Zıplanacak içerik
  • Üye Ol

Terapi

Φ Üyeler
  • İçerik Sayısı

    271
  • Katılım

  • Son Ziyaret

Terapi tarafından postalanan herşey

  1. Terapi

    İçimden Geldiği Gibi..

    Bir alıntı ile başlayalım inşAllah. """"""Sen Yamyam;Allah kaybettiğin evlatlarının,o sabilerin yüzü suyu hürmetine onları sana şefaatçi kılsın da kurtul inşallah""""" demiş sevgili arkadaşımız. Sevgili arkadaşımız o kadar güzel ve içtenlikle bir yazı yazmış ki çok beğendim. Bir şey dikkatimi çekti ve paylaşmak istedim... Benimde böyle güzel bir ortama katkım olsun isterim. Sevgili yam yam arkadaşımın evlatlarını kaybettiği ifade edilmiş. Bunu ilk kez duyuyorum. Ama müsade ederseniz bir düzeltme yapmak istiyorum. Samimi bir katkım olsun müsade ederseniz. Sizce bu bir KAYIP mı?. Sevgili yam yam çocuklarımı KAYIP etti mi? Oldum olası şu kayıp kelimesinden hoşlanmıyorum. Psikiyatri kitapları bile, inatla ‘KAYIP’ kelimesini kullanıyor. Kayıplara bağlı gelişen yas reaksiyonları, psikiyatri ders kitaplarının baş konularıdır. Kayıp kelimesi ne kadar da iğreti. İnsanların yüreğini yakıyor, ölüm hadiselerini bir işkenceye dönüştürüyor, ruha batan bir kıymık gibi tedirginlik veriyor malesef. Devam edecek olursak, Mülk Allah'ındır. Herşey O’nun. Bu dünya O’nun. Öte dünya O’nun. Herşeyin içi ve dışı O’nun. Ruhlarımız da O’nun, bedenlerimiz de. Çocuklarımız bizim değiller. Biz anne babalarımızın değiliz. Mülk O’nun. Bizler onların kucaklarına bırakılan birer emanetiz. Çocuklarımız kucaklarımıza bırakılan birer emanet. “Mülk O’nundur” cümlesi zihnimde belirdiği yerden başlayarak yankılanıyor, oradan dağılıyor, gidiyor, uzuyor, tüm kâinata doğru salınıp duruyor: Herşey O’nundur, Biz O’nunuz. Biz O’nun isek, hüküm de O’na aittir. “Bir varlığın ölmesi ile onu kaybetmek, aynı şey midir?” Bir varlığın ölmesi, onu kaybetmek midir? Bence birilerinin ölmesini bir kayıp olarak algılamamalıyız. Ruhlar âlemi var. Ruhlar yaşamaya devam ederler. Doğru beden toprak altındadır. Bu, doğru. Ama ölenlerimiz toprak altında değiller.. İnsan denilince yalnız beden mi anlaşılır malı? “Çocukluk fotoğraflarınıza hiç bakar mısınız?” “Şu anki siz ile fotoğraftaki siz, siz misiniz?” Biz, yalnızca bedenimiz değilizdir. Ruhumuz, aklımız, kalbimiz, şuurumuz, duygularımız ve tanımlayamadığımız birçok şeyiz biz. Toprak altında olan ise, yalnızca bedenimizdir. Yaşam boyu kimbilir kaç beden bırakıyoruz toprak altına... Mesela 5 yaşında vefat eden bir çocuk aslında bedenini 5 kere toprak altına zaten bırakmadı mı? Sevgili yam yam arkadaşım biliyorum bunlar benim inanç sistemimin açıklamaları olduğu için belkide senin hiç ilgini çekmeye bilir. Sana hiç inandırıcıda gelmeyebilir. Ama yüreğinde taşımış olduğun acı benim de dünyamda yer etti ve yüreğim yukarıdaki şekilde teselli buldu. Bunu sen ve diğer arkadaşlarla paylaşmak istedim.. Ben katiyen kesin bir şekilde (%100) inanıyor ve iman ediyorum ki sen evlatlarını kaybetmedin. Bir gün mutlaka tekrar buluşacaksınız ve görüşeceksiniz...Sizi tekrar görüştürecek olan Yaratıcı'ma hamdolsun..İçimizdeki ayrılık acılarını dindirecek olan Yaratıcı'ma şükürler olsun. Ben yam yam , bilimselci, Gecekuşu ve Dipnot gibi zeki insanların, araştırmacı insanların bir gün Yaratıcı'yı bulacaklarını biliyorum. İnanın bu zekanızla nasıl Yaratıcı'yı bulamıyorsunuz anlamakta güçlük çekiyorum. Hayırlısı olsun bakalım. Herşeyin bir zamanı var sanırım.... Sizler ve diğer arkadaşlar için çok kez dua ettim ve gene etmeye devam edeceğim.. En içten kalbi selamlarımla.... Terapi
  2. Sevgili arkadaşlar..... Öncelikle hepinizi "insan" olduğunuz için seviyor ve önemsiyorum. Değer veriyorum. Fikren, inanç esasları olarak ayrı şeyleri düşünebiliriz. Tamamen zıt kutuplarda olabiliriz. Bunu bilerek birbirimize saygı duyabiliyor, hakaret etmiyor, ve tahammül edebiliyorsak ne mutlu bizlere... Bir insanı öldürmek bütün alemi öldürmek gibidir. Benim inancım bunu emrediyor. Malesef insanlık tarihinde savaşlar, çatışmalar ve gerilimler hep olmuştur. Zalimler ve mazlumlar hep olagelmiştir. Bu hayat imtihan hayatı. Bu böyle devam edecek. Vatanınızı savunmak zorunda kalabilirsiniz, namusunuzu savunmak zorunda kalabilirsiniz. Daha bir çok sebeple savaşmak zorunda kalabilirsiniz.. Ama bunu mertçe erkekçe yapmalısınız. Er meydanına çıkarak cesurca ve adilce yapmalısınız. Ki Allah kimseyi savaşmak zorunda bırakmasın... Evet insanda bizlerin kastdettiği manada Allah inancı olmazsa o insanın nasıl bir CANAVAR haline geldiğini gözlemliyoruz..Allah içimize sevgisini koysun.. Kimse hakiki müslümanlarla yahudileri aynı Allah'a inanıyorlar diye biz çıkarım yapmasın. Biraz konuyu araştıran bunun böyle olmadığını görür. Bugün İslam adına katliam yapanlarda malesef dinin özünü temelden yanlış anlamış insanlardır..Keşke İslamiyeti doğru kaynaklarından doğru bir şekilde öğrenebilseydik.. Konu uzar gider sadete geleyim... Ekranlarda günahsız, savunmasız tek suçu yahudi olmamak olan sivil insanları ve ÖZELLİKLE ÇOCUKLARI öldürülüyorken görürken insanlığımdan ve türümden utanıyorum.. Savaşmak istiyorsanız gidin hedeflerinizle savaşın savunmasız insanlara ce çocuklara dokunmayın... Bu manzaraları gördükçe aciz olmama ağlıyorum, elimden çok az şeyin gelmesine ağlıyorum, bir çocuğun yıkılan hayallerine, bir annenin evladını kaybetmesine ağlıyorum. Ne olur her ne sebepten olursa olsun ARTIK İNSANLAR ÖLDÜRÜLMESİN...ARTIK BİZLER SEYİRCİLER OLMAYI BIRAKIP ELİMİZDEN GELENİ YAPALIM.. LÜTFEN KATKIDA BULUNUN BOYKOTMU İŞE YARAR, GÜNDEM OLŞTURMAK MI YOKSA DUA ETMEK Mİ? HER NEYSE.... BU ASRIN ŞAHİTLERİ OLARAK BERABERCE İNSAN OLDUĞUMUZ İÇİN BİRŞEYLER YAPALIM... ŞUNUDA ASLA UNUTMAYALIM. BİR VATANIMIZ VAR. BİR BAYRAGIMIZ VAR. BUNUN KIYMETİNİ BİLELİM. VE ÜLKEMİZİN MENFAATLERİNİ HER ZAMAN KİŞİSEL MENFAATLERİMİZİN ÜSTÜNDE TUTALIM. ÜMİTSİZ OLMADAN DÜRÜSTCE VAZİFEMİZİ YAPALIM. FARKLI GÖRÜŞLERDE OLSAK DAHİ AYNI VATANIN EVLATLARIYIZ.....BUNU ASLA UNUTMAYALIM...ORTAK PAYDAMIZ BU... Son Söz: Şükürler olsun ki ahiret var. Şükürler olsun ki Büyük Mahkeme var. Cennet ucuz değil, cehennem lüzumsuz değil...
  3. Sevgili Forumdaşım... 1-) Metodolojik hata diye başlamışsın;biraz daha açar mısın bunu??? Demek istediğim şu ki. Bir takım insanlar yanlış metodlar, yanlış bakış açıları ve yanlış yöntemlerle dinimizi ve inancımızı yorumlayarak yanlış çıkarımlara uğraşıyorlar. En büyük yanlış ise bu çıkarımlardan yola çıkarak dinimize ve inanç sistemimize damgalar vuruyorlar. Bizleri dogmalara inanmakla, sorgulamadan ğeşinen kabul etmekle vs. vs. vs bitmeyen birçok şeyle itham ediyorlar...Verilen sıralama ve yapılan açıklama bu yaklaşımlara açıklık getirmek içindir.. 2-) "SORUN YATARICI'NIN ÖZELLİKLERİNDE DEĞİL, SORUN BU ÖZELLİKLERİNE KİME VERDİĞİMİZDE...." Üzerinde yoğunlaştığın cümle bu sanırım... Peki senin dediklerinden sonra nasıl bir tanım yapabiliriz daha net olursak??? Yani günlük hayatımıza,düzene nasıl yansıtılacak??? Bu kısımda söylenecek olan en önemli enken şudur ki. Evrende Ezeliyeti birşeylere vermek zorundasınız. Evrende Hayatı birşeylere vermek zorundasınız. Evrende Sonsuz ilimi birşeylere vermek zorundasınız. Evrende apaçık bir irade ve kasıtla yapma fiilini birşeylere vermek zorundasınız. Bir çiçeğe, aya , Gezegenlere, Bir insan hücresine bir aminoasite bir karıncaya bir bala vs.. bakın ve yukarda sıralamış olduğum metodolojiye uygun bir şekilde sorgulayın göreceksiniz ki: Gözler önünde apaçık ilim isteyen, hayat isteyen, ezeliyet isteyen, hikmet isteyen kasıtlı bir irade isteyen Fiiller işliyor. Maden bu fiiller vardır demek ki bu fiilleri işleyen bir fail yada failler olmalıdır. Yani neticede Eser var. Fiil var. Fiil varsa Fail var. Peki bu Failin sıfatları ve şuunatları nelerdir diye sorarsak yukarda sıraladığım vasıflara sahip bir ZAT var. Bunu asla inkar edemezsiniz. Bu fiiller apaçık gözler önünde... Alın bu metodolojinin neticesinde ulaştığımız ZAT 'ın özellikleri doğrulama yapın.. Tabiat mı? Kör Tesadüf mü? Cansız varlıklar yada atomlar mı? Madde mi? Yoksa Bir Yaratıcı'mı? Bu ZAT kimdir. Nedir izah edin bakalım....
  4. Ben bir sorgulama ve gözlem yapılırken izlenmesi gereken metodu adımlarıyla yazdım. Ve bu sistemi vaktim yettiğince çiçek örneği üzerinde uyguladım. siz bunu herşeye uygulayabilirsiniz. Güneşe Aya İnsana vs.. istediğiniz her şeye uygulayabilirsiniz. Direk eserden yola çıkarak ve bir yaratıcı var ön kabulu yapmadan....
  5. Yaratıcı insanı insan olarak yatarmıştır. Hepimiz aynı donanımlara sahibiz. Yani hepimiz akla, bir beyne sahip olduğumuz gibi, hepimizin içersinde "vesvese" var, şüphe var. İman sahibide olsanız, bir ateistte olsanız herkeste "şüphe" var. Şüphe yani vesveseler asla yok olmaz. Her zaman vardır. Çünkü şüpheyi verende Yaratıcı'dır. Bu insan iradesinin dışında cereyan eden bir hadisedir. Peki neden şüphe vardır? Şüphe ya kişiyi ya yanlışa götüren bir vasıta,bir alet olur olur. Kişi daha temelde yanlış mesnetlendirmeler yaptığı için,yapmış olduğu sorgulamalar neticesinde YANLIŞ SONUÇLAR elde eder. Dipsiz bir kuyuya, bir tuzağa düşmüş olur... (Eğer inanç sisteminin metodolojisi iyi anlaşılamamış ve kişi imanını her hadise karşısında doğru temellendirmeler yapıp doğrulayamamışsa bu problem ortaya çıkabilmektedir.) Ya da bu temellendirme çok iyi yapılmışsa şüpheler insanı ARAŞTIRMAYA sevkeder, tefekküre sevkeder, tefekkürün neticesinde de İLERLEMESİNE yardımcı olan bir motor görevi görür. BİR ÜST BASAMAĞA GEÇMEK İÇİN BİR VASITA OLUR. Bu şüphe olmasa ARAŞTIRMA olmaz. Araştırma olmaz sa İLERLEME olmaz. Biz müslümanlar asla DOGMA yakıştırmaları kabul etmiyoruz. Bakınız bizlere Allah'ın öğretmiş olduğu metodoloji aşağıdadır... 1-)ESER 2-)ESERİN ARKASINDAKİ FİİL 3-)FİİLİN ARKASINDAKİ FAİL 4-) FAİLİN ÜNVANI (İSMİ, ESMALARI) 5-)ONUN ARKASINDA ESMANIN KAYNAKLANDIĞI SIFAT 6-)SIFATIN KAYNAĞINI OLUŞTURAN ŞUUNAT 7-)ŞUUNATIN ARKA PLANINDA DA """"ZAT""" VARDIR. Yani ben Allah'ı tanıyorum demeniz için yukarda sıralanmış olan basamaklardan TEKER TEKER hakkını vererek TEFEKKÜR EDE EDE geçmeniz gerekmektedir. Bu basamakların TEK BİR TANESİNİ BİLE İHMAL ETSENİZ ORDA ""DOGMA"" DOĞAR.... Allah'ı tanımak bu basamakları geçme kabiliyetinize bağlıdır. Örn: Gözlerimiz önünde var olan bir gerçek. Mesela çiçek. Çiçeği görüp direk aa bu çiçeği kim yarattı derseniz yukarda sıralanan metodolojiyi ihmal etmiş olursunuz... Halbuki doğru yöntem aşağıdaki şekildedir.... Çiçek gözlerimizin önünde apaçık duran bir ESER dir. Peki şimdi bu eserin arkasındaki fiile bakalım. Çiçek güzeldir. Yani süslüdür. Yani çiçek eserinin üzerinde SÜSLENDİRME FİİLİ vardır. Çünkü çiçek deyince bizim dünyamıza süslü, ölçülü, güzel manaları gelir. Demek ki çiçeğin varlığı arkasında devamlı onu güzel, düzenli anlamlı kılan bir FİİLİN VARLIĞINA işaret ediyor..Çiçeğin arkasında süslendirme, düzenleme, uyum, evren ile iletişim (mesela arılarla, mesela biz insanlarla ilgisi ) vs...fiili sürekli işliyor...Bunu asla inkar edemeyiz..(BİR ÇOK FİİL İŞLİYOR: Evet demek ki bu FİİLLER FAİLİ gerektirir. Bir fiil varsa mutlaka bir faili ve yapanı var. Bunu asla inkar edemezsiniz. Gözler önünde apaçık bir hareket, fiil bir aktivite var. BURADA BU FAİLİ YAPAN KİMDİR DİYE SORARSANIZ OLMAZ. HATAYA DÜŞERSİNİZ. ÖN KABULLER YAPMANIZ GEREKİR.. O YÜZDEN SORMUYORUZ. VE ARA BASAMAKLARDA HÜKÜM VERMİYORUZ.. Evet. Ortada bir eser var. Ortada bir sürekli işlenen fiiller var. Ve demek ki bir fail yada failler var. Peki Bu faili yapanın özellikleri nasıl olmalıdır ki eser olsun.. Çiçeği yapan cemil birisidir. Süsleyen birisidir. Müzeyyin birisidir. Bakın ortada bir Allah yada Yaratıcı kelimesi yok henüz.. Süslendiren bu fiilini devamlı olarak yapıyor. Demek ki müzeyyin sıfatı çiçeğin bütün basamaklarında gözüküyor. Demek ki bu çiçeğin faili müzeyyindir. Güle baktığımızda bir ilim var. Rastgele olmuyor. Düzen ve ölçü içersinde oluyor. Yapraklarının ölçüsünün bir düzeni var. Güneşle olan bir pozisyonu var. Dikenlerle olan pozisyonu var. fotosentez yapabilmesi için yüzey alanına ayarlaması gerekir. böceklerle ilişkisi var. Ekolojik sistemle olan ilişkisi var. var var var. Demek ki bu fiili yapan aynı zamanda ilim sahibi olmalıdır. Bu fiil herhangi bir şekilde yapılmıyor. BU FAİL YÜKSEK BİR İLİMLE YAPILIYOR. Bu gülü yapan fail yüksek sonsuz bir ilimle, bütün ayrıntıları düşünerek yapıyor..işte bunlar FAİLİN ÜNVANLARIDIR. Demek ki çiçeği yapan Fail Alimdir. Celimdir. Kerimdir. Müzeyyindir. vs... Çiçek bunu bize anlatıyor.. Yukarda anlattıklarımız gayet mantıklı ve akılcı çıkarımlardır.. Evet bu esmalardan SIFAT lara geçiyoruz. İsimlerden sıfatlara geçiyoruz. Bu Fail basir olmalı. Gören olmalı. Bilen olmalı. Bu sıfatların içersinde öyle sıfatlar var ki. Hayatı Gerektirir. YANİ ÇİÇEĞİ YAPABİLECEK BİR FİİLİ İŞLEYEBİLECEK BİR FAİLİN SIFATLARI BİZE ÇİÇEĞİ YAPANIN MUTLAKA HAYAT SAHİBİ OLMASI GEREKTİĞİNİ İŞARET EDİYOR.. Çiçeği yapan fail gören olmalı işiten olmalı ki çiçeğin toprakla etrafla kainatla olan irtibatını bilsin ve ona göre ihtiyacına göre yapsın. Çünkü çiçek görülüyormuş, ihtiyaçları işitiliyormuş gibi yapılıyor. Bir kuşun sesinin nağmelerini işitmeyen birisi o seslerdeki güzel ahengi kuşa verebilir mi? ( Bir besteciyi düşünün defalarca sesleri dinler ve dnledikten sonra nizama sokar... Teşbihte hata olmaz..) Demek ki çiçeği yapan, GÖREN, İŞİTEN, İRADE SAHİBİ, İLİM SAHİBİ VE "HAYAT SAHİBİ" "KELAM SAHİBİ" OLAN BİRİ OLMALIDIR. Artık sıfata geçince birisini tanımlıyor işaret ediyorsunuz... Sıfat bir zatı tanımlıyor. Biz zata işaret ediyor..Bunu inkar edemeyiz. Sıfat Dışa vuran özellikler Şuunat ise içsel özellikleri ifade ediyor. Şuunat daimidir. Kesintiye uğramaz. Şuunat sıfatın dışa vurması açığa çıkması halidir. Mesela birisi çok şefkat sahibi. Bu kişiden asla bir kuşun kafasını koparması beklenemez. Dışa böyle birşey yansımaz..Kuşun kafasını koparan merhamet sahibidir diyemezsiniz. Demek ki Şefkat sahibi birisi her zaman şefkatli fiiller işler. Şuunat sıfatlarla iç içedir. Tüm bu basamaklardan sonra ancak ZAT tan sözedilebilir. ZAT bütün bunlardan anlayacağımız şeydir. İşte hiçbir önkabul yapmadan adım adım akılcı bir metod kullanarak ulaştığımız bu neticeden sonra bu sonuca ulaşılır. bunu asla inkar edemezsiniz. İşte siz bu metodoloji neticesinde ulaştığımız ZAT kavramına ve onun özelliklerine... Şimdi siz bu özellikleri alın. Sağlama yapın. Kararınızı verin. Ama unutmayın bu özellikler var. Bir Ezeliyet, Bir kudret, Bir hayat sahibi olma vasfı... vs var...Bunu asla inkar edemeyiz. isterseniz "MADDE" diyin, isterseniz ""TABİAT" diyin isterseniz "YARATICI" diyin. Eğer Madde bu özelliklere sahip diyorsanız öyle inanın, Eğer tabiat bu özelliklere sahip diyorsanız öyle inanın, Yok bunlar doğal seçilimler neticesinde oldu diyorsanız ona inanın...... Ve bakın yukardaki çıkarımlarınız ne kadar bilimsel ve akılcı.. Ve artık biz inananları dogmatik şeylere inanıyorsunuz şeklinde itham etmekten vazgeçin.... Biz baktık çıkarımlarımızı ve sağlamalarımızı yaptık ve öyle kararımızı verdik.... ESERDEN YOLA ÇIKTIK MÜESSİRE ULAŞTIK.... Demek ki inananlarla inanmayanlar arasındaki TEMEL FARK. Yapılan faaliyetin ve işlenen fiillerin inklarından kaynaklanmıyor. Bunu kimse inkar edemez. Ortada bir çiçek var. Süslü her hali güzel bir çiçek var. Evrenle ilişkili bir çiçek var. Yüksek bir ilimle yapılan fiiller neticesinde ortaya çıkan bir çiçek var. SORUN YATARICI'NIN ÖZELLİKLERİNDE DEĞİL, SORUN BU ÖZELLİKLERİNE KİME VERDİĞİMİZDE.... Tek bir İlahı bırakıp sonsuz ilahlar edinmek.....hiç de akıllıca bir tercih değildir.. DEMEK Kİ ORTADA KÖRÜ KÖRÜNE ARAŞTIRMA SORGULAMA YAPMADAN KABUL EDİLEN BİRŞEY YOKTUR. Çok yorucu oldu. Umarım maksadına ulaşır... Saygılar..
  6. Yaratıcı insanı insan olarak yatarmıştır. Hepimiz aynı donanımlara sahibiz. Yani hepimiz akla, bir beyne sahip olduğumuz gibi, hepimizin içersinde "vesvese" var, şüphe var. İman sahibide olsanız, bir ateistte olsanız herkeste "şüphe" var. Şüphe yani vesveseler asla yok olmaz. Her zaman vardır. Çünkü şüpheyi verende Yaratıcı'dır. Bu insan iradesinin dışında cereyan eden bir hadisedir. Peki neden şüphe vardır? Şüphe ya kişiyi ya yanlışa götüren bir vasıta,bir alet olur olur. Kişi daha temelde yanlış mesnetlendirmeler yaptığı için,yapmış olduğu sorgulamalar neticesinde YANLIŞ SONUÇLAR elde eder. Dipsiz bir kuyuya, bir tuzağa düşmüş olur... (Eğer inanç sisteminin metodolojisi iyi anlaşılamamış ve kişi imanını her hadise karşısında doğru temellendirmeler yapıp doğrulayamamışsa bu problem ortaya çıkabilmektedir.) Ya da bu temellendirme çok iyi yapılmışsa şüpheler insanı ARAŞTIRMAYA sevkeder, tefekküre sevkeder, tefekkürün neticesinde de İLERLEMESİNE yardımcı olan bir motor görevi görür. BİR ÜST BASAMAĞA GEÇMEK İÇİN BİR VASITA OLUR. Bu şüphe olmasa ARAŞTIRMA olmaz. Araştırma olmaz sa İLERLEME olmaz. Biz müslümanlar asla DOGMA yakıştırmaları kabul etmiyoruz. Bakınız bizlere Allah'ın öğretmiş olduğu metodoloji aşağıdadır... 1-)ESER 2-)ESERİN ARKASINDAKİ FİİL 3-)FİİLİN ARKASINDAKİ FAİL 4-) FAİLİN ÜNVANI (İSMİ, ESMALARI) 5-)ONUN ARKASINDA ESMANIN KAYNAKLANDIĞI SIFAT 6-)SIFATIN KAYNAĞINI OLUŞTURAN ŞUUNAT 7-)ŞUUNATIN ARKA PLANINDA DA """"ZAT""" VARDIR. Yani ben Allah'ı tanıyorum demeniz için yukarda sıralanmış olan basamaklardan TEKER TEKER hakkını vererek TEFEKKÜR EDE EDE geçmeniz gerekmektedir. Bu basamakların TEK BİR TANESİNİ BİLE İHMAL ETSENİZ ORDA ""DOGMA"" DOĞAR.... Allah'ı tanımak bu basamakları geçme kabiliyetinize bağlıdır. Örn: Gözlerimiz önünde var olan bir gerçek. Mesela çiçek. Çiçeği görüp direk aa bu çiçeği kim yarattı derseniz yukarda sıralanan metodolojiyi ihmal etmiş olursunuz... Halbuki doğru yöntem aşağıdaki şekildedir.... Çiçek gözlerimizin önünde apaçık duran bir ESER dir. Peki şimdi bu eserin arkasındaki fiile bakalım. Çiçek güzeldir. Yani süslüdür. Yani çiçek eserinin üzerinde SÜSLENDİRME FİİLİ vardır. Çünkü çiçek deyince bizim dünyamıza süslü, ölçülü, güzel manaları gelir. Demek ki çiçeğin varlığı arkasında devamlı onu güzel, düzenli anlamlı kılan bir FİİLİN VARLIĞINA işaret ediyor..Çiçeğin arkasında süslendirme, düzenleme, uyum, evren ile iletişim (mesela arılarla, mesela biz insanlarla ilgisi ) vs...fiili sürekli işliyor...Bunu asla inkar edemeyiz..(BİR ÇOK FİİL İŞLİYOR: Evet demek ki bu FİİLLER FAİLİ gerektirir. Bir fiil varsa mutlaka bir faili ve yapanı var. Bunu asla inkar edemezsiniz. Gözler önünde apaçık bir hareket, fiil bir aktivite var. BURADA BU FAİLİ YAPAN KİMDİR DİYE SORARSANIZ OLMAZ. HATAYA DÜŞERSİNİZ. ÖN KABULLER YAPMANIZ GEREKİR.. O YÜZDEN SORMUYORUZ. VE ARA BASAMAKLARDA HÜKÜM VERMİYORUZ.. Evet. Ortada bir eser var. Ortada bir sürekli işlenen fiiller var. Ve demek ki bir fail yada failler var. Peki Bu faili yapanın özellikleri nasıl olmalıdır ki eser olsun.. Çiçeği yapan cemil birisidir. Süsleyen birisidir. Müzeyyin birisidir. Bakın ortada bir Allah yada Yaratıcı kelimesi yok henüz.. Süslendiren bu fiilini devamlı olarak yapıyor. Demek ki müzeyyin sıfatı çiçeğin bütün basamaklarında gözüküyor. Demek ki bu çiçeğin faili müzeyyindir. Güle baktığımızda bir ilim var. Rastgele olmuyor. Düzen ve ölçü içersinde oluyor. Yapraklarının ölçüsünün bir düzeni var. Güneşle olan bir pozisyonu var. Dikenlerle olan pozisyonu var. fotosentez yapabilmesi için yüzey alanına ayarlaması gerekir. böceklerle ilişkisi var. Ekolojik sistemle olan ilişkisi var. var var var. Demek ki bu fiili yapan aynı zamanda ilim sahibi olmalıdır. Bu fiil herhangi bir şekilde yapılmıyor. BU FAİL YÜKSEK BİR İLİMLE YAPILIYOR. Bu gülü yapan fail yüksek sonsuz bir ilimle, bütün ayrıntıları düşünerek yapıyor..işte bunlar FAİLİN ÜNVANLARIDIR. Demek ki çiçeği yapan Fail Alimdir. Celimdir. Kerimdir. Müzeyyindir. vs... Çiçek bunu bize anlatıyor.. Yukarda anlattıklarımız gayet mantıklı ve akılcı çıkarımlardır.. Evet bu esmalardan SIFAT lara geçiyoruz. İsimlerden sıfatlara geçiyoruz. Bu Fail basir olmalı. Gören olmalı. Bilen olmalı. Bu sıfatların içersinde öyle sıfatlar var ki. Hayatı Gerektirir. YANİ ÇİÇEĞİ YAPABİLECEK BİR FİİLİ İŞLEYEBİLECEK BİR FAİLİN SIFATLARI BİZE ÇİÇEĞİ YAPANIN MUTLAKA HAYAT SAHİBİ OLMASI GEREKTİĞİNİ İŞARET EDİYOR.. Çiçeği yapan fail gören olmalı işiten olmalı ki çiçeğin toprakla etrafla kainatla olan irtibatını bilsin ve ona göre ihtiyacına göre yapsın. Çünkü çiçek görülüyormuş, ihtiyaçları işitiliyormuş gibi yapılıyor. Bir kuşun sesinin nağmelerini işitmeyen birisi o seslerdeki güzel ahengi kuşa verebilir mi? ( Bir besteciyi düşünün defalarca sesleri dinler ve dnledikten sonra nizama sokar... Teşbihte hata olmaz..) Demek ki çiçeği yapan, GÖREN, İŞİTEN, İRADE SAHİBİ, İLİM SAHİBİ VE "HAYAT SAHİBİ" "KELAM SAHİBİ" OLAN BİRİ OLMALIDIR. Artık sıfata geçince birisini tanımlıyor işaret ediyorsunuz... Sıfat bir zatı tanımlıyor. Biz zata işaret ediyor..Bunu inkar edemeyiz. Sıfat Dışa vuran özellikler Şuunat ise içsel özellikleri ifade ediyor. Şuunat daimidir. Kesintiye uğramaz. Şuunat sıfatın dışa vurması açığa çıkması halidir. Mesela birisi çok şefkat sahibi. Bu kişiden asla bir kuşun kafasını koparması beklenemez. Dışa böyle birşey yansımaz..Kuşun kafasını koparan merhamet sahibidir diyemezsiniz. Demek ki Şefkat sahibi birisi her zaman şefkatli fiiller işler. Şuunat sıfatlarla iç içedir. Tüm bu basamaklardan sonra ancak ZAT tan sözedilebilir. ZAT bütün bunlardan anlayacağımız şeydir. İşte hiçbir önkabul yapmadan adım adım akılcı bir metod kullanarak ulaştığımız bu neticeden sonra bu sonuca ulaşılır. bunu asla inkar edemezsiniz. İşte siz bu metodoloji neticesinde ulaştığımız ZAT kavramına ve onun özelliklerine... isterseniz "MADDE" diyin, isterseniz ""TABİAT" diyin isterseniz "YARATICI" diyin. Demek ki inananlarla inanmayanlar arasındaki TEMEL FARK. Yapılan faaliyetin ve işlenen fiillerin inklarından kaynaklanmıyor. Bunu kimse inkar edemez. Ortada bir çiçek var. Süslü her hali güzel bir çiçek var. Evrenle ilişkili bir çiçek var. Yüksek bir ilimle yapılan fiiller neticesinde ortaya çıkan bir çiçek var. SORUN YATARICI'NIN ÖZELLİKLERİNDE DEĞİL, SORUN BU ÖZELLİKLERİNE KİME VERDİĞİMİZDE.... Tek bir İlahı bırakıp sonsuz ilahlar edinmek.....hiç de akıllıca bir tercih değildir.. DEMEK Kİ ORTADA KÖRÜ KÖRÜNE ARAŞTIRMA SORGULAMA YAPMADAN KABUL EDİLEN BİRŞEY YOKTUR. Çok yorucu oldu. Umarım maksadına ulaşır... Saygılar..
  7. +1 Bu gözardı etmelerini bizlere "bilimsel değişmez mutlak gerçekler" gibi sunmuyorlar mı işte ESAS DOGMA'da budur.... Sevgiler...
  8. Güzel Gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından zevk alır.. Keşke herkes güzel görebilecek erdeme sahip olsaydı.....!!!!!!!
  9. Sevgili Kralx Birde Hatay'ı eklersen süper olur.. Emeğine sağlık....
  10. Terapi

    KAZIKLARIN BOYU ARTIYOR...

    Allah cümlemizden razı olsun sevgili GeceKuşu arkadaşım senden Allah kelimesini bile duymak beni mutlu etti. Sevgiyle kal..
  11. Terapi

    KAZIKLARIN BOYU ARTIYOR...

    Sevgili Bilimselci sana daha fazla cevap vermeyeceğim. Gerek yok. Çünkü artık maksat anlaşıldı. Şimdi tespit yapma ve bu işi sonlandırma zamanı geldi. Önceden verdiğin bilgilerden faydalanıyorduk ama son dönemlerdeki mesajlarına bakıyorum artık sende tamamen çelişkiye düştün ve yöntemini değiştirdin.. Sevgili forumdaşım bilirsinki matematikte "0" herşeyi yutar. Senin bakış açın ve sıfırın kanaatimce "Dine ait ne varsa kötüle, karala, bir şekilde çarpıt ve reddet, kabul etme vs.." "bunu yapabilmek içinde istediğin herşeyi kullan. Sana mübah çarpıt, kafana göre yorum ekle ve maksadına hizmez et. Sakın aklına birkezde önyargısız ve önkabulsüz bakmak gerekmez mi diye bir soru getirme" ..şeklinde... Bu şekilde düşünenler ellerine "0" 'ı alırlar ve başlarlar çarpmaya , ve bütün denklemlerin neticesi tabiki =0 olur. Bu tespiti yapmak gerekti yaptık. Ha bir ilave Bu "0" sadece senin sıfırın. Bunu asla unutma. Seni "0" ınla başbaşa bırakıyorum forumdaşım..
  12. Terapi

    KAZIKLARIN BOYU ARTIYOR...

    MaşAllah bakıyorum bizim bilimselci çetin bir siyasetçi çıktı. Evet bende sürekli yazışmalarda bunu ispat etmeye çalışmıştım.. Sizin bilimsellikle vs. alakanız yok.. Tamamen ateizm felsefenize uygun siyasi görüşlerini empoze etme gayreti altında Bilimsellik kisvesine bürünüyorsunuz.. Bu yazıları hangi YANLI YAYINLARDAN KOPYALA YAPIŞTIR yapıyorsunuz acaba... Bi zahmet oranın isminide verinde bilelim....Nereye hizmet ediyorsunuz... Dünyadaki tüm veriler BİLİMSEL OLARAK ORTADA. Ülkenin itibarı ve kredi durumlarıda ortada.. SANA SADECE SOMUT BİR ÖRNEK 1995 Lİ YILLARDA ÖZELLEŞTİRİLMEK İSTENEN ERDEMİRE CEM UZAN KAÇ PARA VERDİ. VE ERDEMİR 2005 YILI SONLARINDA KAÇ PARAYA ÖZELLEŞTİRİLDİ... BUNU BİR ARAŞTIR BAKALIM...VE ŞU SORUNUN CEVABINI VER.. NE OLDUDA ERDEMİR BİR ANDA BU KADAR FAZLA BİR ŞEKİLDE DEĞER KAZANDI....( YAKLAŞIK 10 MİLYAR DOLAR OLDU...)
  13. Folklor çarpıtması Tunceli’yi ayağa kaldırdı Tunceli Bedensel Engelliler Rehabilitasyon Merkezi’nin açılışında gösteri yapan folklorcu kızlara başörtüsü giydirildiği yönündeki spekülasyonlar büyük tepki gördü. Yayınları ‘saçmalık’ olarak değerlendiren Meclis Başkanı Bülent Arınç, “Bu tür asparagas haberlerle beni, Tunceli halkını küçültmeye kalkmak, buradan rejim sorunu çıkarmak, laiklik tehlikesine işaret etmek kargaları bile güldürecek basitlikte bir olaydır.” derken, Devlet Bakanı Nimet Çubukçu, yayınları şaşkınlıkla izlediğini söyledi. Söz konusu iddialar, Tuncelilileri de kızdırdı. Konuya ilişkin yorumunun çarpıtıldığını belirten DTP’li Belediye Başkanı Songül Erol Abdil, ne zaman demokrasiden ve barıştan yana doğru şeyler söylenmiş ise bunun suni gündemlerle yok edilmeye çalışıldığına dikkat çekti. En sert tepki ise Tunceli Bedensel Engelliler Derneği’nden geldi. Yönetim kurulu üyeleriyle Doğan Haber Ajansı Bürosu’nun önüne siyah çelenk bırakan Dernek Başkanı Bedri Es, şehirdeki o kadar güzelliklere rağmen folklor ekibindeki başörtüsünün ön plana çıkarılmasını kınadıklarını bildirdi. Es, “Verdiğimiz emeğin arka planda kalması bütün üyelerimizi derinden üzmüştür.” diye konuştu. Geçtiğimiz cumartesi ilk kez bir Meclis başkanı ağırlayan Tuncelililer, aynı gün devlet ve millet işbirliğiyle 2 milyon YTL’ye yaptırılan Bedensel Engelliler Rehabilitasyon Merkezi’ne de kavuştu. Ancak medyanın tavrı sebebiyle bu sevinci doyasıya yaşayamadılar. Çünkü bazı gazeteler ildeki sıcak tablodan ziyade, folklor ekibinin giyimini öne çıkardı. Bu durum hem açılışı gerçekleştiren Meclis Başkanı Arınç’ı hem ona eşlik eden Bakan Çubukçu’yu hem de Tuncelilileri üzdü. Rusya’ya hareketinden önce konuya değinen Arınç, ilköğretim öğrencilerinin başlarının sırf kendisi orada olduğu için kapatıldığı yönündeki haberlerin gerçeği yansıtmadığını ifade etti. Arınç, kente gitmeden önce Doğan Haber Ajansı muhabirinin ‘Arınç, Tunceli’ye geldiğinde PKK eylem yapacak’ şeklinde haber yaptığını; ancak ildeki sivil-asker yetkililerin kendisini arayarak böyle bir şeyin söz konusu olmadığını bildirdiğini aktardı. Arınç, aynı muhabirin temasları sırasında kendisine cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili soru sorduğunu, cevap vermemesi üzerine ise “Biz haber yapacak bir şey buluruz.” dediğini kaydetti. “Haber yapacak bir şey buldular sonunda; folklor yapan kızların başının örtülü olması ve buna dayalı yorumlar...” diyen Arınç, medyaya kendisini yenilemesi çağrısında bulundu: “Değerli arkadaşlar, yalvarıyorum. Basın bu hale düşmemeli. Gallup’un yaptırdığı son ankette güvenilir kurumlar sıralamasında medya en alt sırada yer alıyor. Bu tür haberlerle, asparagaslarla, saçmalıklarla, beni ve Tunceli halkını küçültmeye kalkmak, buradan rejim sorunu çıkarmak, buradan laiklik tehlikesine işaret etmek kargaları bile güldürecek basitlikte bir olaydır. Orada bine yakın kişi vardı. Bu çocukların başı açık mı, kapalı mı kimsenin aklına geldi mi? Ya bu haberi çok önemseyerek, bir iki cümle söyleyen bir iki siyasetçiye ne demeli? Türkiye’nin gündemi bu değil. Türkiye’nin rejimi böyle saçmalıklarla yıkılacak, örselenecek bir güçsüzlükte değil. Bu tür felaket haberlerinden, paranoyaya dönüşmüş başörtüsü haberlerinden bıktık artık. Her önüne geleni istediği gibi eleştiren, yalan haberle insanları suçlayarak çuvaldız batıran bir basının iğneyi kendisine batırması lazım.” Çubukçu: Şaşkınlık içindeyim Kadın ve aileden sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu da konuya ilişkin haberlerin veriliş şeklini şaşkınlık içinde izlediğini bildirdi. Bakan Çubukçu, başörtüsü ve yemeninin folklorda yeri olduğunu hatırlattı. Tunceli’ye terör ve suikast haberlerine rağmen gittiklerine işaret eden Bakan Çubukçu, Meclis Başkanı’na büyük ayıp yapıldığının altını çizdi. Çubukçu, “Devlet-millet işbirliğiyle yapılan rehabilitasyon merkezinde verilecek hizmet bu tür haberlerle gölgelenmeye çalışılıyor. Bölge halkı ile bütünleşmemizi önlemeye yönelik bir çabaydı diye düşünüyorum. Başörtüsü ve yemeni folklorda vardır. Başörtüsü sorunu haline getirmek gereksiz. Türklerin geleneksel folklor kıyafetinin sorun haline dönüştürülmesi üzücü.” ifadelerini kullandı. ‘Fes yerine yazmayı tercih ettik’ Tunceli Gençlik ve Spor Müdürlüğü’nde görevli folklor antrenörü Yücel Yazır ise tartışmaya konu olan giysinin geleneksel giysi olduğunu söyledi. Her yörenin kendine has folklor kıyafeti bulunduğunu belirten Yazır, “Tunceli’de havanın aşırı sıcak olmasından dolayı fes yerine yazma takmayı tercih ettik. Folklorcularımızın kullandığı giysi Tunceli’nin geleneksel giysisidir. Meclis Başkanı’mız ve bakanımızın ziyaretine yönelik bir kıyafet uygulaması yapılmamıştır.” dedi. -------------------------------------------------------------------------------- Emeğimiz gölgelendi, derin üzüntü duyduk Tunceli Bedensel Engelliler Derneği Başkanı Bedri Es ve yönetim kurulu üyeleri, Rehabilitasyon Merkezi’nin açılış töreninin amacının dışına çıkarılmasını kınadı. Doğan Haber Ajansı Tunceli Bürosu’nun önüne “Yine engellileri yok saydınız” yazılı siyah çelenk bırakan Es, “Merkezin taşıdığı büyük değer ve anlam yerine, folklor ekibindeki kızların türban tipindeki başörtüsü ile gösteri yapmasının öne çıkarılması, merkezin yapımına içten destek ve katkı sağlayan, başta Tunceli halkı olmak üzere işadamları, Alevi kültür merkezleri, cemevleri, katkı sunan diğer sivil toplum örgütleri ve Tuncelili bedensel engelliler tarafından derin üzüntü ve tepki ile karşılanmıştır.” dedi. -------------------------------------------------------------------------------- Görüşlerime yorum katılması beni şaşırttı Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil, konuya ilişkin yorumlarının çarpıtılmasından dert yandı. “Törene dair görüşümün yorum katılarak genişletilmesi beni şaşırtmıştır.” diyen Abdil, ne zaman demokrasiden ve barıştan yana doğru şeyler söylenmişse bunun suni gündemlerle yok edilmek istendiğine dikkat çekti. Abdil, şu görüşleri dile getirdi: “ Benim ‘folklor ekibindeki kız öğrencilerin başlarını türbanla kapattıran sorumlunun mutlaka ortaya çıkartılmasını istedi’ şeklinde herhangi bir açıklamam olmamıştır. Halkoyunları ekibinin giymiş olduğu kıyafet konusunda görüş bildiremiyorum; bu yorumun halkoyunları uzmanları tarafından yapılması doğru olacaktır.” İşte yukardaki açıklamalar artık pes doğrusu.. Evet Bilimsellik dersimiz devam ediyor...Tebrikler.. Bizleri hiç şaşırtmadınız ..Allah'a şükürler olsun ki BİLİM siz gibilerden çok uzaklarda......
  14. by_x_men duygu sömürüsü yapmaya gerek yok. Yazdıklarım içersinde ARAPLARLA ALAKALI TEK BİR İBARE DAHİ YOK. VEHİMLERİNİZLE SUÇ İCAT EDİP ÜZERİMİZE ATMA YÖNTEMİNİZDE BAYATLADI BUNUDA DEĞİŞTİRİN. ARTIK CİDDİ BİR DEĞİŞİME İHTİYACINZ VAR ... HEM BİLİMSELCİ OLUYORSUNUZ HEMDE İNANÇLARI YÜZÜNDEN ( ASLINDA KORKTUĞUNUZ İÇİN KORKACAK NE VARSA ORTADA...) BU VATANIN ÖZ EVLATLARININ OKMASINA ENGEL OLUYORSUNUZ. EVET TAM TAMINA BİLİMSEL BİR YÖNTEM BU...TEBRİKLER.. OLAYLARA AT GÖZLÜĞÜYLE BAKMAYI BIRAKINDA 2002 YILINA KADAR MEMLEKETİ NE HALE GETİRDİNİZ ONUN HESABINI VERİN.....
  15. Allah nurunu tamamlayacaktır. Sizler istemesenizde yırtınıp dursanızda BU VATANIN ESAS SAHİPLERİ BU VATANI SİZİN GİBİLERE ARTIK ASLA BIRAKMAYACAK. Yıllardır yönetimdeydiniz en son 2002 yılında memleketi ne hale getirdiniz. Bu vatana en büyük ihaneti sizler yaptınız. CHP zihniyetinin 1990 yıllarda özellikle belediyelerde ülkeyi sürüklediği kaosları asla unutmadık. Ve millet olarakta bunun cevabını güzel bir şekilde verdik...vermeyede devam edeceğiz inşallah İSKİ skandalları, çöpler, hava kirliliği, grevler, yolsuzluklar, susuzluk vs... Bunların hepsini bu millete siz yaşattınız. Böyle binlerce örnek verebilirim. Beledilere bile gitmeden direk kartlarla yıllar boyu maaş alan birçok insan biliyorum... Baylar artık bitti. Elinizden geleni yapın ardınıza koymayın. Bu konuda gocunmuyoruz. Ama asla karşımıza çıkıp VATANSEVER lik nidaları atmayın... MASKENİZİ HERKEZ GÖRDÜ... Artık bu yöntem bayatladı yeni birşeyler bulun. Atatürkçülüğe sözde kendinizce Bilimselliğe (ki ben hiç bilimsel bir katkınızıda göremedim ya gören varsa söylesin !!!!) sığınıp ateizm felsefenizi bizlere yutturamazsınız... Bugün M. K Atatürk gelse eminim sizler gibilerin karşısına ilk o çıkardı !!!!!!! Sizler Yaratıcı'nın mülkünde yaşıyor Yaratıcı'nın nimetlerinden istifade ediyorsunuz, Sonrada kalkıp Yaratıcı'nın nimetlerine nankörlük ediyorsunuz...Bu en büyük zulümdür... ZARARA RIZASIYLA GİRENE MERHAMET EDİLMEZ, ÇÜNKİ LAYIK DEĞİLDİR.
  16. Şimdilik içinizdeki çelişkileri ancak bu kadar dile getirebilecek cesarete sahipsiniz. Ama eminim ki ilerde bu cesaretiniz artacak önce BİR YARATICI YOK, önkabulü ile yola çıkıp Bilimi kullanarak bu önkabülünüz etkisinde hadiseleri gözlemleyerek yorumlamaya devam edemeyeceksiniz. Çünkü dünyada artık Darwinizm bitti. Şimdi popülarite Nihilizm de Yani Niçe'de. Bence bunu bir araştırın...Belki oralardan birşeyler bulursunuz. Tüm gözlerler mutlaka taraflıdır. Evrende tarafsız gözlem yoktur. Bunu unutmayınız... Gelelim yazıya... Genetikçi ve Evrimbilimci Steve Jones Diyor Ki... Başta "Genlerin Dili" olmak üzere evrim ve genetik konusunda birçok popüler bilim kitabına imza atmış olan genetikçi Steve Jones (University College, Londra), insan evriminin geleceği konu­sundaki tartışmalarda da önde gelen isimlerden biri. Aşağıda, konuyla ilgili olarak BBC ile yap­mış olduğu bir röportajdan bölümler veriyoruz: İnsan türü geçmişte ne kadar evrim ge­çirdi? İnsan türüyle ilgili olarak olağanüstü buldu­ğum nokta, ne kadar sıkıcı olduğumuz. İzlan-da'daki insan nüfusuyla dünyanın öbür ucundaki Avustralya aborijinleri arasındaki genetik mesafe -ortalama olarak tabii- batı Afrika'da birbirinden diyelim 70-80 km arayla yaşayan iki şempanze çetesinin arasındaki mesafeden daha az. Biz, bir­çok anlamıyla evrim geçirmeyen primatlar olduk, bu dünyaya "insan" olarak geldik geleli de biyo­lojik olarak neredeyse aynı kaldık. Ben Lon­dra'nın merkezindeki Camden Town'da oturuyo­rum. Burası oldukça gürültülü patırtılı, kalabalık bir bölge olarak bilinir. Ola ki bir Kromagnon in­sanı, benimle birlikte metroya binse onun farkı­na bile varmam. Yani, belki biraz homurtulu ses­ler çıkarıyordur, biraz çamurla kaplıdır ama o ka­dar. Bir bakar, geçerim, Siz bir de ona sorun. Şaşkınlıktan gözleri faltaşı gibi açılmıştır, kendi­ni başka bir gezegen, hatta evrende zannediyor-dur, yapay ışıklar, birbirlerine bakıp tuhaf sesler çıkaran insanlar... Sonuçta, ilk modern insanlar­dan bu yana inanılmaz bir evrimin gerçekleşmiş olduğu kesin. Ancak bu, biyolojik evrimden çok toplumsal ve kültürel bir evrim. Biz genlerimiz­den çok zihnimizle evrim geçiren yara­tıklarız. Yukarıyı çok ama çok iyi okuyunuz. Zatı muhterem erkekçe biz evrim geçirmedik diyemiyor. Ama sanırım Bilimsel gelişmelere tam kulağını tıkayamamış ki evrim geçirdik ama biyolojik değil toplımsal ve kültürel evrim diyor. Yani kısacası EVRİM GEÇİRMEDİK AMA TEKAMÜL ETTİK DEMEK İSTİYORDA.. Klasik dünya tarafından dışlanmaktan korksa gerek henüz tam cesaret edemiyor... Sevgili Bilimselci tamamen çelişkiler içersinde yüzüyorsunuz.... Size şöyle bir teklifim var. İnanmak ve kabul etmek zorunda değilsiniz. Bu sizin tercihiniz. Ki ben işin bu kısmını asla eleştirmiyorum ve saygı duyuyorum. Fakat şurada anlaşalım. Kabul etmemeniz Değişebilme ihtimali çok yüksel olmasına rağmen Bilimsel verilere ve önkabullere dayanmıyor, Kabul etmeme sebebiniz tamamen sizin psikolojik tercihlerinizin bir sonucu. Bilimi İnkar Tercihinize alet ederek kendinizi rahatlatma çabası gütmeyiniz lütfen... Bilim tarafından ispat edilmiş ve artık bir kanun haline gelmiş hiçbir konuda zaten Dinimizin çatışması mümkün değildir. Tarih buna şahit olmamıştır olmayacaktırda... Bunla yüzleşirseniz ve anlaşırsak sizin tutarlılığınız ve samimiyetiniz konusunda şüphelerim ortadan kalkacak.. Hakikati görmeniz ümidiyle Sevgiler..
  17. Ortada çarpıtılan birşey yok Bilimselci : Aşağıyı dikkatlice okuyunuz..Herşey gayet açık ve net... "Biz, birçok anlamıyla evrim geçirmeyen primatlar olduk, bu dünyaya "insan" olarak geldik geleli de biyolojik olarak neredeyse aynı kaldık. Ola ki bir Kromagnon (soyu tükenmiş bir insan ırkı) insanı, benimle birlikte metroya binse onun farkına bile varmam." Kimsenin ve yukarda bahsettiğiniz şahsın olayları çarpıttığı filanda yok. Steve Jones 'un ifadeleri gayet açık ve net değil mi yoruma ne hacet.... Bugün Bilim ve Teknik dergisi bilimsellik kimliği altında inkar felsefesi yapmaktadır. Ama bazen ne yapsınlar böyle gözden kaçırdıkları ayrıntılarda oluyor. Ne yaparsınız onlarda insan hata yapabiliyorlar..:)) Bizim gibi birçok Tek Bir Yaratıcı'yı kabul etmeyerek birçok ilah tasavvurunu kabul ederek tam tamına doğmatik bir yöntemin içersinde olduğunuzla yüzleşmeniz ümidiyle...
  18. Eyvallah... Allah herkesin niyetini ve amelini biliyor. Herşey kayıt altına alınıyor.. Herkes imtihanını veriyor... Evet sizler, sizler nereye gidiyor? neyi hedefliyor ve ne için yaşıyorsunuz...?
  19. Sevgili Biliselci, bilimselcilikten bahsediyor ve sürekli oradan dem vuruyorsun Fakat ne büyük hezeyandır ki bakıyorum sürekli felsefe yapıyorsun. "İnkar felsefesi" bu. Lütfen bu konuda daha tutarlı olur musun? Yukardaki söylemlerin hiç hoş değil resmen gizli hakaretler içeriyor hiçbirisi tasvip edilecek şeyler değil. Bilimsellik kimliği savunma adı altında insanların inanç sistemleriyle dalga geçiyorsunuz. Size hiç yakıştıramadım. Ki bilimsel bir kimliğiniz olduğunuda sanmıyorum. Lütfen aşağıdaki hataya düşmeyelim... "Bilime, dışarıdan bakan insanlar, ilim adamlarının 2x2=4 gibi kesin hakikatlerle uğraştıklarını zannederler. Ama bu doğru değildir. Bilim adamları, bugünkü doğruların yarın değişebileceği şüphesiyle devamlı diken üstünde otururlar. Bilimde değişmez hakikatler yoktur. Bugünkü gerçekler, bugün elde edebildiğimiz bilgilerle ulaştığımız gerçeklerdir. " Acaba yanılıyor muyum sorusunu arada sormak lazım değil mi?
  20. Hala ne evriminden bahsediyorsunuz. Bilimsellikten de bahsetmeyin. Doktorasını mühendislik bilimleri dalında bitiren bir insan olarak bilimin ne demek olduğunu en az sizler kadar biliyoruz çok şükür. Bilim sürekli gelişen dinmik bir yapıya sahipken ve yeri geldiğinde kendisini tekzip ederken bilime Mutlaklık yakıştırması yapmayada kalkmayın. Bizlere bilimsellik görünümünde doğmatik felsefelerinizi dayatmaktan artık vazgeçin. Sürekli bilimsellik kisvesi altında felsefi düşünce ve fikirlerini sunmayın... Basit bir gözlem ve basit bir deneyle bir agacın dahi sana mühendislik harikası oldugunu ispatlamaya hazırım. Bu harika tasarım sonsuz bir ilim ve kudret ister. Bunu hemen ispatlayabilirim sana... Kainatta birşeylere ilim kudret ezeliyet vermek zorundasınız. Bunu asla unutmayın... Sözün özü şunu demeye çalışıyorum: İnançsızlığınızın temelinde "Bilimsel Gerçekler Yoktur." bunun temelinde "Psikolojik Tercihler Vardır." Daha derinlere inin kendinini bir check edin ve bu gerçekle yüzleşin bence... Sizler biz inananları "Sorgulamayan" "körü körüne kabul eden" insanlar mı zannediyorsunuz.. Hayatı Kainatı yani evreni sorgulamamızı bizlere Allah öğretiyor. Haydi buyrun kontrol edin sağlamasını yapın.. diyor 1-) Kuran-ı Kerim (Ezeli Çağrı) 2-) Hz. Peygamber (Ezeli Çağrının Öğretmeni, Nasıl anlamamız gerektiğinin yol göstericisi) 3-) Evren (Sağlama yapmamıza vesile olan bürhan vasıtası) 4-) Vicdan (onaylama mercisi..) Yukarda saydıklarımın hangisi soyuttur. Hangisi doğmadır. Hepsi apaçık gözlerimizin önünde elimizin altındadır. Buyrun yeterki önyargısız objektif kontrol edin. Sağlama yapın...Vahyin bildikdirlerini gözlem ve deneylerinizle kontrol edin sağlamasını yapın.. Bunu yaparken yorumlarını katmayın. Gözlemlerinizi kalb ve vicdan süzgecinden geçirerek yorumlayın bakalım. Göreceksiniz ki. Allah'ın her bildirdiği hakikate iç dünyanız "evet" diyecek.. Kör felsefenizin verdiği cevaplara ise iç dünyanız her zaman "hayır" diyecek. Bu konuyu isterseniz derinlemesine açarız.. Buyrun daha taptaze bir haber size ulaşmamış ben ulaştırayım istedim.. Akla ve bilime uygun olmayan doğmatik felsefi akımlarını artık bize dayatmaktan vazgeçerseniz sevineceğiz.. Yeni şeyler bulun inkarınızı mesnetlendirecek. Belki o zaman daha tutarlı olursunuz... Evrimde yolun sonu Yıllardır "Evrim" safsatasını tek doğru gibi sunmaya çalışan Bilim ve Teknik dergisi, insanın evrim geçirmediğini itiraf etmeye başladı. "EVRİM BİZİM İÇİN BİTTİ Mİ?" Bilim ve Teknik dergisinin Ağustos sayısında, evrim konusu işlendi. Zeynep Tozar tarafından kaleme alınan "Yolun Sonu mu" başlıklı makalede; "Bilim insanları, evrimsel saati geriye doğru çalıştırıp insanın tarihini aydınlatma yönünde önemli adımlar attılar. Ama bu saat ileriye doğru da işliyor. Öyleyse nereye doğru gidiyoruz? Evrim bizim için bitti mi?" sorusunu sordu. "İNSAN EVRİM GEÇİRMEDİ" TÜBİTAK tarafından çıkarılan Bilim ve Teknik dergisi, evrim ve genetik konusunda birçok popüler bilim kitabına imza atmış olan genetikçi Steve Jones'in röportajına da yer verdi. Jones'in, dergide yayınlanan röportajında; çağlar önce soyu tükenmiş bir insan ırkını örnek vererek, insanın sanıldığı gibi bir evrim geçirmediğini şöyle ifade ediyor: "Biz, birçok anlamıyla evrim geçirmeyen primatlar olduk, bu dünyaya "insan" olarak geldik geleli de biyolojik olarak neredeyse aynı kaldık. Ola ki bir Kromagnon (soyu tükenmiş bir insan ırkı) insanı, benimle birlikte metroya binse onun farkına bile varmam." GÜNDOĞDU: BU TARİHİ İTİRAF Dr. Cihat Gündoğdu, insanın evrim geçirmediğinin en ünlü evrimci dergiler tarafından bile itiraf edilmeye başlandığını belirterek, "Bu tarihi itiraflardan birine şahit olmak için Bilim ve Teknik dergisinin Ağustos ayı sayısına göz atmak yeterli olacaktır" dedi. Bilim ve Teknik dergisinde genetikçi Steve Jones'in açıklamalarının yer aldığını hatırlatan Gündoğdu, "Günümüzden ünlü bir genetikçinin sözde evrim iddiasıyla ilgili görüşleri bu şekilde. Yeni bir organ ya da yepyeni bir özellik genlerde tesadüfen ortaya çıkamaz. Bu yüzden genlerimiz nesiller boyunca değişmeden aktarılıyor ve ilk insan Hz. Adem'den bu güne insanın değişmesi bilimsel olarak mümkün değil. Bugünkü insan ne ise yeryüzündeki ilk insan da aynıydı. Bu durum yeryüzündeki diğer milyonlarca tür için de aynen geçerli" diye konuştu. Cihat Gündoğdu, 19. yüzyıldan bu yana bilim ve düşünce dünyasında etkin olan ateizmin önlenemez bir şekilde çöktüğünü, fosil bilimi, biyokimya, anatomi, genetik gibi farklı bilim dallarının ortaya koyduğu bulguların evrim teorisini çok farklı yönlerden çürütmeye devam ettiğini bildirdi. Dr. Gündoğdu, şunları söyledi: "Genetik bilimi eğer Darwin'in bu tezinden daha önce keşfedilmiş olsaydı, Darwin, teorisinin tamamen bilim dışı olduğunu görecek ve böyle anlamsız bir iddiaya kalkışmayacaktı. Evrim çevreleri kriz içindeki bu teoriyi artık terk etmektedirler. Evrim için artık yolun sonuna gelinmiştir." ( Bilim ve Teknik:Ağustos :2005 )
  21. Bütün Bilimler Allah'ın Evrene koymuş olduğu muhteşem düzenin bir neticesidir. Bu düzen, nizam ve intizam olmasaydı hangi bilimden ve ilimden bahsedebilirdik ki?? Malesef bizlere "Bilim Felsefesini" layetezelzel ( sarsılmaz ) bilimsel gerçekler olarak dayatmaya çalışan büyük bir kitle var. Ama bunların temeline bir inin bakın tamamen bilimsel doğmalar ve ön kabullerle üretilen bir "felsefe" ile karşılaşacaksınız. Mesela bizler Allah yarattı diyoruz hayır diyorsunuz peki bunu neyle ispat ediyorsunuz ?? Evet karşımızda 2 seçenek var. Bununla artık herkes yüzleşmeli. Hakikati açıklama çabasında.... Ya tek bir ilah olan Allah'ı kabul edeceksiniz. Ve buradan beslenerek hadisatı açıklayacaksınız. Yada her şeyi kendi başına bir ilah kabul ederek sınırsız ilahlarınızla bunu yapmaya çalışacaksınız..Bizi bir tek ilaha inanmakla doğmacılıkla suçlarken sizler milyonlarca ilaha inanmış olacaksınız.. Evet başka bir tercih ve yol yoktur. Hadisatı açıklarken mutlaka birşeylere zati özellikler yüklemek zorundasınız.. Bu da onu ilahlaştırmaktan başka birşey değildir. Unutmayın Hakikat (Gerçek) 1 tanedir....
  22. Terapi

    SİVAS KATLİAMI 13.YILI

    NE "SİVAS KATLİAMI" NE DE "BAŞBAĞLAR KATLİAMI" ikisinde de kastdedilenler kimler "İNSAN" Farklı fikirlere ve görüşelere sahip olabiliriz. Bu gayet normal ama 2 hususu unutmamak gerekir. 1-) Hakaret, İftira ve karşı görüşteki insanların hassasiyetini rencide etmemek. 2-) Karşı fikirlere olan karşıtlığımızı mesnet kabul ederek "Adaletsizlik Yapmamak ve Daima Adil Olmak." Allah bizlere bir daha böyle kötü ve acı anlar yaşatmasın... Her insan bir mucizedir. Her insan bir değerdir. Her insan bie candır ve Can çok kutsaldır. Saygılar ve Sevgiler..
  23. Mehmet Akif'in Şiirinde Hz. Ömer ve Asr-ı Saadet'ten Bir Tablo Fatih ALPEREN Mehmet Akif'in 1910 yılında Sırât-ı müstakim dergisinde, 1911 yılında ise I. Safahat'ta yayımlanan "Kocakarı ile Ömer" adlı şiiri, onun en başarılı şiirlerden biri olarak kabul edilir. Bu şiir hem Türk aydınları, hem de geniş halk kitleleri üzerinde büyük yankılar uyandırmıştır. Türk aydınları, bu şiirde çizilen, Hz. Ömer devri İslâm toplumunun ideal özelliklerine, bu toplumdaki devlet-halk, yönetici-yönetilen münasabetine hayran olmuştur. Bu şiir, Hz. Ömer devrinde ulaşılan sosyal devlet anlayışını ortaya koyması açısından da çok önemlidir. Bu yüzdendir ki, gerek şiirin yazılıp yayımlandığı İmparatorluk, gerekse Cumhuriyet Türkiye'sinde birçok yönetici-aydın, Hz. Ömer gibi mesuliyet duygusuna sahip bir yönetici olmayı hayal etmiş, hiç değilse öyle görünmeyi arzulamıştır. Bu sebeple, Akif'in bu meşhur şiirinde geçen, Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer'den onu! mısraları, küçük bir değişiklikle, Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu Gelir de adl-i İlâhî sorar bizden onu! şekline girerek dillerden düşmemiş; meydanlarda geniş halk kitlelerini, iyi bir yönetici olacakları konusunda ikna etmek için ter dökenler tarafından ısrarla kullanılmıştır. Biz bütün bunları bir yana bırakarak, Akif'in bu meşhur şiirine konu olan hâdiseyi, o muztarip şairin dilinden bir daha dinlemek, üzerinde düşünmek ve genç nesilleri Asr-ı Saadet'ten bir tablo ile yüz yüze getirmek istiyoruz. Akif'in şiirine konu olan hâdise, Hz. Ömer devrinde cereyan eder. Hâdiseyi bize, İslâm tarihlerinde, Peygamberimiz?in amcası Hz. Abbas anlatır. Bu çarpıcı hâdiseyi şiirleştirmek de Akif'e nasip olur. Hz. Ömer'in halifeliği devrinde (634-644) bir gece, Hz. Abbas evinden çıkar. Devlet başkanı konumunda olan Hz. Ömer'i görmek, ziyaret etmek ister. Akşam olmuş, gece epeyce ilerlemiştir. Hz. Abbas, Medine'nin ıssız sokaklarından, Hz. Ömer'in evine doğru ilerlerken, karanlığın içinde bembeyaz bir hırkaya bürünmüş, heybetli heybetli yürüyen bir adamla karşılaşır, selâmlaşırlar. Kâinatın Efendisi'nin amcası, bir bakar ki, karşısındaki Hz. Ömer'dir. Ona, Ya Ömer! Böyle geç vakit, bu ne iş ? diye sorar. Hz. Ömer, Medine'nin mahallelerini dolaşmaya çıktığını söyler ve gel beraber dolaşalım diye onu da davet eder. İki büyük insan, Medine sokaklarını birlikte dolaşmaya başlar. Etraf, büyük bir sessizlik içindedir. Medine, huzur içinde uyumaktadır. Çünkü başında, insanlık tarihine adalet timsali olarak geçecek, hükmettiği geniş İslâm coğrafyasına hak ve hukuku hâkim kılacak Hz.Ömer bulunmaktadır. Hz. Abbas bir huzur içinde uyuyan mutlu ve kutlu beldeye, bir de halifeye bakar. Ömer, o yüce kâmetiyle ona, bir sıyanet meleği, bir nur yığını içinde uyanık bir yıldız gibi görünür. Ömer her evin önünde durur, içerdekilerin haberi olmadan dinler. Böylece, en harap bir yapıyı, en küçük bir evi bile ihmal etmeden, Medine sokaklarını adım adım dolaşırlar. Nihayet evler biter, şehrin dışına çıkarlar. Orada bir çadırla karşılaşırlar. Çadırda, ihtiyar bir kadın ve açız açız! diye feryat eden minnacık çocuklardan başka kimse yoktur. Akif, bu manzarayı ne güzel anlatır: Ocak başında oturmuş bir ihtiyarca kadın, "Açız! Açız!" diye feryâd eden çocuklarının, Karıştırıp duruyorken pişen nevâlesini; Çıkardı yuttuğu yaşlarda çırpınan sesini -Durundu yavrularım, işte şimdicek pişecek? Fakat ne hâl ise bir türlü pişmiyordu yemek Çocukların yeniden başlamıştı nâleleri? Bu hazin tablo karşısında Hz. Abbas ve Hz. Ömer, selâm verip çadıra girerler. İhtiyar kadın, asık bir yüzle selâmlarını alır. Ömer, ihtiyar kadına sorar: -Bu yavrular niçin, ey teyze, ağlıyor, söyle? Kadın: -Bugün ikinci gün, aç kaldılar? diye cevap verir.? O halde niçin önlerine biraz yemek koyup, karınlarını doyurmuyorsun?? diye soran Hz. Ömer'e kadın, ekmeklerinin ve yemeklerinin olmadığını, çömleğin içinde çakıl taşları bulunduğunu, onları kaynatarak çocukları avutmaya çalıştığını anlatır. Bunun üzerine Ömer, kadına; kocası, oğlu, kardeşi, bir yakın akrabası, onlara yardım edecek hiçbir kimsenin de mi olmadığını sorar. Kadın bütün erkek akrabalarının öldüğünü, kimi kimsesi olmadığını, yanında açız diye feryat eden bu çocukların torunları olduğunu söyler. Bunun üzerine Ömer, kendini tanıtmadan, hâlini niçin emire (halifeye) anlatmadığını sorar. Fakat kadından hiç beklemediği çok ağır bir cevap alır. Kadın karşısındakinin Halife Ömer olduğunu bilmeden şöyle beddua eder: Emir?e öyle mi? Kahretsin an-karîb Allah! Yakında râyet-i ikbâli ser-nigûn olsun? Ömer, belâsını dünyada isterim bulsun! Halife Ömer, büyük bir hayret içindedir. "Ne yaptı teyze, Ömer böyle beddua edecek" diye sorar. Kadın, kendisinin yetim avuturken, halifenin uyumaması gerektiğini, kendilerinin halifenin idaresinde, ona Allah'ın bir emaneti olduklarını, ama arayıp sorulmadıklarını yana yakıla anlatır. Ve kendisine "Zavallının işi pek çok, zaman bulup gelemez, gidip söylemezsen ne haldesin bilemez." diye mazeret sayıp döken Ömer'in hiçbir mazeretini kabul etmez. "Mademki, insanlarıyla gereğince ilgilenemeyecekti, o halde niçin hilafeti zamanında kabul etti." der, bu özrün çürük bir özür olduğunu ifade eder. Bu arada, çocukların feryatları daha da yükselir. Torunlarının bu içler acısı durumu karşısında ihtiyar kadının öfkesi artık çılgın bir hâl alır. Ve kadın bu öfke ile ellerini açar. Halife Ömer'e beddualar yağdırır: -Şu nevhalar ki çıkar tâ bulutların içine, Ömer! Savâik-ı tel'in olur, iner tepene! Yetîmin âhını yağmur duâsı zannetme: O sayha ra'd-ı kazâdır ki gönderir ademe! "Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver?" "Susundu yavrularım, işte oldu, şimdi pişer!" Gidip de söyliyeyim hâ?... Dilencilik yapamam! Ömer de kim? Benim ondan kerim adamdı babam, Ölür de yüz suyu dökemem sizin Halîfe'nize!... Ömer, kadının bu son sözleriyle, beyninden vurulmuşa döner. Sesi titreyerek "Haklısın teyze, avut çocukları, ben şimdicek gider gelirim." der. Sonrasını ise Allah Resûlü?nün amcası Hz. Abbas şöyle anlatır: Halife önde, bitik, suçlu, münfa?il, nâdim; Ben arkasında, perîşan, çadırdan ayrıldık Sabaha karşı biraz başlamıştı aydınlık. Köyün köpekleri ejder misâli saldırıyor, Bırakmıyor bizi yoldan, fakat kim aldırıyor! Medîne'nin dalarak münhanî sokaklarına; Dönüp dönüp hele geldik zahîre anbarına. Halîfe girdi açıp, ben de girdim emriyle Arandı her yeri, bir mum yakıp ale?l-acele. -Şu tek çuval unu gördün ya! Haydi yükle bana; Bu testi yağ doludur, el verir o yük de sana. Çuval Halîfe?de, yağ bende, çıktık anbardan; Kilitleyip geri döndük deminki yollardan. Mesâfe, baktım, uzun; yük yaman; Ömer yaralı; Dedim ki: -Ben götüreydim? Verir misin çuvalı? -Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın: Vebâli kendine aittir İbni Hattâb'ın. Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin? Yarın huzûr-ı İlâhî?de, kimseler Ömer'in Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile; Evet, hilâfeti yüklenmiyeydi vaktiyle Kenâr-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer?den onu! Bir ihtiyar karı bî-kes kalır, Ömer mes'ûl! Yetîmi, girye-i hüsrân alır, Ömer mes'ûl! Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse: Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse! Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri, O damla, bir koca girdâb olur boğar Ömer'i! Ömer duyulmada her kalbin inkisarından; Ömer koğulmada her mâtemin civârından! Ömer halîfe iken, başka kim çıkar mes'ûl? Ömer ne yapsın, İlâhî, beşer zalûm ü cehûl! Ömer'den isteniyor beklenen Muhammed'den? Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu bârı (yükü) sırtına sen? Medine'nin karanlık sokaklarında, yük altında inleyen ve mesûliyet duygusuyla perişan olmuş Ömer'i, Hz. Abbas teselli etmeye çalışır. Un çuvalının altında yorulan ve iki büklüm olan Ömer: ?Uzak mı yol? Daha çok var mı?' diye sorar. Hz. Abbas çok az kaldığını söyler. Nihayet ihtiyar kadının çadırına gelirler. Ömer'in artık mecali kalmamıştır. Nefes nefese sırtındaki un çuvalını indirir. Kenara koyar. Ardından tenceredeki çakıl taşlarını atar, tencereye un ve yağ katar. İhtiyar kadın da yakmak için yaş diken getirir. Bu yaş dikenleri tutuşturmak için Ömer, beyaz sakalları ile yerleri süpürerek terler içinde mücadele eder, dumanlar içinde kalır. Nihayet ocak tutuşur, yemek pişer. Ömer, pişen yemeği çocuklara bir bir yedirir. Çocuklar doyunca, çadırda mâtem havası biter, cıvıl cıvıl, sevinç dolu bir hava eser. Çocuklar oynamaya başlar, ihtiyar kadın da neşe içindedir. Bu tabloyu gören Ömer, mutluluktan kendinden geçer. Bu arada neredeyse sabah olmaktadır. Bundan sonrasını yine Allah Rasûlü'nün amcasından dinleyelim: -Dedim: -Sabah oluyor kalkalım? -Evet, haydi! Yarın Emâret'e gel teyze, öğleyin beni bul; Emîr'e söyleriz, elbette hayr olur me'mul. (bir hayır umulur) İhtiyar kadın, hâlâ karşısındakinin, mü'minlerin emîri Hz. Ömer olduğunu bilmemektedir. Sevinç içinde, yüzü güler ve geleceğini söyler. Sonrasını yine Hz. Abbas anlatır: Biz de çıktık vedâ edip artık Hiç görünmeksizin gelip geçene, Doğru indik Halîfe'nin evine "Şimdi nerdeyse gün doğar, kalıver." Diye, koyvermiyordu, çünkü, Ömer. Az sonra sabah olur. Etraf aydınlanır. Gece boyu huzur içinde uyuyan şehir, tamamen uyanır. Allah Rasûlü'nün Halifesi Ömer'le, Allah Rasûlü'nün amcası Hz. Abbas sabahleyin erkenden birlikte halifenin makamına gelirler. Öğleden sonra, akşamki ihtiyar kadının yanlarına çıkagelir. İhtiyar kadını büyük bir sevgi ve saygıyla karşılayan Hz. Ömer, ona şöyle hitap eder: -Galibâ, teyze, uykusuz kaldın! İşte bağlanmak üzredir nafakan, Alacaksın her ay gelip buradan. Şimdi affeyledin, değil mi beni? İhtiyar kadın, büyük bir şaşkınlık içindedir. Akşam çadırına gelen, onca beddua ettiği, lânetler yağdırdığı, daha sonra sırtında çuvalla un getiren, ocağı yakan, yemeği pişiren, torunlarını bir bir doyuran adam, uçsuz bucaksız ülkelerin hâkimi, Allah Resûlü'nün Halifesi Hz. Ömer'dir. Bunca bedduayı işitmesine rağmen, hiç kızmamış, hiç öfkelenmemiş, büyük bir mesuliyet duygusu içinde hareket etmiş, şimdi de kendisine hazineden maaş bağlamış, karşısında iki büklüm olmuş af dilemektedir. Bu tablo karşısında hayretler içindeki ihtiyar kadın, mütebessim çehresi ve sevinç dolu ışıl ışıl gözleriyle Allah Resûlü'nün Halifesi'ne bakar, başı dimdik bir şekilde, ona, bir tek cümleyle cevap verir: "BÖYLE GÖSTER, FAKAT ADALETİNİ." Evet gerçekten iman insanı insan eder belki sultan eder.. Hz. Ömer'lere ne kadar ihtiyacımız var değil mi???? Saygılar..
  24. İman hakikatlerinin aklen isbatı mümkün müdür? Murat Türker İNSANIN KAVRAYIŞ ALANININ dışında olan her olguyu karşılayan ‘gayb’ kavramının gerektiği gibi anlaşılması, bugün yüz yüze olduğumuz bazı fikrî problemlerin aşılmasında anahtar rol oynayacaktır. Beşerin haddini aştığı, bilimsel gelişmelerin insanı küstahlaştıracak kerteye ulaştığı, ‘bireysellik’ adı altında egoların şahlandırıldığı bu enaniyet asrının mü’minlerinin imtihanları oldukça ağırdır. Bu çağın müslümanı dirâyetli olmalıdır. Fen ve felsefeyi yedeğine alarak değerlerine savaş açan küfre karşı mücadelesinde, teyakkuzu elden bırakmamalıdır. Hâdisata seyirci kalma anlamında müfrit bir kadercilik de, esbâbı putlaştırma determinizmi de onun düşünce dünyasında kendisine yer bulamamalıdır. Karşı karşıya kaldığı her durumu, bilimin seküler kriterleriyle açıklama gayretkeşliğine sahip ehl-i dünyanın karşısına, yine benzer argümanlarla çıkıp muhatabı alt etmeye çalışmak doğru bir yöntem midir? Daha ne zamana kadar metodumuzu karşı cepheden devşireceğiz? Onlar bedenlerini putlaştırdılar. Hümanist söylemlerle insanı âdeta ilahlaştırdılar. Allah’a savaş açtılar. Bilim ve teknolojiyi sapkınlıklarına alet ettiler. Uzayın derinliklerine doğru yol aldılar ve dönüşlerinde, oralarda hâşâ Allah’a rastlamadıklarını söyleyecek kadar alçaldılar. DNA’nın şifresini çözen de onlar oldu; gen haritamızı çıkaran da… Ay’a ayak bastılar; uzaya turist gönderdiler. Daha uzun yaşamanın yollarını araştırdılar; ölümü öldürecek iksiri elde etmek için didindiler. Tüm bunları yaparken zihinlerinde lâdinî bir anlayış hâkimdi. Özgürlüğe böyle bir anlam yüklüyorlardı çünkü. Yaratıcı’nın bile müdahale edemediği bir sonsuz yaşamdı hayâl ettikleri… Bu gelişmelere tanık olan müslüman dünyada ise birbirinden farklı tepkiler zuhûr etti. Kimileri seçici davranmayı akıl ederek, ‘Batı’nın sadece ‘iyi’ yanlarını transfer etmekten söz etti; kimileri ise ‘Batı’nın her şeyini kötü olarak kabul edip, tutucu, radikal ve gelişmelere kapalı bir duruşu benimsedi. Bir başka güruh ise bilimin zaten İslâm’ı teyid ettiğini, Batılılar ne kadar çalışırsa çalışsın dinimizin onlara galebe çalacağını söyleyerek müslümanları âtıl bir zihnî çerçeveye hapsediverdi. Bunlara göre, dinimizin mucizeleri, onların buluşlarının hakkından gelirdi; telâşa gerek yoktu. Arıların bal yaptıkları peteklerde Lafz-ı Celâl yazılı olduğuna rastlanılmıştı. Dünyanın bilmem neresinde yeni doğan bir bebek konuşmuş ve kıyameti haber vermişti. Peygamberimiz (a.s.m), “Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçın” demişti ya; birileri cüzzam mikrobunun şeklî olarak aslana benzediğini söyleyerek, güya Efendimiz’in beyanına değer katıyordu. Bir efsane müslümanlığıdır, almış başını gidiyordu. Tüm bu zihnî pozisyonların kendine göre doğruları da, yanlışları da vardı elbette. Çoğu iyi niyetle ve hastalığa mualece olacağı ümidiyle ortaya atılmışlardı. Ama ne yazık ki hiçbiri tam anlamıyla çare olmadı. Bir kere hepsi hareket tarzlarının ana temalarını itiraz ettikleri Batı’dan ödünç almıştı. Batı’nın bilimle dini devre dışı bırakma çabalarına, dini bilimin gölgesinde bırakan ve dine bilimden vize alan bir refleksle cevap vermeye çalışıyorlardı. Bu noktada, bilim dinle aynı kefeye konulmak suretiyle kritik bir hata yapılıyordu. Mezkûr hata üzerine binâ edilen usûller de çözümün değil, sorunun parçası oluyordu. Tam da burada ‘gayb’ kavramının önemi açığa çıkıyordu. Bu kavram, İslâm’ın salık verdiği şekilde anlaşıldığında, ilk olarak din ve bilimin aynı düzlemde ele alınamaz olduğu fark ediliyordu. Din, müntesiplerinden ‘iman’ etmelerini bekliyordu ve iman, kişinin duyu organlarıyla algılayabildiği sahanın dışında bir yerlere tekabül etmekteydi. Biz inandığımız her şeye, ikna olduğumuz için değil; Rabbimiz inanmamızı emrettiği için iman etmiş olmalıydık. İnanç alanına giren her olguyu aklına ve bilime onaylatma gayreti, aklı muhit addederek putlaştırma ve onda zımnen bazı ilâhî vasıflar olduğunu vehmetme anlamına geliyordu. Gözünün, kulağının ve diğer yetilerinin sınırlılığından haberdar olan insanın aklına sınırsızlık izâfe etmesi de bir garabet örneği değil miydi? İbadetlerin taabbüdîliği de meselenin bir başka boyutuydu. Evet, kulluk taabbüdî olmalıydı; yani emredildiği için yapılmalıydı. Her helâl ve haramda bir hikmet arayan akıl, aradığını bulamadığında emre muhalefet mi edecekti? İçki zararlı olduğu için değil; Allah haram kıldığı için haramdı. Aksi doğru olsaydı, haşerâtın yaşama hakkına bile saygılı olmada titizlenen mü’minin kurban kesmesi nasıl izah edilirdi? Evet, bize ‘gayb’ olan bir şeyler vardı. Üzerimize düşen iman etmekti. İnanmakla mükellef olduğumuz esasâtı, bilimsel verilerle yüzde yüz ispatlayamazdık. İspatlanabilseydi bu dünya dâr-ı imtihan olmaktan çıkardı. Mucizelerde bile, ‘akla kapı aralanıyor; ihtiyâr elden alınmıyordu.’ Bakara Suresi’nin üçüncü ayetinde Rabbimiz, müttakîlerin evsâfını nazara veriyor ve şöyle buyuruyor: “Onlar gayba inanırlar; namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar.” Bu ayeti orijinal bir şekilde tefsir eden Muhammed Esed, gayb ile ilgili şunları dile getiriyor: “Gayb, Kur’an’da, insan kavrayış alanlarının ötesinde bulunan, onu aşan hakikatin tüm safhalarını ifade etmek için kullanılır. Bu nedenle, bilimsel gözlemlerle isbatı veya reddi söz konusu olamaz; hatta genel kabul görmüş spekülatif düşünce kategorileri içinde bile yeterli biçimde kapsanamaz. Ancak asıl hakikatin, gözlemlenebilen çevreden çok daha fazlasını kapsadığına ikna olan bir kişi, Allah’a imana ve böylece hayatın bir anlamı ve gayesi olduğu inancına ulaşabilir. Kendisinin ancak ‘insan idrakini aşan olguların varlığına inananlar için bir rehber’ olduğuna işaret etmek suretiyle Kur’an, aslında, zihinleri bu temel öncülü kabullenemeyenler için kapısının –zorunlu olarak- kapalı olacağını söylemektedir.” Lokman Suresi’nin otuzdördüncü ayetinde ise Yüce Allah, ‘mugayyebat-ı hamse’ diye kategorize edilen hususları beyan buyurur: “Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi şüphesiz yalnızca Allah katındadır. O, yağmuru indirir, rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” Yine Kur’an, gaybı mutlak anlamda yalnız Allah’ın bileceğini, ancak dilerse kullarına da gayba dair bilgiler ilham edeceğini ifade eder: “Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçiye gösterir. O elçinin önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar.” (Cin Suresi 25-26. ayetler) Nitekim Efendimiz (a.s.m), kendisine sorduğunda Hz. Abdullah’ın babasının Hüzafe (r.a) olduğunu, Bedir’de müşriklerin ileri gelenlerinin öldürülecekleri yerleri, Hz. Fâtımâ’nın (r.anha) kendisine ailesinden en erken kavuşacak kişi olduğunu ve daha bir çok benzeri hâdiseyi gaybbîn nazarıyla vukuundan evvel haber vermiştir. Bunlar göstermektedir ki; Allah’ın izin verdiği ölçüde sâlih kullar sâir insanlara kapalı olan bazı kapıların ardına vâkıf olabilmekte ancak genel anlamda beşerin nüfuz ettiği bilgi çok kısıtlı kalmaktadır. Dolayısıyla hakikatin tüm evrelerini kuşatabilmek âdemoğlu için muhaldir. Mü’minler, ilmi dinin hizmetkârı olarak mütalâa etmeli; dinin, bilim gibi bir payandaya muhtaç olmadığını görmelidirler. Ayrıca çoğu bilginin insan için gayb olmasının rahmet olduğu unutulmamalıdır. Bu hususu Bediüzzaman Sözler’de şu şekilde ifade ediyor: “ Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ, Leyle-i Kadri umum Ramazan’da, saat-i icâbe-i duâyı Cumâ gününde, makbul velîsini insanlar içinde, eceli ömür içinde ve Kıyâmetin vaktini ömr-ü dünya içinde saklamış. Zîrâ, ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya muvâzenesini muhâfaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak maslahatı, iktizâ eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır. İşte Kıyâmet dahi şu insan-ı ekber olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün kurûn-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idiler ve kurûn-u uhrâ dehşette kalacaktı. İnsan, nasıl hayat-ı şahsiyesiyle hânesinin ve köyünün bekâsıyla alâkadardır; öyle de, hayat-ı içtimâiye ve nev’iyesiyle küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır.” Üstad’ın ifadesiyle ‘akılları gözlerine inenler’ bugün Kur’an tarafından gayb olarak bildirilmiş hususlardan bazılarının gayb olmaktan çıktığını söylemekte; yağmurun ne zaman yağacağının ve çocuğun cinsiyetinin önceden tesbit edilebileceğini iddia etmektedirler. Oysaki bu bilmeler, hâdise gayb âleminden şehadet âlemine intikal ettiğinde gerçekleşebilmektedir ve yine tam bilgi sahibi olma söz konusu değildir. Bediüzzaman Lem’alar’da; “Röntgen şuâıyla rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmekle âyetin meâl-i gaybîsine münâfi olamaz. Çünkü, âyet yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acip istidad-ı hususîsi ve istikbalde kesb edeceği vaziyetine medar olan mukadderât-ı hayatiyesinin mebâdileri, hattâ simasındaki gayet acip olan sikke-i samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâmü’l-Guyûba mahsustur. Yüz bin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrad-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i farikası bulunan yalnız hakikî sima-yı veçhiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki, sima-yı veçhîsinden yüz defa daha harika olan, istidadındaki sima-yı mânevîyi keşfedebilsin.” diyerek bu noktaya temas eder. Bu türlü durumlarla günümüz müslümanı da yüz yüze gelecektir. Kur’anî kavramları aslına sâdık kalarak anlarsak, amelî ve nazarî tüm sorunlarımıza derman bulunacaktır. Yeter ki eziklik psikolojisine, atâlete ve komplekslere dûçar olmayalım. İmanımıza dupduru bir keyfiyet kazandıralım. Tıpkı Ashab-ı Kirâm gibi... Onların önemli bir kısmı derinlemesine dinî bilgiye sahip değildi belki... Ama inanmaları gereken hakikate kalplerini alabildiğine açmışlardı. Gayb perdesi açılsa yakîni ziyadeleşmeyecek bir imanî seviyeyi kişiye hangi bilimsel isbatla kazandırabilirsiniz? Veya Ebû Zerr’deki imanın sâfiyetini, hangi aklî delillerin gölgesinde elde edebilirsiniz? Bir gün, güneşin batma hengâmında Kâbe’nin yanında oturan Ebu Zerr (r.a) ile Allah Resulü (a.s.m) arasında şöyle bir muhavere cereyan eder: Efendimiz sorar; “Ya Ebu Zerr, güneş nereye gitti?”. Ebu Zerr’in cevabı Sahabi edebine yaraşır cinstendir: “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” Bunun üzerine Efendimiz; “Rabbine secde etmeye gitti.” buyurur. Şimdi böyle bir samimiyetin bağrında yeşeren imanın duruluğunu çağımıza taşıma zamanıdır. İnsanlığın buna ihtiyacı vardır. Unutmayalım; imanın mahalli kalbtir, akıl değil. Mü’mine düşen, aklının almadığını bile kalbinde misafir edebilmektir. Gayba hakkıyla iman buna vâbestedir.
  25. "Ziya ve Nur" “Sual ve cevap, dai ve sebep ikisi de Hak’tandır.” — Sözler GÖZ VEGÜNEŞ, kulak ve ses, akciğer ve hava, balık ve deniz ve daha da artırabileceğimiz nice ikililerle etrafımız adeta kuşatılmış. Bunlardan birinciler sual, ikinciler cevaptır. İkisi de Hak’tandır. Yani, Güneş kimin ise göz de O’nundur. Kulağı yaratan ancak sesi yaratan olabilir. Bunun çok önemli iki misali de ruh dünyamızda mevcut. Kalp ve akıl ikisi de birer sual. Kalbin en önemli görevi inanmaktır. Bu manevî gözün ziyası ise hak dindir. Kalp ancak böylece gerçek imana erer. Akıl ise anlama aletidir. Kâinattaki mânâları ve hikmetleri keşfetmeye çalışmak aklın görevidir. Bu yönüyle bütün fen ilimleri aklın gıdasıdır. Ama bu akıl, bu kâinat kitabına, bu sonsuz mânâları kimin yerleştirdiğini bilmek istediğinde kalbin ziyasına muhtaç olur. Ona ancak dinî ilimlerle aydınlanmış bir kalp öncülük edebilir, yol gösterebilir. ‘Ziya-yı kalb’ ve ‘nur-u fikir’den kastedilen manalar şu cümlelerle açıkça ortaya konuluyor: “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.” (Münazarat) Burada vicdan kalp yerine kullanılmıştır. “Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver” cümlesiyle “Vicdanın ziyası ulûm-u diniyyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir” cümlelerinin ortak bir yanı dikkatimizi çeker; her ikisinde de kalp ve vicdan için ziya, akıl için nur kelimeleri kullanılmıştır. Bu tespit bir âyeti kerimeye dayanmaktadır. “O, Güneşi bir ziya, Kameri bir nur kılandır.” (Yunus, 5) Bu âyetin tefsirinde Güneş’in ziya, Ay’ın ise nur kılınması bir çok yönden ele alınmış ve konuya değişik yorumlar getirilmiştir. Büyük Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır bunları sıraladıktan sonra şu noktaya dikkatimizi çeker: “Bir de denilmiştir ki, ziya bizzat olana (ışığı kendinden olana), nur bil’araz (başkasının ışık vermesiyle) olana ıtlak edilir. Şu halde burada Ay nurunun, Güneş dolayısıyla verildiğini iş’ar vardır. (Hak Dini Kur’an Dili, 4 – 2673) Kalb, İşârât-ü’l İ’caz adlı eserde şöyle tarif edilir: “Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır.” ( İşârât-ü’l İ’caz) Demek oluyor ki, ruhta esas olan kalptir. Hissiyat da ona bağlıdır, akıl da. Şu var ki, kalbin his yönü vicdan ile icra edilmektedir, anlama yönü ise dimağla, yani akılla. Kalp imanla aydınlanınca akla da ışık saçar, onu da aydınlatır; ona rehberlik eder. Neyin doğru, neyin yanlış, neyin helâl neyin haram olduğuna karar verme gücüne sahip olmayan akıl, imanlı bir kalbin rehberliğinde bütün bu soruların cevaplarını bulur. Kendisinin anlama aleti olduğunu bilir ve bunu iyi değerlendirir. Allah’ın razı olduğu işlerin, hâllerin, hareketlerin ne olduğunu anlar. Dünya işlerini helâl dairesinde ve meşruiyet çizgisinde görmek için çabalar. Kâinat hakkında fennî araştırmalar yaparken de Allah’ın harika bir eserini incelediğinin şuurunda olur. Böylece bir yandan aklı, fikri, bilgisi inkişaf ederken, ötede kalbi feyizden feyze koşar. Aksi halde; “O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır.” Kalbin vazife görmemesi zulüm, aklın fen ilimlerinden geri kalması ise cehalet olarak tespit edilmiş. Her ikisi birlikte zulmettir, karanlıktır. Birisi iman hakikatlerinden mahrumiyet zulmeti, diğeri ise Allah’ın bir eseri olan bu kâinatı anlamama yahut yanlış değerlendirme zulmeti. Bu hale göre aklı kalpten ayırdınız mı, Ay’ı Güneşsiz bırakmış olursunuz. Kalbin ziyası olan imanla aydınlanmayan bir akıl, ne yapacağına, hangi yoldan gideceğine kendi başına karar verecektir. Bu ise başlı başına bir karanlıktır. Kendi hayat felsefelerini kendi akıllarıyla, daha doğrusu kendi nefisleriyle çizen insanlar egoist, kibirli, menfaatperest birer problem tip olmaktan kurtulamamış ve şairin “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur” dediği türden bir huzursuzluk kaynağı olmuşlardır. ••• Nur Müellifi Bediüzzaman Hazretlerinin tâ gençlik yıllarında ortaya koyduğu ve şarkın âlimlerinden başlayarak padişaha kadar ulaştırdığı bir idealini bu ifadelerde de yakalamak mümkün. O ideal, kısaca, Medresetü’z-Zehra namını verdiği bir ‘darü’l-fünun’ açma ve bu üniversitede, dinî ilimlerle fen ilimlerinin birlikte okunmasını sağlamaktı. Bu ideali Nur Külliyatının birçok bahsinde görebiliyoruz. Bunlardan sadece birisini kısaca değinmek isterim. Nur Müellifi Kur’ân-ı Kerimi kelâm sıfatından, bu kâinatı ise irade ve kudret sıfatlarından gelmiş birer kitap olarak değerlendirir. Kur’ân’daki kanunlar gibi, kâinattaki kanunların da ilâhî olduğuna dikkat çeker. Ve insanın her iki kitabı da iyi okuması, her ikisindeki kanunlara da riayet etmesi gerektiğini öğütler. Bu ders ile yazımıza konu olan vecizeyi birlikte değerlendirdiğimizde, kalbin ziyasının Kur’ân hakikatleri, aklın nurunun ise kâinat kitabıyla ilgili ilimler olduğu anlaşılır. Not: Demek oluyor ki, Dini ilimler ve Fenni ilimler birbirinden ayrılamaz bir bütündür. Hakikat yani gerçeğin ta kendisi bu karışımın, yardımlaşmanın ve birleşmenin neticesinde ortaya çıkabilmektedir. Sadece dini ilimlerle veyahut sadece Fenni ilimlerle hakikate ulaşılamaz. Ulaşılan neticeler fayda verebilir fakat birçok yönü eksik faydalardır bunlar... Bizler ne zaman İslamiyetin hakettiği doğruluğu üzerimizde gösterir ve yaşarsak ve İslamiyeti doğru kaynaklarından öğrenir uygularsak işte o zaman İnsanlık huzuru ve mutluluğu yakalayacaktır. Tek kurtuluş formülü, "İslamın öğretisini" "doğru anlayıp" "uygulamakla" mümkündür. Bilim ve Din arasında herhangi bir ayrım ve mesafe yoktur. Olduğunu iddia edenler dini temelden yanlış anlamış insanlardır. Bu durum kendilerini bağlar. Hakikate engel olamaz ve değiştiremez.. Unutmayalım ki insan yanılabilen bir varlıktır. Bu sebeple Yanılma ihtimalimizin her zaman mümkün olabileceğini aklımızdan çıkarmamak gerekir. Mutlak ve kesin ifadeleri kullanırken dikkat etmelii öyle değil mi? Sevgiler Saygılar
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgiler

Bu siteyi kullanmaya başladığınız anda kuralları kabul ediyorsunuz Kullanım Koşulu.