Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

sueda

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    28
  • Katılım

  • Son Ziyaret

sueda tarafından postalanan herşey

  1. Resim Tahmin Yarışması doğru tahmin ettim ilk denememde! Kazandığım puan 50 Puan!
  2. Resim Tahmin Yarışması doğru tahmin ettim ilk denememde! Kazandığım puan 50 Puan!
  3. Resim Tahmin Yarışması doğru tahmin ettim ilk denememde! Kazandığım puan 50 Puan!
  4. Resim Tahmin Yarışması doğru tahmin ettim ilk denememde! Kazandığım puan 50 Puan!
  5. Kelime Karıştırma Yarışması doğru tahmin ettim ilk denememde! Kazandığım puan 100 Puan!
  6. Kelime Karıştırma Yarışması doğru tahmin ettim ilk denememde! Kazandığım puan 100 Puan!
  7. Resim Tahmin Yarışması doğru tahmin ettim ilk denememde! Kazandığım puan 50 Puan!
  8. Resim Tahmin Yarışması doğru tahmin ettim ilk denememde! Kazandığım puan 50 Puan!
  9. Resim Tahmin Yarışması doğru tahmin ettim ilk denememde! Kazandığım puan 50 Puan!
  10. Resim Tahmin Yarışması doğru tahmin ettim ilk denememde! Kazandığım puan 100 Puan!
  11. ben evrim teorisine inanmaya devam ederim.. çünkü evrim bir realitedir. Kur'an, Tevrat bunu destekler.. hatta bilimsel olarakta izahlarını bu kutsal kitapları incelediğinizde bulabilirsiniz.. ve dahi sayın enkas'ın yayınlamış olduğu şu röportajı tekrar okumanız için sizlere sunuyorum.. ayrıca yorumlarınızı da bekliyoruz..saygılar
  12. GÖRÜŞLERİ ALINAN İLAHİYATÇILAR Prof. Dr. MAHMUT EROL KILIÇ / Marmara Ü. İlahiyat Fakültesi Evrimci Yaratılış konusunda düşünceniz nedir. Müslüman alimlerin ileri sürdüğü bu teori tutarlı mıdır, değil midir? Yoksa başka mana açılımları mı söz konusu? Aslında modern zamanlarda evrim tartışmasının içerisine değişik kamplaşmalar, din-bilim çatışması damgasını vurdu ve bu konuyu kavgalı bir hale getirdi. Geleneksel yapıya baktığımızda, büyük İslam düşünürlerinde hem yaratılış teorisi hem de belli oranlarda evrim teorisine benzeyen teoriler bulunmakta. Dolayısıyla metafizikten kopuk olmamak ve bir yaratılışı inkar etmemek kaydıyla, yaratıcının planı içerisinde belirli bir evrim süreci var. Günümüzde sapla saman karışıp, ortalığı toz duman bürüdüğü için bazıları materyalist manada mutlak evrimi savunup bir yaratıcıyı inkar etmekte, bazıları da tamamen tek manada bir yaratıcı olduğunu söyleyip hiçbir surette evrim olmadığını ileri sürmektedir. Oysa geleneğe ve geleneksel düşünceye baktığımız zaman iki görüşün de tatlı bir uyum içerisinde buluşabildiğini görebilmekteyiz. Materyalistler ve inançlıların çatışması mantığının dışında bakarsak, Darwin tarafından ileri sürüldüğü şekliyle evrim teorisi bir yaratıcının varlığı fikrine ters düşecek bir mantığa mı sahip? Bu aynı Descartes’ın konumuna benziyor. Felsefeci olduğu kadar bir rahip de olan Descartes, aslında pratik aklın işleyişiyle ilgili görüşleri daha sonra üst akıldan koparılmak suretiyle tamamen mekanik ve materyalist mantığın adeta modern kurucusu olarak algılanmıştır. Dolayısıyla Descartes’ın açmış olduğu bir kapı materyalist felsefeye zemin hazırlayabilmiştir. Onun bundan ne derece mutlu olduğunu bilemeyiz? Post-Darwin (Darwin sonrası) araştırmalarda Darwin’in de başına gelen budur. O’nun teorisini tanrıyı dışlamak ve yerine başka şey oturtmak için ileri sürdüğünü zannetmiyorum. Ancak açmış olduğu kapıdan bazı ateist bilim adamları eliyle tanrı dışlanmıştır. Bence bugün ihtiyaç olan şey, Batı’da olduğu gibi ülkemizde de teologlar ile tanrı tanır bilim adamlarının beraber yeniden bir sentez yapmasıdır. Ben günümüze dek gelen kutuplaşmadan ne Descartes ne de Darwin’in mutlu olacağı kanaatinde değilim. Materyalist bir açıdan bakılmadıkça evrim teorisinin İslam’a uygun olduğu söylenebilir mi? Mevlana ve İbn’ül Arabi gibi şahıslarda bunun özellikleri gösterilmekte. Bu manevi anlamda böyle. Maddi anlamda da zamana şekle göre bazı fiziki şeyler oluşabilmekte. Zaman ve mekan yegane belirleyici hatta yaratıcıdır demek, fizyolojik çevresel şartlara yaratıcılık atfetmek esas problemi teşkil ediyor. Varolan bir yapı var, gen-bilim belki buna bir çözüm bulabilecek. Önceden kodlanan bir yumurta, tabiri caizse bir tohum var; o tohum doğacağı yere göre belirli şekilleri alabilmekte -ki bu çok doğal bir şeydir- çünkü o çevresel şartları da yaratan ilahi yaratıcıdır. Dolayısıyla alemde bir yaratıcı var; kutsal bir zekaya inanıyorum ben. Hiçbir şeyin tesadüfi olmadığı kanaatindeyim. Bu teorilerin bir masa etrafında oturulup soğuk kanlı görüşülmesi gerekiyor. Ancak maalesef bir kamplaşma söz konusu. Bu kamplaşmadan sağlıklı bir düşüncenin çıkması söz konusu değil. Kur’an-ı Kerim’de yaratılışa işaret eden ayetler ve bazı hadislerden yola çıkarak biyolojik evrim fikrine ulaşmak zorlama bir yorum çabası mı? Kur’an’da başta bir yaratıcı olduğu fikri merkezde yer almakta. O’nun yaratışı dairesinde bazı biyolojik ve çevresel özelliklerin buluşması mümkün. Buna Kur’an da müsade eder. Ama ‘bir yaratıcı yok, o fiziki özelliklerin oluşumu kendi kendine ve tesadüfi olarak gelişmektedir’ denirse varlıktaki o ‘üst ve kutsal zeka’ dışlanmış olur. Dindarları rahatsız eden de asıl bu noktadır. Bu kabul edildikten sonra gerisinin tamamen politik meseleler olduğu kanaatindeyim. Tesadüf fikri bilimin açıklayabileceği, kabul edebileceği bir açıklama mı? Tesadüfün oluşması için gerekli olan o karşılaşmanın unsurlarını verili olarak aldığınız zaman yani mutfaktaki malzemeleriniz belli olduğu zaman buradan nasıl bir yemeğin ortaya çıkacağını kestirmek çok zor. Çıktığı zaman ancak anlarsınız. Ortada gözden kaçan deterministik bir taraf da var ki malzemeler size ‘verilen’ malzemeler. Ebru sanatında suyun üzerine atılan boyaların nasıl bir şekil ortaya çıkaracağı kesin bilinemez, adeta tesadüfi şekiller çıkar ortaya. Ama o malzemelerin kendi determinizmi içerisinde bir şekli ortaya çıkartan tanrıdır. ÖMER NASUHİ BİLMEN’DEN BİR ALINTI Bilmen, biyolojik evrimi kabul etmeyip eleştirmekle beraber, akli ve teorik olarak olabilirliğine ihtimal verir. “…Nebatat ve hayvanatın ve hatta insanların tekamül tarikiyle vücuda gelmiş olmaları aklen caizdir. Fahr-ı Alem Hazretleri dilediği mahlukunu bir nevi müstakil olarak yaratabileceği gibi, bitarik-ı tedriç de (yavaş yavaş, tekamül yoluyla) vücuda getirebilir; bunda istibad olunacak (inkar edilecek) bir cihet yoktur.” (Ö. Nasuhi Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelam, 1959,İstanbul) Doç. Dr. RAMAZAN BİÇER Sakarya Univ. Ilahiyat Fak. Yaratılış hakkında İslam kelamcıları ve filozoflarının başlıca üç teori etrafında toplandıkları görülür: Yoktan yaratma, bazı filozof ve mutasavvıfların benimsediği sudûr teorisi ve evrim anlayışı. Evrim’den ilk defa söz eden isim Mutezile kelamcısı Nazzâm’dır. Nazzâm’a göre Allah’ın yoktan yarattığı bir çekirdek varlığın evriminden bir yandan bir bütün halinde kainat oluşurken, diğer yandan da birbirlerinden bağımsız olarak ve sırayla maden, bitki, hayvan ve insan türleri oluşmuştur. Her ana tür de birbirine dönüşmeksizin evrimleşmişlerdir. Onun talebesi Cahız da hocası gibi yaratılışın Allah’ın yoktan var ettiği çekirdek bir varlığın evrimiyle gerçekleştiğini düşünmektedir. Evrim teorisini savunan Müslüman alimler bir takım farklılıklar olsa da genelde Nazzâm ve Cahız’ın istikametinde gruplanmışlardır. Ehl-i Sünnet itikadı, bu varlıkların Allah tarafından toprak, çamur, su karışımı bir maddeden ve müstakil olarak yaratıldığı ve üreme yoluyla çoğaldığıdır. İslam dünyasındaki İbn-i Tufeyl, İbn-i Nefis, Birûni gibi evrimci düşünürlerin çoğu Nazzâm’ın açtığı yoldan giderek su, toprak, mineral ve gazlardan oluşan kokuşmuş bir maddeden, güneş ışığı ve ısının tesiriyle insan, hayvan ve bitkilerin ilk şeklinin Allah tarafından yaratıldığını ve kendi içinde evrimleşerek çeşitlendiğine inanmışlardır. Bu şekildeki evrim teorisi mutasyonu yani Darwin’de görüldüğü şekilde kabul etmemektedirler. XIX. yüzyılda, Darvin’in evrim fikri materyalist felsefenin de en önemli dayanağı olmuş , ilim ile dini karşı karşıya getirmiştir. Müslüman düşünürler iki tavır sergilemişlerdir. Ya materyalizmle bağlantılı olarak evrimi reddetmişler, yada din ve bilim arasında çatışmanın olmadığını göstermek, İslam’ın bilime, terakkiye engel teşkil etmediğini ispatlamak ve her iki alanı uzlaştırmak için evrimi belli ölçülerde kabul etmişlerdir. Esas olarak tarihte görülen İslam’ın evrimci yaratılış teorisinden beslenmişlerdir. Hüseyin el-Cisr ikinci grup din alimlerine dahildir. Hüseyin el-Cisr’e göre Allah varlıkları yoktan var etmiş ve türlere ayırmıştır. Bu yaratım tabiatın veya kanunların tesiriyle değil Allah’ın yaratması ile olmuştur. Tabiat kanunları adi sebeplerdir. Neticede o kanunları koyan Allah’tır ve onlarsız yaratmaya da kadirdir. Bundan dolayı Müslümanların varlıkları yoktan var etme yani Allah’ın başlangıçta her türü müstakil olarak yoktan yaratmasına inanmaları ile Allah Teâla’nın bu kainattaki türleri tekamül yoluyla yani önce basit bir maddeyi yaratıp sonra onu unsurlara, daha sonra protoplazmaya, daha sonra ilkel bitki ve hayvanlara, daha sonra da diğer türlere ayırmasına, bazılarını bölerek çoğaltmasına, bazılarını da yok etmesine inanmaları arasında hiçbir fark olmadığı görüşündedir.
  13. BİROL BİÇER [email protected] EVRİM TEORİSİNE İSLÂMİ ÇÖZÜM: EVRİMCİ YARATILIŞ Maymuna Çevrilen Teori: Evrim! Darwin’in 1859 yılında ‘Türlerin Kökeni’ kitabını yayınlayıp ‘Canlıların Biyolojik Evrimi’ teorisini ortaya atmasıyla bilim ve din sahalarının en uzun soluklu ve bir türlü sonuçlanmayacakmış gibi görünen bir tartışması da başlamış oldu. Bilimsel bağlamındaki tartışmalardan çok, materyalistler ile dindarlar arasındaki ezeli rekabette etkili bir enstrüman olarak kullanılması teoriye küresel bir televole malzemesi niteliği kazandırdı. Özellikle maymun-insan akrabalığı söyleminin akla hayale gelmedik magazinel yaklaşıma alet edilişi teoriyi bir anlamda maymuna çevirmiş oldu. Bu mücadelede Evrim topunu öncelikle ele geçiren materyalistler bunu dine karşı gole çevirmek için öyle amansız bir mücadele verdiler ki, din taraftarları da bu teorinin kabulü ile ‘Tanrı’larını kaybetmek korkusundan önce müthiş bir alan savunmasına, sonra da hücuma geçtiler. O gün bu gündür süren mücadelenin mantıki cephesinde kesin bir sonuca ulaşıldığını söylemek mümkün değil. Materyalistler ‘Evrim’i her geçen gün daha fazla kutsayıp, imanlarını tazelemeye devam ederken, semavi dinlerin mensupları ise iman esaslarının bir gereğiymiş gibi inkara devam ediyor. Darwin’in bir agnostik olduğu düşünülürse, tanrının varlığı ya da yokluğu fikrinin onun açısından pek bir şey ifade etmeyeceği tahmin edilebilir. Her iki taraf da ‘Evrim’in bir teori olduğunun ve şu ana kadar kesin olarak ispatlanamadığı gibi kesin olarak çürütülemediğinin farkında görünmüyorlar. Materyalistler ‘Evrensel Doğa Kanunu’ mertebesine çıkardıkları evrimin bilimsel ve mantıki olarak hala bir teori olmaktan öte gidemediğini kabul etmezken, dindarların bu teorinin gerçek olması ihtimalinde bile hangi mantıkla Yaratılış ve Yaratıcı fikirlerini çürüteceği konusunda kesin bir kanaatleri yok. Öyle ya, ‘her şeye muktedir olan Allah’ canlıları birden bire yaratabileceği gibi onları bir gelişme süreci içerisinde de yaratmış olabilir. Kısacası teorinin mantığında bir yaratıcı öngörülmediği gibi bir yaratıcının olmaması gerektiğine dair herhangi bir önerme de yok. Darwin’in veya takipçilerinin biyolojik evrim teorisine materyalist veya tam tersine metafizik önermeler eklemesi bu teorinin temeldeki mantığını değiştirmiyor. Ancak bizim asıl konumuz bu değil. Evrim’e imanlı materyalistlerle, inkarcı müminleri bir tarafa bırakıp, evrimci müminlerin varlığını gözden kaçırmayalım dedik. İlk Evrimciler Müslümandı Büyük alim ve mutasavvıf Muhyiddin İbn Arabi Fütuhat isimli eserinde ‘gayb aleminde’ gördüğü bir hadiseyi anlatır: İbn Arabi Mekke’de kaldığı iki yıl boyunca sık sık Kabe’yi tavaf edermiş. Bir seferinde Kabe’yi tavaf ederken, herkesin gölgesi olduğu halde, çok uzun boylu bir adamın gölgesinin olmadığını farkeder. Uzun boylu adam tavaf ederken; -“Biz de sizin gibi bu beyti tavaf ediyoruz” demektedir. Yanına yaklaşıp, kim olduğunu sorar: - Ben senin büyük atalarındanım, der. Bunun üzerine İbn Arabi: - Hangi asırda yaşadınız? - Kırkbin sene evvel vefat etmiştim. - İnsanın atası olan Adem’in (as) altıbin sene evvel yaratıldığını söylerler. - Sen hangi Adem’den bahsediyorsun? Bil ki; insanın ilk atası olan Adem’den evvel yüzbin Adem gelip geçmiştir. Söz konusu menkıbe gayba dair olunca yorumlanması ancak işin ehline düşüyor tabii. Ama burada anlatılandan muradın evrime kapı aralamak olduğunu düşünenler yok değil. İşin aslına dönersek ne Darwin, ne de ondan önce felsefi olarak biyolojik evrimi ileri sürmüş Lamarck bu fikrin asıl sahibi. Canlıların biyolojik bir evrim süreci sonunda yaratıldığı fikri onlardan tam bin yıl önce Müslüman bilim adamları tarafından ileri sürülmüş zaten. Müslüman bilim adamları bir yandan doğayı gözlemleyerek öte yandan Kur’an ve Hadis’ten yola çıkarak sadece canlıların değil tüm kainatın uzun bir gelişme süreci içerisinde oluştuğu fikrini öne sürmekten çekinmemişler. Bu fikirlerin tartışılan güncel evrim teorisinden en önemli farkı kendinden bir var oluşu değil, bir ‘Yaratıcı’ tarafından meydana getirilişi yani ‘Evrimci Yaratılış’ı öngörüyor olmaları. Konu Türkiye’de gündeme asıl olarak Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr Mehmet Bayrakdar’ın ‘İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi’ kitabıyla girdi. Böylece ilgili kamuoyu hem kozmolojik hem de biyolojik anlamda evrimci görüşler ileri süren Müslüman bilim adamlarının ve İslam alimlerinin fikirlerini popüler anlamda tanıma şansını buldu. Biz de bu sayfalarda konuyu açmak için esas olarak Mehmet Bayrakdar’ın kitabına müracaat edeceğiz. . Modern kimyanın kurucusu sayılan, tıp ve mantıkla uğraşmış, 8. yüzyılda yaşamış Cabir bin Hayyan canlıların ve insanın üreme sistemine gerek kalmadan kendiliğinden meydana geldiği fikrini öne sürer. İslam dünyasında onun bu fikirleri daha sonra İbn-i Sina, Fahreddin Razi, , El Harisi, İbn Ebi’l-Haid, Er Ruhavi, İbn’un Nefis gibi bilim adamları ile İhvanu’s Safa gibi ekolleri ve ‘Evrimci bir Yaratılış’ öngören meşhur ‘Hayy Bin Yakzan’ kitabının yazarı İbn Tufeyl gibi düşünürleri de etkiler. Bir kelamcı olan Nazzam (9.yy) ise (Mutezile ekolündendir) kozmolojik bir evrimci yaratılış teorisi ileri sürer. Ona göre evren ve türlerin ilk tohumu mahiyetinde yaratılan ilk varlık kendisinden sonra ortaya çıkacak tüm varlıklara kaynaklık etmiştir, bütün canlı türleri bir tek çekirdek varlıktan gelişerek meydana gelmiştir. Nazzam teorisine dini dayank olarak “Sizi bir nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan vareden, Allahtır (Araf,189)” ayetini alır. Nazzam görüşleriyle, canlı türlerinin sürekli olarak bir halden başka hale geçtiğini de ileri sürer. Nazzam’ın bu ve benzeri fikirlerinden dolayı başta İmam Eşari tarafından olmak üzere Hıristiyan ve Yahudiler hatta kendi mezhebi tarafından eleştirildiğini, dinsizlik ve materyalistlikle itham edildiğini de kaydetmek gerek. Oysa Mehmet bayraktar’ın da ifadesiyle Nazzam zaten Allah’ı tanımakta ve teorisinde iddia ettiği tüm evrimci varoluşların Allah’ın iradesiyle yaratıldığını kabul eder. Ona göre Allah, ilk varlığı yok iken doğrudan yaratır ve onu vasıta kılarak tüm varlık türlerini ondan meydana getirir. Biyolojik Evrim Teorisi’nin esas atası ise 8 ve 9. yüzyıllarda Basra’da yaşamış olan Nazzam’ın talebesi Cahız’dır. ‘Kitab’ül Hayavan’ adlı eseriyle bildiğimiz anlamda biyolojik evrim teorisi’nin temelini ortaya atar. Buna göre, ilk çekirdek varlığın evrimiyle bir yandan kainat meydana gelmiş, buna paralel olarak ilk basit canlı türleri meydana gelmiş, onların evriminden de silsilevi bir şekilde basitten komplekse doğru mertebe mertebe canlı türleri oluşmuştur. Bu evrimin son halkasında da insan ortaya çıkmıştır. Cahız günümüz evrimcilerinin kilit nokta olarak gördükleri mutasyon ve transformasyonu’da kabul eder. Ona göre türler sabit değil, değişkendirler, dönüşürler. Mutasyon veya dönüşümü Cahız, “İçinizde Cumartesi günü azgınlık yapanları elbette biliyorsunuz. Onlara: ‘Aşağılık birer maymun olunuz’ dedik; bunu ardlarından gelenlere bir ceza örneği ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüt olsun diye yaptık.” (Bakara,65-66) ayetlerinden yola çıkarak açıklar. Cahız evrimin kilit taşlarından dönüşümü ya da günümüz tabiriyle mutasyonu uzun uzun açıklar, ve çeşitli örneklerden yola çıkarak gerekçelendirir. Cahız’a göre kainatı yaratan Allah, onu ve canlıları sürekli evrimleşici mahiyette yaratmıştır. İslâm ve Dialektik Cahız, günümüz Evrim teorisinde de bulunan diyalektik (zıtların birliği- mücadele) ve doğal seleksiyon (doğal ayıklanma yada seçilim) kavramlarına da yer verir. Böylece mücadele şeklinde geçen hayatta kuvvetli ya da yetkin türlerin devam edebildiklerini öngörür. Bunu da Allah’ın bir kuralı olarak görür. Aslında burada Cahız’ın günümüzde materyalizmin iki önemli dayanak noktası olarak görülen Diyalektik ve Doğal Seçilim kavramlarını dini inancı ile bağdaştırabildiği görülmektedir. Cahızın canlıların evrimleşmesi fikrinin temel dayanakları, Allah’ın evrimci bir süreçle yaratmasının zahirdeki görünür şartları olarak fiziki çevre, iklim şartları , hayat mücadelesi ve doğal seçilimdir. Günümüzde dindarların materyalist bir yorumla aktarılan Diyalektik fikrini kainattaki tesanüt ve teavün (yardımlaşma) olgusundan yola çıkarak reddederler. Oysa zıtların birliği ve mücadele olgusu tesanüt ve teavünün varlığına engel teşkil etmeyeceği mantıki bir durumdur. Cahız’ın “Evrimci Yaratılış” fikri kendisinden sonra belirgin bir şekilde İhvanü’s Safa, Biruni, Kazvini, Damiri gibi Müslüman bilim adamlarınca kabul görür. Bununla beraber Cahız, İmam Eşari gibi Ehl-i Sünnet kelamcılarının bir kısmı tarafından materyalist ve dehri olmakla da suçlanır. XI. yüzyılda Gazne’de yaşayan ünlü Müslüman alim Biruni’de hem kozmolojik hem biyolojik evrimi savunur. O’da canlıların ortay çıkışı ve evrim süreciyle çeşitlenip gelişmelerini Allah’ın iradesi ve yaratışının bir neticesi olarak görür. Biruni bu teoiye katkı olarak sun’i seçim ve tabiat ekonomisi fikirlerini ileri sürer. Ona göre doğada her şeyin üreyip çoğalması ve evrimi ölçülü bir denge üzere olmakta bu da doğada tesadüfilik, başıboşluk ve israf olmayıp bir iktiatın olduğunu göstermektedir. İslam kültüründeki temel evrimci görüşlerin esasları bu bilim adamları olmakla beraber, bir düşünce akımı olan İhvanü’s Safa mensubu alimler de kozmolojik ve biyolojik evrim görüşünün yanında sosyal ve psikolojik evrimi de benimserler. İbn Miskeveyh ise biyolojik evrimi kabul etmekle beraber türler arasında geçi olmadığını, türlerin kendi içlerinde geliştikleri görüşündedir. İslam kültürü içerisinde evrimci görüşü ileri sürenlerden biri de 12. yüzyıl Endülüs alimi İbn Tufeyl’dir. İbn Tufeyl bugün dahi okunmakta olan ve yaratılış ve evrimi roman üslubuyla hikaye ettiği ‘Hayy bin Yakzan’ adlı kitabın yazarıdır. Kitapta, ıssız bir adada çukur bir yerde su, hava ve toprağın karışımından oluşan çamurun güneş ısı ve ışığının tesiriyle mayalanması ve bu çamurun çeşitli dönüşümler geçirerek canlıya, insana dönüşmesi anlatılır. Bu oluşumun temel etkeni ise Allah’ın ‘Hayat’ sıfatının tecelli ederek yaratmasıdır. Bu hikayede çamurdan insana dönüşen varlık ilk insanı temsil etmektedir. Bu oluş uzun bir zaman süreci zarfında gerçekleşir. Benzer başka bir evrimci görüşün sahibi ise 13. yüzyılda yaşamış ünlü tabip İbn’ün Nefs’tir. İbn’un Nefs de ‘Er Risalet’ül Kamiliyye’ isimli eserinde Hayy Bin Yakzan ‘a benzeyen fakat bazı noktalarda ayrılan, çamurdan oluşarak sonunda insana dönüşen Kamil isimli varlığın oluşumunu hikaye eder. Bu kahraman’da evrim sonucu yaratılır ve sosyal ve psikolojik bir evrim sürecide geçirerek bilinçli insana dönüşür. Bir bilim adamı olmasının yanı sıra din alimi olarak da görülen ve bu açıdan ayrı önemi olan Mevalana Celaleddin Rumi de evrimci olarak biliniyor. Mevlana kainatın kozmolojik, canlıların ise biyolojik evrimle yaratıldığı görüşünün devamcılarındandır. Ancak ondaki özümleme yoluyla evrim fikri mecazi bir anlatım da olabilir. Kimileri tarafından sosyolojinin kurucularından kabul edilen ünlü tarihçi ibn-i Haldun da “Mukaddime” adlı başeserinde insanın yaratılışında evrimin esas olduğunu ifade eder. 19. yüzyıla gelindiğinde bu evrimci düşünürlerin varisleri de ortaya çıkmaktadır. İslâm dünyasındaki ilk reformistlerden kabul edilen Muhammed Abduh, 19 yüzyıl Hintli İslâm alimi Seyyid Ahmed Han, Hüseyin El Cisr ünlü Osmanlı aydınlarından Filibeli Ahmed Hilmi ve eski Diyanet İşleri Başkanlarından Prof. Dr. Süleyman Ateş evrimi Darwinci anlamıyla kabul etmemekle beraber tamamen reddetmeyen ve evrim doğrultusunda tevilleri olan Müslüman alimler arasında ilk akla gelenlerdir. İslam’ı Değil Avrupa’yı Etkiledi Müslüman bilim adamlarının yaratılışçı evrimi esas alan bu görüşleri o dönemlerde İslam dünyasında hakim olan felsefi ekollerle beraber dini kelami ve metafizik görüşlere de uygun görülmediği için çok ciddi eleştirilere uğrar, hatta ileri sürenler materyalistlikle suçlanırlar. Zaten bu görüştekilerin mensup olduğu Mutezile mezhebi hak mezheplerden sayılmaz ve ‘İslam’ın materyalistleri’ olarak görülür. 12. yüzyıldan sonra ise tabiat bilimleri duraklamaya başlayınca bu teorileri İslam dünyasında takip edecek kimseler azalmaya başlar. Evrimci Yaratılış teorilerini ileri süren Müslüman bilim adamlarını ülkemizde gündeme getiren Mehmet Bayraktar, bu fikirlerin “Kur’an’a aykırı olmadığını, aslında bu düşünürleri evrimci düşüncelere sevk edenin bizzat Kur’an’ın insanın kökeni ve yaratılışına dair açıklamaları” olduğunu söylemekte. Müslüman evrimcilerin bazı kitaplarının tercümeleri XV. yüzyıldan itibaren Avrupa’da yayınlanır. Lamarck ve Darwin’den önce sistematik olmasa da evrimci görüşler ileri süren pek çok bilim adamı çıkar Avrupa’da. Müslüman evrimcilerden etkilenen J.Ray, Roi, Buffon, E. Darwin, Cabanis, Limnaeus ve Goethe gibi bilim adamı ve düşünürler evrim teorisinin düşünsel zeminini hazırlarlar. Bu fikri zeminde görüşlerini oluşturan Lamarck ve Darwin ise bunlar vasıtasıyla dolaylı olarak etkilenirler. Bir başka deyişle Batı’daki evrim tartışmalarında Müslüman düşünürlerin de katkısı vardır.
  14. neyi anlayıp güzel dediğinize bir türlü anlam veremedim doğrusu, sayın muki.. eğer anladıysanız cümlenizin devamında tam bir tezat içerisindesiniz.. Ayetlerin tehdit içerdiğinden bahsetmişsiniz. Herhalde sizin devlet, hukuk ve kurallar hakkında hiç bir bilginiz yok diye düşünmekteyim.. Şöyle ki; hukuk kuralları devletin varlığını sağlıklı bir şekilde yürütebilmesi için vardır. Bir insanı öldürmenin cezası olarak idam vardır ve devlete karşı gelmenin cezası yine idam, diğer suçlar da müebbete kadar varan cezalar vardır.. Bu ne içindir? Tabiiki devletin salim olabilmesi, varlığını devam ettirbilmesi için gerekli bir sistem olarak vardır. Aynı bunun gibi içtimai ve şahsi hayatımızı, varlığın müsebbibi, intizamlı bir hale getirebilmek için bazı kurallar koymuştur.. Kurallara ve sizin tehdit olarak saydığınız birçok ayete baktığımızda bunu net bir şekilde görmekteyiz. Ve şunu unutmayın ki, kurallar kitabı olan Tevrat, maneviyat kitabı İncil ve iki hakikati kendinde bariz bir şekilde birleyen Kur'an'ın kaynağı sevgidir.. anne de çocuğuna kurallar koyarak onu terbiye eder, kural dışına çıktığında ise bazı şeyler ile onu ikaz eder.. bu annenin çocuğunu sevmediğini göstermez değil mi sayın muki? bilmek, anlamak, idrak etmek, hazmetmek dileğiyle...
  15. NEDEN 8 KEÇİ VEYA 8 MELEK a) Egemenlik sekiz önemli nitelikten oluşur: 1) KUDRET 2) İLİM 3)İRADE 4)GÖRME 5)İŞİTME 6)KONUŞMA 7)HAYATİYET 8)TEKVİN (eylem) sekiz sayısı 7 gök ile cenneti senbolize ediyor. Allah'ın egemenliği bütün gökleri, cennet ve ahireti kuşatmış demektir. Sınav yani insanları sınamak için Allah'ın egemenliği, Dünya da net bir şekilde görünmez. Ahirette ise Onun egemenliği bütün özellikleriyle görünecektir. " Onun için o gün egemenliğinin taşıyıcıları 8 olacaktır." (Hakka, 17) Soru: Hadisçiler neden bu gerçekleri yanlış aktarmışlar? Cevap: Şu bir gerçektir ki; bazı zihinler özellikle orta çağda ilkel idiler. Bu kişiler özellikle dejenere edilmiş Kitab-ı Mukaddes etkisinde kaldılar. Hadislerin ve bazı ayetlerin (zahiri) dış anlamlarını esas alıp, " mucessime ve müşebbihe " ekolunu oluşturdular. Bunlara mukabiil ilerici bir zihni yapıya sahip olan " Mutezile " ekolu çıktı. Fakat zamanla bunlar aşırı gidip Allah'a hiçbir sıfat (nitelik) vermeyince, doğru ve orta yol olan Ehli Sünnet Vel-Cemaat ortaya çıktı. Ama ne yazık ki, hadisler geçen 250 sene içinde, Müşebbihenin kalıp ve deyimleriyle kaydedilmişti. Ve artık öylece kaldılar. Mutasavvıflar çoğu zaman bunların asıl anlamlarını anlamış, teşbih ve tescimden uazk durmuşlardır. (Bkz. Fihi Mafih, Mevlana) BAHAEDDİN SAĞLAM Not: yukarıdaki yazıda bazı eksiklikler olduğu için yeniden yazmak gerekti kusura bakılmasın.. gördüğünüz gibi sizin hurafe sandığınız ayet ve hadisler bile akla ve mantığa uygun olarak yorumlanınca yüksek ve evrensel hakikatler ortaya çıkıyor...görmek ve anlamak dileğiyle...
  16. NEDEN 8 KEÇİ VEYA 8 MELEK a) Egemenlik sekiz önemli nitelikten oluşur: 1) KUDRET 2) KUDRET 3)İRADE 4)GÖRME 5)İŞİTME 6)KONUŞMA 7)HAYATİYET 8)TEKVİN (eylem) sekiz sayısı 7 gök ile cenneti senbolize ediyor. Allah'ın egemenliği bütün gökleri, cennet ve ahireti kuşatmış demektir. Sınav yani insanları sınamak için Allah'ın egemenliği, Dünya da net bir şekilde görünmez. Ahirette ise Onun egemenliği bütün özellikleriyle görünecektir. " Onun için o gün egemenliğinin taşıyıcıları 8 olacaktır." (Hakka, 17) Soru: Hadisçiler neden bu gerçekleri yanlış aktarmışlar? Cevap: Şu bir gerçektir ki; bazı zihinler özellikle orta çağda ilkel idiler. Bu kişiler özellikle dejenere edilmiş Kitab-ı Mukaddes etkisinde kaldılar. Hadislerin ve bazı ayetlerin (zahiri) dış anlamlarını esas alıp, " mucassime ve müşebbihe " ekolunu oluşturdular. Bunlara mukabiil ilerici bir zihni yapıya sahip olan " Mutezile " ekolu çıktı. Fakat zamanla bunlar aşırı gidip Allah'a hiçbir sıfat (nitelik) vermeyince, doğru ve orta yol olan Ehli Sünnet Vel-Cemaat ortaya çıktı. Ama ne yazık ki, hadisler geçen 250 sene içinde, Müşebbihenin kalıp ve deyimleriyle kaydedilmişti. Ve artık öylece kaldılar. Mutasavvıflar çoğu zaman bunların asıl anlamlarını anlamış, teşbih ve tescimden uazk durmuşlardır. (Bkz. Fihi Mafih, Mevlana) Bahaeddin Sağlam[/size]
  17. ALLAH'IN ARŞI (TAHTI) NE DEMEKTİR? Arş,aralarındaki bağlantıdan dolayı taht, saray, memleket, egemenlik anlamına gelir. Arapça'da herhangi birşey onun bir parçasının ismiyle adlandırılabilir. Tesbih ve zikir, namazın bir parçası iken namaza tesbih ve zikir denilmiştir. Dinî deyimlerin çoğu gibi bu ARŞ kelimesi de mecaz, yani semboldur. Evet, evren bir memlekettir. Bir memleketin idare merkezi ve idarecisi olduğu gibi evrenin de bir idare merkezi ve o merkezden münezzeh bir yöneticisi, malik ve sahibi vardır. Evren bütünüyle Allah'ın arşıdır. Allah, evrenin başı-sonu, içi-dışı her tarafına egemendir. Örneğin: Toprak dünyası Allah'ın diriltici (Muhyi) ve koruyucu (hafız) isimlerinin arşıdır. Sayısız denebilecek kadar çok bitki, böcek ve çekirdeklere koruyuculuk yapıyor. Onların hayat bulmasına sebep oluyor. Hava Allah'ın emir ve iradesine bir arştır. Allah istediği gibi yağmuru, havanın geliş gidişini düzenliyor. Hava da sayısız radyo, televizyon ve telsiz yayınları olduğu halde birbirine karışmıyor. Gökler ise Allah'ın büyüklüğünün aynası ve arşıdırlar. Şimdi gelelim ARŞ ile ilgili metinlerin tahliline: Metin 1: " Arşın 8 dağ keçisinin sırtında oluşu... " (Ebu Davud, İbn Mace, Tirmizi) Bu hadisin bir gerçeği vardır. Fakat aslı anlaşılmadığından, yanlış yorumlara ve ilavelere neden olmuştur. Anlamının aslı şudur: Evren bir tek vücut gibi bir bütündür. Onda hiçbir fazlalık yoktur. Dünyadaki bitki ve hayvan türleinin hepsi birbirlerine ve özellikle insana bakan yönleri vardır. Bir tür yok olduğu zaman, bütün tabiat dengesi bozulur. Tabiat yok olduğunda evrenin de anlamı kalmaz. İşte hadis bize diyor ki: En ilgisiz görünen türler ve yaratıkların dahi, Allah'ın evrensel düzeni içinde önemli bir yerleri vardır. Allah'ın evrendeki egemenliği onlara (canlılara) dayanır. Hadisteki anlatım biçimi, ravinin hadisi anlamamasından doğmuştur. Metin 2: " Güneşin Arş'ın altında karar kılıp secde etmesi " (Buhari) Allah'ın arşı egemenliği demektir. Hadisin aslı bize diyor ki: En büyük cisim olan güneş dahi gece-gündüz görevini düzgün bir şekilde yürütmekle Allah'ın egemenliğine secde ediyor (boyun eğiyor). Metin 3: " Daha evvel Allah'ın Arşının su üzerinde oluşu... " (Hud:7) Allah'ın egemenlik ve icraatı, evren bugünkü şekilde yaratılmadan önce, yapısal nitelik yönünden suya benzeyen esir maddesi veya suyun aslı ve yaradılışın temel elmenti olan hidrojen gazı üzerinde idi. Hayatın ilk önce suda başlaması da Allah'ın egemenliğinin önce suda olduğunu hatırlatır. Metin 4: " Arş cennetin damıdır. " (Buhari, Tirmizi) Evreni bir insan ve bir bina olarak düşünürsek onun bölümleri, alt-üstü vardır. İnsanda nasıl yönetim merkezi baş ve beyindir, evreni kuşatan Allah'ın egemenlik merkezi de elbette en önemli yer olan ve göremediğimiz başka boyutlarda bulunan cennet ve ahirettir.
  18. evet,varlık boyutunda insan sadece bir baba yada bir iş adamı olarak kalmıyor..hayat öyle bir ortam ki insanı çok farklı sahnelerde oynatıyor..mekan hazırlıyor ve verilen cüz-i irade ile seçim yapılmasını,istidatına uyan bir rolü seçip o rol üzerinde başarılı bir oyun yada mücadele etmesini istiyor..anlaşılacağı üzere, evirip çevirip pişirip adam ediyor..bunu yaparken tek taraflı yapmıyor..insanı çeşitlemek ile birlikte yine içerisinde o kainatın son meyvesi olan insana birliği öğretiyor..yoksa o hayat sahnesindeki çeşitli rolleri birleyemeyen insan şizofrenik bir hal alıyor..yani,insan bütün hallere girdikten sonra bile kendi varlığını,amacını unutmuyor ve birliği elde edip sonsuzluk anına kadar sabır moduna geçiyor.... bir baba iken bir eş oluyor..işci oluyor,patron oluyor,dede oluyor,amca oluyor,bir çok farklı rol alıyor..ama biliyor kul olduğunu, bunları ebedi bir varlığı kazanmak için oynadığını bildikten sonra kısaca birliğe varacağını bildikten sonra hiç bir şey ağır gelmiyor..vazifedar olduğunu,asker olduğunu,bu harp meydanında çeşitli muharebelere gireceğini biliyor..niçin olduğunu da.. sorun aslında şurada :maddi bir durumda aciz ve fakir olan bir insan ile güçlü,kudretli bir insan arasında birliğe varma maratonunda fakir olanın bir adım önde gibi olması..yani ben fakirim,acizim o zaman bu dünyayı yaratana istinad etmeliyim deyip ona ulaşan ve onun acizliğinden dolayı inandığını zannedip büyük bir varlığın zatını kabul etmeyenler..kendi geçici temelsiz kudretlerine istinad edip medet umanlar bilmiyorlarki trilyonlarca hücre arasında bir hücrenin hastalanması ile birlikte bütün vücudun çöküşe geçecek kadar aciz olduğunu..güvendikleri maddenin ise emir aleminden bir emirle altüst olacağını..ve dahi güvendikleri maddenin görünüşden mevcut olduğunu,,binlerce kuvarkın titreşimiyle varlığın sabit göründüğünü ama heran değişebilir bir ilim dairesinde hikmetle ve tam bir irade ile işletildiğini bilmiyor... küçük firavun,bırak rabbini kendini dahi tanımıyor..acizliği ile birlikte mükemmel bir varlığa başvursa,fakirliğini yalnızca ona anlatsa en sevgili bir habibi olacağını anlamayıp,peygamberlerle uğraşıp benden önce seviilmiş var ben 2. olmayı kabul etmiyorum deyip sonsuz sevgiyi kısıtlayarak şahıslara indirgeyip koskoca sevgi hakikatini gölgeliyor... ve şu bilinmeli ki herşeyi yok edebilirsin,kendini dahi silebilirsin ama acizliğini ve fakirliğini yok edemezsin varken de öylesin yokluğa gidincede öyle olacaksın... acizliğimizin ve fakirliğimizin farkına varmak dileğiyle...
  19. O her an yeni bir şe'ndedir." (Kur'ân-ı Kerim 55/29) sen nefes alırken,ve dahi kalbinin her atışında ilmi ile,kalktığında yürüdüğünde birşeyler icat edip faaliyete geçirdiğinde kudreti ile sana bunları yapman için verdiği ve seninde herkes gibi terhisat-ı umumiyeden yararlanıp iradeni kullandığında sana bu terhisi verirken iradesi ile ve daha sayamadığım birçok şeyde çeşitli isimler ve sıfatlar ile o her zaman bir şe'ndedir ve ne yaparsa yapsın herşey güzel ve hayırdır... sen birilerine iyilik yaptığında mutludur,yada birilerini aç bıraktığında açtır doyurduğunda,toktur,şuanda herkesle ilgilenen bir şubesi ismi rahman ve rahim devrededir,kişilere göre farklı bir isimle tecelli etmektedir... sen işi aslında dönüp dolaştırıp kainatta senin nazarında çirkin olan olaylara getirmeye çalışıyor farklı yerden giriyorsun.. ırak,filistin,çeçenistan,somali,sudanda yaşanan olaylar sadece rab isminin gereğidir.. sen rab ismi nedir biliyormusun?rab terbiye edip,geliştiren demektir.. yani ayakkabın şuan deriden,yada giydiğin giysi,elindeki çantan.peki biliyormusun o deri o hale gelene kadar kaç merhaleden geçiyor.. en ağır ilaçlar dökülüyor üstüne.defalarca ve defalarca..ve sonunda sana terbiye edilmiş bir deri ve nihayet kullanıma hazır.. işte allah'ta insanları musibetlerle terbiye ediyor ve onları geliştiriyor.musibet etimolojik olarak kast ile atılan ve isabet olunan şey demektir..yani allah bizzat kast ediyor ve bela okunu sırf kulunu geliştirmek için atıyor.. onların da,yani saydığın ülkelerin gelişime ihtiyaçları var.onlar bu musibeti okuyup gelişirlerse ne ala..gelişmezde bu olayları bir zalimlik olarak görürlerse yine kendilerine yapmış olacaklar.biliyorsunki ve bizzat yaşadığın hadiseler neticesinde sen geliştin..yani hayatın boyunca yaşadığın olaylar seni geliştirdi ve sana hayat tecrübesi olarak kazandırıldı..sen hiç birşey yaşamayıp ot gibi olmak istermiydin.. arkadaşlar imtihan sözcüğünün etimolojik olarak manası zorluk ve eziyet çekmektir.. zaten kur'anda imtihan için gönderildiğimiz söyleniyor..eee uzatmaya ne hacet.demekki imtihan olup gelişip kainattan payımıza düşen varlığı alacağız vesselam..
  20. Bir ağacın başlangıcı neyse sonu yani meyvesi de o olur. İnsanlık bir şeceredir. Başı, vahşet ve bedeviyetti, dinlerle ve hükûmetlerle nim-medenî hale gelmişti.(10) Günümüzde de bir yarım medenilik var. Yer yer vahşilikler, anarşizm sergileniyor. İnsanlık, Kitabî olmasına rağmen, kitaptan uzaklaştı. Kitab'a muhatap olabilecek seviyeye ulaşabilmek için tekrar ayni süreci yaşıyor. Topluma bakıldığında bir kısmı dünyaya nasıl gelmişse olduğu gibi yani âdem olarak kalıyor, hatta kimi zaman o âdemlik dahi fazla geliyor ki yokluğa ehil olacak hale düşüyorlar. Büyük bir kısmı ise Kitabî olmayan manevî yollara kapılıp en büyük sermayeleri olan kalplerini ifsad ediyorlar. Diğer bir büyük çoğunluğu ise asil Hak ve Hakikat olan Allah'a ulaşmalarına engel olan, Kitaba muhâlif bir ilme yönelip akıllarını ve beyinlerini tabiat bataklığında boğduruyorlar. Çok az bir kısmı ise dengeyi tutturup dengeli bir yasama kavuşuyorlar. İlk dönem ile yani kademe kademe Kitab'a ehil olmaya çalışılan ve yaklaşılan dönem ile bu son dönemin yani Kitab'dan uzaklaşılan, beyinlerin kasden uyuşturulduğu dönemin zıtlığı küfrân-i nimete verilen bir cezadır. Bundan dolayı Kitap Öncesi dönemin tüm insanları kurtulabilir desek de günümüzün Kitab'dan uzak toplumunda dengeli yasamayanlar, kurtulabilir, diyemeyiz. Elhasıl, insanlık hakîki insaniyeti Kitab ile buldu. Kitab'dan uzaklaşılan bu devrin boğucu havasından ve öldürücü fitnesinden ancak Kitab-i Mübîne sığınılarak kurtulabilir. Felaha erenlerden olmamız temennisiyle!.. bahaeddin sağlam
  21. Hadiste İnsanlığın Yazılı Vahiy Serüveni Muhammed İbn-i Cerir Et-Taberî Hazretleri, dünya tarihinin, başlangıcından o güne kadar ki kısmını anlattığı Tarihü'l- Ümem ve'l- Mülûk adlı eserinde Ebu Zerr-i Gifarî'ye (R.Anh) dayanan bir senedle Peygamberimiz'den (A.S.M.) su meşhûr hadis-i şerifi rivayet ediyor: " İnsanlığa 100' ü suhuf, 4' ü kitap olmak üzere 104 ilahî, yazılı mesaj gelmiştir. 10 suhuf Âdem'e, 50 suhuf Şît'e, 30 suhuf İdris'e ve 10 suhuf da İbrahim’e indirilmiştir." Gayb aleminden gelen ve gayb aleminin dili olan ayetlere ve bir kısım hadislere, sırf zahirine bakılarak meal verildiği, mealden manaya geçilmediği yani bu sözle ne anlatılmak istenildiği anlaşılmadığı için bu gaybî ifadelerin mucizevî yönleri kaybolmuş, hatta bir kısım ayetler hakkında " tarihsellik " tartışması yapılmış, bir çok hadis-i şerife de " mevzû " damgası vurulmuştur. Efendimizin (A.S.M.) geçmiş ve gelecek zamanla ilgili ve özellikle peygamberlerle ilgili ifadeleri birer ihbar-i gaybîdir. Bu perspektifken bakılarak hadisleri te'vile gidilmelidir. Gaybî yönleri göz önüne alınarak yapılacak yorumlamalarla şu an bizim için büyük kısmı karanlık olan geçmiş zamanı aydınlatacak ve geleceğe ışık tutacak bir çok tarihî, içtimaî hakikatler istihraç edilebilir. Bu ve buna benzer, akla gelebilen, hadislerin ve ayetlerin daha iyi anlaşılmasında yardımcı olacak bilgiler ışığında mevzu-bahis olan bu hadisten, şu manalar çıkarılabilir: 1) İnsanlık, vahşet ve bedeviyet dönemini yasarken (1) , doğrudan kitaba yani sosyal hukuk ve geniş bilgi birikimine muhatap olacak seviyede değildi. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, temel basit bilgilerden ibaret olan suhuf ( sahifeler ) indirmiştir. Ne zaman ki o toplum Kitab'a muhatap olabilecek bir zihnî seviyeye ulaştı, o vakit Allah, o topluluğa kitap göndermiştir. 2) Uzak bir yere bakıldığında büyük cirimler görünür; Efendimiz'e (A.S.M.) geçmiş zaman gösterildiğinde -ki zamanen çok uzaktır- gözlerine, o devrin veya o devre hâkim olan etkinliğin şahs-i manevisi gözükmüştür. Çünkü gayb ve misal alemlerinde, maddî alemde olan her faaliyeti ve fikri temsil eden bir şahs-i manevî vardır. Peygamberimiz de geçmiş dönemlerin misalî levhalarına baktığında o dönemleri temsil eden eşhas-i maneviyeyi Âdem, Şît, İdris ve İbrahim (Aleyhimüsselam) suretinde görmüştür. 3) Âdem, insanlığın şahs-i manevisi olup Kur'an'da ve Tevrat'ta insanin manevî yapısını ve kültürel yönünü ifade sadedinde kullanılır; insanin maddî yönü nazara verileceği zaman ve maddî yaratılışı konusunda ise beşer ve insan kelimesi kullanılır. Şît, harika maneviyat ve bilgi sahibi demektir. Şît, kelime kökü itibariyle yenilik ve harikalık demek olup olağanüstü anlamına gelir. İdris, kelime kökü yönünden bakıldığında çok çok ders ve ilim yapan manasına gelmektedir. Hz. İdris bir çok ilimleri bilmekteydi. (2) Bu yüzden yeryüzünde kalemi ilk kullanan (3) ve yazıyı ilk kez yazanın o olduğuna dair rivayetler bulunmaktadır. Hermetik kültürün babası kabul edilen Hermes-i Kebîr'in İdris (A.S.) olduğu söylenilir. Yeryüzünde ilk ilmî faaliyetlere başlayan topluluk olan Sabiiler, Hz. İdris'in, peygamberleri olduğunu söylerler. İbrahim, kelime manası ile herkesin, her dinin, her ırkın babası demektir. İbrahim’in (A.S.) Tevrat'ta ilk ismi Abram'dır. Abram büyük baba demektir. Evet, bir şahıs dengeli olunca, madde ile manayı bir ve beraber götürünce, sırat-i mustakimde gidince toplum için bir büyükbaba olduğunu gösterir. Hadis rivayetinden anlaşıldığı gibi, gayb aleminde İbrahim, büyük, dev, fakat o kadar da şefkatli bir baba olarak görünür, yanında çocuk gibi kalan diğer müminlere babalık yapar.(Sahih-i Buhâri) Evet, Hz. İbrahim, bütün kâinatı ilgilendiren vahiy gerçeği ile serfirâz olunca, İbrahim oluyor. Yani herkesin, her dinin, her ırkın babası oluyor. Çünkü insanlık, dengeli yaşam demek olan bu İslam vahyine muhtaçtır. Ve ancak o dengeli bilgilerle insanlık güzel bir şekilde gelişebilir. Beşeriyet, vahşet ve bedeviyetten, âdemiyetin esaslarını anlatan 10 suhufla kurtularak gerçek " âdem " oldu. 10 rakamı sembol ilminde(4) mükemmelliği temsil eder. İnsanlık, bu 10 suhuf ile Allah’ın, hepsi mükemmel olan isimlerine ayna olma hâsiyetine malik ve tüm eşyanın isimlerini bilerek meleklere rüçhâniyetini ispat eden ahsen-i takvîm sırrına mazhar olan âdem oldu. Sonra gönderilen, insanları soyut değerlere yönelten, madde ötesine açılmanın yollarını gösteren, maneviyat ve velayet muhtevalı 50 suhufla bu âdemiyet, manevî bir ilerleme kaydetti. Tarihe bakıldığında insanlığın ilk dönemlerinde küllî bir maneviyâta yönelişin olduğu gözüküyor. Hz. Şît'e rivayetlerde " Hibetullah "(5) denilmesi de velayetin ve maneviyâtın insanlara Allah’ın ekstra bir lütfu, hibesi olduğuna dair latîf bir remizdir. Velâyetin ve maneviyâtın sembol ilminde 50 sayısıyla sembolize edilmesi de, bu fikrimizi ayrı bir noktadan destekler. İnsanlığın bu küllî maneviyâta yönelişinden sonra, bir kısım insanların, tabiatı incelemeye, varlıklar hakkında derinden derine düşünmeye yöneldikleri hatta ay ve güneş gibi gök cisimlerinin hareketleri konusunda hesaplamalara giriştikleri, elde bulunan kil tabletlerden ve mağaraların duvarlarına yapılan şekil ve işaretlerden anlaşılmaktadır. Hz. İdris böyle bir dönemin başlangıcında gelmiştir. Ona verilen suhuflarla ve onun şahsında temsil edilen ilim ve tedris faaliyetleri ile insanlık, daha önceki dönemde maneviyâtta ilerlediği gibi ilmen de küllî bir kalkınmaya başlamıştır. 3 rakamı sembolik dilde ilmin mukabilidir. Hz. İdris'e verilen suhuf sayısının 30 olmasıyla, O ve onun şahsında temsil edilen dönemde insanlığın, 10 bilimin temelini attığına ve küllî mükemmeliyetine yönelik 3 kademe ilerleme kaydettiğine ince bir işarette bulunulur. Basta astronomi, matematik, anatomi olmak üzere bir çok ilmin(6) temelleri o peygamber-i zîşan döneminde atılmış olup bu ilim dalları kademe kademe ilerleyerek günümüzdeki hallerine ulaşmışlardır. İnsanlık manevî ve maddiyâta yönelik ilmî faaliyetlerdeki kalkınmaları ile bir madde-mana dengesine doğru yaklaşmış oldu. Hz. İbrahim’e verilen 10 suhuf ile tam, mükemmel ve dengeli düzene yani İslam’a ulaştı. İslam tüm dinlerin özüdür. Bu özü ilk yakalayan insan İbrahim’dir (A.S.). O, En'am Suresi 163. ayette " Ben, Müslümanların ilkiyim." diyor. Âdemiyet, İslam ile, dünya ve ahiret saadetini elde edip, mükemmeliyetler üstü mükemmeliyete kapı açan Kitabî döneme geçişe ehliyete Hz. İbrahim’e gelen 10 suhufla erişti. 4) Bahsi geçen 100 suhufun dışında suhuflarin da olduğu ayet ve hadislerden anlaşılıyor. A'la Suresi 19. ayette Hz. Musa'ya Tevrat'tan evvel verilen suhuflardan(7) bahsediliyor. Kadi Iyaz, Şifâ-i Şerîfinde Hz. Şuayb'ın suhufu olduğunu ve bu sahifelerde Peygamberimiz'in (A.S.M.) isminin Müseffah olarak geçtiğini bildiriyor. Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an'ın dışında başka kitapların da indirildiği ayet ve hadîs-i sahihlerden anlaşılıyor. Kamer Suresi 25. ayette Hz. Salih'e verilen kitaptan bahsedildiği gibi Sünen-i Ebu Davud'da da Abdullah İbn-i Abbas'dan (R.Anhüma) yapılan rivayette İranlılara peygamber gönderildiği, şeytanin, bu topluma verilen kitabin tahrifine sebep olduğu ifade ediliyor. Bilindiği üzere Hz. Musa'ya indirilen kitabin esas ismi Ahd-i Atîk'tir. Meşhûr ismi bu iken, Kur'an'da ve hadislerde, Hz. Musa'ya verilen kitaptan özellikle Tevrat diye bahsedilir. Tüm bunlar nazara alındığında insanın aklına söyle bir soru geliyor: Neden dört kitabın isminden hem de olduğundan farklı isimlerle bahsediliyor? Neden suhuf alan peygamberlerden, yalnızca bu dördünün adından bahsediliyor? El-Cevab: Kur'an'daki ve hadislerdeki ibareleri tarihî birer malumat kabul edip sadece o döneme has olarak düşünmek hata olur. Dinin her bir cüz'ü mucizedir. Her ayette bir hakikat-i külliyeye işaret eden manalar vardır. Bunlar nazar-i îtibara alınıp bakıldığında; her ayetin bir mucize olduğu kör gözlere de görünür derecede ortaya çıkacak, Peygamber Efendimiz'in (A.S.M.) ısrarla neden " Benim en büyük mucizem Kur'an'dir. " dediği daha iyi anlaşılacak ve Kur'an'in etrafındaki surların yıkıldığı bu asırda Kuran'in mucizeliğini onun i'caz ve îcazinin harikalığını göstererek isbat eden Zâtın " Zaman ilerledikçe Kur'an gençleşiyor. "(8) sözünün hakikate ne kadar muvafık olduğu apâsikar görünecektir. Tüm bunlar düşünüldüğünde mezkûr soruya şu şekilde cevap verilebilir: Efendimiz (A.S.M.), insanlığın Kitab Öncesi tarihini anlatmak için yani insanlığın Kitab'a muhatap olacak seviyeye kadar geçen döneminde neler yaşadığını, o dönemdeki toplumların yapılarını ve o toplumlarda zamanla gerçeklesen ve onlara hâkim olan etkinliklerin neler olduğunu ifade etmek için tüm bu faaliyetlerin, misalî levhalarda görünen şahs-i mânevilerini kullanıyor. Hz. Adem âdemiyeti, Hz. Şît maneviyât ve velâyeti, Hz. İdris ilmi ve bilimsel çalışmaları, Hz. İbrahim ise İslam’ı yani her yönüyle dengeli faaliyetleri ve Kitab gönderilmesini lisan-i haliyle isteyen bir dönemi temsil ediyor. İndirilen kitaplar, nâzil olduğu topluluğun neye ihtiyacı varsa o konuları hâvi idi. Peygamberlere verilen mucizeler de aynı yapıdaydı. Sihrin revaçta olduğu bir topluma gönderilen Hz. Musa'ya sihir görünüşünde mucizelerin verilmesi, tıbbın revaçta olduğu bir topluma gönderilen Hz. İsa’ya tıbbın nihayet noktalarını gösteren mucizeler verilmesi gibi... Hz. Musa, Mısır’da esâret altında yasayan, özgürlüğe aday ama özgürlüğün tadını ve nasıl bir şey olduğunu hayal bile edemeyen bir topluluğa gönderilmişti. Ne zaman ki Mısır’dan huruç edip Tih Sahrasına girdiler bu esir ruhlu millet ta ilk vahşet ve bedeviyet döneminden kalma âdetlerine rücu' edip paganlaştılar ve bir buzağıya tapmaya başladılar. Hz. Musa gibi ülü'l-azm bir peygamberi dinlemediler. 40 Sene boyunca o sahrada bocalayıp durdular. Oysa Allah, bu topluluğun, otorite altına girerek bedevilikten kurtulmasını ve devlet haline gelerek rablerinin çizdiği sınırlar içinde yasayarak gelişmesini yani toplumsal olarak evrimleşmesini istiyordu. Bundan dolayi Benî İsrail'e yasa ağırlıklı bir kitap verildi. Tevrat kelimesinin etimolojik olarak " yasa " manasına gelmesi de bu fikri desteklemektedir. Ahd-i Atîk'in diğer bir ismi Tevrat'tı fakat bu isim Ahd-i Atîk kadar meşhur değildi. Kur'an'da, Hz. Musa'ya verilen kitaptan özellikle Tevrat diye bahsedilmesi, Hz. Musa ve onun misyonundaki diğer peygamberlere indirilen kitapların ana konularının, vahşetten kurtulmuş ama bedeviyetten sıyrılamamış toplulukları, " yasa " ağırlıklı vahiyler vasıtasıyla kontrol altına alarak insanlığın küllî mükemmeliyetine yönelik adımlar attırmak olduğunu ifade etmenin en kısa yoludur. Hz. Davud, devletleşme arefesinde bir topluma peygamber olarak gönderilmişti. Hak nasip edip de devlet kurulunca ve sistem oturunca Hz. Davud'a yeryüzü hilafeti de verildi. Bu kadar maddî ve manevî yükü Onun ve Onun şahsında tüm İsrail oğullarının kaldırabilmesi için manevî gelişme ve yoğunlaşma gerekliydi. Bilindiği üzere bir topluluk maddeten zirveleştiğinde onda soyut değerlere (hikmet, sanat gibi) bir yöneliş olur. Böyle bir topluluğa Allah, hikmet ve sanatın özlerini birer çekirdek gibi taşıyan maneviyât ve hikmet yüklü mizmarlardan oluşan bir kitap indirmiştir. Liderleri önderliğinde bu kitap, ruhlara kazınacak, yüreklere satır satır yazılacak şekilde okundu. Öyle ki okunurken dağlar, taşlar, kuşlar eşlik ediyorlardı ve öyle bir şekilde anlaşılıp uygulandı ve sanatta öyle derecelere ulaşıldı ki bir sonraki halîfe Hz. Süleyman’ın huzuruna çıkan Belkıs’a, cam ustalarının sanatı, paçalarını sıvattırdı.(9) Zebur kelimesi etimolojik olarak " yazı " manasına gelir. Zebur kitabi mizmar adi verilen kısımlardan oluşmaktadır. Kur'an'ın, Hz. Davud'a verilen bu kitaptan Mezâmir diye değil de Zebur diye bahsetmesinin Hz. Davud ve onun misyonundaki diğer peygamberlere indirilen kitapların ana maksadı, maneviyâtın ve hikmetin, ruhlara ve kalplere, yaşanılmakla; topluma ve içtimaî hayata, beşeriyetin ruhî tekâmülünü madde üzerinde de gösterecek eserleri verdirmekle, satır satır yazılması olduğunu ifade etmektir. İncîl yepyeni bir nesil yetiştiren manasına gelmektedir. Allah (C.C.), tamamen maddileşmiş, maddiyâtı hayatının gayesi yapıp onda boğulmuş olan İsrail oğullarına kendisi bir " ruh " olan, vahy-i ilahiyi zatında temsil eden Hz. Isa vasıtasıyla saf hikmet ve maneviyât yüklü bu kitabi göndererek tekrar eski maneviyâtlarına kavuşmaları için onlardan bir " Yeni Ahid " almıştır. Kur'an'da ve Nebevî beyanda, asil ismi Yeni Ahid olan bu kitaptan ısrarla İncîl diye bahsedilmesi Hz. Isa ve onun konumundaki diğer peygamberlere verilen kitapların temel maksadının " çok çok yeni bir nesil " yetiştirmek olduğudur. Kur'an ise etimolojik olarak " çok çok okunan " manasına gelmektedir. Bir diğer mânâsı ise kendi ifadelerinden anlaşıldığı üzere " Kâinatın Belleği " dir. Kur'an, tüm insanlığa gönderilen bir kitap olduğu için her topluma, her topluluğa, her insan tabakasına hitap edecek bir yapıda olup tüm kâinatın belleği onda kodlanmıştır. Arayanın her istediğini bulabileceğine işareten, " Yaş-kuru her şey onda vardır " ayeti bir çok alimce Kur'an'ın kendisi hakkındadır. Gerek remzen, gerek işareten, gerek aşikâre her şey onun içinde yer alır. Ayetlerde Kur'an'a bir çok isim verilmekte fakat Efendimiz (A.S.M.) özellikle onun hakkında Kur'an ismini kullanmaktadır. Sanki Sâhibü'l- Kur'an olan Efendimiz, Kur'an'ın yaşadığı bu garipliği ta O, on dört asır evvelden görmüş ve ısrarla, " Ona sahip çıkın, onu okuyun! Kur'an, kâinatın belleği olduğu gibi siz de onu belleğinize kodlayın! " diyerek bu garipliğin yaşanmasına engel olun demek istemiştir. (Heyhât! Ümmeti, bu sözleri dinlemedi)... Çünkü Kur'an önceki tüm kitapların ve suhufların özlerini muhtevîdir. 5) Bir ağacın başlangıcı neyse sonu yani meyvesi de o olur. İnsanlık bir şeceredir. Başı, vahşet ve bedeviyetti, dinlerle ve hükûmetlerle nim-medenî hale gelmişti.(10) Günümüzde de bir yarım medenilik var. Yer yer vahşilikler, anarşizm sergileniyor. İnsanlık, Kitabî olmasına rağmen, kitaptan uzaklaştı. Kitab'a muhatap olabilecek seviyeye ulaşabilmek için tekrar ayni süreci yaşıyor. Topluma bakıldığında bir kısmı dünyaya nasıl gelmişse olduğu gibi yani âdem olarak kalıyor, hatta kimi zaman o âdemlik dahi fazla geliyor ki yokluğa ehil olacak hale düşüyorlar. Büyük bir kısmı ise Kitabî olmayan manevî yollara kapılıp en büyük sermayeleri olan kalplerini ifsad ediyorlar. Diğer bir büyük çoğunluğu ise asil Hak ve Hakikat olan Allah'a ulaşmalarına engel olan, Kitaba muhâlif bir ilme yönelip akıllarını ve beyinlerini tabiat bataklığında boğduruyorlar. Çok az bir kısmı ise dengeyi tutturup dengeli bir yasama kavuşuyorlar. İlk dönem ile yani kademe kademe Kitab'a ehil olmaya çalışılan ve yaklaşılan dönem ile bu son dönemin yani Kitab'dan uzaklaşılan, beyinlerin kasden uyuşturulduğu dönemin zıtlığı küfrân-i nimete verilen bir cezadır. Bundan dolayı Kitap Öncesi dönemin tüm insanları kurtulabilir desek de günümüzün Kitab'dan uzak toplumunda dengeli yasamayanlar, kurtulabilir, diyemeyiz. Elhasıl, insanlık hakîki insaniyeti Kitab ile buldu. Kitab'dan uzaklaşılan bu devrin boğucu havasından ve öldürücü fitnesinden ancak Kitab-i Mübîne sığınılarak kurtulabilir. Felaha erenlerden olmamız temennisiyle!.. Dipnotlar: (1)Bediüzzaman Said Nursî, Sözler,Lemeat (2)'Geçmiş devirlerin bütün ilimleri kendisinde toplanmıştı.'( Taberî, Tarih,c.1,s.86; Ibnü'l Esir, Kâmil,c.1,s.60 ) ()Deylemî, Firdevs,c.1,s.32; Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-Nihâye,c.1,s.99; Ibn-i Abdirabbih, Ikdü'l-Ferîd,c.4,s.157 (3)Numeroloji literatürüne bakiniz... (4)Belâzûrî, Ensâbu'l-Esrâf,c.1,s.3 (5)Sa'lebî, Arâis,c.1,s.86; Ibnü'l-Esir, Kâmil,c.1,s.59 (6)'Musa (A.S.)'ya Tevrat'tan önce de, 10 suhuf verilmiştir.' (Ebu Nuaym, Hilyetül'l-Evliyâ,c.1,s.167; Ibn-i Asâkir, Tarih,c.2,s.357; Süyûti, Düreru'l- (7)Mensûr,c.6,s.341; Aliyyu'l-Muttakî, Kenzu'l-Ummal,c.16,s.132) (8)Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 25.Söz, 2.Sule ve Mektûbat, Hakîkat Çekirdekleri (9)Neml Suresi 40-44. ayetler (10)10 Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, 28.Mektup, 6.Mesele Bahaeddin Sağlam
  22. BrainSlapper Senin derdin ne? Anlamadığın varlığın cezasını peygambere kesiyorsun. Sen ******, onun peygamberliğini anlamayacak kadar zihnin kitliyse bu vahiy alanın suçumu? Onun peygamberliğinin yada icra ettiği mesleğin esaslarını bilmiyorsan,niçin onsuz alem varedilmiyor aklın almıyorsa bil bakalım bu kimin suçu? vahyin hakikatine eremiyorsan dağ,çiçeği örnek veriyor deyip inanmıyor fırlatıp atıyorsan hakikatleri,maddi izahında kalıp içindeki bilinci,ilmi,iradeyi ve nihayet kudreti göremiyorsan bil bakalım bu kimin suçu? onsuz alem varolmayacaktı derken orada onun 63 senelik yaşamış hayatını anlıyorsan bu kadar ****** ****** bu kimin suçu? Brainslaper bundan kasıt onun sistemi,kurallarıdır.madde ile manayı bütünleştiren,kısacası zıtları barıştıran birliğe vardıran hakikatidir.beyazla siyahı kardeş edecek kadar sonsuza vardıran sistemidir. o şimdiye kadar külli çapta en yoğun kainattan varlıktan hayattan bilgi süzen kalbine gelen kişidir. bunları anlaman duasıyla..... elindeki anahtarla aklının ve kalbinin kilitlerini açman dileğiyle.....
  23. sanada sevgiler enkas yaw beni tanımadınmı?bensenin kuzenin.senin bu saatte uyumadığını bildiğim için seni forumda yalnız bırakmak istemedim.bende bir aylık üyeyim ama uzun süredir internetten uzak kalmam gerekti, ewt biraz senin fikirlerini çaldım,kopyala yapıştır yaptım. ama biliyorsun o kitabı birlikte almıştık,"yaratıcı evrim ve adem meselesi" benimde bildiğim konular yani,neyse canım buranın bir forum olduğunu unutmayalım artık internetimiz bağlandı,msn de görüşebiliriz,eski adresim geçerli biliyorsun.hadi çık buradan..
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.