Zıplanacak içerik

sedat sencan

Φ Üyeler
  • Katılım

  • Son Ziyaret

sedat sencan tarafından postalanan herşey

  1. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Bilim Dünyası
    Arno Penzias ve Robert Wilson New Jersey’de,Holmdel’deki Bell Laboratuvar’ında çalışan iki radyoastronomdular.Burada bulunan büyük bir iletişim antenini kullanıyorlardı.1965 yılında kendilerini oldukça şaşırtan bir olayla karşı karşıya geldiler.Antenden hiç durmayan bir fon gürültüsü gelmeye başlamıştı.Görev alanlarına giren deneysel çalışmalarını yapamaz hale gelmişlerdi.Sürekli olarak devam eden bu tıslama sesini duymazdan gelemiyorlardı.Bu sesin geldiği belli bir odak noktası yoktu.Gece gündüz hiç ara vermeden gökyüzünün her noktasından geliyordu.İki astronom bir yıl boyunca sesin kaynağını bulmak için uğraştılar.Bir taraftan da gürültüyü yok edecek çareyi arıyorlardı.Ellerinden gelen her şeyi yaptılar.Elektrikle çalışan her aleti tek tek gözden geçirdiler.Bütün aletleri söküp yeniden kurdular.Devreleri defalarca kontrol ettiler.Ne kadar tel varsa hepsini elden geçirdiler.Fişleri temizlediler.Sonra çanağın içine tırmanıp her bir ek ve perçin yerine boru bandı yapıştırdılar.İşlerini öyle ciddiye almışlardı ki,süpürge ve fırçalarla kuş pisliklerini bile temizlediler.Ancak bunların hiçbir faydası olmadı.Ses devam ediyordu. * Aynı tarihte 50 kilometre uzaklıktaki Princeton Üniversite’sinde Robert Dicke yönetimindeki bir ekip te yoğun şekilde araştırmalarını sürdürüyordu.Bulmaya çalıştıkları şey ise Arno Penzias ve Robert Wilson’un yok etmeye çalıştıkları ses ile ilgili bir olaydı. Elbette Bell Laboratuvar’ında duyulan sesten haberleri yoktu.Robert Dicke ve ekibi George Gamow tarafından ileri sürülen bir öngörüyü irdeliyorlardı. George Gamow’a göre,uzayın yeterince derinlerine bakarsak,Büyük Patlama’dan geriye kalan kozmik bir fon ışınımı bulabilirdik.Bu ışınım,evreni dolaştığı zaman dünyamıza mikrodalgalar halinde ulaşacaktır. George Gamow,daha sonra yazdığı yazılarda bu mikrodalgaları saptayan alet olarak Holmdel’deki Bell antenini önermişti.Ancak bu raporu hem Arno Penzias ve Robert Wilson hem de Robert Dicke ve ekibi okumamıştı. * Arno Penzias ve Robert Wilson’ın duymakta oldukları ses, George Gamow’un öngörmüş olduğu sesti.Onlar,evrendeki en eski ışığı görüyorlardı.Elbette bu görme işlemi gözlerle olmuyordu.O ışığı kulakları ile algılıyorlardı.Zaman ve uzaklık bu fotonları mikrodalgalara çevirmişti. Arno Penzias ve Robert Wilson henüz işin farkında değillerdi ama müthiş bir olaya tanıklık ediyorlardı. Olayın ne derece önemli olduğunu açıklamak için bir örnek verelim.Bir gökdelenin yüzüncü katından aşağı baktığımızı varsayalım.İçinde olduğumuz yüzüncü kat şimdiki zaman olsun.Caddenin düzeyi ise Büyük Patlama’yı temsil etsin. Arno Penzias ve Robert Wilson’ın tanık oldukları olayın döneminde insanoğlunun keşfettiği en uzak galaksiler 60.kat civarına denk düşer. * İşittikleri sese hangi etkenin sebep olduğunu bir türlü anlayamayan Arno Penzias ve Robert Wilson, Princeton Üniversite’sindeki Robert Dicke’e telefon ettiler.Bir çözüm bulması için ona yaşadıkları sorunu anlattılar. Robert Dicke iki genç radyoastronomun neyi bulmuş olduklarını hemen anladı.Ekip arkadaşlarına da söylediği gibi,keşif kendilerince değil,başkalları tarafından yapılmıştı. Kısa bir süre sonra,Astrophysical Journal’da iki tane makale yayınlandı.Makalelerin birisinde Arno Penzias ve Robert Wilson’ın duydukları tıslama sesi ile ilgili deneyimleri anlatılıyordu. Robert Dicke’nin ekibi tarafından yazılan diğer makalede ise bu sesin ne olduğu açıklanıyordu. Arno Penzias ve Robert Wilson yazılarında kozmik fon ışınımının peşinde olmadıklarını belirtmediler.O sesin ne olduğunu anlamadıkları ve keşiflerine herhangi bir raporda tanım ya da yorum getirmedikleri halde 1978 yılında fizik dalında Nobel Ödülü kazandılar. Kaynak: Bill Bryson : A Short History of Nearly Everything
  2. Aslında konuya öncülük eden, büyük kentlerden uzak bir köyde çok mütevazi yaşam sürmesine rağmen 18.yüzyılın önemli bilim adamlarından biri olan John Mitchell adında bir kır papazı idi. Henry Cavendish, John Mitchell’in tasarladığı düzeneği kendi malikanesinde kurdu.Bu düzenekte ağırlıklar,karşı ağırlıklar,pandüller,şaftlar ve burulma teller gibi pek çok aygıt vardı.Bu düzeneğin ortasında 160 kilo gelen iki adet çelik top bulunuyordu.Bunlar da daha küçük olan iki kürenin yanına asılıydı.H. Cavendish’in amacı,küçük kürelerde büyük küreler sebebi ile oluşan kütleçekimsel sapmayı ölçmekti.Böylece kütleçekimi sabiti olarak bilinen ve saptanması zor olan kuvvetin ilk ölçümünü mümkün hale getirecekti.Elde edeceği verileri değerlendirerek Yerküre’nin kütlesini bulacaktı.Kütleçekimi komple bir düzeyde güçlüdür,örneğin Güneş gibi büyük kütleli bir cismin gene Yerküre gibi büyük kütleli başka bir cismi çekmesinde olduğu gibi. Basit düzeylerde kütleçekimi çok zayıftır.Yerden bir taş parçası aldığımızda bütün bir gezegenin birleşik kütleçekimsel etkisini kolayca yenmiş oluruz.İşte H. Cavendish’in amaçladığı olay,çok hafif düzeydeki kütleçekimini ölçmekti. Deney,küreler arasındaki kütleçekimi kuvvetinin ölçülmesi yoluyla evrensel kütleçekimi sabiti olan G değerinin hesaplanmasını olanaklı kılacaktı.G değeri,iki cismin birbirlerine uyguladıkları çekim kuvveti ile bu cisimlerin kütlelerin çarpımının,aralarındaki uzaklığın karesine bölümüyle elde edilen değer arasındaki oranı ifade eder. H. Cavendish çok titiz olarak çalıştı.Düzeneğin yerleştirildiği odaya en ufak fısıltı bile girmeyecek şekilde tedbir almıştı.Bu sebeple bitişik odalardan birisine yerleşti.Gözlemlerini teleskopla bir gözetleme deliğinden yapıyordu.Elde edilecek sonuç birbirine bağlantılı 17 tane ince ölçüme bağlıydı.Bütün bunların tamamlanması bir yıl sürdü. H. Cavendish bütün hesapları bitirdiğinde Yerküre’nin 6 milyar trilyon tondan biraz daha ağır olduğunu açıkladı.Bu sayı kendi ülkesinin ölçüm birimi ile 13’ün yanında yirmibir sıfır olan libreydi.Bugün için Yerküre’nin 5,9725 milyar trilyon olduğu tahmin ediliyor.Aradaki fark göz önünde tutulmayacak derecede azdır.Unutmayalım ki H. Cavendish ölçümünü yaptığı zaman takvimler 1797 yılını gösteriyordu. Kaynak: A Short History of Nearly Everything AnaBritannica
  3. Uygarlık kavramının bizde çağrıştırdığı düşünce, teknoloji alanındaki yaratıcılıktır.Bu nedenle eski uygarlıklardan söz ederken onların yaratıcılık özelliğinden yoksun olduklarını görme eğilimimiz vardır.Buna bağlı olarak durgun toplumlar olduklarını düşünebiliriz.Ancak kaba taslak bir tarih incelemesi bile bunun pek doğru olmadığını ortaya çıkarır.Daha işin başında gözümüze çarpan en büyük özellik,geçmişteki uygarlıkların siyasal devlet örgütüne dayanmış olmasıdır.Böyle bir örgütlenmenin temelinde çeşitli sosyal ve ekonomik kurumlar olması gerektiğine göre,eski uygarlıkların hiç te küçümsenmeyecek işleri başarmış olduklarını anlarız. * Eski uygarlıklar zaman süreci içinde birçok siyasal ideoloji oluşturmuşlardır.Toplumların her türlü yaşam alanını kapsayacak biçimde toplumsal kurumlar ve bunların örgütlenme biçimleri yer almıştır.Hem ideoloji hem de toplumsal kurumların örgütlenme biçimleri oldukça kapsamlıdır. Yönetim biçimleri totaliter veya o günkü şartlar çerçevesinde demokratik tarzdaydı.Devler işlerinin yürütülmesi için zaman zaman aşırıya kaçan bürokrasileri vardı.Sınıf veya kast sistemleri toplumun temelini oluşturuyordu. Eski uygarlıklardaki kentler, günümüzdekilerden hem işlevleri yönünden hem de nitelikleri bakımından oldukça farklı özellikler gösterir.O dönemdeki kentllerin birkaçı hariç hepsi çok küçüktü.Bazısı kent devlet şeklinde örgütlenmişti ve nufuslarının büyük bölümünü köylüler oluşturuyordu.Eski Mısır ve Amerika toplumlarındaki kentler daha da değişik özelliktedir.Buralarda memur,rahip ve zanaatçılar yerleşmişti,dolayısı ile kentler küçük tören merkezi konumundaydılar.Eski toplumların başlıca geçim kaynağı tarım olduğu için tarımla uğraşanların kurdukları kentler elbette sanayi,ticaret ve mali faaliyetlerin yürütüldüğü merkezler olamazdı.İnka’larda olduğu gibi bazı kentler de bugünkülere benzer şekilde siyasal yönetim merkezleriydi. * Eski uygarlıklardaki toplumsal kurumların örgütlenme biçimlerinden birisi de yerel yönetimler ve profesyonel ordulardır.Özellikle imparatorluklarda tüm toplumu teşkil eden halklar arasında kültürel farklılıklar olduğu için ve topraklar bir hayli geniş yer kapladığından profesyonel ordu gereksinimi en yüksek noktadaydı.Savunma ve fetih için olduğu kadar iç düzenin korunması için de gerekliydi.Bu konudaki en önemli örneği Roma İmparatorluğunda görüyoruz.Romalılar,değişik bölgeler ve bağımlı krallıklarda bulunan çeşitli halkları bir arada tutma başarısı göstermişlerdir.Bu başarılarının temelinde askerlerine kollektif bir kişilik kazandırmaları olmuştur.Ordular önemli kaynakların kontrolunu yaparlarken bir taraftan da ulaşım yollarını geliştiriyorlardı. Nüfus sayımı eski devletlerin önemli bir özelliği olmuştur.Devletin toplayacağı vergi ancak bu yolla belirlenirdi.Vergilendirme şekli ise kişilerin emeğini kullanmak veya tarımsal ürünlerden pay almaktı. Eski dönemlerde bilim adamları devlet tarafından desteklenmek durumundaydılar.Zira planlama ve yönetim işleri için bilimsel yöntem gerekir.Eski Mısırlıların 365 günlük takvimi bulmaları ve Nil nehrinin taşkınlık dönemlerini takip yıldızları gözlemlemek sayesindedir. Eski uygarlıklardaki toplumsal kurumların örgütlenme biçimlerine verilecek diğer örnekler arasında mahkemeleri,site denetçilerini ve dinsel kurumları sayabiliriz. * Sümer ve Akad gibi devletlerin nüfusları ve yerleşim alanları oldukça küçüktü.Yönetim tarzı teokratikti ve idareyi rahipler yürütüyordu.Rahip-kral denilen bu tip devletlerde din adamları insanlar ile tanrı arasında aracılık görevini üstlenmişlerdi.O günlerin inanışını kabullenen halk,zor kullanmaya gerek kalmadan topluma yararlı olan dinsel görev ve törenlerde bir araya gelirdi.İnsanların devlete bağlılığı ve hizmeti bu şekilde güvence altına alınırdı.Sosyal ve ekonomik yönden güç kazanan kişilerin ordu liderliğini ele geçirmesi ile sivil yönetim etkili olmaya başladı.Bu sivil kişiler,yani rahip olmayanlar ordularını beslemek ve onların donanımını sağlamak için gerekli kaynakları da kontrolleri altına aldılar.Askeri yayılma da bu şekilde başlamış oldu.Asur,Hitit,Mısır ve Pers gibi ilk imparatorluklar,fetih yoluyla birleştirilmiş tek tek devletlerdi. * Çok güçlü görünmelerine rağmen eski imparatorlukların çok önemli zaafları,toplumların birliğinin zayıflığı idi.İmparatorluk yönetimi konusunda henüz deneyim yoktu, imparatorluk kültürü yetersizdi.Bu nedenle yapılan fetihler,çok derin olan etnik ve bölgesel farklılıkları ortadan kaldıramadı veya ayırımları törpülüyemedi.Diğer taraftan bu tip imparatorlukların oluşturdukları siyasal örgütlerin merkezi hükümetlere karşı bağlılığı sağlanamıyordu.O günün şartları gereğince ulaşım ve haberleşme çok sınırlı olduğu için merkezi hükümet, çekirdek diyebileceğimiz dar bir alanda bulunuyor,bu alan dışındaki bağımlı bölgelerin yönetimi yerel yöneticilere bırakılıyordu.Bu yöneticiler kendi bölgelerine ait geliri gene kendileri topluyor,ordularını kendi denetimlerine aldıkları zaman merkeze kolayca baş kaldırabiliyorlardı.Böyle kopmalar sonucu imparatorluk zayıflıyor,komşu devletler veya göçebe kabilelerin saldırıları karşısında dağılıp gidiyordu. * Eski hükümdarların merkezi bürokrasiyi geliştirmeleri ve süreç içinde oluşacak dağılmaları önlemek için çözümler üretmesi gerekiyordu.Yerel yöneticilerin sık sık değiştirilmesi,onlarla hükümdar ailesi arasında evlilik bağları kurulması gibi çareler bulundu.Ayrıca görevlilerin bağlılığını güvence altına almak için onların akrabalarından bazılarının merkezde rehin tutulması gibi kurnazlıklar uygulandı.Zaman geçtikçe yerel yönetimleri denetim altında tutma yöntemleri bir hayli genişledi.Etkili bir casusluk sistemi kuruldu.Siyasal destek verme karşılığında tüccarlara,kentlere ve din adamlarına ayrıcalıklar tanındı.Yolların,kanalların,haberleşme sistemlerinin ve gemiciliğin geliştirilmesi hızlandı.Ama tarihin gelişim süreci içinde toplumların geçireceği dönüşümler karşısında bu çareler de yetersiz kalmaya mahkumdu. KAYNAK: The Joy of Knowledge Encyclopaedia
  4. Bilinç,insanın dış dünyayı ve kendi kişisel varlığını anlamasına aktif olarak katılan zihinsel süreçlerin toplamıdır.Bu şekilde tarif ettiğimizde gözümüze çarpan ilk özellik,yaşamı fark edebilme yeteneğidir.İnsan çevresindeki olayları izler,onları değerlendirir,neyin ne olduğuna karar verir. Yaşamını sürdürdüğü fiziksel ortam içinde kendisinin ayırdında olur,kendisini birey olarak algılar.Ancak bilinç,herhangi bir organımız gibi doğrudan doğruya doğanın bir ürünü değildir.Onun ortaya çıkabilmesi ve görevini yapabilmesi için biyolojik temelin yanısıra toplumsal koşullar da gereklidir. Yani bilinç,diğer insanlarla birlikte yaşayarak gelişir. * Bir çocuk,ancak insan topluluğu içinde yaşarsa insan olur.İnsana insan olma özelliği veren olgu,tek başına tek bir bireye özgü ve soyut bir şey değildir.Bireyi biyolojik yapı dışında insan haline getiren toplumsal ilişkilerdir.Herhangi bir kişi,bütün insanlığın gelişmesi sonucunda oluşan bireydir.Bilinç,kendisi kadar eski olan ‘dil’in (lisan) ortaya çıkışı ile de ilintilidir. Bilincin gelişmesi ve soyut mantıksal düşüncenin oluşması üzerinde dil’in çok büyük etkisi olmuştur.İnsanlar yaşantılarının her evresinde diğerleri ile dil aracılığında sosyal ilişki kurabilirler.Onun sayesinde kendilerini kişileştirirler.Kullanılan dil terimleri içinde soyut olanlar vasıtası ile düşünebiliriz. * İçgüdü ise bilincin tam zıttıdır.İçgüdüsel davranış hayvanlara özgüdür ve çevreye uyma süreci içinde gelişen biyolojik davranıştır.Oysa bilinçli davranış,doğanın insan tarafından amaca bağlı değiştirilmesinde ortaya çıkar.Burada bahsettiğim içgüdü kavramını hayvanlara özgü bağlamıyla değerlendiriyorum.Örneğin annelik içgüdüsü gibi insanlarla ilişkilendirilen içgüdü kavramları hayvanlarınki ile aynı değildir.Aslında bu gibi olgulara içgüdü denmesi de tartışmalıdır. * İçgüdü,belirli hayvan cinslerinde doğuştan gelen davranış tipidir,kalıtımla alınmıştır.Öğrenilmez,deneme yoluyla kazanılmaz.İçgüdüsel davranışlarla öğrenilmiş davranışların gelişmesi birbiriyle ters orantılıdır.Hayvanlar öğrendikçe içgüdüleri azalır.Ancak tümüyle yok olmaz. Sirklerdeki hayvanların eğitimi,doğal içgüdülerini törpülemeyi amaçlar. * Genel olarak ele alırsak içgüdü belli bir olay karşısında belli bir davranıştır.İçgüdüler,yukarıda değindiğim gibi insanın da belirli bir özelliğidir,ancak belirleyici rol oynamazlar.Bir hayvan kendi düşmanını görünce bağırır,kaçar veya ona saldırır.Onun durum değerlendirmesi,planlı hareket etmesi gibi davranışı olamaz.Türüne özgü tepkisi ne ise onu kalıtımla geldiği gibi uygular. * Düşman karşısındaki insanın ne türlü davranacağı belli değildir.Tepki göstermesi o anda içinde bulunduğu sosyal ve entelektüel koşullara bağlıdır.Kaçması ve karşı saldırıya geçmesinin yanısıra yapabileceği pekçok şey vardır.Birdenbire olan bir patlama karşısında irkilmemiz,aniden tehlike yaratan olaylar karşısında paniklememiz farklı şeylerdir.Dolayısı ile gösterilen tepki içinde içgüdü yok denecek kadar azdır. İnsanlarda kalıtımla gelen içgüdüsel davranışlar yoktur, zeka ile ilgili davranışlar vardır
  5. sedat sencan şurada cevap verdi: sedat sencan başlık Bilim Dünyası
    Maddenin ve enerjinin yok olmayacağı ile ilgili.Bu ikisi dönüşüme uğrasalar bile yok olmazlar.Su da öyle.Toprağın dibine de çökse,buz halinde de kalsa veya bir maddenin içine bile girse yok olmaz.
  6. Toplumsal evrim kavramı ile,toplumların örgütlenme biçimlerini değiştirme sürecini anlarız.Ancak, tarihçilerin olaylara göre ayırdığı dönemlerle,toplumsal evrim aşamaları sınıflandırılması herzaman birbirine uymayabilir.Çoğunlukla yapıldığı gibi Avrupa tarihinin eski,orta ve modern çağlar şeklinde bölünmesi,burada görülen toplumsal evrime uygun olmayabilir.Belirli toplumsal aşamaya ulaşmış bir toplumun daha sonraki tarihlerde daha ileri aşamaya ulaşacağı kesin bir olgu değildir.Nitekim eski Avrupa veya Roma yönetimi altındaki dönem,arkaik devlet örgütlü toplum aşamasıdır.Oysa bu dönemi izleyen ortaçağ toplumları,aynı aşamanın az gelişmiş ve küçük örnekleridir.Yani ortaçağ eskiçağdan sonra geldiği için toplumsal aşamanın daha gelişmiş olması gerektiği gibi bir mantık yanıltıcıdır. * Birbirinden ayrılmış zaman dönemleri,bölgeler veya belirli olaylar toplumsal evrimin farklı aşamalarını belirleyici unsurlar olmasına rağmen,asıl önemli unsur örgütlenme biçimidir.Süreç içindeki evrim aşamaları birbirlerinden belirli teknolojilere göre ayrılamazlar.Veya evrim aşamaları belirli teknolojiler ölçü alınarak tanımlanamazlar.Örneğin bir göçebe grubu küçük klan şeklinde olabileceği gibi merkezi bir otoriteye bağlı olabilir.Diğer taraftan,önceden belirlenmiş ve şaşmaz bir aşama zinciri olan toplum yoktur.Lewis H.Morgan bütün toplumların aynı aşamadan geçtiğini ileri sürmüştü.Ancak bu tek çizgili evrim düşüncesi günümüzde önemini kaybetmiştir.Evrim süreci,toplumun olanakları değerlendirmesiyle yakından ilgilidir.Toplumlar,fiziksel açıdan içinde bulundukları konumlarından ve komşu toplumlarla ilişkilerinden kaynaklanan çevresel etkilere kendilerini uydururlar. * Tarihte, herhangi bir toplumun geçirdiği kültürel evrimin,kendinden daha ileri bir başka toplumun istilası sonucu ortaya çıktığı çok görülmüştür.Öyle ki toplumların kendi içlerinde büyümeleri bile bu kadar önemli sonuçlar doğurmamıştır.Bin yıl kadar önce Kuzey Amerika’da yaşayan yerli kabile toplumları,Meksika’dan gelen kültürel etkilerle daha karmaşık olan merkezi otoriteye geçtiler.Daha sonraki tarihlerde Avrupalı sömürgeciler güneyde köleliğe dayalı tarım toplumu oluşturdular.A.B.D. dönemindeki iç savaşta sanayileşmiş kuzeye yenilen güney bölgeleri uzun yıllar gelişme gösteremedi.Sanayileşmiş kent toplumuna geçmeleri İkinci Dünya Savaşı sonrasında mümkün oldu.1960’lı yıllarda yapılan çalışmalarla uzay çağına,sonra da sanayi ötesi elektronik topluma geçen toplumun bir parçası oldu. * Bazı durumlarda fiziksel çevreye uyum,daha yüksek örgütlenme biçimine yol açar.Yani toplum bir önceki aşamasına oranla daha karmaşık bir örgütlenmeye girmiş olur.Sosyo-ekonomik kalkınma bu şekilde mümkün hale gelir.Nitekim Kuzey Avrupa’da sanayi devrimi sonucu yeni bir toplum oluşmuştur.Çok daha eski dönemlerde Yakın Doğu’da tarımın ilk kez ortaya çıkmasıyla yeni bir toplumun oluşması da bilinen örneklerdendir.Şu halde toplumsal evrim,temel olarak toplumların değişik çevrelere uyum sağlamakta gösterdikleri farklılaşma sürecidir.Bu süreç aynı örgütsel yapıda çeşitlemeler getirdiği gibi,bazen de değişiklikler yeni örgütlenmelere yol açarlar. * Tarımsal üretimin başlaması toplumda temel değişikliklere yol açmıştır.Birtakım bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi sonucunda ,insanların fiziksel çevreyle ilişkisi kökten değişmiştir.Teknik aşamalarla tarım geliştikçe nufus ta artmıştır.Bu nufus artışının,avcı ve toplayıcı topluluklardaki nufus artışından yirmi katı fazla olduğu tahmin edlmektedir.Ancak bu toplumlar yerleşik düzene geçmiş olmalarına rağmen yeni örgütlenme biçimi oluşturamadılar.Genel olarak ele alındığında tarım öncesi avcı ve toplayıcı toplumlar gibi eşitliğe ve kan bağına dayanan toplum anlayışını sürdürdüler.Basit tekniklerle yapılan tarıma dayalı üretimde,elde edilen ürünlerin eşit şekilde tüketilmesi ve kan bağına dayalı sosyal ilişkilerin sürdürülmesi ekonomik gelişmeyi engeller.Ancak belirli bölgelerde,o döneme özgü teknolojik ve ekonomik özellikler nedeniyle merkezi otoriteye,yani hiyerarşiye dayalı daha gelişmiş ve daha karmaşık toplumlar oluştu. * Eşitlikçi kabile toplumları ile merkezi otoriteye bağlı toplumlar arasındaki fark,kurumsal yönden merkezileşme derecesidir.Kabile toplumlarında önderlik kısa sürelidir.Zira önderlik eden kişinin bu görevi sürdürmesi genellikle onun fiziksel gücü ile ilgilidir.Oysa veraset yolu ile geçen şeflik kurumu otoritenin daha kalıcı olmasına yol açar ve belirli politikaların daha uzun süre uygulanmasına fırsat verir.Sonuçta kabile toplumlarına oranla merkezi otoriteler daha büyük,daha karmaşık ve daha sıkı kaynaşmış toplum yapısı ortaya çıkarır.Toplum böyle bir yapıya ulaşınca tek tek kişiler veya bazı aileler ya da bir takım gruplar hem siyasal iktidar hem de servetler üzerinde söz sahibi olurlar.Aynı zamanda ekonomik yaşamdaki rolleri açısından da farklı konum elde ederler.Böylece merkezi otoriteye bağlı toplumlar hem genişlemeye hem de daha büyük ölçüde merkezileşmeye hazır hale gelirler. * Akrabalığa dayanan eşitlikçi toplumların sosyal kurumları,çok sayıdaki insanın birbiriyle çatışan isteklerini denetleyecek güçte değildir.Bu tip toplumlar akrabalık etkisi ile kendilerini belirli alanlarda sınırlama yolunu seçerler.Buna karşılık merkezi otorite uygulayan toplumlar daha geniş coğrafi bölgelerde ve daha kalabalık insan üzerinde egemenlik kurarlar. Böyle özellik gösteren toplumların eski Mezopotamya’da ilk devlet düzeyinde örgütlenmiş toplumların öncüleri olduğu sanılmaktadır.Bunlar merkezi otoriteyle başlayan evrim çizgisini devam ettirdiler.Egemenlik ailelerden baskı gücü bulunan gruplara geçti.Farklı grupları zorla birleştiren,nufusun artmasına ve merkezileşmeye yol açan bu gelişme,yeni bir aşama başlattı.Böylece daha basit toplumlar yok oldu. KAYNAK: The Joy of Knowledge Encyclopaedia
  7. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Psikoloji - Psikoloji Forumu
    Parapsikoloji,duyudışı algılama konusunda yapılan bilimsel araştırmalar için kullanılan bir terimdir.Daha açık bir ifade kullanırsak, parapsikolojiyi,bir kişinin normal duyu organlarını kullanmadan başka bir varlıkla haberleşmesi veya onun varlığının bilincine varması şeklinde de tanımlayabiliriz.Bu tür olağanüstü ruhsal olaylar genel olarak dört bölüme ayrılır. * 1-Telepati,bir zihinle başka bir zihin arasında bilinemeyen şekilde kurulan ilişkidir.Bu durum,haberleri,düşünceleri veya duyu mesajlarını göndermeyi ya da almayı içerir.Bütün bu olaylar düşünce nakli olarak ta adlandırılır. 2-Gaipten haber verme,bir olayı,bir insanı veya bir nesneyi bilmektir.Örneğin çekmecenin gizli bir gözündeki mektubun varlığını,ya da boş bir evdeki yangını bilmek,gaipten haber vermektir. 3-Önceden bilme,gelecekte oluşacak olayları bilme yeteneğidir. 4-Psikokinesis,zihnin doğrudan doğruya maddeyi etkileme gücüdür.Bireylerin nesneleri onlara dokunmadan hareket ettirebilmeleri biçiminde ortaya çıkar. * Hayalet görme,ölülerle sesli iletişim kurma ve öteki dünyadakilerin görünmeleri gibi konular parapsikolojinin inceleme alanına girmez.Normal ötesi olaylar bilimsel olarak ilk kez 1882 yılında Londra’da kurulan Fiziksel Araştırma Derneği tarafından ele alındı.Daha sonra felsefe profesörü olan Henry Sidgwick önderliğinde yürütüldü.Bu dernek kanıtları araştırmak ve sınıflandırmakla uğraştı.Bu tarihten elli yıl sonra Kuzey Carolina’daki York Üniversitesinden J.B.Rhine ilk kez duyudışı algılama alanında denetlemeli laboratuvar deneylerini başlattı. * J.B.Rhine ruhlarla kurulan iletişim kayıtlarını ve medyumlar üzerinde yapılan deneyleri araştırdı.Aslında ruhların varlığını kanıtlamak istiyordu.Birçok medyumla yaptığı araştırmalardan bir sonuca ulaşamadı.Bunun üzerine 1934 yılında daha elle tutulur konulara yöneldi.Zener kartlarını kullanarak,kart tahmin deneyleri yaptı.Zener kartları kare,daire,yıldız,haç ve dalga biçimindeki geometrik şekillerden oluşmuş 25 kartlık bir destedir.Her simgenin belli bir rengi vardır. Bu kartlar üç biçimde karıştırılır.Deneyi yapan tarafından elle karıştırılır.Veya bir kutuya konularak döndürülür.Ya da belirsiz bir süre boyunca onları döndüren bir makine içine konur.Her durumda üzerinde deney yapılan kişi,kartlar karıştıktan sonra gelecek karttaki simge ve rengin hangi sırayla ortaya çıkacaklarını tahmin etmelidir.Doğru yanıt verme olasılığı 25’te 5’tir.Sınanan kişi sürekli olarak beşin üstüne çıkarsa,gaipten haber verme yeteneğine sahip olduğu söylenebilir. * Rhine’nin deneyleri bazı insanların duyudışı algılama yeteneğine sahip olduğunu gösterdi.Bulgularını ‘Duyudışı Algılama’ adlı kitabında topladı.Ancak bu kitap ilgiyle karşılandığı gibi deneylerin matematiksel geçerliliği konusunda eleştiriler de aldı. Rhine bunun üzerine deneylerini daha sıkı biçimde denetledi ve 1937 yılında ‘Zihnin Yeni Cepheleri’ kitabını yazdı.Bu kitabındaki istatistikleri,Amerikan Matematik Kurumu tarafından geçerli olarak kabul edildi.Bundan sonra Duke Üniversitesinde ayrı bir parapsikoloji laboratuvarı kuruldu.1940’lı yıllarda Rhine,artık sadece duyudışı algılamanın varlığını kanıtlamaya çalışmıyor,aynı zamanda bunun ortaya çıkış nedenlerini de araştırıyordu. * Rhine,deneye konu olan kişiyle deney uygulanan kişi arasındaki ilişkinin de önemli bir faktör olduğunu saptadı.Kişilerin ruhsal durumları ile tavırları da elbette önemliydi.Doğru yanıt verirken çok düşük puan alan kişilerin de,çok yüksek puan alanlar kadar duyudışı algılama yeteneğini gösterdiklerini kanıtladı.Deneye konu olan kişinin ruhsal tepkilerini etkileyen koşullar,çevresel ve öteki etkenler ayrıntılı olarak incelendi ve sonuçları denetlendi. 1950 yılından sonra deney malzemesi,hem istatistiklerle hem de bilgisayarlarla değerlendirildi.Artık elektronik araçları da kapsayan daha uzmanlaşmış ve gelişmiş deneyler yapılıyordu.1969 yılında parapsikoloji,Amerikan Bilim Geliştirme Birliği’nin kapsamına alındı.Duyudışı algılama ile ilgili araştırmalar,ruhsal alanda yapılan diğer çalışmalara bağlandı. * Rhine,bir araştırmasında,bir makinenin zarları karışık biçimde tahtaya atmasını gözlemlemişti.Sınanan kişi zarları etkileyerek istediği biçimde düşürmeye çalışmaktaydı. Rhine’nin amacı, istatistiksel olarak beklenen sonuçlarla,deneylerde ortaya çıkan sonuçlar arasındaki farkı duyudışı algılama olarak kanıtlamaktı. İ.Swann adlı bir medyum,beden dışı algılama için bir takım deneylere katılmıştı.Özel olarak çizilmiş bir resim,onun göremeyeceği şekilde oturduğu sandalyenin üzerine konmuştu. İ.Swann’dan bu resmi zihninde canlandırıp çizmesi istendi.Sonuçlar karşılaştırıldığında inanılmaz bir benzerlik olduğu görülmüştü. Madam Kulagina nesneleri sadece zihin gücüyle oynatma yeteneğine sahipti.Bilimsel olarak gözlemlenen deneylerde,kibrit çöplerini hareket ettirmiş,yönlerini değiştirmiş ve yeniden bir araya toplamıştır. İsrail vatandaşı Uri Geller,1971 yılında halk önünde yaptığı gösterilerde sadece zihin gücünü kullanarak çivi,kaşık ve anahtar gibi nesneleri bükmüştü. * Bazı parapsikoloji araştırmacılarının normal ötesi olayların varlığını kanıtlama konusunda belli bir aşama yaptıkları kabul ediliyor.Ancak bunların ne oldukları ya da bunları meydana getiren enerjinin gücü ve çeşidi konusunda elle tutulur bir açıklama yoktur.Bu konuda ortaya çıkan en önemli sorun,bulguların geçerli olmasını sağlamak ve hile veya göz boyama olasılığını kesin olarak ortadan kaldırmaktır. KAYNAK: The Joy of Knowledge Encyclopaedia
  8. İnsanların büyük bir çoğunluğu çevrelerinde gizli güçlerin bulunduğunu,sır dolu bilgi kaynaklarının olduğunu,kendi içlerinde açığa çıkmamış güçler taşıdıklarını ve bunlara benzer birçok özellikler içeren olguları hissetmişlerdir.Büyücülük,simya ve buna benzer konuları kapsayan gizli bilimler, insanın bir çeşit başka bir dünyaya ilişkin inançlarını ve orası ile iletişim kurmaya çalıştığı araçları ele alır.İnsanların gizli bilgilere olan inançları bilimin ilerlemesi ile değişmiş,toplumdan topluma farklılıklar göstermiştir. Bilim, elmanın ağaçtan düşüşünü yerçekimi ile açıklar.O elmanın ağacın altından geçen belirli bir insanın,bir başkasının değil ille de o insanın başına düştüğünün açıklamasına girişmez.Gizli bilimler, olayların bilimsel açıklamaları ile ilgilenmezler.Olaylar üzerine kehanette bulunmakla,onları önlemek veya teşvik etmekle uğraşırlar. * Eski dönemlerde,semavi dinlerden önce, gizli bilimlere inanan bir kişi için doğaüstü bir boyut veya bir başka alem,çeşitli tanrıları ve şeytanları içinde barındıran yerdir.Bu güçlerin hemen herşeyi,örneğin iklimleri,tarladaki ürünleri veya döllenme olayını etkilediğini düşünürdü.Ama en önemlisi kendi yaşamlarını sürdürmelerinin bu güçlere bağlı olduğuna inanmışlardı.İlginç olan durum ise bu tip inançlara bağlı olarak ölüm sonrası yaşama,ruhlara ve hayaletlere inanma neredeyse evrensel hale gelmişti. * Eski İran’da doğaüstü güçlerle donanmış olduklarına inanılan bir rahip sınıfı olan Mecusiler,başkalarına veya kendi kendine yapılan telkin gücünü kavramışlardı.Kutsal sayılan bu kişiler zihni bir noktada yoğunlaştırmak amacı ile bir takım ayinler ve simgeler buldular.Bu ayinlerin bazıları pagan,yani çok tanrılı dinlere geçmişti.Daha sonra gelen büyük dinler bu inanışları yıktı.Buna rağmen bazıları etkilerini sürdürdü.Bunun üzerine Avrupa’da 14.yüzyıldan başlayarak gizli bilimlerle ilgili çalışmalar kilise tarafından şeytan işleri sayılarak suçlandı.Albigne mezhebine ait insanlar dünyanın şeytan tarafından yaratıldığına inanıyorlardı.Kilisenin bu mezhep üzerine uyguladığı baskılar Avrupa ve Amerika’da cadı avlarına yol açtı.O dönemin insanları cadıların her türlü kılığa girdiklerine,bir süpürge üzerinde hızla uçtuklarına,kişileri hayvan haline soktuklarına ve yaptıkları büyülerle her türlü zarara yol açtıklarına inanıyorlardı. * Büyücü oldukları iddia edilen kişilerin işkenceden geçirilmeleri ve diri diri yakılmaları aşırı şekilde uygulanmasına rağmen büyücülük daha da güçlendi ve 18.yüzyıla kadar sürdü.Bu tip inanışların yanı sıra kurda dönen insanlar,vampirler,periler ve cinler gibi yaratıklara ait söylenceler de vardı.İyi ruhları yardıma çağırmak ve kötü ruhları uzaklaştırmak için birtakım dualara,ayinlere ve tılsımlara baş vuruluyordu. * Eski dönemlerde Yunanlılar’ın bazısı insanı evrenin küçük bir modeli olarak görürdü.Alındaki çizgileri veya vucuttaki benleri yorumlama anlamına gelen metoskopi bu modele uygun olarak gelişmişti.Bir kişinin özellikleri yüzündeki bir dizi dairesel çizgiden çıkarılırdı.Böylece gezegenlerin güneş çevresindeki yörüngelerin insana yansıdığı anlatılmak isteniyordu.Buradan yola çıkılarak yüzdeki çizgilerin ve vucuttaki benlerin ‘bedenin yıldızları’olduğuna inanılıyordu. * Geleceği okumak en yaygın uygulama olmuştu.Paraların,iskambil kartlarının,zarların ve çubukların raslantısal dizilişlerinden anlam çıkarmak çokça rastlanan olaylardı.Avrupa’nın bugün bile adından söz edilen kahini Nostradamus 1503-1566 yılları arasında yaşamış olan bir Fransız fizikçisi ve gökbilimcisidir.Tarot kartlarını bugün bile kullananlar vardır.Aynı şekilde bazı kişiler iskambil kartları ile fala bakmayı,düşleri yorumlamayı,avuca bakarak yorumda bulunmayı meslek olarak sürdürmektedir. El falcılığı,yani insan özelliklerini anlama ve avuçtaki çizgilerden geleceği okuma çok eskilere aittir.15.yüzyılda avucun ana özellikleri ile gezegenler ve oniki burç arasında bağlantı kuruldu. * Ölmüş kişilere ait ruhların bazen göründükleri veya seslerinin işitildiklerine ilişkin çok eski inanışlar 19. yüzyılda tekrar ortaya çıktı.Fotoğraf icat edildikten sonra filmlerde bir takım imgesel görüntüler olduğu ileri sürüldü.Böylece hayaletlerin bu dünya ile öteki dünya arasında hapsolmuş kayıp ruhlar olduğu düşüncesi doğdu.İspiritizmaya ilgi duyan kişiler,medyum denilen ruhsal duyarlığa sahip bir insanın trans duruma girerek ölülerden haber aldığına inandılar.1848 yılında Amerika’da 13 ve 19 yaşlarındaki Fox adındaki kızkardeşler evlerinin birtakım çarpma sesleri ile kuşatıldığını söylediler.Anlattıklarına göre raflardaki eşyalar bir ruh veya bir hortlak tarafından itilmiş gibi yerlerinden oynatılıp yere düşürülüyordu.Bu olaydan hemen sonra doğa üstü becerilere sahip bir dizi medyum ortaya çıktı.Bunlar arasında Helena Blavatsky adlı birisi masaları uçurması,kendi bedenini uzatması veya kendisini havaya yükseltmesi gibi gösteriler yapıyordu. * 16.yüzyılda ruh çağırma konusunda uzman olan John Dee,bir arkadaşı ile birlikte birçok melekle yaptığı uzun konuşmaları kayda geçirmişti.Kendisi kraliçe 1.Elizabeth’in danışmanlığına atandı. Bazı medyumlar tarafından çekilen ruh fotoğrafları salonlarda sihirbazlarca taklit ediliyordu.Bazı kişiler ektoplazma adı verilen ruh yanılsamasını oluşturmak için bir yardımcı kişi çalıştırırken veya mekanik yöntemler kullanırken yakalanıyorlardı. O tarihlerde ölülerle bağlantı kurmak amacıyla seanslar düzenlemek moda haline gelmişti.Bu toplantılara katılan kişiler ruhlara sorular sorarlardı.Alınan cevaplar bir tahtaya yazılırdı.Veya masanın yerinden oynaması ya da masaya vurulması ruhun verdiği başka tip yanıtlardı. Bu gibi olaylara inanan insanların zaaflarından yararlanan birçok insan her zaman bulunmuştur. KAYNAK: The Joy of Knowledge Encyclopaedia
  9. Eski uygarlıkların yazılı olan tarihlerini gözden geçirirken karşımıza hep krallar,imparatorlar,rahipler,düşünürler,sanatkarlar ve kentliler çıkar.Onların yazdıklarını okur,yaptıkları eserleri inceler ve bize ulaşan etkinliklerini değerlendiririz.Oysa eski uygarlıkların nüfusunun büyük bir çoğunluğunu köylü ve çiftçiler oluşturuyordu.Bu insanların yaşamları siyasal gelişmelerden çok az etkilenirdi.Ama yarattıkları ekonomik ürünlerle tarım dışında faaliyet gösteren uzmanların çalışmalarını sağlıyorlardı. Devletin köylülere sağladığı olanaklar sulama,sellerin kontrol sistemleri,düşmanlara karşı koruma ve kıtlık durumunda yardım gibi alanları kapsıyordu.Buna karşılık köylüler,topraklarının ve emeklerinin büyük bir bölümünü diğer sınıfları beslemek için kullanmak zorundaydılar.Üstelik askerlik yapma yükümlülükleri de vardı. * Eski uygarlıklar döneminde köylülerin yaşam biçimleri,gelir dağılımdaki ekonomik düzeyleri ve yaptıkları işler bakımından,kendilerinden önceki tarımsal kabile üyelerinden pek farkı yoktu.Sadece toplumda bir sınıf olarak yer alıyorlardı.Tarımsal kabile konumundan köylü sınıfının oluşması,devlet dediğimiz kurum sayesindedir.O dönemler için yeni bir yönetim biçimi olan devlet,köylüye tarlasını sürmek için saban,toprakları için sulama olanakları ve üretimde bulunmaları için tarla sağlamıştı.Böylece köylüler daha disiplin gerektiren daha ileri bir tarımsal sistem içinde çalışıyorlardı.Bu durumda kabile üyelerinden farklı olarak pazarda satmak üzere bazı ürünler yetiştirebiliyorlardı.Sattığı ürünler karşılığında kendisinin üretemediği malları ve uzmanlaşmış hizmetleri satın alıyorlardı.Diğer taraftan devletin memurları ve din adamları köylere gittikçe köylü,kendi topluluğundan daha geniş bir sosyo-ekonomik sistemle ilişkiye giriyordu.Ayrıca kentlerde ortaya çıkan bilgi ve kültürden yararlanma şansları da vardı.Kendilerinden önceki kabile toplumundan farkları bu kadardı. * Yapılan her türlü sosyolojik araştırmalar, köylülerin yaşamlarını geliştirecek nesne ve düşünce unsurları ile ilgilenmeye gerek duymadıklarını ortaya çıkarmaktadır.Kentlerde bulunan vasıfsız kişiler gibi köylüler de siyasi faaliyet alanında kısırdılar.Bu nedenle her türlü politik mücadelede kolayca saf dışı kaldılar. Daha sonra yeni bir insan tipi olan ‘yurttaş’ sadece kentlerde ortaya çıkınca da köylüler bu konuma uzak kaldılar.Yurttaşlar devlet karşısında yasalara dayalı hak ve yetkileri olan insanlardı.Eski yasaların daha çok devleti korumaya yönelik hükümleri zamanla yurttaşı korumaya doğru oldu.Bütün bunlardan köylülerin yararlanması genellikle gecikmeli bir seyir izlemiştir. KAYNAK: The Joy of Knowledge Encyclopaedia
  10. Hukuk sistemlerinde en çok aranan özellik,yasaların açık şekilde anlaşılır olması ve kesinlik göstermesidir.Özellikle yazının icat edilmesinden sonra bütün yasalar yazılı hale getirilmiştir.Yasal kurallar sistemli şekilde toplanmış,açıklık ve kesinlik kazanmış ve kolayca başvurulacak hale getirilmiştir. Bilinen en eski yasa derlemelerinden biri, Babil kralı Hammurabi’nin koyduğu yasalardır.300 kadar yasadan oluşan bu derleme,bugün de var olan alım satım,miras,iş sözleşmesi,evlenme,hırsızlık ve adam öldürme gibi sorunları ele almıştı. Değişik bir tür yasa da Musa’nın İsrail oğullarına Sina dağından getirdiği öne sürülen ve On Emir olarak bilinen yasalardır.Bunlar hemen hemen bütün dünyada hukukun biçimlenmesine kaynaklık eden ahlak ilkelerini içeriyordu. * Eski Yunanlılar yasalara insancıl nitelik vermeye çalışmışlardı.O dönemlerde toplumun ihtiyaçlarını karşılamayan birtakım kurallar vardı.Zira mevcut yasaların tanrılar tarafından konulduğunu,bunların değişmez olduğunu sanıyorlardı.Ama Solon,yasaları değiştirme gücünü elde edince toplumu yeniden örgütlemeyi sağlayan kurallar koydu.Adaletsiz olan borçları kaldırdı.Halkın ekonomik durumunu düzelten birçok reformlar getirdi.Ancak o dönemlerin sosyal şartları içinde hak ve görevler ile toplum üyelerinin birbiriyle çatışan çıkarlarını dengelemesi oldukça zordu. Romalılar her işte olduğu gibi hukuk alanında da pratik uygulamaları tercih etmişlerdi.Romalı yasa koyucuların başlıca düşüncesi,ülke yönetiminin etkinliği ve düzeniydi.M.Ö. 450 yılında bir çeşit yasa derlemesi olan Oniki Levha Yasası temeldir.Sonra geliştirilen ilavelerle M.S. altıncı yüzyılda son şeklini aldı.Böylece çağdaş hukukun da temelini oluşturdu. * A.B.D. Anayasası ‘Biz halk’diye başlar.Yeni kurulmuş olan ülkede yasal yetkinin krallardan veya başka yöneticilerden değil,kendi yurttaşlarından kaynaklandığını belirtir. 1804 yılında Fransız yasaları derlenmiş ve ilk büyük medeni yasa özelliğini kazanmıştır.Bu derleme Fransız ve Roma hukukuna dayanıyordu.Kuzeyin geleneksel hukuku ile güney geleneklerinin bir uzlaşmasıydı.Devrim öncesi yasaları ile devrim sonrasının yenilikleri iç içedir. Çeşitli ülkelerin hukuki sistemleri farklı etkilerin izlerini taşır.Medeni hukuk büyük ölçüde Roma’dan kaynaklanır.Genel hukukta yargıçlar,yasa karşısında her insanın eşit olması ilkesini gözetirler.Benzer davalarda daha önce alınmış olan kararlar da göz önünde tutulur. * Çağdaş dünyada pekçok hukuk sistemi bulunmakla beraber çoğu ilke ve yöntemlerin kaynağı aynıdır.Bu nedenle belirli gruplarda toplanabilirler.En büyük iki grup vardır.Birincisi,büyük bölümü medeni hukuktan oluşan sistemlerdir.Diğeri ise genel hükümleri kapsar. Medeni hukuk sistemleri Roma hukukunun deney ve düşüncelerini temel alır.Genel hükümlere dayalı sistemler ise İngiliz hukukundan kaynaklanır. * Hepimiz yasalara uyulması gerektiğini biliriz.Aksi halde yaptırımların hiç te hoş olmayan yanları ile karşı karşıya kalırız.Para cezası,hapis ya da diğer kısıtlamalar hiçbirimizin arzu etmediği örneklerdir.Ancak hemen hemen hepimiz günlük yaşantımızı sürdürürken bu cezaların varlığını pek düşünmeyiz.Zira yasaların, istediğimiz yaşam biçimini koruduğunu peşinen kabul etmişizdir.Yasalara uymamızın başlıca nedenlerinden biri,yaptırımlardan kaçınma isteğidir.Bir başka neden de yasalara uymanın bir gelenek olmasıdır. * Yasal yetkinin kaynağı nedir?Jean-Jacques Rousseau,yasaların uygulanabilecek değerde olmaları için yurttaşlar tarafından özgürce kabul edilebilecek bir toplum sözleşmesi statüsüne sahip olması gerektiğine inanıyordu.John Austin ise yasaların yönetenden yönetilene verilen bir dizi buyruktan başka bir şey olmadığını savunmuştu.Friedrich von Savigny yasayı,bir ulusun ruhundan,çevreden ve tarihinden doğal olarak çıkan bir şey olarak tanımlamıştı.Gerçekten de her ülkenin yasal sistemi kendine özgü nitelikler gösterir. * Her ne kadar yasalar ülkeden ülkeye değişseler bile bazı temel kavramlar bütün hukuk sistemlerinde aynıdır.Bunların en önemlisi adalet kavramıdır.Bu kavram bireyin ihtiyaçları ile toplumun ihtiyaçları arasındaki sınırdır.Böyle bir sınırı bireyin çıkarları ile diğer bireylerin çıkarları arasında da düşünebiliriz.Daha bir genelleme yaparsak,adaletin, kamu hukuku ile özel hukuk arasındaki sınır olduğunu söyleyebiliriz. * Ancak adaletin sağlanmasında birçok problem ortaya çıkmıştır.Hem şu kişiye hem de bu kişiye uygulanan bir yasanın baskıcı özellik taşıdığı öne sürülür.Herhangi bir kişi için adaletli olan bir yasa,başka biri için adaletsiz olabilir.Ancak kabul etmek gerekir ki yasa koyucular toplumun her üyesi için ayrı ayrı yasa yapamazlar.Yasalar toplumun bütünü için yapılır.Bir çok hukuk sisteminde bu tür adaletsizlikleri giderecek çareler ortaya konulmuştur.Bazı toplumlarda yargıçlara yasaları her türlü özel durumu gözönünde tutarak uygulamaları için yetki verilmiştir. Günlük yaşantımızda bazı hallerde kuralların çiğnenmesi yasalarda yer alır.Örneğin itfaiye araçları ile ambülanslar ivedi durumlarda trafik kurallarına uymazlar. KAYNAK: The Joy of Knowledge Encyclopaedia
  11. Yunan,Roma ve Çin gibi ilk çağa ait olan ve örgütlenmeleri ile daha güçlü konuma gelmiş toplumlar,o zamanki sınırlarında yaşayan, kendilerinden daha az gelişmiş toplulukların sınırlarından sızmalarını önleyecek şekilde tedbirler alıyorlardı.Ya da onların topraklarını işgal ederek baskı altında tutuyorlardı.Ancak bu ilkel toplulukların gelenekleri ve sosyal kurumları hakkında bilgi sahibi olmayı pek önemsemiyorlardı.En çok bunların askerlik ve yönetimleri ile ilgili örgütlenme konuları ilgilerini çekiyordu.Görece kendilerinden daha ilkel olan komşuları hakkındaki yargıları kendilerinin kültürel değerlerine bağlıydı. Örneğin Çin’de Han Dönemi olarak adlandırılan M.Ö. 206 ile M.S. 220 tarihleri arasında Çinliler,kendi sınırlarında yaşayan birçok az gelişmiş topluluk tanıyorlardı.Barbar olarak nitelendirdikleri bu halklar konusundaki görüşleri onlara taktıkları adlara yansıyordu.Yüksek itibarı olan halkların adları,insan anlamına gelen jen köküyle birlikte yazılırdı.İmparatorla arası iyi olmayan ya da itibarsız halkların adlarının yanına ç’uan yani köpek anlamına gelen harf konulurdu.Tamamen farklı olan ve gelenekleri itici gelen halkların adına ise c’ung yani böcek takısı eklenirdi. * M.Ö. 485-425 yılları arasında yaşayan Herodotus,İskitlerin gelenek ve kurumlarıyla ilgili oldukça geniş bilgiler toplamıştır.Gerçi bunlar bir Karadeniz kenti olan Olbia’da yaşayan Yunanlılardan edinilmiş ikinci el bilgilerdi ama belge olarak çok değerlidir.Bu belgede İskitler Yunanlılarla ticaret yapan kültürlü insanlar olarak anlatılır.Ancak neticede Herodotus ilkçağ bilginidir.Nitekim İskitlerden daha uzaklarda yaşayan halklarla ilgili öykülerinde bu insanların bazısının tek gözlü olduğunu,bazısının kış uykusuna yattığını bazısının da keçi ayaklı olduğunu söylemiştir. 19.yüzyıla gelindiğinde,bu dönemin antropologları,kendilerine tuhaf görünen ve garip geleneklere sahip olan insan topluluklarının yaşam biçimlerini bilimsel araştırma konusu haline getirdiler.Ancak bu işe girişirlerken güttükleri amaç kapsam olarak bir hayli genişti.Bu toplulukların basit olan kültürlerinin yine basit olan temel verilerini değerlendirerek tüm insanlık tarihinin genel motiflerini ortaya koymak istemişlerdi.Bu yöntemin oldukça yetersizliği anlaşılınca kısa bir süre sonra bunun yerini modern antropolojinin kendi amaçları aldı.Artık insan kültüründeki benzerlikler ve farklılıklar hem tanımlanacak hem de açıklanacaktı. * 15.yüzyılın sonunda başlayan coğrafi keşifler,batılı olmayan toplumların, batılılarca uygarlık dışı olarak nitelendirilen yaşantıları hakkında pekçok bilgi sağladı.Yolculuğa çıkan denizciler,kaşifler,tüccarlar,avcılar,askerler ve misyonerler yaptıkları gözlemlerle bu bilgilere katkıda bulundular.Ama bu bilgilerin hiçbirisi bilimsel bir inceleme amacı taşımıyordu.Tümü de maddi çıkarlar sağlamak için derleniyordu.Ticaret yollarının belirlenmesi onlar için çok önemliydi.Batılı hükümetlerin desteğiyle güdülen diğer bir amaç ise anavatana bağlanacak yeni toprakların ve sömürgelerin kazanılmasıydı.Din adamları açısından da başlıca amaç,misyonerlerin yerleşecekleri yerlerin belirlenmesiydi.Elbette Altın Ülkesi gibi bölgeler,gençlik çeşmesi gibi ilginç objeler ve hayal gücünü kışkırtan topraklar gibi yerleri bulabilme umutları da vardı. Afrika,Pasifik Adaları ve Asya’daki ilkel topluluklara ait bilgilerin artmasına paralel olarak Avrupa emperyalizmi de genişlemeye başladı.Birkaç tane Avrupa ülkesi batı dışında kalan dünyanın büyük bir bölümünü paylaşmış ve sömürge haline getirmişti. * Sömürgelerde yaşayan yerli halkın yaşam biçimi konusunda bilgi edinmek için yapılan araştırma ve uygulamalar yöneticiden yöneticiye değişiklik gösteriyordu.Bazıları yerlilerin gelenek ve göreneklerinin karmaşık dokusunu hiç hesaba katmıyor,görevlerini kendi yöntemlerine göre sürdürebileceklerini düşünüyorlardı.Onlara göre yerli yarı insandı,madenlerde veya özel çiftliklerde çalışacak olan ucuz emek kaynağıydı. Bu arada keşifler de hızla artmaktaydı.Kaptan James Cook’unPasifik Okyanusu’nda yaptığı üç keşif gezisi birçok ada ve toplumun ortaya çıkarılması ile sonuçlandı.Richard Burton ve John Speke Afrika’da Tanganika Gölü’ne kadar ilerlediller. 1860’lı yıllara gelindiğinde insanlığın kültürel yönden farklı görünümleri konusunda toplanan bilgiler, antropoloji bilimini örgütlemeye ve elde bulunan çok sayıdaki ayrıntıyı düzenlemeye yetecek kadar genişlemişti. * Şimdi bir takım soruların cevabının verilmesi gerekiyordu.Örneğin bir adam karısının gebeliği boyunca niye hamağında yatıp duruyordu?Veya karısının kızkardeşine neden ‘karım’diyordu?Buna benzer birçok gelenekler ne anlama geliyordu?Üstelik dünyanın farklı bölgelerindeki kabileler aynı geleneklere sahipti.Bunların aralarında bir tarihsel bağ mı vardı? Edward B.Tylor,kaşif,misyoner ve gezginlerin yazmış oldukları gözlemleri sıkı biçimde elden geçirdi.Lewis M.Morgan ve diğerleri ilkel yaşamları yerinde incelediler,ilkel kültürlerle ilgili sistemli araştırmalar yaptılar.İlkel kurumların ne anlama geldiğini,aralarında hangi bağlantılar bulunduğunu anlamak için birtakım sorular sordular.Bu sorulara cevap vermek için birtakım yöntemler ve kuramlar geliştirdiler.Böylece ilkel halkların gerçek şekilde keşfedilmesinin yolunu açtılar. * Antropologlar,insan kavramını farklı kültürlere sahip bir tür olarak geliştirdiler.Böylece insanlığın evrensel tarihi konusunda çeşitli tasarılar ürettiler.Bu görüşler,tarihin büyük bir bölümünde insanın kan bağına dayalı ilkel topluluklar halinde yaşadığını içeriyordu.Bunun önemli bir kanıtı olarak çağdaş dünyada halen yaşayan bu tür toplumların olduğunu gösteriyorlardı.Bütün bunlara rağmen genelleme için gerekli temel olan etnografik bilgi,yani toplulukları karşılaştırarak inceleyen,kültür oluşumlarını araştıran sistemli bilgi yoktu.Gerçi Morgan’ın Iraquois yerlileri ile ilgili incelemesi etnografikti,ama diğer ilkel topluluklar konusundaki verilerin çoğu Avrupa’ya özgü görüş açıları içeren dağınık gözlemlerdi.Yapılacak dikkatli karşılaştırmalarla bu bilgilerden birtakım anlamlar çıkarmak mümkündü.Ama ilkel kültürler hakkında gerçek olan kavrayışa varmak için antropologların kendi verilerini kendilerinin toplaması gereği iyice anlaşılmıştı. * Etnografik bilim,yerli kültürlerin uzun süre ve yoğun şekilde incelenmesini gerektirir.Araştırmalar yerinde yapılmalıdır.Yerli yaşamına katılmak,incelenen kültürü kendi insanlarının bakış açısına uygun olarak değerlendirmek önemlidir.Bu yöntemin öncüsü 1920’li yıllarda Trobriand Adaları’nda yaptığı incelemesiyle Polonya’lı antropolog Bronislaw Malinowski olmuştur. KAYNAK: The Joy of Knowledge Encyclopaedia
  12. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Bilim Dünyası
    Dünyanın herhangi bir yerinde bulunan bir kişi ile eşzamanlı olarak aynı hareketi yapmak istiyorum.Örneğin ben İstanbul’da elimi kaldırdığım anda Sidney’de bulunan başka birisinin de elini kaldırmasını istiyorum,yani aynı anda ikimiz de aynı hareketi yapacağız.Her ikimizin önünde birer kamera ve monitör olursa bu eylemi yapmak mümkündür.Elbette görüntü iletiminde teknik bir engel olmamasını varsayıyorum. * Bir operatör İstanbul’da iken diyelim ki Londra’da yapılan bir ameliyatı izleyebilir ve gerektiği anda uyarıda bulunabilir.Günümüzün teknolojik olanakları ile üç boyutlu görüntü iletimi de eli kulağında sayılır.Bu yöntemle belki de bir futbol maçının belli bir merkezden yönetilmesi bile söz konusu olabilir. * Bütün bunlar ışığın hızı ile ilgili olaylardır.Öyle ki Ay’da bulunan birisi ile aynı hareketi aynı anda yapabiliriz.Zira ışığın bir saniye içinde katettiği mesafe, Ay ile Yerküre arasında aynı olayın aynı anda izlenmesini mümkün kılar. Şimdi iki gözlemci arasındaki uzaklığı 5 ışık saniyesi kadar arttıralım.Ben dünyada iken başka bir gözlemci Ay’ın bir hayli ötelerinde 5 ışık saniyesi uzaklıkta bir uyduda olsun.Aynı anda aynı hareketi yapmamızın bir yolu şu olabilir:Daha önce anlaşırız.Ben ona bir sinyal yollarım.Tam 5 saniye sonra elimi kaldırırım.O da sinyal kendisine ulaştığı anda elini kaldırır.Böylece aynı hareketi aynı anda yapmış oluruz. * Ancak uzaklık arttıkça bir ameliyata müdahalede bulunmak veya bir futbol maçını yönetmek olanaksız hale gelir.Hele aradaki mesafe iyice artarsa aynı anda yapılan aynı hareket yapma olayı iyice zorlaşır.Gene de 10 ışık yılı (saniye,dakika,saat değil,yıl) ötedeki bir gezegene bir sinyal gönderirim.Tam 10 yıl sonra yapacağımız çok hassas hesaplarla her ikimiz de aynı anda elimizi kaldırabiliriz.Ama aramızdaki uzaklık 100 ışık yılına ulaşınca bu olay artılk olanaksızdır.Öyle ya..şimdi göndereceğim sinyal o gezegene vardığında benim kimbilir kaçıncı ölüm yıldönümüm olacak.
  13. Bugün bizler yaşamımızın her alanında ve her anında devletin varlığını farkında olsak ta olmasak ta hissederiz.Devlet,kişilere ve eşyaların mülkiyetine güvence sağlayan bir kurumdur.Bizim bakış açımıza bağlı olarak onu ne şekilde nitelersek niteleyelim politik bir otorite olmaksızın düzenli işleyen toplumsal yaşam düşünemeyiz.Oysa tarihin eski dönemlerinde devletin olmadığı toplumlar vardı.Resmi hukuk sistemine sahip olmayan bu tip toplumlar,kişisel çıkarların şiddet ve anarşiye yol açmaması için çok kuvvetli olan geleneksel kurallara uymak zorundaydılar.Yani toplumların düzenini devlet değil,örf ve adetler sağlıyordu.Devlet öncesi toplumları tanıyabilmek için bazı kavramların yakından incelenmesi gereklidir. * Soy zincirleri,soy grubu anlamına gelir.İlkel toplumda üyelik,yani o topluma mensup olmak,ortak bir atadan gelmekle mümkündür.Bu ise ya erkekler yoluyla yani babaerkil,ya da kadınlar yoluyla yani anaerkil olarak belirlenir.Ortak bir atadan erkek veya kadın yoluyla gelme durumu,yaygın olan toplumsal gruplardır.Soy zincirleri dışardan evliliğe dayanır.Yani eşler başka gruplardan seçilir.bu nedenle toplum birden çok soydan oluşuyordu. * Kabile toplumları çeşitli bölümlerden oluşur.Bu bölümler arasında kan bağı,evlilik, gelenekler,ortak bir ata,alış veriş ve törensel işbölümü gibi ilişkiler vardır.Şimdi bir kabile köyünü ele alalım.Hayalimizde bu köyü şu şekilde düşünelim: Kartal bölümü:Kurt klanı ve Ayı klanı olarak iki ayrı bölgede yaşıyor. Karga bölümü:Ceylan klanı ve Geyik klanı olarak iki ayrı bölgede yaşıyor. Evlenmeler Kartal ve Karga bölümleri arasında mümkündür.Soy zinciri gerçek bir kan bağı sistemidir.Klan ise soy zinciri ve aile bağlarının ötesinde,üyelerini bağlayan ve savaş ya da din gibi ortak çıkarlarda birleştiren kültürel bir gruplaşmadır.Kurt ve Ayı klanlarına ait üyelerin aynı atadan gelen ortak gelenekleri vardır ve birbirlerine çok yakın akrabadırlar.Bu sebeple Karga bölümündeki Geyik ve Ceylan üyeleri ile evlenebilirler.Nufus artınca klan parçalanır ve bazı üyeler yeni bir köy kurarlar.Bunlar da zamanla öteki bölümlerin parçalanmış soylarıyla birleşirler.Böylece klan ve ikili örgütlenme yeni yerleşme bölgesinde tekrarlanmış olur.Büyüme ve parçalanma sonucu klan üyeleri kabile bölgesine dağılmış olur.Evlilikler aynı köyde de olsa farklı köyde de olsa gene iki ayrı bölüm arasında yapılır.İki bölüm arasındaki karşılıkli evlilik ve klanlar arası ilişkiler,kabileyi kaynaştıran bağlardır.Kurt klanına ait bir kişi başka köylerde de kendi klanının veya kardeş klanın üyelerini bulabilir.Gerektiğinde bu kişilerden yardım isteyebilir.Ayrıca kendi klanından kadınlarla evli olan Geyik ve Ceylan klanları ile akrabadır. * Devlet öncesi toplumlar büyüklükleri,bölümlerinin özellikleri ve bunların birleşme biçimlerine göre iki değişik türe ayrılır.Birinci tür,eşitlikçi kabile toplumudur.Aile,soy zinciri ve klan gibi bölümler ekonomik faaliyetlerde uzmanlaşmamıştır.Sosyal olarak eşit durumdadırlar ve kan bağı,evlilik ve soy gibi ilişkilerle kaynaşmışlardır.Her bölümün ayrı bir yetkilisi vardır.Aile reisi aile içindeki kadın ve çocukların lideridir.Yaşlılar gençlerden daha çok söz sahibidir.Ancak toplumsal bölümler arasındaki ilişkileri veya çalışmaları organize eden herhangi bir lider yoktur. Erkekler ve kadınlar arasında bazı iş bölümleri olsa da her kişi kendi çalışma alanında aynı işle uğraşır.Böylece bütün ailelerin ekonomik faaliyetleri birbirine benzer.Herkesin oturduğu ev,üzerlerine giydikleri giysiler ve taktıkları süsler aynıdır.Kabile üyelerinin hepsi aynı çeşit araç kullanır,aynı yiyecekleri yer.Dinsel töreleri ve taptıkları tanrılar da ortaktır.Ancak bu durum toplumsal bölümlerin kendi kendilerine yetme sonucunu verdiği için birbirleriyle gerçek anlamda kaynaşmalarını engelleyen bir özellik taşır.Zira bir veya birkaç bölümün yok olması toplumun tümüne hiçbir zarar vermez.Sistemdeki bağlar üretim sürecinde işbirliği sağlamadığı için toplumun aşama yapması zaten mümkün değildir.Bazı toplumlarda kabile başkanı olsa bile etkili şekilde emir verme yetkisi yoktur.Veya zamanla sınırlıdır.Örneğin sadece av sırasında veya bazı törenlerde emir verme durumundadır. * Devlet öncesi ikinci örgüt türü şeflik veya hiyerarşik toplumdur.Uzmanlaşmış bölümler birbirine bağımlıdır.Basit te olsa bölümler arasında ekonomik dayanışma görülür.Bölümler birbirlerine benzerler ama siyasal ve ekonomik faaliyetlerde rütbe ve mevki farklılıkları vardır.Bazı aileler veya gruplar şef düzeyinde iken diğerleri halk konumundadır.Tek tek bireyler veya bazı aileler ya da bazı köy grupları ekonomik alanda uzman hale gelmiştir.Örneğin birtakım kişiler el sanatlarında,bazı aileler balıkçılık alanında bazı köyler de çiftçilikte yetkinlik kazanmışlardır.Bu uzmanlaşma genellikle şeflerin yönetiminde yürütülür. Bir şefin gücü diğer kabile liderlerinin gücünden farklıdır.Şefler ekonomik faaliyetin yöneticisidir.Ev,tarla ve otlak için toprak dağıtımı yapmak onun yetkisindedir.Bazı kaynakların mevsimsiz kullanımını önlemek için tabular koyar.En önemlisi de dinsel gücü vardır.Ayrıca çatışan taraflar arasında arabuluculuk yaptığı için hukuksal yönleri de vardır. * Devlet öncesi toplumda sosyal faaliyetler akrabalar arasındadır.Bir soy zinciri içindeki yaşlı kuşaktan olan tüm erkekler ‘baba’,onların karıları ise ‘ana’dır.Bir kişinin karısının soy zincirinden olan tüm kadınlar ‘gelin’,onların erkek kardeşleri ‘kayınbirader’dir.Aynı kuşaktan olan tüm klan üyeleri ‘kardeş’ ve ‘bacı’dır.Akrabalığa ait görgü kuralları günümüz kanunları gibidir.Bu kuralların çiğnenmesi mutlaka cezalandırılmayla sonuçlanır.Örneğin bir babaya saygı göstermemek,bacıların yanında cinsel konulardan söz edilmesi.bir kardeşle yemeğin paylaşılmaması gibi suçlar,alaya alınmaktan başlayıp toplumdan kovulmaya kadar uzanan cezaları kapsar.Elbette yasa uygulayıcı resmi bir kurum yoktur.Ama yanlış davranışlarla başa çıkmanın belirli yolları vardır.Suç işleyen kişiler suçu işledikleri şekilde ceza görürler.Öç almak, zarara uğrayan kişinin hakkıdır.Bu durum ilkel toplumlarda görülen bireycilik olgusu ile ilgili bir konudur. KAYNAK: The Joy of Knowledge Encyclopaedia
  14. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Felsefe
    Metafizik,felsefenin bir bölümünü oluşturur.Varlığın ne olduğu,beden ile ruh arasındaki ilişkiler,tanrının olup olmadığı gibi konuları işler.Bunların yanısıra sahip olduğumuz bilgilerin nereden geldiği,hangi konular hakkında bilgi sahibi olabileceğimiz gibi soruların da cevabını arar.Felsefe tarihi boyunca metafizik kavramı filozoflarca çeşitli biçimde kullanılmıştır.Ama gözümüze çarpan en önemli yönü,bu filozofların metafizik görüşten yana olup olmadıkları ile ilgilidir.Zira ileri sürülen görüşler metafizik kavramının benimsenip benimsenmemesine bağlı olarak birbirinden tamamen farklı sonuçlara ulaşmaktadır. Metafizik kelimesi ilk olarak M.Ö. birinci yüzyılda Rodos’lu Andronikos tarafından kullanılmıştır Andronikos,Aristoteles’in eserlerini bir araya getirme eylemine girişmişti.Bu düzenleme sırasında fizikten bahsedilen bölümden sonra gelen bölümlere,’fizikten sonra gelen’ veya ‘fizik ötesi’ anlamına gelen metafizik adını verdi.Bu tarihten sonra da Aristoteles’in fizik dışında incelediği konular metafiziğin konusu olarak kabul edildi. Felsefe içerikli yazılarda metafizik konular incelenirken,duyularımızı ve algılarımızı aşan konulardan söz edildiği anlaşılır. Aristoteles’in kendisi, incelediği böyle konulara ‘ilk felsefe’ adını vermişti. Aristoteles ilk felsefe veya bugün kabul ettiğimiz gibi metafizik ile,varlığı yine varlık olarak incelemişti.Varlığın şartları ve kaç çeşit neden olduğunu irdeledikten sonra bütün varlıkların kaynağına,yani Tanrı’ya varıyordu.Bu görüş temel alınarak ortaçağın sonuna kadar klasik felsefenin temel konusunu metafizik oluşturmuştur.Metafiziğe karşı ilk eleştiriler bilimdeki gelişmeyle mümkün olmuştu.Madem ki metafizik duyularımızı ve algılarımızı aşan konuları inceliyordu,o halde sağlam bilgiler veremezdi. Duyularımızla bilip tanıyamadığımız varlıkları araştıran metafizik,bilgilerin nereden geldiğini,bilgilerin alanını ve bilgilerin değerini araştırırken aslında tanrının,evrenin ve ruhun ne olduğunu sorup bunlara cevap vermektedir.Mutlak varlığın bilgisine ulaşacağımızı kabul eder.Metafizik böylece ortaçağ felsefesinde ilahiyatla özdeşleştirilmiştir.16.yüzyıldan sonra ise ontoloji terimi ile,yani genel varlık kuramı ile aynı anlamda kullanılmıştır
  15. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Psikoloji - Psikoloji Forumu
    Telkin öyle bir fikir aktarılmasıdır ki,sonunda fikrin aktarıldığı kişi,mantıklı bir sebebi olmadan ve inançla kendisine aktarılmış olan fikri kabul eder.Hemen hemen herkes kendi içine bakınca herhangi bir mantık sonucu değil,sadece başkasının veya dış kaynaktan gelen telkinin sonucu türlü türlü inanç,fikir ve düşünce sahibi olduğunu görür.Ama çoğu zaman,örneğin kullandığı parfüm markasının en iyisi olduğu kanısının bir dost veya reklam sonucu olmayıp,kendi kararı olduğunu düşünür. Telkin altında kalma eğilimini birçok faktör etkiler.Çocuklar daha kolay telkin altında kalır.Bir kişi bir konuda ne kadar çok şey bilirse,o konuda o kadar az telkin altında kalır.Örneğin bir maliyeci bir hisse senedinin değer kazanacağına başkalarını inandırabilir,ama meslekdaşı için aynı derecede inandırıcı olamaz. Telkin edilen fikir,bireyin duygu ve inançlarına karşı ise telkin eylemi oldukça zor gerçekleşir.Telkin doğrudan,dolaylı,ikna,emir ve resim gibi muhtelif yollarla yapılır.Telkinde yapan kişinin karşısında bulunan kişi üzerinde bıraktığı izlenim de önemlidir.Okulda,bizden aşağı sınıftaki bir öğrenciye kolay kolay inanmayız.Bir kulak doktorunun kadın doğum üzerindeki fikirlerini pek kabul edemeyiz.Ama herhangi bir malın reklamı ciddi bir gazetede yapılırsa onu doğru kabul etme eğilimimiz vardır. Sevinç,hoşgörü ve iyimserlik gibi duygu yolu ile yapılan telkinler de vardır.Ama bir doktor,kendisine güveni olmayan davranış gösterir ve çekingen hareketler yaparsa,ve bu şartlar altında telkinde bulunmaya kalkışırsa,hasta ona inanmaz.Zira bu durumda telkin ile davranış arasında bir uyum yoktur.Hatta ters sonuç verir.Aynı şekilde telkin sırasında yüz ifadesinin değişmesi veya yersiz bir şaka yapılması gibi durumlarda da telkin eylemi başarısız kalır.
  16. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Mitoloji
    Birçok gelenekte ölümden sonra gidilecek ‘öte dünya’ genellikle yeryüzünün batısında bir yerdedir.Bilinen dünyadan bir denizle ayrılmıştır.Öte dünyanın başka yerlerde olduğunu bildiren mitler de vardır.Malawi ve Mısır mitine göre yeraltındadır. Bazı öte dünyalar hiçbir ayırım yapmadan bütün ölüleri kabul eder.Bazıları da sadece girmeyi hak kazananları içeri alır.Örneğin yolculuk için gereken parayı bulup sandalcıya vererek Styks ırmağını geçebilen bütün ruhlar Hades’e kabul edilir. Mısır mitlerinde ölülerin yürekleri Anubis tarafından tartılır. * İnsanın değeri her zaman ahlaka ait niteliklerle ölçülmez.Bazen yeryüzündeki eşitsizlikler,öte dünyada da yinelenir.Örneğin Leeward adalarında sadece soylular güzel kokulu Rohutu’ya giderken,halk kötü kokulu Rohutu’ya gider.Güneş’teki güzel evler sadece İnka ve Peru’lu soylulara açıktır.İskandinavya’da ruhların sonsuz mutluluk içinde yaşadığı saray olan Valhalla,savaşta ölen kahramanlara ayrılmıştır. * Mısırlılar ölümden sonra yaşamın yeraltında devam ettiğine inanırlardı.Herbir insanın içinde,onun tanrısal özünü temsil eden ikinci bir varlık olan ‘ka’ bulunurdu.Günümüze ulaşan resimlerde,’ka’ bir insan başı ve şahin bedeniyle gösterilmiştir.Bu ruh ta soyuttur,ama cesetle birlikte yeraltına uçmasını somut kavramlarla açıklamak için bu şekilde resmedilmişti. Mısırlıların ölüler kitabına göre öte dünya,kutsal ölülerin her zamanki yaşamlarını daha büyük mutluluk içinde sürdürdükleri bir yerdi.En büyük yönetici Osiris,ölülerin de yargıcıdır. Çin mitolojisinde cehennem,devletin bu dünyadaki etkinliğini belirleyen biçimiyle iyi düzenlenmiş bir bürokrasi gibi yönetilir.Örneğin yedinci cehennemin kralı ve mahkemelerin yüce yargıcı Yama,her suçun karşılığı olan cezayı belirten yasayı dağıtır.Sözgelimi yalancı ve cimri olanlar erimiş altın yutmak zorundaydılar. * Mitolojinin bir diğer konusu da dünyanın sonu ve kaosa geri dönüştür.Dünyada düzeni tanrılar kurmuşlardır,ve bu düzeni isterlerse bozarlar.Eğlenceler ve törenler ile kurbanlar hep tanrıları hoşnut etmek içindir.Ancak hemen hemen her mitoloji savaşların,açlığın,tufanların,depremlerin yol açacağı son ve kesin bir yıkım gününü de öngörür.Aztek,Hindu ve Budist gelenekleri gibi birbirleri ile hiç ilgisi olmayan gelenekler,ahlak değerlerinin gittikçe azalacağı çağların geleceğini ileri sürmüşlerdi. Bir Aztek miti şimdiki dünyanın çevresinde dört tane yıkık dünya bulunduğunu ileri sürer.Buna göre insanlar çok dikkafalı olduklarından önceki çağlarda yeryüzünden silinmişlerdi.Eğer insanlar çok gururlu olurlarsa şimdiki dünya da bir depremle yıkılacaktır.
  17. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Mitoloji
    Bu dünyada yaşayan her insan için hayatın en büyük sırrı ölümdür.Mitler de doğal olarak bu konuyu ele almışlardı.Yılanların kabuk değiştirmesi veya Ay’ın görünüm farklılıkları gibi,insanlar da başlangıçtan beri kendilerini yeniliyorlardı.Bu konuyu böyle yorumlayan mitlere göre insanların yaşamı süreklidir.Ölüm sonradan ortaya çıkmıştır.Hatta mitlerde ölüm,genel olarak yanlışlıkla verilen bir cezadır.Öyle ki yerine ulaşmayan bir tebligat gibidir.Örneğin Afrika’da tanrı,ilk insana ölümsüz olacağını bildirmesi için bir bukalemunu elçi olarak gönderir.Ama bukalemun yollarda oyalanır.Ölüm elçisi olan kertenkele onu geçerek insana ulaşır. Kuzey Amerika’da yaşayan Algonkinler,tavşanın insana bir kutu içinde ölümsüzlük verdiğine ve kapağı açmamasını söylediğine inanırlar.Ancak meraklı karısı kutuyu açmış ve böylece ölümsüzlük uçup gitmiştir. * İnsanların çoğu için ölümün kesin bir son olması zor kabul edilen bir olgudur.Mitin işlevi,yaşamın sona ulaşmasının kaçınılmazlığını vurgulamak,ama aynı zamanda bilincimizle algılayamayacağımız bir geleceği göstermektir.Bu durumda mitler,en çok bu bilinmezliğin getirdiği boşluk duygusunu kapatmak için kullanılır. İnsanlardaki genel eğilim, kaçınılmaz olan olayları engellemeye çalışmaktır.Bu nedenle büyülere,ölümsüzlük,gençlik ve yeniden diriliş iksirlerine ait birçok mit yaratmışlardır.Gılgamış destanında kahraman,ayaklarına taş bağlayarak kozmik denize atlar.Dipte ölümsüzlüğün dikenli tohumlarını bulur.Onları koparır,ayağında bağlı olan taşların ipini keser ve yüzeye çıkar.Ancak bir pınarda yıkanırken bir yılan tohumları yer.Düzenli aralıklarla deri değiştiren yılan yeniden gençleşmenin simgesi olurken,insan ölümlü kalır. * Bazı yarı-tanrısal canlılar ya ölümü ya da ölüm habercilerini aldatmak isterler.Polinezya’lı Maui,ölüm tanrıçasını öldürmeyi planlamıştır.Arkadaş olduğu kuşlarla birlikte tanrıçanın uyuduğu yere tırmanır.Onun bacakları arasından bedenine girmeyi amaçlamaktadır.Hemen uygulamaya geçer.Ancak bacaklarının dışarıda olduğu anda bir kuş gülmeye başlar.Bunun üzerine tanrıça uyanır,Maui’nin bacaklarını koparır.Maui şimdi tanrıçanın karnının içindedir ve orası kendisinin mezarı olur. * Sevgilinin yer altı dünyasından kurtarılması,çeşitli mitlerin konusudur.Japon mitolojisine göre kocası İzanagi ile birlikte okyanuslardan dünyayı yaratan İzanami,ateşi doğururken ölmüştür.Kocası bu acıya dayanamaz ve onun ardından karanlıklar ülkesine gider.Karısını bir şatoda bulur.Onu geri dönmeye ikna eder.Ancak kadın geri dönmeyi geciktirmektedir.Zira şatoda yemek yemiştir. İzanagi sabırsızlanmaktadır,bir ışık yakar ve karısının çürümekte olduğunu görür. İzanami bu aşağılayıcı durumda görülmekten öfkeye kapılır ve kocasını öldürmek ister.Ancak İzanagi kaçmayı başarır. * Çalgıcı Orpheus’un karısı Eurydike’yi bir yılan ısırır.Kadın ölür. Orpheus karısının ardından Hades’e,yani ölüm ülkesine iner. Orpheus’un çalgısı çok büyüleyici özelliktedir.Persephone Eurydike’nin yeryüzüne dönmesine izin verir,ama bir şart koşar. Orpheus yeryüzüne dönene kadar arkasına dönüp karısına bakmayacaktır.Ama daha yolda iken dayanamayıp arkasına bakar.Karısı tekrar Hades’e geri alınır. Bu öykülerin anlatmak istediği ana fikir,insanın kaçınılmaz olan ayrılığa boyun eğmek zorunda olduğunu vurgulamaktır.Bu ayrılıkların en kesin olanı da ölümdür.
  18. YANSITMA (PREJEKSİYON) Zihnimiz kendisi için karşı konulması güç olan fikirlerle başetmek üzere iki yöntem kullanmaya meyillidir.Birincisi fantezi,yani hayal kurmadır.İkincisi ise yansıtma yöntemidir.Herhangi bir düşünce bizi incitiyorsa,onun varlığını kabul ederiz.Zaten normal bir kişinin yapacağı da budur.İncitici düşünceyi görmezden gelmek değil,onu kabullenmek.Ama çoğumuzda incitici düşünceleri bir başkasına yükleyip kendimizi kurtarmak isteği vardır.Böylece kendimizin eksik olan taraflarımızı veya yanlışlarımızı ve onların kendimizle olan bağlantısını kabul etmemiş oluruz.Ama bütün bunlar bir eğilimdir,yapılıp yapılmaması şartlara göre değişir. * Beceriksiz bir işçi,yaptığı iş kötü olunca suçu kullandığı iş aletinde bularak başarısızlığını kendi üzerinden atacaktır.Yansıtma,savunmanın ötesinde bir karşı saldırıdır.İyi bir yazı kaleme alamayan,sözgelişi raporunu gereği gibi düzenleyemeyen birisi iş arkadaşlarının arasında hiç kimsenin iyi yazı yazamadığını ileri sürebilir.Gerçekten de kendisinden daha kabiliyetsiz bir iş arkadaşı varsa yansıtmayı gerçekleştirmiş olur.Artık kendisi o kadar da kötü yazı kaleme alan birisi değildir. * İnsanların zayıf yanları olabilir,bazılarının davranışı birçok kişiye çılgınca gelebilir.Böyle kişileri sık sık görebiliriz.Hatta günlük yaşantımızda böyle davranan kişileri çoğu zaman hoşgörüyle karşılarız.Ancak yansıtma uygulayan kişiler,zayıf yanlarının ve çılgınca davranışlarının kendilerine ait olduğunu kendi kendilerine açıklamak istemezler.Toplum içindeki mevkilerine sıkı sıkı sarılırlar,ancak içlerinde taşıdıkları bu eğilimlerini başkalarının davranışına yansıtmak isterler.Kişinin içinde oluşan herhangi bir duygu veya düşünce,kendisi için endişe verici bir özellikte ise,aynı durumu başkalarında da görmeye çalışacaktır.Komşusunun yanlış bir hareketine tepki gösteren birisi,kendisi o davranışı yapmamış bile olsa,öyle davranabilecek potansiyelde olabilir.Ama o kişi komşusunun yaptığı yanlış hareketin kendisinin de eğilimi olacağını kabul etmedikçe tepkisi şiddetli olacaktır. * Yansıtma ile ‘Ben öyle değilim’ der.Oysa öyledir.Başkasında tanıdığı ve eleştirdiği özellik,kendisinin benimsemek istemediği,atıp kurtulmak istediği kendi
  19. Uygarlıktan bahsedilirken genellikle yazı,yönetim,hukuk,kentler,sanat,madencilik,bilim ve bunlar gibi bir takım ögelerin karmaşık bir bütünlüğünden söz edilir.Konuya bu açıdan bakılınca,uygarlığın kökeni için bu tip ögelerin ne olduğu ve nereden kaynaklandığı sorgulanır.Bazı bilim adamları ise uygarlığın gelişmesinde bu ögelerden herhangi birisinin daha önemli olduğunu düşünerek çalışmalarını onun üzerinde yoğunlaştırmıştır.Örneğin bir bilim adamı metalurjinin uygarlığın gelişmesinde önemli yer tuttuğunu kabul ederse,en eski uygarlıkları tunç devri adı altında sınıflandırır.Veya uygarlığın gelişmesinde yazının çok önemli olduğunu düşünür ve yazı kullananları uygar toplum,yazı kullanmayanları ise ilkel toplum olarak birbirinden ayırır.Bir başkası ise kentleri ön plana çıkarır ve kent devrimi dediği olayı uygarlığın tanımında kullanır. * Sıhhatli bir uygarlık tanımlaması yapabilmek için yukarıda sıralanan ögelerin hiçbiri tek başına yeterli değildir.Örneğin tek başına metalurjiyi ölçü olarak ele alırsak doğru sonuçlara ulaşamayız.Nitekim maden işçiliği bazı yörelerde uygar toplumların gelişmesinden önce ortaya çıkmıştır.Üstelik hem Amerika’da hem de birçok bölgede hiçbir zaman teknolojik bir öneme kavuşmamıştır.Yazının kullanılması da böyledir.Niteliği ne olursa olsun Sümerlerde yazı toplumun önemli bir özelliği idi.Ama bugünkü Peru’nun bulunduğu bölgedeki eski uygarlıklarda bir yazı sistemi yoktu.Aynı şekilde kentleşme de eski uygarlıkların vazgeçilmez bir ögesi olmamıştır.Hem eski Mısır’da hem de Orta Amerika’da bulunan kentler,kent özelliğinden çok törensel merkez işlevini görüyordu. * Uygarlığın tanımında tek tek ögelerin ele alınmasının yanlış olduğunu belirtmekle beraber,onların önem sıralamasını yapmamızın bir sakıncası yoktur.Bu bağlamda siyasal örgütlenmenin uygarlığın kurulmasında çok etkili bir öge olduğunu söyleyebiliriz.Siyasal örgütlenmenin en belirgin modeli ise devlettir.Gerçekten devlet, hem toprak hem de nüfus olarak büyük olan toplumların sosyal ve ekonomik faaliyetlerini düzenleyen yeni ve güçlü bir araçtı.Kentleri,tapınakları ve sulama kanallarını inşa etmek,düzenleyici bir otorite olmadan o dönemde mümkün değildi.Hele ticareti örgütlemek,fetih savaşlarını yürütmek,zanaat işlerini desteklemek gibi işler kabile toplumlarının başaracağı işler değildir.Aynı şekilde madenlerin bulunmasını,arıtılmasını ve dökülmesini gerçekleştirmek te niteliği ne olursa olsun bir devletin varlığını gerektiriyordu. * Piramitlerin yapımı, incelenmesi gereken bir konudur.Aslında eskiden yapılmış olan anıtların büyüklüğü,bunların yapımı için uygulanan örgütlenmeyi kanıtlamaz.Zira bunların yapımında hem zaman süreci olarak hem de işgücünün niceliği olarak değişik oranlar kullanılmış olma ihtimali vardır.Örneğin az sayıda insan ile birkaç kuşak boyunca bir anıt inşa etmek mümkündür.Veya çok sayıda insan kullanarak ta kısa sürede aynı iş bitebilir.Mısır piramitlerinin çok sayıda insanın çalışmasıyla yapıldığı anlaşılmıştır.Büyük piramitlerin hepsi Mısır uygarlığının ilk dönemlerinde tamamlanmıştı.Bu işin başarılmasındaki en etkili unsurun,o zamanlar için yeni olan devletin işgücü ve mali gelirler üzerindeki denetim gücü olduğunu söyleyebiliriz. * Eski veya çağdaş olması fark etmez,siyasal anlamıyla devlet,zor kullanan bir örgüttür.Aynı zamanda bu zor kullanımın yasal hakkını kendi tekelinde tutan bir yönetim grubunu barındırır.Ancak devletle toplum arasındaki ilişki her zaman bir tartışma konusu olmuştur.Olmaya da devam edeceği bellidir.Her karmaşık ilişkide sorunların çözümü için o ilişkinin zaman süreci içindeki başlangıcına gidilerek basit olan modeli ele alınır.Bu konuda da devlet örgütünü ilk kez kurmuş olan toplumları incelemek gerekir.Kabile ortamından doğrudan doğruya devlet çıkmamıştır.Yani kabile bir gün kendi düzeninde iken ertesi gün uyandığında devlet düzenine geçmiş değildir.Genellikle babadan oğula geçen şefliğin yürürlükte olduğu bir sistemde sınıf ayırımı oluşmuştu.Şefin otoriter yönetimi altında toplumun ekonomik yaşamı merkezi bir özellikteydi.Gene de şefler,merkezi otoriteyi temsil etmelerine rağmen zor kullanma hakları yoktu ve henüz kral sayılmıyorlardı.Bu hiyerarşik toplumun evrimi ile devlet oluşmuştur. * Devletin sosyal ve ekonomik yaşamı düzenleyen siyasal bir örgüt olarak ortaya çıkışındaki temel etkenlerin ne olduğunu belirlemeye çalışan birkaç tane kuram vardır.Bunlardan bir tanesi fetih kuramıdır.Buna göre bir toplum öteki toplumun topraklarını eline geçirir ve galipler egemen sınıf olarak devlet örgütünü kurar.Ancak tarihi inceleyen araştırıcılar,karmaşık toplumların fetihlerden önce de varolduğunu görmüşlerdir.Ya fetheden ya da fethedilen veya herikisi birden zaten devlet özelliği ağır basan karmaşık toplumlardı.Bu konuda göz önünde tutulması gereken nokta,fetih savaşlarının yeni topraklar,ilave insan ve ekonomik kaynaklar elde etme isteğidir. * Bazı kuramlar, devletin oluşumunu ve gelişimini belirleyen etkenler arasında ticareti ön planda tutarlar.Eski dönemlerde ana ticaret yollarının kesiştiği belli bölgeler vardı.Buralarda değişik toplumlardan gelen tüccar toplulukları sık sık bir araya geliyorlardı.Ancak bunların arasında ortak bir kültür olmadığı gibi toplumsal kurumları da birbirlerinden farklıydı.İşte bu topluluklar işlerini yürütebilmek için bir otoriteye ihtiyaç duymuşlardı.Kendi aralarında kurdukları bu otoriter kurum zamanla gelişecek ve devlet haline gelecektir.Bu kuramın çelişkili bir temeli olduğu için kabul edilmesi olanaksızdır.Zira uzun yol ticareti sadece devleti olan toplumlarca gerçekleştirilebilen bir eylemdir. * Tarımda sulama sisteminin önemini vurgulayan bilimadamları,kendine özgü bir modeli olan yönetim şekli ile ırmak vadileri arasında ilişki kurmuşlardı.Çin’de Sarı Irmak,Hindistan’da İndus,Mezopotamya’da Dicle ve Fırat,Mısır’da Nil,ve başka bölgelerdeki ırmakların kıyılarında hem sulama işleminin hem de taşkınları önleme tedbirlerinin bir örgüt tarafından yönetilmesi gerektiğinden yola çıkıyorlardı.Bu örgüt ise, kitlesel işgücü sağlayan ve denetleme işini düzenleyen devlettir.Eski uygarlıklar döneminde sulamanın yaşamsal olarak çok önemli olduğu tartışılmaz bir gerçektir.Ancak sulama işleri devlet kuruluşunun nedeni değil,tam tersi devlete bağlı bir olaydır.Yani sulama işleri ancak bir devlet tarafından organize edilebilir.Nitekim büyük sulama sistemleri,kabile toplulukları tarafından yapılabilecek olan küçük sistemlerin devletçe birleştirilmesi ile ortaya çıkmıştır. Tarımda sulama sisteminin önemini vurgulayan bilimadamlarının bir örneği de Çin uygarlığıdır.Çin’de sulama yoluyla yılda birkaç kez ürün alınır.Böylece tarım dışı sınıflar için yiyecek sağlanmış olur.Bu sistemin işleyebilmesi için merkezi otorite gücüne sahip olan bir örgütün sulama işlerinin devamını sağlaması gerekir.Oluşacak sel baskınlarına karşı baraj yapımı da önemlidir.Bu hizmetleri sağlayacak işçilerin çalışması böyle bir otorite sayesinde olabileceği için devlet oluşmuştur.Ancak birtakım eski uygarlıklarda bu tip sulama tesislerinin varlığına ilişkin bir kanıt bulunamamıştır. * Devletin kökenlerini araştıran kuramlardan bir diğeri sınırlar üzerinde durur ve tarımın gelişmesi ile nüfus artışını birlikte inceler.Zengin kaynakları içeren bölgeler çöl,dağ veya deniz gibi coğrafi engellerle çevrilmiştir.Bu doğal yapıların korumasında kalan toplumlar siyasal evrime daha yatkındır.Bu kuramı önerenlere göre böyle alanlarda tarımsal üretim nüfusun artmasına neden olur.Böylece kaynaklar üzerindeki rekabet,ekonomik savaşa dönüşür.Yenilgiye uğrayanlar galiplere boyun eğer.Toplumsal evrimin bu aşamasında şeflikler belirir.Çatışmanın daha da ilerlemesi devletin kurulması ile sonuçlanır. Uygar toplumun kökenini fazladan üretimde görenler de vardır.İhtiyaçların dışında yapılan fazla üretim,toplumu besin üreticisi ve besin dışı madde üreticisi olarak ikiye ayırır.Besin dışı üretim daha çeşitli mal üretiminin hammaddesini oluşturduğu için bu tip tarımla uğraşanların gelişme süreci hızlanır. * Devletin kökenini açıklamaya çalışan bütün kuramların asıl noktası, basit bir toplumdan karmaşık bir hiyerarşik topluma geçişin nasıl olduğudur.İlkel toplumların başlıca ekonomik yapısı tarımdır.Sosyal yapılarını ise eşit bireyler oluşturur.Böyle bir sosyo ekonomik yapıya sahip olan toplumların devlet şeklinde örgütlenmiş toplumlara dönüşmesi,bazı kollarının çıkmaz sokaklarla biten yollarda ilerlemesine benzer.Eşitlikçi toplumların çoğu ya doğanın elverişsiz olması nedeniyle ya da gereken sosyal dönüşümü gerçekleştiremedikleri için yok olup gitmişlerdir. KAYNAK: The Joy of Knowledge Encyclopaedia
  20. KAYGI NEVROZU (ANGOİSSE) Kaygı,kişinin istek ve korkularının çatışmasından kaynaklanır.Duygu ve düşüncelerin sahip olduğu gücün akacağı belli bir yön yoktur.Başka bir ifade ile,duygu ve düşüncelerin sahip oldukları güç,kaygı belirtisi olarak boşa harcanır.Bu güç,uygun bir çıkış yolu bulunursa boşa harcanma olayı ortadan kalkar.İsteklerin ve korkuların birlikte oluşması, muhtemel çatışmasını çözecek uygun bir duruma karar verip gücün bu yöne akması sağlanır.Bahsettiğimiz çözüm yolu,istek veya korku şeklinde olabilir.Burada önemli olan,kaygının kaybolmasıdır. * Yargılanmakta olan bir kişi,hakimin kararını beklerken elbette kaygılıdır.Kararı duyunca istek veya korkusu gerçekleşmiş olur,aynı zamanda kaygısı da biter.Karar kendi isteğine uygundur veya değildir.Korkusu da bitmiştir,çünkü sonuç ortaya çıkmıştır.Bu durum normaldir. Kaygı nevrozu değişiktir.Hem istek hem de ona karşı koyan korku bir aradadır,çatışma halindedir.Üstelik bunların arasındaki çatışma bilinç tarafından farkına varılmaz.Kaygı belirtileri kişinin bedeninde fizyolojik olarak ortaya çıkar.Örneğin titreme ve terleme gibi. * Hasta kişi,kaygısını bağlayacak veya kaygısını kanıtlayacak bir neden arar.Çok önemsiz bir hata yaptığında bile bir polis gördüğünde tutuklanma korkusu duyar.Veya kendisine ulaşacak her mesaj mutlaka kötü bir haber içerecektir.Tutuklanma gerçekleşmeyince,gelen mesaj normal bir haber içeriyorsa bile kaygıları yatışmamışsa ortada bir hastalık var demektir.İşin ilginç tarafı,gelen mesaj gerçekten kötü bir haber içeriyorsa hasta haklı duruma gelecek ve korkularından kurtulmuş olacaktır.
  21. BELLEK VE ANIMSAMA Bellek genel olarak iki ana bölümde ele alınmaktadır.Birincisi, bilgileri zihinde tutma,yani bilgileri depolama yeteneğidir.İkincisi ise daha önceden depolanmış bir bilgiyi zihinde yeniden bulma olarak açıkladığımız anımsamadır.Yapılan araştırmalar sonucu ortaya çıkan önemli bir sonuç vardır.Bellek.bilgi depolamada daha başarılıdır.Ancak yeterli derecede çalıştırılmamışsa anımsama konusunda daha az güvenilir konumdadır.Yapılan başka araştırmalar konuya değişik açıdan yaklaşmışlar ve hemen hemen aynı sonuca ulaşmışlardır.Buna göre,zihinlerimizde tahmin edilenden çok daha fazla bilgi depolanmaktadır. * Sinir uzmanları beyni elektrik ile uyararak yaptıkları deneylerde, insanların yaşamlarına ilişkin belirli olayların tam olarak anımsanmasının sağlanabileceğini ortaya koymuşlardır.Diğer taraftan insanların gördükleri düşler,yıllar önce unutulmuş kişilerin ve olayların aniden,üstelik bütün açıklığı ile görülmesini sağlarlar.Bundan,bilgilerin aradan geçen bütün bu süre boyunca saklandığını anlarız.Verilebilecek diğer bir örnek ise,belirli bir zamana kadar unutulmuş olan bazı olayların birdenbire anımsanmasıdır. * Belleği zaman açısından ele alırsak,kısa ve uzun süreler için farklı işlemler gözümüze çarpar.Kısa süreli bellekte etkin beyin süreci önemlidir,yani beynin bizzat kendisi etkilidir.Uzun süreli bellekte ise kimyasal değişiklikler oluşabilir.Ancak bütün bunlar kesin değildir,dolayısı ile belleğin dayandığı fiziksel temel tam olarak bu gün itibarı ile bilinmemektedir.Bu konuda çeşitli görüşler ileri sürülmektedir.Bunlardan birisine göre beyin,çok geniş depolama kapasitesine sahiptir ve içindeki hücrelerini birbirleriyle birleştiren olağanüstü bağlantılardan oluşmuştur.Bu bağlantılar çeşitli eylemlerle uyarılara maruz kalırlar.Böylece aynı bilgiye birkaç defa başvurarak anımsamayı kolay hale getirir.Ancak diğer bir olasılık ta, anımsamada görülen bu gelişmenin nedeni,belleğe ilişkin kimyasal bağların tekrarlanma yoluyla güçlendirilmesidir. * Birçok kişi anımsama yönünden belleğinin iyi çalışmadığından şikayetçidir.Bu durumda sorun büyük bir ihtimalle kalıtsal nedenlere dayanmaz.Asıl neden zihnin çalışma yönteminin yanlış kavranmasıdır.Anımsama olayını iki alana bölebiliriz.Birincisi, öğrenme sırasında anımsama,ikincisi ise ,öğrendikten sonraki anımsamadır.Öğrenme sırasında zihin, beden gibi davranır,hem çalışma hem de dinlenme zamanına ihtiyacı vardır.Burada önemli olan birbirini izleyen çalışma ve dinlenme zamanlarını uygun biçimde ayarlamaktır.Böylece anımsama hem ayrıntılı olacak hem de hız kazanacaktır. Öğrenme işlemi bittikten sonra anımsamanın gücü,, bilginin bir çeşit sindirildiği kısa süre içinde oldukça yüksektir.Aradan zaman geçtikçe bu güç hızla azalmaya başlar,ayrıntılar ve ayrıntıların anımsanması güçleşir.Bu durumu önlemenin yolu, bilgiyi yeniden gözden geçirmek ile belirli çalışma ve dinlenme süreleri uygulamaktır.Örneğin okuma işlemini 20 ile 40 dakika arasında değişen sürelere bölerek anımsamayı geliştirme metodu uygulanabilir.On dakikalık bir boşluğu on dakikalık bir anımsama süresi izler ve böylece anımsanan bilgilerin zihine yerleştirilip daha önceki bilgilerle karşılaştırılması sağlanır.Aynı bilginin ertesi gün iki ile dört dakikalık süreler içinde,bir hafta sonra da iki dakikalık süreler içinde yeniden gözden geçirilmesiyle bellek pekiştirilir. * Zihinde tutma işlemi için bir diğer işlem,çeşitli bilgilerden oluşmuş bir grubu özetleyen bir anahtar sözcükten veya bir deyimden yararlanmaktır.Zira beyin bu bilgileri aynı biçimde depolamıştır.Bütün bunlar belleği eğitmek için kullanılan yöntemlerdir.Böylece düşünceleri birbirlerine çağrışım yoluyla bağlamak veya düşünceler arasında ilişki kurmak gerçekleşir.Uzun zamandan beri ‘belleği eğitme bilimi’ diyebileceğimiz bir sistem kullanılmaktadır.Bu sistemle bilgiler olabildiğince kolay depolanacak birimler halinde düzenlenir.Örneğin sayıları,tarihleri veya söylenmesi zor olan adları öğrenmek için kafiyelerden yararlanılır.Bir diğer yöntemde ise kolayca anımsanacak anahtar sözcüklerle düşsel bir resim çizilir.Bilinmeyen olaylar ve adlarla bilinenler arasında ilişki kurulur. Öğrenmemizi sağlayan en genel yöntem okumaktır.Ancak okumayı daha etkili kılacak yöntemlerin bilinmesinde yarar vardır.Hızlı okuma ile hem zihin belli bir noktaya toplanır hem de zihinde tutma daha etkili olur.Kelimeleri tek tek izleyerek okuyan bir kişinin aklı ister istemez dağılır.Çünkü bilginin zihne giriş hızı yavaş olmaktadır.Halbuki bir bakışta birkaç sözcük birden okuyan bir kişi,bilgileri zihnine bütün halinde sokar,onları bütün halinde kavrar ve daha çok anımsar. * Unutmuş olduğumuz bilgilerin çoğu aslında öğrenmekte olduğumuz bilgiler üzerinde zihnimizi yeterince yoğunlaştırmamış olmamızdan kaynaklanır.Yani unutmanın asıl nedeni tam olarak öğrenmemiş olduğumuz bilgilerdir.Çoğumuz karşılaştığımız kişilerin adlarını hatırlamakta güçlük çekeriz.Dolayısıyla yeni kişilerle tanıştığımızda ileride onların adlarını da unutacağımızdan korkarız.Böyle düşünmemiz anımsama için kullanılan yöntemin tam tersidir.Bizler korkuyla algıladığımız herşeyi unutma eğilimi taşımaktayız.Oysa insan adlarını anımsamak için ,tanıştığımızda dikkat etmek,bu adları içimizden tekrar etmek ve o kişilerle başka şeyler arasında ilişki kurmak çok yararlıdır.Öneğin tanıştığımız kişinin yüzüne dikkatle bakıp yüzünün belirgin özellikleri ile adı arasında bağlantı kurmayı denemek iyi sonuç verir.Tekrarlama adın zihne sağlam olarak yerleşmesini gerçekleştirir.Bu şekilde yapılan zihinsel egzersizler her şey için uygulanabilir. İnsanlar değişmez bir bellek yapısı,sürekli zihinde tutma özelliği ve şaşmaz bir anımsama yeteneği ile doğmazlar.Diğer beceriler gibi bellek te çalışarak geliştirilmeye ve eğitilmeye muhtaçtır. KAYNAK: The Joy of Knowledge Encyclopaedia
  22. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Mitoloji
    Büyük su baskını olarak nitelediğimiz tufanlar çeşitli bölgelerin mitlerinde görülür.Bunlar gerçekten olmuş olaylar olabilirler.Aynı zamanda bazı yerel su baskınlarının evrensel olaylar olarak yorumlanması da olabilirler.Bu mitlerin ana teması aynıdır.Su baskını,bunu önceden haber almış ve bir tekneyle kaçabilmiş bir kişi ya da bir aile dışında,yeryüzündeki bütün canlıları yok eder.Daha sonra tanrıların gazabı yatışır,sular çekilir ve yaşam yeniden başlar. * Nuh ile ilgili tufanı anlatan bir Etiyopya metnindeki resimde,Nuh’un gemisi çok katlı otopark gibidir.Her katta,tufandan sonra sular çekilince dünyayı yeniden dolduracak canlılar vardır.Bu tufan mitinin verdiği mesaj,insanı çok gururlu olmaması için uyarmaktır. İbrani mitindeki Nuh’un tersine Hindu mitindeki Manu,sağ kalan tek canlıdır.Bir balık kendisine tufanı önceden haber vermiştir.Herşey bittikten sonra Manu kendisini yalnız hisseder ve bir kadın ister.Tanrılar, bu kadını Manu’nun kendilerine sunduğu ekşi süt ve tereyağından yaparlar. * Mezopotamya destanı Gılgamış’ta tufandan sonra hayatta kalan Utnapiştim ve karısıdır.Ama onların tanrılarla ilişkileri kişisel değildir.Nitekim su ve bilgelik tanrısı Ea,ağzından kaçırdığı bir lafla tufanın olacağını Utnapiştim’e bildirmişti.Ea böylece tanrılar kurulunun sırlarını da bir ölümlüye açıklamış oluyordu.
  23. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Mitoloji
    İlkbahar ve yaz mevsiminde tarlalarda görülen verimlilik ve canlılık sonbahar gelince biter.Ekinler ölmüş ve güneşin gücü azalmıştır.Sonbahar mevsimi mitolojilerde kahramanın veya tanrının ölümünü simgeler.Aynı zamanda ana tanrıçanın yokedici gücü de etkisini gösterir. İsa’dan yüzyıllar önce Anadolu’da insanlar Mitraizme inanıyorlardı.Kendisi de bir boğa olan güneş tanrısı Mitra,bir boğayı kurban etmiştir.Bu durumda Mitra,hem ölen hem de öldürendir.Bu nedenle Mitraizmde kurban kesme büyük önem taşır.Zira kurban,mevsimlerde olduğu gibi bir değişimi simgelemektedir.Bereketi arttırır,insan ruhunu arıtır.Kurban edilen boğa acı çeker,tanrı bile ondan gözlerini kaçırmak zorunda kalır.Ama yeni kurban edilmiş hayvanın çeşitli parçalarından yenilenmiş bir evren doğar. * Dünya üzerindeki yaşam ve ölüm çevrimi,İskandinav tanrılarına bir ayrıcalık tanımaz.Onlar da egemenliklerinin sonunda canavarlar tarafından öldürülür.Tanrıların sonu,kuzey kışlarının başlangıcını simgeler.Ama oğulları,tanrıların öcünü alırlar.Tanrı Odin kurt Fenris tarafından parçalanmıştır.Odin’in oğlu kurt Fenris’i öldürür.Böylece yeryüzü ağacı Yggdrasil’den yeni bir kuşak türer. Aktaion bir geyik avladığı sırada nedimeleriyle birlikte yıkanan Artemis’i görür.Artemis çok öfkelenir. Aktaion’u bir geyiğe dönüştürür.Sonra onu köpeklerine parçalatır.Bu öykü görünüşte bir kadına duyulan şehvetin cezalandırılması gibidir.Ancak geyik kutsal bir hayvandır.Aslında Aktaion’n parçalanışı,gelecek hasadı bereketli kılmak için bir kurban verilmesini simgeler. * Zeus,Persephone’nin hem babası hem de dayısıdır. Persephone’yi yer altı dünyasının kralı olan kardeşi Hades’le evlendirmeye söz vermiştir.Ancak Persephone’in annesi Demeter’in bundan haberi yoktur. Persephone bir gün kırlarda çiçek toplarken ansızın toprak yarılır ve Hades Persephone’yi kaçırır.Kızının kaçırıldığını öğrenen bereket tanrıçası Demeter,Zeus’a kızar ve Olympos’u terk eder.Böylece yeryüzü hiçbir bitkinin yetişmediği kıraç bir yer olur,toprağın bereketi kalmaz.Kıtlık başlar.Bunun üzerine Zeus, Persephone’yi geri getirmesi için Hermes’i yollar.Hades buna razı olur.Ama Persephone’ye büyülü bir nar yedirmiş ve onu kendine bağlamıştır.Zeus bu duruma bir çözüm üretir. Persephone çiçek ve meyve mevsimini annesinin yanında geçirecek,yılın geri kalan bölümünde kocası Hades ile birlikte yeraltında olacaktır. * Bereket ve ölümü mevsimlerle birlikte niteleyen bu mitte yeraltında yaşayan Persephone toprağa gömülmüş tohumu simgelemektedir. Persephone’nin annesine kavuşması ise insan ve hayvanları besleyen tohumun büyümesidir.Bu olayın devamını sağlamak ve Demeter’i hoşnut etmek için her yıl şenlikler düzenlenirdi. Mitler mevsimlerin birbirini izlemesini açıklar.Bunun yanısıra güneşin doğuş ve batışını açıklayan mitler de vardır.Hatta bir avın evrelerini niteleyen örnekler bile görülür.Hint-Avrupa mitlerinde güneşin yörüngesi bir at ve araba olarak ele alınır.Hindu güneş tanrısı Surya gökyüzünü ateşten bir araba ile dolaşır.Kuzey ülkelerine ait bir mit,Güneş ve Ay’ın hareketini,onların kızgın kurtlar tarafından kovalandığı biçiminde yorumlar. * Hindistan’da ay,tanrıların içinden ölümsüzlük iksiri Amrita’yı içtikleri çanaktır.Ay tutulmaları canavar Rahu yüzündendir.Tanrılar süt okyanuslarını yayıkla döverek ilk iksiri elde ettikleri sırada Rahu bu iksirden ilk yudumu çalmıştır.Vişnu hemen onun başını kesmiş,ama bu baş hırsla Ay’ı izlemiştir.Rahu Ay’ı tutmayı başardığında Ay tutulur.Ama midesi olmadığı için Ay yeniden ortaya çıkar ve yeni bir kovalamaca başlar. KAYNAK: The Joy of Knowledge Encyclopaedia
  24. Çok yüksek bir tepenin karşısında bulunan herhangi bir kişi,o tepeye tırmanmaya kalktığı takdirde bu işi başaramayacağını düşündüğünde onun kaygılandığından söz edebiliriz.Aslında bu,olumlu bir durumdur.Bu tepeyi yaşantımız boyunca karşılaştığımız zorluklara benzetebiliriz.Bazı kişiler,hayatın sorunları karşısında,o sorunları çözme yerine oyalanmayı tercih ederler.Sık sık fikirlerini değiştirirler,sorunların çözümünü mümkün görmezler.Hatta mevcut bir tehlikeyi çok daha az bir tehlike halinde görme eğilimine girerler. Yaşantımız boyunca iş hayatımızda ve sosyal çevremizde her türlü sorun her zaman bizimle birliktedir.Örneğin gelirimizin az oluşu yüzünden çektiğimiz sıkıntı veya toplumdaki bazı kişilerin onaylamadığımız davranışları vardır ve bunlar birer gerçektir. * Bu gerçekler aşılması gereken yüksek tepeler gibidir.Çoğu kişi bunları aşar.Ama hayalci Bay X,bunu yapacak durumda değilse ya bu sorunu yok edecek,yani onu yok varsayacak,ya da onu unutmak için bütün vaktini harcayacaktır.Çünkü o,bu sorunlar karşısında kendisini yetersiz bulmaktadır.Başkasının başarıları karşısında,aynı sorunlar konusunda başarısız olacağına inandığı için aşağılık duygusu hissetmektedir.Bundan böyle toplumla temas etmekten çekinir.Üstelik böyle davrandığının pek farkında da değildir.Artık tek amacı,toplumla yüz yüze geldiğinde onurunu savunmak,karşılaştığı her kişiden üstün olduğuna inanmaktır.Bay X’in kendisi hakkında iyi fikirler edinme yollarının en iyisi,çevresinde bulunan kişileri küçük görmesidir.Herkesi eleştirir,kendisi olmazsa hiçbir işin yürümeyeceğini söyler. * Kapkaranlık bir sokakta tek başına yürüyen bir kişinin biraz korkuya kapılıp ıslık çalması normal bir davranıştır.Ama aynı kişi büyük bir caddede gündüz vakti ve kalabalık içinde aynı şeyi yaparsa,derinliklerinde benimsemediği bir korkusu var demektir.Diğer taraftan bütün işi gücü herkesin karşısında onurunu korumak olan biri,eleştiri almaya karşı çok hassastır.Bir yanlışlık yapsa veya bir şeyi unutsa,bu hatasını kabul etmez.Eğer üstün birisi olmadığının farkına varırsa hemen zıt ve uç noktaya kayar,bu kez kendini aşırı şekilde basit hale koyar. * Bay X,dağın yüksekliğini fark edince,yeteneksizliğinin bilincine varır ve son çareye baş vurur.Dağın yüksekliğini iki misli arttırır.Aynı zamanda kendi boyutunu da iki misli azaltır.Şimdi kendisini acındıracak hale getirmiştir.Çevresinde bulunan insanların keyifleri yerindedir,aileleri onlara ihtimam göstermiştir.Zenginlik içindedirler.Kendisi ise hep aşılamayacak problemler içinde çırpınıp duran birisidir. * Çok çalışkan,telaşla hareket eden ve zaman zaman saldırgan tutum sergileyen bazı insanlar fiziksel yönden birtakım eksiklik taşıdıklarını düşünüyorlarsa aşağılık duygusuna sahip olabilirler.Bunlardan birisinin arkadaşlar arasında yapılan toplantılardaki tutumları birtakım ipuçları verir.Örneğin kendisinin orada olduğunu belirtecek her türlü eylemi yapacaktır.Dikkatlari üzerine çekmek için pencereleri açacak,gerekli gereksiz masayı düzenleyecektir.Bu gibi kişiler,hayatı bir rekabet,ne olursa olsun yarışı kendilerinin kazanması gereken bir olay olarak görürler.Onlar için önemli olan,her şeyi daha iyi yapıyor gibi görünmektir.
  25. sedat sencan şurada bir başlık gönderdi: Psikoloji - Psikoloji Forumu
    Nevrozlu kişilerin ruhsal yapısı ile psikozlu kişilerin ruhsal yapısı arasındaki en önemli fark,dış dünya gerçeklerinden kopuş derecesi ile ilgilidir.Psikozların aksine nevrozlar gerçeklerden tümüyle kopmuş değillerdir.Nevrozlu hastalarda görülen birtakım belirtiler zaman zaman ruhsal yapısı normal olan insanlarda da görülebilir.Ancak bu durum o kişilerin nevrozlu olacakları anlamına gelmez.Olsa olsa davranışlarının abartılı olduğu söylenebilir.Yaşantılarımızın belirli dönemlerinde karşılaştığımız birtakım olaylardan ötürü çoğumuz bunalıma girmişizdir.Zaman zaman aşırı şekilde kaygıya kapıldığımız olmuştur,normalden daha fazla korkular içinde kalmışızdır.Bütün bunların nevrozlardan farkı nitelikleri değil,nicelikleridir. * Nevroz konusu içinde incelenen hastalıklı durumların sayısı oldukça fazladır.Bunları sınıflandırmak zordur,ama belirtilere göre bazı ayırımlar yapılmaktadır.En çok rastlanan kaygı nevrozudur.Bu kişilerde ortak olan fiziksel şikayetler ağız kuruması,kalp çarpıntısı ve aşırı terleme gibi biyolojik olgulardır.Bunların,nesneler karşısında duydukları korku panik seviyesine kadar yükselebilir.Özel bir durumdan korkma olarak adlandırılan fobiler kaygı nevrozunun başlıca niteliğidir.Örneğin hafif fobili bir kişi bir böceği tutması gereken durumda biraz korkabilir.Ama fobisi aşırı derecede olan nevrozlu kişilerin korkmaları için böcek sözünü duymaları bile yeter.Dolayısı ile böceklerle karşılaşmamak için her yola başvururlar. * Takıntı nevrozunda hasta,kendisine ait olmayan yani dışarıdan gelen birtakım düşüncelerle mücadele halindedir.Hoşlanmadığı bazı hareketleri yapmaya kendisini zorunlu hisseder,bu hareketleri yapma gereğinin önünü alamaz.Böyle davranmasının nedeni içinden gelen zorlayıcı duygulardır.Ortaya çıkan davranışlar normal sınırını aşan garip özellikli davranışlardır.Herhangi bir eşyaya belirli sayıda dokunmak ihtiyaçlarının önüne geçemezler.Veya başka biri bir eşyanın pis olduğunu düşündüğü anda ondan kurtulmak için defalarca aynı eylemi tekrarlar,örneğin pis olduğunu sandığı bir halıyı tekrar tekrar süpürür. * Yakın bir arkadaş veya akrabanın ölümü,istenmeyen herhangi bir olayın gerçekleşmesi,yapılması beklenen bir davranışın gerçekleşmemesi gibi durumlarda çöküntü nevrozu kendisini gösterir.Aslında böyle olaylar karşısında herkes belirgin şekilde sıkıntı duyar,ama çöküntü nevrozu olan kişilerde bu sıkıntılar oldukça abartılıdır ve ruhsal yapılarına kazınmıştır.Gene de manik-çöküntü yani depresyon psikozlardan farklıdırlar. * Bazı kişiler öfkelerini kontrol altına alamazlar,aynı zamanda bağırma nöbetlerine girerler.Bu bağırmalardan kasıt, sesli bağırma olabileceği gibi felç,titreme,bellek kaybı gibi hem bedensel hem de zihinsel belirtilerdir.Bütün bunların nedenleri çok çeşitlidir.Örneğin bir kişi karşısına çıkan güç bir durumla başa çıkamayacağına kesinlikle inanırsa o gerçekten kaçar.Böylece bilinçaltına sığınmış olur.Bütün bu durumlar isteri olarak adlandırılır. İsteriler de çeşit çeşittir.En fazla rastlanan türü kopuntu veya kaçış içeren durumlardır.Hasta etrafındakilere hiçbir şey belli etmeden birdenbire ortadan yok olur.Örneğin bir yolculuğa çıkar.Aslında dışarıdan bakan birisine göre bu yolculuğun hiçbir planı veya hedefi yoktur.Ama biraz inceleme yapılınca diyelim ki o kişinin ufak bir hırsızlık yaptığı anlaşılır.İşte bu hoş olmayan olayı unutmak amacıyla yola çıkmıştır.Yolculuk boyunca yaptığı olumsuz davranışı bellek kaybı vasıtası ile yok edecektir. * Bazı hastalar kendilerini dış dünyadan ayırırlar.Bu durumun bir örneği çift kişiliktir.Hasta birbiriyle ilgisi olmayan ve tutarsız davranışlar gösterir.Her zamanki yaşamında utangaç ve çekingen olan bir kız kopuntu veya kaçış nevrozlu halinde baştan çıkarıcı kişilik sergilemeye başlar.Bu nevroz hali yerinde kalmayıp ilerleme gösterirse durum hasta için daha vahim olur.Hasta bu durumda değişik kişilikleri için tamamen farklı ve köklü davranışlar gösterir.Artık bu kişiliklerden birinin diğerinden haberi yoktur.Kullandığı isimler bile farklıdır. * Kaygı,çöküntü ve isterik nevrozlar,bu durumlara eğilimli kişilerin karşı karşıya kaldıkları çeşitli baskılara karşı gösterdikleri tepkilerdir.Ruhsal yapısı çok güçlü davranışları çok dengeli olan sağlıklı kişiler bile yaşamlarında karşılaştıkları büyük aksilikler karşısında çöküntüye uğrayabilirler.Gördükleri baskı nedeniyle kaygı duyabilirler.Ama bir süre sonra gerçekler karşısında olduğunu kabul edip bu gerçeklerden kaçmayarak belirli çözümleri üretirler.Bu beceriyi nevrozlu kişiler gösteremezler,kişiliklerine işlemiş olan hastalıklı davranışlarından kurtulamazlar.

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.