wherthus tarafından postalanan herşey
-
OSMANLI'DA FELSEFE
I. ve II. Meşrutiyet dönemlerine gelince: I.Meşrutiyette, Nâmık Kemâl, Şinâsi ve Ziya Paşa'nın önderliğinde kurulmuş olan Jön Türkler dikkati çeker. "Tasvir-i Efkâr" , "İbret" ve "Hürriyet" gazeteleri, dönemin ünlü gazeteleridir. Bu gazetelerde, özellikle Nâmık Kemâl'in yazıları ilgi çekicidir. II. Meşrutiyetin, politika buhranı yüzünden ilk günlerinde fikir hayatı, tam bir kaos halindedir. Bu sırada, "Maarif" dergisi ve "Tercüman-ı Hakikat" gazetesi kapatılmıt, "Sırât-ı Müstakim" dergisi ise, bir süre daha çıkmaya başladıktan sonra, yerini "Sebilü'r-Retad"a bırakmıştır. Abdülhamid devrinin "Muallim", "Asar", "Nilüfer" ve "Mektep" gibi dergileri de çoktan kapanmıştır.1894'de "Servet-i Fünûn" dergisi kurulmuş, bu derginin ağırlık merkezini de başta Recâizâde Ekrem olmak üzere "Edebiyat-ı Cedide" akımı oluşturmuştur. Bu devirde, "Ceride-i Askeriye", "Devir" ve "Bedir" adlı gazetelerin yanısıra, yukarıda da adı geçen, "Dağarcık" ve "Kırkanbar" adlı iki dergi kurulmuştur. Bu dönemde, felsefî akımlardan, materyalizm, pozitivizm ve mekanik evrimcilik ülkede, oldukça yayılmıştır. Materyalizmden etkilenenler içerisinde, Baha Tevfik (1881-1914), "Teceddüd-ü İlmî ve Edebî Kütüphanesi" (Bilim ve Felsefede Yenilik Kitaplığı)ni kurmuş ve buradan on bir cilt eser yayınlamıştır. Materyalist filozof Ernest Haeckel'in "Kainat'ın Muammaları" adlı eserinin çevirisini -ki bu eseri, dilimize, Memduh Süleyman kazandırmıştır- kendi çıkardığı Felsefe dergisinde yayınlamıştır. Baha Tevfik, Felsefe dergisinde,Kant hakkında, onun "Salt Aklın Kritiği" nin tahliline dayanan etraflı bir inceleme de yayınlamıştır. Baha Tevfik, yine bu dergide bir de "Felsefe Sözlüğü" tefrikası da yapmıştır. Bu sözlük de, Batı tipinde bir sözlük olması bakımından dikkate değerdir. Bütün yazıları, Baha Tevfik'in kaleme aldığı bu dergi, 1912'de yayınlanmaya başlamış, Türkiye'nin ilk felsefe dergisidir (12). Baha Tevfik, bu dergide, amacını şöyle anlatmıştır: " Bizde bir felsefe dili yoktur. Ben bunu yapmaya çalışıyorum. Batı'nın üstünlüğü, felsefesinin üstünlüğü ile paraleldir". Balkan Savaşından sonra, yine felsefe ağırlıklı Zekâ dergisini çıkarmış ve Alfred Fouille'nin iki ciltlik "Felsefe Tarihi"ni, Ahmet Nebil ile birlikte dilimize kazandırmış ve yayınlamıştır. Bundan önce, sadece, Münif Paşa'nın, Ali Suavi'nin ve Ahmet Mithat'ın felsefe tarihine dair dağınık makaleleri ile Cevdet Paşa'nın kızı Fatma Aliye'nin İslâm filozof ve kelamcılarından son derece yüzeysel bir şekilde bahseden "Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife" adlı küçük kitabı vardı. Baha Tevfik, bu hususta da önemli bir yenilik yapmış, büyük bir adım atmıştır. Bu eserin önsöz'ünde," filozofları anlamak için kendi görüş açınızı bırakarak, evreni, anlamak istediğiniz kimsenin açısından görebilmeniz lâzımdır" derken Baha Tevfik, esasında, felsefe tarihinin objektifliğine sâdık kalınması zorunluluğuna da dikkati çekmiştir. Baha Tevfik, bir yandan Felsefe dergisinde öğrencilere ve halka hitabeden makaleler kaleme almış ve yayınlamış, bir yandan da Ahmet Nebil ve Memduh Süleyman ile birlikte "Nietzsche" adlı küçük kitabını oluşturmuştur (13). Teceddüd-i Felsefî serisinin dikkate değer bir kitabı da, Ernest Haeckel'in "Monisme" adlı konferansının Baha Tevfik ve Ahmet Nebil tarafından çevrilmesiyle oluşturulmuş olan ve materyalist felsefenin tezine uygun olarak, Tanrısız Pan naturisme'i destekleyen, dolayısıyla, hararetli tartışmalara yol açmış olan "Vahdet-i Mevcut" adlı kitaptır. 1809'da, İmmoralizm akımını da, ülkemizde, yine, Baha Tevfik temsil etmiştir (14). Beşir Fuat da materyalist Büchner'den etkilenmiş ve onun "Madde ve Kuvvet" adlı kitabının felsefe dünyasında bir yenilik oluşturduğunu söylemiştir. Türkiye'de Diderot, Baron d'Holbach ve d'Alembert gibi düşünürlerin yazılarına ilk kez yer veren de yine Beşir Fuat olmuştur (15). Pozitivist ve Naturalist felsefeden etkilenenler arasında ise, başta Rıza Tevfik, Mehmet Cavit ve Ahmet Şuayıp gelir. Bunlar, birlikte, 1908'de "Ulûm-u İktisadiye ve İçtimaiye" dergisini çıkartmışlardır. Bu dergi, ilk defa tam anlamıyla ülkemizde felsefî denebilecek bir hareket meydana getirmiştir. Bu dergide tanıtılan ve tartışılan pozitivist görüş, daha sonra, aydınlar arasında da yayılmıştır. Bu dergi sayesinde, felsefe ülke çapında yayılmıştır (16). Rıza Tevfik (1868-1951), kendisinin daha sonra amprizm ve agnostisizm yolunda olduğunu söylemiş ve kendisine "Bacon'ın ve Stuart Mill'in öğrencisi" ünvanını vermiştir. Makalelerine "feylesof" diye imza attığı için bu lakapla anılmış; Maarif Bakanlığının oluşturduğu bir heyetle birlikte "Istılâhât-ı Felsefiye Lugatı" ("Felsefe Terimleri Sözlüğü")nı hazırlamıştır. Ayrıca, yine Maarif Bakanlığının kararı ile "Kâmus-ı Felsefe" adını verdiği bir sözlük hazırlamış, ilk iki cildi basılmış olan bu eserin tamamı basılamamıştır. Rıza Tevfik, "Felsefe Dersleri" adını taşıyan liseler için ilk felsefe ders kitabını yazmış ve 1914'de yayınlamıştır. Aynı tarihte, liselere de felsefe dersini koydurtmuştur. Kendisi, "Rehber-i İttihâdi Osmanî" özel lisesinde, Türkiye'de ilk kez felsefe dersleri vermiştir. Rıza Tevfik, aynı zamanda, Türkiye'de Bergson'u ilk tanıtanlardandır. "İçtihâd" dergisinde yayınladığı makaleler serisinde ve "Henri Bergson ve Felsefesi" adlı makalesinde, bunu açıkça görmek mümkündür. "Bilgi" dergisindeki yazılarında ise, Rıza Tevfik, Kant'ı ülkemizde tanıtmıştır (17). A.Şuayıp (1876-1910) ise, Servet-i Fünûn neslinin en kuvvetli felsefecisi ve eleştirmenidir. "Şehbal" ve "Servet-i Fünûn" dergilerinde felsefî yazılar yazmış, görüşlerini açıklamıştır. "Hayat ve Kitaplar" adlı eserinde ilkin, 19.yüzyılın felsefî durumundan kısaca söz etmiş, spiritüalizm'den bahsederken ünlü Fransız filozofu P.Janet'i de zikretmiş, daha sonra, Fransa'da A.Comte ile başlayan ve İngiltere'de S.Mill, Fransa'da Littre, E.Renan ve Taine'de devam eden pozitivizme derinliğine girmiştir. Pozitivist görüşü, Servet-i Fünûn dergilerinde yazdığı bazı makalelerinde de sergilemiş ama, daha sonra bu görüşü, "Ulûm-u İktisâdiye ve İçtimâiye"yi çıkaran diğer iki arkadaşından sonra gelen, Bedi Nuri, Sâtı el-Husri, Asaf Nef'î, Suphi Ethem, Ethem Nejdet, Memduh Süleyman ve Faik Nüzhet ile birlikte evrimciliğe dönüşmüştür. Ulûm-u İktisâdiye ve İçtimâiye dergisini, kurucularından sonra çıkaran ve yukarıda adları geçen bu yeni nesil, "Meşveret", "Mizan", "Şura-yı Ümmet" ve "Terakki" gibi dergilerde, evrimci felsefe doğrultusunda yazılar yazmışlardır. Böylece, pozitivist görüş, bu kimselerle birlikte gelişerek devam etmiş olmakla birlikte, evrimcilik daha baskın çıkmıştır. Ahmet Şuayıp ise, pozitivizme dayanarak sosyolojiye girmiş ve yeni akımlardan biyolojik sosyolojiyi tanıtıcı mahiyette yayınlar yapmıştır. "Devlet ve Toplum", "Mezhep Hürriyeti", "Hilâfet ve Saltanat", "Fransız İhtilali", "Viyana Kongresi" adlı yazılarında sosyolojik görüşünü Kurumlar tarihi ve Türkiye'nin problemlerine uygulamıştır. Daha sonraki yazılarında ise ırk teorisi üzerinde durmuştur (1. Memduh Süleyman ise, Edward Hartmann'ın "Darwinizm" adlı eserini 1911'de dilimize kazandırmıştır. O, aynı zamanda, Darwin kuramına son derece bağlı olmakla birlikte, diğerlerinden farklı olarak bu kuramı eleştirmiştir de. II.Meşrutiyetin başlarında kurulan Ulûm-u İktisâdiye ve İçtimâiye dergisinin yazarlarından biri olan Bedi Nuri (1875-1913) de, evrimciliği benimsemiş, bu dergide yayınlanmış olan "İçtimâî Kabiliyet" adlı makalesinde özellikle Spencer'in etkisinde kalarak evrimi topluma uygulamıştır. Böylece, biyolojik hayatta bulduğu esasların sosyal hayatta da geçerli olduğu sonucuna varmıştır. Sâtı el- Husri (1884-1968) ise, Ulûm-u İktisâdiye ve İçtimâiye dergisinde yayınlamış olduğu "Cemiyetler ve Uzviyetler" adlı makalesinde bir Darwin'ci ve Spencer'ci olarak evrimi -tıpkı kardeşi Bedi Nuri gibi- topluma uygulamış; toplumda da evrim olduğunu ileri sürmüştür (19). Ulûm-u İktisâdiye ve İçtimâiye dergisinin yazarlarından Asaf Nef'i de bir evrimcidir ve o da evrimi toplumu uygulamıştır. Asaf Nef'i, bu dergide yayınlamış olduğu "Mücâdele-i Hayat ve Tekâmül-i emiyât" adlı makalesinde evrimciliğe ve Spencerciliğe olan meylini gayet açık bir biçimde dile getirmiştir. O da, diğerleri gibi Darwinizmi, Lamarkizmle tamamlayarak topluma uygulamıştır.Bu arada o, özellikle "Sosyal adalet" kavramına ağırlık vermiş ve yeni bir toplum anlayışına yönelmiştir (20). Suphi Ethem ise, bir diğer evrimcidir. O, bu konuda "Lamarckizm", "Darwinizm" adlı eserlerle Felsefe dergisinde "Lamarck ve Lamarckizm" adlı bir makale yayınlamıştır. Ayrıca, "Bergson Felsefesi" adlı bir eseri vardır. Suphi Ethem, Darwin'in ortaya attığı fikrin esasında, İlkçağ'da, Empedokles ile Herakleitos gibi iki ünlü Yunan filozofu arasında mücadele yaratacak kadar mevcut olduğunu, ama Darwin'in bundan habersiz bulunduğunu belirtmiştir. Darwin kuramına kuvvetle bağlı olan Suphi Ethem, onun görüşlerini aynen benimsemekle birlikte abartarak sunmuştur. Ethem Nejdet de Suphi Ethem gibi koyu bir Darwinci, dolayısıyla, evrimcidir. "Tekâmül ve Kanunları" adlı bir eseri vardır. Lamarck'tan ziyade, Darwin kuramına itibar etmittir. Diğerlerinden farklı olarak, belki de Main de Brian'ın etkisiyle olsa gerek, evrimde sadece ilerlemenin değil, gerilemenin de söz konusu edilmesi gerektiğini söylemiştir. Bir Spencerci olarak, toplumlarda da evrim bulunduğunu ve evrim kanunlarının geçerli olduğunu belirterek, bu durumda - tıpkı Asaf Nef'i gibi- sosyalizmden bahsetmek gerektiğini vurgulamıştır (21). Ahmet Mithat da "Dağarcık" dergisinde yayınladığı "Duvardan Bir Sada", "İnsan", "Dünyada İnsanın Zuhûru" adlı makalelerinde, Darwin'in evrim kuramını benimsemiş ve savunmuş bir evrimci olarak karşımıza çıkar. Öyle ki, Ahmet Mithat, bu makalelerinde, insanı, o zamana kadar alışılmamış bir tarzda ve cesaretle evrimci ve naturalist bir bakış açısından açıklamıştır (22). Daha sonra, dinsizlikle suçlanmış ve çeşitli eleştirilere maruz kalmıştır. Olgun yaşta dine yönelmiş, felsefede spiritüalizmi benimsemiş, materyalizm ve pozitivizmden ise mümkün olduğunca uzaklaşmıştır. Bizde, Auguste Comte ile asıl ilgilenen düşünür ise, Ahmet Rıza (1858-1930) olmuştur. Ahmet Rıza, Pariste iken, pozitivistlerin derneğine girmiş ve onların parolası olan "Ordre et Progres" anlayışını, yeni Türk fikir hareketinin parolası haline getirmiştir. Ayrıca, Ahmet Rıza, 1895'de, her onbeş günde bir Fransızca ve Türkçe olarak yayınlanan, pozitivist görüş ağırlıklı yazılara yer verilen "Meşveret" gazetesini çıkarmaya başlamıştır. "Tolerance Musulmane" adlı eserinde ise, pozitivist düşünürlerden E.Renan ve H.Spencer'den uzun uzadıya söz etmiştir (23). Abdullah Cevdet (1869-1931) ise, çıkarmış olduğu İçtihâd dergisinde pozitivist, materyalist ve ateist görüşleri savunmuştur. Abdullah Cevdet, felsefe, sosyoloji ve pedagoji konularında özellikle, Gustave Le Bon'dan "Asrımızın Nusûs-u Felsefiyesi", "Dün ve Yarın", "İlm-i Ruh-u İçtimâî" adlı çevirilerini ve Voltaire'den yaptığı çevirileri bu dergide yayınlamıştır. "Fünûn ve Felsefe" (1897) adlı eseri felsefe açısından önemlidir. Abdullah Cevdet, bu eserinin ikinci baskısını ise,1913'de "Felsefe Sanihaları" adlı bir ekle yayınlamıştır. Abdullah Cevdet, ayrıca, G.L.Bon'un "melezleme" kuramından da etkilenmiştir (24). Panteizmi benimsemiş olmakla birlikte, esasında bir vahdet-i vücutçu olan Şehbenderzade Ahmet Hilmi (1865-1913) ise, 1908'den sonra, Dârü'l-fünûn'da felsefe dersleri okutmuş, 1910'da "Hikmet" adlı bir dergi çıkartmış ve daha sonra bunu gazete haline getirmiştir. Bu gazetede, felsefeye ve sosyolojiye ilişkin makaleler yayınlamıştır. Bunlardan bazıları, "Tasavvuf ve Yeni İlimlerle Felsefe", "İblis İzzettin Behmen" ve "Çağımızın Felsefesi ve Sosyoloji" dir. Burada, özellikle Pozitivizm ile Sosyoloji ve sosyal olaylar üzerinde durmuştur. O, materyalist olarak nitelediği Celâl Nuri'nin, "Tarih-i İstikbal" (Geleceğin Tarihi)ini ve spiritüalist olarak nitelediği İsmail Fenni Ertuğrul'un, "Maddiyûn Mezhebinin İzmihlâli" (Materyalizm Mezhebinin Yıkılışı) adlı eserini eleştirmiştir (25). Mantıkla ilgili olarak, "Yeni Mantık" adlı eseri bulunan Ahmet Hilmi'nin felsefeye dair "Üç Feylesof", "Maddiyun Mesleki Dalâleti", "Allahı İnkâr Mümkün müdür?" ve "Amâk-ı Hayâl" (Hayâlin derinlikleri) adlı eserleri vardır. "Maddiyûn Mesleki Dalâleti" adlı eseri bir tür felsefe tarihi gibidir; burada, tüm filozofların bir resm-i geçidini yapar, onların, çeşitli konulardaki görüş ve düşüncelerini tahlil ve tenkit eder. Kant'ın "Salt Aklın Kritiği" ile açtığı kritik bilgi yoluyla, bu yolun bizi körü körüne bir realizmden ve materyalizmden niçin ve nasıl kurtardığını anlatır. "Amâk-ı Hayâl" adlı felsefî romanında ise, Şehbenderzâde Ahmet, felsefî görüşlerini dile getirir. "Üniversiteli Gençlerle Bir Konuşma" adlı risâlesinde, gençlerin herşeyden önce, bir hayat görüşü, bir felsefesi olmak lâzım geldiğini belirtir. Bu risâlesinde o, "hangi felsefî doktrini seçelim?" diye sorar ve şöyle der: "Çağımızda üç büyük felsefî meslek vardır. Bunlar: Kritisizm, Pozitivizm ve Evolüsyonizm (Evrimcilik) dir. Filozoflar arasında spiritüalizmle materyalizm yaygındır. Felsefe ve ahlâkta, her mesleğin içindeki doğru tarafları alarak meydana gelecek eklektizmi seçmekten daha sağlam yol yoktur" (26). İsmail Fenni Ertuğrul (1855-1946) ise, modernist İslâm filozofudur. Vahdet-i vücudu, hem bir sistem hem de ruhsal bir durum olarak benimsemiştir. Şehbenderzâde Ahmet Hilmi ile aynı konularda çalışmıştır. "Lügatçe-i Felsefe" adlı bir felsefe sözlüğü hazırlamış; "Materyalizm Mezhebinin Yıkılışı" ve "Vahdet-i Vücûd ve Muhyittin b.Arabî adlı eserleri kaleme almıştır. Yayınlanmamış eserleri arasında ise, fenomenolojinin kurucusu Edmund Husserl'i etkilemiş olan ünlü Fransız filozofu P.Janet'den dilimize kazandırdığı "Çağdaş Materyalizm Mezhebi" ile "Büyük Filozoflar" ve S.Mill'den çevirdiği "Hürriyet" ön sırada yer alır. Ona göre, çağdaş felsefenin en önemli sorunlarından birisi, evrimdir. Materyalistlerin "evrende hiçbir şey yaratılmaz; hiçbir şey de kaybolmaz" şeklinde kimyanın bir ilkesinden alınmış tezleri ise, kabul edilemez. Çünkü madde ezelî ve ebedî değildir. Bu durumda, materyalist Büchner ile E.Haeckel'in tezlerini savunmaya imkân yoktur. Ezelî ve ebedî olan sadece Tanrı'dır. Evrenin varlığı, Tanrı'nın varlığından çıkar. Madde ve enerji, ezelî ve ebedî olmadığı, yani sonradan meydana geldiği gibi yok da olabilir (27). İzmirli İsmail Hakkı (1868-1946) Dârü'l-fünûn Edebiyat fakültesinde felsefe, felsefe tarihi, İslâm Felsefesi, Hukuk fakültesinde ise, fıkıh ve usûl-i fıkıh dersleri vermiştir. "Usûl-i Fıkıh Dersleri", "Yeni İlm-i Kelâm", "İlm-i Hilâf"(2 cilt), "İslâm Felsefesi Tarihi", "Türk Filozofları", "Mukayese", "Miyâru'l-Ulûm", "Felsefe Dersleri" (1914) adlı eserlerinin yanısıra, "Ceride-i İlmiye" dergisinde Gazâlî hakkında, Edebiyat Fakültesi dergisinde ise, Fârâbî ve İbn-i Sînâ hakkında makaleler serisi vardır. "Yeni İlm-i Kelâm"da, bütün Ortaçağ felsefesi problemlerini modern felsefe açısından ele almıştır. Tanrı'nın varlığına ilişkin ileri sürülmüş olan eski kanıtları, Batı felsefesindeki kanıtlar ile karşılaştırmıştır. İslâm filozofları içerisinde Türk olanları ayırmış, ve ilk kez Türk filozofları incelemeye başlamıştır. "Mukayese"de, Doğu ve Batı filozoflarını mukayese etmiş, İhvânü's Safâ ile Darwinizm arasında, Kınalızâde ile Descartes arasında sıkı bir fikir birliği görmüştür. Felsefeci olduğu kadar fıkıhçı da olan İsmail Hakkı, bu yüzden, teorik ile pratik arasında da sıkı bağlantılar kurabilmiş bir kimsedir. O, aynı zamanda, bir modernist İslâmcıdır; action kafasına sahiptir ve bu yönüyle Z.Gökalp'i etkilemiştir (2. Mehmet Ali Aynî (1869-1945) ise, Cumhuriyet öncesinde karşılaştığımız bir diğer önemli düşünürümüzdür. Dârü'l-fünûn Edebiyat fakültesinde, uzun yıllar felsefe tarihi profesörü olarak çalışmış ve dekanlık yapmış olan Aynî, 1928'de Türk Felsefe Cemiyeti'nde tebliğler okumuş, aynı yıl, Amerika'da toplanan uluslararası Felsefe Kongresi'ne katılmıştır. Çetitli yerlerde yayınlanan eleştirilerini "İntikâd ve Mülâhazalar" (Eleştiriler ve Düşünceler) adlı kitabında toplamıştır. Mehmet Ali Aynî, Rıza Tevfik'in "Kâmus-ı Felsefe"si ile Abbe Barbe'den okullardaki ders kitabı gereksinimini karşılamak için yapılan Felsefe Tarihi çevirisini ayrıntılı olarak, ve Fongsgrive'den yapılan "Felsefe Dersleri"nin çevirisini, çevirmenini söz konusu etmeksizin eleştirmiştir. Mehmet Ali Aynî, ayrıca, Suphi Ethem'in "Bergson ve Felsefesi" adlı eserini de eleştirmiştir. Tasavvufa bağlılığı ile tanınan Mehmet Ali Aynî, Dârü'l-fünûn İlâhiyât Fakültesinde Dinler Tarihi profesörlüğü de yapmış, ve bu sırada Denis Saurat'ın "Dinler Tarihi"ni dilimize çevirmiştir. "Gazâlî" ve "Hacı Bayram Veli" hakkında monografileri, ahlâka ilişkin olarak da, "Türk Ahlâkçıları” adlı bir eseri vardır (29). Ziya Gökalp, Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında olduğu kadar, Cumhuriyetin ilk yıllarında da, düşünceleriyle toplumu büyük ölçüde etkileyecek ve adını gittikçe genişleyen bir kitleye duyuracaktır. Ziya Gökalp, felsefe ile sosyoloji arasında bir ilişki kurmuş, başta Durkheim olmak üzere, birçok Batı filozoflarından alıntılar yaparak, Türkiye'nin sorunlarını incelemiştir. Ziya Gökalp'in öneri ve aracılığıyla Istılâhât-ı İlmiye Encümeni oluşturulmuş, bunun gayretleriyle, 1915'de felsefî terminolojiye ilişkin ilk resmî çalışma olarak nitelendirilebilecek Felsefe Terimleri Dergisi çıkmıştır (30). Ziya Gökalp gibi, bir Durkheim'ci olan Mehmet İzzet (1891-1930) ise, Sorbonne Üniversitesi felsefe bölümü mezunudur. Kendisi, Dârü'l-fünûn'da uzun yıllar öğretim üyeliği yapmış ve öğretim üyeliğinin ilk yıllarında, Karl Vorlander'in iki ciltlik "Felsefe Tarihi"nin ilk cildini çevirmiş ve bu 1927'de İstanbul'da basılmıştır. Asistanı ve ilk felsefe doktoru Orhan Sadettin ise, bu eserin ikinci cildini dilimize kazandırmış ve bu da, 1928'de İstanbul'da basılmıştır (31). Mehmet İzzet, Pragmatizm ve Bergsonizmi, o dönemdeki moda akımlar olarak nitelendirmiş, onların karşısına Kant'tan başlayan felsefe geleneğini o günün ihtiyaçlarına göre dirilten filozofları koymuştur. Alman idealizminden etkilenmiş ve Kant 'ın "Pratik Aklın Kritiği"ni dilimize çevirmiş ve eser Dârü'l-fünûn'da taş basma olarak 1919'da yayınlanmıştır. "Ahlâk Felsefesi" adlı eseri ise basılmamıştır. "Bilgi" dergisinde "Zenon ve İzinden Gidenler" adlı bir de makalesi bulunan İzzet, ömrünün sonlarına doğru fenomenolojiye ilgi duymuş, bu hususta, özellikle Max Scheler ve fenomenolojinin kurucusu Husserl'in Fransızcaya çevrilmiş kitaplarını incelemiştir. Dârü'l-fünûn Edebiyat Fakültesi Dergisi'nde makaleler halinde "Muasır Hayat ve Büyük Adamlar" ı yayınlamış; idealizmdeki ilk denemesi olan bu eseri daha sonra "Milliyet Nazariyeleri ve Millî Hayat" ile tamamlamıştır. Son günlerinde hazırlamış olduğu "Sosyolojinin Sınırları" adlı tebliğinde, değerler felsefesinin yerine geçmek ve değerlere ilişkin bütün problemleri çözmek iddiasında bulunan sosyoloji ekollerinin eleştirilerini yaparak, bu veya başka bir bilimin Ziya Gökalpçilerin dedikleri gibi "felsefe kaymakamı" olamayacağını savunmuştur. Şu halde, anlatılacağı üzere, Bedi Nuri, Sâtı el- Husri, Asaf Nef'î, Baha Tevfik, Suphi Ethem, Ethem Nejdet, Memduh Süleyman, Ahmet Mithat gibi düşünürlerimiz evrimci felsefeden etkilenmişler ve bu felsefeyi ülkemizde temsil etmişlerdir. 1912'de, zamanın Maarif Bakanı Emrullah Efendi tarafından son kez açılışında da, Dârü'l-fünûn'da, başta Ahmet Mithat ve Rıza Tevfik olmak üzere, İzmirli İsmail Hakkı, Mehmet Ali Aynî, Mehmet İzzet ve Cumhuriyetten sonraki dönemde de Mehmet Emin Erişirgil tarafından felsefe dersleri verilmiştir.
-
OSMANLI'DA FELSEFE
OSMANLI'DA FELSEFE Biz, bu makalede, adından da anlaşılacağı üzere, Tanzimat'tan Cumhuriyet'e kadar olan dönemde, Osmanlılar'daki felsefî faaliyetleri söz konusu edeceğiz. İlkin, Tanzimattan önce de, Osmanlılar'da, birtakım felsefî faaliyetlerin ve felsefe eğitiminin var olduğuna, medreselerde, özellikle de, Sahn-ı Semân ve Süleymaniye medreselerinde, matematik, astronomi ve tıp gibi aklî bilimlerin yanısıra, felsefe okutulduğuna işaret etmeliyiz (1). 3 Kasım 1839'da ilân edilen Tanzimatla birlikte, Batı'ya kapılarını açan Osmanlı İmparatorluğuna, oradan, ilkin, onsekizinci yüzyıl Aydınlanma devri devlet felsefesi girmiştir. Daha sonra da, Romantizm, Yeni Pozitivizm, Yeni Realizm, Tarihî Materyalizm, Entüisyonizm, Evolüsyonizm (Evrimcilik), İdealizm ve Materyalizm, Fenomenoloji, Egzistansiyalizm ve Romantizm gibi çetitli felsefe akımları girmiştir. Bir geçit ve buhran dönemi olan bu dönemde, felsefe eğitimi almak üzere Fransa, Almanya, İngiltere ve Amerika'ya gönderilmiş olan öğrencilerden, Fransa'dan dönenler Fransız felsefesini; Descartes ve Descartes'çılık, Bergson ve Bergsonculuk ile egzistansiyalizmi,Almanya'dan dönenler Alman Felsefesini; Felsefî Antropoloji, Yeni Ontoloji ve Fenomenolojiyi, İngiltere'den dönenler İngiliz Felsefesini; Yeni Realizm ve Yeni Pozitivizmi, Amerika'dan dönenler ise, Pragmatizmi ülkeye getirmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğuna, Batı'dan, ilkin girmiş olan onsekizinci yüzyıl Aydınlanma devri devlet felsefesi hakkında şunları söyleyebiliriz: Aydınlanma devrinde devlet, herşeyden önce, bireylerin hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla meydana getirilmiş bir güven aracı olarak kabul edilmiştir. Bilindiği üzere, 18.yüzyıl Aydınlanma devri filozof ve düşünürleri, siyasî görüş ve düşünceleriyle yeni bir sosyal düzenin kurulmasına, devletlerin laik ve demokratik bir yapıya dayanmasına büyük ölçüde katkıda bulunmuşlardır. Özellikle, Montesquieu ve J.J.Rousseau bu görüşleri daha fazla geliştirmişler ve sonunda, 1789 Fransız Devrimini hazırlamışlardır. 18.yy Avrupasını, Aydınlanma'dan Fransız Devrimine götüren fikir ve görüşlerin bazıları Tanzimatla birlikte ülkemize de girmiştir. Bilindiği üzere, Osmanlı İmparatorluğu'nda, o zaman için yepyeni olan özgürlük, eşitlik, ve adalet kavramlarını geniş halk kitlelerine yayan, bireyin doğal hak ve özgürlüğünü savunan ve daha sonra, Cumhuriyetle birlikte gerçekleşecek olan devrimler üzerinde hiç de küçümsenemeyecek etkileri bulunan Şinasi, Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa gibi aydınlarımız, özellikle Lametrie, Voltaire, J J.Rousseau, d'Alembert ve Diderot gibi Fransız ansiklopedist ve aydınlanmacılarının etkisinde kalarak devlet felsefesiyle uğraşmışlardır. Devlet felsefesine ilişkin olarak Nâmık Kemâl, Osmanlı Devletinin yeni baştan düzenlenmesi, özgürlük, adalet ve eşitliğe dayanan bir devletin kurulması meselesi üzerinde önemle durmuştur (2). Tanzimatın ilân edildiği ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısına rastlayan dönemde, Avrupa'da, Romantizm hâkimdir. Romantik dünya görüşü, bu devrin sanat, edebiyat ve felsefesine âdeta damgasını vurmuştur. Osmanlılar ise, daha ziyade, Fransız Romantizminin etkisinde kalmışlardır. Romantizm, esasında, kendisinden önce Avrupa'da hâkim olan bir düşünce çığırına, yani onsekizinci yüzyıl Aydınlanma çığırına bir tepki olarak doğmuştur. Bununla birlikte, özellikle Fransız Romantikleri, Victor Hugo'nun temsil ettiği sonraki gelişmiş Fransız Romantizminin önde gelenleri, siyasî düşünce ve görüşlerinde, yeniden Aydınlanma'ya bağlanmışlardır. Ünlü Fransız Romantik düşünürü Victor Hugo'nun Romantizminden etkilenen Tanzimat düşünürlerinden Nâmık Kemâl, Romantik edebiyat anlayışının etkisiyle romanlar yazmış ve tiyatro eserleri vermiştir (3). Tanzimatla birlikte, Batı'dan yapılan çevirilere ve Batı etkisiyle yapılmış çalışmalara gelince: Bunları şu tekilde özetlemek mümkündür: Tanzimat döneminde ilgi, düşünce, görüş ve yazılarıyla Fransız devrimini hazırlayan Aydınlanma devri filozoflarına yönelmiş, onlardan çeviriler yapılmıttır. Ziya Paşa, J.J.Rousseau'dan "Emile"i çevirmiştir. Bu çevirilerden bir bölümü, 1881'de Mecmua-i Ebuzziya'da yayınlanmıştır (4). Münif Paşa (1828-1894), 18.yy ansiklopedistlerinin yaptığı çalışmalara benzer çalışmalar yapmış; bir dergi çıkartmış, dernek kurmuştur. M.Paşa, "Muhaverat-ı Hikemiye" ("Felsefe Konuşmaları") adlı kitabını, 1859'da, Fransız Voltaire, Fontenelle ve Fenelon'dan çevirdiği diyaloglardan oluşturmuttur. Münif Paşa'nın ayrıca, "Mecmua-i Fünûn" ve "Hazine-i Evrak" adlı dergilerde yayınlanmış felsefî makaleleri vardır.1878'de, üçüncü kez açılışında Darü'l-fünun'da felsefe derslerinin yer almasında Münif Paşa'nın bu makalelerinin de etkisi olmuştur (5). Ali Suavi (1839-1878) ise, medreseden yetişmiş ateşli bir devrimcidir. "Ulûm" ve "Muhbir" gazetelerini çıkartmıştır. "Kâmusu'l-Ulûm ve'l Maarif" adlı bir tür küçük ansiklopedi meydana getirmiştir. "Tarih-i Efkâr" ("Fikirler Tarihi") başlığı altında ilk felsefe tarihi bilgisini, kendi gazetesi olan "Ulûm" da yayınlamıştır. Bu yazılarında Ali Suavi, Sokrates öncesi Yunan filozoflarının görüşlerini oldukça geniş bir biçimde anlatmış, İslâm felsefesiyle karşılaştırmalar yapmıştır (6). Ahmet Mithat (1842-1912), başlangıçta materyalizme meyilli iken, daha sonra, İslâm ahlâkına ve doktrinine kuvvetle bağlanmış; Draper'in "Din ve Bilim Çatışması" adlı kitabını dilimize kazandırmıştır. "Tarih-i Hikmet" adlı bir kitap kaleme almış, böylece kısa da olsa, bir felsefe tarihi kitabı denemesi yapmıştır. Ayrıca, Ahmet Mithat, kendi çıkarmış olduğu Dağarcık dergisinde, tercüme ve telif bazı felsefî makaleler yayınlamıştır.Bu dergide yayınlamış olduğu "Felsefe ve Feylesoflar" adlı yazısında, Ahmet Mithat, şunları söylemiştir: "Felsefe kelimesi, aslında, Yunanca "philo"/"sophia" kelimelerinden oluşmuştur. Felsefe, bugüne kadar çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. Örneğin, bazıları, onu, "felsefe, insanlığın özü üzerinde düşünce yürütmektir" diye, bazıları da "felsefe, insanın evrenle olan ilişkisini düşünmekten ibarettir" diye tanımlamışlardır. Ben ise, şimdilik bir öğrenciyim, filozof değilim ama, "olamam" demiyorum. Felsefeyi tanımlamak istesem şöyle derim: "Evrenin (bütün kısımlarının) birbiriyle olan bağlantı ve ilişkileri üzerinde düşünmektir" (7) Bundan sonra, Ahmet Mithat, Thales'ten Sokrates'e kadar bir felsefe tarihi bilgisi vermiş ve şöyle demiştir: "Dünyada hiçbir filozof olmamıştır ki, bir manevî kuvvetin hüküm sürdüğünü görmemiş ve onu anlamamış olsun. Bunu, hepsi görmüşler ama, onun özünü tayin etme bakımından birbirlerinden ayrılmışlardır" (. Daha sonra, Ahmet Mithat, yine bu yazısında, "feylesof" deyince herkeste dinsiz veya kayıtsız bir insan fikri uyandığını belirtmiş ve "filozofun mu bilim adamı, yoksa bilim adamının mı filozof" olduğu konusundaki tartışmalardan söz etmiştir. Ahmet Mithat, bu yazısında bile, din konusuna girmeyi ihmal etmemiştir. "Nasıl ki felsefe, her yerde hakikati ararsa, din için de aranan hakikattir" demiştir. "Felsefenin Sergüzeşt-i Ahvâli" adlı yazısında ise, A.Mithat, dinlerin sonradan saplandıkları dar görüşlülük ve taassup yüzünden fikir özgürlüğüne karşı yapılan baskılardan söz etmiştir. Ahmet Mithat bu derginin yanısıra, "İttihâd", "Matbaa-i Amire", "Takvim-i Vekâyi" ve "Tercümân-ı Hakikat" (1876) gazetelerinin de kuruculuğunu yapmıştır. Amacı, dilde sadeleşmeyi sağlamak olan Ahmet Mithat, "Tercümân-ı Hakikat"gazetesinde de çetitli makaleler, hikâyeler ve romanlar yayınlamıştır. 1815'de Mühendishaneye matematik profesörü olarak tayin edilen İshak Hoca ve Tamanlı Rıfkı Efendi, matematiğe ilişkin ilk ciddi çevirileri yapmışlar, Vidinli Tevfik (1832-1893) ise, ülkemizde, matematik ile felsefe arasındaki ilişkileri göstermiştir (9). Aynı zamanda, Vidinli Tevfik, Ahmet Muhtar Paşa ve Yusuf Efendi ile birlikte, 1864'de "Cemiyet-i Tedrisiye-i İslâmiye" cemiyetini kurmuştur. Daha sonra, bu cemiyete, Nâmık Kemâl de katılmıştır. 1860'da ise, "Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye" kurulmuştur. Felsefede atılmış ilk adımlardan bir diğeri, İbrahim Ethem'in 1895'de dilimize çevirdiği Descartes'ın "Discourse de la Methode"udur (10). Mantık alanında da bu dönemde, çeşitli eserler dilimize kazandırılmıştır. Ali Sedat ve İsmail Gelenbevî, bu çevirilerde önemli rol oynamışlardır. İlk çevrilen eser, İtalyan Gallupi'nin "Miftâhu'l-Fünûn"udur. Dilimize kimin çevirdiği bilinmeyen, ama, eski mantıkla yeni mantığı ilk defa yanyana getirmesi ve Batı felsefesine kapı açması bakımından dikkate değer bir eser olarak nitelendirilen "Miftâhu'l- Fünûn", 1868 ve 1872'de olmak üzere iki kez basılmıştır (11).
-
BEN DÜŞMANLIĞI
Altrüistler, "eşitlik" kelimesine başka bir anlam atfeder. Bu kelimeyi bir anti-kavram haline çevirirler; yani, eşitlik kavramını yozlaştıran bir terim haline getirirler: eşitlik kavramını, politik değil metafizik bir eşitlik anlamında kullanırlar; başka bir deyişle, tabiatın insanlara vermiş olabileceği farklı yetenekleri veya insanların bireysel seçeneklerinin isabet derecesini, çalışma performanslarını ve karakterlerini nazarı dikkate almadan; insanları, aynı kişilik özelliklerine ve erdemlere sahip görürler. Bu tür "eşitlikçiler"in karşısında mücadele etmeyi önerdikleri şey, insan-yapısı kurumlar değil, realitedir. Gerçekte bu "eşitlikçiler," insan-yapısı kurumlar vasıtasıyla, realiteye karşı savaşa girişmişlerdir. Tabiatın, insanları eşit güzellik ve eşit zeka ile donatmadığı ve insan tabiatının bir parçası olan irade yeteneğinin, insanlara farklı tercihler yaptırabildiği olgusuna -mevcudiyete- isyan eden egaliteryenler; tabiatın ve iradenin bu "adaletsizliğini" yok etmek ve sözde evrensel eşitliği tesis etmek isterler. Kimlik Kanunu, insanların manipülasyonuna açık olmadığından, Nedensellik Kanunu ile oynamaya girişirler. Yani, kişisel özelliklerin ve erdemlerin "yeniden bölüşülmesi" mümkün olmadığından, insanları bunların sonuçlarından (yani, kişisel özellikler ve erdemlerle yaratılmış ödüllerden, avantajlardan, başarılardan) mahrum etmeye çalışırlar. İstedikleri, kanun önünde eşitlik değil, bir eşitsizliktir: ters çevrilerek, tepesine yeni bir aristokrasinin (değer-yaratmayanlar aristokrasisi) oturtulduğu bir sosyal piramitin tesisidir. Altruizm ve Özel Mülkiyet Hakkı İnsanın, bedeni ve zihni faaliyetleriyle bir bütünlük halinde yaşayabileceğinden habersiz olan (yani, antik "beden-zihin zıtlığı" doktrinini aynen kabul eden) modern mistikler, -sanki bir tanesi olmadan diğeri olabilirmiş gibi- "mülkiyet hakları" karşısına bir "insan hakları" sahte-alternatifini koyarlar. Maddi nesneler, birey insanların zihni ve bedeni gayretiyle üretildiğinden ve bu nesneler insan hayatını sürdürmek için gerekli olduğundan, eğer üretici insan, gayretinin sonucuna sahip olmazsa, hayatına sahip olamaz. Mülkiyet (mal) haklarını yok etmek, insanları devletin sahip olduğu mallar haline çevirmektir. Başkalarının ürettiği zenginlikleri "yeniden bölüştürme" "hak"kını isteyen kişi, insanları mala çevirme "hak"kını istemektedir. Sadece bir "hayalet", maddi mülkiyet olmaksızın varolabilir; sadece bir köle, gayretinin ürünü üzerinde hakka sahip olmaksızın çalışabilir. "İnsan hakları"nın "mülkiyet hakları"na üstün olduğu doktrini, pratikte bir tek korkunç anlama gelebilir: bazı insanlar, başkalarının mülkiyetini karşılıksız elde etme hakkına sahiptir. Üretenin üretmeyenden elde edebileceği hiçbir kazanç olmadığından, üretenin "mülkiyet hakları"nın olmadığı yerde, üretmeyenin "insan hakları," üretmeyenin üretene sahip olması ve onu bir dolap beygiri gibi kullanması demektir. Bunu, insani ve haklı görenlerin, "insan" ünvanını taşımaya hakkı yoktur. Altrüizm ve Sanat Altrüizmin en acı abidelerinden biri, insanların kendi içlerinde kültürel olarak yarattıkları benliksizliktir: kendisini, bir bilinmeyen olarak görmekteki istekliliği; kendisiyle, bir yabancıyla birlikte yaşıyor gibi yaşaması ve bundan rahatsızlık duymaması; ruhunun, kişisel (gayri-sosyal) ihtiyaçlarını bilmezden gelmesi, göz ardı etmesi, bastırması; kendisine en gerekli olan şeyleri en az bilmesi; en derin değerlerini, sübjektifliğin iktidarsızlığına teslim ederek, hayatını kronik bir suçluluk duygusunun kasvetli zindanına çevirmesidir. Sanat üzerindeki felsefi ihmalin sürmesinin asıl sebebi, sanatın fonksiyonunun gayri-sosyal (bireysel) olması; buna mukabil, felsefeye, genellikle altrüizmin (birey düşmanlığının) egemen olmasıdır. (Bu, altrüizmin gayrı-insaniliğinin, insanın (fiilen varolan bir bireyin) en derin ihtiyaçlarına gösterdiği insafsız kayıtsızlığın bir başka örneğidir.) Sanat, realitenin sosyalleşmesi gayri-mümkün bir veçhesine aittir; evrensel (bütün insanlara özgü), fakat gayri-kollektif olan bu veçhe: insan bilincidir. Farklılıklarına rağmen, tüm irrasyonalist-subjektif-felsefelerin dokunulmamış, karşı çıkılmamış asgari müştereği, altrüizmdir. Altrüizm, rasyonelizasyonun tek başına en zengin kaynağıdır. Tatbik edilemeyecek bir ahlak anlayışı, her türlü tatbikat için sınırsız bir örtü sağlar. Altrüizm: Nazi Almanya'sındaki ve Sovyetler Birliği'ndeki katliamların; refah devletlerinin legalleştirilmiş yağmacılığının; "kamu yararı"na hizmet etmeğe çalışan politikacıların iktidar şehvetlerinin; çeşitli kollektivist davaların benliksiz savaşçılarınca sürdürülen kötülüklerin, zulmün, cinayetlerin; rasyonelizasyonu olmuştur. Bir teori, amaç edindiğini iddia ettiği şeylerin tam tersinden başka hiçbir şey gerçekleştiremiyor, ama savunucuları hala ona bağlı kalabiliyorsa; emin olabilirsiniz ki; karşınızdaki şey, bir kanaat veya bir "ideal" değil, bir rasyonelizasyondur. İrrasyonel ahlak doktrinlerinin içeriği: Altrüizm Yaklaşım yöntemleri değişik olan mistik ve sosyal ahlak doktrinleri aynı içerikten ibarettir: altrüizm (özvericilik). Altrüizme göre: a) "İnsanın kendi hatırına yaşama hakkı yoktur." "Başkalarına hizmet varoluşunu haklı kılan tek sebeptir." c) "Kendini, başkalarına feda etmek en büyük görev, erdem ve değerdir." d) "Başkalarının çıkarına yapılan bir faaliyet iyidir; kendi çıkarına yapılan bir faaliyet kötüdür." e) "Başkalarının çıkarı, her halü karda kendi çıkarın üzerine konmalıdır." Altrüizmi, başkalarının haklarına saygı, diğergamlık, iyilikseverlik, cömertlik, insanperverlikle karıştırmamak gerekir. Bunlar ahlaki birinciller değil, sonuçlardır; üstelik altrüizm bunları imkansız kılan bir doktrindir; kendini küçük gören, kendini inkar eden, kendinden feragat eden, kendini tahrip eden insan, insan olarak yaşayamaz ki, başkalarına yararı olabilsin. Altrüist ahlak, kökeni kabile hayatında olan bir fenomendir. Prehistorik insan, tabiata ve başka kabilelere karşı fiziken hayatta kalabilmek için, kabilenin (başkalarının) koruyucu gücüne sığınmak zorundaydı. Bir birey olarak varkalması düşünülemezdi. Altrüizmin medeniyet çağlarında da devam etmesi, fiziki sebeplerden değil, psikolojik sebeplerdendir: zihni kapasitelerinin gelişmesini, algısal düzeyde durdurmuş olanlar, realiteyi kavramsal bir bilinçle kavrayamayanlar, realiteye karşı onları "koruyacak" bir liderlikten yoksun olarak, realite içinde fonksiyon edemezler. Kendini-feda doktrini, onlara küçültücü gelmez; çünkü, hiçbir benlik duygusu, hiçbir kişilik değeri geliştirmemişlerdir. Neyi feda etmelerinin istendiğini bile bilmezler; entellektüel bütünlük, gerçek sevgisi, kişisel olarak seçilmiş değerler, rasyonel fikirler gibi şeylerden haberleri olmamıştır. O yüzden rasyonel-egoizm diye birşey duyduklarında, akıllarına ilk gelen imaj, acıktığında kendi kabiledaşını yiyen bir yamyam olacaktır. Bütün düsturları ve tarihi performansı incelendiğinde görülecektir ki, altrüist ahlak doktrini, yüzeydeki iddialarının aksine, insana karşı, akla karşı, yeryüzünde elde edilebilecek insani mutluluk ve başarıların her şekline karşı, hayata karşı, derin bir nefretin ifadesidir. Sübjektivist ahlak doktrinlerinin bir içeriğinin varlığından bahsetmek bile zordur; duygular, içgüdüler, sezgiler gibi, aklın dışındaki herhangi bir şey, sübjektivist ahlakın içeriğini belirler. İçerik adına sübjektivist ahlak doktrininde bulunan tek şey, altrüist madolyonun öbür yüzüdür; sübjektivist ahlak doktrini şunu ilan eder: "tabiatı ne olursa olsun, kendi çıkarına yaptığın bir faaliyet, iyidir." Ya-kendini-ya-başkasını-feda ahlakı olarak altrüizm Altrüizmin (kendini-feda ahlakının) benimsenmiş olmasının psikolojik sonuçlarından birisi; ahlak meselesine, insanın normal hayat şartlarının değil, olağanüstü şartların belirlediği bir bağlamda yaklaşılmasıdır. "Şöyle bir insana, şöyle bir günlük meselede nasıl davranırsın?" gibi sorular yerine, "Boğulmakta olan bir insanı kurtarmak için, hayatını tehlikeye atarmıydın?" veya "Batan bir teknedeki tek can yeleğini, karına mı verirdin, kendine mi?" gibi sorular ortaya atılır. Böyle bir yaklaşım, altrüizmin kurbanlarının karakter yapısını ele vermektedir: a) Kendine-saygı-ve-güvenden yoksundurlar; çünkü, değerler alanında ilk meseleleri, hayatlarını nasıl inşa edecekleri değil, onu nasıl feda edecekleridir. Başkalarına saygıdan yoksundurlar; çünkü, insanlığı, sefalete mahkum, sürekli yardım bekleyeyen, dilenen bir zavallılar sürüsü olarak görmektedirler. c) Realiteyi bir kabus olarak görmektedirler; çünkü, insanlığı, felaketlerin sürekli ve temel bir konu olacağı, bedhah bir evrene hapsolmuş zannetmektedirler. d) Ahlaka karşı müthiş bir kayıtsızlık içindedirler; çünkü, soruları, kendi hayatlarının aktüel problemleriyle hiç ilgisiz, belki ömürleri boyunca hiç karşılaşmayacakları durumlarla ilgilidir; yani, normal hayatlarına rehber olacak bir ahlak sistemi yerine, sadece istisnai hallerde rehber olacak davranış kurallarıyla ilgilenmektirler. Başkalarına yardımı merkezi ve temel bir ahlak konusu yapan altrüizm, insanlar arasında gerçek iyilikseverliği ve dostluğu yok eder. Altrüizm; başka bir insana değer verme işini, bir benliksizlik (egosuzluk) eylemi olarak ortaya koyarak; başkasına değer verme işinde, egoistçe bir yan bulunamayacağı; başkasına değer verme işinin, kendini feda etmek anlamına geleceği; başkasına duyduğu bir sevgi, hayranlık ve saygının, kendi zevki için olamayacağı, tersine kendi mevcudiyetine bir tehdit teşkil edeceği inancını doğurur. Ortaya çıkan bu ya-kendini-ya-başkasını-feda ikileminin öbür yüzünü seçenler, altrüizmin gayrı-insanileştirici etkisinin nihai ürünleri olan psikopatlardır. Bunlar, altrüizme alternatif bir ahlaka da sahip olmadıklarından; kendini-feda anlayışına karşı çıkarken, her insana karşı kayıtsızlığı savunan, (genellikle kendi cinslerinden bir sürücünün sebep olduğu) bir trafik kazasında yaralanmış, yerde yatan bir insana yardım etmek için parmağını bile kıpırdatmayacağını söyleyen tiplerdir. Çoğu insan, bu altrüist ikilemin iki yüzünü de kabul etmez. Böyle olunca, insanlararası ilişkiler ve başkalarına yardım işinin tabiatı, amacı ve ölçüsü üzerinde büyük bir entellektüel kaos ortaya çıkar. İnsan, kurbanlık hayvan değildir: kendisini başkalarına feda etmesi, ahlaki bir görev veya erdem değildir. Fakat, insanlar arasında fedaya dayanmayan bir yardımı düzenleyen ahlaki prensipler, rasyonel olarak ortaya konabilir. "Feda," bir değeri, ondan daha az olan bir değer karşılığında veya karşılığında hiçbir değer elde etmeden teslim etmektir. Yani, altrüizm; bir insanın erdemini; değerlerini teslim veya reddettiği veya onlara ihanet ettiği dereceyle ölçmektedir. Mesela, altrüizme göre; yabancılara veya düşmanlara yapılan bir yardım, sevilenlere yapılan bir yardımdan daha az "egoistçe"dir, yani daha erdemlicedir. Rasyonel bir davranış, bunun tam tersi olmalıdır; rasyonel bir insan, daima değerler sisteminin hiyerarşisi içinde davranır: bir değeri, daha az bir değer uğruna vermez, feda etmez. Bir insanın sevdikleri için yaptıkları, -bu yapılanlar, kendi değerler hiyerarşisi içinde kişisel (rasyonel) bir önem taşıyorsa- feda teşkil etmez. Karısına aşık bir adamın, onun tehlikeli bir hastalıktan kurtulması için bütün servetini sarf etmesi, bir fedakarlık değildir; çünkü, karısının hayatı, parasıyla alabileceği bütün şeylerden daha kıymetlidir. Fakat, onu kurtaracak yerde; içlerinden hiçbirini tanımadığı, kendisine hiçbir şey ifade etmeyen on kadının hayatını kurtarmakta parasını harcaması, -ki altrüizm bunu ister- bir fedakarlıktır. Rasyonel bir insan, tanımadığı on kadın yerine, neden sevdiği karısını kurtarır? Çünkü, kendi mutluluğu, hayatının en yüce gayesidir ve karısının hayatta kalması kendi mutluluğu için gereklidir. Boğulmak üzere olan insan konusuna gelince... Eğer, kurtarılacak insan bir yabancı ise, onu kurtarmaya çalışmak, insanın kendi hayatı için çok küçük bir risk varsa, ahlaken doğrudur; risk büyükse, kurtarma teşebbüsü gayrı-ahlakidir: ancak kendine saygıdan yoksun bir insan, kendi hayatını, rasgele bir yabancının hayatından daha değersiz görür. Eğer, kurtarılacak insan yabancı değilse, alınacak olan riskin büyüklüğü, o kişiye verilen değerin büyüklüğüyle orantılıdır. Eğer, o insan, aşk duyulan bir insan ise, onu kurtarmak için hayatı kaybetmek göze alınabilir; ve bu ancak rasyonel-egoistçe bir amaç için yapılır; çünkü, aşık olunan o insanın yokluğunda hayat dayanılmaz olabilir. Bir insanın sevdiklerine yardım için yaptıkları, "benliksizlik" (egosuzluk) veya "fedakarlık" değildir, bütünlüktür. Bütünlük, bir insanın kanaatlerine ve değerlerine sadık olması, değerlerine uygun davranması, onları pratik realiteye geçirmesidir. Rasyonel bir insanın, yabancılara yaklaşımını belirleyen şey ise, onların sahip olduğu insani potansiyele saygıdır; ta ki, o yabancı tersine davransın. Fakat, bu demek değildir ki; insan, sürekli olarak yardım edeceği bir yabancı arasın. Prensip olarak her insan kendi hayatından sorumludur; fakat, insan, bir olağanüstülükte, gücü yettiğince yabancılara yardım eder. Unutulmaması gereken şey şudur: insanlar normal olarak batmak üzere olan gemilerde yaşamazlar veya boğulmakta olan insanlara sık sık raslamazlar; dolayısiyle, bu tür dünyalar üzerinde kurulu ahlak sistemleri yanlıştır; normal bir yaşamı, insani mutluluğu merkez alan rasyonel bir ahlak; olağanüstülüklerdeki rehberliği de yapabilecek olan tek ahlaktır.
-
BEN DÜŞMANLIĞI
Kollektivizm birey haklarının ezeli düşmanıdır. İnsanlar arası gönüllü işbirliğinden farklı olarak kollektivizm, birey haklarını yok sayan, bireyin hayatını ve emeğinin sonuçlarını mistik bir varlığa (kollektif) ait sayan, gurubun bireyi her an feda edebileceğini kabul eden bir doktrindir. "Kollektif" soyutlamasına çeşitli isimler verilmiştir: ümmet, devlet, millet, sınıf, toplum, parti, kamu, halk vs. Fakat, kollektivizmde, kollektif bütünlüğe verilen ad ne olursa olsun, daima o kollektif adına iş gördüğünü iddia eden bir gurup azınlık, çoğunluk üzerinde tahakküm kurmuştur. Böyle bir doktrinin hayata geçirilebilmesinin tek yolu kaba kuvvettir; ve bu doktrinin politik uygulaması daima Devletçilik (yani, birey hakları ihlalinin kurumlaştırılarak legalize edilmesi) yoluyla olmuştur. Kollektivist bir hareket, bir ülkeyi köleleştirmeğe giriştiğinde, maddi ve ahlaki değerlere doğrudan doğruya el koyarak işe başlamaya cesaret edemez. Onun yerine, özgürlüğün garantisi olan "birey hakları" kavramını yozlaştırmaya girişir. Bu yozlaştırmanın temel tekniği, daima politik alanda bulunması gereken haklar kavramını, ekonomik alana taşımaktır. Gerçek birey hakları yerine, "herkese iyi bir ev, iyi bir eğitim, iyi bir iş, iyi bir sağlık sistemi" gibi sloganlar, sözde yeni haklar ("ekonomik haklar") olarak ortaya konur; ve bir yandan bu "yeni haklar"ın yarattığı kavram kargaşasıyla, gerçek birey hakları anlayışı muğlaklaştırılırken, diğer yandan, bu sloganları hayata geçirme bahanesi altında, gerçek birey hakları fiilen ihlal edilir ve kollektivist bir diktatörlüğe yol açılır. Bütün bu sloganlara eklenecek bir tek soru, meseleyi berraklaştırır: Bu imkanlar, kimin çalışmasının yarattığı zenginliklerle elde edilecektir? Ev, eğitim, iş, sağlık sistemi, tabiatta kendiliğinden bulunmaz. Bunlar insan-yapısı değerlerdir; yani, insanlar tarafından üretilmesi gereken mal ve hizmetlerdir. Onları, kim üretecektir. Eğer, o mal ve hizmetlerden yararlanacak insanların kendisi bu işi yapacaksa, bu haklarda yeni olan bir şey yoktur; çünkü, mülkiyet hakkı bunu sağlamaktadır. Yok eğer, mal ve hizmetlerden yararlanacak olanlar değil de başkaları bunu üretecekse; bu, birey haklarının ihlalinden başka bir yolla mümkün değildir. Eğer bazı insanlar, hak olarak başka insanların çalışmalarının ürünlerini elde etmeğe yetkili kılınırsa; bu başka insanlar, hakları yok sayılmış birer köle olarak çalışmağa mahkum edilmiş olur. Başka birinin hakkının ihlal edilmesini gerekli kılan bir faaliyet, bir "hak" değildir, olamaz. Hiçbir insan, başka bir insana, onun seçmediği bir yükümlülüğü, karşılığı olmayan bir görevi, gönülsüz bir hizmetkarlığı empoze edemez. "Köleleştirme hakkı" diye bir hak yoktur, olamaz. Bir hak, o hakkın başka insanlarca madden tesisini içermez; bir hak, sadece o hakkın maddi tesisini, kendi gayretiyle kazanma özgürlüğünü içerir. Her çağda ve her ülkede kriminaller küçük bir azınlık oluşturmuştur; bunların insanlığa verdiği zarar, siyasi yönetimlerin insanlığa verdiği zararlar yanında çok küçük kalmıştır. Soykırımlar, savaşlar, talanlar, köleleştirmeler hep siyasi yönetimler tarafından yapılmıştır. Potansiyel olarak siyasi yönetimler, insan haklarına karşı en büyük tehdittir; çünkü, siyasi yönetim, kanunen silahsızlandırılmış kurbanları karşısında, fiziki zor kullanma tekelini kanunen elinde bulundurur. Birey hakları yoluyla faaliyetleri tahdit edilmemiş bir siyasi yönetim, insanların en korkunç düşmanıdır. Bir ülkenin Haklar Senedi, bireyleri özel şahısların faaliyetlerinden korumak için değil, siyasi yönetimin faaliyetlerinden korumak için yazılır. Her isteyene bir ev, bir konferans salonu, bir tiyatro salonu, bir yayınevi, bir gazete sütunu vermek imkansız olduğundan, bu tesisler üzerinde bu tesisleri üretmiş olanların tasarruf hakkı olmayacaksa, bu "ekonomik hakları" kim dağıtacaktır, bunlardan yararlanacak olanları kim belirleyecektir? Cevap: birey haklarını yozlaştıranların siyasi yönetimi; yani, başkalarının üretimleri sonucu ortaya çıkan ürünlere el koymaktan ibaret bir kriminal faaliyeti, kendileri için legalize ederek kurumlaştıran bir parazitler çetesi. Devletçiliğin teorisyenlerinin önümüze koyduğu paket-muamelelerden biri, ekonomik gücün, politik güçle eşit muameleye tabi tutulmasıdır. "Aç bir insan, özgür değildir" veya "Bir işçi için, emirleri bir işadamından veya bir bürokrattan alması, farksızdır" gibi yutturmacalar sık duyulur. Birçok insan, bir yandan bu yalanlara inanırken, öte yandan, özgür bir ülkedeki en fakir işçinin, diktatörlükle yönetilen bir ülkedeki en zengin komiserden daha özgür ve daha güvenlikli olduğunu bilir. Özgürlüğü, kölelikten ayırt eden temel, asli, hayati prensip nedir? Cevap: gönüllü faaliyet prensibi ve buna zıt olarak fiziki baskı ve zorlamadır.
-
BEN DÜŞMANLIĞI
ALTRUİZM = BEN DÜŞMANLIĞI KENDİMİZİ FEDA ETMEMİZİ İSTEYEN VAMPİRLER…! ALTRUİST ahlakın temeli; "BEN'i kötülük standartı, BEN dışındakileri ise iyilik standartı" olarak görme anlamına gelen: KENDİNİ FEDA ETMEDİR. Her politik sistem, belirli bir ahlak sistemi üzerine bina olur. Eski ve sözde modern "yeni" tüm kolektivist mistiklerin temelinde altruizm vardır. Altruizmin temelini ise irrasyonalizm oluşturur. Oysa,insanı:"kendisini başkaları, başkalarını kendisi için fedaya " zorlayan altruist görüşlerin tümü;bizzatihi insan tabiatı ile çelişir, uyuşamaz. İnsanlık tarihinin baskın ahlak sistemi, altrüist-kollektivist doktrinin çeşitlemelerinden ibaret olmuştur; yani, bireyi, ya mistik ya da sosyal karakterli bir üst otoriteye tabi kılmıştır. Bunun sonucu olarak politik sistemlerin çoğu, aynı devletçi tiranlığın -derecede farklı, temel prensipte aynı- çeşitlemeleri halindedir. Bu tiranlıkların birey üzerindeki gücünü sınırlayan tek şey, tesadüfler olmuştur: ya bireye bir takım alanlarda sınırlı bir saygı gösteren kimi gelenekler; ya da, kanlı çekişme ve çöküş dönemlerindeki kaosun doğurduğu kontrolsuzluk. Böyle bütün sistemlerde ahlak, bireye tatbik edilen, fakat o mistik veya sosyal kaynaklı üst otoritenin muaf tutulduğu bir kavramdır. Mesela, o otoritelerden biri olarak sunulan "toplum" ahlak kanunlarının dışında tutulmuştur; çünkü, toplum, ahlakın kaynağı, yorumlayıcısı, amacı olarak kabul edilmiştir. Politik otoritenin ahlak-dışı kalması olgusu, mistik veya sosyal kaynaklı hangi altrüist-kollektivist ahlaka sahip olursa olsun, bütün devletçi sistemler için geçerli oldu. "Hükümdarların Kutsal Hakları" nosyonu, mistik ahlakların politik teorisini; "Vox populi, vox dei" ("Halkın sesi, tanrının sesi") nosyonu, sosyal ahlakların politik teorisini ifade eder. Yanlış felsefeler:insanın kendisi için var olma hakkının olmadığını, diğer insanlara hizmet etmenin kendi varlığının tek gerekçesi olduğunu ve kendini feda etmenin insanın en yüksek ahlaki görev, erdem ve değer olduğunu iddia ederler. Bu iddianın nezaket, iyi niyet ve başkalarının haklarına saygı duyma ile ilgisi yoktur. Akıl dışı ahlakın temel mantığı: Kendini kurban etme, kendini reddetme, kendini yalanlama, kendini mahvetme anlamına gelen BEN'i kötülük standartı, BEN dışındakileri ise iyilik standartı olarak görme anlamına gelen KENDİNİ FEDA ETMEDİR. İşte bu felsefi anlayış aşağıdaki niçinlere dünyevi mantıklı cevaplar bulamaz: *İnsanlar niçin başkaları için yaşasın? *İnsan niçin kurbanlık bir hayvan olsun? *Bu, niçin iyi bir şey olsun? Akıldışı felsefe savunucuları, işte bu sorulardan kaçmak için dünyevi olmayan, doğa üstü ve irrasyonel olan mistizme sığınır. Çünkü ancak irrasyonel olan bir şeyde gerekçe aranmaz, o sadece inançla kabul edilir. Bu nedenle mantık ve akıldışı felsefe çelişir.Mistizmi ayakta tutanda işte bu akıldışı ahlak anlayışıdır.. Medeniyetse aklın ürünüdür. Mistizmin kölesi olan bir akıl medeniyet değil karanlık üretir. Eski- yeni mistizmin iki versiyonu vardır: Ruh ve beden mistikleri, yani "varoluş olmaksızın bilince inananlar ve bilinç olmaksızın var oluşa inananlar. Her ikisi de önce aklınızın teslim olmasını ister. Birisi ilhamlarını, diğeri reflekslerini öne sürerek önce aklınızı teslim almak ister.."Onların tek amacı, "madde olarak insan bedeninin köleleştirilmesi ve manevi olarak aklın yok edilmesi." dir! Kendini feda etmeyi talep eden böylesi bir mistik ahlak sistemi, fedakarlıkları toplayan üstün yöneticisi olmaksızın ilan edilemez, yaygınlaştırılamaz. Geleneksel olarak iki tip toplayıcı vardır: Tanrı ya da toplum. Toplayıcı insanoğlunun geneli için ulaşılamaz olmak zorundaydı ve onun otoritesi sadece "baş rahipler", "komiserler", "sömürge valileri", "devlet görevlileri" vs. olarak çeşitli şekillerde adlandırılan özel aracılar eliti ile açıklanmak zorundaydı. İşte yeni mistiklerin de izlediği yol budur: Yeni toplayıcılar: yüce hükmedenler ve yeni bir kültür! Yani tanrıyı veya toplumu anlamlı bir şekilde gerçek yöneticiler olarak göstermeye çabalayan: MİSTİZM! Yani bizden başkaları için veya doğmamış nesiller için veya üç-beş yıllık programları için ve asıl kendileri için: KENDİMİZİ FEDA ETMEMİZİ İSTEYEN VAMPİRLER…! Mistizm ile akıl arasındaki tercih; ölüm veya yaşam, özgürlük veya kölelik, ilerleme veya durağan ilkellik arasındaki tercihdir.Eski-yeni mistikler, gerçeğin bulunması ile değil, insan "aklına-hayatına-mutluluğuna-bedenine" duydukları nefretle motive edilirler.Bu tutkunun merkezin de ise:iyi olmak için iyiden ve becerikli insandan duydukları nefret vardır!
-
BEN DOSTLUĞU
OBJEKTİVİZM=BEN DOSTLUĞU OBJEKTİVİST AHLAK Aklın insana has bir ahlakı vardır ve aklın ahlakının değer standardı İNSANIN HAYATIDIR. Kendine İlgi Duymanın Rasyonel Felsefesi: OBJEKTİVİZM Objektivizm, felsefi bir akımdır. Politika, felsefenin bir dalı olduğuna göre, objektivizm de belirli politik ilkeleri savunur. Özellikle " Laissez-Faire kapitalizm ", objektivizmin temel felsefi ilkesidir. Objektivistler, " muhafazakar " değil, kapitalizmin radikal savunucularıdır ve asıl amaçları politika veya ekonomi değil, insanın doğasını ve varlık nedenini incelemektir İnsan zekası, onun asıl hayatta kalma aracıdır. Hayat ona bahşedilmiştir, fakat hayatta kalma verilmemiştir. Ona bedeni verilmiştir, fakat bedeninin beslenmesini devam ettirme verilmemiştir. Ona aklı verilmiştir, fakat aklının içeriği verilmemiştir. Canlı kalmak için insan davranış da bulunmalıdır ve davranış da bulunmadan önce hareketinin özelliğini ve amacını bilmek zorundadır. İnsan yiyeceği hakkında ve onu nasıl elde edeceği hakkında bilgi sahibi olmadan yiyeceğini elde edemez. Amacı hakkında ve bu amacı nasıl başaracağı konusunda bilgi sahibi olmadan bir çukur kazamaz. Hayatta kalmak için düşünmek zorundadır. Fakat DÜŞÜNMEK tercihe açık bir eylemdir. Umursamaksızın 'insan tabiatı' olarak adlandırdığımız şeyin anahtarı, birlikte yaşadığımız ancak adını açıklamaktan dehşete düştüğünüz açık sır, İNSANIN İRADEYE DAYALI BİLİNÇLİ BİR VARLIK OLDUĞU GERÇEĞİDİR. Akıl otomatik olarak çalışmaz; düşünmek mekanik bir işlem değildir, mantık bağlantıları içgüdüyle yapılmaz. Midenizin, akciğerlerinizin veya kalbinizin fonksiyonu otomatiktir; fakat aklınızın fonksiyonu otomatik değildir. Hayatınızın herhangi bir anında veya sorununda düşünmeye veya bu iş den kaçınmaya özgürsünüz. Fakat tabiatınızdan, sizin hayatta kalma aracınızın AKIL olduğu gerçeğinden: Bu nedenle bir insan olan kendiniz için 'olmak ya da olmamak' sorusunun 'düşünmek ya da düşünmemek' olduğu gerçeğinden kaçmakta özgür değilsiniz ve özgür olamazsınız. İradi bilince sahip bir canlı otomatik bir davranış şekline sahip değildir. İnsan, hareketlerine yol göstermesi için bir değerler sistemine ihtiyaç duyar. 'Değer' kişinin kazanmak ve korumak istediği şey, 'erdem' ise kişinin onu kazanma ve muhafaza etme eylemidir. Değerden, kim için ve ne için değer? Sorusuna bir cevap vermesi beklenir. 'Değer', bir alternatif karşısında bir standardı, bir amacı ve davranışın gerekliliğini var sayar. Alternatifler olmadığı durumda hiçbir değer söz konusu olamaz. Evrende sadece bir temel alternatif vardır: Varolma ya da varolmama. Ve bu sadece canlı organizmalara hastır. Cansız maddenin varlığı şartlara bağlı değildir, yaşamın varlığı ise bağlıdır. Madde yok edilemez niteliktedir, şeklini değiştirir fakat varolmaktan vazgeçemez. Sabit bir alternatifle, yani yaşam veya ölümle yüz yüze olan sadece canlı bir organizmadır. Yaşam bir kendini devam ettirme işlemidir ve kendinden kaynaklanan bir hareket işlemidir. Eğer bir organizma bunu yapamıyorsa, ölür; kimyasal elementleri kalır, fakat yaşamı varolmaktan çıkar. 'Değer' kavramını olası yapan sadece 'Yaşam' kavramıdır. İyilik ve kötülük sadece canlı bir varlık içindir. Yaşamak için bir bitki kendini beslemek zorundadır. Onun ihtiyaç duyduğu güneş ışığı, su, kimyasallar doğanın onun hizmetine sunduğu değerlerdir; onun yaşamı onun davranışlarını belirleye değerlerin standardıdır. Fakat bitkinin davranışını tercih etmesi söz konusu değildir; bitkinin karşılaştığı şartların alternatifleri vardır, fakat onun fonksiyonunun alternatifi yoktur:Hayatını devam ettirmek için otomatik olarak davranır, kendini yok edecek tarzda davranamaz. Bir hayvan hayatını devam ettirecek şekilde teçhiz edilmiştir. Duyuları ona otomatik olarak bir hareket tarzı ve neyin iyi neyin kötü olduğuna dair otomatik bir bilgi sunar. Bilgisinin yetersiz olduğu durumlarda ölür. Fakat yaşadığı müddetçe bilgisine dayanarak hareket eder, otomatik güvenlik ile tercih yeteneği olmayışı ile, kendi çıkarının göz ardı edemez, kötüyü seçecek şekilde ve kendi kendini yok edici şekilde davranmayı tercih edemez. İnsan, hiçbir otomatik hayatta kalma sistemine sahip değildir. Onun tüm diğer canlı şeylerden farkı, alternatifler karşısında İRADEYE DAYALI TERCİH yoluyla davranması gerekliliğidir. Onun için neyin iyi neyin kötü olacağı hakkında, hayatının hangi değerlere bağlı olduğu hakkında, hangi hareket tarzına ihtiyacı olduğu konusunda otomatik bilgisi yoktur. Bir kendini koruma içgüdüsü gevezeliği mi yapıyoruz? Bir kendini koruma içgüdüsü kesinlikle insanın sahip olmadığı bir şeydir. Bir içgüdü kesin ve otomatik bir bilgi şeklidir. Bir arzu bir içgüdü değildir. Bir yaşama arzusu size yaşam için gerekli olan bilgiyi vermez. Ve insanın yaşama arzusu bile otomatik değildir:sizin sahip olmadığınız arzunun bu olması sizin bugünkü gizli şeytanınızdır. Sizin ölüm korkunuz bir yaşam aşkı değildir ve size onu muhafaza etmek için gereken bilgiyi vermeyecektir. İnsanlar bilgilerini tabiatın kendilerini mecbur kıldığı düşünme işlemiyle elde etmeli ve hareketlerini böyle seçmelidir. İnsan kendini yok edecek şekilde davranma gücüne sahiptir ve bu, tarihin büyük kısmında insanın yaptığı şeydir… İnsana rasyonel varlık denmektedir, fakat rasyonellik bir tercih konusudur. Doğanın insana sunduğu alternatif, akıllı varlık veya intihar hayvanı olmaktır. İnsan, tercihiyle İNSAN olmak zorundadır; hayatını, tercih ederek bir değer olarak sürdürmelidir, tercih yoluyla ihtiyaç duyduğu değerleri keşfetmeli ve kendi erdemlerini uygulamalıdır.Tercih yoluyla kabul edilen bir değerler sistemi bir ahlak sistemidir:İçinizde yozlaşmadan kalan, yaşayan kalıntıya, insan kalıntısına, AKLINIZA, sesleniyorum ve diyorum ki: Aklın insana has bir ahlakı vardır ve aklın ahlakının değer standardı İNSANIN HAYATIDIR. İyi, bir canlı varlığın hayatı için uygun olan her şeydir, kötü hayatı yok eden her şeydir. Kendi hayatı, bir insanın nihai değeridir. Başlı-başına bir amaç olan bu değerin elde edilmesi ve/veya muhafaza edilmesi sürecini -zevkli bir yaşam sürdürmek için gerekli olan faaliyetlerin, değerlerin, amaçların seçilmesi sürecini- yöneten tek standart, insana-özgü-hayat'tır. Değer, elde etmek ve/veya muhafaza etmek için uğrunda davranılan şeydir; erdem, bir değeri elde etmekte kullanılan eylemdir. Her bir insanın kendi nihai değerini (kendi hayatını) elde etmesinin, gerçekleştirmesinin aracı olan üç temel değer: Akıl, Amaç ve Gurur-duyulacak-bir-kişilik'tir; bunlara tekabül eden üç erdem ise: Rasyonellik, Üretkenlik ve Kendine-saygı-ve-güven'dir. Bu değerler, tek başına elde edilemez, birbirleriyle bağlantılıdır: İnsan hayatının merkezi amacı, bütün değerler hiyerarşisini belirleyen merkezi değer, üretken faaliyettir. Akıl, insani üretkenliğin ön şartıdır, onun kaynağıdır; insan, hem maddi ihtiyaçlarını gidermek, hem de gurur-duyulacak-bir-kişilik'e sahip olmak için üretir; üreterek amacını gerçekleştirdikçe, aklına olan güveni artar, kişiliğinden gurur duyar. Kendine-saygı-ve-güven erdemi, "ahlaki hırslılık" olarak da isimlendirilebilir. Ahlaki hırslılık; bir insanın ahlaki mükemmelliğe erişerek, kendisini, kendi nezdindeki en büyük değer haline getirmeyi hedef edinmesi demektir. Ancak gediksiz bir rasyonelliğe sahip olmakla elde edilebilecek olan ahlaki mükemmellik: a) İcrası imkansız, irrasyonel bir erdemler sistemini asla kabul etmemek; rasyonel olduğunu bildiği erdemleri icra etmeği ise, hiçbir zaman ihmal etmemektir. Hak etmediği bir suçluluk duygusunu asla kabul etmemek; suçluluk duygusunu hak edecek bir işi asla yapmamak; suçluluk duygusunu hak edecek bir iş yapmışsa, düzeltmek için elinden gelen herşeyi hemen yapmayı asla ihmal etmemektir. c) Karakterindeki herhangi bir kusura karşı asla pasif kalmayıp, onu hemen düzeltmeğe girişmektir. d) Hiçbir mülahazayı, arzuyu, korkuyu, ruh halini, kendine-saygı-ve-güven ihtiyacının üstüne bir an için dahi koymamaktır. e) Her ne sebep için olursa olsun, kurbanlık hayvan rolünü reddetmek; münzeviliği, kendini horlamayı, kendini aşağılamayı, kendini küçültmeyi, kendini feda etmeyi, bir erdem veya görev olarak vazeden her doktrini reddetmek demektir. Tabiatın gerektirdiği gibi, insanın hayatı akılsız bir hayvanın, yağmacı bir haydudun veya aylak bir mistiğin hayatı değil, canlı bir varlığın yaşamıdır-bu zorbalık ve dolandırıcılık yoluyla değil, başarma yoluyla bir yaşamdır- çünkü insanın hayatta kalması tek bir şeyin, yani aklın sayesindedir. İnsanın hayatı ahlak standardıdır, fakat sizin kendi yaşamanız onun amacıdır. Eğer dünyada varolmak sizin amacınız ise, hareketlerinizi ve değerlerinizi insana has olan bu standarda göre, yani yerine yenisi konamayan değeri-yani hayatınızı- muhafaza etmek, onun içini doldurmak ve tadını çıkarmak için seçmelisiniz. Aklınız ve varolma aşkınız buna karar versin.
-
Türkiye nin enteresan köy isimleri..
Bana oldukça enteresan ve komik geldi..Sİzce... Kandıra İlçesi'ndeki güldüren köy isimlerinden bazıları şunlar: 'Hamursuzlar, Ekmekyemezler, Beygirler, Malaklar, Yaramazlar, Budalalar, Civelekler, Cansızlar, Gebeşler, Sofular, Böcekler, Pirceler, Tokaşlar, Yorgalar, Mollalar, Karasakallar, Cicilli, Kanlar, Deliveli, Keçioğlu, Bitikoğlu, Kumarlar, Tekkeşinler, Zurnacılar, Bıçakçılar, Terziler, Horaşlar, Yağcılar, Tafralar, İranlar, Kayıplar, Gaipler, Tekerler, Çaprazlar, Solaklar, Çiller, Çakallar, Dölekler, Süllü, Beşkeş, Tokmaklı, Dayaklar, Kocakaymaz, Hacımazlı. İzmit merkez ilçeye bağlı bazı köylerin isimleri de şöyle: 'Bulduk, Gırgırlar, Şapşallar, Kargaköy, Boduroğlu, Cıvcıvoğlu, Arızlı, Çulcular, Arpalık İhsaniye.
-
SÜTAŞ SERİSİ...
- SÜTAŞ SERİSİ...
- SÜTAŞ SERİSİ...
- KIZLARIN EN ÇOK SÖYLEDİĞİ YALANLAR
saol ilgin için.....- cd righter
arkadaşım öncelikle takmakta birşey yok kasayı aç cdromunun bağlantısının aynısını cd writer için uygulayacaksın. model konusundada LG writerlar hem ucuz hemde kalitetli....- bilgisayarda güvenlik için
Arkadaşım öncelikle microsoft'un sitesinden window'unu güncellemelisin.sp2 securty kurmalısın windowsuna .Anti-virüs için norton iyi bir seçim olur ancak sistem özelliklerinin iyi olması gerekir.Birde kesinlikle microsoftun sitesinden ANTİ SPYWARE kur.Oda seni spylara karşı koruR. www.microsoft.com.tr- DEHAP'lıları ürküten gelişmeler
"Bayrak yakma" olayı sonrasında oluşan hava DEHAP'ı korkuttu. Parti binalarına ve kürtlere yapılan bazı saldırıları örnek gösteren parti yönetimi çağrıda bulundu. Demokratik Halk Partisi (DEHAP), Mersin'de Nevruz kutlamaları sonrasında yaşanan "bayrak yakma" olayı sonrasında yaşananların "kaygı verici" bir boyuta ulaştığını belirterek, "Halkımızı duyarlılığa ve tahriklere kapılmamaya çağırıyoruz" dedi. DEHAP Genel Merkezi'nden yapılan açıklamada, özellikle belli bir siyasi partiye üye kesimlerin, Kürtlere ve partilerine yönelik saldırgan tutum içerisine girdiğine dikkat çekildi. Önceki gece DEHAP Üsküdar ilçe binasına yönelik saldırıda bulunulduğu, camların kırıldığı ve içeride bulunan eşyaların tahrip edildiği belirtilen açıklamada, dün gece de Eskişehir İl binasına taşlı saldırıda bulunduğu ifade edildi. İl ve ilçe binalarına yönelik saldırıları kınayan DEHAP, "Milyonlarca kişinin barışçıl bir şekilde kutladığı Newroz Bayramı'nın ardından Mersin'de yaşanan, provokasyonla başlayan gerilimin tırmandırılması sonucu yaşananlar kaygı verici boyutlara ulaşmıştır" dedi. DEHAP, tüm kurum ve kişileri sağduyulu olmaya, gerginliği tırmandıracak açıklama ve davranışlardan kaçınmaya; halkı da duyarlılığa ve tahriklere kapılmamaya çağırdı.- GÖRMEYE DEGER YERLERIMIZ
GÖRMEYE DEGER YERLERIMIZ Truva Truva savaslarinin oldugu yer. Insanlarin üst üste kurduklari sehirlerin altincisidir. Bergama 200.000 kitabi bulunan zamanin en büyük sanat merkezi. Asklepylon Zamanin en büyük tip merkezi Efes, Priene, Miletos ve Didim Insan düsüncesinin her türlü hurafelerden kurtarip, özgürlestiren, insan beynini ufuklarin sonsuza dek genislestiren Iyona uygarliginin belli basli merkezleri. Efes Roma’nin Asya’da ki baskenti Meryem Ana Dini bütün hiristiyanlarain haci olmak icin ziyaret ettikleri yer. Bakire Meryemin son günlerini gecirdigi kücük ev. Cesme-Kusadasi-Bodrum-Marmaris-Ayvalik Denizli ormanin mavilikleri arasinda kalan adeta cennet gibi yerdir. Pamukkale Romalilar zamanindan kalma kaplicalar. Denizli ili yakinindadir. AKDENIZ Akdeniz Zamaninda Romali komutan Marcus Antanyus’un misir kralicesi güzel Kleopatraya armagan ettigi kiyilardir. Side-Perge-Aspendos Tarihi Pamfilya uygarliginin kalintilari buralardadir Antalya Alanya kalesi-Düdem ve Manavgat selaleleri görülmeye deger yerlerimizdendir. ORTA ANADOLU Ankara Anitkabir ve Atatürk müzeni buradadir. Hatutas-Yazilikaya-Alacahöyük-Gordiyum görülmeli tarih yasanmalidir Selcuklu Sanatanin seckin özelliklerini Konya’daki cami ve medreselerde görebilirsiniz. Konya Mevlana Kayseri Erciyes ve Hasandagi volkanlari Peribacalari-Göreme, Zelve-Kaymakli ve Derinkuyu mevliklerinde unutumamak gerekli. Kirsehir Haci Bektasi veli türbesi gezilebilir KARADENIZ Sile-Kilyos-Akcakoca-Amasra-Satranbolu Turizm cenneti Sinop Gündüz vakti elinde fenerle insan arayan filozof Diyogenes’in hayali belki de hala burada gezinmektedir. Samsun-Ordu Giresun-Trabzon Görülmeye deger tarih ve tabiat güzellikleriyle dolu sahirlerimizdendir Sumela manastiri 14.yüzyildan günümüze kalan manastir, sarp kayalar üzerine bir kus yuvasi gibi oturmustur. DOGU Sivas-Divrigi-Harput-Erzurum ve Kars adeta birer tarih hazinesidir. Agri Dagi 5165 metre yüksekte karlar icinde Nuh’un gemisini unutmamaliyiz Van Akdamar adasindaki 1000 yillik hiristiyan hiristiyan kilisesi gezilebilir Van kedisini de görmeyi unutmayin! GÜNEYDOGU Diyarbakir-Urfa-Mardin Ortacagin derebeylik döneminin kalintilariyla doludur. Güneydoguda Nemrut dagi unutulmamalidir. Burada Kral Antioch’un kölelerine granitleri oydurarak yaptirdigi tanri baslarini görebilirsiniz. GAZİANTEP İste benim Şehrim Tarihi zenginlikler ile dolu bir şehir.En önemlisi Belkız yolunuz düşerse gezmenizi tavsiye ederim Görülüyor ki ülkemiz Deniz-Orman-Tarih Hazinesi zenginlikleriyle görülmeye deger ülkelerin en önde gelenlerinden biridir.- ANTİK KENTLER
Gerga Aydın İli'ne bağlı, Çine İlçesi Deliktaş mevkiinde yer alan kent, Alabanda antik kentinin 13 km. kuzeybatısında bulunmaktadır. Kentin tarihinin Arkaik Döneme kadar gittiğini gösteren izler vardır. Halen kent içinde görülen kalıntılar Arkaik Dönem ve Roma Dönemine aittir. Gerga, Karia kültürünü yansıtan önemli bir merkezdir. Dağlar arasında kurulmuş bir kent olması nedeniyle Karia karakterini korumuş olan kentlerden biri olarak nitelendirilmektedir. Sur duvarları tipik Karia stilindedir. Gerga adı kaynaklarda bir kent olarak belirtildiği gibi yerel bir tanrıya ait olabileceği de belirtilmektedir. En önemli yapı, halen ayakta olan ve tapınak olarak adlandırılabilecek özelliklere sahip yapıdır. Büyük kesme taşlardan yapılmış, yapının üçgen alınlığında yazı vardır. Yapının hemen altında yere düşmüş dev heykelin Kybele'ye ait olabileceği düşünülmektedir. Heykelin zamanımızdan 20-30 yıl önce ayakta olduğu kaynaklardan ve çevre halkından öğrenilmiştir.- ANTİK KENTLER
Amyzon Aydın İli'ne bağlı Koçarlı İlçesi, Gaffarlar Köyü sınırları içindeki Amyzon, Karia kentlerindendir. Kent tarihi konusunda yalnızca yazıtlardan yararlanıyoruz. III. yüzyılda önce Ptolemaios, sonra Seleukos yandaşlığına geçen Amyzon, İ.Ö. II. yüzyılın sonlarına doğru, Latmos aşağısındaki Herakleia kenti ile bir ikili anlaşma gerçekleştirdi. III. Antiokhos, İ.Ö. 203'te Amyzon'a gönderdiği mesajda, kent ayrıcalıklarını onayladığını belirtmişti; Apollon ve Artemis tapınağına sığınanları koruma altına alma yetkisi de ayrıcalıklar arasındaydı. Kent surları bugün de ayaktadır ve İ.Ö. 300'lerde uygulanan izodomik yöntemle örülmüştür. Apollon ve Artemis tapınağı, surlar, tonozlu yer altı odaları ve Bizans yapısı, bugün ayakta olan yapılardandır.- ANTİK KENTLER
Alinda Aydın İli'ne bağlı, Çine İlçesi, Karpuzlu Köyü üzerinde yer alan Alinda, önemli Karia kentlerinden biridir. Hekatomnos'un kızı olan Ada, kardeşi Pixodaros tarafından Halikarnassos'tan kovulunca İ.Ö. 340'ta Alinda'ya çekilmiş ve bu şehri kendisine başkent yapmıştır. Alinda'da bugün de ayakta kalan en önemli yapı agoradır. Akropolün güney-batı eteğinde tiyatro yer alır. Akropol'de yalnız planı belli olacak durumda iki adet tapınak temeli yer almaktadır. Karpuzlu'nun evleri arasında Karia tipi lahitler, Alinda nekropolünün şehrin güney eteğinde yoğunlaştığının belgesidir.- ANTİK KENTLER
Alabanda Aydın İli'nin Çine İlçesi'ne 7 km. uzaklıktaki Araphisar Köyü üzerinde kurulu Karia kentlerinden biridir. Byzantion'lu Stephanos'un bildirdiğine göre şehire bu ismi kral Kar, oğlu Alabandros'un at yarışı kazanması üzerine vermiştir. Alabandalıların büyük bir zenginliğe sahip olduğunu, lüks içinde yaşadıklarını ve şehirdeki bütün kızların harp çaldıklarını Strabon'dan öğreniyoruz. Halil Ethem Bey'in yaptığı kazılarda iki tapınağın temelleri ortaya çıkarılmıştır. Kenteki önemli yapılardan biri bouleuteriondur. Bunun dışında doğuda yoğun şekilde görülen lahitler nekropolün burada yer aldığını göstermektedir. Bunun dışında su kemeri ve tiyatro görülebilen yapılardandır.- ANTİK KENTLER
TRİPOLİS Denizli İl merkezinin 40 km. kuzeyindedir. Buldan İlçesi Yenicekent Kasabası'nın doğusunda, Büyük Menderes Nehri ile kasaba arasındaki yamaçlar üzerinde kurulmuştur. Batıya açılan Büyük Menderes ovası ile hem Ege kıyılarına hem de İç Anadolu ve Akdeniz'e bağlanmaktadır. Kent güneyindeki Çürüksu Vadisi'nde kurulmuş olan çağdaşı Laodikeia'ya 30 km., Hierapolis'e ise 20 km. uzaklıktadır. Tripolis, Lidya bölgesi içinde, Karya ve Frigya bölgelerine ulaşımı sağlayan, sınır, ticaret ve tarım merkezlerinden birisidir. Kuruluş biçimi ve şehircilik anlayışı ile yörenin, en zengin kentlerindendir. Tripolis'in, Lidyalılar zamanında kurulduğu tahmin edilmektedir. Lidya, Pers ve Hellenistik dönemlere ait tarihi bilgiler henüz yoktur. Bu devirlerle ilgili kalıntılara da rastlanmamaktadır. Kentin kalıntıları üslup yönünden Roma ve Bizans Dönemi karakteri taşımaktadır. Anıtsal yapıların en iyi örnekleri İ.S. 1., 2. ve 3. yüzyıllarda yapılmıştır. Plinius'a göre, şehrin bir diğer adı Apollonia'dır. Sikkelerinde tanrıça Leto'nun, Letoia Phthia oyunlarının ve Menderes Nehri'nin isimleri vardır. Tripolis ve çevresi tarih içinde birçok deprem ve savaşlara sahne olmuştur. İ.S. 325 yılında Nikea meclisinde hazır bulunan Lidya piskoposları listesinde Tripolis'in adının geçmesi piskoposluk düzeyinde bir şehir olduğunu göstermektedir. Tripolis'in Yapıları Tiyatro Kent merkezindedir. Grek tiyatrosu gibi araziye uygun olarak Roma tarzında yapılmıştır. Tüm bölümleri harap durumdadır. Yaklaşık 10.000 kişi alabilecek kapasitededir. Hamam Tiyatronun yaklaşık 200 m. batısında yer almaktadır. Sur duvarları dışında bulunmaktadır. Dış duvarları kısmen ayaktadır. Tonoz ve kemerli iç kısımlar yıkılmıştır. Bölümleri ise tespit edilebilmektedir. Kalın duvarlarında büyük nişler mevcuttur. Şehir Binası Hamamın yaklaşık 150 m. güneyindedir. Sadece temelleri kalmıştır. Kale ve Surlar Tripolis Geç Roma ve Bizans Döneminde sur ve kale ile çevrilmiştir. Eğimli arazide kurulan kentin surları yer yer burçlarla, gözetleme kuleleri ve kalın duvarlarla desteklenmiştir. Tiyatroya bitişik devam eden sur, kentin kuzeyindeki en yüksek tepede kule ile birleşir. Kule, hem savunmaya hem de gelecek düşman tehlikesini gözetlemeye yöneliktir. Nekropol Surun, doğu ve güney yamaçlarındadır. Burada kaya mezarları, podyumlu mezarlar ve lahitler görülmektedir.- ANTİK KENTLER
Sardis Antik Kenti Lydia Krallığı'nın başkenti olan Sardes kenti, M.Ö. 6.yüzyılda Perslerin Lydia Krallığı'na son vermelerinden sonra bir Pers satraplık merkezi haline gelmiştir. Hellenistik ve Roma Döneminde de önemini koruyan, Bizans Döneminde önemli bir piskoposluk merkezi haline gelen kent, Salihli yakınındaki Sart kasabası ile adını günümüzde de yaşatmaktadır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde başlatılan Sardes kazıları, 1958 yılından bu yana Harvard ve Cornell üniversiteleri ile Amerikan Doğu Bilimleri Araştırma Enstitüsü'nün ortak kalıtımları ile aralıksız devam etmektedir. Söz konusu kazılarda, kentin değişik dönemlerine ait önemli bilgiler veren buluntular ele geçirilmiştir. Lydia Krallığı'nın zenginliğinin kaynaklarından biri olarak gösterilen altın madeninin, Sart Çayı (Paktolos) kumlarından çıkarılıp arıtılarak işlendiği "Lydia Dönemi altın arıtma ve işleme atölyeleri", 1968 yılında Kuzey Paktolos bölgesinde ortaya çıkarılmıştır. Lydia kral mezarlarının bulunduğu "Bintepe" bölgesi, büyüklü küçüklü onlarca tümülüsün bulunduğu alanlardır. Herodotos'un Mısır piramitleri ile mukayese ettiği bu tümülüsler, antik dönemde de ünlüydü. Kentin akropolü, yüksek ve dik yamaçlı bir tepe görünümündedir. Burada M.Ö. 6.yüzyıla tarihlenen ve Lydia taş işçiliğinin özelliklerini yansıtan sur duvarlarının yanı sıra, Bizans Dönemine ait bir kale kalıntısına da rastlanmıştır. Bu buluntular, akropolün savunma amacıyla uzun süre kullanılmış olduğunu göstermektedir.- ANTİK KENTLER
DİDYMA (Didim) Didyma (Didim): Aydın ilinin Söke ilçesi, Yeni Hisar köyü sınırları içerisinde yeralan Didyma, Apollon Tapınağı ile ünlüdür. Didyma’daki ilk kazılar 1858’de İngilizler tarafından Newton’un başkanlığında yapılmış. 1905’te Th. Weigand yönetiminde başlatılan kazılar sistemli temellere dayandırılarak 1937’ye kadar sürdürülmüştür. Bu dönemde tapınağın büyük bir kısmı ortaya çıkmıştır. Kazı ve araştırma çalışmaları Alman uzmanlar tarafından hâlen sürdürülmektedir. Didymaion, Miletus’a bağlı bir kâhinin ikamet yeri ve mabet olarak bilinir. Son kazılardan Didyma’nın sadece bir kâhinin ikametgâhı değil, aynı zamanda yoğun bir yerleşim yeri olduğu da anlaşılmıştır. Arkaik tapınağın yapımına M.Ö. 6. yüzyılın ortalarında başlanıldığına ve yapımının aynı yüzyılın sonlarında tamamlanıldığına inanılır. Helenistik tapınağın yapımına, Büyük İskender’in Perslere karşı elde ettiği zaferden sonra başlanılmıştır. Ancak, kalıntılardan bu Helenistik tapınağın yapımının tamamlanmadığı anlaşılmaktadır.- ANTİK KENTLER
MİLETUS Miletus (Milet): Milet, Aydın ili, Söke ilçesi sınırları içerisinde Söke’ye 30 km. uzaklıkta ve Akköy yakınlarındadır. Milet’te ilk kazılar 1899’da Th. Wiegand tarafından başlatılmış ve 1938’e kadar devam etmiştir. İkinci Dünya Savaşından sonra tekrar başlatılan çalışmalar hâlen kazı ve onarımlarlarla Alman uzmanlar tarafından sürdürülmektedir. M.Ö. 38’de şehir, Roma imparatorlarının özel ilgisiyle özerkliğini elde etti. Böylece Milet İyon şehirleri arasında metropol düzeyine ulaştı. M.S. 3. yüzyıldan başlayarak, bu parlak dönem yavaş yavaş kötüye gitmeye başladı. Şehir, limanlar alüvyonla doldukça, etrafı bataklığa döndükçe ve sıtma tehlikeli boyutlara ulaştıkça terk edilmeye başlandı. Bizans döneminde, şehrin sınırları oldukça daralmıştı ve binalar tiyatronun çevresinde toplanmıştı. Duvarlar yeniden inşa edildi ve bazı binalar restore edildi. M.S. 6. yüzyılda ilerlemek için yapılan çabalar ise uzun sürmedi. Milet kuruluşunda bir liman kenti olmakla beraber, Büyük Menderes nehrinin getirdiği alüvyonlarla liman doldurulduğu için bugün denizden içeride bulunmaktadır. Kentte ızgara plân uygulanmış ve yapılar bu plânın öngördüğü biçimde konumlanmışlardır. Kentte bulunan yapılar arasında 15.000 kişilik kapasitesi olan ve son yıllarda onarılmaya başlanan Roma çağı yapısı Tiyatro, M.S. 1. yüzyılda inşa edilmiş Roma Hamamları, ana dini merkez olan Delphinion, Kuzey Agora, M.S. 1. yüzyıla ait Ionik Stoa, Capito hamamları, Gymnasium, 2. yüzyılda inşa edilen Bouleterion, 164x196 m. boyutlarındaki Güney Agora, M.S. 2. yüzyılda yapılan Faustina Hamamı önem kazanır.- ANTİK KENTLER
Myus Bafa Gölü kıyısında, Miletos'un 15 km. doğusunda, Avşar Köyü yakınlarında bulunmaktadır. Strabon Myus'un Atina kralı Kodros'un oğlu Kydrelos tarafından kurulduğunu bildirilmektedir. Yine Strabon'un anlattığına göre Panionion birliğine dahil kentlerden birisidir. Herodotos, İ.Ö. 499'da Pers donanmasının Myus kenti açıklarına demirlediğini bildirmektedir. Ancak Herodotos Myus'un İ.Ö. 494'teki Lade Deniz Savaşına sadece üç gemi ile katıldığını bildirmektedir. Yapılan kazılarda antik kaynaklarda adı geçen ve beyaz mermerden yapıldığı bilinen Dionysos tapınağı ortaya çıkarılmıştır. Kent üzerinde bugün Dionysos tapınağına ait parçalar, Arkaik Döneme ait sur duvarları ve Bizans kalesi kalıntıları görülmektedir.- ANTİK KENTLER
PRİENE (Güllübahçe - Söke) Priene: Aydın ili Güllübahçe beldesi yakınındadır. Priene’de Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından kazı ve araştırma çalışmaları yürütülmektedir. Varlığı M.Ö. 2. bin yılına kadar uzanan şehrin ilk kuruluşu hakkındaki bilgilerimiz hâlen varsayımlara dayanmaktadır. Helenistik dönem boyunca şehir Ptolemaic ve Seleucid Krallıklarının ve Pergamum Krallığı’nın yönetimi altına girdi. M.Ö. 133’de Pergamum Kralı II. Attalus’un ölümünden sonra toprakları kendi isteğiyle Roma’ya eklendi ve böylelikle Priene Roma egemenliğine altına girdi. Bizans döneminde şehir piskoposluktu. Bulgular İmparatorluğun çöküşüne kadar yerleşimin devam ettiğini kanıtlamaktadır. Bu dönemin sonunda ise, Priene tamamen terk edilmiştir. Priene eski şehir plânlamacılığının en güzel örneğidir. Şehir, Miletli mimar Hippodamus tarafından geliştirilen “grid sistemi” ile inşa edilmiştir. Genellikle 3,5 metre genişlikte olan şehrin yan sokakları arazinin eğimli olması sebebiyle merdivenlidir. Resmi ve halka açık diğer binalar çoğunlukla bir bloğun tamamını kapsamaktadır ve şehir merkezinde yer alır. Bunlar arasında oldukça korunmuş olarak günümüze kadar gelen Athena Tapınağı (M.Ö. 4. yüzyıl), Tiyatro, Agora, Zeus Olympos Tapınağı, Bouleuterion (M.Ö. 150), 2 Gymnasion ve Demeter kutsal alanı bulunmaktadır. Şehrin, biri batıda diğer ikisi doğuda olmak üzere üç kapısı vardır. Priene’nin ana giriş kapısı olan “Doğu Kapısı”, taşlı kaldırımdan yapılmış uzun bir yokuş yoldan sonra ulaşılabilen Tiyatro sokağının kuzey doğusunda yer alır. - SÜTAŞ SERİSİ...
Önemli Bilgiler
Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.
Account
Navigation
Configure browser push notifications
Chrome (Android)
- Tap the lock icon next to the address bar.
- Tap Permissions → Notifications.
- Adjust your preference.
Chrome (Desktop)
- Click the padlock icon in the address bar.
- Select Site settings.
- Find Notifications and adjust your preference.
Safari (iOS 16.4+)
- Ensure the site is installed via Add to Home Screen.
- Open Settings App → Notifications.
- Find your app name and adjust your preference.
Safari (macOS)
- Go to Safari → Preferences.
- Click the Websites tab.
- Select Notifications in the sidebar.
- Find this website and adjust your preference.
Edge (Android)
- Tap the lock icon next to the address bar.
- Tap Permissions.
- Find Notifications and adjust your preference.
Edge (Desktop)
- Click the padlock icon in the address bar.
- Click Permissions for this site.
- Find Notifications and adjust your preference.
Firefox (Android)
- Go to Settings → Site permissions.
- Tap Notifications.
- Find this site in the list and adjust your preference.
Firefox (Desktop)
- Open Firefox Settings.
- Search for Notifications.
- Find this site in the list and adjust your preference.