizce dövünüyordu. İlk önce herkes gibi ben de şaşkınlıkla baktım.Kısa bir süre sonra durumu kavradım. Medyada ve tanıdıklarımız arasındaki konuşmalarda sıkça yer alan bir olaya şahit oluyorduk. Yankesicilik,kapkaç,hırsızlık ve bunlar gibi şeyler.İşte bunlardan biri daha gerçekleşmişti. Ben,doğal bir refleks ile kadının yanına gitmek istedim.Gerekiyorsa üç-beş kuruş yardımda bulunabilirdim. İlk anda aklımdan bunlar geçti. Ama aynı anda çok belirgin olan bir şey dikkatimi çekti.Hem oradan geçmekte olan kişiler… Hem de kuyrukta bekleyenler…Ne yapıyorlarsa,aynı durumdalar.Yürüyenler yollarına devam ediyorlar. Bekleyenler gene beklemedeler.Sanki ortada ihtiyar bir kadın dövünmüyordu. Sanki parasının çalındığını söylemiyordu.Herkes sadece bakıyordu.Ve bu bakışlarda hiçbir duyarlılık yoktu. Buz gibi tepkisizlik ortamı içindeydim.O anda aklıma geldi.Sakın bu kadın rol yapıyor olmasın? İnsanlar bunu anladıkları için mi kayıtsızdılar?Ama bakışlarda böyle bir izlenim de sezemedim. Sadece tepkisizlik vardı. Gene o anda başka bir duyguya daha kapıldım. Eğer o ihtiyara yardım etmeye çalışsa idim orada bulunanlar tarafından yadırganacaktım. Bunu adım gibi bildiğimden eminim.Zira bakışlardaki duyarsızlık en yoğun aşamasındaydı. İlgisizlik sürdü ve kadın gitti. Kadın gözlerden kaybolmadan önce bile olay unutulmuştu zaten. Birkaç dakika sonra kuyrukta protesto sesleri yükseldi.İlk önce ne olduğunu anlamadım. Aklım biraz önceki olaydaydı.Birazdan öğrendim.Başka bir ihtiyar kadın kuyruğun en önüne gelmiş. Ayakta durmaya dermanının olmadığını söylemiş.Küçük torunlarını evde yalnız bırakmak zorunda kalmış. Sıra başındaki kişi yardımcı olmuş.Üstelik bankamatik işlemlerini kendisi yapmış. Tam bir dakika içinde kadın parasını almış.Yanımdakilere neyi protesto ettiklerini sordum. Kadının yalan söylediğini belittiler.Onlara bu kadını tanıyıp tanımadıklarını sordum. Tanımıyorlarmış,ama belliymiş ki terbiyesizin biriymiş.Üstelik ona yardımcı olan da saygısızlık etmiş. Zira sırada bekleyenlerin zamanını çalmış.Oysa işlem bir dakika sürmüştü. Kadını giderken gördüm,gerçekten çok,ama çok ihtiyardı. Sıra bana gelip paramı çekinceye kadar aynı şey oldu. Hem o ihtiyar kadına hem de yardımcı olana her türden protesto devam etti. Şimdi düşünüyorum.Toplum duyarsızlaştı mı? Yoksa duyarsız olanlar bana mı rastladı? Veya duyarlı olmanın bu olayla ilgisi yok muydu?
-
GLADYATÖRLER
Gladyatör, Latincede kılıç ustası anlamındadır.(gladius) Roma İmparatorluğu döneminde ise profesyonel dövüşçülere verilen addır. Bu kişiler çoğunlukla köle veya suçlu insanlardı. Gladyatörlüğün tarihi daha da eskidir. Etrükslerdeki cenaze törenlerinde birtakım dövüşler yapılırdı ve bunlar ölümle biterdi. Amaç ,ölen kişiye öbür dünyada silahlı bir hizmetkar sunmaktı. Sonraları bu uygulama bölgesel olarak yayıldı ve nitelik değiştirdi. Sözkonusu yerler Roma İmparatorluğunun yönetimine geçtikçe gladyatörlük benimsendi. Roma’da dövüşler karşılıklı gelen iki kişi arasında yapılıyordu.Çiftlerin sayısı ilk günlerde 3 idi. Sonraları bu çiftin sayısı 300’e kadar yükseldi.Zamanla daha da arttı. Öyle ki İ.S. 107 yılında 5 bin çift dövüşmüştü. Gladyatörler ,kullandıkları silahlar ve dövüş stilleri yönünden çeşitli gruplardan oluşmuştu. Muhtelif kılıç,kalkan,miğfer,ağ,mızrak,kement ve zırh bellibaşlı silah çeşitleri idi. Atlı ve arabalı gladyatörler olduğu gibi,siperlikli miğferlerle görmeden dövüşler de oluyordu. Gladyatör dövüşleri ekonomik bir faaliyettir.Üstelik yasalara göre belirlenmiş kurallar uygulanıyordu. Okullar kurulmuş,bu konuda öğretim yapan öğretmenler ders vermiştir. Dövüşecek kişilerin sahipleri sermayelerini bu uğurda değerlendiriyorlardı. Bazı tüccarlar dövüşçü kiralayarak ta bu alana katılıyorlardı. Bugünkü terimlerle konuşursak,gladyatör bir işveren emrinde çalışan işçidir. Ancak onun emek olarak sunduğu iş dövüşmekti.Ölüm de bu işin kaçınılamaz eklentisidir. Arenaya çıkan birisinin yapacağı tek şey ölümüne dövüşmektir. Korkan veya tereddüt eden kişi,kamçı ile, kızgın demirle dövüşe zorlanırdı. Yaralanan birisi,hasmının insafındadır.Hayatta kalabilmesi için işaret parmağını havaya kaldırır. İlk zamanlarda yaralının yaşaması veya ölmesi kararını gösteriyi düzenleyen kişi verirdi. Sonraları bu karar izleyici olan halka bırakıldı. Bu karar, mendil sallamak veya çeşitli parmak hareketleri yolu ile verilen işaretlerdi. Başarılı olan gladyatörler arasında ün sahibi olanlar, toplumda önemli yerlere gelenler olmuştur. Hatta siyasette bile yer aldıkları görülür. İşin içinde ticari kazanç olduğu için iflas etmiş iş adamları bile gladyatör olmuştur. Bütün bunları bugünkü bakış açısıyla değerlendirmek hatalıdır. İnsan hakları,yaşam hakkı gibi değerler elbette o dönemlerde söz konusu değildir. Gladyatörlerin büyük çoğunluğu köle olduğu için bu değerler zaten olamazdı. Zira kölelik te o dönemlerin kabul ettiği,aksinin düşünülemediği bir sosyal kurumdur.
-
BOĞA GÜREŞLERİ
Aslında ‘boğa güreşi’ adlandırması doğru mudur ? Zira güreş deyince aklımıza, teorik olarak eşit şans ve eşit ortamda yapılan mücadele gelir. Oysa boğa güreşlerinde, boğanın hem ortam hem de şans olarak kesinlikle kazanması söz konusu değildir. Onlar,içgüdüleri daha da saldırgan ve tepkiye duyarlı olacak şekilde özel olarak yetiştirilir. Boğa güreşçisine ‘matador’ denir.Arenada görev alan kişilerin hepsi ‘torero’ olarak adlandırılır. Kullanılan giysi ve silahlar, dünyanın çoğu dillerinde orijinal adları ile ifade edilir. Örneğin capa:pelerin,banderilla:süslü kısa mızrak,picador:atlı yardımcı gibi. Bizler için düpedüz bir öldürme olayı,bir ispanyola göre gelenek haline gelmiş sanat gösterisidir. Boğayı tahrik etmek,yaralamak ve sonuçta öldürmek,belirli kurallarla uygulanır. Öyle ki çok eski devirlerdeki ilkel insanların kurban törenlerinin dini ayinlerini andırır. Bugün için daha çok İspanya,Portekiz ve Latin Amerika’da yapılan gösterilerde yer alır. Ama uygulamaları farklıdır.Örneğin Portekiz’de güreşçi at üzerindedir ve boğa öldürülmez. Ancak dünyaca ünlü olan ve ençok bilineni İspanya’dakidir. Tarihte ortaya çıkışı Avrupa’nın Akdeniz kıyısına rastlayan kıyıları ve adalarıdır. Örneğin Girit adası ve Roma İmparatorluğunda yaygındı. Ama yoğunluk kazanması İber yarım adası oldu. Bu bölgenin bazı yerlerinde erkekler cesaret ve ustalıklarını boğalar karşısında gösterirlerdi. Belirli zamanlarda tertiplenen gösterilerde hayvanlar balta veya mızraklarla öldürülürdü. Zamanla bu gösteriler büyük şehirlerin alanlarında yoğunlaştı. 18.yüzyılda hem gösteriler hem de boğa yetiştirip eğitmek iyice ticari hale geldi. Kullanılan silahlar ve giysiler ile temel kurallar belirlendi. Matadorların giysileri çorabından şapkasına dek eski devirlere ait olup oldukça gösterişlidir. Ekibin diğer elemanları da aynı ihtişamı sergiler. Gösteride yer alanların arenaya girişi,tribünlerin önündeki yürüyüşü resmi törenler gibidir. Boğanın arenaya çıkarılışı ile gösteriye devam edilir. Hayvanın davranış eğilimleri ilk önce banderillero denilen kişi tarafından ölçülür. Örneğin boğa tek boynuzla mı,çift boynuzla mı saldırma eğilimindedir? Bu eylem tek elle bir pelerinin boğaya doğru sallanması şeklindedir. Artık sıra matadordadır.Büyük alkışlar arasında arenaya girer. Matador genellikle sabit halde durarak pelerini saldıran hayvandan kaçırır. Bütün ustalık, boynuzlara mümkün olduğunca yakın durmaktır. Bu hareketler boğayı iyice sinirlendirir.Şimdi sıra, atlı olan picadorlardadır. Şişler ve kısa mızraklar sistemli bir şekilde hayvana saplanır. Yaralanmış olan boğa ortalıkta dört dönmekte,boynuzlarını kullanmak istemektedir. Durumu kontrol eden matador son hareketi için planını yapar. Nihayet karşılıklı olarak durdukları an gelir. Boğa yaralı olmasına rağmen kalan gücü ile saldırır. Zaten içgüdüsü böyledir ve eğitimle kuvvetlendirilmiştir. Matadorun kıpırdamadan durup hayvanı öldürmesi önemlidir. Şimdi amaç gerçekleşmiştir.Ama törenin devamı seyircilerin tatmin derecesine göre olur. Alkış varsa matador ve ekibi arenada tur atar. Seyirciler daha çok memnun olmuşsa boğanın bir kulağını alır. İşte birilerinin milli gurur dedikleri,birilerinin zevkle seyrettikleri gösteri böylece sona erer.
-
A.B.D. İÇ SAVAŞ
19.yüzyılın ortalarında A.B.D.’nin sosyo- ekonomik yapısı özetle şöyledir: Kuzey eyeletleri sanayileşme sürecine girmişti. O günlerdeki teknolojik gelişmeler üretimde uygulanmaktadır. Sosyal yapı, hızla feodal yapıdan sanayi toplumuna dönüşmeye başlamıştı. Buna bağlı olarak ticaret yaygınlaşmış,bankalar çoğalmıştır. Yaşam tarzı değişmekte,tüketim malları çeşit ve miktar açısından artmaktadır. Bu gibi gelişmeler üretimi teşvik ederek ekonomideki canlılığı sağlar. Buna karşılık güney eyaletlerinin ana ekonomik faaliyeti ise tarımdı. Bu sektörün üretim gücü, büyük bir çoğunlukla ,köle olan zencilerden oluşuyordu. Başka bir ifade ile, güney eyaletleri köle gücüne dayalı feodal alt yapıya sahipti. Uzmanlar bu tabloyu durgun ve kapalı ekonomi olarak niteler. Kuzeyin kapitalist ilişkileri geliştikçe ülkenin genel toplum bünyesinde bir çelişki oluştu: Bir tarafta dinamik,öbür tarafta ise durgun olan iktisadi bünye. Başka örneği canlı bir organizmaya benzeterek te yapabiliriz. Büyüdükçe gelişen ve olgunlaşan organlara karşı, ona ayak uyduramayan başka organlar. Pazara arz edilen malları satın alacak halk, büyük çoğunlukla gene kuzey eyaletleri idi. Yani üretilen ticari emtiayı satın alacak insan sayısının tüm ülkeye oranla yetersiz kalma tehlikesi ortaya çıktı. Güney eyaletlerinde bu mallara talep,mevcut feodal durumda yeterli seviyede olamazdı. Zencilerin, köle oldukları için zaten gelirleri yoktu Dolayısı ile pazardan mal talep etmeleri söz konusu değildi. Toprak sahipleri ile diğer hür kesimler tarımsal ilişkilerini sürdürmekte direniyorlardı. Dolayısı ile buralarda kapitalist mallara talep en alt düzeyde kalıyordu. Neticede ekonomik gelişme 19.yüzyılın ortasında bir tıkanma ile karşı karşıya kaldı. Kuzeyin gelişmesini güney engelliyordu. Kuzeydeki fabrika ve diğer iş yerlerinin ayrıca insan emeğine de ihtiyaçları vardı. Zenciler köle oldukları için fabrikalarda çalışamazlardı. Böylece mal üretimi için insan emeği ihtiyacı en üst seviyeye ulaştı. Buna paralel olarak, üretilen malları talep edecek tüketim grupları sınırlı kaldı. Kısacası hem üretimde hem de tüketimde zenci köleliği büyük bir engeldi. Diğer taraftan ülkenin siyasi birliğinin hem sağlanması hem de sürdürülmesi çok önemli hale geldi. Ekonomik gelişme kendine uygun sosyal yapı ile sağlanmalıydı. Böylece kölelik kurumuna karşı bir mücadele başladı. Başta başkan Abraham Lincoln olmak üzere birçok politikacı harekete geçti. Köleliğin insanlık dışı olduğunu,her insanın hür olma hakkına sahip bulunduğunu söylüyorlardı. Zenciler hür işçi olarak çalışmalı,aldıkları ücretleri pazarda harcamalıydılar. Tarımsal üretim, geleneksel metotlardan modern seviyeye dönüştürülmeli idi. Güney eyaletleri,statükolarını korumak için direndiler,sonra birlikten ayrıldılar. Bu durum kuzey eyaletleri açısından asla kabul edilemezdi. Beklenen iç savaş 1861 yılında başladı,1865 yılında kuzeyin galibiyeti ile bitti.
-
ŞİMDİ
Herhangi birisi ‘şimdi’ dediğinde,zaman sürecinde çok kısa bir bölümü anlatmış olur. Geçmişi veya geleceği değil,o kişinin içinde bulunduğu ‘an’ ı anlarız. Hemen bir saniye sonra o an,artık geçmişte kalmıştır. Ancak günlük konuşmalarımızda ‘şimdi’ kelimesi daha çok geniş zamanı içerir. Uzayda ‘şimdi’ kelimesi hangi anlama gelir? Çok nitelikli bir teleskop icat edildiğini düşünelim. Öyle ki üzerine çevrildiği bir gökcismini en ince ayrıntılarına kadar göstersin. Bu teleskopla 60 ışık yılı ötedeki bir gezegene bakıyorum. Günlerden 17 nisan 2007.Saat tam 9.00. Baktığım yerde o gezegene ait canlıların gezindiğini görüyorum. Ben,yanımda duran size: -Şimdi ortalıkta gezinen yaratıklar var’ Dersem,doğru bir ifade kullanmış olur muyum? Hayır. Bu şekilde söylersem,17 nisan 2007 saat 9.00 dünya zamanı ile,o gezegendeki zamanın aynı olduğunu belirtmiş oluyorum. Oysa bu yanlıştır. Zira o anda benim gördüğüm,60 yıl önce o gezegenden yola çıkan ışıkla gelen görüntülerdir. Şöyle demem gerekirdi: -’60 yıl önce o gezegende gezinmiş olan canlıları şimdi görüyorum’ Ve de şimdi,17 nisan 2007 saat 9.00 itibarı ile gördüğüm o canlıların yaşayıp yaşamadığını bilemem. Öbür gezegendeki canlılardan, dünyayı kendi teleskopu ile gözlemleyen birisini ele alalım. O canlı varlık, beni görünce: -‘Şimdi teleskopla buraya bakan birisi var’ Derse,o da yanlış bir ifade kullanmış olur. Zira dünyamızdan çıkan ışıklar o gezegene 2067 yılında ulaşacaktır. O zaman ben çoktan ölmüş olacağım.
-
BAZI KİŞİLER VE KÜLTÜR
Bazı kişiler var. Bir futbol takımının tüm kadrosunu ezbere bilir. Hem de hepsinin hayat hikayesi ile birlikte. Belki kulüp başkanı bile bu kadar bilgili değildir. Bunlara 3 tane sadrazam ismini sorun,bilmezler. Bazı kişiler var. Bir mankenin tüm aşıklarını bir çırpıda sayabilir. Mankenin kendisine sorsanız,çoğunun ismini unutmuştur. Bunlar iki tane kadın yazarın adını bilemez. Bazı kişiler var. Beşinci sınıf bir şarkının sözlerini papağan gibi söyler. Söz yazarının bile tümünü hatırlayacağını sanmıyorum. Ama bu kişilere en ufak bir genel kültür bilgisi sorun. Dut yemiş bülbüle dönerler. Geçen yıl TV de Kim 500 Milyar İster yarışmasında izlemiştim. Kişiye sorulan soru şu idi: Hangi şehrimizde liman yoktur? a-İstanbul b-İzmir c-Trabzon d-Sivas. İnanmayacaksınız ama o kişi cevabı bulamadı. Şimdi diyeceksiniz ki,heyecanlanmıştır,stüdyo ortamı aklını karıştırmıştır. Ama sorulara geçmeden önce sunucu kendisi ile sohbet etmişti. Yarışmacı kişi ,oturduğu sandalyede yatakta yatar gibi rahattı. Çok bilmiş bir tavırla sırıtarak etrafa gülücükler saçıyordu. Lise mezunu imiş.Üstelik cevap verme süresi için zaman sınırı yoktu. Bir başka olay da üniversitede oldu. Fakültenin hocaları binbir rica ile Amerika’dan dünyanın sayılı bir bilim adamını getirmişler. Adam, öğrencilerin öğretim gördüğü bir konuda konuşma yapacak. Aynı saatte bir başka salonda bir bayan magazin yıldızı da toplantı yapıyor. Her iki salondaki öğrenci sayısı şöyle: Bilim adamının salonunda 6 öğrenci. Magazin yıldızının salonunda 700 öğrenci.
-
KÜÇÜK BOYUTLAR
Bir kedi sizin yanınızda boy olarak küçük kalır. Bir kelebek daha küçüktür. Hele bir pire size göre ufacıktır. Bu hayvanları görmeden bile onlarla kendi boylarınızı gözünüzün önüne getirebilirsiniz. Ama bir atomun ne kadar küçük olduğunu anlamanız için hayal gücünüzü çalıştırmanız gerekir. Yarım milyon atom yanyana dizilse bile kolumuzdaki bir tüyün arkasına gizlenebilirler. Böyle bir ölçekte tek bir atomu düşünmeye çalışın. Yarım milyon size az mı gözüktü? Birden başlayarak 500.000 e kadar saymaya başlayın. Bir de şöyle bakalım.Elinize bir cetvel alın. İki rakam arasındaki ince çizgiler milimetredir. Bir milimetre hemen hemen şu uzunlukta bir çizgidir:- Şimdi bu çizgiyi bin tane eşit parçaya böldüğünüzü hayal edin. Bu bin tane parçadan her birine mikron denir. Terliksi hayvan dediğimiz bir mikroorganizma, iki mikron enindedir. Yani bu yaratık gerçekten çok küçüktür,ama bir atoma göre inanılmaz oranda büyüktür. Bir damla su düşünün. Bu damla içinde yüzen bir adet terliksi hayvanı çıplak gözle görmek istiyorsunuz. O zaman ,damlayı, çapı 12 metreye gelecek kadar büyütmek zorundasınız. Çapı 12 metre olan bir su damlası herhalde küçük bir şey sayılmaz. Ama sıkı durun. Gene bu ufacık bir su damlasındaki atomları görmek istiyorsunuz. O zaman damlanın çapı ne olur dersiniz?Tam 24 kilometre.
-
BAKKAL-SÜPERMARKET
Çok değil,birkaç sene önce bizim sokağın dolaylarında 5 tane bakkal vardı. Bunların yakınlarına bir süpermarket açıldı. Alışverişe çıkan birisi için bakkal ve süpermarket arasında uzaklık farkı yoktu. Bakkallardan biri kapandı.Sonra bir diğeri. 3 tane kalmıştı. Derken gene yakınlarda başka bir süpermarket açıldı. Şimdi sadece bir bakkal kaldı. Ağırsiklet güreşçiler arasında kalan bir çocuğa benziyor. Ben, kalan bu bakkal ile alışverişimi sürdürüyorum. Çoğu zaman biraz olan fiat farkını görmezden geliyorum. Yani bir kişinin ekonomik çabasını çok ufak çapta destekliyorum. Benim gibi başkaları da olacak ki o bakkal halen faaliyetini sürdürüyor. Ancak genel ekonomik yaşamda bakkal-süpermarket rekabetinin sonucu bellidir. Toplumların gelişimi ekonomik gelişim ile paraleldir. Daha doğrusu ikisi aynı şeydir. Bakkal,sermayesinin meblağı nedeniyle küçücük bir işletmedir. Fazla çeşit bulundurmaya sermayesi gibi yeri de müsait değildir. Sürümü az olduğu için işletme giderlerini ucu ucuna karşılayabilir. Bu sebeple satış fiatlarında indirime gidemez. Piyasa koşulları ve müşteri tercihleri her yerde süpermarket lehinedir. Burada tavsiye edilen şey,birkaç bakkalın biraraya gelerek onların da süpermarket kurması. Aksi halde yalnız kalan kurt örneği gibi ekonomik açıdan yok olacaklardır. Bizim buradaki bakkal şimdilik ayakta. Sizin oralarda da direnen bakkal var mı?
-
ZAMAN SÜRECİNDE İNSAN
Eskiden P.T.T.’nin çıkardığı telefon rehberleri vardı. Abone olanların isimleri alfabetik sırayla alt alta sıralanırdı. Her ismin karşısında telefon numarası. Bu isimler bir sahifede iki sütun olarak devam edip giderdi. En kalın rehber İstanbul’a ait olanıydı. Şimdi bir varsayım yapalım. Bu isimlerin herbiri atalarımızın ismi olsun. İlk isimden itibaren aşağıya doğru olan sıralama kronolojik sırayı yansıtsın. İlk isim benimki. Altındaki babamın ismi. Üçüncü isim dedemin. Sıralama bu şekilde devam ediyor. Yani geçmişe doğru gidiyoruz. Yazılı tarihin başlangıcına ulaştığımızda rehberin birinci sayfası biterdi. Şöyle de söylenebilir: Yazının icadından bugüne dek yaşamış olanları aynı sayfada görebiliriz. Bu da aşağı yukarı 5.200 yıl demektir. Yine birinci sayfadayız. Modern bilim,ilk 7 ismin yaşam süresine sığardı.Yaklaşık 200 yıl. İlk sütunun en altına baktığımızda demir çağında yaşamış olan atalarımızın ismini görürüz. Bu tarih M.Ö. 720 dir. Atın insanların hizmetine girdiği dönem oldukça eskidir. Rehberimizde ikinci sütunun altlarına doğrudur. Halen birinci sayfadayız. Sayfanın son ismine baktığımızda M.Ö. 5200 yılını görmüş oluyoruz. Bundan sonraki 99 sayfa uzak geçmişimizdir. Yaklaşık 750.000 seneyi kapsar. Bu 99 sayfadaki isimler küçük topluluklar halinde yaşayan atalarımızdır.
-
FİKİR DEĞİŞTİRMEK
Sanırım herkes fikrini değiştirir. Belki de sık sık. Alış verişte markalar arasında seçim yaparken böyle olabilir. Ama benim anlatacağım bunlar değil. Temel fikirlerimizi değiştirmekten söz edeceğim. İşe çocukluğumuzdan başlamak istiyorum. Elbette ben de küçükken çevremin etkisinde idim. Ne gösterdilerse onu öğreniyordum. Özellikle çocuklukta fikir neyse duygu da odur. O zamanlar televizyon yoktu. Her çocuk gibi sinemaya gitmeyi ve western filmlerini seyretmeyi severdim. Kızılderililer beyazları zor duruma düşürünce,onlara kızardım. Yerliler yabani yaratıklardı.Acımasızca insan öldürürlerdi. Vahşi çığlıklar atarak saldırırlar ve deri yüzerlerdi. Beyazlara bir şey olacak diye ödüm kopardı. Derken yardımcı kuvvetler gelir,kızılderilileri öldürürlerdi. Ben de: --Oh olsun size pis vahşiler ! Der ve beyazları alkışlardım. Bu arada büyükler, alkışa benden önce başlamış olurlardı. Büyükler derken annem ve babamı kastetmiyorum. Her iki rahmetli de elbette bana böyle şeyler öğretmemişti. Sonra okudukça ve aklı başında büyükler bazı gerçekleri söyledikçe durumun öyle olmadığını anladım. Vahşi olmanın ölçüsü ne idi? Yaşam mücadelesi verenler ve yaşam alanlarını koruyanlar hangisi idi? Kim kimin toprağına göz dikmişti? Sonra fikrimi değiştirdim. Asıl vahşi,beyaz adamlardı..
-
BEĞENİLERİNİZDE ÖZGÜR MÜSÜNÜZ ?
Herhangi bir sanat eserini beğenip beğenmediğinizi söylerken etki altında kalmış olabilir misiniz? Diyelim ki Van Gogh’ın sizin bilmediğiniz bir tablosunun fotoğrafını çeksem. Bu fotoğrafı size gösterip: ---‘Bu tabloyu ben yaptım.’ desem. Beğenir misiniz? Tabii ki yükses sesle vereceğiniz cevabı kastetmiyorum. Çünkü hatır için ‘evet’ dersiniz. Aklınızdan geçenleri bilmek istiyorum. İşi tersinden ele alalım. Ben bir şeyler çizip boyasam ve bir fotoğrafını çektikten sonra size göstersem: ---‘Bu tabloyu çok meşhur bir ressam yapmış’ desem. Beğenir misiniz? Veya herkesin bildiği bir ressamla anlaşsam. O ressam benim çizdiğim eften püften bir tablomu gösterip: ---‘İşte şahane bir tablo’ dese. Beğenir misiniz? Bir sanat eseri için vereceğiniz kararda başkalarının etkisi var mı? Diğer taraftan alış-verişinizde satın aldığınız mal seçiminde tutumunuz nedir? Başkalarının tavsiyelerini dinler misiniz? Birisi herhangi bir malın kalitesi için olumsuz konuşunca biz de tereddüt ederiz. Hatta bu mal hakkında olumsuz konuşanlar çoğalırsa o malı satın almayız. Ama kendimiz denememişizdir bile. Veya tam tersi.O mal için olumlu fikirler edinince etki altında kalırız. Genellikle beğeniriz. En önemlisi de reklamlar. Kısacası beğenilerinizde özgür müsünüz?
-
SEÇİM SİSTEMLERİ
Seçim sistemleri,bir siyasi partinin aldığı oy sayısına göre çıkaracağı milletvekili sayısını belirlemeyi amaçlar. 1950 yılında yapılan genel seçimlerde 2 partinin aldığı oylar ve çıkardığı milletvekili sayısı şöyle idi: D.P. 4.241.393 Oy-- 408 Milletvekili.Genel oyların % 53’ ü. C.H.P. 3.176.561 Oy-- 69 Milletvekili.Genel oyların % 39’ u. Burada alınan oy sayısı ile çıkarılan milletvekili sayısındaki uyumsuzluk açıktır. Ancak bu duruma itiraz etmek mümkün değildi,zira kanunla belirlenmiş seçim sistemi bu şekildeydi. Oyların meclise böyle yansımasının nedeni,uygulanan yöntemin çoğunluk sistemi oluşudur. Diyelim ki X seçim bölgesinden 5 milletvekili çıkacak. Kullanılan oy sayısı 500.000 olsun. A partisi 250.100 , B Partisi 249.900 oy aldığında 5 milletvekilinin tümünü A partisi çıkaracaktır. Daha sonra bu orantısızlığı ortadan kaldırmak için pekçok tartışma yapıldı. Diğer ülkelerde uygulanan seçim sistemleri incelendi. Böylece zaman içinde Türkiye’de yapılan 14 genel seçimde 7 farklı sistem denendi. Örneğin 1961 seçimleri çevreye bağlı D’hont,1965 seçimleri milli bakıye sistemi ile yapıldı. 1982 Anayasası ile baraj uygulaması başlatılmıştır,ve halen yürürlüktedir. Baraj uygulamasında belirlenen oranların altında kalan oylar parlamentoya yansımaz. Bu oran ülkemizde %10 dur ve oldukça yüksektir. 2002 yılında yapılan genel seçimde uygulanan %10 baraj sistemi ilginç sonuçlar vermiştir. Rakamları yuvarlayarak veriyorum: (Bir ilde yapılan yenileme seçimi dahil) Geçerli oy sayısı :31 milyon 500 bin AKP’nin aldığı oy :10 milyon 848 bin-%34,43 CHP’nin aldığı oy : 6 milyon 114 bin-%19,41 Buna göre AKP: 365,CHP: 177 milletvekili çıkardı. Söylenecek ilk şey şudur: Her iki parti de,baraj olmasa idi bu sayıda milletvekili çıkaramayacaktı. Dolayısı ile hem iktidar hem de muhalefet, gerçek oranda temsil edilmemektedir. Yukarıdaki tabloya göre 14 milyon 500 bin kişinin oyları boşa gitmiştir. Bağımsızların oylarını ve milletvekili sayılarını bu hesaba dahil etsek bile sonuç pek değişmez. Sadece MHP ve DYP’nin toplam oy sayısı 5 milyon 600 bin ediyor. Hele DYP % 9,54 ile meclise girememiştir. Yani 0,46 oranına denk düşen sayı yok diye meclisin temsil oranı bambaşka oluyor. Boşa giden 14 milyon oyun,birkaç ülke nüfusuna eşit olduğunun gözden kaçırmayalım. Mikro düzeyde durum daha da çarpıcı. Herhangi bir ilde X partisi oyların % 90’nını bile alsa genel düzeyde barajı geçemediği için hiç milletvekili çıkaramıyor. Ama oyların sadece % 10 ‘unu alan AKP ve CHP, o ilin tüm milletvekil adaylarını meclise yolluyor. Hangi siyasi görüşte olursanız olun,bu tabloya adil diyebilir misiniz? Bu yıl da aynı sistemle seçim yapılacağı için aynı şeyleri konuşacağız. Aslında alınan oy sayısı ile parlamentoya giren milletvekili sayısı arasındaki orantısızlık her ülkede vardır. Ama,yönetimde istikrar sağlamak uğruna pekçok ülke bu durumu görmemezlikten gelir. Gene de amaç bu uyumsuzluğu en alt düzeyde tutmaktır.
-
BASİTÇE ANLATMAK
Bilmediğim bir konuyu,o konuda uzman olan bazı akraba ve dostlarıma sormama kararı aldım. Hem de uzun zaman önce. Ama bu kararımı unutup gene de sorduğum olur. Tabii ki sonuç aynı. Akraba veya doslarımdan doktor olanlara sorumdan önce: --Bak.Benim tıp fakültesinden mezun olmadığımı biliyorsun. Onun için açıklamalarını benim anlayacağım şekilde yap. Derim.Tamam,deyip anlatır. Aman Allah!Hiçbirşey anlamam. Zira cümleleri baştan aşağı latince tıp terimleri ile dolu. Anladın mı?diye sorunca anlamadım desem vereceği ek açıklamanın daha da karışık olacağını biliyorum. Onun için,anladım derim. Ama bir olgunun da farkındayım. Örneğin Einstein’in Rölativite teorisini okuyorum. Hız arttıkça zamanın yavaşlama olayı anlatılıyor. Kitabı yazan kişi bu olayı sözlerle anlatmanın zor olduğunu,matematik formüllerle işin daha iyi anlaşılacağını söylüyor. Tabii ki o formüller benim içinden çıkacağım gibi değil. Formulü anlamayı bıraktım, birtakım sembollerin ne olduğunu bile bilmiyorum. Onun için,demek ki hız arttıkça zaman yavaşlıyormuş,der geçerim. Bu akraba veya dostlarımdan bilgisayarı iyi bilenlere de şöyle derim: --Sizin yüzünüzden şu bilgisayar konusunda cahil kaldım. Ama sırası gelince intikamımı alıyorum. Benim daha iyi bildiğim bir konu açılınca, inadına yabancı terimleri,karmaşık kuramları filan kullanıyorum. Bir de ne diyorlar,biliyor musunuz? Meğerse ben,bildiğim bir konuyu basitçe anlatamıyormuşum.
-
DÜĞÜN SALONLARI
Sözünü ettiğim ,hemen hemen her mahallede bulunan orta halli düğün salonları. Hani ,lüks salonlar için maddi durumları uygun değildir,ama ille de bir salon olsun diyenlerden bahsediyorum. İşte sayıları bir hayli fazla olan bu salonlar acaba aynı kişinin mi diye düşünürüm. Veya tek bir şirket mi işletmektedir? Buralarda yapılacak bir düğün için sık sık davetiye alırım. Davetiyeyi gönderen kişi nazımın geçtiği biri ise: --Kusura bakma.Kulak doktoruna verecek param yok. Derim.Ama gitmek zorunda kaldığım günler olmuştur. Damat ve gelin düğün marşı eşliğinde salona girerler. Genç çiftin kısa süren dansının ardından diğer çiftler de dans eder. Bu arada pasta ve limonata gelir. Limonata diyorum ama biraz şüphem var. Düğün salonlarının demirbaş içeceği olduğunu bildiğim için öyle diyorum. Başka bir ortamda ‘bu nedir?’ deseler mümkün yok bilemem. Dans kısa bir süre sonra biter. Bu sırada yanınızdakiler ile konuşma vaktiniz bitmek üzeredir. Nitekim sahnede orkestra ve şarkıcı yerini alır. Salonu kıyameti andıran bir ses kaplamıştır. Hele şarkıcının söylediği sözlerin tek kelimesini bile anlamam. Ağzımı yanımda oturan kişinin kulağına dayayıp var gücümle bağırırım: --Sen sözleri anlıyor musun? Çoğu kez duyamadım anlamında başını sallar,tekrar kulağını uzatır. Ben bir kez daha bağırırım. Sonra o ,ağzını kulağıma yapıştırıp bağırır. Tabii ki ne dediğini duyamam.Ama tamam, anladım gibi işaretler yaparım. Herhalde,kendisinin de şarkı sözlerini anlamadığını söylemiştir,diye düşünürüm. Şarkıcının işi bitince orkestra hiç değişmez bir kuralı uygulamaya başlar: Göbek havası. Hiç beceremediğim bir şeydir bu. İnadına beni sahneye sürüklerler. Mecburen ellerimi kaldırıp sağa sola sallarım. Sonra bir taraflarıma iğne batmış gibi kaçarcasına yerime dönerim. Derken düğün biter. Ertesi gün veya daha sonra o düğüne davet edilmiş kimi görsem: --Çok berbat bir düğündü. Derler.