Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

GıLgaMeŞ

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    245
  • Katılım

  • Son Ziyaret

GıLgaMeŞ tarafından postalanan herşey

  1. Kendi ifadenizi kendiniz bitirmişsiniz arkadaşım. Tuvalin sanatçısı diyorsunuz ardından kabul etmesek diyip ...ne söylediğinize bakar mısınız!
  2. Sevgili rastlantı,güzel diyorsun ama evrende boşluk yokki! Yani evrenin bir köşesinde içine çökme hadisesi olacak olsa, tüm evreni içine alacaktır. Ayrıca dağılıp giden parçalar eğer senin iddiana göre , bir yerlerde tekrar birleşme oluşturacak olsalar,bu takdirde dağılmıyor aslında evrenin içinde durağan ,sabit bir yapıda oluyor demektir.Oysa evrenin durağan olmadığı her yerinde hareket olduğu kesinlik kazanmış durumda.Ve hatta newtonun fiziğinin bu konuda yetersiz kaldığıda malum yani. Ha birde ölen canlının ''ruhu''nu maddenin neresinde sakladığımızda sorulması gereken ayrı bir soru olsa gerek!
  3. Vatandaş! Gılgameş destanını orjinal metninden okudum ben!Sayfaların yarım kaldığı tabletlerin çözülemediği yerleri,senin gibi yorumlamadan anlatan metinlerden. Tufanda bahsi geçen UTNAPİŞTİM denilen şahsın Nuh aleyhisselam olduğunu iddia eden tarihçiler var! Kaldıki bana nazire yetiştireceğine gitte destanı oku evvela. Bir husus daha ben buraya yazarken , neyi anlatmışım sen ne anlatıyorsun! Senin başka işin gücün yokmu?
  4. Bu iddialarının hangisinde ''delil ve ispat var'' soruyorum.Demişsin tanrı birşey göndermemiştir. Nedir kanıtın? Allah'ın yanındamı geçiriyorsun günlerini? Yoksa sana ulaşan bilgiler mi var? Ortaya attığın şeylerin bir tanesinde bile ''benzerlik'' kurgularından başka ne var elinde? Bununlada yetinmeyip ''kafanın almadığı'' şeyler sebebiyle bana beş farklı dille anlıyor musun demeyi marifet mi sanıyorsun?Sana izah ettim soru sormuşsun cevap verdim.Sen anlamadıysan ben ne yapabilirim, geçersin aynanın karşısına ''kendine'' sorarsın o soruları tamam mı! Sana şakkı sadr olayının mantığını anlatırken '' temizleme'' hakikatının nübüvvetle ilgili hazırlık ve işaret olduğunu yazıyorum,düğün meselesinde torpil var deyip kavrayamadığın işin sebebini anlatıyorum, hala fareli köyün fareleri gibi, bir ''mırıltının'' peşine takılıp gitmekte ısrar ediyorsun. Arkadaşım afedersin ama , bırak seninle tartışmayı, cevap verilmeyi dahi ''hak etmeyen'' bir uslup sergiliyorsun. İnancıma matrx diyen bir insanla ne konuşabilirim!Şartlandığın ve kürsüye böyle çıktığın belli zaten... Ne anlatıyorsun. Sen Allah'ı kabul edip onun bu alemi boş bırakıp ''oyun''oynadığını sanmaya devam et bakalım.Bu inanç akılla izahı kabil bir inanç mıdır? Allah var diyeceksin ve sonra bir şey göndermemiş, neyi neden yarattığını bilmiyor diye hükmedeceksin. Senin bu inancın hakikaten '' çok mantıklı'' ( ! )
  5. 1.Aişe-i sıddıka hakkına yapılan tenkitler, daha ziyade bir anlayışsızlığın veya sırf düşmanlığın eseridir.Aişe-i sıddıkanın ifk hadisesinde ispat edilmemiş bir ''onursuz'' isnattan ötürü ''recm'' edilmesini bekleyenler bilmiyorlar mı ki; nebi aleyhisselama gelip ''ben zina ettim, beni recm'' edin diyen ''gamidiyeli'' kadına : ''defalarca bu konuyu kapatmasını ima ederek, gitmesini beklemiş ve kadın ısrar edip diretince , recm edilmesini istemiştir'' ... Eğer tenkitleriniz ilim adına ise neden bunlarıda görmüyor musunuz? Yani sizin ve dönemin münafıklarının yapmak istedikleri işi yapıp ''henüz ispat edilmemiş'' bir iftiraya binaen , aişe-i sıddıkayı recm mi etmeliydi?Bunlar sadece süre gelen düşmanlığın izleridir! 2.Kuranda olduğunu ''sandığınız'' çelişkiler için sadece şu kadar söylenir: Siz anlamamak için okursanız, ALLAH karşınızda sizinle konuşsada anlamazsınız!Onun için bu basit ve sığ iddiaları tekrar etmekten artık ''usanın-vaz geçin'' diyorum. 3.Bir ayetin bir yerde bir şey ifade ederken başka bir yerde başka bir şey söylediğini iddia etmeniz nasıl içi boş bir tabirdir arz edeyim: Nasılki uzayı ve atomları bir çocuğa ayrı, büyük bir insana ayrı bir lisan ve seviye ile anlatırsanız, aynen öylede Kuranda herkese kendi seviyesine göre hitap etmiştir.Bir bahçede nasılki bütün meyveler ağaçların en üstünde değilse ve bahçeye giren uzun olsun kısa olsun, bir şekilde kendi ''istidadına'' göre bahçeden hisse alabiliyorsa,aynen bunun gibi Kuranı okuyan, avam olsun havas olsun, kendi kabiliyeti nispetinde bu bahçeden hisse alacaktır.İşte sizin gibi ''eli kolu''olmayan ateistler bu bahçeden nasiplenemeyince, bu bahçe işe yaramaz sözünüz ne kadar içi boş bir iddia olduğunu anlamak zor olmasa gerektir. 4.Nazil olan ayetler bir duruma veya olaya binaen nazil olmuştur.Mesela bir ayette: enfal 65)EY PEYGAMBER! MÜMINLERI ÇARPIŞMAYA TEŞVIK ET! SIZDEN SABIRLI YIRMI KIŞI OLSA, KÜFRE SAPANLARIN IKI YÜZÜNE GALIP GELIR; SIZDEN YÜZ KIŞI OLSA, ONLARIN BININE GALEBE ÇALAR. ÇÜNKÜ ONLAR GEREĞINCE ANLAMAYAN BIR TOPLULUKTUR. (enfal 66)ŞIMDI ALLAH SIZIN YÜKÜNÜZÜ HAFIFLETTI VE SIZDE BIR ZAAF BULUNDUĞUNU BILDI. ŞIMDI SIZDEN SABREDECEK YÜZ KIŞI OLURSA, IKIYÜZ KIŞIYI ALTEDER. SIZDEN BIN KIŞI OLURSA, ALLAH'IN IZNIYLE IKIBIN KIŞIYE ÜSTÜN GELIR. ALLAH SABREDENLERLE BERABERDIR. birinci ayet müminlerin sayıca az, ancak daha kararlı bir grup olduğu bedir harbinden az evvel nazil olan ayettir , ve o zamanlar müminler sayıca az olduklarından her birbinin omzuna düşen yük daha fazla. ikinci ayetteki ifadeler bedirden çok sonra , müminlerin kuvvet bulmasıyla herbir müminin omzuna düşen yük azalacağından ,verilen sayıda azalmış ve yarı yarıya inmiştir.tarihi seyrine bakılırsa akılda bunu tasdik eder.uzatmaya gerek yok. 5.Peygamberin haşa ''keyfine'' hitap ettiğini iddia eden ayetler, Zeynep binti cahş ve meşhur Zey bin Harise olayıdır ki , bunu defalarca izah etmemize rağmen tekrar edilip durulmasından artık bıktık! -http://www.islamiyet.gen.tr/islamda_kadin_ve_erkek/peygamber_efendimizin_evlilikleri.php- Olayın ne büyük bir ''iftira ve anlayışsızlık'' olduğunu okumak isteyenlere şu linki veriyorum: Arkadaşım: Çelişki bulmak için harcadığın bunca emeğinin yarısını, İslamı anlamak için harcasan çoktan anlamıştın!
  6. Örtünme arzusu fıtridir.Sosyal kazanımlar bu hissiyatın gelişimide azımsanmayacak bir rol sahibidir.Sosyalleşme yolunda insanlar bir birlerinden bir şeyler edinirler.Ayrıca sümerler ''hafife'' alınacak bir kavim değildi.Zamanlarında nebiler gelmiş ve tesettürü o peygamberlerden öğrenmiş ve zamanlada bu gelenek haline gelmiş olması muhtemeldir.Meşhur gılgameş destanında NUH nebinin adıda geçmektedir. Dolayısıyla böyle benzerliklerin görülmesinin , biri diğerinden türedi manasına yorumlamak zannımca eksik bir incelemedir. İslamın örtünme emrinin, kendi içindeki hudutları ''nezihane'' belirlenmiştir.Bu gün burka adıyla afganistanda yaygın olan veya anadolunun bazı yerlerinde kara çarşaf adıyla bildiğimiz, örtü şekli İslamın emri değil,bilakis bireylerin tercihleridir.Sınırlar belli olduktan sonra bu ve benzeri tercihlere ''saygı'' duymak gerekmektedir.Mesela burada şunu söylemek yerinde olacaktır: Acaba tarih içinde ''çıplaklığın'' ve '' hippiliğin'' temelini teşkil eden bir giyim kuşam tarzı var mıdır?Acaba neden bunlarda tarihsel seyri içinde araştırılmıyor incelenmiyor...Mesela Türkiyemizde dahil, bir çok İslam memleketinde örtülülerin yanında, bir o kadarda ''açık'' giyinen kimseler vardır.Neden bunlara dair bir tenkit ve ilmi bir analiz yapılmamaktadır? Saygılar...
  7. Sevgili rastlantı dağılıp gitmiş materyalleri , tekrar ''hangi'' kuvvetle sonsuz uzaklıktaki(!) yerlerden toplayıp getireceğine dairde bir formülün var mı bari?
  8. 1.Çelişiyor diye gösterdiğin yazıların arasında ''zerre''kadar çelişki yoktur.1. yazı tespit 2 . yazı benim o tespiti ne hale getirdiğimi anlatıyor. 2.Hilal asrı saadette kullanılmadı,raşid halifeler döneminde de yoktu ve hatta emevilerde kullanmadı,alp arslanın aldığı bir kilisenin tepesinde gördüğü haçı söküp yerine ''hilal'' takmasıyla kullanıldı.Sen ne anlatıyorsun! 3.Yok kabe , yok secde , yok şu yok bu...vs...vs... Afedersin ama sen daha ne iddia ettiğini bilmiyorsun!Bak sana çok açık ve net bir ifade ile anlatayım: Ben müslümanım ve dinimi Muhammedi Arabi aleyhisselamdan aldım ve benim inançlarımın içinde ne bir totem ne bir sanem mevcut değildir.Kaldıki atası İbrahim gibi putlara düşman bir nebiye, kaldırıpta böyle mesnetsiz ifadelerle itham etmen , ya konuştuğunu bilmemek yada okuduğunu anlamamaktan başka bir şekilde izahı kabil değildir.Kaldıki bakın sahih hadis kitaplarında:'' Ben geldiğim zaman, tazim için ayağa kalkmayınız'' diyen nebiyi , sen kalkıpta, Allah'tan gayrısını ululamakla , itham etmenle ne derece şeni ve deni bir tarzı beyana dahil olduğunu göstermişsin. 4.Rahip bahiranın peygamberi zişanın nübüvvetine yetişemedn öldüğünü bilmiyor olmana şaşırmadım.Zaten sende ve benzer iddialarla ortaya ''atlayan''kimselerde en bariz özellik, ilimsiz yola çıkıyorsunuz edindiğiniz bilgileri adeta cafelerde arkadaşını beklerken gazeteleri karıştıran kimsenin ilmi edindiği gibi ediniyorsunuz.Bahiranın peygamberimizi görmesi olayı daha nebi aleyhisselamın çocukluğu sırasında yaşanan bir vakıadır.Kaldıki onun nübüvvet mührünü görüp öptüğü ''İslami''kaynaklarda yer almıiştır.Ha siz ben islami kaynaklara inanmam diyorsanız, afedersiniz ama naimanın veya uzunçarşılının tarihinde bunları bulamazsınız... 5.Sen habire daldan dala atlayıp mevzuyu yaydıkça yayıyorsun.Senin sorduğun soruya verdiğim cevaba rağmen , gidilen düğün merasiminde ne yapıldığı belliydi niye gitti demene karşılık şunları sormak lazım: Acaba sen düğün izlemeyi ''günah''mı sanıyorsun!Fıkıh ve siyer kitaplarına bakarsan göreceksinki, Peygamberimiz zamanında oyun ve eğlenceler hatta düğünler vardı ve bunları bizzat kendiside izlemişti.Burda esas gidilen yerde ''günah''işlenmemiş olmasıdır.Sahabinin ve ümmetinin düğünlerine gitmesi, ordaki eğlenceleri izlemesi , onların nikahın aleniyeti hususunda yaptıkları davete, ''şeri'' sınırlar dahilinde iştiraktır.Ve oralarda dahi va'zü nasihat etmiş, konuşmuştur.Bu iki durumu karıştırmamak gerekir. Hatta ''düğünü (nikahı) def ile duyurun'' demiştir.Zaten nikah sahip olduğu mana itibariyle ''aleni'' kılmak anlamlarına gelmektedir.Böylece peygamberi zişanın , gençliğinde böyle bir merasimi izlemek için gitmiş olması, çirkin veya günah bir fiili işlemek için değil, nefse bakan yönüyle ''boş'' bir iş olması sebebiyle o işten men edilmiş,Allah ona böyle boş bir işi irtikap ettirmemişti.Binaenaleyh, gitmesine rağmen orada uyuya kalması ve uyandığında sabah olması, yine benzer bir şakkı sadr( göğsün yarılması) olayı gibi kendisinde yer etmiş ve benzer bir düğün izleme olayını başka bir zaman tekrar yaşamış ve yine uyuya kalınca artık bir daha hiç gitmemiştir böyle bir yere.Dolayısıyla nasılki maksat çirkeften korumak idiyse değişen bir şey olmamış ve yine koruna gelmiştir. Seni anlatmak bana düşmez ey yüce Peygamber! Ama gel gör ki bazan nacizanede olsa senin için söylenen çirkin sözlere dayanamayıp itiraz ediyorum.Allah'ın salatı ve selamı senin o mübarek ruhu şerifin üzerine olsun...Rabbim yolundan yürüyüp sana mülaki olmayı bana nasip etsin.
  9. Arkadaş t. dursunun ezberciliği demek, illede tutup copy paste yapıp alacaksın demek anlamına gelmezki! Siz ehl-i küfr olduğunuz için kaynaklarınız ''çokluk''arz edebilir, ama gel görki bizler ehli İSLAM olarak Muhammed-i Arabi aleyhisselamdan başka bir kaynağnağımız yoktur.Ve sizin ''düşünmenize'' yardımcı olmak için bir hususu arz edeceğim: Soru iki satır olsa bile cevabı bazan ''kitaplar'' kadar olabilir.Siz bu ve benzer soruların cevaplarını, bir çok adresten bulabileceğiniz halde,tutup burda ''onca '' cevabı görmezden gelerek , soruyu sorarsanız size ''tembellik'' yapıp okumadığınız yazıları buraya copy'de yaparım paste'de yaparım, bu gayet doğaldır. 1. Birinci sorunun cevabını ''tatminkar'' buldum demenizden şunu anladım: O 1.soru yemdi, ve asılsız mesnetsiz bir iddiaydı,aklınız sıra tatmin oldum demekle, kendinizi ''hakkı gördüğünde tasdik eden'' gibi gösterip diğer zaviyelerden ''hucum'' etmektir.Bunun ve benzeri tenkitlerin hangi tekniklerle yapıldığını bilirim ben. 2.Peygamber ile babasının peygamber olmaması arasındaki farkı anlamaman senin için ve hatta bu zihniyet için hiçte ''yeni'' olmayan bir kayıp aslında! Bu gün Batılı kaynakların dahi kendisinden bahsederken ''Tazimle'' bahsettiği bir insan hakkında , babasının ölümünün ardından annesinin evlenmesinden dolayı, tüm kadınlara ''düşman'' gibi göstermeye çalıştığınız ''hasta''ruhlu yakıştırmasını, bunu iddia edenlere iade ediyorum.İslamdan evvel kadına ''mal'' gözüyle bakılırken kadına getirdiği ve hatta hayvanlara dahi ''onları incitmeyiniz'' diyerek hukuk belirleyen bir insan için, S.freud'un basit pskolojik tahlillerini yapmanız çok ''sığ'' ve aynı zamanda yersiz olmuştur bunuda ayrıca belirtmek isterim.Kaldıki muhterem validelerinin dahi babasının vefatından sonra evlenmesi diye bir durum söz konusu değilken, evlenseydi ne olurdu, yoksa bu peygambere ''imandan'' seni alıkoyan sadece bu izdivaç olayımıydı diye sormadan edemiyorum doğrusu! 3.Bak arkadaşım; ebu lehebin ''alev babası''lakabını ve durumunun gelecek nice ebu leheblere ''misa'' teşkil etmesi ve hatta nuh kıssasında ve lut olayında da aynı ailenin bireyleri için misaller verilmiş ve ; bir dava için ortaya çıkan bir kimseye ailesinin dahi düşman olabileceği ve bu işin nübüvvet olayıyla kıyaslandığında ne denli bir ''kayıp''olduğu benzer misallerle defalarca zaten anlatılmıştır.Bunca orjinal soruları bulmak için harcadığın zamanı, konuyu ''ilmi haysiyetiyle'' kavramak adına harcamış olsaydın , bunca desteksiz sualler ve kayıtsız kaynaksız sadece bazı benzer olay ve şekillerden hareketle bu ''komik'' çıkarımlara ulaşmazdın. 4.Bir rahipten bahsetmişsin daha ismini bile zikredecek ilm yokken tutup onca ''saçma''çıkarımları yapmışsın tebrik ederim.Yaz buraya bana bir tane kaynak, o bahsi geçen rahip kimse ismini senden duymak isterim, O bahsi geçen rahip ''imansız''öldü diye bir tane dedil getir.Sana açık ve net meydan okuyorum,o ki ************* şeyler yazmışım ben ! Buyur sende ortaya attığın lafının ardında dur ve o rahibin hayatını ''KAFİR''olarak sonlandırdığına dair bir tane delil getir görelim. 5.Peygamber aleyhisselamın ümmiliğinin nübüvvetine nasıl bir delil olduğunu senin ''seleflerinde haleflerinde'' anlamadı, anlamak işinize gelmiyor zira!Eğer okuması ve yazması olan birisi olsaydı bu defa ''o okumuş birisidir ve o bunları okuyarak öğrendi'' diyecektiniz!Buna rağmen okumayan bir insanın , ağzından bunca kemalatı cami sözler çıkınca elbette buda ayrıca onun nübüvvetine bir delil olmuş olacaktır.Ama bunu hangi mantıkla ortaya attığınıda inan anlamadım .Alışılmış ateist tenkitleriyle çelişkiye düşmüşsün.Genelde ateistler onun illede bir yerlerden okutulduğunu iddia etmeye çalışırlarken sen aksini yapmaya çalışıp, kemalatını hiçe saymışsın ilginç olmuş ama fena değil, bindiğin dalı kesmişsin! 6.Şakkı sadr dediğimiz ''göğsünün yarılması'' olayıyla ebu lehebi veya başka birini mukayese etmen yanlış.Zira o bir nebiydi ve her yönüyle korunacaktı.Kalbinde şeytanın girmesine yer kalmamalıydıki vahy ona sağlam gelsin hayatı tam bir örnek olsun.Ama bir başka müslümanın böyle kemalata raci bir ameliyeye alınmasına gerek yoktur çünkü; peygamberden sonra ''vahiy'' gelmeyecektir.Aradaki farkı ben çok rahat kavrıyorum şimdi senin kavramaman benim değil, bilakis senin nakıslığına işarettir. 7.Konu hakkında fikir baban ''aziz nesin'' gibi ''alaycı'' ve ''tiyatrocu'' uslubunla sadece sen kaybedersin!Geçiyorum... 8.Sana yukarda yazdım kafana sığmadı galiba tekrar yazıyorum.Süt anne kavramı, sonraları İslam hukukunda yerini bulmuş ve temelini eski araplardan almış bir sistemdi.İslam vaz edildiği zaman tüm gelenek ve görenekleri silmedi.Devamında ''zarar'' olmayan masumane adetlere müsade etti.Süt anne ve bunun hukuki ifadeleri, bu konuyu çok detaylı anlatır.Zahmet edip okumuş olsan bu ''saçma'' sualleri sormazdın! 9.Hacerül esvedi , imza yapıp diğer resimlerle benzerlik kurman, konu hakkındaki fikirlerini ortaya koymuştur zaten, ben bunu ifade ettim.Yukarda izahı geçiyor dememden de senin anlamanı beklemek bir hata olmuş benim için neyse... Her zamanki gibi yine ''ateistlerin düşünmelerine'' yardım olsun kabilinden bir izahat yapalım : Yukardaki yazıda ay kültüyle ilgili olan iddianın dayanaksız bir iddia olduğunu gösterdim.Bu konuda anlatılan mevzu özetle; İslamın başka dinlerden esinlenerek bazı ritüelleri edindiği iddiasın nasıl boş bir laf olduğunu göstermekti.Böylece ''gümleyen'' 1. iddia otomotikmen senin imzanda ''alakaya maydonoz'' kabilinden yaptığın benzetmeyide ortadan kaldırmıştır.Umarım şimdi anlamışsındır.Ayrıca dinlerin kendilerine has ibadet şekilleri olacaktır ve islamdan evvel bir çok din gelmiş ve tahrif edilmiş olmasından dolayı ''tümüyle'' tahrif edilmememiş olabilirliğinden yola çıkarsak , ibadet şekillerinde olacak benzerlikler gayet doğaldır.Bunları kavramak yerine '' buna benziyor o zaman kopya'' tembelliğine yönelmek ne derece ilmidir sormak lazım! Ayrıca seninle ve buradaki tüm ateistlerle de ''laf dalaşına'' girmek sonuç vermeyecek bir iş...Hem sadra şifa verir tek bir tane söznüz olmadığı gibi, az bir gayretle tüm felsefeniz ne kadar mesnetsiz hemen görünüyor yani.Dolayısıyla bu ve benzer , insanı ''Şirazeden'' çıkaracak iddialarınız yeni değil ki.Eskiden bunu ''dozi'' yapıyordu,şimdi '' yüksek vekaletine '' sizleri tayin etmiş.İsimler değişse bile tekrar edilen ''terane'' hep aynı!
  10. E tabi ''koyu'' bir taassupla meseleye bakıldığında böylesine uyduruk çıkarımları yapmak zor olmaysa gerektir.Peygamberimizin babası ''peygamber'' değildi, oysa Muhammed aleyhisselam peygamberdi.Arada dünyalar kadar fark var.Ayrıca süt anneye verilme olayı, araplarda bir gelenekti.Zaten zerre miskali fıkıh kitaplarına bakmış olsanız, bu gelenek İslam fıkhındada yerini ''kanun ''laşarak bulmuştur.Ama tabi nerede t. durusunda bunları görecek gözler ?Yani Amine'nin peygamberimizi bırakıp gittiği , fikri gibi sallama fikirler böylece ne derece boş ve mesnetsiz fikirlerdir anlaşılıyordur sanıyorum. Süt anne kavramı elbette o zamanda bulunan bir müesseseydi ve ''islam fıkhında'' anneye isterse çocuğunu emzirmeme ve yine isterse bir süt anne tutmayı isteme hakkı verilmiştir.Hemen hemen tüm fıkıh kitaplarında bu konular yazılıdır.Sandığınız gibi bir ''asılsız iddia''olsaydı, daha sonralarıda ''fıkıhta''yerini bulamazdı. Hz. MUHAMMED (s.a.s) DOGUMU, ÇOCUKLUGU VE GENÇLIGI Insanligi hakka ve hakikata sevkedip dünya ve ahiret saadetlerini saglamak üzere Allah Teâlâ tarafindan gönderilen peygamberlerin sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz, genellikle kabul edildigine göre 2I Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi günü Mekke'de dogdu. Islâm tarihi kaynaklari, Hz. Peygamber'in nesebi ta Hz. Adem'e kadar siralanan Secere tablolari ile belirlemislerdir. Bu kaynaklarda Hz. Peygamber'in yirminci göbekten atasi olan Adnan'a kadar ittifak edilmis, ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde bazi farkliliklar ortaya çikmistir. Ama O'nun Hz. Ibrahim'in oglu Hz. Ismail soyundan oldugunda süphe yoktur. Buna göre Adnan'a kadar Rasûlullah'in seceresi söylece siralanir: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâsim b. Abdümenâf b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik b. En-Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. Ilyas b. Mudar b. Nizâr b. Me'add b. Adnan. Hz. Peygamber'in dogumundan iki ay kadar önce babasi Abdullah, ticarî bir seferden dönüsünde Yesrib (Medine)'de vefat etmisti. Annesi Amine, Kureys Kabilesinin kollarindan Benû Zühre'nin reisi Vehb b. Abdümenaf'in kiz idi. O siralarda Mekke esrafi, çocuklarini çölde bir süt anneye vererek emzirme âdetine sahip olduklari için Hz. Peygamber, kendi annesi Amine tarafindan ancak bir kaç kez emzirilmis, süt anneye verilinceye kadar da amcasi Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, O'na süt annelik yapmisti. Daha sonra Mekke'ye komsu çöllerde yasayan Hevâzin kabilesinin kollarindan Benû Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Züeyb, uzun süre Hz. Peygamber'e süt emzirmistir. Mekke esrafi tarafindan Mekke'nin agir ve sicak havasi çocuklarin gelisimine ve sagliklarina zararli görülüyor; ayrica hac münasebetiyle her kesimden insanla temas halinde bulunan Mekke'de arap dili, yabanci tesirler altinda kalabildiginden, fesahat ve belâgata önem veren Mekkeliler çocuklarinin dili ögrendikleri ilk yillarinin Arapçanin saf ve bozulmamis sekliyle ve olanca fesahat ve belâgatiyla ari duru konusuldugu badiyelerde geçmesini gerekli görüyorlardi. Bu bakimdan Araplar arasinda fasih Arapçalari ile ün yapmis Benû Sa'd kabilesi arasinda yaklasik ilk iki buçuk yilini geçiren Hz. Peygamber, ileride üstlenecegi ilâhî risâlet görevi için hem bedenen, hem de ruhen burada hazirlanmis oluyordu. Hz. Peygamber'in kirk yasindan itibâren yürüttügü Islâm'a davet vazifesi, kabul etmek gerekir ki, aslinda mesakkatli, yorucu, bir takim skintilari olan mukaddes bir vazifedir. Iste bu yorucu ve mesakkatli görevi lâyikiyla yerine getirebilmek için saglam ve sihhatli bir bünyeye sahip olmak gerekiyordu. Hz. Peygamber, böylelikle çocuklugunun ilk yillarinda Mekke'nin bogucu sicak ve sitmali havasindan uzaklasmis, suyu ve havasi güzel bâdiyede saglikli bir sekilde gelisme imkânini bulmus oluyordu. Diger taraftan güzel konusmanin kitleler üzerindeki etkisi malumdur. Ileride muhtelif insan kitlelerine muhâtap olacak bir peygamberin süphesiz iyi bir dil bilgisine sahip olmasi ve dili, davasinin ugrunda en iyi sekilde kullanmasi gerekiyordu. Iste bu yönlerden Hz. Peygamber henüz çocuklugundan itibâren davet faâliyeti için hazirlaniyordu. Yalniz kendisi henüz o siralarda ileride peygamber olacagi konusunda hiç bir bilgiye sahip olmadigindan, bu hazirlanma O'nun bizzat iradesi ile ve bilerek olmayip, Cenâb-i Hakk'in yönlendirmesi, kontrol ve murâkabe altinda tutmasi seklinde cereyan ediyordu. Peygamber Efendimizin süt annesi Halime'nin yaninda iken vukû bulan "Gögsünün yarilmasi" (Serhu's-Sadr veya Sakku's-Sadr) olayini da yine davete hazirlik olarak degerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber'in gögsü, görevli iki melek tarafindan yarilmis, kalbi çikarilarak Seytanin ve nefsin tasallut ve saptirmasindan arindirilmis ve Zemzem'le yikanarak tekrar yerine konulmustur. Böylece Hz. Peygamber, rûhen davete hazirlanmis oluyordu. Serhu's-sadr olayindan sonra süt anne halime tarafindan Mekke'ye getirilerek öz annesi Amine ve dedesi Abdülmuttalib'e teslim edilen Hz. Muhammed, alti yasina kadar annesi Amine'nin yaninda kaldi. Bu siralarda Amine, Hz. Peygamber'i de yanina alarak Medine'deki akrabalarini ziyarete gitmisti. Bu vesile ile, alti yil kadar önce Medine'de ölen esinin kabrini de ziyaret etmis olacakti. Bir ay süren bir misafirlikten sonra Mekke'ye dönerken henüz Medine'den pek fazla uzaklasmadan Ebvâ denilen köyde Âmine aniden rahatsizlandi ve vefat etti; oraya da defnedildi. Artik hem yetim, hem de öksüz kalan çocugu bu yolculukta kendilerine refakat eden dadi Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Yasli dede, kalben büyük bir muhabbet besledigi bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki yil bagrina basti. Abdülmuttalib'in temsil ettigi Hâsimogullarinin Mekke'deki itibâri ile Abdülmuttalib'in sahsî özellik, kabiliyet ve ahlâki faziletleri ve özellikle bir zamanlar yeri kaybolan kutsal Zemzem suyunu olgunluk devrelerinden tekrar bulup çikarmis olmasi, onun Mekke'de kendisine son derece saygi duyulan, sözüne itibâr ve itâat edilen bir reis hâline gelmesini saglamisti. Abdülmuttalib, Kâbe duvarina bitisik olarak sirf kendisine mahsus serilen minderde ve Mekke idare meclisi hüviyetini tasiyan Dâru'n-Nedve'de Mekke halkinin çesitli problemlerini dinler ve çözüm yollari arardi. Dedesi Abdülmuttalib'in yanindan hiç ayrilmayan küçük Muhammed, Dâru'n-Nedve'de yapilan idareye ve çesitli problemlere ait müzâkerelerde de dedesinin yaninda bulunuyor ve daha o yaslarindan itibaren zulmün hâkim oldugu Mekke toplumunda ortaya çikan problemleri, insanlarin dinî, idârî, iktisadî, ilmî, ictimâî yönlerden nasil bir batakligin içinde bulunduklarini yakindan görüp idrâk ediyordu. Hz. Peygamber sekiz yasina geldigi zaman Abdülmuttalib seksen iki yasina erismisti ve yasli bünye, ugradigi hastaliklara tahammül edemeyerek bu dünyadan ayrildi. Abdülmuttalib vefatindan önce sevgili torununu ogullari arasinda, Hz. Muhammed'in babasi Abdullah'la ana-baba bir kardes olan Ebû Talib'e teslim etmisti. Artik Hz. Muhammed sekiz yasindan yirmibes yasina kadar amcasi Ebu Talib'in yaninda kalmistir. Gelecekte peygamber olacagi hakkinda ne kendisinin ne de çevresinin kesin bir bilgisi olmadigindan, tâbiîdir ki Hz. Peygamber'in bu devrelerdeki hayati hakkinda fazla bilgimiz yoktur. Ancak sadece Hz. Peygamber'i degil, ayni zamanda diger Mekkelileri de ilgilendiren bazi olaylarda Hz. Peygamber'in aldigi yer ve oynadigi rol, kaynaklarimizda tespit edilmistir. Bu devreye ait mevcut bilgiler arasinda süphesiz önemli olanlarindan birisi, Hz. Peygamber'in Râhib Bahîrâ ile karsilasmasi meselesidir. Hz. Peygamber on iki yaslarinda iken amcasi Ebû Tâlib ile birlikte Sam'a dogru yol alan ticarî bir kervana katilmis ve kafile Sam yakinlarinda Busrâ adli bir mevkide mola verdigi zaman buradaki manastirda bulunan Bahirâ adli râhib, Islâm kaynaklarina göre Hz. Peygamber'deki özelliklere bakarak O'nun ileride çikmasi beklenilen son peygamber olabilecegi kanâatine varmisti. Müstesrikler bu olayi kendi yanli bakis açilari ile ele alarak Islâm'in dogusunda Hristiyan rûhiyâtinin etkileri oldugunu, Râhib Bahîrâ'nin dinî telkinlerinin tesirinde kalan Hz. Muhammed'in bu dinî suuru gelistirerek ileride Islâm'i ortaya attigini iddia ederlerse de, Islâmiyet'in temelini olusturan tevhid akidesi ile Hristiyanligin temeli olan teslis * inancinin aslâ bagdasamaz bir karakterde olusu, Islâm'in Hristiyanlik'da mevcut teslis düsüncesini sirk olarak kabul etmesi, bu iddiânin ne derece asilsiz ve gülünç oldugunun en açik delillerindendir (genis bilgi için bkz. Bahîrâ maddesi). Hz. Peygamber, bu ilk seferin ardindan daha sonraki yillarda diger amcalari ile birlikte Mekke. disina yapilan bazi ticari seferlere katilmis, muhtelif bölgelerde yasayan insanlarin farklilik arzeden dinleri, örf ve âdetleri, hal ve vaziyetleri hakkinda bilgi sahibi olmustur. Peygamber Efendimizin daha sonralari Islâm'i teblig ederken bu bilgilerinden istifade etmesi tabiî olduguna göre cereyan eden bu olaylari da O'nun peygamberlige ilmen hazirlanmasi olarak degerlendirmek gerekir. Cenâb-i Hakk'in kontrol ve murâkabesi, müstakbel peygamberi rûhen de davete hazirliyor ve cahiliye döneminin her türlü sirk ve sapikligindan, kötülük ve ahlâksizligindan uzak tutuyordu. Mekkelilerin dinî bir âyini ve bayrami olan Büvâne'ye çocukluk yillarinda amca ve halalarinin zorlamalari ile götürülen Hz. Muhammed, âdet üzere diger akrabalarinin yaptigi sekilde burada hazir bulundurulan bir puta tapmak içiri siraya girdiginde, henüz kendisine sira gelmeden ilâhi bir ikaz ile puta tapmaktan alikonulmus ve olayin hasyeti içerisinde Hz. Peygamber kisa bir bayginlik geçirmisti. Bu olaydan sonra artik akrabalari O'na putlara tapmak için her hangi bir israrda bulunmadilar. Tabîidir ki Peygamber Efendimiz çocukluk yillarindan itibâren hayati boyunca aslâ hiç bir puta tapmadigi gibi, onlar adina kurban kesmemis, putlar adina kesilen hayvanlarin etini yememis, onlar adina yemin etmemis, hatta onlarin adini dahi agzina almaktan hoslanmadigini belirtmisti. Geçim sikintisi çeken amcasi Ebû Tâlib'e yardimci olmak için gençlik yillarinda Mekkelilere ücretle çobanlik yapan Hz. Muhammed, çobanligi sirasinda Mekke'nin dagdagali, debdebeli, sirkin hâkim oldugu havasindan uzaklasarak tabiatla karsi karsiya gelmis, bu anlarda muhakeme ve idrâk gücü geliserek herseyin yaraticisi olan Cenab-i Allah'in varligi ve birligini, O'na esler kosmanin ****lik oldugunu iyice kavramis, karsilastigi bir takim skinti ve mesakkatler O'nu rûhen olgunlastirmisti. Çobanlik yaptigi günlerden birisinde sürüsünü bir çoban arkadasina emanet ederek Mekke'de tertiplenen gece eglencelerini seyretmek için kirdan sehire inen Hz. Peygamber, eglence yerine gelip oturur oturmaz Cenâb-i Hakk'in kendisine verdigi bir uyku ile, içkilerin içildigi, oyunlarin oynandigi, *****liklarin yapildigi bu isret âlemini seyretmekten dahi alikonulmustu. Bir baska sefer yine böyle bir eglenceyi seyretme arzusu ayni sekilde engellenmis; artik bir daha da Hz. Peygamber böyle bir seye tesebbüs etmemis, istek de duymamisti. Hz. Peygamber yirmi yaslarinda iken Mekkeliler ile Hevâzin kabilesi arasinda Ficâr Harbi vukû buldu. Aslinda savasabilecek bir yasta ve güçte olmasina ragmen Hz. Peygamber bu harpte sadece savas alaninin gerisine düsen oklari toplayip amcalarina vermekle yetinmisti. Böylece genellikle cephe gerisinde bulunmasina ragmen bu olayin O'nda harp taktik ve teknikleri, sevk ve komuta gibi konularda tecrübeler olusturdugu bir gerçektir. Peygamberliginden sonra dahi hatirladigi zaman bir üye olarak katilmaktan seref ve iftihar duydugunu açikça belirttigi Hilfü'l-Fudûl ise hemen bu savastan sonra gerçeklesmisti. Bu vesile ile Hz. Peygamber, cemiyet meselelerini yakînen tanimis, câhiliye toplumunda güçlünün güçsüzü nasil ezdigini, güç ve kuvvet karsisinda zâlimlerin nasil eriyip titredigini örnekleriyle görmüstü. Yirmibes yasinda bizzat kendisinin idare ettigi bir ticaret kervani Hz. Muhammed'i Hz. Hatice ile karsilastirdi ve aralarinda gerçeklesen evlilik, Hz. Muhammed'in amcasi Ebû Tâlib'in yanindan ayrilip yeni bir aile yuvasi kurmasini sagladi. Hz. Peygamber'in bu evlilik dolayisiyla Hz. Hatice'den alti çocugu olmustu. Bunlardan dördü kiz olup Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsüm ve Fâtima adlarini almislardi. Bunlarin dördü de babalarinin peygamberligine erismisler ve O'na iman ederek hicret etmislerdir. Ogullari ise Kasim ve Abdullah adini tasiyordu. Hz. Peygamber'in ilk oglunun adi Kasim oldugu için kendisine Ebû'l-Kâsim künyesi verilmisti. Bazi kaynaklar bunlardan baska Hz. Peygamber'in Tayyib ve Tâhir adinda iki oglu daha oldugunu zikrederken, diger bazi kaynaklar bu son iki ismin Abdullah'in lâkabi oldugunu belirtmislerdir. Hicretten sonra dogan oglu Ibrahim ise Misirli câriye Mâriye'dendir. Hz. Peygamber'in bütün erkek çocuklari henüz küçük yaslarda vefat etmislerdi. Hz. Hatice ile evliliginden sonra Peygamber Efendimiz ailenin geçimini ticaret yoluyla saglamaya çalismis, bazan ortaklik yoluyla, bazan müstakil olarak ticaret yapmisti Hz. Muhammed, bu ticarî muamelelerindeki dürüstlügü, dogru sözlülügü, ahde vefasi, âdil ve âlicenâb davranislari, herkes hakkinda iyimser davranip elinden gelen iyilik ve yardimi yapmasi, yoksulun, muhtacin elinden tutmasi, yakinlarina ve akrabalarina karsi gösterdigi ilgi, ahlâkî olgunluk ve rûhî üstünlükleri ile derhal temâyüz etmis, çevrede herkesin güvenip itibar ettigi, sayip sevdigi bir kisi hâline gelmisti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine "el-Emîn = güvenilir kisi" lâkabini vermislerdi. Hz. Peygamber'in otuz bes yasinda iken meydana gelen Kâbe tâmiri olayi ve bu olay sirasinda el-Haceru'l-Esved'in* yerine konmasi meselesinde Mekke sülâleleri arasinda çikan ve kanli bir çatismaya dönüsme temâyülü gösteren anlasmazligi herkesi memnun edecek bir tarzda ve âdil bir sekilde çözmesi, O'na duyulan güveni daha da artirmisti. Allah'in mukaddes evi Kâbe'nin tâmiri dolayisiyla herkeste oldugu gibi Hz. Muhammed'de de dinî duygu ve heyecanlar süphesiz harekete geçmistir. Bu sebeple O'nda bu yillardan itibâren Rabbi ile basbasa kalma arzusu görülür. Bir de buna toplum içinde islenen haksizliklar, zulümler, *****sizliklar, din adina icrâ edilen *****lik ve akilsizliklar eklenecek olursa, Hz. Muhammed'in böylesi câhilî bir toplumdan kendisini uzak tutarak yalniz, sessiz, sakin bir magarada bir süre uzlete çekilmesinin sebebi daha iyi anlasilir. Artik otuz bes yasindan itibâren Hz. Peygamber, belli zamanlarda özellikle Ramazan ayi boyunca Mekke'den uzaklasiyor, uzlet yeri olarak kendisine seçtigi Hira dagindaki bir magarada günlerini geçirerek Cenâb-i Hakk'in varligini, birligini, kudret ve azametini, O'nun gücü karsisinda mahlûkatin aczini ve zayifligini düsünüyor; Rab Teâlâ'nin insanlara sonsuz nimetlerini, buna karsi insanoglunun nankörlügünü, onlarin dinî, siyasî, ictimâi, ahlâkî vs. yönlerden içerisine düstükleri kötü durumlari hatirliyordu. Iste bu uzlet,günleri Hz. Peygamber'i rûhi, ahlâkî bir olgunluga götürdügü gibi tefekkür ve istidlâl melekelerini gelistirerek aklî ve ilmî bir yücelige de eristirdi. Ebu Leheb'in ismine özellikle yer verilmesi, ayrıca Peygamber'in zaferini konu edinen Nasr Sûresi'yle tevhidi konu edinen İhlâs Sûresi arasında bulunması da dikkate değer nitelikted ir. Şöyle ki: Birincisi: Ona, "Ey suçlular, bugün şöyle ayrılın (bakayım)." (Yâsin, 36/59) âyetinin ifade ettiği anlam üzere bir üstünlük vermektir. Onun, Peygamber ile Allah arasına girmek, çoğalmasına mâni olmak isteyen ateşli düşmanlar arasında nazar-ı itibara alınmaya değer bir ayrıcalığa sahip olduğuna işaret eder. Çünkü Ebu Leheb, Peygamber'in baba bir amcası olması sebebiyle hususi bir şerefe haiz bulunuyordu. Böyle iken bu şeref ve nimetin değerini takdir etmediği ve ona yardım edecek yerde a ksine engel olmak için nankörlük ve düşmanlıkla ateş püskürmek isteyenlerin önüne düşmesi sebebiyle İslâm düşmanlarının hepsinden daha fazla teessüfe layık olduğunu bildirerek yine Peygamber'in şanını yüceltmek, onun neseb, şeref ve haysiyetlerinin üstünde olan Hakk'ın cilvesinin büyüklüğünü göstermektir. İkincisi: Ebu Leheb, şahsı gösteren bir künye olmakla beraber lugat itibarıyla asıl mânâsı, alev babası demektir. O itibarla Peygamber'e ve İslâm'a karşı ateş püskürmek isteyip de, kendini cehenneme atmış olan kâfirlerin hepsinin temsilcisi olması sebebiyle onun helâki, hepsinin helâkına misâl yapılmıştır ki, bu da, "Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki, kâfirler istemese de Allah, mutlaka nûrunu tamamlamak ister." (Tevbe, 9/32) âyetinin ifade ettiği anlama işaret olur. Künyeler,alem ismi olmakla beraber yerine göre Hâtem-i Tâi'nin cömertlik, Ebu Hanife'nin ilim ile şöhret bulması gibi sıfatlık mânâsına gelmelerinden ve Meânî ilminde Ebu Leheb isminin de "ateş babası" demek olma s ından dolayı, kinâye yoluyla "cehennemlik" vasfına delâlet eden meşhur bir misâl olarak söylenmiştir. Ayrıca kinâyeler de, hakikatin iradesine engel olmayacağına göre burada, söz konusu mânânın hususi bir önemi vardır. Yani maksat sadece Ebu Leheb'in şahsını belirtmekten ibaret olmayıp, onun vasfına ve bu vasıfta ona benzeyenlerin hallerine de işaret edilmiş demektir. Asıl ismi, Abdüluzza b. Abdilmuttalib iken yanaklarının pek kırmızı olmasından dolayı ateşe benzetilerek, Ebu Leheb denilmiş ve bu künye ile meşhur olmuştur. Çok ateşli mânâsına gelen "alev babası" künyesi ona başlangıçta, yüzünün parlaklığı veya canlılığı, yahut hiddet ve şiddeti itibarıyla övgü mânâsı düşünülerek verilmişti. Ancak bu vasfın hakikatinde "ateş kaynağı olmak" veya "ateşi sevmek" mânâsının bulunması ve en şiddetli ateşin de cehennem ateşi olması dolayısıyla Ebu Leheb ismi, kendisini ateşe sürükleyen "cehennemlik" ünvanına dönüştürülmüş, fiil ve hareketleri itibarıyla da "cehennemin babası" mânâsına darb-ı mesel olarak kullanılmıştır. Burada söz konusu nüktenin kastedildiğine özellikle "(o) alevli bir ateşe girecektir" âyetiyle işaret edilmiştir. Yani Hz. Peygamber (s.a.v.)'in amcası olmak gibi yüksek bir neseb, yakınlık, soy ve şerefe sahip olduğu halde, iman etmeyip de ona düşmanlık ve küfürdeısrar ettiğinden dolayı Ebu Leheb böyle helâk oldu. O soy ve şeref Ebu Leheb'i kurtarmazsa Peygamber (s.a.v.)'e buğzedip de tevbe etmeyen diğer insanların ne kadar bedbaht olacakları ibret nazarıyla düşünülmelidir. Keşşaf'da denilir k i: "Tekniye" mastarı, ikram etmek mânâsı ifade ederken burada künye anlamında kullanılmasının üç sebebi vardır. 1. İsmiyle değil, künyesiyle şöhret bulmasından dolayı. 2. Esasen ismi, Abdu'l-Uzzâ olduğu halde künyesi kullanıldığı için. 3. âyetine göre ateş ehlinden olmasından dolayı künyesinin haline uygun olması sebebiyle. Ayrıca şerli olan kimseye "Ebu'ş-Şer", hayır sahibine de "Ebu'l-hayr" denilmesi kabilinden de Ebu Leheb denilmiştir." Evet, Ebu Leheb'in iki eli, yuha, hüsrana gitti, helâk oldu. K endisi de yok oldu. Muradına eremeyip, perişan oldu ve mahvolup gitti. Ebu Leheb, Peygamber'e karşı Kureyş ile beraber olduğu halde hasta olduğu için Bedir Savaşı'na bizzat iştirak edememiş, ancak maddî yardımda bulunarak Ebu Cehil'in kardeşi Âs b. Hişâm'ı kendi yerine göndermişti. Kendisi "adese" denilen çiçek hastalığına benzer bir hastalığa tutulmuş, Kureyş'in yenildiğini haber alınca savaştan yedi gün sonra kahrından ölmüştü. Alûsî ve diğer tefsircilerin naklettiğine göre Kureyşliler, adese hastalığınd a n tâun gibi sakındıkları için kendilerine de bulaşır korkusuyla ailesinden bile kimse yanına yaklaşmamış, bu yüzden ölüsü üç gün evde kalıp kokmuştu. Nihayet utandıkları için Sudâni'lerden birkaç kişiyi ücret karşılığı tutarak gömdürmüşlerdi. Bir rivayett e de bir çukur kazıp ağaçlarla içine kakmışlar ve örtünceye kadar da üzerine taş atmışlardı. Başka bir rivayete göre de çukur kazmayıp bir duvarın dibine koymuşlar ve sonra da üzeri örtülünceye kadar taş atmışlardı. Demek ki hâdise, Kur'ân'ın on beş sene kadar önceden haber verdiği tarzda cereyan etmişti. Mamafih durum, sadece bundan ibaret de değildi. Ebu Leheb, dünyada maksadına ulaşamadığı gibi âhirette de çekeceği azaptan dolayı hem cismânî ve hem de ruhânî bir zarara uğrayarak helâk olmuştu. HAYIR! Tam yerinde yazılan bir konu olmuş bence.Okursan göreceksinki, senin iddia ettiğin malayani söz ''yığınları'' bu cümlelerle gayet güzel ve hatta seninkilerle beraber , iletinin altına yapıştırdığın resimlerede cevap vermektedir.Neyse... Ebu leheb hakkında bir kaç bilgi daha.Okuyunda t.dursun ezberciliğinin ne kadar ''içi boş'' şeyler olduğunu görün! Malı ve kazandıkları kendisine bir yarar sağlamadı. Tebbet sursi/2. ayet Buradaki istifhâm-ı inkârî veya doğrudan doğruya olumsuzluk edâtıdır ve Ebu Leheb'in helâkini izah etmektedir. Yani ne fayda verdi ona? Hiçbir fayda vermedi. Onu kurtaracak hiçbir hayra yaramadı malı ve kazandığı, yahut kazancı. Buradaki da mevsûl eya mastariyyedir. Mamafih önceki gibi istifhâm-ı inkârî veya olumsuzluk mânâsını ifade eden edat olması da düşünülebilir. Malı ona ne fayda verdi? Ve ne kazandığı? Onu felaketten kurtaracak hiçbir şeye yaramadı ve kendisi de hiçbir fayda elde edemedi anlamındadır. Ancak "Malı da fayda vermedi, kazancı da." anlamı, iki elin helâkini izah etmeye daha uygundur. Malından maksat, sermayesi, kazancından maksat da, kâr ve gelirleri, yahut kazanmak için yaptığı ticaret ve benzeri işler; veya malı, babasından miras kalan, kazancı da kendi kazandığı şeylerdir. Ayrıca söz konusu âyette ifade edilen malından kasıt, eski ve yeni bütün malı, kazancından kasıt da, gerek malından harcamak ve gerekse başka yollardan faydalanmak suretiyle kendi istek ve arzusuna göre elde ettiği, pay ve nasip, yani çalışması ve emeği ile yaptığı işler ve sahip olduğu şeylerdir ki buna, isteyerek çalışıp elde ettiği bütün kazancı, çocukları, sosyal durumu, kendine ve toplumuna örf ve âdetlerine göre yaptığı iyilikler, ayrıca Peygamber 'e karşı kurduğu tuzak ve düşmanlıkların hepsi dahildir. İbnü Abbas'tan nakledildiğine göre, âyette geçen "kazancından" maksat, Ebu Leheb'in çocuğudur. Yine denilmiştir ki: Ebu Leheb'in oğulları aralarında anlaşmazlığa düşerek, muhâkeme olmak üzere babalarının yanına gelmişler, derken birbirleriyle çarpışmaya başlamışlardı. Bunun üzerine Ebu Leheb oğullarını ayırmak için aralarına girmiş ve orada birisinin itivermesiyle yere düşmüştü. Buna son derece sinirlenen Ebu Leheb "Çıkarın yanımdan bu pis kazan c ı." demişti. Bir hadisde de "Her insanın yiyeceğinin en temizi ve çocuğu kazancındandır." buyurulmuştur. Dahhâk: "Ebu Leheb'in kazancı, kötü ameli yani Resulullah'a yaptığı düşmanlık ve kurduğu tuzaktır." derken, Katâde de "Onun kazandığı şey, bir iyi l ik yapıyorum zannıyla işlediği ameldir ki, bu "Yaptıkları her işin önüne geçtik de, onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline getirdik." (Furkân, 25/23) mânâsınadır." demiştir. Yine Ebu Leheb'in eğer kardeşimoğlunun söylediği hak ise, malımı ve çocuk l arımı fidye vererek ondan kurtulurum." dediği rivayet edilmiştir. Verilen bu mânâların hiçbirisi diğerine zıt değildir. Maksat, tahsis olmayıp, örnek vermektir. Âyette ifade edilen "kesb", bu mânâların hepsini içine aldığından, esasen âyetin anlamı şu şekildedir: "Ne malı ne de hiçbir kazancı kendisine fayda vermedi, onu zarar ve helâkten kurtaramadı. 3.Alevi olan bir ateşe girecektir. 4.Eşi de; odun hamalı (ve) 3. Zira o bir ateşe yaslanacak ki yarın âhirette bir ateşe girecek ki Gayet alevli, dünyada eşi, benzeri görülmemiş son derece şiddetli bir alev ve iltihabı olan bir ateş, yani sadece cisimleri yakan bir ateş değil, ruhları sarıp gönüllere nüfûz eden "Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir ki, gönüllere işler." (Hümeze, 104/6,7) âyetinde buyurulan cehennem nârıdır. 4. Karısı da ki o Harb'in kızı, Ümmü Cemil ve Ebu Sufyân b. Harb'in kız kardeşidir. Bu isimlerdeki imâlara da dikkat etmek gerekmektedir. Bu kelime, fiilinin altında gizli bulunan Ebu Leheb'e ait olan zamirine bağlıdır. Yani Ebu Leheb'in yalnız kendisi değil, karısı da o ateşe yas l anacaktır. Diğer kırâetlerin hepsinde kelimesi, haber olarak ötreli okunur. Bu durumda Ebu Leheb'e bağlanmayıp cümle olarak ondan hal yapılır. Âsım kırâetinde ise üstün okunur. Bu durumda da şu iki şekil söz konusudur. 1- Kelimesinden hal ya pılmasıdır ki, karısı da odun hammalı olarak cehenneme girecek, Ebu Leheb'i götürecek veya onun ateşini artırmak için, dünyada küfrüne, arzusuna hizmet ettiğinden dolayı cehennemde de azabına iştirak ile hizmet edecek demektir. Çünkü "O halde yakıtı i nsanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının." (Bakara, 2/24), "O inkâr edenler var ya, ne malları, ne de çocukları onlara, Allah'a karşı hiçbir fayda sağlamaz. Onlar ateşin yakıtıdırlar." (Al-i İmrân, 3/10) âyetlerinde buyurulduğu üzere cehennemin odunu, çırası kâfirler olduğundan küfre hizmet etmek, cehenneme odun taşımak mânâsına gelmektedir. Buna göre onun sırtındaki cehennem odununun da, Ebu Leheb'in kendisinin olması en uygun bir mânâdır. 2- Kınama anlamında mansuptur. "Yani o odun taşıyıcısı karı" mânâsındadır. Bu durumda, kelimesi üzerinde durmak câizdir. Burada da "hatab"dan maksat Ebu Leheb'dir. Bundan başka bir de tâbiri, koğucu, ona buna laf taşıyan bozguncu şeklinde mecâzî bir anlam da taşımaktadır. Keşşaf sahibi ez-Zemahşerî der ki: "İnsanlar arasında koğuculuk yapan bozgunculara, "Aralarında odun taşıyor." denilir. Bu cümle, insanlar arasında ateş yakmak, şerre sebeb olmak anlamında kulanılmaktadır. Nitekim "Beyaz insanları, yani yüzleri ak temiz kimseleri avlamaya çalışmadın, Alçaklığın sırtına binerek oba arasında yaş odunla yürümedin." diyen şair de bu mânâyı ifade etmiş, dumanı çok olmasından dolayı şiirinde "yaş odun" tabirini kullanarak şerrin çokluğuna işaret etmiştir." Lisanımızda bu mânâ, "kundakcılık etmek" şeklinde ifade edilmektedir. "Yangına körükle gitmek" sözünde de aynı anlam söz konusudur. Ancak, Türkçe'de "odun hamalı" tabirinden bu mânâ anlaşılmaz. Onda sadece küçümsemek anlamı vardır. Zira izzet ve servet içinde büyü m üş bir kadının odun hamallığı yapması, acıklı bir sefâlet demektir. Esasen bundan, koğuculuk ve bozgunculuk mânâsını çıkarmak için ya "kundakçı" demek, yahut "hammâlete'l-hatab" tâbirini terceme etmeyerek darb-ı mesel tarzında aynen söylemek daha uygundur. Bu anlam, cehenneme girmenin sebebi olan dünyadaki durumu göstermiş olmaktadır. Fakat asıl mânâ, dünyadaki aile şerefine, zenginlik ve üstünlüğüne rağmen, ahiretteki sefâlet ve hakaretini duyurması ayrıca Ebu Leheb'in arzusuna boyun eğenler içinde en sakınması gereken karısının bile cehennem ateşinde hakaretle onun azâbını şiddetlendirmeye hizmet etmekte olduğunu ifade etmesi sebebiyle, diğer anlamlarını da dikkate almakla birlikte, "odun hamalı" diye terceme etmeyi daha uygun gördük. Nitekim İbnü Zeyd ve daha başkalarından gelen rivayetler de, bunu kuvvetlendirmektedir. Denildiğine göre, Ebu Leheb'in karısı, Resulullah (s.a.v.)'in geçeceği yol üzerine geceleyin diken dalları bıraktırmak suretiyle ona eziyet etmek isterdi. Onun için bu tabirle kınanmıştır. Mamafih bu rivayet de onun Peygamber'e eziyet vermek ve dinin yayılmasına engel olmak için kocasının fikrine hizmet etmek üzere gizlice koğuculuk ve benzeri işler yapmak suretiyle rahatsız etmeye çalışması tarzında temsilî bir ifade olarak düşünülürse, yu k arıda söylenen mânâların hepsine uygun düşmüş olur. 5.Boynuna bükülmüş bir ip (bağlanmış) olarak. 5. Bu cümle de "hammale"nin altında gizli olarak bulunan zamirinden haldir. Yani gerdanında süs yerine bir ip ki... Âyette yer alan "cîd" boyun mânâsına gelirse de, "unuk" kelimesi gibi sadece boyun anlamı ifade etmeyip, özellikle gerdanlık gibi zinet eşyalarıyla süslü veya süslenmeğe layık güzel boyunlar anlamındadır. Bu yüzden denilmeyip buyurulmuştur. Gerçi burası, tahkir makamıdır. "... biz de inkâr edenlerin boyunlarına ( a teşten) halkalar koyduk." (Sebe', 34/33) gibi "ğull" (pranga) ve benzeri ifadelerle küçümseme mevkiinde boyun zikredilmektedir. Ancak burada "odun hammalı" diye küçük düşürüldükten sonra "Boynunda da bir ip mevcuttur." denilseydi, kapsamlı bir mânâ ifade etmezdi. Halbuki "cîd" şâirin "Güzel kadının gerdanındaki zinetten daha güzel." dediği gibi süs ve övgü ile söylenmektedir. Bu mânâ farkı, Türkçe'de de söz konusudur. Biz de bu gibi durumda "gerdan" tabirini kullanırız. Bu sebeple âyette, tahkirden sonranın zikredilmesi, kadının kadınlık onurunu coşturmak suretiyle durumun acıklı manzarasını göstermektedir. Binaenaleyh bu kelâm "boynunda bir ip vardır" diye anlaşılmalıdır. "O dilberin boynunda gerdanlık yerine bir ip vardır" şeklinde düşünülmelid i r ki, "Süs içinde yetiştirilip mücâdelede açık olmayanı (tartışmayı beceremeyeni) mi (Allah'ın parçası yaptılar)." (Zuhruf, 43/18) âyetinin ifade ettiği mânâ üzere, süslü gerdanlıklarla donatılıp ikramla yetiştirilen, düşmanlık ve mücâdele mevkilerin d e bulunmaması gereken bir gerdanın hamallık ipi ile aşağılanmasındaki hakaret ve istihzânın acılığındaki fesahat anlaşılabilsin. Said b. Müseyyeb ve daha başkalarından rivayet edildiğine göre, onun gerdanında mücevherlerle süslü, kıymetli bir gerdanlık va r dı. Öyle iken bu gerdanlığın yerinde sağlam liflerden, kuvvetli tellerden bükülmüş, kıvrılarak örülmüş bir ip bulunmaktaydı. Söz konusu kelime ile ilgili Ragıb el-İsfahânî'nin "Müfredât" adlı eserinde şu açıklamalar mevcuttur: "Mesed, ince hurma dalları n dan, yani şahlarından elde edilen ve fitillenen sağlam bükülüp örülen liftir. de yaratılışı, vücudu bükülmüş ip gibi derli toplu olan kadın demektir. Bunun netiesi şudur ki, mesed, hurma lifinden bükülmüş, sağlam bir urgan demek oluyor. Fakat Zemahşerî diyor ki: Mesed, iplerden şiddetli ve kuvvetli bir şekilde bükülmüş olandır. Bu ister liften olsun, ister deriden olsun, ister başka şeylerden olsun aynıdır. Şair: "Develerden daha hızlı, daha kıvrak geçen mesed..."> demiştir. Aynı şekilde cümlesi de sağlam yapılı kuvvetli adam mânâsını ifade etmektedir. Kâmusta "mesd" kelimesi "ip bükmek" ve "yolda gayretle sürüp gitmek" mânâsınadır. denildiğinde bu sözle, "ipi güzelce bükmek" mânâsı kasdedilmektedir. "Mesed" ise, demirden çark oku demekti r. Ayrıca hurma lifinden, bir görüşe göre de "Mukl" ağacının ince dallarından bükülmüş ipe denilmektedir. Bazı alimlere göre de sağlam ve kuvvetli bükülüp örülmüş olan ipe "mesed" adı verilir. Besâir'de açıklandığına göre, "Mesd" mastar, "Mesed" ise isimdi r, ancak "Memsûd" anlamındadır, yani pek sağlam örülmüş ip demektir. Yani âyet, "gerdanında şiddetli bir şekilde bükülüp demir bir ip yapılmış olarak" mânâsınadır. Demek ki mesed, esasen "memsud" mânâsına alınarak bununla, hurma veya mukl ağacının lifl e ri gibi kuvvetli liflerden bildiğimiz kendir, urganlar tarzında fitil fitil, kat kat bükülmüş veya örülmüş sağlam urganlar kasdedilmektedir. Bu anlamda kıl, deri ve demir gibi hangi maddeden yapılırsa yapılsın, ip şeklinde bükülmüş yahut örülmüş olan sağl a m telli, fitilli urgan, halat ve zincirlerin hepsine mesed denilmektedir. Burada da maksat ipin, yapıldığı maddeden ziyâde kuvvet ve kıvraklığı söz konusu olduğu için en sağlamının düşünülmesi gerekmektedir. "Biz, kâfirler için zincirler ve demir halk a lar hazırlamışızdır." (İnsan, 76/4) âyetinin ifade ettiği mânâ üzere cehenneme giden kâfirlere vaad edilen de zincirler ve bağlardır. Bir gerdana gerdanlık yerine yakışan da bir zincirdir. Fakat bir odun taşıyıcısının sırtına aldığı odunları bağlayıp uçla r ını, gerdanlık yerine sarkıtacağı sağlam ipin de zincir değil, liften bir urgan olması daha uygundur. Kâfirin hassasiyetine dokunan en acıklı manzara âyetin, sırtında cehennem odunu olan kocasını taşırken gerek iftihar ettiği gerdanlığını, gerekse örgülü k ıvrık saçlarının gerdanından sarkmasını, kendi yanacağı ateşin odununu taşıyan bir odun hamalının boynuna düğümleyip geçirdiği kuvvetli urganın boynundan sarkması şeklinde tasvir etmesidir. Bu da, dünyada Allah yoluna sarf edilmeyen servet ve kazancın, şü k rü bilinmeyen şeref ve asaletin ardındaki hakaret ve aşağılanmaya bir misâldir. İşte o ateş babası Ebu Leheb, parlaklığına ve bir takım üstünlüklerine rağmen Allah'a ve Resulü'ne karşı küfür ateşi yakmak istediğinden dolayı o ateşin odunu olarak helâke sü r üklenmiş ve karısıyla birlikte bütün âleme darb-ı mesel olmuştur. Ta peygamberliğin başlangıcında haber verilmiş olan bu hakikat, aynı tarzda tahakkuk etmiş, Resulullah (s.a.v.)'in tebliğ ettiği şekilde Allah'ın birliğine imân etmediği için onun şefaatından istifade edememiş, ne nesebinin şerefi, ne de mal ve kazancı gibi asaletinin kudret ve ihtişamı, kendini helâk olmaktan kurtaramamıştır. Onun için diye beddua etmesinden dolayı da kendisine tevbe de nasip olmayıp mahvolup gitmiştir.> "Kötü sondan A l lah'a sığınırız." Şimdi birisi, tesbih, hamd ve istiğfar ile Allah'a giden, diğeri de hüsran ve aşağılanma ile ateşe giden iki son böyle beyân edildikten sonra, güzel bir sona erişmek ve o helâkten kurtulmak için tek çarenin Allah'ın dinine sarılmak ve bunun için de önce Allah'ı birlemek ve samimiyetle tanımak sonra da bütün kötülüklerden korunmada O'nun yardımına sığınmak olduğu hususu beyân edilecek arkasından da Allah tarif edilerek tevhid ve samimiyetle O'na bağlanma emredilecektir.
  11. Ay kültü iddiası Ay kültü iddiası: Bu iddianın ilk çıkış noktası fanatik Hristiyanlardır. İslam dinini karalama çalışmasıyla bu iddiaları ortaya atmaktadırlar. Buna göre ‘Allah’ ismi, Kur’an’ın gelişinden de önce vardı. Araplar, İslam dininden önce de Allah’ı biliyorlardı. Bu iddiaya göre Allah yani El- İlah, Ay Tanrısının adıydı. İslam inancı da Ay kültünden gelmekteydi. Bu iddiaların ışığında İslam dininin ,diğer semavi dinlerle hiçbir ilgisinin olmadığını, arkeolojik bulgularda bulunmuş bazı kabartma resimleri delil olarak öne sürerek ispat etmeye çalışmaktadırlar. Bu iddiaların tümü açıkça saptırmadır. Bu iddialar detaylı incelendiğinde gerçek bir temelinin olmadığı ortaya çıkacaktır. Şimdi madde madde bu iddialara bakalım: 1-Arapların İslam öncesinde Allah inancına sahip olduğu fikri yeni bir buluş değildir. Peygamberimizin babasının adı bizzat “Abdullah” (Allah’ın kulu) tır. İslam dininden önce de Allah kavramının Araplar tarafından bilindiği gerçeği Kur’an’da da bir çok ayette ifade edilir. Bunlarda birisi şöyledir: Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinenler (şöyle derler:) “Biz, bunlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” (39 Zümer Suresi - 3) Bu ayetten de anlaşılacağı gibi peygamberimizin döneminde müşrikler Allah’ı biliyordu ama “Putlara bizi Allah’a yakınlaştırsın diye tapıyoruz.” diyorlardı. Onların inancında Allah’ı tümüyle bir inkar söz konusu değildi. Sadece bazı putları ona ortak koşuyorlardı. Allah inancı, İslam öncesi diğer hak dinlerden gelmektedir. İslam dininin ilk geldiği dönemde İbrahim dininden gelen “Hanef Dini ‘’ de bu ortamda bulunmaktaydı.Hanefiler, bu dini dejenere etmekle beraber ,ilk başından beri var olan birçok ibadet ve inancı ana hatlarıyla korumayı başarmışlardı. Bu yüzden İslam öncesinde de Allah inancı , hac, namaz, oruç gibi ibadetler bozulmuş da olsa halen mevcuttu. Dolayısıyla İslam geldiğinde, bu kavram ve ibadetleri onlardan almamış, aksine onları ilk defa insanlara buyuran Allah, yanlış yapılan uygulamaları düzelterek tekrar Hz. Muhammed vasıtasıyla bildirmiştir. 2- Bu konuda delil olarak gösterilmeye çalışılan arkeolojik bulgular da kasıtlı olarak çarpıtılmaktadır. Bu bulgular Mekke bölgesinde değil oradan çok daha uzak olan Güney Arabistan bölgesinde bulunmuştur. Bu bulgular kasıtlı olarak Kuzey Arabistan’da bulunmuş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Bunların Mekke bölgesinde yaşayan Araplarla hiçbir alakası yoktur. 3- Ay tanrısı Arkeolojik bulgularda “Sin” olarak geçer. Allah (el-ilah) kelimesinin Ay Tanrısı olduğu iddiasını destekleyecek hiçbir kanıt yoktur. Buna rağmen bu tarz iddialarda bulunanlar, birkaç resim koyup altına da böyle bir yorum yazarak Ay Tanrısının, Allah olduğunu iddia ederler. Eğer bunun kökeni biraz araştırılırsa, bu iddiaların fanatik din düşmanlarının vehmi olduğu ortaya çıkacaktır. 4- Camilerin kubbesindeki ay sembolünün de Ay kültünün bir uzantısı olduğu delil olarak sunulmaktadır. Bu da oldukça desteksiz bir iddiadır. Camilerin tepesine ay sembolü konulması Peygamberimizin döneminde kullanılan bir sembol değildir. Hatta halifeler döneminde de kullanılmamıştır. Bu sembolü ilk kullananlar Emeviler de olmamıştır. Bu adet ilk defa Araplar tarafından değil, Türkler tarafından uygulanmıştır. Alparslan 1064′te Ani’yi fethedince camiye çevrilen katedralin kubbesindeki büyük haçı indirtip yerine büyük bir hilal koydurmuştur. Ve bundan sonra bu uygulama gelenek haline gelmiştir. Ayrıca ay sembolü İslam öncesi Türk toplumuna ait bir simgedir. En son yapılan kazılarda bulunan sikkeler, ay sembolünün İslam öncesi Türkler tarafından kullanıldığını ve bir Türk adeti olduğunu ortaya koymaktadır. İslam öncesi Göktürklere ait sikkeler Kırgızistan’da yapılan kazılarda bulunmuştur. Bu sikkelerde göze çarpan bir nokta bunlarda da ay sembolünün kullanılmış olmasıdır. Göktürk Sikkelerinde Ay Yıldız başlıklı haberi okumak için tıklayınız (http://www.trt.net.tr/wwwtrt/hdevam.aspx?hid=117531&k=6) Müslümanların ay takvimi kullanmasının yine Ay kültüyle alakası yoktur. İslam geldiğinde var olan takvim budur. Ve Müslümanlar da bunu kullanmışlardır. ‘’Müslümanlar sonradan bu takvime geçmişlerdir’’ gibi bir iddianın hiç bir temeli yoktur. Sadece, akla gelen herşey, bu şekilde temelsizce vehimlerle, bilimden ve akıldan uzak bir şekilde açıklanmaya çalışılmıştır. 5- Bu konuda en açıklayıcı nokta ise Allah kelimesinin kökeni ile ilgilidir. Allah kelimesi “El-İlah”tan gelir. “El” takısı İngilizcedeki “the” gibidir. Allah (El- İlah) “The God” anlamına gelir. Yani Allah El- İlah belli bir ilahtır. Bu kelime sadece Arap dilinde yoktur. Arapça’nın mensubu olduğu Sami dillerinde de bu kelime vardır. Örneğin İbranice’de “Elohim” ( Tanrı) kelimesi bu kökten gelir. Ayrıca yine aynı dil ailesinden gelen ve Hz.İsa’nın ana dili olan Aramice’de de aynı kelime vardır. Hem de Arapça’daki “İlah” kelimesiyle aynı kelimedir. Okunuşu da aynıdır. Bu konuda Aramice bir sözlüğe ulaşamayanlara bir filmi kaynak olarak gösterebiliriz. Mel Gibson’un yönettiği “Passion” filminde, konu orijinali gibi olması için o dönemde konuşulan diller seçilmiştir. Filmde, İsa rolünde oynayan kişi de Aramice konuşmaktadır. Bu filmde bir çok yerde Tanrı kelimesi kullanırken Aramice “İlah” şeklinde telaffuz edilir. (Bu filmi seyretme imkanı bulunanlar, Hz. İsa rolündeki kişinin çarmıha gerildiği sahnede, Aramice Allah’a dua ederken “İlah” diye seslendiğini duyabilirler, yine benzer bir şeyi Yahudi rolündeki kişinin Hz. İsa’yı sorgularken, “Sen Allah’ın oğlu musun?” diye sorarken, yine Aramice “ilah” kelimesini kullandığını duyabilirsiniz.”) Aşağıdaki linkleri tıklayarak filmin ilgili bölümlerine ulaşabilirsiniz. Passion1.mpg time cod: 00:27:10- 00:27:15 Passion2.mpg time cod:01:38:40- 01:38:45 Bu gerçek Fanatik Hıristiyanların iddialarını tümüyle boşa çıkartmaktadır. Eğer El-İlah Ay Tanrısı ise, Hz. İsa da bu tanrıya inanıyordu. Ona bu isimle dua ediyordu(!). Böyle bir şey söz konusu değildir. Hz. Muhammed’in seslendiği Allah ile Hz. İsa’nın seslendiği Allah aynıydı. Ve o her şeyin yaratıcısı olan eşi ve benzeri olmayan yüce Allah’tır. Dolayısıyla bu iddiada bulunan Hristiyanlar bilmeden kendi kendilerini yalanlamaktadırlar. Bu iddialarda bulunanlar kendi dinlerini bilmeden, Aramicede tanrının ne demek olduğundan haberleri olmadan, İsa’nın konuştuğu dilin farkında olmadan bu vehimleri söylemişlerdir. 6- Bu tip çalışmalar yukarıda da söylediğim gibi fanatik Hristiyanlar tarafından ortaya atılmaktadır. Bağımsız bilim adamları bu iddialara destek vermez. Bu konuda Türkiye’deki ateist çevrelerin bu fikre destek olmasının sebebi, olayın bilimsel temellerine dayanması değildir. Adeta “Düşmanıma atılan çamur benim çamurumdur.” mantığıyla bu iddialara sahip çıkılmaktadır. Bu çevreler için söylenenlerin bilimsel olup olmaması önemli değildir. Önemli olan dine bir saldırıda bulunulmasıdır. Aynı çevreler İslam’ın kökeni “güneş kültü”dür diye de iddialarda bulunmaktadırlar. Bunlar çıkarlarıyla çelişen konularda işlerine gelen şeyleri söylemekten çekinmezler. Onlara göre, bunların bilimsel bir alt yapısı olmasına gerek yoktur. Sonuç olarak, bu iddialar tümüyle gerçek dışıdır. İslam tevhid dinidir. Bu din Adem’den günümüze kadar yeryüzünde hep varolmuştur. Allah elçileri vasıtasıyla bu dini insanlara ulaştırmıştır. Allah Kur’an’da insanların Aya, Güneşe değil sadece Allah’a tapmaları gerektiğini şöyle vurgulamaktadır: Gece, gündüz, güneş ve ay O’nun ayetlerindendir. Siz güneşe de, aya da secde etmeyin. Alah’a secde edin, ki bunları kendisi yaratmıştır. Eğer O’na ibadet edecekseniz. (41 Fussilet - 37) Kur'anda çelişki yoktur
  12. Kardeş sende ''teorilerden'' bahsetmişsin! Kozmos şöyledir böyledir diyip duruyorsun , iyi güzelde...benim sorularıma cevap değil bu anlattıkların.Mesela kuantuma hareket ve oluşum için, sebep teşkil eden kuvvet ''kuantum'' olmadan izah edilemiyorsa burada durup düşünmek gerekiyor.Yani bir çember gibi olmuş oluyor, aralıksız başlangıcı olmayan bir döngü bir çember...böyle bir izah sence ne derece ''ilmi''olabilir? Kuantum dünyası bu gün tüm haşmetiyle karşımızda beliriyorsa, ve tüm bilinmezliklerine rağmen , enerji ve zaman kavramından hali değillerse, bu durumda ''büyük ortamlarda'' tükenen enerji, bunlarda da aynı şekilde olmak zorundadır.Mesela bir foton üzerinde yapılan deneyde fotonun kinetik enerjisinin azaldığı yönünde bir sonuç vermişti.Mesela atomları terkip edecek bir füzyon olayı, nasılki muazzam bir enerji istiyorsa ve evrendeki tüm varlıklarda, sanuçta değişik dahi olsalar atom terkiplerinden ibaret olduğu için, daha doğrusu mesela plazma dahi olsa, sonuçta yine atomun ''madde'' cihetiyle değişik ama yine maddi olan bir durumu olduğu için, tüm bu maddlerin terkibi işi '' enerjiye'' ihtiyaç arz ettiğinden sonuçta yine enerjiden hali kalmıyor enerjisiz düşünülemiyor... Ve en basitinden güneşte tükenen hidrojen maddesi, tüm yıldızlarda da aynı sonuçları doğuracak ve artık yıldızlar tükendiğinde , atomların terkip edilecek ortamı bulunamayacaktır.Mesela ters madde denilen örnekte, çekirdek içine çöker ve kuasarlara döner...sonuçta kusarlarda buharlaşır ve ortadan kalkarlar.Atom içine çökerek veda ediyor ve bir daha terkip olamıyor...bunları düşünün yani... saygılar
  13. Yahu ablacım ne inatçısın...dur az! Çiçek ikram etme konusunda son noktayı ben koyuyorum , buyur: Tüm takdim edeceğin çiçeklerin karesi kadar , ben takdim ediyorum ne haber
  14. neyse kardeş , sanada söyleyeyim : Madde ezeli olamaz! Benim savunduğum fikir kısaca bu. sevgiler
  15. Sevgili hanım kardeşim, hatta ablacım diyecem benden büyükmüşsün... Seninde buyurduğun gibidir,saygı aslında ''ahlak'' ile doğru orantılıdır.Ama insanların fıtratlarında var diye düşünüyorum, en azından bizim içinde yetiştiğimiz ''kültür'' bu terbiyeyi verdi bize...Yaşta, saygı kavramıyla doğrudan ilintilidir. Hala bazı şeyleri yazarken '' parantezleme'' huyundan vazgeçmedin be ablacım...Kaç defa diyecez '' kafamız iyi çalışıyor'' sen canını sıkma... Al iki tane daha buyur
  16. Sevgili kardeşim, hatırlarsan bayramdan evvel seninle bir hayli atışmıştık, ama sana bayramdan evvel ''benden büyüksen'' ellerinden öperim demiştim! Saygı duymasam, böyle bir laf ağzımdan çıkar mıydı sence? Al buyur
  17. Canım kardeşim , sana atıyorsun demedim ki ! Daha fazla malumat istedim, bilmiyorsan söyle bilmiyorum, ama biliyorsan , bildiklerini daha detaylıca yazarsan,kimin neyi savunduğu veya ne anlatmaya çalıştığı daha rahat anlaşılacaktır. sevgiler
  18. Sevgili lena kardeşim: Zaten şu var, biz bildiklerimiz üzerinden konuşuyoruz.Ona bakarsak yarın öbür gün dünyanın karşısına , kocaman bir tavşanda çıkabilir! Olmaz demeyelim, olmaz olmaz Ama bana evrenin ilerlediğini söylediğin ''koridor'' hakkında ne demek istediğini daha açık bir şekilde yazar mısın? Sevgiler
  19. Sevgili saklı gerçek , hiç dağ ceviz kabuğuna yerleşir mi? KUR'AN DAĞDIR...ceviz kabuğu sizce bu misalde kimlerin ''beyni'' olabilir... Umarım misali kavrarsınız.Zira dağ değil '' tepe'' kadar bir misaldi.
  20. Rastlantı kardeş : Evren genişliyor, genişlemeseydi, galaksiler birbirinden uzaklaşmazdı, balonun üzerine çizilen iki nokta gibi.Balona üflersen balon büyüdükçe noktalar birbirlerinden uzaklaşır.Mekan büyüdükçe genişledikçe , galaksilerde bir birinden uzaklaşıyor.Aksi halde bir arada duran galaksiler, nereye gidebilirdi. Ayrıca kusura kalma ama , big beng için, stephan hawking demiştir ki, patlamanın 1. saniyesi şuanki genişleme hızından , milyon kere milyonda bir az genişleseydi, kozmik materyal dağılır giderdi...sormak lazım o zaman, devinim olayı ''sonsuz'' defa olsaydı, hiç mi bu kadar olması ''neredeyse kaçınılmaz'' bir ihtimale denk gelmedi?Eğer sonsuz defa devinim olsaydı tüm bu ihtimalleri gerçekleştirmiş ve kozmik materyal bir daha birleşememek üzere dağılıp gitmişti.Tabi bu sonsuz dediğin evren için geçerli. Ayrıca hareket varsa, hareketi veren olmak zorundadır!Devam eden bir genişleme işinin , gerisin geri gidersek '' başlangıcına'' ulaşırız, bu kaçınılmaz bir çıkarımdır. saygılar
  21. Kardeş sonu gelmeyenin ne demek olduğunu siz kavrayamıyorsunuz. Bak mesela evren genişliyor değil mi? Evet. Peki genişleyen evren, genişleme işine başlamadan, ''sıfır'' noktasında durmadan, bu işe başlayabilir mi?Hayır. Kaldıki genişlemek demek, başlangıcı olmak demektir. Hani sonusuz nereye uçtu! Kurbağa kuyudan bakıp, kuyu ile dünyayı kıyaslamış, demekki ona göre dünya ne kadar büyükte olsa, sonunda sınırlı olan bir dünya var değil mi?
  22. Tabiki saygı duyacaksın, zira keskin lisanına rağmen ''gılgameş''te sana çok saygı duyuyor... saygılar-sevgiler
  23. kardeş içini dökecek başka yer bulamadın mı? Konuyla alakasız şeylerden bahsetmişsin. Kimse burada birilerine bir şeyleri, zorla ''al'' demiyor. Topic açmışız konuşuyoruz.
  24. Kardeşim sınır çizilemez ne demektir yahu! Azıcık düşünün , laflarınız nerelere gidiyor! Sevgili kardeşim, sen gittin gezdin mi?Veya okuduğun bilim adamları gidip gelebildiler mi? Peki nasıl , neye göre sonsuz diye iddia edebiliyorsunuz.Henüz en yakın galaksilerden, oda radyo dalgaları yoluyla, bazı ufak tefek bilgiler alabiliyoruz.Sonsuz olmasını neye göre iddia ediyorsunuz? Şimdi rica ediyorum , siz bunları iddia ederken ''tahmin'' den başka bir şeyler söylemiş oluyor musunuz? Eğer felsefe yapacaksak , banada kimse itiraz etmesin. Değişmeyen tek şey devinim demişsiniz, bu devinimden ne anladığınızı açıklar mısınız?Bing beng olayı değildir umarım saygılar-sevgiler
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.