wherthus tarafından postalanan herşey
-
DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ
İlimcilik Bugün dünya üzerinde ilimdeki büyük gelişmeler insanlığa uçsuz bucaksız gelişme ve mutluluk ufukları açmıştır. Bir memleketin refahlı olması, güçtü olması her şeyden önce o memlekette yaşayan insanların ilimde, teknikte ileri bir seviyeye ulaşmış olmaları ile mümkündür. Bir milletin askerî gücü de ilim ve teknik gücüne, medeni seviyesine bağlıdır. İlimde, teknikte geri kalmış bir ülkenin insanları ne kadar kahraman yaratılıştı olurlarsa olsunlar, onların millî savunma yönünden, askerlik yönünden güçlü olmaları mümkün değildir. Bu sebeplerden Türkiye'yi kalkındırmayı düşünürken Türk milletinin hızla bir an önce refaha kavuşmasını, mutluluğa kavuşmasını ve güçlü bir varlığa sahip olmasını sağlamak için ilim ve teknikte büyük bir ilerleme kaydetmek mecburiyetindeyiz. Bunun için Türkiye'nin ilimde, teknikte süratle en yüksek seviyeye çıkmasını, hızla modern sanayii kurmasını, tarımını modernleştirmesini sağlamak için dünya çapında yüksek kaliteli, liyakatti ilim adamları ve teknisyenler yetiştirmek zorunluluğu vardır. Bu vasıfta insan gücü yetiştirmedikçe Türkiye'nin ilimde, teknikte süratte ilerlemesi ve modern sanayie sahip olması, tarımını modernleştirmesi mümkün olamaz. Bunun için Türkiye her şeyden önce öğrenimde bulunan gençler içinden en kabiliyetlilerini seçerek bunlara geniş öğrenim imkânları sağlamalı ve süratle dünya çapında her konuda yüksek seviyeli ilim adamları ve teknisyenler kadrosunu kurmalıdır. İster matematikte, ister fizikte, ister kimyada, ister tarım bilgilerinde, ister sosyal bilimlerde olsun dünya çapında ve en yetenekli ilim adamları yetiştirmek ve Türkiye'yi kalkındırmaya yetecek bir ilim adamları kadrosunu teşkil etmek Türkiye için başlıca önemli meseleyi teşkil etmektedir. Bugüne kadar Türkiye'yi idare eden iktidarlar bu konuyu karıştırmışlardır. Türkiye için her kasabada ortaokul, liseler açmak, her yerde okulları çoğaltmak başlı başına Türkiye'nin meselelerini çözmeye yetmez. Öncelikler tespit etmek zorunluluğu vardır. Öncelikleri düşündüğümüz zaman da, Türkiye'nin kalkınmasını sağlamada birinci öncelik yüksek seviyeli, liyakatli ve üstün kaliteli ilim adamları, teknisyenler kadrosunu kurmaya önem vermek gerekmektedir. Birinci öncelik buradadır. Böyle bir kadro kurulduktan sonra bu kadronun varlığı sayesinde Türkiye'nin süratle modern sanayie sahip olması ve tarımını modernleştirmesi mümkün olacaktır. Ve bu üstün, seçkin ilim adamları kadrosu sayesinde Türkiye ilim ve teknik yönünden büyük bir güç elde etmiş olacaktır. Buna işaret etmeyi çok gerekli saymaktayım. Bunun yanı sıra millî eğitimin ele alınması ve millî eğitimin Türkiye'nin ilimde, teknikte süratle dünyanın en ileri gitmiş ülkesi haline gelmesini sağlayacak bir plânlama yapmak ve buna göre bir millî eğitim faaliyeti göstermek gerekmektedir. Millî eğitimin başlıca dört gayesi olduğu ortaya konulmalıdır. Bu gayeleri sırayla şöyle ifade edebiliriz : Birincisi, Türk insanını yaşı ne olursa olsun Türk milletinin tarihinden şuur almış olan, Türk geleneklerinden şuur almış olan, Türk milletinin milliyetçilik duygularıyla ve manevî değerleriyle beslenmiş olan insanlar olarak yetiştirmek teşkil etmelidir. Millî eğitimin birinci gayesi bu olmalıdır. Türk insanını Türk milletinin örnek bir kişisi, Türk milletinin bütün vasıflarını üzerinde taşıyan müşterek vasıfları benimsemiş insan olarak yetiştirmek olmalıdır. Kendi tarihinden habersiz, geleneklerinden habersiz, örfünden habersiz, manevî değerlerinden habersiz çıplak bir varlık olarak insanlarımızın yetişmesi, yurdumuzun büyük zaafını teşkil etmektedir. İkinci gaye : Millî eğitim Türk milletinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına göre hedeflerini tayin etmeli ve Türk insanı ona göre yetiştirmelidir. Türk milletinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçları önce tespit edilmelidir. Yani Türkiye'nin modern sanayii kurması, Türkiye'nin modern tarım kurması, Türk toplumunun kalkınması için ne kadar doktora ihtiyacı vardır, ne kadar kimyagere ihtiyacı vardır, ne kadar mühendise ve yüksek mühendise ihtiyacı vardır, ne kadar makine mühendisine ihtiyacı vardır, ne kadar öğretmene ihtiyacı vardır, ne kadar tornacıya, tesfiyeciye ihtiyacı vardır ; bunlar gayet dikkatli olarak, ilmî bir şekilde tespit edilmeli ve Türk toplumunun bu sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına göre Millî eğitimin hedefleri tespit edilerek ona göre okullar açılmalı, ona göre teşkilâtlanma yapılmalı ve bu okullara ona göre öğrenciler alınarak bu hedeflere göre Türk insanı eğitilerek yetiştirilmelidir. Millî eğitimin üçüncü gayesi : Türk insanını topluma yük olmadan yaşayacak, üretici olarak yetişecek ve topluma katkıda bulunacak şekilde yetiştirmesi esas olmalıdır. Okullardan birtakım gereksiz bilgi yüküyle yüklenmiş ve gözünü devlet kapısına dikmiş, devlet kapısında memuriyet peşine düşmüş insanlar yetiştirmek özellikle bundan sonra, memleketimiz için çok zararlı ve tehlikelidir. Türk insanını üretici olacak şekilde yetiştirmek, Türk toplumuna katkıda, bulunacak şekilde yetiştirmek, hem bu şekilde bilgili yetiştirmek, kabiliyetli yetiştirmek hem de bu ruhta ,bu anlayışta; bu zihniyette yetiştirmek büyük önem taşımaktadır. Dördüncü gaye : Bugün dünya üzerinde tekniğin, teknik bilginin önemi hayatî derecede artmıştır. Bunun için Türk çocuklarını teknik eğitime yönelik yetiştirmek gerekmektedir. Türk çocuklarını, Türkiye'nin ihtiyacı olan kalkınmayı sağlayacak bir eğitim göstererek yetiştirmek yoluna gidilmelidir. İlim ve teknik milletlerin sayısı ne olursa olsun, durumu ne olursa olsun diğer milletler arasında durumunu sağlamlaştırmakta ve etkin hâle getirmektedir. Bunun için bu konu Türk milleti için de hayatî değer taşımaktadır. Karşılaşılan her olayı, önümüze getirilen her meseleyi gördüğümüz her işi ön yargılardan ayrılarak, art ;düşüncelerden sıyrılarak gerçekçi' bir gözle göstermek ve ilim zihniyetiyle bunu muhakeme etmek değerlendirmek başlıca usul olmalıdır. Her çeşit peşin hükmü kafalardan bir kenara bırakacağız. Her olayı incelerken ilim metodunu takip edeceğiz. Bu da nedir? Müşahede, inceleme, araştırma, analiz, tecrübe ve müspet sonucu bulmak. Demek ki, bütün memleket meseleleri ile ilgili olayları, tutumları düşünürken en doğru neticeye varabilmek için uygulayacağımız îlke ilim metodu, ilim mantalitesi olacaktır ve bütün faaliyetlerimizde bize yol gösterici olarak ilmi önder kabul edeceğiz. Bunu da görüşümüze esas olarak almakta çok fayda gördük. Çünkü çoğu zaman birçok kimseler ilk hamlede ortaya ön yargılarla, art düşüncelerle çıkıyor ve daha ilk anda muhakeme yürütüp, doğru sonuca varma yolların tıkamış oluyor. Bunun için ilimciyiz. İlimcilikten de kastettiğimiz şey,yukarıda da belirttiğimiz gibi olayları incelerken, ilim mantalitesini, ilim metodunu kullanmak ve her işimizde ilmi kendimize önder kabul etmektir. Yalnız ve sadece ilmi , müspet ilmi önder kabul edeceğiz.
-
DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ
III- SOSYAL YARDIM VE GÜVENLİK TEŞKİLATI : Bu da, Türk milletini içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve güvenlik teşkilâtı meydana getirmek görüşüdür. Türk milleti bugün sosyal bakımdan organize edilmemiş, dağınık bir durumdadır. Eskiden onun birtakım sosyal bağları, sosyal kuruluştan vardı. Bunlar dağıldı, yıkıldı. Meselâ eskiden vakıflar vardı, mahalle heyetleri vardı. O günün şartlarına göre, zamana uygun düşecek birtakım sosyal ve ekonomik organizasyonlar vardı. Loncalar vardı, loncaların da aynı zamanda sosyal fonksiyonları vardı. Bunlar zamanla yok oldu, kalktı. Bugün milleti tekrar organize etmek lâzım geliyor. Bunların en başında gelen işlerden birisi de bütün halkı içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve sosyal güvenlik teşkilâtı kurmaktır. Yani Türkiye içerisinde hiç kimse sahipsiz, yardımsız, himayesiz, desteksiz, işsiz kalmamalı, kalmak korkusuna düşmemelidir. Bir ailenin reisi mi öldü, çocukları, ailesi mutlaka bu teşkilât tarafından derhâl himaye edilmelidir. Çocukları okuyacaksa okutulmalı, tahsillerine devam ettirilmelidir. Ailesine iş bulunmalıdır. Bütün bu problemleri üzerine alan bir organizasyon meydana getirilmelidir. Böyle bir organizasyon olmaksızın cemiyette büyük haksızlıklar, büyük facialar meydana gelir ve böyle bir durum milleti sıhhatli olmaktan çıkarır. Birçok yerlerde sizler, kendiniz de, bu gibi olaylara her hâlde tesadüf ediyorsunuz. Birçok facialar görüyorsunuz, işitiyorsunuz. Bunları önleyecek böyle bir organizasyon kurmayı esas kabul eden bir görüşün sahibiyiz. Yani toplum içerisinde herkes bilecek ki, her-, kesin sosyal güvenliği sağlanmıştır. İş mi? Başvuracaksınız, iş verecek. Hastalık mı? Tedavi görecek. Tahsil mi? Çocuğuna tahsil imkânı sağlayacak. Ayrıca sağlık ve adalet güvenliği, sağlanmasını düşündüğümüz bir diğer iştir. Yani bir dava ve mahkeme konusu olduğu zaman, vatandaş ihtiyacı olan avukat, mahkeme masrafı ve diğer zaruri masraflar gibi yardımları kolayca elde edebilmelidir. Bugünkü gibi öyle parası olanın kendisine çifter çifter avukat tutup, şahit masraflarını ödeyip hukuk imkânlarından rahatça faydalanması ve parası olmayan vatandaşların ise, bunlardan yoksun kalarak haklarını koruyamaması durumu ortadan kaldırılmalıdır. Ayrıca ceza ve tevkif evlerinin durumu da insanlığa yakışır şekilde ıslâh edilmeli ve oraya düşen vatandaşlar tam bir imkân eşitliğine kavuşturulmalı, henüz sanık durumunda olan vatandaşın haysiyeti korunmalıdır. Toplumculuk ilkemizin içine aldığı önemli bir husus da şudur: Türk milleti yüzyıllar boyunca büyük ihmallere uğramış, sıkıntılara düşmüş, felâketler geçirmiş bir millet olduğu için özellikle halk ve köylü, aydınlara, kendisine yol göstermeye, yardım etmeye gelenlere karşı güvensizdir ve aynı zamanda ümitsizdir: Yani kötümserdir. Bunun en açık misalini şarkılarımızda, türkülerimizde görürüz. Daima bir kötümserlik sonucu olarak halkımızda hareket, büyük hamle yapma kabiliyeti durdurulmuştur. Bunu açmak lâzım. Büyük işlerimizi, büyük tasarılarımızı çözebilmek için halk enerjisini seferber etmeliyiz. Halkı uyandırmalıyız. Halkı uyandırabilmek için de güzel sanatları bu amaçla seferber etmeliyiz. İnsanlara, önce neş'e, yaşama sevinci ve şevk aşılamalıyız. Heyecan aşılamalıyız. Neş'e, ümit ve şevk duyan insan yorulmadan çalışabilir : Enerji gösterebilir. Ümitsizliğe düşen, kötümserliğe düşen insan yaşama iştahını kaybeder. Çalışma, kuvvetini kaybeder. Bunu kendi hayatımızda birçok kere duymuş, üzgün olduğumuz zamanlarda çalışma isteğimizin olmadığını anlamışızdır. İşte Türk milletinin kalkınması için başvuracağımız önemli çarelerden birisi budur. Sanatı, kültür faaliyetlerimizi, halk! heyecana getirmek; ona ümit, zevk, neş'e vermek ve böylece halk enerjisini seferber ederek hareket yaratmak istikametinde kullanmalıyız. Bunun için de biz bir ilke olarak diyoruz ki, sanat toplum için, toplum yararına kullanılacaktır! Toplum yararı için seferber edilecektir. Böyle boşa giden halk enerjisini (ki, bizim halkın büyük bir çoğunluğu senede üç buçuk ay çalışıyor, geri kalan sekiz buçuk ay bu enerji heder oluyor.seferber edip, erozyon problemimizin çözülmesi, memleketin ağaçlandırılması, sulama işleri, yol meseleleri gibi büyük meselelerimizin haili yolunda faydalanmalıyız. Bu arada halka yine boş vakitlerini değerlendirecek elişleri, el sanatları, öğretmek, göstermek, okuma melekesi ve kültürünü arttıracak kurslar açmak ve hiçbir dakikasını heder etmeyecek şekilde organize etmek toplumculuk prensibi içine aldığımız hususlardan bir diğeridir.
-
DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ
II-KÜÇÜK SERMAYENİN BİRLEŞMESİ : Memleketimizde yapılması gereken pek çok büyük iş vardır. Bunların başarılması için halkın elindeki küçük tasarrufların teşvik edilerek, devlet tarafından tanzim ve organize edilerek birleştirilip halkın sermayedar olacağı büyük ekonomik teşebbüslere girişilmesini gaye edinen bir görüşe sahibiz. Ayrı aynı kimselerin elinde bulunan küçük tasarruflar, mesela, on bin kişinin yirmi bin kişinin katılıp birleşmesiyle büyük sermaye hâline gelir ve bu sermaye büyük tesislerin kurulmasını sağlar. Bu nasıl olacaktır? Halkımız buna alışmıştır. Halkı buna teşvik etmek, alıştırmak, cesaretlendirmek, organize etmek ve ön ayak olmak devletin görevleri arasında olacaktır. Bunun dışında yapılması icap eden birçok büyük işin ayrıca yine devlet eliyle bizzat ele alınarak başarılması gerekir. Bugün Amerika gibi en kapitalist memleketlerde dahi, bazı büyük işler vardır ki, tamamıyla devlet tarafından yapılmaktadır. Bunlar meselâ : Atom, füze araştırmaları ve ilmî araştırmalar gibi büyük organizasyon isteyen, büyük masraflar isteyen işlerdir. Bunların tamamıyla devletçe ele alınıp planlanması ve süratle başarılması esasını içine alan bir görüşü tutuyoruz.
-
DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ
Toplumculuk Toplumculuk demek : Toplum menfaatinin, toplum varlığının, kişi varlığının üzerinde gözetilmesi demektir. Bu ilke de Türk töresinden kaynağını almaktadır. Türklerin tarih boyu yaşayışlarında daima milletin varlığı, vatanın menfaatleri, devletin menfaatleri ve varlığı kişi varlığının üzerinde, kişi varlığının önünde yer almıştır. Onun için millî doktrin Dokuz Işık'ın toplumculuk ilkesi de bu görüşü ortaya koymak için millî doktrin içinde yer almıştır. Kişiler, toplumun yararını, toplumun yükselmesini, Türk milletinin korunmasını, yükselmesini, yaşatılmasını her şeyin üstünde görecekler ve her hareketi Türk milletine yararlı mı yoksa zararlı mı olur düşüncesiyle değerlendireceklerdir. Bu ilkenin genel anlamda ifadesi budur. Toplumculuk görüşü başlıca iki bölüme ayrılır. Birincisi : Ekonomik görüşü teşkil eden bölümdür. Diğeri ise sosyal yapıyı ilgilendiren, sosyal görüşü temsil eden bölümdür. Ekonomik görüşümüzü şöylece ifade edebiliriz. Türk milletinin süratle kalkınması, tarımını modern hâle getirmesi ve modern sanayi kurması gerekmektedir. Bize göre Türkiye bir tarım ülkesi olarak kalamaz. Türkiye'nin sadece bir tarım ülkesi olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Buna karşılık Türkiye'yi tarımı ihmal ederek yalnız sanayi ülkesi hâline getirmek de düşünülemez. Bir milletin güçlü olması, bir milletin refahlı ve mutlu olması hem tarımda hem de sanayide dengeli bir şekilde kalkınmış, ilerlemiş bulunmasına bağlıdır. .Bunun için. biz tarıma da en yüksek önemi vereceğiz, sanayileşmeye de en yüksek önemi vereceğiz ve her iki alanda milletimizin süratle ileri gitmesini sağlayacak tedbirleri alacağız. Tarımımızı ilme ve tekniğe dayanan modern bir tarım hâline getireceğiz. Türkiye'mizi süratle sanayileştireceğiz ve her çeşit modern makineleri, fabrikaları, araçları, gereçleri kendi ilim adamlarının, teknisyenlerinin bilgisiyle ve kendi insanlarının el emeğiyle kendi topraklarında kurulmuş fabrikalarda yapabilen bir hale getireceğiz. Ülkemizin kısa zamanda refaha kavuşabilmesi için tarımda ve sanayide modern, standart kitlevî çok üretim sağlamak başlıca hedefimizi teşkil edecektir. Çok üretim ancak Türkiye'yi refahlı yapabilir ve sıkıntılardan kurtarabilir. Bununla beraber, bunlardan ayrılmaz kabul ettiğimiz diğer bir görüş de gerek devlet idaresinde, gerek milletimizi meydana getiren her vatandaşın yaşayışında, tasarrufu hâkim kılmak görüşüdür. Yurdumuzda büyük israflar yapılmaktadır. İsrafların önlenmesi ve her alanda tasarrufa gidilmesi sermaye birikimi sağlamakta ve Türkiye'nin süratle kalkınmasını teminde başvuracağımız tedbirlerden birisi olacaktır. Çok üretim sağlamak, çok ihracatta bulunabilmek ve aynı zamanda tasarrufu hâkim kılan bir yaşayışı memleketimizde yürürlüğe koymak Türkiye'mizin kalkınmasını sağlayacak genel esaslardır. Bunları belirttikten sonra Türk milletinin kalkınması için uygulayacağımız model nedir? Bu model "Üçlü Esasa Dayanan Karma Ekonomi" modeli olacaktır. Yeni hem özel teşebbüs desteklenecek, yardım görecek hem devlet eliyle kamu yatırımları yapılacak hem de bunlardan başka milletimizin insanlarını sosyal dilimler, gruplar hâlinde, kooperatifler hâlinde, üretim ve tüketim birlikleri hâlinde teşkilâtlandırarak, tasarruf sandıklan kurarak, Meyak gibi, Oyak gibi kuruluşlar meydana getirerek millet eliyle yatırımlar yapılması sağlanacaktır. Özel sektör, kamu sektörü, ve millet sektörü hâlinde Türkiye ekonomisinin tanzimi sağlanacaktır. Türk milletini altı sosyal dilim hâlinde mütalâa etmek mümkündür. Bugün milletimizi meydana getiren insanların yaşayışları, mesleklere bölünmeleri yönünden incelediğimiz zaman % 65'ini teşkil eden kısmının köylü olduğunu, köylerde yaşadığını ve çiftçilikle geçindiğini görmekteyiz. Bunlardan başka sayılan 4,5-5 milyonu bulan bir esnaf kütlesinin bulunduğu da bir gerçektir. Bunun yanı sıra bir memur tabakasını, sayısı bugün 3 milyonu bulan bir işçi grubunu görmekteyiz. Bunlardan başlıca da serbest meslek erbabı dediğimiz bir grup vardır. Avukat gibi, doktor gibi eczacı gibi kendi bilgileri ve emekleriyle serbest olarak çalışan insanlarımızın meydana getirdiği bir grubu görmekteyiz. Bunların yanı sıra bir de iş veren grubu vardır. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz. Köylü dilimi, işçi dilimi, esnaf dilimi, memur dilimi, iş veren dilimi, serbest meslek mensupları dilimi. Böylece, Türk toplumunun bugünkü sosyal yapısı itibarıyla 6 sosyal dilimden meydana geldiği görülmektedir. Dokuz Işık'ın ekonomik görüşüne göre bu 6 sosyal dilimin kendi içerisinde teşkilâtlandırılması gerekmektedir. Kendi içinde bu sosyal dilimin ayrı ayrı bir tasarruf teşkilâtı kurması gerekmektedir. Millî doktrinin görüşüne göre mülkiyet hakkı insanlar için vazgeçilmez, kutsal bir haktır. İnsan tabiatına uygun bir haktır. İnsan kendisinin olan bir şeye sahip çıkar. Kendisinin olan bir şeyi korur, saklar, onun bakımını sağlar. Kendisinin olmayan bir şeyle ilgisi zayıflar veya hiç kalmaz Bunun için milli doktrin Dokuz Işık mülkiyeti insan haklarının vazgeçilmez bir bölümü kabul etmektedir. Fakat mülkiyetin kapitalist sistemde olduğu gibi belirli kimselerin elinde yığılmasına ve mülkiyet hakkının başka kimselerin üzerinde sulta kurmak vasıtası olarak kullanılmasına karşıdır. Dokuz Işıkçı ekonomik görüş, bir toplumda, o toplumu meydana getiren kişilerin her birinin ayrı ayrı mülkiyet sahibi olması görüşündedir. Onun için millî doktrin mülkiyeti bütün vatandaşlara, halka yaygınlaştırma ilkesini kabul etmiştir. Bu maksatla her sosyal dilim bir tasarruf sandığına, bir tasarruf teşkilâtına, sahip olacaktır. Hisse senetleri vasıtasıyla, kurulan fabrikalar, kurulan tesisler bu tasarrufları yapan vatandaşlarımızın malı olacaktır, mülkü olacaktır. Böylece her vatandaşa mülkiyet hakkı sağlanacak ve mülkiyet yaygınlaştırılmış hâle getirilecektir. Dokuz Işık'ın öngördüğü ekonomik model budur. Bunun yanı sıra Türkiye'nin kalkınması için hızlı, büyük yatırımlara girişmek ihtiyacı vardır. Hızlı büyük yatırımlara girmek ihtiyacı dolayısıyla büyük sermaye birikimine ihtiyaç vardır. Bugün biliyoruz ki Türkiye'de büyük sermaye birikimi şöyle dursun, normal sayılacak bir sermaye birikimi dahi yoktur. O hâlde süratli büyük yatırımları sağlamak için bu büyük sermaye birikimi nasıl sağlanır, nasıl temin edilir? Bunların temini için Dokuz Işık'ın öngördüğü yollar şunlardır: Birisi millet sektöründe açıklandığı üzere Türk milletinin tasarrufa sevk edilmesi ve bu tasarruf dolayısıyla her vatandaşın sahip olduğu küçük imkânların birleştirilerek büyük sermaye birikimi sağlanması yolu olacaktır. İkincisi halkın kullanılmayan emeğinin kullanılması. Halk enerjisinin seferber edilmesi yoluna başvurulacaktır..... Biliyoruz ki insan emeği zamana bağımlı olarak değerlendirilmedikçe, zaman aşımıyla muhafazası, depolanması ve gerektiği zaman kullanılması mümkün olmayan bir varlıktır. Bu sebepten insan emeğini zamanında, ilmi şekilde, randımanlı şekilde değerlendirmek gerekmektedir. Bunun yanı sıra Türkiye'nin kalkınmasını sağlamada öncelikler tayin etmek zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Bugüne kadar Türkiye'yi idare eden iktidarlar, bu öncelikler tayininde yanılmışlardır veyahut da öncelik tayinini düşünememişlerdir. Türkiye'nin bir an önce kalkınması, refaha kavuşması, güçlü hâle gelmesi her şeyden önce onun modern sanayie sahip olması, modern tarıma sahip olmasıyla mümkündür. O hâide yatırımları öncelikle bunu sağlamaya yöneltmek lâzımdır. Süratle Türkiye'nin bütün tarımını teşkilâtlandırmak, modern hâle getirmek ve Türkiye'yi süratle sanayileştirmek yönüne yatırımları yoğunlaştırmak lâzımdır. Buna katkıda bulunmayan alanlara yatırım yapmak doğru değildir. Bunları daha sonraya bırakmak lâzımdır. Misal ne olabilir? Misal; süslü binalar yapmak, opera binaları yapmak, kapalı spor salonları yapmak gibi faaliyetlerdir. Bunu söylemekle spor faaliyetlerine karşı olduğumuz veyahut sanat faaliyetlerine, tiyatro faaliyetlerine karşı olduğumuz anlamı çıkmamalıdır. Fakat öncelikle Türk üretimini arttıracak. Türkiye'nin üretimini çoğaltacak ve bu yoldan .Türkiye'nin gelirini, iktisadi gücünü artıracak faaliyetlerin yapılması gereklidir. Gelir sağlandıktan sonra, refah sağlandıktan sonra bu gibi imar faaliyetlerinin yapılması çok kolaylaşmış olur. Bunları bir sıraya koymak görüşünü savunmaktayız. Yani biz, hemen ekonomiye katkıda bulunmayan ve üretimin artışını sağlamayan yatırımlara ölü yatırım demekteyiz. Türkiye'yi kalkındırmak için ölü yatırımlardan kaçınmak lâzımdır. Ölü yatırım dediğimiz zaman şunu kastetmekteyiz: Yatırdığımız sermayenin hemen Türk ekonomisine fazla üretim sağlamayan, fazla gelir sağlamayan teşebbüsler demektir. Biz buna karşıyız. Bunu hatalı bulmaktayız. Bunun yanı sıra memleketin sahip olduğu, tabiî birçok imkânları süratle değerlendirmek gerekmektedir. Türkiye'nin hızla kalkınmasında başvurulması icap eden tedbirlerden biri de sahip olduğumuz tabiî kaynaklan süratle seferber etmek, değerlendirmektir. Bundan başka çeşitli ekonomik faaliyetler ve dış ticaret konularında da devletçe enerjik tedbirler alınması görüşündeyiz. Toplumculuk ilkesinde gözettiğimiz hususlar üç ayrı bölümde açıklanabilir: l- ÖZEL TEŞEBBÜS : Toplumun kalkınmasında özel teşebbüs desteklenecek, himaye edilecektir. Ancak bu konuda iş verenle işçinin karşılıklı olarak haklarının korunması ve bu iki tarafın münasebetlerinin milletin zararına olmayacak şekilde kontrol, tanzim ve nezaret altında bulundurulması şarttır. Demek ki, özel teşebbüsü korumak, himaye etmek prensibimizdir; desteklemek, teşvik etmek amacımızdır. Fakat bunu yaparken iş veren işçi ilişkilerini karşılıklı olarak iki tarafın da haklarını koruyacak ve her iki tarafın münasebetlerinin milletin zararına olmayacak şekilde denetlenmesi, düzenlenmesi, nezaret altında bulundurulması esasını şart koşuyoruz.
-
DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ
Ahlâkçılık Bir toplumda insanların birbirlerini incitmeden, birbirlerine zarar vermeden, sağlıklarını koruyarak, tabiat güçlerinin tesirlerinden en iyi yararlanacak şekilde hareketlerini tanzim etmelerini sağlamaya yarayan kurallarının toplamı ahlâkı meydana getirir. Ahlâk, kişinin davranışlarını ayarlayan, sınırlayan ve bu davranışların hem kendisi için yararlı olmasını, kendisine mutluluk sağlayacak şekilde düzenlenmesini hem de çevresini rahatsız etmeden, zarara sokmadan çevresiyle uyuşmasını sağlamak üzere konulmuş olan kaidelerdir; münasebet prensipleridir, yaşama prensipleridir. Ahlâk insanların inancından ve dünya görüşünden doğmakta, kaynağını almaktadır. Bunun için, gerek toplumun gerekse toplumu meydana getiren kişilerin ayrı ayrı inançları, yaşama görüşleri, yaşama felsefeleri ahlâkın kaynağını, temelini teşkil etmektedir. Bu bakımdan kişilerin ve toplumun dünya görüşü, yaşama felsefesi ve taşıdıkları inanç çok önemlidir. Biz, Türk toplumunun dünya görüşünün, yaşama felsefesinin kendi dinî inançlarından, İslâmiyet'ten ve millî tarihten kökünü aldığını görmekteyiz. Bunlara ilâve olarak, milletimizin geçirdiği tecrübeler ve yurdumuzun içinde bulunduğu şartlar da toplumumuzun düşünce ve inançlarında tesirli faktörlerdir. İşte bu kaynak ve faktörlerin tesiri altında, Türk milletinin mutluluğunu sağlayacak, Türk millî ahlâkına önem vermek zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Ahlâksız kişi, ahlâksız toplum mutlu olamaz. Böyle bir toplum kalkınamaz, böyle bir toplum yüksek düşünceler, kutsal inançları uğruna fedakârlık ve feragat gösteremez, insanlık tarihine şeref veren büyük eserler, insanların uzun sabır yıllarıyla güçlüklere göğüs gererek, katlanarak, feragatle çalışmalarıyla meydana getirdikleri yüce hizmetler, inancın insanlığa kazandırdığı, , köklü imanın ve yüce bir ülküye, ideale bağlanmanın kazandırdığı varlıklar, olmuştur. Bunun için biz de Millî doktrin Dokuz Işık'ın önemli bir ilkesi olarak ahlâkçılığı almış bulunmaktayız. Ahlâkçılıkla kastettiğimiz şey, her şeyden önce kişilerin ve toplumun millî ahlâk kurallarına bağlı olarak yetiştirilmesi ve millî ahlâk kurallarına bağlı olarak yaşaması ilkesidir. Bu sağlanmadıkça toplumumuzun kalkınması ve toplum içinde haksızlıkların önlenmesi, ıstırapların önlenmesi, kişilerin ve toplumun mutluluğunun sağlanması mümkün olamaz. Ahlâkçılık derken her şeyden önce milletimizin dini olan islâmiyet esaslarını ve İslâm inançlarını bunun başlıca kaynağı olarak almaktayız Bunun yanı sıra kendi millî geleneklerimizi, millî tarihimizi ve milletimizin geçirmiş olduğu çeşitli tecrübelerin bize kazandırdığı kuralları göz önünde bulundurmaktayız. Ahlakçılığımızın içinde İslâmiyet esasları. İslâm inançları başlıca yer almakla beraber bununla yoğrulmuş olan ve tarihimizden gelen Türk töresi de yer almaktadır. Gerek dinimizin, bize emrettiği ahlâk gerek millî törelerimizin bize emrettiği ahlâk kurallarından başta geleni millet varlığının, kişi ve toplum kurallarından başta geleni, millet ve toplum varlığının üstünde yer aldığıdır. Toplumun milletin, vatanın, devletin menfaatleri daima kişilerin menfaatlerinden önde gelir ve önde tutulması gerekir. Bunun yanı sıra yine kaynaklarımızın bize göstermiş olduğu kuralların başlıcalarından birisi de her ne olursa olsun dürüst hareket etmek, sabırlı hareket etmek ve büyüklere karşı saygılı, itaatli olmak, küçüklere karşı şefkatli olmak ve sevgi göstermek ilkesidir. Bunun yanı sıra disiplinli yaşamak, disiplinli bir toplum olarak hareket etmek de töremizin dayandığı başlıca ilkelerdendir. Disiplin dediğimiz zaman neyi kastetmekteyiz? Disiplin dediğimiz zaman ahlâk kurallarına bağlı olmak, kanunla saygılı ve itaatli olmak, büyüklere saygılı olmak, küçüklere karşı daima adaletli, şefkatli olmak ve büyük küçük karşılıklı olarak herkesin birbirlerinin hakkına, hukukuna riayetkar olmasını kastetmekteyiz. Bunların yanı sıra yine törelerimizin bize tavsiye etmiş olduğu bir diğer ilke de yüksek vazife duygusuna sahip olmak, yüksek görev duygusu taşımak ve görevi namus saymaktır. Görev, kişinin kendisi için, yurdu için, milleti için yapmakla yükümlü olduğu iş demektir. Bunda ciddî olması ve görevini aksatmadan yapması törelerimizin gereğidir. Ahlâkçılığımız dinî, millî, manevî değerlerimize dayanmakla beraber tabiat kurallarına aykırı olmamak şartını da içinde bulundurmaktadır. Tabiat kurallarıyla bağdaşacak şekilde ahlâk kurallarının tanzimi ve yürütülmesi, onun işlerliği için gerekli bulunmaktadır. Ahlâk her şeyin esasıdır. Ahlâkı olmayan bir toplumun hiçbir işi başarılı olamaz ve o toplumda hiçbir şey iyi bir durumda bulunamaz. Fakat ahlâkçılığın dayandığı birtakım temeller vardır. Bizim ahlakçılığımızın dayanacağı temeller şunlardır : Türk ahlâkı, Türk geleneklerine, Türk ruhuna, Türk milletinin inançlarına uygun olacaktır. Türk ahlâkı, hiçbir zaman insan ruhuna aykırı olmayacak, inançlarımıza da bağdaşan bir takım temellere dayanmış bir ahlâk olacaktır. Ahlâkçılıkta gözeteceğimiz, araştıracağımız şeylerden biri de, Türk ahlâkının, Türk milletinin yükselmesi, yaşaması ve korunmasını sağlamaya yarayacak esasları içinde toplanması olacaktır. Yani Türk milletinin yaşamasına zararlı olacak kaideler, Türk ahlâkçılığının içinde yer alamaz. Demek ki, ahlâkçılık ilkesine esas olarak kabul ettiğimiz şeyler Türk milletinin ruhuna uygun olmak Türk milletinin geleneklerine âdetlerine ve inançlarına uygun olmak, tabiat kanunlarına uygun olmak ve Türk milletine yararlı olmak esaslarına dayanacaktır.
-
DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ
Ülkücülük Ülkücülük batı dillerinden dilimize giren idealistlik kelimesiyle aynı olan bir anlam belirtmektedir. Ülkücülük veya idealizm insan kafasının içinde elde edilmesi, varılması en mükemmel, en güzel, kendisini mutlu edecek hedeflerin tasarlanması ve bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için arzu gösterilmesi ve çalışılması anlamını taşır. İnsanlar arasında idealistler yetişmeseydi insanlık bugün dünyayı aydınlatan birçok gelişmelerini, birçok alanlardaki yükselişlerini sağlayamazdı. Her gerçek, her fikir önce insanların kafasında bir hayal olarak doğar. İnsanlar hayal ederler. Hayal kurarlar. Bu hayalleri kendileri için iyi olan, kendilerinin özledikleri, elde etmekle mutluluk duyacakları birtakım istekleri, birtakım özleyişleri belirtir. İnsanlar hayalleriyle büyük ölçüde insan olurlar. İnsanlar hayalleriyle diğer canlılardan bir ayrıcalık gösterirler ve gerçekten insanlık vasfını kazanmış olurlar. İşte ülkücülük de yani idealizm de insanların ve insan toplulukların kendileri için varılması mutluluk sağlayacak, varılmasıyla en gelişmiş, en yükselmiş bir durum sağlayacak, bir hayalin düşünülmesi ve insan beyninde tasarlanarak şekillendirilmesidir. Her toplumda idealistler vardır, ülkücüler vardır ve ülkücülerin, idealistlerin bulunuşu toplumlar için bir saadettir; büyük bir talihtir! Türk milleti için bizim düşündüğümüz ülkü nedir? Türk milleti için tasarladığımız ideal nedir? Her şeyden önce Türk milletinin ahlâkta, maneviyatta, insanlık duygularında en yüksek seviyede bulunması, yaşaması ve ilimde, teknikte dünyanın en ileri gitmiş varlığı hâline gelmesi ve ekonomik açıdan kalkınmış, tarımını modern tekniğe göre geliştirmiş ve modern sanayii kurulmuş, refahlı bir toplum hâline gelmesi, Türk toplumu için bir Türk milliyetçisinin düşüneceği ülkünün esaslarından mühim bir kısmını teşkil etmektedir. Türk milliyetçiliğini, ülkücülüğünün sınırları içinde sade bunlar mı vardır? Sade bunlar değil başka düşünceler, başka hedefler de vardır. Bu hedefler Türk milletinin hiç kimseden merhamet dilenmeyecek bir duruma gelmesi, kendi gücüyle ayakta duran, kendi gücüyle varlığını koruyabilen ve sözünü dünyanın her yerinde saydırabilen bir varlık hâline gelmesi düşüncesidir. Bunun yanı sıra Türk milletinin haklarını her zaman dünyaya tanıtabilmesi, dünyaya duyurabilmesi düşüncesidir ve bunun yanı sıra bütün Türklerin kölelikten, yabancıların buyruğu altında yaşamaktan kurtulmaları ve Self Determination, yani kendi mukadderatına kendilerinin hâkim olması kutsal prensibine göre, hepsinin bağımsız hâle gelmeleri, bağımsız olmaları Türk ülkücülüğünün bir diğer görüşü, düşüncesidir. Bunun için millî doktrinin önemli bir ilkesi olarak ülkücülüğü almış bulunmaktayız. Türk milliyetçilerinin ülkücülük tarifinin sınırları içinde bulunacak görüşleri, fikirleri ancak genel olarak işaret etmiş bulunmaktayız. Türk ülkücülüğünün hedef aldığı düşünceler genel olarak belirtilmiş olan bu fikirlerden ibaret değildir. Ülkücülüğümüzün içerisinde her mesleğe mensup Türk milliyetçilerinin kendi mesleklerinde en ileri, en yüksek ve gerek kendi milletimiz için. gerek insanlık için en çok yararlı neticeleri elde etmek görüşü de yer alacaktır. Bir Türk Milliyetçisi kendi toplumu için, kendi milleti için idealizmi daima göz önünde bulunduracak, bu genel idealizm prensipleri ile birlikte kendi sahası, kendi branşı ile ilgili çalışmalarında da bu temel ve genel mahiyetteki ülkücülüğün esaslarına uygun, onunla bütünleşmiş bir hâlde kendi branşı ile ilgili ülkücülüğünü de tespit edip güdecektir. Ülküler uzak hedeflidir, uzun vadelidir. Bir ülkünün hemen yarın gerçekleşmesi mümkün olmayabilir. Ülküler önümüzdeki yılları, önümüzdeki yüzyılları kapsayabilir. Ama ülkü insanının kalbini aydınlatan bir ışıktır. Ülkü insanlara yönünü tayin etmesini sağlayan bir kılavuzdur. Milletler için de millî ülkü, milletin kılavuzu, milletin yolunu aydınlatan güneşidir. Ülküsüz insan çamurdan bir varlık gibidir. Ülküsüz insan dümensiz, pusulasız bir gemi gibidir. Bunun için her Türk milliyetçisi, her Dokuz Işıkçı mutlaka ülkücü olacaktır, mutlaka ülkü sahibi bulunacaktır. Hem milli ülkü sahibi olacaktır, hem insanî ülkü sahibi olacaktır, hem de kendi mesleğiyle ilgili ülkücü bir kişiliğe sahip olacaktır ki, hem de kendi mesleğinde başarılı, yararlı bir kişi olarak gelişsin hem de mensup olduğu topluma, milletine yararlı hizmetler yapsın,insanlığa yararlı faaliyetler gösterebilsin. Bunun için Dokuz Işık doktrininin çok önemli ilkelerinden olan ülkücülüğe büyük değer vermekteyiz. Ülkücüyüz! İnsanlık ailesi, yeryüzünde yaşayan bütün insanlar, milletler denen aynı aynı üyelerin bir araya gelmesinden meydana gelir. Bir insan, insan olmak isterse, insanlığa hizmet etmek isterse, evvelâ kendi milletine hizmet etmeli, kendi milletini yükseltmeye, kendi milletini mutlu kılmaya çalışmalıdır. Bunu yaptığı takdirde aynı zamanda insanlığa da hizmet etmiş olur. Çünkü bir insan kendi ailesini düşünür ve ona karşı vefalı kalırsa, insanlık duygulan en olgun seviyeye erişeceği için, kendi ailesi dışındaki insanlara karşı da yaranı ve vefalı olur. Bir insan kendi milletine faydalı olamaz, kendi milletine karşı bağlılık duymazsa, onun insanlığı düşünmekten bahsetmesi nihayet bir fantazi olur. İnsan, yetiştiği toprağın, yetiştiği milletin refahını, iyiliğini, saadetini ve şerefini temin etmelidir. Bunu yaptığı takdirde, o millet insanlığın bir parçası olduğu için, dolayısıyla insanlığa da hizmet etmiş olur. Ülkücülüğümüz nedir? Ülkücülüğümüz; Türk milletini en kısa yoldan en kısa zamanda modern uygarlığın en üst seviyesine çıkarmak; mutlu, müreffeh hale getirmek; bağımsız, özgür, kendi haklarına sahip bir hayata kavuşturmaktır. Kişilere hürriyet, milletlere istiklâl başta gelen prensiplerimizdendir. İnsanlar hür ve eşit haklara sahip olarak doğarlar. Kabiliyet ve görevlerinin dışında insanlar haklarına tam olarak sahip kılınmalıdırlar. Toplum içerisinde insanlar kişisel liyakat ve kabiliyetlerine göre görevlendirilmeli ve bir sıraya konulmalıdır. Bütün bunlarla beraber ayrımsız olarak herkese bir imkân eşitliği sağlanmalıdır. İmkân eşitliği derken mücerret anlamda bir eşitlik anlaşılmamalıdır. Bu ülkücülüğümüzün içine bu günkü sınırlarımızın dışında bulunan Türklere ait herhangi bir şey girer mi? Türk adı taşıyan herkes bizim sevgi ve ilgimizin çevresi içindedir. Bundan vazgeçemeyiz. Bu her milletin tabiî hakkı olduğu gibi Türk milletinin de tabii hakkıdır. Bu günün Birleşmiş Milletler Anayasası, yeryüzünde yaşayan her millete "kendi mukadderatına hâkim olma" (şelf determination) dedikleri prensibi kutsal bir prensip olarak ilân etmiştir. Bugün Afrika'da yaşayan ve bugüne kadar hiçbir bağımsız devlet kuramamış olan Zencilere dahi, kendi mukadderatına hâkim olma (şelf determination) hakkı kutsal bir hak olarak tanınır ve bunların her biri yabancı boyunduruğundan, sömürgecilerin elinden kurtulup bağımsızlığını alırken, başkalarının boyunduruğu altında tutsak bulunan Türklerin tutsaklıktan kurtulmasını istemek, dilemek, bunun için iyi niyetler taşımak, Türk olan herkes için en tabiî ve kutsal bir haktır. Fakat biz ülkücülüğümüzde daima gerçekçi olmayı ve girişilecek faaliyetlerde Türkiye'yi hiçbir zaman tehlikelere, risklere, , maceralara sürüklemeyecek bir yol üzerinde bulunmayı esas kabul ederiz. Ülkücülüğümüz bir macera fikri değildir. Ülkücülüğümüz, Türk milletinin en kısa, yoldan, en kısa zamanda modern uygarlığın en üst kademesine yükseltilmesi, müreffeh, mutlu bir hayata erdirilmesi, kendi gücüyle ayakta durabilecek bir hâle getirilmesi ve her çeşit korkudan, baskıdan uzak olarak, hür, müstakil yaşaması ülküsüdür. Bu ülkü aynı zamanda Türk olan herkese karşı ilgi ve sevgi göstermeyi, onların mutluluğunu dilemeyi ve onların mutluluğunu, Türkiye'yi risklere, tehlikelere maruz bırakmadan, bırakmaksızın, bırakmamak şartıyla sağlamaya çalışmayı içine alan bir ülkücülüktür.
-
DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ
Milliyetçilik Dünya üzerinde insan toplulukları milletler hâlinde yaşamaktadırlar. Her millet kendi özelliklerini korumaya, geliştirmeye gayret etmekte ve kendi topluluğunu diğer milletlerden daha ileri, daha yüksek, daha refahlı yapmaya çalışmaktadır. Milletler arasındaki bu rekabet ve karşılıklı yarışma, milleti meydana getiren insanların müşterek duygular hâlinde birleşmeleri ve müşterek bir millî şuur etrafında toplanarak kendi toplum varlıklarını belirli hedeflere yöneltmek şuuruna sahip olmalarıyla mümkündür. Milletlerin faaliyetlerinde, yükselmelerinde ve kendi toplumlarını refaha kavuşturmak, geliştirmek çabalarında milliyetçilik şuuru ve milliyetçilik duygusu başlıca tesir yapan faktör olmaktadır. Milliyetçilik duygusundan yoksun olan bir toplumun millet manzarası göstermesi mümkün değildir. Milliyetçilik duygusuna sahip olmayan, millî şuura sahip olmayan bir topluluğun bir arada yaşaması mümkün değildir. Böyle bir duygudan ve şuurdan mahrum toplulukların dış olayların en ufak bir tesirine karşı kendilerini koruyamadıklarını, hatta dış tesirler olmasa dahi kendi kendilerine dağıldıklarını ve belirli vasıfları olan, belirli hedefleri olan bir topluluk hüviyetinden çıktıkların görmekteyiz. Türk milletini yükselmesi ve tehlikelerden korunması, Türk milletini meydana getiren kişilerin teker teker millî şuur sahibi olmasına ve kalplerini millet sevgisi, vatan sevgisi ile çarpmasına bağlıdır. Bunun için millî doktrin Dokuz İşık'ın birinci ilkesi olarak milliyetçiliği koymuş bulunmaktayız. Şüphesiz burada bahis konusu edilen milliyetçilik Türk milliyetçiliğidir. Türk milliyetçiliği ne demektir? Türk milliyetçiliği, Türk milletine karşı beslenen derin sevgi, bağlılık duygusunun, müşterek bir tarih ve müşterek hedeflere yönelme şuurunun ifadesidir. Türk milliyetçiliği insani duygularla beslenen bir anlayıştır. Türk milliyetçiliği ki ne garazı esas kalmayan, sevgiyi esas alan bir düşünce tarzıdır. Milliyetçilik, milletinin sevmek, vatanının sevmek ve milletinin tehlikelere karşı korunması için her fedakarlığı göze almak duygusu ve düşüncesidir. Türk milliyetçiliği bütün Türkleri kardeş sayan bir düşüncedir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve kendisini Türk milletinin bir mensubu kabul eden herkesi kardeş sayan bir düşünce ve görüştür. Türk milliyetçiliği Türk milletinin gözüyle olayları görmek ve değerlendirmek zihniyetini ifade etmektedir. İster Türkiye içinde olsun, ister Türkiye dışında olsun, cereyan eden her olayın Türk milletine zarar getirmemesini istemek, düşünmek ve denilebilir. Bunun yanı sıra Türk milletinin gerek Türkiye'de gerek Türkiye dışında meydana gelen olaylardan azamî ölçüde yararlanmasını istemek,meydana gelen her olayın Türkiye'ye azami ölçüde yarar sağlamasını düşünmek ve bunun için çaba harcamakta Türk milliyetçiliğinin bir gereği olarak görülmelidir. Millet tarifini ele almakta Türk milliyetçiliğini belirlemek için yarar vardır. Türk millet dediğimiz gerçek nedir? Bugün Türk milleti dediğimiz gerçeği şu şekilde tarif etmek mümkün. Müşterek bir tarihten gelen ve müşterek bir tarih şuuruna sahip bulunan, aynı dine mensup, aynı kültürle yoğrulmuş, aynı devleti kurmuş, yaşatmış ve bugün de aynı devletin sahibi ve bayrağı altında yaşayan, sınırları içinde yaşayan insan topluluğu Türk milletini teşkil etmektedir. Yani Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve Türklüğü benimseyen, aynı tarihe mensup, aynı tarih şuurunu taşıyan ve aynı kültürle yoğrulmuş, aynı dine mensup insan topluluğu bugünkü milletimizi meydana getirmektedir. Türk milleti tarifi, bu çizilen çizgilerin dışına ayrıca taşmaktadır. Türk milleti büyük bir millet olduğu için bugün dünya yüzerinde geniş sahalara yayılmış ve dağılmıştır. Bugün dünya üzerinde yaşayan aynı dine mensup, aynı tarihe mensup ve aynı dili konuşan Türk topluluklarının sayısı yüz yirmi milyon civarında tahmin edilmektedir. Bunların ancak üçte biri Türkiye sınırları içinde bulunmaktadır. Bugünkü Türkiye sınırları dışında kalan Türkleri Türk milletinden saymayacak mıyız? Bugünkü Türkiye Cumhuriyet sınırları dışında kalan Türkler de Türk milletindendir. Onlar da Türk milleti deyiminin içindedirler. Ancak Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Türkler başka topraklarda, başka milletlerin idaresi altında bulunmaktadırlar. Bugün dünya üzerinde biricik bağımsız Türk Devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti bütün Türklük meselelerini sahibi ve temel varlığıdır. Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyetinin birinci plânda ele alınması ve korunması, yüceltilmesi başlıca konuyu teşkil etmelidir. Türk milletinden olmak, Türk milletini sevmek ve Türk devletine sadakatle hizmet aşkı taşımak, vatana bağlılık duygusu içinde bulmak ve Türk Milletinin yükselmesi için elinden gelen her fedakârlığı yapmak ve çalışmak duygusu ve şuurudur. Bu duygu ve bu şuuru taşıyan herkes Türk'tür. Kalbinde yabancı başka bir milletin özlemini özentisini taşımayan,kendisini Türk hisseden Türklüğü benimseyen ve Türk milletine, Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk'tür. İşte Türk milliyetçiliğinin temel görüşü budur. Bu görüş ışığında olayları değerlendirmek zorunluluğu vardır. Türk milliyetçileri sadece Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan Türklerle mi ilgilenecektir? Türkiye Cumhuriyeti sınıriarı dışında kalan Türklerle münasebetlerimiz ve bunlara karşı tutumumuz ne olmalıdır? Bu sorulara verilecek cevap şudur: Türk milliyetçiliği, dünya üzerinde nerede Türk varsa onlarla ilgilidir. Onlara karşı derin bir sevgi ve ilgiyle doludur. Dünyanın neresinde Türk varsa bu Türklerin iyi durumda olmaları, bu Türklerin yükselmeleri, korunmaları, kendilerine mümkün olan her çeşit yardım ve desteğin sağlanması Türk milliyetçiliğinin şaşmaz düsturudur. Ancak Türk milliyetçiliği Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında bulunan Türklerle ilgisinde ve münasebetlerinde, bu ilgi ve münasebetlerin Türkiye Cumhuriyetimi tehlikeye sokmayacak, Türkiye Cumhuriyeti'ne zarar vermeyecek şekilde yürütülmesi prensibini esas alır. Yurdumuzda iç politika mücadeleleri, politika menfaatleri dolayısıyla Türk milletinin yüksek davaları çiğnenmiştir; zarara sokulmuştur. Türkiye'de Turancılık görüşleri hakkında yalan yanlış iddialar ortaya atılmış ve Turancılık düşüncesi, Turancılık fikri kötü, zararlı bir düşünce olarak Türk milletine tanıtılma yoluna gidilmiştir. Yunanlılar için Enosis neyse, Ruslar için Panislâvizm neyse, Almanlar için Alman Birliği neyse, Araplar için Arap Birliği neyse, İranlılar için Panaryanizm neyse, Türkler için de Turancılık odur. Milliyetçilik, Türk milletine karşı beslenen derin sevginin ifadesidir. Kalbinde başka bir ırkın gururunu taşımayan ve kendisini samimî olarak Türk hisseden ve Türklüğe adayan herkes Türk'tür. Biz; Türk milletine mensup olduğumuza göre, bu milletin içinden çıkmış insanlar olduğumuza göre, elbette ki kendi milletimize karşı derin bir bağla bağlı olacağız ve bu milletin yükselmesi için, bu milletin haklarını daima her çeşit tesirlerden uzak, her şeyin üstünde bulundurulması için çalışmayı görev tanıyacağız. İşte bu sebeplerden dolayı bizim milliyetçiliğimiz, Türk milletine karşı duyulan derin, köklü bir sevgi ve Türk milletinin içinde bulunduğu müşkül durumdan bir an önce, en modern uygarlığın en ön safına geçirilmesini sağlamak duygusundan kuvvet alır. Milliyetçiliğimiz başkalarına karşı kin, garez duygularıyla beslenmez. Demek ki, Türk milliyetçiliği, Türk milletine karşı duyulan derin sevgi, bağlılık ve onu güç durumdan, baskıdan uzak, şerefiyle yaşayan, müreffeh, mutlu ve modern uygarlıkta en ön safa geçmiş bir hâle getirmek isteği ve bu isteğin yarattığı duygudur. Birinci prensibimiz olan milliyetçiliğimizin özet olarak tarifi budur. Bunun yanında Türkçülük kelimesini de ilâve ediyoruz: Milliyetçiyiz, Türkçüyüz. Neden Türkçüyüz? Çünkü milletimiz Türk milletidir. Türkçülük ne demektir? Türkçülük, Türk milletinin hayatının her safhasında yapacağı her şeyin Türk ruhuna, Türk geleneğine uygun olması ve Türk'e yararlı olması amacının, fikrinin ön plânda tutulmasıdır, Türkçe konuşacağı, Türkçeyi daima her şeyin üstünde tutacağız. Yapılacak her işte Türklük ruhuna, Türk'ün özelliğine uygun ve Türk milletine yararlı olması şartını göz önünden kaçırmayacağız. Türkçülüğün de kısaca tarifi budur. Birinci prensibimiz olarak aldığımız Milliyetçilik ve Türkçülük, kısaca yaptığımız bu izah ve tarifle işte bu şekilde ortaya konmuş oluyor.
-
DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ
DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ Gaye olarak düşündüğümüz şeyi evvela belirtmek ve ondan sonra bu gayenin gerçekleşmesini sağ/ayacak yollan görüşmek isabetli olacaktır. Gaye Türk milletini, insanca usullerle, en kısa yoldan, kendi gücüyle ayakta durabilecek, kuvvetli, müreffeh, mutlu, hak ve şereflerine sahip bir millet hâline getirmek ve modern uygarlığın en ön safına geçirmektir. İnsanlar nasıl her şeyden önce kendi kendilerine hürmetkar olmak, kendi benliklerini hürmet duygusu ile hissetmek mecburiyetinde iseler, mîlletlerin de kendi kendilerine hürmetkar olmaları, kendi varlıklarına güvenmeleri ve kendi varlıklarına duyulan saygı ve güvenle çalışmaları sayesinde mutluluğa ermeleri mümkündür. Bir insanın, kendine saygısı yoksa, kendini aşağı görürse, kabiliyetsiz hissederse, o insanın büyük iş yapması, içinde bulunduğu çevreye yararlı olması mümkün olamaz. Bir insan bir hendeğe doğru "Ben bu hendeği atlayamam, gücüm yetmez, kabiliyetim yoktur endişesiyle ümitsiz ve tereddütlü gelirse, o hendeği aşamaz, atlayamaz. Bir insan kendine güvenerek "Ben kuvvetliyim, ben bu hendeği hiç yûksünmeden atlayabilirim" diye korkusuzca gelirse atlar. Zafer, hiçbir zaman mahvolduklarını zannedenler tarafından kazanılamaz. Milletlerin hayatı da böyledir. Milletler kendi varlıklarının değerini hissederler, kendi kudretlerine inanç duyarlar, kendi izzetinefislerini her şeyin üstünde tutabilirler ve kendi varlıklarına saygı duyarlarsa, uygarlık âlemine büyük varlık gösterirler, büyük eserler meydana getirirler ve aynı zamanda kendi toplumları içinde yaşayan bütün insanları mutluluğa, refaha erdirirler. Bundan dolayıdır ki, biz prensiplerimizin başına milliyetçiliği koyuyoruz.
-
AKIL
A K I L Güzel ve yararlı olan her sonuç, aklın ürünüdür. Düşünme, anlama ve kavrama gücü, hafıza, bellek, us. Akılın çeşitli tanım, açıklama ve yorumları yapılır. En önemli gerçek, aklımızın, düşünce ve davranışlarımızın hakemi olmasıdır. Soyut bir kavrama nasıl olur da hakemlik görevini veriyoruz derseniz, öylesine pek çok soyut kavram vardır ki insan yaşamını ve davranışlarını yöneten ve yönlendiren; bilinç, irade, ruh gibi! Önemli olan yaşamımızı en iyi'ye yakın bir ölçüde gerçekleştirmektir. En iyi'yi elde etmenin en önemli koşullarından biri de akıldır. Soyut kavramların yorum ve sorgulamaları tüm zamanlarda az kişi tarafından işlenmiş ve fakat çok kişi tarafından anlaşılamamıştır. Bir "en iyi" kavramı antik dönem düşünürleriyle başlamış ve yüzyıllarca tartışılmış ama hiçbir kesin sonuca ulaşılamamıştır. Zaten felsefenin açıklamasını yapan bir antik dönem filozofu, "felsefenin başlangıcı şüphe, gelişmesi sorgulama, sonucu belirsizliktir" derken, bir anlamda, felsefi her konunun dünya var oldukça tartışmasının süreceğini belirtmiştir. Akıl, söylemlerimiz daha çok bireylere yönelik olduğundan, karşımıza "akıllı" şekliyle çıkar. Akıllı; gerçekleri iyi gören ve ona göre davranan kişi ise, bu durumda aklı elde etmek için de, gerçekleri en iyi görmeye çalışma tutumudur diyebiliriz. Aklın tohumu doğuştan insanlara verilir, ürünü ise bireylerin kapasitesine göre değişir. Bu kapasiteyi belirleyen bizim istencimiz, irademizdir. Her insanda var olan akıl, değişik ölçülerde kullanılmasından, bazı insanlara "daha" sıfatı yakıştırılır. En az kullanabilenlere de deli diyoruz. Aslında delilik, öteki'nin yorumudur. Deli dediğiniz, kendi doğrularına göre akıllıdır. Kendi doğruları ise, bilgi ve düşünme yetisinin azlığından kaynaklanan bir fakirliktir denebilir. Birey, gerek kendi iç dünyasını, gerekse yaşadığı olaylarıve genel olarak da dünyayı değerlendirmeye yönaldiği zaman, aklı oranında ilgilenebilecektir tüm bunlarla. Tutarlılık bilgiden, bilgi düşünmekten düşünmekse akıldandır. Tutarlı bilgi için düşünmenin varlığı; tutarlı düşünme için ise aklın varlığı koşuldur. Çevremizdeki her, ama her şey, bizleri düşünmeye yöneltmelidir. Düşündükçe, aklımızı da kullanarak, en iyiyi, gerçek doğruları bulabilme yetisini kazanmaya başlarız. Aristoteles, "zevkin değil, acısızlığın peşinden koşar akıllı kişi" derken, akıllı kişinin hazzı değil, acısızlığı hedeflemesi gerektiğini belirtir. Aristoteles'in genel olarak yaşamı değerlemesinin temelinde bu üğreti yatar: acısızlığı hedeflemek ve ona yönelmek. Akıllı kişinin yapması gereken şey olarak verir bunu. Aklı başındalığın bir erdem olduğunu, bilgi olmadığını söyler.Kim iyi düşünürse, o aklı başında olsa gerektir(7). Akılcılık (rasyonelizm), insanoğlunun hep istediği ama çoğunlukla da elde edemediği bir olgu, bir erdemdir. Akla dayanan, doğruluğun ölçütünü duyularında değil, düşünmede bulan bir öğretidir akılcılık. Akıl yolu ile varılan yargıya inanma, akla aykırı veya akıl dışı hiçbir şeyi tanımama davranışı ve tutumudur. Bu tutum, insanı gerçek erdeme, en iyiye götürür. Bilginin akılcılıkdaki yeri ve önemi de dikkate alındığında, bilginin, evrensellik ve zorunluluğunun deneyden ve deneye dayanan genellemeden değil, yalnızca akıldan çıkartılabildiğini de anımsamak gerekir.Pythaoras der ki, akşamları uyumadan önce o gün neler yapıldığının gözden geçirilmesi, değerlendirilmesi akılcılığın gereğidir. Akılcılık, aklını en iyi şekilde kullanabilmektir, en iyi olabilmektir. Aklını en iyi şekilde kullanmak deyince de hemen Seneca'nın ünlü deyişini hatırlarız: "Aklını zorluklar için kullan; sert olan şeyler yumuşatılabilir, dar olanlar genişletilebilir ve ağır olan şeyler akıllıca katlanana daha az baskı yapar(35)." Burada çok güzel bir terimle tanışıyoruz: akıllıca katlanmak. Yaşamda insanın karşılaştığı veya karşılaşacağı tüm zorluklarla mücadelede bunu becerebildiği zaman, akıllıca katlanabildiği zaman, üstesinden gelememesi olası mı? İnsanda bu güç vardır. Akıl, bazen de sağduyu olarak biliinir.İnsanın doğru ve isabetli karar vermesi, sağduyu olmasıyla özdeştir. Sağduyu ise akılın ta kendisidir. Descartes şöyle der: Sağduyu (us, akıl) dünyada en iyi paylaştırılan şeydir. Çünkü herkes onunla öylesine donatılı olduğunu düşünür ki, ellerinde bulunandan daha çoğunu istemezler. Bunda tümünün aldanması olası değildir; tersine, bu sağlam yargıda bulunma ve doğruyu yanlıştan ayırdetme gücünün - ki sözcüğün asıl anlamıyla "sağduyu" ya da "us" denilen şey budur. Tüm insanlarda doğal olarak eşit olduğuna, ve böylece görüşlerimizin türlülüğünün kimi insanların başkalarından daha ussal (akılcı) olmalarından değil, ama yalnızca düşüncelerimizi değişik yollara yöneltmemiz, aynı şeyleri irdelemiyor olmamız olgusundan geldiğine tanıklık eder(26). Bireylerin kendi sahip oldukları akıllarını beğenmeleriyle ilgili olarak Montaigne der ki: "Doğanın insanlara en adilce dağıttığı nimet akıldır; çünkü hiç kimse akıl payından şikayetçi değildir." Persius bu konuda bence son noktayı koyar: "İnsanın aklını beğenmesi için aklından ötesini görebilmesi gerekir." Bizim insanımız da şöyle der zaten: "Akılları pazara çıkarmışlar, herkes yine kendi aklını almış." Akıl, "anlama" anlamını da içerince, anlayış ve anlayış gücü üzerinde de durulmasını gerektiriyor. Anlayış; anlama biçimi, anlama yeteneği, zihniyet, zeka ile tanımlanır.Bireyin başkalarından farklı olduğu yönlerin başlıcaları düşünme ve anlama yetileridir. Anlayış farklılığı da bunun sonucudur. Hegel, "Anlayışgücü" diye adlandırdığımız şeyin sağladığı çok büyük bir kuvveti gerektiren bir etkinliğin sonucu olduğunu saptamıştır. Ve böylece, anlayışgücü'nün bir "güç" olduğunu görmüş ve bu gücün bütün ötekilerden daha büyük ve gerçekten hayret edilmeye layık olduğunu söylemiştir. Anlayışgücü'nün bu bağlamda, insanda gerçekten ve özgül olarak insansal olanı belirttiği apaçıktır. Çünkü insanı, hayvandan ve eşyadan ayırt eden şey, söylem yetisidir. Hegel bize, anlayışgücü'nün (=insan), "ayırma etkinliğiyle" ve bu etkinlikte ve daha doğrusu, ayırma edimiyle kendini ortaya koyan bir "mutlak-güç" olduğunu söyler. Bunu, anlayışgücünün etkinliğinin, yani insansal düşüncenin, özsel olarak akılyürütmeli (söylemsel) olmaklığından ötürü söylemiştir(24). İnsansal düşüncenin akılyürütmeli olması, mevcut hiçbir düşünce sisteminin nihai sonuca ulaşmasının pek de kolay olamayacağının göstergesidir. Önemli olan, doğru düşünebilmektir. Descartes'in dediği gibi, çok yavaş yürüyenler, eğer her zaman doğru yolu izlerlerse, gerçekte koşmalarına karşın yolun dışına çıkanlardan daha ileri gidebilirler. Ancak her zaman doğru yolu izlemek kolay olamamaktadır. Nitekim La Rochefoucauld der ki: "Her zaman aklımızın izinden yürümeye gücümüz yetmez." Aklın yolu daima en iyi yol ve fakat en zor olandır. Bir de "akıl gücü" vardır. Aklın varlığından başka, bir de var olan aklın güçlü olması önemlidir. Güçsüz bir akıl, insanı doğruya götürmede yetersiz kalır, hakemlik görevini tam olarak yerine getiremez. Akıl gücü ile zeka, biribirleriyle içiçe iki kavramdır ve yakın ilişkilidir ama tamamen farklıdır. Zeka, insanın düşünme, akıl yürütme, objektif gerçekleri algılama, yargılama ve sonuç çıkarma yeteneklerinin tamamıdır. Akıl ise düşünme, anlama ve kavrama gücüdür: akıl güç'tür, zeka yetenektir. Güçsüz bir yetenekten söz bile edilemez. Zeka, aklın bölümlerinden sadece bir tanesi olabilir ancak. Araştırmacı yazar Mehmet Sağlam, akıl ve zeka konusunda şöyle der: Zeka, beyinin öğrenme, çözüm üretme, bilinenlerden yararlanarak bilinmeyenleri ortaya çıkarma gücüdür. Akıl ise; zeka, düşünme, kavrama, irade gibi beyinsel faaliyetlerin tümünü kapsayan bir kavramdır. Aklın ne olduğunu anlamak için, önce güçlerini tanımamız gerekir. Anlama, anlatma, eşleme, analiz, sentez, bellek, düşleme, sayı, sonuçlama, gözlem, sezgi, kavrama, tepki, kararlılık, uyum, esneklik, konsantre olabilme, organize, insiyatif, tavır, özgüven, liderlik, üretkenlik, yaratıcılık, etkileyebilme, etkilenme gibi aklın bütün bu özelliklerini geliştirebilmiş olduğumuz oranda akıllı sayılırız(63). Bu özelliklerin geliştirilebilmesi, insana doğuştan verilen "akıl" tohumunun azami özenle yeşertilmesine ve ürünlerine sahip olabilmemize bağlıdır. Akıl'dan söz ederken deliliği düşünmemek olmaz tabi! Ama delilik, bilinen anlamından çok daha farklı olarak da algılanır ve kullanılır bazı durumlarda. Aklını kaybeden kimseye "deli" deniyor, ancak bilinmesi gerekir ki, çok akıllı olan insanlara da deli yakıştırması yapılabiliyor. Dahilik ile delilik arasında çok ince bir sınır vardır. Bu sınır, çevremizde yaşayan insanların gerçek anlamda ne denli "akıllı" olduklarına bağlıdır. Kendimizi ve çevremizdeki insanları ve ilşkilerimizi düşünelim!.. Erasmus şöyle der: İnsan kendinden nefret ederken birini sevebilir mi, kendi kalbi ile barışık olmazsa başkalarıyla iyi geçinebilir mi, kendi varlığından canı sıkkın ve yorgun ise, çevresine hoşluk getirebilir mi? Bu soruların hepsine evetle cevap vermek için, deliliğin kendinden daha deli olmak gerekir. Genellikle "ana"dan daha çok "üvey ana" olan doğa,bütün insanlara, ve özellikle biraz bilgelik sahibi olanlara, ellerinde olanlara karşı isteksizlik göstermeyi, olmayana hayran olmayı emreden talihsiz bir eğilim vermiştir. Bu uğursuz eğilim, yaşamın tüm yararlarını, tüm güzelliklerini, tüm çekiciliklerini bozar, son olarak yaşamı da tümden yokeder. İnsanın her yaptığından memnun olmasından, kendine hayran olmasından daha delice bir şey olur mu? Ama itiraf ediniz ki, ömrünüzde yaptığınız güzel ve hoş ne varsa, bunları deliliğe borçlusunuz. İnsanın, ne ise onu olmaktan memnun olması, sahip olduğu şeylerle yetinmesi, mutluluğun en büyük bölümüdür(44). Dostoyevski der ki, insanın aklı çoğaldıkça, can sıkıntısı artar. "Akıl" tohumcuğundan elde ettiğiniz ürünün bolluğu, bu ürünü kullanma zorunluluğunu doğurur. Çok şey bilip de bildiklerini hiç konuşmayan bir insan, durumun zorluğunu açıklayabilir belki. Platon'un dediği gibi, yaşama yön veren ve düzenleyen akıl olursa, insan kendisini hep güçlü bulur. İnsanın kendisini güçlü bulması, aklı bilinç zorlamasıyla karşılaştırabilir. Ancak düşünülmesi gerekir ki, akılın bilinç göstergesi, bireyin kendisine içsel ve çevresine toplumsal sorgulamalarıyla katkısıdır. Bu iç dünyamızda ve çevremizde yapacağımız bilinçli ve akılcı sorgulamalarımız, bizi, aklımızı kullanarak "yaşam bilgeliği"ne götürür. Aklımızı akıllıca kullanarak varabileceğimiz "yaşam bilgeliği", insanlığın varabileceği en yüce değerdir. Mahmut Özturan
-
BİLGİ
B İ L G İ İnsanlığın sahip olduğu ve olacağı tüm yüce değerlerin temelindeki tek gerçek, bilgidir. Tanımlama. Türk Dil Kurumu sözlüğünden dört ayrı tanım : (1): İnsan aklının erişebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü, (2): Öğrenme, araştırma veya gözlem yoluyla elde edilen gerçek, (3): İnsan zekasının çalışması sonucuortaya çıkan düşünce ürünü, (4): Zihnin kavradığı temel düşünceler. Kendimiz de basitce düşünecek olursak, bilginin, sonradan kazanılan bir olgu olduğunu görürüz. Bilgi; doğuştan gelebilecek ya da genlerimizde var olabilecek bir şey değildir. Ancak bireyin kendi çaba ve girişimleri sonucunda elde edebileceği bir olgudur. Bilgilerinizin boyutu, bilgi edinmedeki çabalarınızın boyutunu gösterir. Bu boyut, tamamen, bir bireyin bilgi isteme ve bilgiye yönelmesinin gerçek göstergesidir. Bilgiye yönelme. İnsanın bir şeyi istemesi durumunda, içgüdüsel olarak ilk yapacağı şey istediğine yönelmesi olacaktır. İstediği şeye yalnızca yönelmek; bir karar, hele bir sonuç hiç değildir. Yönelmek, istemeyi düşünmektir. Düşünmek ise süresi belli olmayan bir sürecin henüz başlangıcıdır. Kişiye göre değişir. Bu düşünme süreci içerisinde kişinin içsel grafiğindeki değişimlerin boyutu, süreci belirleyecek etken olacaktır. Yöneldiği bilgiyi ne denli istiyor, isteğinin boyutları gerçekten kendisini hedefine vardırabilecek denli mi, yoksa güvensizce bir girişimden mi ibaret?! Bu süreç içerisinde bireyin kendisini bilgiye yönlendirmesi bir düşüncenin ürünüdür ve bilinçli bir eylemdir. İç sistematiğimize zor gelen konular bizi biraz buracak, grafiğimiz inişe geçebilecek, bu süreç çok kısa bir zamanda bitiş eğilimi gösterebilecektir. İnsan, gerksinim duyduğu bir olguya yönelir ancak. Bir şeyi öğrenme isteği, o şeydeki bilgi eksikliğimizin itirafıdır. Bu bilinçli itiraflar insanı bilgi açlığına yönlendirir. Bilgiye yönelme, öğrenme isteğinin ilk adımıdır. Bu ilk adımdaki kararlılığımız bizi bilgiye götürecek ve bilgili kılacak en önemli aşamadır. Bilinçli ve istekli bir kararla yapılan bu yönelişler bizi sonuca ulaştırır ancak. Bilgiye bilinçli bir yöneliş, sonsuzluğa ve sonsuzluğu elde etmeye yöneliştir. Bilgilenme ve bilgi kazanımı. Bireyin kendi benliğine karşı yaptığı en büyük savaşımlardan birisi de var olan durumunu, statükosunu değiştirebilmek için girişeceği mücadelenin daha ilk aşamasında karşısında kendi kişiliğini bulması ve kendi kişiliğine karşı kuralcı yaklaşımı olacaktır.Var olan bir olguyu kendi konumundan başka bir konuma geçirme çabası bir tepkiyle karşılaşacaktır. Bu tepkimenin boyutlarını önceden hesaplayacak ve ona göre önlemler alacaktır.Plan, program ve projeler üretmesi gerekebilecektir. Tüm bu çaba ve girişimlerin sonucunda bilgi kazanımı ancak olasıdır. Mevcut bilgi öncesi durumundan bilgi kazanımı sonrasına geçebilmek, bireyin ortalama bellek durumunu da değiştireceğinden, bu değişim, çok da kolay olmayabilecektir. Bunu kolaylaştırmak, yani bilgilenmeye kolay bir geçişin yapılabilmesi, oluşacak yeni bilgi düzeyimizi içsel enstrümanlarımızın da kabullenmesi, ilgi duyması ve gerçek anlamda bireysel istencimize bağlıdır. Bilginin bireyselleşmesi. Yeni kazanılmış bir bilginin kendimize aidiyeti, bu olguya sahip olma biçim ve aşamalarının zorluk derecesine göre değişkendir. İsteksiz ve zorunlu öğrenilen bilgilerin bireyselleşmesi olası değildir. Çünkü o bilgi, bir başkası veya bir başka neden için öğrenilmiştir. Bir öğrencinin sevmediği , ilgi duymadığı bir dersteki bilgileri zorunlu olarak not için öğrenmesi gibi! İsteyerek öğrendiğimiz bir bilgiyi ise, farkında bile olmadan bireyselleşmeye yöneliriz. Bireyselleşme, başkalaşım değil, kendi iç dünyamızda belirli bir yere oturtma eylemidir bilgiyi. İnanarak ve isteyerek kazanılmış bir bilgi, uygulama ve deneyimler kazanma sürecimizde kişiliğimize olumlu katkılarda bulunur. Bu katkılar zamanla kendi öz uygulama biçimlerimizle kazanmış olduğumuz yeni bilgiyi bireyselleştirir ve kendimize özel, bireyselleştirilmiş, kapsamı daha da genişletilmiş bir boyuta ulaştırır. Bilginin içselleşmesi. İç dünyamızın bir parçası haline gelmesidir yeni öğrenilmiş bir bilginin. Kendi kişiliğimize yedirilmesi aşamasının başlangıcıdır. İç dünyamıza yansıyan bir yeni bilgi, önce belirli bir yer edinmeye çalışacak, kabullenilmek için de beklemeye girecektir. Bu bekleme döneminde bireyin bu yeni bilgiyi taze ve sıcak tutmave kullanmaya hazırlanması, bilginin içselleşme konumunda olduğunu gösterir. Bilginin benimsenmesi. İşte, yeni kazanılmış bir bilginin birey üzerindeki en önemli aşaması! Bilgiye yöneldik, öğrendik, bireyselleştirdik, içselleştirdik. Peki ya benimseme?! İlk bakışta biraz karmaşık gibi duran bu görünümü biraz açalım: Belleğimizde yeni bir bilgiye gereksinim duyduğumuzu hissettik ve bu bilgiyi araştırmaya başladık. Yani öğrenme süreci.. Ve öğrendik. Öğrendiğimizi iç dünyamızda belirli bir yere oturtma programı yaptık ve iç dünyamızın bir parçası haline getirdik. Öğrenmenin aşamaları tamamlanmış oldu. Yeni bir bilgiyi öğrenmek, yaşama geçirmenin başlangıcıdır. Bilginin benimsenmesi; inanılması, yaşama geçirilmesi ve hatta başkalarında da görme isteğinin başlamasıdır. İnsan, öğrendiği bir bilgiyi yaşamına geçirmediği, yaşamadığı sürece tam olarak öğrenmiş sayılmaz. Örneğin, zararını veya yararını öğrendiğimiz, bildiğimiz bir davranış biçimini uygulamanın zorluğu gibi.. Sigaranın zararlarını biliyorum, inanıyorum ama bırakamıyorum gibi.. Bilgiyi yaşamına geçirmedikçe senin olamaz. Yeni şeyler öğrenmek, bilgilenmek yetmez. Öğrendiğimiz bilgiler yaşama geçirilmelidir kendimizin olabilmesi için. Bir bilgiyi yaşama geçirebilmek de ancak o bilgiyi benimsemekle olasıdır. Bilginin açıklanması ve duyurulması. Yeni öğrenilmiş, benimsenilmiş, yaşama geçirilebilmiş bir bilginin herhangi bir amaçla gizlenmemesi, tüm olabilecek tepkilerin göze alınarak çevreye duyurulması etik bir anlayış ve insanlık adına bir ödevdir. Bir insanın, sahip olduğu hiçbir artı değeri kendi içinde saklı tutmaya hakkı olamaz. Bildiğini kendisine saklayamaz. Eğer herhangi bir bilgi, bir insan için artı değer konumuna gelebiliyorsa, bu bilgiyi diğer insanlarla paylaşması tüm insanlığın yararına olacaktır. Bilginin açıklanma veya duyurusu ile alabileceğimiz tepkileri düşünerek açıklamaktan kaçınmak, bilgimize ihanettir. Ayrıca bu, bilgimizi yeterince benimsemediğimizin bir işaretidir. Bildiği bilgiyi saklı tutmak, insanlığa düşmanlıktır. Bilginin kavranması. Bilginin kavranabilirliği, diğer insanlar ve toplum tarafından kolay anlaşılmasını ve kabul görmesini kolaylaştırır. Her bireyin aynı oranda kavrama yetisine sahip olması beklenemez. Ancak genelleme yapılarak kavranma özelliği ile değerlendirilmelidir bilgi. Kavranabilir olmayan bilgi, bilgi olarak kabul edilemez. Bu tür bilgilerin yararı da tartışmaya açıktır. Bir bilginin ancak kavranır olması bireyden topluma geçmesini kolaylaşyırır. İçinde kavrama bulunmayan bilgi yararsızdır. Kavranması zor bir bilgiyi çevrenize duyurmanız durumunda bilgi olarak algılanması olanaksızdır. Bilginin toplumsal nitelik kazanması. Bilgi, toplumsal nitelik kazanabilmesi durumunda insanlığın yararına olabilecek ve gelecek kuşaklara bir miras olarak kalabilecektir. Toplumun yararına olmayan bir bilgiyi toplum benimsemez. Bu nedenle de, her bilginin toplumsalaştırılması, gelecek kuşaklara aktarılması olası değildir. Toplum, bir bilginin kimin tarafından üretildiğine bakmaz; akıla uygun,kavranabilir ve yararlı olmasına bakar. Bir süreç gerektirir bilginin toplumsallaşması, topluma mal edilmesi. Bu süreç, toplumun potansiyel güç ve değerlerine göre bilginin değerlendirilmesi ve algılanmasıyla oluşur. İnsanlığın temel yararlarını ve iyiliğini hedefleyen bilgi topluma mal olabilir ancak. Konuşulduğu günün insanları tarafından kavranamayan bilgiler, yani geleceğin bilgileri, toplum tarafından kavranamayabilir. Bu tür bilgiler topluma açıklanırken daha dikkatli, daha bilinçli ve daha programlı olunmalıdır. Bir topluma kavrayamayacağı bilgiyi vermek, kargaşaya yol açmaktır. Böylesi durumlarda bilgi zararlı bile olabilmektedir o gün için de olsa! Bir bilgi, ancak insanlığın yararına olursa toplumsal nitelik taşır. Bilgide yarar-zarar girdabı. Pek çok konuda pek çok bilgiler ortaya konulurken, her zaman temel hedef insanlığın yararı olmaktadır. Ancak bazen, insanlığın yararı ve iyiliği düşünülerek ortaya konulan bir bilgi, önceden düşünülemeyecek oranda zarar ve kötülüklere de yol açabilmektedir. Barut, aşı, atom bombası gibi.. Bir yeni bilginin neden olabileceği yanlışlıklar, zararlar, kötülükler ancak yanlış insanların elinde bu özelliklerini kazanırlar. Yoksa bilginin kötüsü olmaz. Çünkü her bilgi, ancak iyi özelliklerinden dolayı toplumda kabul görür ve toplumsallaşır. Bir bilgi, üretilirken, aynı zamanda hem iyi, hem de kötü olduğunun kavranması mümkün olmayabilir. Böylesi yarar - zarar girdabında en önemli sorumluluk ve ödev, yine insanlığın kendisinindir. Layık olmayana verilen bilgi, kötülük doğurur. Yanlış insanlara, yanlış zamanlarda verilen bilginin yarardan çok zararlar doğuracağı, önceden tahmin edilmesi hiç de zor olmayan bir durum, bir gerçektir. Ölçüt ve sonuç. İnsanlığın yararına olacak her türlü bilgi gereklidir, geliştirilmelidir. Geliştirilirken bazen sınırlandırılması, bazen de sorgulanması gerekebilir. Bilgi bir temel değerdir ve doğal olarak tüm temel değerlerin bir boyutunun olması gerekir. Bu boyutlara göre de kutuplar ve kümelerin oluşması da çok doğaldır. Oluşacak tüm bu değer kümeleri, bilginin temeli olarak, atom halindeki bir bilgiyi molekül haline getirebilme çabası içinde olmalı ve bu süreç, gerçek bilgilerin tek ölçütlülüğünü ortaya koyabilmelidir. D Ü Ş Ü N E N L E R D E N. . . Bilgi, güçtür. (Thomas Hobbes) Soru da, yanıt da bilgiden doğar. (Mevlana) İnsanın bilgisi arttıkça huzursuzluğu da artar. (Goethe) Dünyada herkes bilgisine göre başarılı olmaz. (Henry Fielding) İnsan ne kadar az bilirse, o kadar çok bildiğini sanır. (J.J. Rousseau) Doğa bize bilginin tohumlarını vermiştir, bilginin kendisini değil. (Seneca) Bilgisizlikten kurtulmak isteyenin onu açığa vurması gerekir. (Montaigne) Bilgi bir denizdir, ucu dibi olmayan; ne kadar su alır, bir serçe bundan. (Yusuf Has Hacip) Her kişi yaşamında bir kez tüm bilgilerini kuşkuya koymak zorundadır. (Descartes) Birşey bildiğin zaman, onu bildiğini göstermeye çalış. Birşey bilmiyorsan onu bilmediğini kabul et. İşte bu bilgidir. (Goethe) DÜŞÜNCE SİSTEMLERİNİN TEMELİ, SORGULANAN BİLGİLERDİR
-
KEŞKE demek istemiyorsan
Eğer; ilerde bir gün arkanı dönüp KEŞKE demek istemiyorsan. 3 Şeyi doğru seç.. * Eşini doğru seç. Doğru eş her zaman uzun zaman flort ettiğin kişi değildir. Önemli olan kısa zamanda da olsa fikirlerinin uyuştuğu, Yaşam tarzlarının benzediği, Espiri anlayışının yakın olduğu, Zor zamanların da hep yanında olacağını bildiğin, Dertlerini, sevinçlerini paylaşabileceğin, Fikirlerine, olaylara bakış açısına güvendiğin, Senin fikirlerine saygı duyan, Konuşmaktan sıkılmayacağın, Hayata küstüğün zaman seni kabuğundan çıkartıp eğlendirebilen, Gözlerine baktığında ne söylemek istediğini anladığın, Aynı zamanda iyi bir arkadaş, Fiziksel görünüşün dışında da seni sen olduğun için sevebilecek ve bunu kaldırabilecek birini eş olarak seçmelisin!!! Dünya da böyle biri var mı? diye sorabilirsiniz şimdi. Emin ol var!! Tabii ki sayıları fazla değil.. Hatta hayatta insanın karşısına ya 1 ya da 2 kere çıkar, belki de hiç çıkmaz... Önemli olan onu fark edebilmek. Eğer bu satırları okunduğunda aklından bu özellikleri barındıran bir isim geçirmişsen çok şanlısın. Ne olursa olsun onunla birlikte olmak için elinden geleni yap. Çünkü bir daha onun gibisini bulma şansın çok az emin ol. Bütün aptal aşıklar gibi ilk hareketi ondan beklersen çok geç kalırsın.. Eğer bu satırlar sana böyle birini çağrıştırmıyorsa.. Onu fark edebilmek için sadece etrafına bakman yeterli olacaktır. Çünkü o da sana bakıyor olacak!!! * İşini doğru seç... Doğru iş rahat iş değildir. Çok kazandıran iş de değildir. Kariyer de değildir. Klimalı büro ortamı da değildir.. Doğru iş olmaktan zevk aldığın yerdir. Sabahleyin kalktığında gitmekte üşenmediğin, bıkmadığın yerdir. Tabii yanında rahatlık,para,kariyer varsa ne ala... * Arkadaşlarını doğru seç. Çok sayıda arkadaşın olması "iyi arkadaşın" olduğunun ispatı değildir. Güzel günlerdeki arkadaşlıklar geçicidir. Mutluluklarının yanında, acılarını da paylaşabileceğin, Fikirlerine ihtiyaç duyabileceğin, Her zaman yanında olmasını isteyeceğin, Senin madden değil manen zengin eden, Bir tek arkadaş sana çok şeyler katacaktır.
-
İNSAN
İNSAN İnsan deyince, bu sözcük salt " bir canlı " olarak mı hemen zihinlerimizde canlanıyor, ya da bu sözcük herhangi bir canlı algılamasından çok çok ötelere mi götürüyor bizleri ? İşte daha başlangıç noktasında dahi kendi varlığımızın sorgulamasını yanlış bir temele oturtma yanılgısıyla yüz yüze kalabiliyoruz ! Bir insan, "tür" olarak doğaldır ki kendisini bu şekilde algılayacaktır. İnsanın kendisini başka bir canlı sınıfında algılaması da zaten olası değildir. Tür algılamasının boyutlarını biraz daha derinlere taşıdığımızda insan ; kendi türünden hangi içsel açılımlarla, ne boyutlarda "farklı" olduğunu ve hatta olabildiğini düşünmek, kavramak, anlamak ve kabullenmek zorundadır. İnsan türündeki her canlı'nın kendisini " insan " olarak göreceğini ve bu savını her koşulda yineleyeceğini biliyoruz. İnsanla ilgili her türlü kavram kargaşasının temeli de burada yatıyor. Bir insanın kendisini insan olarak görmesi başka bir şeydir ; kendisi dışındaki türdeşlerinin dışarıdan kendisini "insan" olarak görmesi ve kabullenmesi başka bir şeydir, hem de apayrı bir şey ! Bir canlı'nın tür olarak insan sınıfına girmesi; türünün tüm işlevsel nicelik ve niteliklerini de taşıması koşuluna bağlıdır. bu koşulların tümünün oluşamaması durumunda ise " o " canlının insan olduğu konusunu tartışmaya bile gerek olmayacaktır. Doğaldır ki tüm değerlendirmeler tek ölçütlü olmalı ve taşınılması zorunlu olan tüm özellikler için ise insanlığın varoluşundaki temel etik kurallar bu tek ölçüt oluşturmalıdır.Düşünce ve algılanımın paradoksal yaklaşımında bunu böylece kabullenmek zorundayız. Tersi durumda her bir düşünce biçiminin ayrı bir değerlendirme ölçütü olacaktır. Bu da değerleme biçimlerinde bir ortak ölçüt oluşturamayacak ve kaçınılmaz bir düşünce kargaşasına neden olacaktır. Tüm insanları ortak bir değer ölçüsüyle, ortak bir ölçüt kullanarak değerlendirmek zorundayız. Yoksa " bana göre ... " lerden gerçeğe doğru adım atmamız güçleşir. Bu savın temelini antik çağ felsefe yorumlarına ve değerlemelerine dek dayandırabiliriz. Yapacağınız her araştırmanın aynı sonuca çıkacağı kesindir. Kuram ve kavram kargaşasına yol açmamak için " tek doğru ölçüt "ü bulmak zorundayız. Bu da ancak ortak değer kavramlarının "insan" çizgisinde belirlenebilmesine bağlıdır. İnsan Çizgisi ! Evet, ancak hangi insan ? Kendi türüne saygılı, kendi türünü seven, kendi varlığının nedenlerinin bilincinde, türünü "kendisi" olarak kabullenen, düşünce ayrılıklarıyla sevgi - saygı'nın yüceliklerini kaybetmemiş,koşulsuz , art niyetsiz , kendisine yapılmasını istemediği davranış biçimlerini başkalarına da yapmayan, kendi insanlığının bilinciyle tüm insanları insanca kucaklayabilen " İnsan " ... Hemen akla gelebilecek bir düşünce dese ki, " Ya canavarlaşmış insan ? " Evet, biraz fazlaca sıradışı ve abartılı gibi görünse de onu da türdeş kabullenip ona karşı insanlık görevimizi yaparak onu da ortak ölçüt kurallarına göre aramıza alabilmek ve eğitebilmek ! Asıl değerli ve yüce olan da "zor" u başarmak değil midir ? "İnsanı insan olduğu için sevmek" diye bir deyiş vardır. Bu deyişi kabul ederiz ya da etmeyiz ; bize uyar ya da uymaz.. Ancak şunun bilincinde olunması da gerekir ki, yanlışsız insan olamaz. Ne de güzel bir deyiş ; "kusursuz dost arayan dostsuz kalır ! " İşte gerçek erdemli ve etik değerlere göre de insan o değil midir : "insanları yanlışlarıyla sevebilen..." Tersi bir durumun bizleri " tekdüze robotlar dünyası" nda yaşatacağını pekala düşünebiliriz.. Çirkin'in olmadığı bir dünyada güzeli, yanlışın olmadığı bir dünyada doğruyu hangi değer ölçütlerini temel olarak alıp irdeleyebileceğiz ? Tüm göreceli kavramlardan tamamen kurtulmamız olası değilken, bunlar yetmiyormuş gibi, yeni yeni ölçüt değerleri mi katacağız karmaşalarla dolu iç dünyamıza ? Kendi sahip olduğumuz öz değerlerimizin bilincinde olmamız ve bir diğer bireyin öz değerlerine de kendi değerlerimiz ölçüsünde saygılı olmamız, insancıl bir zorunluluktur. Canlılar dünyasında bitki ve hayvanlar ile " insan "ı ne denli kıyaslama olanağımız vardır ? Çok sınırlı ! Tüm canlıların "algılama" duyarlığı olduğunu biliyoruz, bitkiler ve hayvanların da.. Ancak insan'ın değerlerinin tüm canlılarla hiçbir zaman koşut bir çizgide olamayacağını da biliyoruz. Öyleyse insanı insan yapan tüm gerçek değerlerimizi bilmek, öğrenmek, öğretmek, yaşamak ve yaşama geçirmek zorundayız. Salt kendisi için yaşayan ve böylesi bir yaşamı kendisine erek yapan bir insanı gerçek insan olarak kabul etmemiz kesinlikle olası değildir. Gerçek insan, kendisi dışındaki dünyanın varlığından haberli, diğer insanlara saygı ve sevgiyi bir insanlık ödevi bilen, sevmeyi insan olmanın en önemli temel koşulu gören, insanlığın varoluşundaki etik değerlere bağlı ve saygılı, sürekli olarak kendisini, çevresini, varlığını ve düşünce sistemlerini sorgulamayı becerebilen insandır. Bunların içinde en önemlisi ve de en güç olanı, bir insanın kendi düşünce sistemini "objektif " olarak sorgulayabilmesidir. Çünkü objektiflik acımasızlığı gerektirir ! Ancak genelde insanlar kendilerine karşı acımasız olmayı pek beceremezler, ya başkalarına?! Ne yazık ki türümüzün en kötü özelliklerinden birisi bu! İnsandan başka hiçbir canlı kendi türüne bir insan kadar zarar verememektedir.Temel etik değerleri bilip yaşayabilen insan kesinlikle böyle olamaz. İnsanız, insan olduğumuzu her durumda savunur ve yineleriz. Ancak, acaba bir insan olarak yaşamdaki amaçlarımızı gerçek bir şekilde sorgulayıp gereklerini bilinçli ve objektif olarak yerine getirmeyi ne denli becerebiliyoruz? Kendisini bile bilemeyen bir insan isek eğer; kendi öz yaşamımız ve mutluluğumuz için bile yeterli bir çaba içinde değilsek eğer; varlığımızın temel gereksinimlerinin bilincinde olamadan kocaman hedeflerin peşindeysek eğer; kendimizi sorgulamaya hiç yanaşamazken tüm dünyayı sorumsuzca sorgulayabilecek gücü kendimizde bulabiliyorsak eğer; burada durup çok fazlaca düşünmemiz gerekecektir: Kendimizi.. İnsanı.. İnsanlığı.. İnsanı insan yapan değerlerimizi.. İnançlarımızı.. Çevremizi.. Ülkemizi.. Dünyamızı.. Evrenimizi.. Çok, çok daha ötesini, çok daha ötelerini.. Düşünmeliyiz.. Düşünebiliriz.. Düşünebilmeliyiz.. İnanın, bizde bu gücün çok daha öteleri vardır eğer gerçekten insan isek ! D Ü Ş Ü N E N L E R D E N . . . İnsan olmak bir sanattır. (Novalis) Her insanda insanlığın bütün halleri vardır. (Montaigne) İnsanın iyisi talihin kötüsünde belli olur. (Shakespeare) Üç çeşit insan vardır: bilgisever, ünsever, parasever. (Platon) Bir insan söylediği şeylerden çok söylemedikleriyle de insanlaşır. (Albert Camus) Mükemmel insanın aksayan tarafları daha çok belli olur. (Goethe) İnsanlar rakamlara benzer; durumlarına göre değer kazanırlar. (Napoleon) Hiçbir insan yoktur ki ondan öğrenilecek birşey olmasın. (Alfred de Vigny) Ya iyi insan olmalı ya da iyi insanlara öykünmeli. (Demokritos) İnsan, yeryüzünde olan şeyleri görmezlikten ve bilmezlikten gelme hakkına sahip değildir ve bunun böyle olmasını gerektiren çok üstün ahlaki nedenler vardır. (Dostoyevski) YETERİNCE TANIMADIĞIN BİR İNSAN HAKKINDAKİ KÖTÜ DÜŞÜNCE, İNSANLIK SUÇUDUR
-
DÜŞÜNMEK
DÜŞÜNMEK İnsanoğlunun diğer tüm canlılardan tek farkı düşünebilmesidir. Eğer objektifliğinize güvenebiliyorsanız kendinizi; değilse bir başkasını örnek/denek olarak alıp incelemeye başlayalım. Biyolojik olarak incelediğimizde, diğer canlılarla öyle pek de ciddiye alınacak bir farkımız olmadığını şaşırmadan görebiliriz! Ancak öylesine hayret verici bir organımız var ki, diğer küçük/büyük tüm canlılarda bulunmasına ve de aynı fonksyonel ödevleri yürütmesine karşın, "insanı insan yapan" en büyük giz'imizin, vücudumuzun bu biriminde saklı olduğunu zorlanmadan algılayabilir, bizi biz yapan bu gizimizin beynimiz olduğunu kolaylıkla anlayabiliriz. Peki ama çok önemli olan bu birimimizi, beynimizi ne denli tam randımanlı, ne denli akıllıca, ne denli insanca kullanabiliyoruz? İşte, insanı insan yapan bu birimimiz, bizi diğer tüm canlılardan farklı kılan en önemli özelliği "düşünebilme yetisi" iledir ki, bizler, birer insan olarak bizi insan yapan en büyük özelliğimizin her zaman bilincinde olmak zorundayız .Eğer bu gücümüzün/değerimizin bilincinde olamadan öylesine bir yaşam süre gidiyorsa, inanın, insanlığımız tartışmaya açılmıştır bile! Kendimize en büyük saygımız, beyinsel fonksiyonlarimiz ile düşünebilme yetimizi sınırlamadan kullanmadaki düzeyimiz ve ölçümüzdedir. Unutmayalım ki, ne ölçüde düşünebiliyorsak o denli insanızdır. BİRAZ DA DÜŞÜNELİM ... Doğru düşünmek yaratmaktır. (Elbert Hubbert) Düşüncelerimizin en iyi aynası, yaşamlarımızın akışıdır. (Montaigne) Rahatlık içinde düşünce uykuya dalar. (Andre Gide) Düşünceler kılıçla bastırılamaz. (Strindberg) Düşünce gıdadır. (Victor Hugo) Düşünmek görmektir. (Balzac) Dünyayı güvercin ayaklarıyla gelen düşünceler yönetirler. (Nietszche) Ne yapayım diye düşünmektense birşey yapma, düşün. (Cenap Şahabettin) Düşünüyorum, öyleyse varım. (Descartes) İnsana büyüklük veren şey, düşüncedir. (Pascal) Her iyi düşünce namuslu insanlarda bulunur. (Euripides) Düşünmek insana üç üstünlük sağlar: iyi görmek, iyi konuşmak, iyi şeyler yapmak. (Demokritos) İNSANLIĞIN YARARI İÇİN DÜŞÜNENE TÜM İNSANLAR BORÇLUDUR. (Mahmut Özturan)
-
Hürriyet
Türk Felsefesi’nin unutulmaz simalarından Nurettin Topçu’nun, okurlarımıza sunduğumuz bu yazısı 1961 yılında yayımladığımız Düşünen Adam dergisinin 20. sayısında (17 Mayıs 1961) yayınlanmıştı. Güncelliği eskimeyen bu yazısı ile merhum hocamız Nurettin Topçu’nun hatırasına saygımızı da ifade etmiş oluyoruz. – Gökhan Evliyaoğlu Gerçek hürriyete sahip insan oğlunun yanına gidiyorsunuz ve ona bir başka insanı gösteriyorsunuz. Bu ikincinin elleri, kolları bağlanmıştır. Hür insana diyorsunuz ki: “Bu kolları bağlı hemcinsine vur, onu döv, onu ez, ona karşı istediğin gibi davran!” Hür insan geriliyor; “Ben bunu yapamam, hürriyetim manidir” diyor, insanlığının cevherinde bir şeyler var ki dediklerinizi yapmak isterken bana karşı geliyor, “ben zalim olamıyorum.” Yine hür insana bir başkasının mülkü olan toprağı gösteriyorsunuz ve “Bu toprağın sahibi kuvvetsizdir diyorsunuz, burasını sen kullan, bu mülk senin olsun.” Hür insan bu teklifi şiddetle reddediyor: “Ben bunu yapamam diyor, zira bu mülk benim değil, hürriyetim onu işgal etmeme müsaade etmiyor.” Aynı hür insana: “Sen hür değil misin? şu fikre hakaret et. Bu mazlumu tehdit et” diyorsunuz. Onun cevabı şöyle oluyor: “İçimde bir ilahi güç, bir ilahi kuvvet var ki yine ilahi cevher olan ruh meyvesine hakaretime izin vermiyor; mazlumu tehdit etmek isterken ağzımı kapatıyor. “Hür insanın şaşırtıcı hali karşısında son bir ümide bağlanan gerçek esir ona şu dilekle yaklaşıyor: “Yalan söyle bari, aldat, iftira et, izzetinefisler çiğne, namussuzu olsun teşhir et, nasıl olsa namuslu da ona karıştırılacaktır. Şu bedbaht ömrün intikamını insanlardan böyle al!” Hür insan, bu yeryüzünde kendisini inim inim inleten esir ve zalim fitnenin mutlaka kahretmek isteyen, insanlığı mutlaka çökertmek isteyen sesi karşısında: “Sefil diyor, hür olmasaydım belki sana uyardım. Tavsiye ettiğin zilletler ne seni, ne de insanlığı kurtaracak. Sen kendinle beraber her şeyi batırmak istiyorsun. Ben kendimle beraber herkesi kurtarmak istiyorum. Zira hürüm. Hürriyetim bana bunu emrediyor. Her türlü hesaplar, kurnazlıklar bu emrin karşısında aciz kalıyor. Senin yıkmak, devirmek istediğini ben kurtarmak isterken bu halime sen aciz diyeceksin. Evet hür olduğum için senin istediklerini yapmaktan acizim, yıkamam, iftira edemem, yalan söyleyemem, zulmedemem. İşte bende ki bu muhteşem aczin ilâhi adı hürriyettir.” Gerçek hürriyete sahip İnsan, görülüyor ki, birçok hareketleri yapma iktidarından sıyrılmış, kendini kurtarabilmiş insandır. Her şeyi yapabilen bir şaki, her türlü suçu işlemeye kabiliyetli bir psikopat hür değildir. Bilakis pek çok hareketleri yapmak kudretsizliğine irade ile sahip olan kimse hür olabilir. Zira hür olan irade, yalnız harekete sürükleyici kuvvetin harekete geçmesinden ibaret değildir. Onda iki kuvvet hakimdir: Biri harekete geçme kuvveti, yani itici kuvvet, öbürü yasak edici kuvvet, yani frenleme kuvveti. Bu iki kuvvetin tam ve mükemmel bir ahenk halinde işleyişi ancak insanı hür yapabiliyor. Harekete geçirici kuvvet her sahadan gelebilir. Hayati hazlardan, iştahalardan, menfaat endişesinden, sempatiden ve alışkanlıktan, aşktan ve şöhretten, ilim ve sanat ideallerinden, hasta bir şuurun iptilalarından, cemiyetten, tahrikten, zafer sevgisinden, nihayet hayati otomatizmin ne şekilde olursa olsun hareket etme ihtiyacından. İnsan bu itici kuvvetlerden herhangi birisiyle harekete sürüklenebilir. Eğer itici kuvvet ulvi bir ideal, bir insani dava ise, hareket iyi meyve verebilir. Kötü ise ondan bir felâket veya sefâlet doğacaktır. Lâkin her iki halde de insan hür sayılmaz. Zira yalnız itici kuvvet, insanın iradesini temsil edemez. Onun karşısında bir de yasak edici kuvvet vardır ki, itici kuvvet harekete geçer geçmez, onu her adımda kontrol eder, yanılma anında frenler, doğru yolda freni gevşetir. Bir engel atlanacağı yerde durur, hesaplarını yapar, sonra kararını verir ve her adımda kararlarına kendi şahsiyetinin markasını vurur. İtici kuvvetin hareketi gibi mukavelesiz, kontrolsüz, yani şuursuz, kör bir yürüyüş değildir. Kalabalığı bağırtırken veya bir masum linç ettirirken, hayatın kör ve şuursuz akışından istifade edenler, hürriyetin asıl düşmanlarıdır. Onlar insanın kendi kendisiyle baş başa kalmasından korkarlar. İnsanın kendi ruhuna sığınmasına fırsat vermeden şaşırttıkları ruhun derinlerinde gözleri kör edici bir dumanlı yangın çıkartırlar. Kendi evimizi bize yaktırırlar. Hürriyetimizi gafletimize kurban ettirirler. İktisadi, ahlâki, ilmi ve siyasi, çeşitli olaylar arasında yaşayan fert, bütün bunlardan kendi hissine ve menfaatlerine uygun olanları benimsiyor. Telkinlerle menfaatlerin, içtimai şartların kendi his aleminde bir örgüsünü yapıyor. Hükümlerini önce bir hisle veriyor. Hüküm verdikten sonra hükmüne deliller araştırıyor. Sebepler, bahaneler mahşeri olan dünyamızda kendi hükmüne uygun gelen destekler buluyor. Şu veya bu kanaatin mensubu oluyor, şu veya bu zümreye bağlanıyor, şu veya bu hareketlerin güya hür tercihçisi kesiliyor. Hakikatte o, telkinlerle menfaatlerin, içtimai şartların ve bütün bunların bir örgüsünden başka bir şey olmayan hislerinin esiridir. Onun hür sandığı kendi hareketlerinin hepsi de esaret eseridir. Nefsinin arzın, cemiyetin, herkesin ve her şeyin esiri olan insan, bütün bu şeylerin üstünde duran esaretinin esiridir. Zira üstelik onu takdis eder: Gururu ile nefsine itimadı bunun delilidir. Şu halde insan daima esir olabiliyor ve her şeyin esiri oluyor. Bu esaretlerden onu nasıl kurtarmalı? İyi veya kötü, itici, harekete sürükleyici kuvvetlerin ferdi harekete geçirmesi anından başlayarak yasak edici frenleyici kuvveti de harekete geçirmesini bilen insan, hürriyetin sırrını yakalamış demektir. Şu halde hürriyet, ferdi harekete geçirici çok ve çeşitli kuvvetlerin karşısına frenleyici kuvveti çıkarmak demektir. Bu ikinci kuvvet, hareketi durdurmuyor, düzenliyor, kontrol ediyor; harekete kâfi şiddet, kâh hafiflik kazandırıyor; kendi kendisini tenkit ettiriyor; kendi hükümlerini kendine verdiriyor. Böylelikle hür hareketimiz, harekete sürükleyici kuvvetlerle frenleyici kuvvetlerin tam bir ahenginden ibaret oluyor. Harekete geçirici kuvvetler çok ve çeşitlidir, dedik, frenleyici kuvvet de acaba öyle midir? Hayır. Zira o, insanın şahsiyetinden ibaret tek bir kuvvettir. Bu şahsiyetin örgüsünde ise merhamet ve adalet duyguları, şeref ve haysiyet hissi, hakikat aşkı ve insan sevgisi gibi yüksek ruhi unsurların hissesi vardır ve o, hepsinin birleşmesinden meydana gelen bir bütün kudrettir. Vicdan adını alır. İnsan olan ferdi başka fertlerden ayırt eder; insanları sürü olmaktan çıkarır. Sürü ile bağırmaktan, sürü halinde saldırmaktan kurtarır. Hür vatandaş yetiştirmek isteyen, nesilleri sürü haline getirmekten korksun. Her sürü esir sürüsüdür. Ancak fert halinde hür olabiliyoruz. Kültür ve tecrübe ile, duygu ve bilgi ile yüklü olan vicdan, filozof Kant’ın pek iyi anlattığı gibi, bir Mutlak’tan emir aldığı, Mutlak Varlık tarafından hareket ettirildiği zaman ancak hür olabiliyor. Hürriyetimizi yok edici düşmanlar, kinlerimiz, korkularımız, fani hesaplarımız ve etrafımızdan gelen sinsi tesirlerdir. Hürriyetini arayan fert, önce bütün bunlardan sıyrılabilmelidir. Her zaman kin ile korku, hakikatten uzaklaştırır. Sefaletimizin idraki nispetinde hür olabiliyoruz. Nelerin esiri olduğunu bilen fert, hangi kuvvetlerin esiri olduğunu idrak eden cemiyet, hürriyetinin eşiğinde demektir, ona pek yaklaşmıştır.
-
Birazcik Felsefe....
Kendine dikkat et. Hayatta yanlislarin yerine dogrulari koymak istediginde sunu animsa: yapilacak ilk devrim insanin kendi içinde yapacagidir, evet ilk ve en önemli devrim budur. Insan kendi hakkinda bir düsünceye sahip degilken, ne istedigini, hayattan ve insanlardan ne bekledigini bilmiyorken bir düsünce ugruna savasmak yapilabilecek en tehlikeli seylerden biridir. Hayatini basitlestirme ve ucuz zevkler ugruna harcama onu. Hayat ilkbaharda daglardaki karlarin erimesi kadar çabuk sona erer. Anlamadan bitiverir. Yasadigimiz her saniye bize bahsedilmis birer mucize olsa gerek. O kadar ki, geri alinmasi ve tekrar yasanmasi olanaksiz. Bunu bil ve her sikintili aninda bunu animsa. Acilari ve üzüntüleri, hayatinin büyük bölümüne yayarak kendini yipratma. Dolu dolu, heyecanla, severek, sevilerek yasa. Sevmekten ve çok sevilmekten korkma. Sevmek, en yüce deger; ölesiye, uçsuz bucaksiz sevmek. Sevilmekte bir o kadar. Sevmenin güzelligi, sevilmenin izdirabinda, sevgisizligin sizisi içimizde sakli. Bir gün arkana baktiginda - ki o gün mutlaka gelecek - tüm benligini pismanlik kaplamasin. Yapamadiklarinin pismanligiyla degil, yapabildiklerinin hazziyla yaslan. Her zaman yapilan yanlis nedir bilir misin? Hayatimizin ve hayatimizda yer eden insanlarin hiç degismeyecegini sanmaktir, trenin ray degistirmeden sonsuza kadar gidecegini düsünmektir. Oysa kaderin hayal gücü bizimkinden daha renklidir. Artik çikisyolunun kalmadigini sandigin bir durumda, umutsuzlugun zirveye vardiginda, rüzgar hiziyla her sey degisir, alt üst olur ve bir andan ötekine geçerken kendini yeni bir yasantinin, yeni insanlarin içinde bulursun. Dogru insan ve insanlarla beraber olmak ise kaderin hayal gücünün renkliligine degil, tamamen bizim seçimimize baglidir. Senin için çirpinan insanlara hak ettikleri degeri ver. Birileri için çirpinan, fedakarlik yapan, gerçekten seven insanlari yeniden bulmak çok zor. Insan elindekilerin kiymetini genellikle bilmez. Onlari kaybedince degerlerini anlar. Buna firsat verme, çok geç olabilir. Bir gün yolunu yitirdigini, sasirdigini hissettigin zaman agaçlari düsün, onlarin büyüme biçimini animsa. Unutma ki yapragi gür, ama kökü zayif bir agaç ilk güçlü rüzgarda devrilir, oysa kökü güçlü ve az yaprakli agaçta can suyu bin güçlükle dolasir. Kökler ve yapraklar ayni ölçüde gelismelidir. Çevrendeki insanlar bunu saglayabilecek nitelikte olmalidir; olaylarin içinde ve üstünde olmalisin, ancak böyle gölge ve siginak sunabilir, ancak böyle dogru mevsimde çiçekler ve meyvelerle donanabilirsin. Ve sonra önünde pek çok yol açilip sen hangisini seçecegini bilmedigin zaman herhangi birine, öylece girme; otur ve bekle. Hayatina girecek insanlari belirlerken de buna dikkat et. Dünyaya geldigin gün nasil güvenli ve derin soluk aldiysan öyle soluk al, hiçbir seyin senin dikkatini dagitmasina izin verme, bekle ve gene bekle. Dur, sessizce dur ve yüregini dinle. Seninle konustugu zaman kalk ve yüreginin götürdügü yere git, yüreginin belirledigi kisiyi seç...
-
Buyuk Erdemler
Büyük Erdemler Risalesi, Yazarı, Fransız eğitimci ve filozof Andre Comte-Sponville... Kitap bugüne kadar 20 dile çevrilmiş. Sponville, hümanist bir filozof olarak tanımlanıyor. İnsanoğlunun felsefe gibi araçları kullanarak dinin ötesine geçebileceğini savunuyor… Kitapta ‘büyük erdemler’ 18 başlıkta toplanıyor: Nezaket, sadakat, basiret, ılımlılık (itidal), yiğitlik (cesaret), adalet, cömertlik, merhamet, bağışlama, minnet, alçakgönüllülük, sadelik, hoşgörü, saflık, yumuşak huyluluk, iyi niyet, mizah, aşk (sevgi)… Sponville kitabında erdemleri anlatırken tarihteki pek çok filozofun görüşlerinden de yararlanmış. Kant’a göre sevginin tanımı şöyle; İnsan istediğini değil, arzuladığını sever, sevdiğini sever ve kimi seveceğini seçemez. Sevgi ısmarlama olmaz, dolayısıyla sevmek bir ödev olmaz… Sponville, erdem ile ödev arasındaki farkı, “Ödev bir zorunluluktur, erdem ise özgürlük” olarak tanımlıyor… “İnsan ne kadar cömert olursa iyilikseverlik de o kadar az ödev olur, yani zorlama olmaktan o ölçüde çıkar” diyor. Kitaptan seçilen bazı cümleler… Sevgiyle yapılan şey her zaman iyinin ve kötünün ötesinde gerçekleşir (Nietzsche)… Zorlamayla yapılan şey sevgiyle yapılmaz (Kant) Hangi anne çocuğunu ödev gereği besler? Evlilik ödevinden daha ********* bir deneyim var mıdır…? Özel yada kamusal, ailevi yada mesleki tüm yaşamımız, bu yaşama kattığımız yada bu yaşamda bulduğumuz, sevgi/aşk oranına göre değer taşır… Kendimizi sevmiyor olsaydık, bencil olur muyduk? Parayı, rahatı ya da çalışmayı sevmiyor olsaydık çalışır mıydık…? Sevgiye emredemezsiniz, çünkü sevginin kendisi emreder... Sevgi olmadığı için ahlaka ihtiyaç duyarız, bu nedenle ahlaka fazlasıyla ihtiyacımız vardır. Yalnızca seven kişinin, “sanki seviyormuş” gibi davranmaya ihtiyacı yoktur... Sevgi, her erdemin başı ve sonudur…
-
Descartes ve Tanrı kavramı
Descartes'e göre bilincin dışında bununan bir obje vardır ki, onu biz tam bir güvenlikle bilebiliriz. bu da tanrı'dır. bununla birlikte descartes, kendi benimizin varoluşunu tanıtladıktan sonra ikinci bir adım olarak, tanrı'nın varoluşunu tanıtlamaya geçer ve bunun için ikisi de bizdeki "tanrı düşüncesini" çıkış noktası olarak alan iki kanıtlama kullanır. 1. eski bir tanıma göre, tanrı "en yetkin varlık" yada "en gerçek varlık"tır. descartes önce şöyle sorar:böyle bir tanrı kavramı bize nereden gelmiş olabilir? algıladığımız nesnelerden gelmiş olamaz, çünkü bunların hiçbiri sonsuz yetkin değildir;bunlardan hiçbirine "engerçek şey" diyemeyiz. bu düşünceyi biz kendimiz de kendiliğimizden yaratmış olamayız,çünkü biz kendimiz eksik ve sınırlı bir yaratığız; "sonsuz ve en yetkin varlık" düşüncesini nasıl kendiliğimizden yaratabiliriz? bu da olmayınca geriye ancak şu kalır: tanrı düşüncesini, yani "sonsuz varlık" kavramını ruhumuza kendisi de sonsuz olan bir varlık, yani tanrı yerleştirmiştir.ama, ruhumuzda gerçekten de bulunan tanrı kavramının nedeni tanrı ise, bilincimizde "tanrı düşüncesi" nin olmasından tanrının gerçek bir varlığı olduğunu da bir sonuç olarak çıkarabiliriz; öyle ise tanrı vardır. 2. tanrının varoluşunu kanıtlamada descartes, bir de ortaçağ felsefesinden aldığı "ontolojik tanıtı" ele alır. en olgun biçimini anselmus'ta bulan bu tanıtlamanın klasik formu şudur: tanrı en gerçek,en yetkin varlıktır. tanrıyı bir defada varolan, bir deda da varolmayan bir şey diye düşünelim. "en gerçek, en yetkin" varolunca, gerçeklik ve yetkinlik bakımından varolmayışına göre daha fazla bir şey olur; varolmadığı düşünülürse, onun "en gerçek" ile "en yetkin " oluşundan bir şey eksilir, dolayısıyla "en gerçek ,en yetkin bir varlık" olamaz; böyle düşünmek de "en gerçek varlık" kavramıyla mantık bakımından bir çelişme olur. ama "en gerçek varlığın varolmaması" düşüncesi mantık bakımından çelişik ise, bunun karşıtı, yani tanrının varolduğu düşüncesi mantık bakımından zorunludur; öyleyse tanrı vardır. ... tanrının varoluşunun böylece kanıtlanması, descartes'in geri kalan şüphelerinin de ortadan kaldırılmasında bir kaldıraç rolü oynayacaktır.
-
KÜRESELLEŞEN SORUNLAR KARŞISINDA KANT ETİĞİ
YÖNTEME HAYIR-ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ Burada Feyerabend 'ın görüşlerini özetlemeyeceğim; çevirdiğim yapıtı, onun başyapıtı, anlatımı yer yer çetrefilleşse de, yeterince açık yazıyor, okur kitabın tümünü okuduğunda, Feyerabend 'ı tanıyabilir. Çağdaş felsefedeki yeri konusunda da konuşmak istemiyorum; okur, Feyerabend'ın hesaplaştığı görüşlerden, felsefecilerden bunu çıkarabilir. Karl Paul Feyerabend , 1924'de Viyana'da doğmuş. Felsefeye geçmeden önce, matematik, fizik, astronomi, tiyatro ve opera çalışmış. Şimdi, Kaliforniya (Üniversitesi, Berkeley ve Zürih'teki Federal Teknoloji Enstitü'sünde bilim felsefesi profesörü. Son kitabı (1987), 'Elveda Akıl', (Farewell to Reason) kültür farklılıkları ve değişimleri üstüne yazdığı yazıları içeriyor. Kitabı niçin çevirdim; kitabın dünya ve Türk kültüründe etkileri ne olabilir? Bilimin sınırları, etkileri, siyasal, kültürel yaşamımızdaki yeri konusunda, doğa bilimleriyle, Avrupa kültürüyle, sanatla, toplumbilimiyle sıkı ilişkiler içinde olan Feyerabend, Popper 'in etkisinde yaşayıp onu aştıktan sonra, sonuca varıyor: Ne olsa gider!. Bilimin diğer kültür yapıları, insan yaratımları, düşünceleri içinde ayrıcalıklı yapısı yoktur. Bilimi gereksiz yere abartmak, bizi katı görüşlülüğe, bilim bağnazlığına götürebilir. Bilim değişik kültürel etkinliklerle birarada işlevini sürdürmelidir. Bu görüşler, Amerikan-İngiliz felsefesinin 1950'lerin sonlarına dek etkilemiş mantıkçı pozitivist okulu sarsmış; Gadamer, Wittgenstein, Austin, Searle, Kuhn, Derrida, Rorty ile gelen çoğulcu anlayışın ortaya çıkışına katkıda bulunmuştur. Batı felsefesi, 'görecelik' ve 'nesnellik' arasındaki çatışmayı aşmaya çalışan tartışmalar geliştirmektedir. Bu anlamda Batı Felsefesi, tarihinde çok önemli bir geçişi daha yaşamaktadır. Nesnelliğin mutlaklaştırılıp dondurulmasından kurtulmak, ama göreceliğin belirsizliğine düşmemek istemektedir. Özellikle bilimin, dilin yapısının incelenmesi, Batı insanını böylesi zor bir sorunla karşı karşıya getirmiştir. Feyerabend 'ın anarşizmi oldukça eleştirilmiş, aşılmaya çalışılmıştır. Burada, Feyerabend'ın bilime yönelttiği eleştiriyi anlamak gerek. Kültürün dondurulması, tek yönlü, birörnek biçime sokulmasına karşı çıkıyor, Feyerabend. Söyledikleri yeni değil, bir bakıma, daha 1920'lerde Whitehead; Science and Modern World (Bilim ve Modern Dünya) adlı yapıtının son bölümünde, sahip olduğumuz değerlerin korunması için, yaratıcılığın zorunlu oluşunu vurgulamıştı. Tutucu biri bile, değerlerini elinde tutabilmek için değişmek zorundadır. Yaratıcılık, kokuşmamak, ortadan kalkmamak için, kültürümüzü sürdürebilmek için gereklidir. Bu da, yaratıcılığa olanak sağlayan eleştiri ruhuyla, eleştiri ortamının zenginliğiyle, dıştan müdahelelerle zedelenip, yıpratılmamasıyla olanaklıdır. Bugün kültürümüzde, değişik nedenlerden dolayı, çok sesliliğin sağlanamadığını, özgün çalışmalarla gelişen bir ortamın henüz yeterince oluşamadığını görüyoruz. Eldeki kitap, bu açıdan, Türk aydınının ufkunu genişletmekte önemli olabilir: Üstünkörü, irdelenmemiş, önyargılarla yanlış anlaşılabilir bu kitap: Bilim düşmanlığı savunulmuyor burada: Bilimin sınırlan, yeri yurdu, ortaya konuyor, tartışılıyor. Bilimde yaratıcı olabilmiş, bilime katkıda bulunmuş Batılı insan için anarşizmin bir anlamı var: Zincirlerinden kurtulmaya çalışıyor. Kör bilimciliğin tehlikelerini görüyor. Feyerabend, deyim yerindeyse, bilimi 'ti'ye alıyor, yer yer bir kara mizah yapıyor bilim üstüne. Buna hakkı var: Bilimi tanıyor, bilim tarihi üstünde ayrıntılı, kapsamlı çalışmalar yapmış, son gelişmeleri üstüne yabana atılmayacak görüşler ileri sürmüş: Ukalalığım bağışlansın: Bilimin bir yığın canalıcı, teknik ayrıntılarına girmeden, onlar üstünde kafa patlatmadan, tez elden, tepkisel olarak, kimbilir hangi kaygılarla, bilim düşmanlığı yapmak, Türk kültüründe tehlikelidir derim. (Bilim şakşakcılığı da onun kadar tehlikelidir!) Türk aydını, Tanzimattan bu yana, Batıyla olan hesaplaşmalarında, kalıpçı düşüncelerden taklitçilikten, papağanlıktan kurtulmalıdır. Unutmamalı ki, bilim düşmanlığı da Batıdan devşirdiği bir görüş olur, eğer kendine Özgü tartışmalarla, yaratıcı ürünlerle, kendi görüşünü pekiştiremezse! Feyerabend 'dan öğreneceğimiz çok şey var: İlki, onu körü körüne taklit etmemeli, düşüncelerinin kaynaklarına gitmeden (Çağdaş bilime, bilim tarihine, bilim felsefesine), 'demek, bilimin herhangi bir kültürel yaratıma göre ayrıcalığı yokmuş' deyivermek, kültürümüzde, bir kokuşmayı, durgunluğu başlatabilir. Kültür anarşizminin bir kargaşaya yol açabileceği tehlikesine karşı, Feyerabend , insanın sinir sisteminin buna dayanıklı olduğunu söylüyor. (Giriş bölümü sonu) Ona göre, öyle bir an gelecektir ki, akıl yine yardıma çağrılacaktır; ama henüz o an gelmemiştir. Şimdi soru: Türk kültürü öyle bir tutumu kaldırabilecek midir? Üstelik, 'anarşizm' sözü, Feyerabend 'ın düşüncelerini enine boyuna anlama zahmetine girmeyen birçok sözde aydının tüylerini diken diken edecektir. Bir çevirmen ukalalılığı daha: anarşizm, sayıpta erk yokluğu, yöneten, iktidar yokluğu demek, Feyerabend'ın gözünde: Kişinin kendi kendisinin efendisi olması, kültürün hiçbir diliminin diğerine egemen olmaması demek; böyle bir düzen demek. Türk toplumu, son zamanlarda geçirdiği acı deneylerden dolayı 'anarşizm' sözünden ürkmektedir. Sorun bence şurada: Anarşizmin ne olduğunun anlaşılması, bu kavramın üzerine korkusuzca yürümekle olanaklıdır. Bir anarşist olarak Feyerabend, zamanı gelince akla başvurabileceğimizi kabul ediyor. Ben diyorum ki, aklın yardımıyla, aklın sınırlarının üstüne üstüne gidelim. Deyim yerindeyse, 'aklın akıncıları' olmayı başarabilelim. Yoksa, farklı görüşlere kapalılık , kültürümüzü kokuşmaya götürür. Neye inanırsak inanalım, inandığımızın dışında olanın farkına varalım: Kendi gözlerimizle, ufkumuzu açık tutarak, sınırımızı görelim. Bu anlamda, anarşist bilim anlayışı, iyice anlaşılır, dayandığı kaynaklar tarih içinde değerlendirilirse, onun korkulan anlamıyla, insanların birbirlerini boğazladığı bir anarşizm olmadığı görülür. Yunusların, Mevlânâların hoşgörüsüne sahip Türk insanına yakışır bir kültürün oluşturulmasına katkıda bulunabilecektir. Türk insanı, Batının Feyerabend ile ulaştığı bu aşamada, kendi Öz değerlerini ararken, kendini farklı düşüncelerin sağlayabileceği ufuk zenginliyle donatıp, hızla değişen çağımızda, nasıl bir dünyada yaşaması gerektiğini sürekli sorgulamalıdır. Feyerabend 'ı Türk okurlarına bu önemli kitabıyla tanıştırdığım için sevinçliyim: Çılgınlığı hak etmiş bir çılgındır o: Uçlarda dolanmanın ne büyük bir emek gerektirdiğini görsünler, akıllı olmayan insanların, farklı düşünceleri, enine boyuna incelemeden kolaya kaçan insanların, uçta görünen düşüncelerine saygı duyulamayacağını anlasınlar.
-
KÜRESELLEŞEN SORUNLAR KARŞISINDA KANT ETİĞİ
KÜRESELLEŞEN SORUNLAR KARŞISINDA KANT ETİĞİ Ölümünün üzerinden 200 yıl geçmiş olmasına karşın Kant felsefede bugün de güncelliğini koruyor. Düşünceleri, ona ilişkin söylenenler, ona yöneltilen eleştiriler ve karşı eleştiriler bugün de felsefe tartışmalarının odağında yer alıyor. Onun felsefe tarihindeki yeri konusunda felsefeciler arasında bir görüş birliği olduğu bile söylenebilir. Ama bundan, günümüz felsefesinin Kant’ın yolunu izlediği sonucu çıkarmak yanlış olur. Neredeyse bunun tam aksini söylemek bile mümkün: Bugün Kantçı olmak ya da onun çizgisinden giderek felsefe yapmak neredeyse yadırganan bir durum. Kantçılar ya da onun çizgisinde felsefe yapanlar onu eleştirerek ya da ona karşı çıkarak felsefe yapanlardan çok daha az. gibi filozoflara dayanılarak ya da dayanıldığı düşünülerek yapılan Kant eleştirileri, Kant anlatımlarından çok daha fazla ve etkili. Kant’a yönelik eleştirilerin, onu çağımızın yaşadığı kimi siyasal, teknolojik ve etik sorunlardan sorumlu tutmaya kadar varabildiğini de görüyoruz. Özellikle postmodern denilen düşünürler Kant’ı ve onunla özdeşleştirdikleri “modernizm”i ya da “aydınlanmadüşüncesi”ni bugün yaşanan kimi olumsuzlukların ana sorumlusu olarak görüyorlar. Bu düşünürler, teknolojinin yol açtığı çevre sorunlarından, çağımızda yaşanan soy kırımlara ve diktatörlüklere kadar birçok sorunun “modernizm”in ya da onun temelinde yatan ussallığın kaçınılmaz bir sonucu olduğunu düşünüyorlar. Tüm bu eleştirilere karşın, Kant’ı yine de önemli veya vaz geçilmez kılan şey, onun teorik ve pratik felsefeye ilişkin söylediklerinin felsefede bir dönüm noktası ya da “Kopernikosçu bir devrim” oluşturmuş olması. Bu nedenle hem onu sert bir biçimde eleştirenler hem de onun yolunda yürüyenler onun düşüncelerini görmemezlikten gelemiyorlar. Onun teorik ve pratik akla ilişkin düşünceleriyle hesaplaşma, yeni yollar açmanın, yeni düşünceler geliştirmenin bir önkoşulu gibi. İşte bu nedenle Kant’ın düşüncelerinin felsefede önemli bir dönüm noktası olduğunu söylemek mümkün. Onun söylediklerini benimseyerek veya eleştirerek ama onun çizgisinde felsefe yapanlarla, ona köktenci bir biçimde karşı çıkanların üzerinde uylaştıkları tek nokta da bu belki. Immanuel Kant’ın felsefesine ilişkin bu genel saptamalar onun etiği içinde geçerli. Üzerinde yoğun tartışmaların bugün de sürdüğü bir görüş Kant etiği. Farklı anlama biçimlerinin yan yana varolduğu, ezbere ve toptancı değerlendirmelerin ciddi değerlendirme ve eleştirilerden çok daha fazla olduğu, bu nedenle de övgülerden ziyade eleştiri oklarının kendisine yöneldiği bir etik görüşü bu. Öte yandan ona şu ya da biçimde göndermede bulunmayan, onu yürüttüğü tartışmada hiç hesaba katmayan bir etik yazısına rastlamak da oldukça zor. Ona en karşıt konumu oluşturan ya da oluşturduğu düşünülen Yararcılık ve Analitik Etik gibi etik görüşler bile onunla ilgi kurarak ve onda gördükleri yanlışlardan yola çıkarak, ondan farklılıklarında kendilerine bir temel, bir varlık dayanağı bulmaya çalışıyorlar. Tartışım (Diskurs) Etiği (Karl Otto Apel ve Jürgen Habermas) ve Değerler Etiği (Max Scheler ve Nicolai Hartmann) gibi Kant etiğine nispeten daha yakın duran etik görüşler ise onda önemli buldukları yanlar kadar ona yönelttikleri eleştirilerle ya da onda buldukları yanlışlıkları dile getirerek kendi yollarına gidiyorlar. Bugün yaygın etik tartışmalarının bir tarafinda hep Kant etiği var. “Kant mı, Aristoteles mi?”, “Kant mı, Hegel mi?” sorusu, etikte bugün de yaygın bir biçimde soruluyor. Hegel’in Kant etiğine eleştirileri dile getirilerek ya da Hegel’e ve Aristoteles’e dayandırılan bakış açılarıyla Kant etiği eleştiriliyor. Max Weber’in zihniyet (niyet) etiği ile sorumluluk etiği arasında yaptığı ayrıma dayanarak, Kant etiği ve benzeri etiklerin salt bir zihniyet (niyet) etiği olduğu söyleniyor. Onun eylemin sonucunu hiç dikkate almadığı, bu nedenle de bir sorumluluk etiği olmadığı iddia ediliyor. Deontolojik etik sayılan Kant etiği teleolojik etiklerin karşısına konuyor. Doğanın ya da canlılığın da bir yeni bir etik sorumluluk kategorisi sayılmasıyla, etiğin Kant’ta olduğu gibi insan varlığıyla sınırlandırıp sınırlandırılmayacağı sorgulanıyor. Bugün etikte insanmerkezcilik ya da etiğin insanmerkezci mi yoksa canlımerkezci mi olacağı sorusu, önemli tartışma konuları arasında yer alıyor. Kısaca yaygın etik tartışmaların bir ucunda hep Kant etiğiyle ya da Kantçı etik düşüncelerle karşılaşıyoruz. Bu nedenle Kant’ın düşüncelerinin şu ya da bu biçim de yer almadığı bir etik tartışmaya rastlamak biraz zor’. 1. Kant Etiğine Yöneltilen Eleştiriler Bu yerine karşın bugün Kant etiği aynı zamanda çok ciddi eleştirilerle de karşı karşıyadır. Onun taşıdığı “metafizik” yanları nedeniyle köklü bir dönüşüme gereksinimi olduğunu söyleyenler (K. O. Apel ve J. Habermas) olduğu gibi, günümüzün küreselleşen etik sorunlarının Kantçı bakışla çözülemeyeceğini, bu sorunların tümüyle yeni bir etik oluşturulmasını gerektirdiğini söyleyenler (H. Jonas) de vardır. Bu eleştiriler onun kimi —metafizik sayılan— dayanaklarına yöneldiği gibi, onun nitelik değiştiren çağın etik sorunlarına karşı çaresiz kaldığı noktasına da dayanabilmektedir. Kimi zamansa bu ikisi birlikte eleştiri konusu olabilmektedir. Ama bugün de Kant, gerek onu eleştirenlerince gerekse onun etiğini etik tarihinin dönüm noktalarından biri olarak görenlerce, bir başvuru noktası olmayı sürdürmekte. Her iki karşıt etik doğrultusu da onun görüşlerinde kendileri için önemli ipuçları bulmakta. Günümüzün Normatif Etik denilen görüşlerin ilke olarak benimsedikleriyle Kant etiği arasında kimi örtüşmelerin olduğu söylenmekte. Faydacı etik ve (Hare ve Singer gibi) evrenselleştirme ilkesi savunucularının, Rawls ve Kohlberg’in, Apel ve Habermas’ın, Erlangen Okulu ’nun yaptığı gibi, Kant etiği de etikte göreceliğe, kuşkuculuğa ve dogmatizme karşı çıkmakta. Kant da ahlaksal yargı vermenin ve eylemde bulunmanın kişisel duygu veya rastgele karar verme meselesi olmadığını, ayrıca toplumsal-kül türel uylaşımlarla da ilgili olmadığını düşünmekte. Tam tersine ona göre, ahlaksal eylem alanı yükümlülükler alanıdır. Kant en yüksek ahlak ilkesi temelinde tartışmayı sürdürür. İşte bu noktada çağdaş etik büyük oranda Kant etiğinden ayrılır: çünkü onlar ahlak ilkesinin tam olarak belirlenmesi konusun da Kant’ın görüşünü paylaşmazlar. Kant’ın tezlerine karşı kendi tezlerini ortaya koymaya girişirler. sonuçta Kant etiği ona karşı çıkan etik görüşlerinin de çıkış noktasını oluşturmuş olur. Kant etiği çoğu zaman filozoflar tarafından bile bütünlüğünden koparılarak anlaşılmaya çalışılmış, bu bütünlüğünden kopuk okumalar da ona kimi haksız eleştirilerin yöneltilmesine yol açmıştır. Örneğin Schiller ve Benjamin Constant, Kant etiğinin çok sert ya da kuralcı bir etik olduğunu söylemişler; Hegel’den bu yana ise onun —Aristoteles etiğinde olduğu gibi— bir praksis kavramına sahip olmadığı; Kant’ın pratik aklının sadece pratik niyetlerin hizmetine sunulmuş teorik akıl olduğu; Kant etiğinin tartışmalı iki dünya öğretisine dayandığı, bu nedenle eylemin birliğini kavrayamayacağı söylenegelmiştir. Yine Hegel’den bu yana onun öznel olduğu, tarihselliği bir yana bırakan bir salt “gereklilik etiği” olduğu ileri sürülmüş; Max Scheler ise Kant etiğini zihniyet (niyet) etiği (Gesinnungsethik) olarak niteleyerek Nietzsche ve Husserl’den hareketle onun formalist olduğunu savlamıştır— onun bu tezleri Nicolai Hartmann tarafından daha da ileriye götürülmüştür. Hatta Kant’ın ödev etiğinin “Prusya tarzı itaat” düşüncesinin sorumlularından birisi olduğu da söylenmiştir. II. Eleştiriler Karşısında Ana Çizgileriyle Kant Etiği İnsandaki otonomiyi (özerkliği) ve özgürlüğü etiğinin temeline koyan bir etik görüşün, “itaat”in filozofu olarak nitelenebilmesi, Kant etiğinin ne kadar farklı ve sorunlu an-lamalara maruz kalabildiğinin açık bir göstergesidir. Kant’ın etiğinde yapmak istediğiyse, etik alanında aklın nasıl pratik olabileceğini, kendi adlandırmasıyla bir “ahlak metafiziğinin” “bilim olarak metafiziğin” nasıl olanaklı olduğunu göstermektır. Etik alanında aprio ri, yani genelgeçer ve zorunlu bir yargının, doğa yasası benzeri bir yasanın varlığına işaret eder. Ahlak alanında yasalılığı olanaklı kılan bu yasa, onun “ahlak yasası” adını verdığı yasadır “Iyi”nin ya da “iyi ısteme”nin ne olduğunu belirleyen de bu yasadır. Başka bir deyişle, neyın iyi olduğuna ancak bu yasaya göre karar verilebilir, —daha önceki filozofların hep yapmaya çalıştıkları gibi— yasadan önce neyin iyi neyin kötü olduğu söylenemez. Kant bır anlamda bu bağlantıyı tersine çevirir. Bir isteme “iyi” olduğu için yasaya uygun değil, yasaya uygun olduğu için “iyi”dır. Etik bu yasayı, özgürlüğün yasalarını konu edinen bilgi dalıdır, Kant’a göre. ‘Ahlak yasası, gerçekte, özgürlük aracılığıyla nedenselliğin yasasıdır, dolayısıyla duyularüstü bir doğanın olanağının yasasıdır” (Kant 1994:54) ve bu yasa “herkese, hem de tam olarak kendi kendine uymayı buyurur... [ ahlaklılığın kesin buyruğunu yerine getirmek, her zaman herkesin elindedir.” (Kant 1994:42). Herkes kendinde taşıdığı bu olanağı gerçekleştirebiilir, eylemlerinin temelinde yatan istemelerinin belirleyicisi, kişinin kendi arzu ve eğilimleri yerine, ahlak yasası olabilir; istemeyi, istenen şey yerine bu yasa, yasanın biçimi belirleyebilir. Başka bir deyişle, kişi her defasında, kendi istemesinin temelinde yatan öznel ilkenin(maksimin), genelgeçer bir yasa olmaya elverişli olup olmadığını sınayabilir, “herkes bu maksime göre hareket ederse bu maksim ayakta kalabilir mi?” diye sorabilir. Akıl sahibi bir varlık olarak insan istemenin öz yani istemesinın kendisinin yasa koya bilme olanağını kendisinde taşır. Bu ise istemenin öznel ilkesinin saf akıl tarafından ya da ahlak yasasının sırf biçimi tarafından belirlenebilmesini olanaklı kılar. İşte bireylemi ahlaklı kılan da budur, yani eylemin temelinde yatan istemenin, herhangi bır içerik tarafindan değil de, ahlak yasasının sırf biçimi tarafından belırlenmesidir. İsteminin bu ilkeye uygun olmasıdır: “Öyle eyle ki, senin istemenin öznel ilkesı aynı zamanda hep genel bir yasa koymanın ilkesi olarak geçerli ola— bilsin”. Kant, pratık aklın temel ya sası dediği ahlak yasasını böyle dilegetirir. “Burada kendi başına pratik olan saf akıl doğrudan doğruya yasa koyucudur. İsteme, deneysel koşullardan bağımsız, dolayısıyla saf isteme olarak, yasanın sırf biçımi tarafından belirlenmiş olarak düşünülmektedir ve bu belirleme nedeni bütün maksimlerin en üs tün koşulu olarak görülmektedir.” (Kant 1994: 35). Ahlak yasasını kesin buyruk olarak da şu biçimde ifade eder: ‘Ancak aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin öznel ilkeye göre eylemde bulun!” Kişinin —eyleminin arkasında yatan— istemesinın öznel ilkesi ancak bu nitelikte ise o eylem ahlaklı, özgür bir eylemdir. Kısaca Kant etiği istemeyi merkeze alan, bir eylemin ahlaklı olup olmamasını, o eylemin arkasındaki istemeye, daha yerinde bir deyişle, istemenin maksıminde (öznel il kesinde) gören bir etik görüşüdür. Eğer eylemin temelinde yer alan istemenin maksımı —yani isteme nin dayandığı öznel ilke— genel- geçer bir yasa olabilecek nitelikte ise o eylem ahlaklı bir eylemdir. Bu da ancak istemeyi belirleyen şeyin ıstenen şey değil de, yasanın biçimi olması durumunda, yani istemeyi ahlak yasasının —“öyle eyle ki, senin ıstemenin öznel ilkesi hep aynı zamanda genel bir yasa koymanın ilkesi olarak geçerli olabilsın”— belirlemesi durumunda gerçekleşir. Başka bir deyişle, eylemlerimizin arkasında yatan istemelerimiz bu nitelikte ise o eylemlerimiz özgür ve ahlaklıdır. Böylece Kant bize ahlaklılığın bir ölçütünü sunar; ama bu ölçüt eyleme değil, eylemin arkasında yatan istemeye ilişkindir. Bu nedenle bize ne yapacağımızı söylemez, buna karar vermek her zaman tek tek kişilerin işidir; bu etiğin bize söylediği ah laklı bir eylemin temelinde yatan istemenin öznel ilkesinin nasıl olacağıdır. Kısaca hakkında konuşulan şey eylem değil, istemedir; söz edilen şey de eylem ilkesi değil, isteme ilkesidir. III. Kant Etiğine Yönelik Eleştirilere Karşı Eleştiriler Bu nokta Kant etiğinin yanlış anlaşılmasına yol açan yanların başında gelmektedir. Birçokları “Öyle eyle ki” diye başlayan ahlak yasasının eyleme ilişkin bir belirlenimde bulunduğunu düşün müşler; “senin istemenin öznel ilkesi...” diye başlayan ikinci kısmı dikkate almamışlardır. Hatta kimi başka dillere çevirilerinde ahlak ya sası “öyle eyle ki eyleminin insanlık için genelgeçer bir yasa olmasını isteyebilesin” biçiminde çevrilmiş ya da anlaşılmıştır. “Önce sol ayak kabı bağını bağla”, “yalnızsan, ka ranlıkta ıslık çal” gibi buyrukların, kategorik buyruğa göre bakıldı ğında, bir ahlaksal ödev olduğunu söyleyen W. K Frankena’nın Ethics adlı kitabında yaptığı gibi, ahlak yasası alaya alınmıştır. Kimileri kesin buyruğu, eylemin ahlaklılığı yerine ödeve uygunluğunun, yani legalitenin sınanma ölçütü olarak görürken; kimileri Kant’ı ödeve uygun eylemlerde eyleme katılan ların mutluluğunu tümüyle ihmal etmekle, yani insanın iyiliğini göz ardı etmekle suçlamıştır. Bunlann dışında, kimileri (Hoerster) ise ke sin buyruğun saf bir akıl buyruğu olduğunu yadsıyarak, onun yal nızca deneysel-pragmatik bir ilke olduğunu savlamışlardır. (Höffe1983: 181). Eylem ilkelerinin genelgeçer olamayacağı saptamasından hare ketle de Kant’ın “yalan söyleme”ye ve “intihara” ilişkin söyledikle rinin yanlışlığını göstermeye ça lışmışlardır. “Hiçbir koşulda yalan söyleme” maksiminin Kant’ın katı ahlakçılığının bir göstergesi olduğu iddia edilmiştir. Gerçekten de Fran sız yazar ve siyaset adamı Benjamin Constant’la giriştiği tartışmada Kant, suçsuz bir kişiyi yakalamaya çalışan kişilere dahi yalan söyleme hakkı diye bir hakkın olamayacağını söy lemektedir (Über cin vermeintes Recht aus Menschenliebe zu lü gen, 1797). Böyle bir hakkın kabul edilmesinin her türlü toplumsal ilişkiyi ya da sözleşmeyi olanaksız kılacağını, çünkü her sözleşmenin temelinde güvenilirlik veya içtenli ğifl yattığını düşünür. Ama burada daha bu ifadenin yer aldığı yazının başlığının da gösterdiği gibi, konu bir hukuk sorunuduı ahlak soru nu değildir. Ahlak sorunu ise bu tartışmada ayraca alınmıştır. Kant hukukta da bazı ayrıksı durumla rın olabileceğini, bu tür durumlar da bu ilkeye aykırı hareket etmenin ceza dışı (cezadan muaf) olmasa da, ceza vermeyi gerektirmediğini ileri sürer. IV. Çağın Etik Sorunları Karşısında Kant Etiği Hans Jonas ve Karl-Otto Apel’in Kant ve benzeri etik bakışlara yö nelttikleri eleştirilerinin başında ise Kant etiği türünden etiklerin çağın etik sorunlarıyla başa çıkamayacağı sayı gelmektedir. Insan eyleminin yapısının değişmiş olması, bunun sonucu olarak doğanın da yeni bir sorumluluk kategorisi olarak gö rülmesi, onları zihniyet ya da niyet etiğine dayanan ve eylemin sonuç larını hiç hesaba katmayan Kant etiği türünden etilderin, bugünkü dünya sorunları karşısında çaresiz kalacağı düşüncesine götürmüş- tür. Zihniyeti ya da iyi niyeti esasalan, kişinin yakın çevresiyle sınırlı kalan bir “mikro- ya da meso-etiğin” çağın küreselleşen sorunlan karşısında başarısız kalacağı düşü nülmüştür. Küreselleşen sorunlar etiğin de küreselleşmesini, yani bir küresel ya da makro etiğin ge liştirilmesini gerektirmektedir. Bu makro etikse yalnızca “komşunu sev sev!” olarak genelleştiren, küçük gruplar ara sındaki ilişkileri —aile ve komşuluk ilişkilerini— düzenleyen geleneksel dinsel ve etik normlara dayanan bir etik değil, tartışımla ulaşılan ve bir görüş birliğine dayanan daha genel normları temele alan bir etik olmak durumundadır. Apel’i böyle bir etik düşüncesine götüren şeylerin başında ise bugün toplumsal ve siyasal ilişkilerde etik bakış yoksunluğuna ilişkin saptaması gelmektedir Günümüzde gerek ülke içi siyasal ve toplumsal sorunlara ilişkin tartışmalarda, gerekse uluslararası ilişkilerde te mel belirleyici, etik duyarlılık değil çıkarlar olmaktadır. Herkesin ya da her devletin kendi çıkarlarını korumaya çalışması; sonuçta etik sorunların olması, etik bakışın bu sorunlara yöneltilmemesi de doğal karşılanmaktadır.Apel’in bugün yaşanan sorunları ele alışta etik bakış eksikliğine ilişkin bu saptaması sorunlarla baş etmede çıkış noktası oluşturmak tadır. Sorununun saptanmasının çözüme giden ilk adımın atılması anlamına geldiği düşünülürse, çağın etik sorunlarını konu edinenlerin öncelikle farkına varmaları gereken şeyin bu olduğu görülür. Tartışılması gerekense, Kant etiğinin ya da bu türden bir etiğin bu etik sorunları gidermedekı yeridir. Kişiye seslenen, kişinin eyleminin ahlaklı olması için bir ölçüt getiren Kant etiği toplumsalya da siyasal sorunlar söz konusu olduğunda neden yetersiz kalmak- ta ya da kaldığı düşünülmektedir? Sorunların çözümünün uzmanlık gerektirmesi ve tek kişinin kendi başına başa çıkamayacağı kadar kapsamlı ve karmaşık olması, Kant etiği ve benzeri etikleri bu sorunlar karşısında neden çaresiz bıraksın? Bir kişinin ya da bir grup insanın siyasal kararlar verme konumunda olması ve kararların sonuçlarından gelecek nesillerin de etkilenmesi, onların eylemlerinin ahlaksallık ölçütüne vurulmasını neden engellesin? Kendi başlarına ya da danışma veya tartışımla insanlığın —hatta tüm canlı cansız doğanın- geleceğini etkileyen kararları ve renler de sonuçta tek tek kişilerdir. Bugün küresel ısınmayı yavaşlat maya yönelik Kyoto Antlaşması’nı imzalamayanlar da ülkeler değil, o ülkeleri yöneten tek tek kişilerdir. Sıradan insanın komşusunu ya da yakın çevresini etkileyen eylemi nasıl ahlaklı bir eylem olabiliyorsa, aynı şekilde bir ülkeyi ya da dün yayı —dünyadaki süper güçleri— yö neten insanların siyasal kararları ve eylemleri de ahlaksallık ölçütüne göre değerlendirilebilir. Hem de eylemin sonucuna değil, bu tür eylemde bulunurken yöneticilerin dayandıkları öznel ilkelerin nite liklerinden hareketle bu yapılabi lir. İstemeyi çıkarların belirlediği, eylemde bulunanın kendisinin ya da içinde bulunduğu grubun çıkarlarını korumayı isteyen bir eylemin ahlaklı bir eylem olaca ğından, insanın değerine zarar vermeyeceğinden kim söz edebilir. Bu tür eylemler değil midir Apel ve Jonas’ın şikayetçi oldukları eylem ler? Dünyayı günden güne daha yaşanılmaz yer haline getiren, tüm canlıların yaşamını tehlikeye atan gelişmeler, çıkara ya da ben sevgi sine dayalı kararların ve eylemlerin sonucu değil midir? Bu tür eylemlerin, Jonas ve Apel’in dediği gibi etkilerinin uzun erimli ve küreselhale gelmesinin bir sonucu değil midir bugün yaşadığımız çevresel sorunlar? Apel’in çıkış noktasını oluşturan sınıflar ve uluslararası ilişkilerde etik bakış eksikliği, 15u ilişkileri belirleyen şeyin “çıkar” olması değil midir? Bu nedenle eylemin ahlaklılığına ilişkin aşıl ması güç bir ölçüt getiren Kant etiğine bugün, yeryüzündeki canlı yaşamının olası sonundan söz edildiği, bunun da insanın eylem olanaklarının çok gelişmiş olmasına bağlandığı bir dünyada her zamankinden çok daha fazla gereksinim vardır. Kant etiği her tek durumda doğru değerlendirme yapmayı sağlayamasa da her tek durumu ya da eylemi değerlendirmede aşılamayacak bir ölçüt sunmakta dır bizlere: Eylemin iyi istemeye dayanması, yani kişinin kendine ve başkalarına insan olarak davran mayı amaçlaması. Kendisi amaç olarak var olan insan —çünkü “akıl sahibi doğa, kendisi amaç olarak vardır”—, kendine ve başkalarına karşı eylemlerinde amaç olmayı korumak durumundadır. Kant bunu pratik buyrukta şöyle dilegetirir: “her defasında insanlığa, kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de, sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun.”
-
İslam Felsefesi
FÂRÂBÎ'NİN AHLÂK FELSEFESİ Sunar YAZICIOĞLU -------------------------------------------------------------------------------- Ahlâk, belli bir devirde, bir topluluk ya da bir kişi tarafından gerçekten uygulanmış ya da az çok kabul edilmiş davranış kurallarının tümüne denir, ve ahlâk felsefenin bir bölümünü oluşturur. Ahlâkı bu şekilde belirledikten sonra büyük Türk ve İslâm filozofu Fârâbî'nin ahlâk felsefesini incelemeye geçelim. Önce kısaca bu felsefe adamının kim olduğunu tanımakla işe başlıyalım. Asıl adı, Muhammed bin Turhan bin Uzluğ bin Turhan et-Türkî el-Fârâbî olup Ebû Nasr Muhammed diye tanınmaktadır. 873 senesinde Türkistan'ın Fârâb şehrinde doğdu.Doğduğu yerden dolayı ona Fârâbî denildi. Aslen Türk olup babası Vesic kalesinde bir Türk kumandanıydı. Batı felsefe dünyasında Alfarabius diye tanınır. İlk öğrenimini Fârâb'da gördü. Babasının tavsiyesiyle Bağdat'a ilim öğrenmeye gitti. Burada hıristiyan filozof Ebû Bişr Mettâ bin Yunus'tan felsefe dersleri aldı. Bu arada Arapça,Farsça,Yunanca ve Latinceyi çok iyi derecede öğrenerek Aristo ve Eflâtun'un eserlerini defalarca okudu. Derinden derine bunların etkisi altında kaldı. Ebû Bekr Serâc'dan gramer ve mantık okudu .Daha sonra kendini tamamen felsefeye verdi. Bir ara Şam'a ve Mısır'a gitti. 941 senesinde Halebe giden Fârâbî orada hüküm süren Seyfüddevle Ali adlı Türk beyini tesiri altına aldı ve himaye görerek Haleb'e yerleşti. Vaktini felsefî düşüncelerini kaleme almakla geçirdi. Kitaplarını Arapça yazdı. Köse sakallı, kısa boylu olarak tasvir edilen Fârâbî aynı zamanda bir musikî üstadıydı. Kânun adındaki çalgı âletini o buldu. Ayrıca rübab denilen çalgıyı da geliştirip bugünkü haline o soktu. Bir çok bestesi vardır. Aynı zamanda hekimdi, fakat pratiği yoktu. Matematikle de uğraştı. 950 senseinde Şam'da öldü. Montesquieu, Spinosa gibi batılı filozoflar onun eserlerinin etkisi altında kaldılar. Maddî servete değer vermeyen, şöhret ve gösterişten nefret eden, ruh ve ahlâk temizliğini her şeyin üstünde tutan dinine bağlı bir insandı. İlim ve sanat adamlarına büyük değer vermesiyle tanınan Seyfüddevle, filozofa ikram ve ihsanda bulunmak istemişse de Fârâbî günlük ihtiyacını karşılayacak dört dirhem gümüş paradan başkasını kabul etmemiştir. Mütevazi bir hayat yaşamış, mal mülk edinmemiştir. (Tahsilü's-sa âde) adlı eserinde olgun bir filozofun niteliklerinden bahsederken "Öğrenim sırasında karşılaştığı güçlüklere katlanmalı, üstün bir zeka ve kavrayışa sahip olmalı, doğruluğu ve doğruları, adaleti ve âdil olanları sevmeli, onurlu bir kişiliği olmalı, altın, gümüş ve benzeri şeylere değer vermemeli, yeme içme konusunda aç gözlü, nefis arzularına düşkün olmamalı, doğruya ulaşmak için azim ve iradesi güçlü olmalıdır" der. "Filozofun yapması gereken şey kendi gücü ölçüsünde Allah'a benzemektir." derken bundan ruhi ve ahlâkî arınmanın yanı sıra filozofun fikren de aydınlanarak Tanrı gibi varlığın evrensel bilgisine sahip olmasını kasdediyordu. Buna karşılık ruhunu ve ahlâkını arındırma kaygısı taşımayan ve sadece teorik bilgilerle yetinen kimseye "sahte filozof" diyordu (Risâle fimâ yenbagî). Bununla Fârâbî antik devir filozoflarının dediği gibi "iyiyi kötüyü anlayıp Tanrı gibi olacaksınız" demek istemektedir. Fârâbî felsefe öğrencilerine de bazı öğütlerde bulunur: "Gerçeğe ulaşabilmek için her şeyden önce haz ve şehvet duygusunu yenerek ahlâkını düzeltmeli, sağlam bir iradeye sahip olabilmek için zihnî yeteneklerini geliştirip güçlendirmeli, hırs derecesinde bir istekle sürekli çalışmalı, başlıca uğraşı alanı ilim olmalıdır" der. [ İnsanın kendisiyle iyi işler ve güzel fiiller yaptığı nefsî durumlar (el-hey'ât en-nefsâniyye) faziletlerdir; kötülükler ve çirkin fiiller yaptığı nefsî durumlar ise alçaklık, noksanlık ve aşağılıklardır.] Fârâbî, evren düzeninde yer alan her varlığı ve meydana gelen her olayı sebep sonuç ilişkisi içinde yorumlamakta, onun inişli çıkışlı sisteminde bir önceki varlığı bir sonrakinin maddesi, onu da bunun sureti saymaktadır. Ancak iniş mükemmelden daha az mükemmele doğru gerçekleştiği halde çıkış mükemmel olmayandan mükemmele geçiş tarzında olduğu için zor gerçekleşmekte ve zaman almaktadır. En üstte bulunan, en salt ve en mükemmel olan "ilk sebep"(Allah) ten başlıyarak basitlik ve mükemmelliğin en alt düzeyinde yer alan ilk madde (heyûla) ye kadar inmektedir. Ay üstü âlemin ay altı âlemi etkilediğini kabul etmekle birlikte Fârâbî astrolojiye inanmamakta ve konuyla ilgili olarak kaleme aldığı (en-Nüket fîmâ yeşihhu ve mâ lâ yeşihhu min ahkâmi'n nücûm) adlı eserinde astrolojiye bağlı her türlü kehaneti reddetmektedir. Fârâbî nefsin basit bir cevher oluşunu, onun maddeden bağımsız olan kavramları algılayışından, bu işi herhangi bir organa gerek duymadan yapışından ve nihayet zıtları bir hamlede birlikte kavrayışından yola çıkarak kanıtlamakta, maddî olan bir şeyin bu aktiviteyi göstermesinin mümkün olamayacağını söylemektedir. Filozof Eflâtuncu bir anlayışla nefsi bitkisel, hayvanca ve insanca olmak üzere üç kısma ayırarak inceler. Bunlardan ilki bütün canlılarda ortak olarak bulunan beslenme, büyüme ve üreme güçlerine sahiptir. Hayvansal nefiste bunlara hareket ve algı güçleri katılır. Bu kategorideki varlıkların başlıca iki kaynağı vardır: Hoşa gideni elde etme doğrultusunda hayvanı tahrik eden istek gücü ile sevilmeyen, zararlı ve korkulu şeylerden uzaklaşmayı sağlayan öfke gücü. Algı gücü de iki kaynaktan beslenmektedir. Bunlar beş duyu, hayal, vehim, düşünme ve hatırlama gibi psikolojik güçlerden oluşmaktadır. [Nefsin (ruhun) parçaları ve melekeleri beştir: Besleyici (el-ğâzi), hisseden (el-hâsse), hayal kuran (el -mütehayyil), arzu eden (en-nüzû'î) ve düşünen (en-nâtık).] Bu konuda Fârâbî'nin ortak duyu ile hayal güçleri arasında kesin bir ayrım yapmadığı dikkati çekmektedir. Ayrıca filozof vehim gücünü hayvanlardaki içgüdü karşılığında kullanırken bu, insanlarda düşünme gücü olarak belirmektedir (el-Medînetü'l-fâzıla). Nefsin en gelişmiş kısmı olan insanca nefse ise düşünen nefis denilmektedir ve bu da akıldan ibarettir. [beden için sağlık ve hastalık olduğu gibi, ruh(en-nefs) için de sağlık ve hastalık vardır. Nefsin sağlığı , kendisinin ve parçaları (eczâ) nın durumları (hey'ât) nın, ona devamlı iyi şeyler, iyi işler ve güzel fiiller (el-ef'âl el-cemile) yaptıran durumlar olması; hastalığı ise, yine onların, ona devamlı kötülükler, kötü işler ve çirkin fiiller (el-ef'âl el-kabîha) yaptıran durumlar olmasıdır.] Fârâbî'nin ahlâk felsefesinin temelini eğitim ve iyi davranışlar, son hedefini ise mutluluk oluşturmaktadır. İnsan mutlu olmak için yaratılmıştır ve sınırlı da olsa bu mutluluğu tek başına gerçekleştirme güç ve imkânına sahiptir. Şüphesiz her insanın iradeli davranışlarının belli bir amacı vardır. Bu özellik araştırıldığında görülür ki insan daima iyi ve mükemmel olanı kendisine amaç edinmekte ve o doğrultuda hareket etmektedir. Fakat bazı amaçlar daha mükemmeli elde etmek için araç sayılırken bazıları doğrudan amaçtır ve hiçbir şeye araç olamaz. Örneğin ilaç kullanma amaç değil sağlığa kavuşmak için bir araçtır. İlim ise doğrudan amaç olacağı gibi makam, mevkî, şöhret ve servete araç yapılabilmektedir. Mutluluğa gelince, o öyle bir değerdir ki hiçbir şeye araç olmayıp doğrudan doğruya amaçtır. Çünkü insan mutluluğu elde ettikten sonra her türlü tatmini onda bulup başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaz (Fusûlü'l-medenî). Ancak bazı insanlar mutluluğu servette, bazıları maddî hazlarda, bazıları politik güçte, bazıları da bilgide arar. Fârâbî'ye göre ise gerçek ve en yüksek mutluluk bilgiyle aydınlanmaktır. Bu da insanın aklının olgunlaşıp faal akılla irtibat kurması ve evrensel bilgiyle aydınlanması olayıdır. Böyle bir mutluluğa sıradan insanlar değil ancak peygamberler ve filozoflar ulaşabilir. Şu halde bu mutluluğun gündelik dildeki mutlulukla yanî bedenî hazlarla, refah veya geçici tatminlerle bir ilgisi yoktur. Gerçek mutluluk, insan aklının maddenin hakimiyetinden bütünüyle sıyrılıp manevî bir varlık olan faal aklın feyziyle aydınlanması ve ondan pay almasıdır. [Faziletler, ahlâkî (hulkıyye) ve aklî (nutkıyye) olmak üzere iki çeşittir. Aklî faziletler hikmet, akıl, akıllılık, zeka, anlayış mükemmelliği (cevdetu'l-fehm) gibi aklî kısmın faziletleridir. Ahlâkî faziletler ise, iffet, şecaat, cömertlik, adalet gibi arzuyla ilgili kısmın (el-cüz-ü'n-nüzûî) faziletleridir.] Fârâbî'ye göre her insan, iyiliğe ve kötülüğe eşit ölçüde yatkın olarak doğar. Şüphesiz bu durum, ahlâk konusunda eğitimin ve alışkanlıkların son derece önemli olduğunu göstermektedir. Her şeyden önce ahlâk pratik bir ilim olduğu için yaparak ve yaşayarak öğrenilir. Nasıl ki herhangi bir sanat öğrenip o konuda gerekli beceriyi kazanmak için çok alıştırma yapmaya ve tekrara ihtiyaç varsa ahlâklı olabilmek için de iyi ve güzel davranışları benimseyip onları huy ve ikinci bir karakter haline getirmeye ihtiyaç vardır. Ahlâk alışkanlıklar sonucu kazanıldığına göre değişebilmektedir (Fusûlü'l-medenî). Şu halde insanın mutluluktan pay alabilmesi için kendini mutluluğa götürecek erdemli davranışları kazanma ve kazandıktan sonra da onları koruma konusunda sürekli ve ciddî çaba göstermesi gerekir. Fârâbî'ye göre çoğunlukla iyi davranış sergileyen herkes âdildir. Öyleyse davranışlarının hepsi dikkate alınmadan âdil bir kimsenin bir çok şey hakkında şahitliği geçerli sayılmalıdır. Uslu ve vakur olan kimsenin davranışlarının hepsi dikkate alınmaksızın sadece bu iki nitelik onun karakterinin nasıl olduğunu göstermeye yeter (el-Cem, özellikle Kitabü'l Kıyas) . [Adalet ,herşeyden önce, şehir halkının ortak (el-müşterke) olduğu iyi şeylerin, hepsinin arasında paylaştırılmasında ve sonra da , onların arasında bölüştürülen bu şeylerin korunmasında olur. Bu iyi şeyler güven, servet,şeref, rütbe ve şehir halkının ortak olması mümkün olan diğer şeylerdir.] Erdemli davranışın ne olduğu konusuna gelince Fârâbî Aristo gibi düşünmekte çok fazla-çok az (ifrat-tefrit) denen iki aşırı uçtan uzak, eksiği ve fazlası olmayan dengeli bir davranışa önem vermektedir. Örneğin yiğitlik, korkaklıkla/saldırganlık; cömertlik,cimrilikle/ savurganlık arasında dengeli ve erdemli birer davranıştır. [İyi işler olan fiiller, biri aşırı, diğeri eksik olduğu için her ikisi de kötü olan iki aşırı uç arasındaki orta ve ılımlı fiillerdir. Faziletler de buna benzer. Çünkü onlar, biri çok aşırı diğeri çok eksik olduğu için herikisi de aşağı olan diğer iki durum arasında nefsin orta melekeleridir. Örneğin yemekte ölçülülük, oburlukla lezzet hissinin yokluğu arasında; cömertlik, cimrilikle savurganlık arasında; cesaret, atılganlıkla korkaklık arasında; nezaket, gurur ile kendini alçaltma arasında; hayâ, utanmazlıkla sıkılganlık arasında... bir durumdur.] Ne var ki ahlâkî faziletler (erdemlilikler) söz konusu olduğunda orta yolu bulmak nisbeten kolay olsa da bilgi ve adalet gibi erdemlerde bu özellik yeterince belirgin değildir. Fârâbî bütün insanlığın sahip olduğu faziletleri teorik, fikrî, ahlâkî ve amelî (eylemsel) olmak üzere dört kategoride değerlendirir. Teorik faziletler, a priori ve aksiyomatik bilgi türlerinden başlayarak bütün teorik ilim dallarını ve varlığın en son ve en yüksek ilkesi olan Allah ile manevî varlıklar hakkında bilgileri ifade eder. Ancak halkın teorik alanda bilgileri yüzeysel olup genel kabullere dayanırken seçkinlerin bilgisi mantıkî kayıtlara dayanmaktadır. Fikrî faziletler, düşünme gücünün fert ve millet için en yararlı olanı araştırma çabasıdır. Özellikle bu erdemin ahlâkcılarda ve kanun yapıcılarda bulunması gerekir. Bununla birlikte sanatta ve pratik hayatta faydalı ve güzel olanı araştırıp ortaya koyma faaliyeti hep fikrî faziletlerin ürünüdür. Ahlâkî faziletler insanın iradeli davranışlarında her türlü aşırılıktan uzak olarak iyiyi , doğruyu ve güzeli amaç edinmesidir. Bu konuda egitimin ve öğretimin önemi büyüktür. Âmelî faziletler, insanın çeşitli sanat ve mesleklere karşı eğilimlerini geliştirerek o alanda iyi yetişmesi anlamına gelmaktedir. Fârâbî bu alanda erdemlerin gelişmesi için teşvik, rekabet ve yerine göre zorlamanın gerekli olduğunu söyler (Tahsîlü's-sa âde). Fârâbî'nin ahlâk felsefesinde son amaç mutluluk olmakla birlikte tamamen metafizik ve mistik bir kuruntudan ibaret olan bu mutluluk anlayışının insanın beklentileri ve hayatın gerçekleriyle hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Çünkü mutlu olmak için düşünce hayatının ve ahlakî faziletlerin tek başına yeterli olmayacağı tartışma götürmez bir gerçektir. Dünyevî hiçbir şeye sahip olmayan birini mutlu saymak mümkün değildir. Nitekim Aristo, bir tek kırlangıcın ya da sadece güneşli bir günün, baharın geldiğini göstermeğe yetmiyeceğini söyleyerek mutluluk olayında dost, servet,sağlık, siyasî nüfuz, soyluluk ve mükemmel bir fizikî yapıya sahip olma gibi dış faktörlerin de önemli bir payı bulunduğunu belirtir. Fârâbî ise bu gerçekleri hiç hesaba katmaz. Şüphesiz bu durum, onun mistik tavrından ve ay altı (dünya) âleminde organik ve inorganik varlıklarda ortaya çıkan her türlü aktiviteyi ne olduğu dahi bilinmeyen faal akla bağlama düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Diğer taraftan Fârâbî'nin mutluluk anlayışının İslâmdaki mutluluk anlayışıyla bağdaşır olmadığını belirtmek gerekir. Çünkü İslâma göre bir mümin için en yüce mutluluk Allâh'ın rızasını kazanmaktır. Bunun sonucunda mümin cennete ve Allah'ın cemâlini müşahhedeye nâil olacaktır. Bu da ancak ilâhî emir ve yasakları titizlikle uygulamak, ahlâkî faziletleri hayatın vazgeçilmez ilkesi saymak ve takvâ (günahtan sakınma) ölçüsünde samimi bir dinî hayat sürmekle gerçekleşir. Bu şekilde davranan kimsenin sosyal ve kültürel statüsü ne olursa olsun din onu hem dünyada hem de âhirette mutlu saymaktadır. Fârâbî'nin İslâm felsefesine etkisi büyük olmuştur. Onun kurmuş olduğu felsefî doktrin gerek öğrencileri ve eserleri, gerekse onu eleştiren düşünürler kanalıyla kısa zamanda Mâverâünnehir'den Endülüs'e kadar bütün İslâm coğrafyasına yayılmıştı.Fakat eski yunan filozoflarının, özellikle Eflatun'un ve Aristo'nun fikirlerini benimsediği için İslâm filozofları içinde ona karşı olanlar da vardır . Kim ne derse desin o batılı tarzda ilk İslâm filozofudur. Fârâbî'den geriye büyük küçük yüzden fazla eser kalmıştır. Zamanla çeşitli araştırmalara konu olan bu eserlerin bir kısmı Latince, İbranice, Türkçe, Farsca, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve Rusçaya çevrilmiştir.
-
İslam Felsefesi
Felsefenin temel konusu varlıktır. Düşünce, hakîkat ve bilgi problemleri varlık probleminden çıktığı gibi, yokluk, olumsuzluk ve hata.gibi kavramlar da varlık probleminden kaynaklanmaktadır. İslâm düşüncesi literatüründe varlık "vücut", var olan "mevcut" terimleriyle, yokluk "adem", yok olan ise "ma`dûm" terimleriyle karşılanır. FÂRÂBÎ'NİN AHLÂK FELSEFESİ Ahlâk, belli bir devirde, bir topluluk ya da bir kişi tarafından gerçekten uygulanmış ya da az çok kabul edilmiş davranış kurallarının tümüne denir, ve ahlâk felsefenin bir bölümünü oluşturur. AKIL ÜZERİNE Bilgi problemi, antikçağdan itibaren düşünce tarihi boyunca üzerinde en çok tartışılan ve çeşitli felsefe akımlarının ortaya çıkmasına neden olan problemlerden biridir. Bilginin nasıl oluştuğu ve akıl denen mekanizmanın nasıl işlediği konusu peripatetik felsefede de önemli spekülasyonlara yol açmış, başta Aristoteles olmak üzere, Theofrastos'tan İbn Rüşd`e kadar devam eden tarihi gelişim içinde hemen hemen bütün filozoflar, nefsin pasif bir fonksiyonu olarak gördükleri insan aklının, kendiliğinden bilgi üretmede yetersiz" kaldığını ileri sürerek, onun dışında ontik niteliğe sahip olan bir de aktif aklın varlığından söz. etmişlerdir. BİR İSLAM FELSEFESİ VAR MIDIR? Bu yazının amacı, genel olarak İslâm'da felsefenin varlığını tartışmaktır. Daha ayrıntılı olarak belirtmek gerekirse. İslâm'da bir felsefenin var olup olmadığı, eğer varsa onun hangi alanlarda ve hangi ana niteliklerle kendisini ortaya koyduğunu, karakteristik tarihsel ve ayırt edici özelliklerinin neler olduğunu göstermek, nihayet onun evrensel felsefe içindeki yerine ve değerine işaret etmektir.
-
Sanat ve felsefe
Estetiğin Sonu mu? Enver Ercan: • Bizim bu ayki dosyamız "Estetiğin Sonu mu?" sorusunu tartısıyor. Acaba estetiğin sonuna gelinmesi, bir anlamda son dönemlerde sözü çok edilen gerçeğin yitimi gibi bir kavramla ilişkili olabilir mi? Moderniteden postmoderniteye geçerken veya modernite sonrası dönemde ortaya çıkmış olan bu gerçeğin yitimi kavramı beraberinde estetiğin sonu da getiriyor mu? - Bu soru aslında oldukça önemli. Çünkü bizim estetik kuramını yeniden ele almamıza yol açıyor. Bu arada çok ilginç bir nokta var: Estetik kuramcıları aynı zamanda gerçeğin üstünde de düşünmüş olan kuramcılar. Bu belki fazla basitleştirici bir değerlendirme gibi gösterilebilir ama şöyle bir olgudan söz etmek lazım. Estetik bence, kimileri buna katılmayabilir ama geniş ölçüde felsefenin gerçeği sorgulama alanlarından birisi. "Gerçek nedir?" sorusuna "Güzel olan" bağlamında cevap verildiğinde aslında estetik kuramın da başlangıcına gelmiş oluyoruz. Yalnız burada ilginç bir dönüşümden söz etmek lazım. Estetiğin güzelle olan ilişkisi aslında 20. yüzyıl ortalarında, hatta bir noktada da başlarında parçalandı. Çünkü "sanat yapıtı nedir?" sorusu, "güzel nedir?" sorusunu aştığı andan itibaren biz bir anlamda estetiğin yitimini, estetiğin sonunu yaşamaya başlamıştık. Bu benim için kritik bir noktadır. Çünkü Sanatsal Gerçeklikler, Olgular ve Oteleri kitabımda da o nedenle bu konunun üstünde çok durmuşumdur. Marcel Duchamp bir pisuvarı duvara asıp onu bir sanat yapıtı olarak nitelendirdiği anda, Platon'dan beri devam edegelen estetik düşüncesi bence çok önemli bir kırılmaya uğramıştı. Bu gene 20. yüzyıl içinde, ikinci yarısında ortaya çıkmış olan bütün sanat akımlarında kendisini gösterdi. Biz 20. yüzyıl başlarından itibaren klasik estetiğin sonunu yaşamaya başladık. Bu minimal sanatla ve kavramsal sanatla da ayrıca yepyeni düzeylere ve düzlemlere taşındı. Çünkü burada artık "güzel nedir?" meselesi değil, sanat yapıtının içerdiği gerçeklik bağlamında ve soyutlanmış düzeylerde bir sorgulama söz konusuydu. 20. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış olan estetik dönüşüm ve arayış bence bu sürecin içinde başka bir boyut içeriyor. Çünkü Marcel Duchamp 'la birlikte başlayan modernist tavır, geniş ölçüde rasyonalite temelinde, ussallık temelinde oluşturulmuş bir estetiğe tekabül ediyordu her şeye rağmen, yahut bir estetik sorgulamaya tekabül ediyordu. Halbuki 20. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan ve geniş ölçüde Nietzsche 'den etkilenmiş olan belki neo-barok veya neo-romantik denebilecek birtakım açılımlar estetik yapıtının bu klasik anlamdaki ussallıktan soyutlanmasını öngördü. 0 nedenle iki şey söyleyebilirim sonuç olarak. Birincisi; gerçeğin yitimi meselesi, bu klasik ussallık ilişkisinin yitimine tekabül eden bir süreçti. Bunun doğrudan doğruya estetiğin yitimi veya sonuyla bir ilişkisi olduğunu bu anlamda kurmamak lazım. Bu itibarla ben "estetiğin sonu mu?" sorusunun bir hayli gecikmiş bir soru olduğunu varsayıyorum ve bunun 20. yüzyılın ortalarında yaşandığı kanısındayım. Nitekim bu bağlamda da özellikle Adorno 'nun katkılarını bir hayli önemsediğimi belirtmek isterim. Ikincisi; şu ussallık meselesi sadece estetiğin meselesi değil. Ussallık meselesinin yitimi, aslında modernitenin eleştirisi olarak bizim karşımıza çıktı. Modernitenin kurumlaşmaya başladığı 1789 sonrasında kendisini gösteren pozitivist modelin bir eleştirisiydi, ussallık bağlamındaki eleştiriler. Bu noktadan bakınca da, bugün eğer bir estetik sonundan hâlâ söz ediyorsak, bu bir yerde usun, aklın, her şeyin üstünde kalan totaliter yaklaşımına dönük ciddi bir eleştiri kategorisidir. Bunu hemen şuraya bağlamak istiyorum: Usun bu mutlakiyetçi tavrının nelere yol açtığını Foucault 'dan izlemek mümkün. Çünkü kurumlaşmış modernitenin akıl bağlamında, okul, hapisane, hastane, delilik düzeyinde ne tür dışlamalara yol açtığını ve ne tür "ben" teknolojilerinin üretilmesine model olduğunu Foucault bize kitapları boyunca gösterdi. Bir post-Nietzsche'ci düşünür olarak nitelendirdiğim Foucault'nun büyük katkısını şurada aramak gerekir: Foucault modernitenin temel probleminin haz duygusuyla ilişkili olduğunu bize gösterdi. Ve son kitabı olan Cinselliğin Tarihi aslında haz duygusunun bir us ve ahlak bağlamında, usa eklemlenmiş bir ahlak bağlamında nasıl yitirildiğini ortaya koyuyordu. Modernite sonrası bu eleştiri düzlemi, bize yeniden beden politikalarının keşfini getirdi ve yeni bir estetik de ancak bunun içinden ortaya çıkmaya başladı. Dolayısıyla biz bir tür yapı-sökümcü, dekonstrüksiyonist bir dönemden geçiyoruz ve bu dönem bize temel olarak mekân politikaları, kimlik politikaları ve beden politikaları bağlamında geliyor. Bunlar da klasik rasyonalitenin, Kantçı anlamda bir rasyonalitenin aşıldığı bir kat yeri olarak yansıyabilir. 0 nedenle yeni bir estetik bugün özellikle beden ve kimlik üzerinden üretilmektedir. Biz estetiğin sonu derken, aslında tekrar edeyim, bu gerçeği yeteri kadar görmüyor ve algılamıyor olabiliriz. Estetiğin yitimi aslında geniş ölçüde Kantçı, aşkınsalcı estetiğin yitimi ve estetiğin özellikle beden politikaları üzerinden sekülerizasyonuna dayanan bir süreçtir. • Peki bu anlamda eğer bir este- tik gerçeklik ilişkisi arayacaksak, bu gerçek estetik kuramında mı, yoksa sanat yapıtında mıdır? İkincisi de , acaba gerçeğin ve ussallığın yitimi bağlamında bir sekülerizasyondan veya estetiğin sekülerizasyonundan söz ediyorsak, bu siyasal olanla, pratik olanla estetik olan arasındaki ilşkiyi nasıl yeniden kurgııluyor? - Aslında bu hipotetik bir önerme ya da sorgulama. Gerçek, estetik yapıtında mıdır, yoksa kuramda mıdır? Şimdi burada klasik maddeci felsefeyle idealist felsefe arasındaki çelişkiye de geliyoruz. Gerçek eğer bizim bilincimizde, hatta bağımsız olarak doğada mevcutsa bu sorunun yanıtı bellidir. Gerçek, sanat yapıtının içindedir. Fakat ben bunun çok ilginç bir büküm meydana getirdiğini düşünüyorum. Çünkü gerçeğin ortaya koyulan sanat yapıtının içinde oluşu çok uzun bir süredir, belki, benim her şeye rağmen idealist felsefe olarak nitelendirdiğim Kantçı estetiğin de en temel sorunsallarından birisi. Dolayısıyla bu bana şunu düşündürüyor: Estetik aslında klasik maddeci yaklaşımın ötesinde bir gerçeklik olarak tezahür ediyor. Bu Marksist estetiğin temel önermelerini bir çırpıda aşmak anlamına gelmez. Ben onu özellikle değerlendiren birisiyim. Ama sanat yapıtının ve estetiğin belirleniminin madde ötesi olabileceğini de bu bağlamda vurgulamak isterim. 0 nedenle, ben bugünkü çağdaş estetik arayışın özellikle bir öznellik boyutu içerdiğini belirtmek isterim. Nitekim demin yaptığım analizde, bugün estetik duyarlılığın ve gerçekliğin, beden politikaları bağlamında belirlendiğini söylemem de buna eklemlenebilecek bir süreç. Buradan hareket edince gene estetik olanla siyasal olan arasında, siyasal praksis arasında da yeni bir döneme erişiyoruz belki. Bu da siyasal olanın gerçekle kurduğu ilişki bağlamında bizim sorgulayabileceğimiz bir olgu. Biraz daha basitleştirmek gerekirse, benim son günlerde üstünde çalıştığım bir yazıda ele aldığım konu şudur: Sanat yapıtının gerçekliği veya iktidarı acaba nerede ve nasıl teşekkül eder? Bu sanat yapıtının kendi içine mi gömülüdür, yoksa bu bir izler çevre tarafından, bir izleyen tarafından kaldırılabilecek bir şey midir? Bu sorunun özellikle içinde bulunduğumuz bu dönemde çok önemli olduğu kanısındayım. Çünkü bizim klasik estetik - siyasal ilişkisi, siyasal realitenin ve toplumsallık boyutunun, estetik yapıtını önceden belirleyebileceğini varsayıyordu. Halbuki bugün sanat yapıtının içerdiği iktidarın ve içerdiği siyasalın ancak bir okumayla elde edilebileceğini söyleyebiliyoruz. Bu da beni gene başlangıçtaki noktaya getiriyor. Yani sanat yapıtı nesnel bir gerçeklik olarak ele alınabilecek bir şey değildir. Bu önermemi çok önemsiyorum. Çünkü beraberinde şunu da getiriyor: Doğada bulunan herhangi bir nesne değildir sanat yapıtı. Sanat yapıtı, bilinçli bir edim sonunda üretilmiş olan bir olgudur, eğer nesneyse "nesne"dir. 0 nedenle bu, kendiliğindenlik boyutu içermez. Sanat yapıtı bilinçli olarak oluşturulduğu gibi, tüketilmesi, tekrar söyleyeyim siyasallaşması da ancak bilinçli bir tavra bağlıdır. Yoksa bir sanat yapıtının bilinçdışı bir si- yasal olarak ortaya çıkması çok totaliter ve çoktan aşılmış yöntemlerin veya yaklaşımların bir uzantısıdır. Bunu şuraya bağlamak mümkün: Bu bağlamda biz, okuma eylemini bugün her şeyden fazla önememek . zorundayız. Sanat yapıtının içselleştirilmesi ve bir olgu haline getirilmesi de ancak bu okuma süreciyle ilişkili olan bir şeydir. Okuma ise çok öznel bir pozisyondur. İnsan tekinin kendi varlığıyla ilişkili bir gerçekliktir. Bu bize şunu söyletiyor: Peki bu edim acaba siyasal mıdır, değil midir? Eğer kişisel olan siyasaldır önermesini, 1970'lerden itibaren feministlerin ortaya koyduğu ve belki de bütün bir siyasal kuramı yeniden ele almamızı sağlayan bu önermeyi kabul edersek, aslında bir tercihle sanat yapıtına yönelmiş ve onu kendi öznelliği içinde yeniden üretmeye kalkmış olan kişinin bu özel davranışının da bir siyasal kategori içerdiğini veya bir doğrudan siyasal edim olduğunu düşünmemiz lazım. Sonuç itibariyle bugün öznellik ve özne politikalarının, yaklaşımlarının daha önce söylediğim gibi, moderniteye karşı, modernitenin klasik otoriter yaklaşımına karşı, en büyük eleştiriyi gerçekleştirdiği bir dönemden geçiyoruz. Demek ki bugün eğer estetiğin sonundan söz ediyorsak, bu aslında klasik otoriter, sanat yapıtını sadece kendi- ne ait kapalı bir gerçeklik ve nesnellik düzlemi olarak ele alan estetik anlayışının sonu olarak görülmeli ve değerlendirilmelidir. Bu yaklaşımın ise ben bizatihi siyasal olduğunu düşünüyorum. • Son olarak bir de anti-estetik tartışmaları var. Bu konudaki yaklaşımınızı da merak ediyorum. - Anti-estetik tartışması da yeni bir tartışma değil. 80'ler 70 in başında Hal Foster bu ad altında bir kitap düzenlemişti. Bu belki de postmodern estetiğin ilk ve en etkili yapıtlarından birisiydi. Anti-estetiği ben gene bu bağlamda ele almak gerektiği kanısındayım. Yani klasik modern eleştirinin, Kantçı eleştirinin sonuna geldiğimiz bir noktadayız. Burada şuna da değinmek lazım, belki de üstünde yeteri kadar durulmayan bir şey: Şimdi bugün içinde bulunduğumuz dünyayı belirleye en önemli kavramlardan birisi demokrasi. Burada demokrasi, sadece parlamenter siyasal sistem anlamın da bir demokrasi değil. Demokrasi, çoğulculuk, etkileşim ve özneler arası bir süreç. Postmodernitenin siyasal düzeyde teşekkül ederken, üzerine vurgu yaptığı ve adeta kendisine hareket noktası olarak aldığı kavram da budur. Yani, gündelik yaşamın her noktasına, her hücresine nüfuz etmiş, bu anlamda bir demokratik süreç. Bu tabii, mutlakiyetçi iktidarların, mutlakiyetçi iktidar anlamını tepetaklak eden bir yaklaşımdır. Şimdi şunu kabul etmek lazım ki, modernist sanat neresinden bakılırsa bakılsın, anti-demokratik bir yapıya sahiptir. Ve onun içerdiği estetik ve deminden beri anlatmaya çalıştığım gibi özellikle Kantçı ve hatta bir anlamda da platonik açılımları itibarıyla son derece anti-demokratik bir boyut içerir. Halbuki anti-estetik, benim kişisel değerlendirmeme göre bu anlamdaki bir estetiğin bittiği ve daha çoğulcu, özneler arası bir etkileşime dayanan, demokratik bir süreçtir. Ona şu da eklenebilir, bugün artık biz disiplin temelinde bir süreci fazla yaşamıyoruz. Bugün disiplinler arası bir süreci yaşıyoruz. Bu da aslın- da bir çoğulcu süreç demektir. Gene anti-estetiğin içerdiği bir çoğulculuktan, bir disiplinlerarası süreçten söz etmek gerekir. Halbuki klasik modernist estetik, son derece steril, izole, içine kapalı bir estetiktir ve dolayısıyla demokratik bir tavrı daha başlangıçta devre dışı bırakır.O nedenle ben anti estetiğe ben, estetik kuramın demokratizasyonuna dayalı bir süreç olarak değerlendiriyorum.
-
Sanat ve felsefe
Anti-Estetik Hınç Estetik içler acısı durumda. Yirmi yıl önce, estetikte I keskin zevkin, özerk sanatın ve yüce yapıtın temiz kriterleri altında çeşitli toplumsal ayrımların katı gerçekliğini saklayan bir yadsıma söylemi görülüyordu. Bourdieu 'nün sosyolojisi ya da Anglosakson sanatın kültürel ve sosyal tarihi üzerine çalışmalar, sanat uygulamalarının, sanatı temsil eden nesnelerin, sanat alanındaki siyasi ve ticari isleyiş koşullarının toplumsal gerçekliğini tanımayarak, estetiği naif olanın söylemi haline getiriyordu. Bu arada "68 düşüncesi"nin çeşitli formlarına yapılan saldırı da işlerini yoluna koymadı. Estetik bir zamanlar, özerkliğinin onanması altında sanatın toplumsal gerçekliğini saklamakla suçlanıyordu. Günümüzde ise, sanat uygulamalarını felsefı söylemin spekülasyonlarına ve yeni toplumun düşlerine boyun eğdirmekle suçlanıyor. Eskiden, güzel hakkındaki yargının evrenselliği ile Kanarya Adaları'nın şarabıyla kışkırtılmış ampirik zevki karşı karşıya getiren Dr. Kant 'ın melekliğiyle eğleniliyordu. Simdi ise sanatın geleceğini yeni kolektif yaşam biçimlerinin yaratılmasına bağlayan felsefenin ya da romantik şairlerin ve avangard ressamların yararına, sanatı müsadere altına almış olan Dr. Schelling ya da Hegel 'in satanizmine üzülünüyor. Birileri estetik ütopyayı, totalizmlere yatak hazırlamakla suçluyor. Diğerleri ise ona bunalımı, ya da estetik söylemin asalaklığıyla kendi kavramının onanması içinde yok olacak derecede kemirilen bir sanatın sonunu atfediyor. Bu medyatik polemikleri kınayanlar bile sanat uygulamalarını estetik ideolojinin aylaklıklarıyla karşı karşıya getirmek için ağız birliği yapıyor. Jean-François Lyotard , Insandışı (L'Inhumain) ya da Postmodern Aktöreler'de (Moralites postmodernes) , estetik söyleme karşı resim biçeminin ya da müzik tınısının yüce kalıbını öne sürüyordu. Jean-Marie Schaeffer , bir Estetiğe Veda (Adieu â L'esthetique) bildirisinde bulunarak, romantik mutlakçılığa karşı sanat uygulamaları ve zevk yargıları üzerine araştırmayı yeniden başlatmayı amaçlıyor. Alain Badiou şiir, dans ya da sinema üzerine metinlerini, Estetiğe Aykırı Olanın EL Kitapçığı (Petit manuel d'inesthetique) başlığı altında yayımlıyor. Bu yargılar bize, sonuçta tamamen doğru olarak, şunu söylüyor: estetik, iki yüz yıldır kendini ortaya koyduğu şekliyle, nesnesi sanat uygulamalarının özellikleri ya da zevk yargısı olan bir disiplin değildir. Estetik tümüyle bir sanatı özdeşleştirme düzenidir ve tümüyle bir düşünce düzenini gerektirir. Sanat hiçbir zaman tek başına değildir: Sanatın varlığı için ressam ya da müzisyenlerin, oyuncuların ya da dansçıların ve onları seyretmekten ya da dinlemekten zevk duyan insanların varlığı yeterli değildir. Performanslarının ayrıca, orada özgül bir etkinlik dünyasını, bu özgüllüğü kanıtlayan yargıları, bu görülebilirliğe beden veren kurumlan ayırt eden bakışlara da maruz kalması gerekir. Kimileri bu gereklilikte yalnızca bir gaspın sonucunu görmek isteyeceklerdir: Estetik adı altında, felsefe -yani elbette ki kötü felsefe, ötekilerin felsefesi- sanat uygulamalarını kendi kuralına tabi tutmuş, özelliklerini bozacak düşünce güçlerini, toplumsal pratik içinde yer alma biçimlerini ya da bir siyasi yönelimi emanet ederek sanatı mutlaklaştırmıştır. Ama estetik, felsefenin yoldan çıkardığı birkaç felsefi simanın (Kant, Schelling, Hegel) ya da birkaç şiirsel simanın (Schiller, Schlegel) icadı değildir. 18. yüzyılda, eski şiirleri artık bir sanatın ürünleri olarak değil de, bir yaşam biçiminin bilinçsiz dışavurumu olarak okumaya koyulanlar felsefeciler değil, fılologlardır. Eski kudret anıtlarını ya da amblemlerini yerlerinden ya da işlevlerinden edip müze eserleri haline getiren, felsefı diktalar değil, devrimci kargaşalar ve Napolyonvari fetihlerdir. Bu yer değiştirme ve bu mahvetmenin, eski özneler ve türler hiyerarşisini kırıp öznenin yok oluşuna nasıl katkıda bulunduğu, bilinen bir şeydir. Tarihlerin eski Aristotelesvari rasyonalitesinin yerine, romanesk yazıya ve onun duyarlılığına utku kazandırarak sinema ve fotoğrafın önünü açacak yeni kadrolar ve selefler pratiğini getiren felsefeciler değildir; şu sıradan olanı betimleme biçimlerini, şiir ve tablonun görkemini kent yaşamının eğlencelerine ya da sosyal bilimin gösterilerine yaklaştıran geçici ve anlamlı olanı algılama tarzlarını; ya da şu mallan sunma, sanat dünyasıyla ticaret dünyası ve sanat girişimleriyle yeni yaşam biçimlerinin yaratılması arasındaki sınırı bulandırmış olan yapıtları ya da sıradan nesne desenlerini çoğaltma biçimlerini icat eden de onlar değildir. Sanatın estetik düzeni, işte bu hassas dokudur; hem sanatsal buluşlara hem de algılardaki ve olağan duyarlılıklardaki mutasyonlara ortam oluşturan "sanat" ile yaşam arasındaki bu yeni ilişkiler ağıdır. Yine de bu rejim, dış dönüşümlerin basit bir sonucu değildir. Kendi rasyonalitesine sahiptir, ama bu rasyonalitenin . karmaşıklığı, felsefı buyruklardan doğacaklara oranla kesinlikle farklıdır. Estetik rejim, yapıtları temsiliyet kurallarından koparıp sanatçının serbest gücüne ve üretimin içkin kriterlerine teslim etmiş, ama böylece onları aynı zamanda, üstlerine ötekinin damgasını vuran tüm güçlere bağlamıştır: bir toplumun soluk alması, dilin kendine özgü yaşamı, malzemenin tortulaşması, bilinçsiz düşüncenin etkisi. Bu rejim, sanatın gücünü algılanabilir bir varlığın yakınlığıyla özdeşleştirmiş ve yapıtların kendi yaşamına, onları değiştiren eleştirinin sonsuz uğraşını sokmuştur. Yapıtların müzelik ölümsüzlüğünü feda etmiş ve sahneleme, yeniden yazma ve farklı metamorfoz çalışmalarında yeniden harekete geçmelerine olanak tanımıştır. Sanatın özerkliğini onaylamış ve günlük yaşamdaki nesnelerde yepyeni güzelliklerin keşfini çoğaltmış, ya da sanat formları ile ticaret ya da kolektif yaşam biçimleri arasındaki ayrımı silip atmıştır. Bu karşıtlar gerilimi öylesine başdöndürücüdür ki, bazı meslekten ya da alaylı felsefeciler onu yerine oturtmaya çalışmışlardır. 19. yüzyıl sonunun estetizmi bunun ilk şekliydi. Amacı ise, sanattan alınan hazları, bayağı eğlencelerden tümüyle ayırmaktı. Huysmans'ın Des Esseintes'inin örnek oluşturduğu çelişki, bu amaç uğruna sanatı bir yaşam biçimine indirgeyip, parfümcülerle bahçıvanları üstün sanatçılar olarak kutsamanın gerekli olmasıydı. Clement Greenberg 'in örnek oluşturduğu 1940'lı yılların modernizmi ise, bunun ikinci tipik formuydu. Greenberg, sanatın estetik düzeninin karmaşıklığını, temsili ve heteronom olan eski sanat ile, yazarlar, plastik sanatçılar, müzisyenler ya da diğerlerinin salt kendi malzemelerinin olanaklarını kullanacakları yeni bir sanat arasındaki basit bir kopuşa indirgemek istedi. Ama bu sanata özgü olanın kutsanmasında da siyasi bir art düşünce vardı. Bu, en azından sanatsal devrimlerin radikalliğini -ve varsayılan yayılma potansiyelini- müsadere altındaki toplumsal devrimin felaketlerinden koruma kaygısını güden, hayal kırıklığına uğramış devrimcilerden kaynaklanıyordu. 0 model, sanatlar ya da sanat formları ile sanatsal olmayan yaşam biçimleri arasındaki tüm geçişler karşısında dayanaksız kaldığında, bu temel zayıflık alelacele, sanatın sonu ya da modernitenin çöküşü ile bir tutuldu. Bu durumda estetik -isteğe göre, ya sanatı modernist radikalliğin yanılgılarına düğümlemekle, ya da tam tersine kavramsal sanatta, pop-art'ta ya da çağdaş yerleşimlere özgü tüm karışımlardaki "gelişigüzel" dönüşümlere yol açarak bu radikalliği batırmakla suçlanabilecek- parmakla gösterilen sorumlu oldu. Çağımızın anti-estetiği, hiç kuşkusuz bu sanatı kendine getirme çabasının üçüncü dalgasıdır. Ama "kendi" diye bir şey yoktur. Aslında, sanatın estetik müsaderesini ilan edenler, estetik yargıyı bilişsel kuramın özel bir olgusu (Schaeffer) , şiiri bir olgu kuramının doğrulanması (Badiou) , ya da tabloyu Temsil Edilemeyen'in bir tanıklığı (Lyotard) haline getirmek için, sanatı telaş içinde kendi felsefi hedeflerine hizmet ettirmeye çalışmakla sanatı kurtarmış olmadılar. Sanat pratikleri aynı zamanda hep başka şey oldu: törenler, eğlenceler, çıraklıklar, ticaretler, ütopyalar. Ozdeşleştirilmeleri, her zaman için onları başka deneyim alanlarına bağlamış olan kavranırlık biçimlerine dayalıydı. Estetik adı, bu her zaman paylaştırılmış özelliğe işaret eder. Bu nedenle de her zaman, sanat ile felsefenin, felsefe ile siyasetin birbirinden tama- men ayrı olmasını isteyenlerde öfke uyandıracaktır. Estetik, herhangi bir mahkemede yargılanabilecek bir doktrin ya da bir bilim değildir. Algılanabiliri oluşturan bir öğeler bütünüdür ve ancak, her birini yerine oturtan disiplin çerçeveleri kırılarak düşünülebilir.
-
Sanat ve felsefe
Reiner Rochliztz Yargılama Ve İddia: Sanat Düşüncesinin Üç Kaynağı 18.yüzyılda doğumundan yana, genç estetik pek çok önemli dönüşüme uğradı. Hume, Burke ya da Kant döneminde, genellikle daha önemli bulunan diğer disiplinlerin yanında, estetik olarak algılanan nitelikler ve farklı sanatlarla ilişkilerimizin kavram bilimiydi. Daha sonra, bu netleştirme ve özgülleştirme girişimlerini bozan bir başka esin kaynağı çıktı ortaya: Schlegel ve Hegel, Lukâcs ve Benjamin, Heidegger ve Adorno 'ya göre estetik hem tarihin yorumlanması hem de ütopik uzlaşmanın vektörü olan bir felsefı girişimdi. Derrida, Deleuze ya da Lyotard ise onu aklın katılıklarına karşı felsefi bir panzehir olarak gördüler. 19. yüzyılın başından itibaren ortaya çıkan bir esin kaynağı da tamamen bilimseldi: Fechner ya da Wundt 'a göre estetik, yapıtlardaki, özellikle de yapıtların algılanmasındaki fıziksel, psikolojik ve toplumsal-tarihsel determinizmlerin bilimsel araştırması anlamına geliyordu; Weitz ve Goodman, Sibley ve Danto 'ya göreyse, yalın bir inceleme girişimiydi; her iki durumda da, bireylerin kimliği ve kültürün bütünü açısından sanatın işlevleri soyutlandı. Bu metodolojik sınırlama da, sanatı özel zevklerle ilişkilendirilen bir betimlenebilir nesneler ve tutumlar meselesi haline getiren en radikal gizemden arındırma ve indirgeme girişimlerinin başlangıç noktası olacaktı. Yani başlangıçta estetikten çok şey istendi; daha yakın tarihlerde ise o kadar çok şey istememeye özen gösterildi. Ancak günümüzde estetik, hem Aydınlanma dönemindeki yaratıcılarından hem de analitik geleneğin içindeki titiz araştırmacılarından esinlenebilir; aynı şekilde romantik geleneğin birtakım kurumlarına da hakları teslim edilebilir. Estetik, yaratıcılardan, sanallaştırılmış evrenlere özgü bilgi, eylem ve ilişkilerin birbirini tamamladığı bir toplumsal yaşamın içinde diğer kültürel alanlarla etkileşimler bilincini alıkoyabilir. Analitik düşünürlerden, terimlerin anlam ve yüklemlerine, farklı türden yapıtların işleyişine ve öznelerin onlarla girdikleri ilişki tarzlarına karşı dikkatli olmayı öğrenebilir. Yani estetik, nesnelerin ve estetik süreçlerin analizini, öznelerin bilgi ve kimliğine sanatın yaptığı katkıya gösterilecek ilgiyle bağdaştırabilir. Romantik düşünürlerden de -eleştirel bir anlayışla- modern sanat, estetizm, avangardlar, çağdaş sanatın evrimsel mantığı üzerine, elbette ki çoğu tartışılabilir nitelikteki bir takım modern yapıtların ve hipotezlerin kapsamlı incelemesini alıkoyabilir. Yalnızca analitik açıdan bakıldığında estetik, kavramsal netleştirmeler, yöntem üzerine düşünceler, farklı uygulamalar ile kültürel gelenekler arasındaki karşılaştırmalı analizler yoluyla sanat tarihini tamamlamakla yetinen bir inceleme alanı olma eğilimi gösterecektir. Yalnızca Aydınlanma'dan miras kalan bir açıdan bakıldığında ise, geçmişin ve bugünün sanatının benimsenmesi olan yaygın ve uzman eleştirinin farklı biçimlerini tamamlayacak, böylece düşünsel tarz olacaktır. Sanatın katkısıyla diğer etkinlik türleri arasındaki bağ üzerinde düşünecektir. Bir sanat yapıtına olan ilgiyi, kişisel bir tercihten bağımsız olarak ortaya çıkarmayı deneyecektir. Yani salt betimsel olmayacaktır; yapıtı, yaratımın az çok anlamlı, ifşa edici ve aydınlatıcı görünmesini sağlayacak paylaşılan bir durumla ve az çok yenilikçi, geri ya da konvansiyonel görünmesini sağlayacak sanatsal bir bağlamla ilişkilendirmeye çalışacaktır. Estetik, eleştirinin yerini alamaz, çünkü eleştiri hem kişisel bir güdümden, hem de kuramsaldan çok pratik olan verilerden doğar. Demek ki estetik, o konudaki iddia kuramı, ya da farklı alımlayıcılar, uzmanlar ya da acemiler bir görüngü ya da bir yapıt konusunda aralarındaki algılama ve değerlendirme ayrımlarını fark ettikleri anda başlayan yöntem tartışması olmakla yetinmelidir. Estetikçi, o sıfatla, bir sanat yapıtı hakkında bir başkasından daha yetkin bir yargıda bulunacak kadar ayrıcalıklı bir konuma sahip değildir. Buna karşılık, eleştirel yargı konusunda bir ihtilaf doğduğunda, estetikçinin uzmanlığı, münazarayı daha akılcı ve metodolojik olarak daha iyi düşünülmüş bir çerçeveye doğru yönlendirmek açısından değerli olabilir. Modern estetik, bu tür kavgalara yanıt vermek ve akla yatkın olma şansına az da olsa sahip olan iddiaları gözler önüne sermek için icat edilmiştir. Günümüzde iki alımlayıcı, örneğin, aynı sanat akımına -1920'li yılların Almanya'sındaki Yeni Nesnelliğe- bağlı oldukları konusunda fikir birliğine varılmış olan George Grosz ile Otto Dix 'in yapıtlarının değeri ve önemi konusunda kendilerini sorguladıklarında, her türlü anlaşmayı olanaksız kılan, birbiriyle bağdaşmayacak yorumlama paradigmalarından yola çıkabilirler. Birisi Grozs'un, Weimar döneminin burjuvalarını, askerlerini ve fahişelerini karikatür şeklinde sunarak kuşku götürmeyecek kadar "eleştirel" bir formel yaklaşımın avantajını sergilediğine inanmaktadır. Diğeri ise Grosz 'un karikatürünün, tek anlamlı ve keskin olmakla birlikte, biraz kolaya kaçtığını ve zenginlikten yoksun olduğunu düşünmektedir. Ona göre, karikatür tekniğinden yavaş yavaş vazgeçen Dix , karikatürün hedeflediği özellikleri kendi içinde taşıyan, gerçekçi bir biçimde temsil edilmiş nesneleri seçerek, daha karmaşık ve daha derin bir tekniği özümlemiştir. Carl Einstein, işte bu anlayışla, 1926 yılında şöyle yazabilmiştir: "Dix, hicivsiz olarak, çağdaşlarını temsil eder, zaten o dönem kendi başına kaba bir hicivdir." Grosz, kendi kendisini işaret parmağı havada resmetmiştir; Dix 'te ise bu didaktik tutum birincil derecede değildir. İzleyiciyi daha nesnel biçimde oluşturulmuş bir gerçekli- ğin içine sokar; amacı, karmaşıklığı ve hem büyüleyici hem de sapkın karakteristiği kendi kendine yakalamasını sağlamaktır. Carl Einstein, haklı olarak, bu "eleştirel saptama"dan söz eder. Bu münazara ayrıca, iki muhata- bın sanatın siyasal işlevi konusunda ve demokrasinin tehdit edildiği bir durumda gerçekliğin, onu param- parça eden gerilimlerin ve çatışmaların altını çizmeden sunulamayacağı konusunda anlaşmalarını da gerektirir. Matisse ve Picasso gibi iki başka sanatçı arasındaki rekabet düşünülürse, ortada sözgelimi Matisse ve Grosz gibi, karşılaştırılacak bir anlam olmadığı barizdir; tabii bir sanat yapıtından açıkça politik ya da apolitik olması istenmedikçe, ki bunun da doğrulanması zordur. Böylesi bir karşılaştırma ve ondan çıkacak bir yargı, kıyaslanabilir projeler ve bağlamlar gerektirir. Değer ve önem yargılarının, bir duruma, kültürel bir bağlama, bir sanat gele- neğine bağlı olarak bir yararı ve ge- çerliliği vardır. Siyasal bilinç Matisse'in resminde hiç ortaya konmamıştır; Picasso 'nun yapıtı ise, belirgin siyasal temalar üzerinde çok sonraları ve kısmen odaklanmıştır. Iki sanatçı arasındaki rekabet, esas olarak, kadının ve erotizmin temsilinde diyonizyak güç, yeni yüceltilmeye başlanan . şiddet, zarafet ve büyük ustalık arayışındaki biçimsel yaratıcılıkla ilgilidir. Eleştirel yargı, estetik iddia kuramının nesnelerinden biridir. Görünürde yer yer öznel olan ve yalnızca kişisel ya da kolektif tercihleri ifade eden bir yargının nasıl doğrulanacağını bilmek, her zaman este- tik münazaraların merkezinde yer almıştır ve estetik her zaman yetkin yargı ile "renkler ve zevkler tartışılmaz" deyişinin iki ucu arasında evrilmiştir. Doğaldır ki eleştirel yargılar konusundaki iddianın ancak, bu iki uçtan hiçbiri o yargıların yapısını tanımlamıyorsa bir anlamı vardır. Yargının estetik açısından öne- mi, Kant 'ın Yargılama Yeteneğirıin Elestirisi geleneğinde merkezi bir yer tutar. Aristoteles geleneği ile sanat düşüncesinin analitik geleneğindeki önemi ise çok daha azdır, hatta belki de yok sayılabilir. Bu iki okul betimleyici sayılır ve hiyerarşiler oluşturma konusunda ya geleneğe güvenir, ya da öznel ve anlamsız görüngüler olarak onları nötralize etmeye çalışırlar. Yani, estetik ile eleştiri arasındaki ilişki temel nitelikte değildir. Kant , rasyonel yetenekler arasın- da estetik yargıya benzersiz bir yer tanır. Öznel bir duyguyu, gerekli ve evrensel bir paylaşım ereğiyle bağdaştırır. Bu nasıl mı olabilir? Uçüncü Elelestiri 'nin yazarına göre, (maddi ya da manevi bir açıdan arzu edilir de olabilecek) nesnenin varlığıyla değil, yalnızca algısal ya da rasyonel anlama yetilerimize uygunluğuyla ilgili bir yargıya rehberlik eden tarafsızlık sayesinde. Yargımızın nesnesi ona göre yalnızca bu uygunluktur. Elbette ki, bu tarafsız yargının içtenliği, Kant tarafından yeterince dikkate alınmamış olan ve pek çok kişinin gözünde, yaklaşımının bütününü tehlikeye atan zorluklarla karşılaşır. Estetik değerler kültürlere ve dönemlere göre değişir: yargılanan şey, daha sonra algılanabilirlik kararının bağlı olduğu paradigmalar'dan geçirilerek yakalanır: ilk başlarda bana hiçbir şey ifade etmeyen ya da hiç anlayamadığım bir yapıt, içinde yer aldığı sanatsal tasarıma aşina olduğum ve girdisini çık- tısını anladığım anda, gözümde dikkate değer bir niteliğe bürünebilir. Böylesi bir kültürel ve entelektüel aşinalığın gerekliliği, yargının öne- mini küçülten estetik düşünceleri haklı çıkarır gibidir. Oysa aslında, zevk yargısının işlevi ve estetik öz- güllük ortadan kalkmaz; yalnızca bunlar, kültürel ve tarihsel paradigmalarla ve bir miktar bilgiyle, Kant 'ın düşündüğünden daha fazla belirlenir. Bu, kesinlikle hepsinin bir değeri olduğu anlamına gelmez. Farklı kültürlerin töreleri hakkında- ki bilgimizin bizi şiddet uygulamalarına ya da kişilerin bastırılmasına (insani ödünler, zorunlu evlilikler, vb.) yol açan âdetleri onaylamaya götürmediği gibi, estetik bilgi de, ne denli çılgın, karanlık, bulanık ya da tepkisel olursa olsun, her türlü sanat eserine hayran kalmamızı sağlamaz. Evrensel değerleri hiçbir zaman çürütülemez bir biçimde saptanamasa da, sanat eserleri insanlar arasında kabul görmeyi amaçlayan ve tartışılması mümkün olan simgelerdir; farklı medyalarda, üniversiteler ve kamusal alanlardaki modern eleştiri kurumu da bu amaca hizmet eder. Analitik estetiğin kısmen unutma eğilimi gösterdiği, Aydınlanma geleneğinin bir özelliğidir bu. Ama bu iddiaların kültürel önemi, tartışmaların bilimsel kesinlikten yoksunluğunu öne sürerek, yapıtlara artık yalnızca bir gözlemcinin ya da bir dış sınıflayıcının bakış açısından yaklaşmaya varan bir açmaz oluşturulamayacak kadar büyüktür.
-
Sanat ve felsefe
MÜZİK ESTETİĞİ-I - II - III Tek başına hiçbir sanat tarzı, hiçbir yer ve zamanda var olmuş değildir. Varsayalım, oynak bir türkü söylüyorsunuz. Ama bu sırada vücudunuzu veya onun bir bölümünü oynatmayacaksınız, yani dans etmeyeceksiniz. Olur şey değil! Şiirin, geniş anlamıyla söz sanatının, dansın ve müziğin birliğini en eski Çin Şiir Klasiği (Şicing) şöyle dile getirir: "Sevinçte insan sözler söyler. Bu sözler yeterli olmadığı için o, onları uzatır. Böyle uzatılmış sözcükler yeterli olmadığı için o, onları modüle eder. Modüle edilmiş sözcükler de yeterli olmadığı için, elleri tamamen bilinçsiz hareket eder ve ayakları sıçrar. ESTETİK TARİHİ Antikçağın estetik anlayışı objektivistti. Bu şu demektir: Anikçağ için güzel, insani istek, hoşlanma, yaratma ve seyirden bağımsız bir manifestasyondu. Güzel, aynı zamanda hem iyi, hem de doğruydu. Salt, kendi başına, bağımsız (bu anlamda: objektif) olan bu doğru ve iyiye, ahlâksal veya başka türden herhangi bir sübjektif yolla erişilemezdi. Platon için güzel, meydana gelmeyen ve.yokolmayacak, başka bir şeye dönüşmeyen, tek ve kendinde-varolan, sonsuz bir şey, en yüksek ide idi. Bir bakımdan sanatın anlamı, olsa olsa taklit (mimemis) olabilirdi; sanat, kendi idealini "kalokagathiâ' (güzel-iyi) ya erişmek olarak koymakla yetinebilirdi. ESTETİK Başka hiçbir felsefe disiplini, estetikte olduğu kadar, sağlam olmayan öndayanaklar üzerinde durmaz. O, bir rüzgâr gülü gibi, "her felsefi, kültürel, bilim-kuramsal rüzgârın çarpmasıyla yön değiştirir; bir anda metafiziksel, bir anda empirik, bir anda normatif ve bir anda betimleyici oluverir; bir anda sanatçıdan ve bir anda da estetik haz duyandan (estetik süjeden) hareket eder. Bugün için estetiğin ana konusu sanattır ve günümüz estetiği için doğal güzellik, sanatsal güzelliğe göre ancak bir alt basamaktır; ama belki yarın estetik, sanatsal güzellikte, olsa olsa ikinci elden devşirilmiş bir doğal güzellik de bulabilir". SANATIN ÖLÇÜTLERİ VE OLABİLİRLİĞİ Sanatın ölçülerinin ne olduğu, hatta onun olabilirliği,her zaman felsefi düşüncenin konusu olmuştur. İdealist estetik, romantik bir sanat kavrayışından hareketle sanatın olabilirliğini ve özerkliğini temellendirmek istemişti. Günümüzde ise sanatın özerkliği,ve özgünlüğü (orijinalitesi) konusunu bir problematik olarak gören çoğu parçalı yeni estetik araştırmaların sayısı artmaktadır, Hatta günümüzde sanat kavramının geleneksel anlamının tamamen değişmesine yol açan bu tür araştırmalar, felsefi estetiğin en önemli bölümünü oluşturmaktadır. Örneğin Walter Benjamin, günümüzde sanat yapıtlarında sınırsız sayıda mekanik yeniden üretim (Reproduktion) yoluyla ortadan kalkmakta olan ve giderek kalkan şeyin ne olduğunu sorgulamıştır